27 Mayıs 2023 Cumartesi

Türkiye’nin Afrika’da ilişkileri derinleşirken kıtada büyük değişimler geliyor mu? + Çıkar ve nefret ilişkisi temelinde gölge boksu: Seçimler arasında Türk-Alman ilişkileri (soL-Analiz)

 Türkiye’nin Afrika’da ilişkileri derinleşirken kıtada büyük değişimler geliyor mu?(ERDİ AYDOĞDU-SOL/ANALİZ)

Emperyalist hegemonyada çatlaklar büyürken Afrika’da etkisini artırmaya çalışanlardan biri Türkiye. Peki yeni nüfuz dinamiklerinin gözlendiği kıtada büyük bir değişim mi geliyor?

Türkiye, emperyalist hiyerarşideki fay hatlarının derinleşmesinden uzun zamandır yararlanmaya çalışıyor. Bu doğrultuda 1990’lı yıllarda hız kazanmaya başlayan Türkiye-Afrika ilişkileri, milenyum sonrası ivmelendi. Türkiye ile Afrika arasındaki ticaret hacmi son 20 yılda 35,4 milyar dolar artışla yaklaşık 45 milyar dolara yükseldi. Kıta’ya yapılan ihracat, Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 9,4’ünü teşkil eder hale geldi. Öte yandan, gelişen ilişkiler salt ekonomik bir boyuta sahip değil. Askeri, kültürel, siyasi boyutları da olan bütünlüklü bir yakınlaşmadan söz etmek gerekiyor. 

İslamcı ve Neo-Osmanlıcı bağlar

Müslüman nüfusun 600 milyona yakın olduğu Kıta’da Türkiye geçmişte geliştirdiği bağların önemli bir ayağını, Fethullahçıların kurmuş olduğu ve büyük kısmı Müslüman ağırlıklı Afrika ülkelerinde yahut şehirlerinde bulunan okullar oluşturuyordu. AKP hükümetinin güncel olarak geliştirdiği ilişkilerin bir kısmı bu kurumların bıraktığı mirası devraldı. Bunun yanı sıra hükümetin dini ortaklıkları öne çıkararak kimi ülkelere yaklaştığını görebiliyoruz. Bu hem o ülkelerde kalıcı olabilmeleri için önemli bir unsur oluyor, hem de AKP’nin neo-Osmanlıcı politikalarına son derece uygun. 2023’ün başında İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliği (İSİPAB) 17. Konferansına katılan TBMM Başkanı Mustafa Şentop, Afrika ülkelerine Batılılar gibi üstenci bir tavırla bakmadıklarını söyledikten sonra şöyle devam etmişti: 

“Yani Batılıların yaptığı gibi gelip buralardaki hem beşeri kaynakları hem yer altı kaynakları, yer üstü zenginlikleri sömürüp alıp kendi ülkelerine götürme şeklinde bir yaklaşım bizim iş insanlarımızda da yok, Türkiye’nin böyle bir politikayı kabul edebilmesi de mümkün değil. Zaten buradaki ülkelerde yaşayan insanların önemli bir kısmıyla aynı zamanda tarihi ve kültürel bağlarımız var. Özellikle Kuzey Afrika ile dini anlamda bağlarımız var. Onun dışındaki ülkelerle de birçok anlamda kültürel bağlarımız var.”

Elbette ki Türkiye’nin inşa ettiği bağlar Müslüman ağırlıklı ülkelerle sınırlı değil. Fakat bu ülkelerde bile İslamcılıkla şekillenen bir yaklaşımın olduğunu, en azından Türkiye’nin tarihsel arka planı görünür kılmaya çalıştığını görüyoruz. Yakın zamanda Güney Afrika’yı ziyaret eden Mevlüt Çavuşoğlu, 19.yüzyılda Cape Müslüman cemaatine dini eğitim vermek için görevlendirilen Ebubekir Efendi’yi tarihsel bir ortaklık zemini olarak göstermişti. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda yalnızca yüzde 15’lik bir Müslüman oranına sahip olan Gana’daki en büyük kent merkezlerinden birinde devasa bir cami ve külliye inşaatı Türk hükümeti tarafından gerçekleştirilmişti. Yüz yıllardır Batılı, “beyaz”, Hristiyan emperyalistler tarafından sömürülen Afrika’da Türkiye’nin bir boşluk gördüğü ve hem siyasi hem de iktisadi boyutları olan bu boşluğu doldururken dini referanslardan yararlandığı çok açık. AKP böylelikle içe dönük bir yeni Osmanlı rüyasını canlı tutabildiği gibi Afrika’daki Müslüman halkın gözünde de bir nevi “makbul kolonyal” olmayı hedefliyor. 

Afrika pazarında Türk malları

DW Français’ye göre Türk hükümetinin ve ihracatçılarının Afrika’ya yönelmesinin sebeplerinden bir tanesi de rekabetçilik bakımından Türkiye’nin aktif olduğu diğer pazarlara göre daha kolay görülmesidir. Avrupa pazarında yer bulamayan birçok ürünü Afrika’da satmanın daha mümkün olduğu belirtiliyor. Örnek olarak ise mobilya sektörü veriliyor: Avrupa’ya ihraç gerçekleştiremeyen bazı Türk mobilya şirketleri Nijerya’da kısa sürede önemli hacme ulaşabilmiş. 
Türkiye’nin batısında ve kuzeyindeki pazarlar, girilmesi nispeten daha zor bir durumda zira bölgede ekonomik hacmi Türkiye’ye göre katbekat geniş olan pek çok ülke mevcut. Aynı şey doğumuzda kalan ülkeler için de kısmen geçerli ancak güneyde, Afrika’da, dekolonizasyonun sancıları hala belli düzeyde devam ediyor. Afrika’da gitgide gelişmekte olan bir orta sınıfın baş göstermesi de kıtanın ticari potansiyelini arttırıyor. Bu yazının konusu olmamakla birlikte boşalan alanlara giren esas aktörlerin Rusya ve daha çok Çin olduğunu söyleyelim. Sayılan sebeplerle Türkiye de benzer uğraştaki ülkelerden bir tanesidir. 

Fransa ve bölgedeki rolü

Resmen koloni olarak tuttuğu ülkelerin bağımsızlığını elde etmesinden sonra Fransafrika (Françafrique) adı verilen neo-kolonyal bağlar sürdürülmeye devam etti. Siyaseten bağımsız olsa bile bu ülkeler pek çok açıdan hala Fransa’ya (ve/ya diğer post-kolonyal ülkelere) bağımlı durumdaydı çünkü tüm zenginlikleri, ekonomik kaynakları yağmalanmıştı ve geri verilmedi. Ancak emperyalizmin hegemonya bunalımının tırmanması bu ülkelerin farklı nüfuz alanlarına da açık hale gelmesine yol açtı. Bilhassa Çin’in kıtada ne denli ciddi yatırımlar gerçekleştirdiği biliniyor. 

Elbette ki eski sömürgeciler, bahsi geçen durumun farkında ve yeni çözüm arayışındalar. Mart ayında bir Afrika turu gerçekleştiren Emmanuel Macron, Fransa’nın yeni Afrika vizyonunu duyurdu. “Alçakgönüllülük, ortaklık, yatırım” sözcükleri ile özetlediği vizyon uyarınca Fransafrika döneminin artık sona erdiğini, askeri üslerin olmayacağını ve bunun yerine yalnızca askeri ortaklıkların kurulacağını belirtti. Bir dizi başka ekonomik reformu sözlerine ekleyen Fransa Cumhurbaşkanı, Mali ve Orta Afrika Cumhuriyetlerinde Fransız kuvvetlerini ikame eden Rus Wagner paralı askerlerini eleştirerek onların varlığından yakın zamanda pişman olacaklarını söyledi. Tüm bunlara karşın gezi sırasında pek çok yerde kendisine karşı protestolar düzenlenen Macron’un Afrika hükümetleri ve halkları nezdinde ne kadar inandırıcı bulunduğu tartışmaya açık. 

Sadece Fransa değil, AB’ye karşı Afrika’nın tutumunu olumsuz etkileyen faktörlerden biri de devam eden Ukrayna-Rusya savaşı. Avrupa Birliği içerisindeki kaynaklara yakınlığıyla bilinen Politico’ya göre, savaş nedeniyle Ukrayna’ya aktarılan kaynak ve enerjinin Afrika’daki barış ve güvenlik çabalarına, hatta temel ihtiyaçlara ayrılandan çok daha büyük bir yer kapladığı Afrikalılar tarafından görülüyor. AB’nin samimiyeti konusunda kıtada soru işaretleri yaratıyor. Alternatif güç merkezlerinin kıtada nüfuz elde etme konusundaki avantajlarından biri de bu. Türkiye’nin durumun farkında olduğu ve mevzubahis memnuniyetsizliği kendi lehine olacak şekilde kaşımaya çalıştığı görülüyor. Son yıllarda Macron’un Türkiye ile Rusya’yı “Afrika’yı Fransa’ya karşı kışkırtmakla suçladığını”, bu ülkelerin de kolonyal geçmişinden dolayı Batı Avrupalıları itham ettiğini görmüştük. Nitekim geçtiğimiz yıl Anadolu Ajansı’nda yayınlanan isimsiz bir analiz yazısında şöyle deniyordu:

“Françafrique'nin kanlı tarihi, bugün Fransa ile Afrika devletleri arasında bir güven krizinden çok daha fazlasına neden oluyor, hegemonik bağları da zayıflatıyor. Benin Dışişleri Bakanı Aurelien Agbenonci'nin Macron'a dokunmasının ardından omuz silkmesi her şeyi daha anlamlı hale getirebilir.”

İçerideki sıkışmaya dış çözüm

Türkiye’de sermaye birikiminin ihtiyaçları nedeniyle Türkiye sermayesi yeni pazarlara ihtiyaç duyuyor. Afrika pazarı, anılan bakımdan sermayedarlara ve AKP hükümetine büyük kolaylık yaratan bir imkân sağlıyor. Pek çok yerde hükümet destekli Türk şirketleri ihaleler alıyor, orta ve uzun vadeli ekonomik yatırımlarda bulunuyor. Sözgelimi, karşılıklı yatırımları ve ticareti teşvik etmek amacıyla kurulan Türkiye Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK), Afrika ülkelerinde 45 iş konseyine sahip. 

Ayrıca her yıl binlerce öğrenci Türkiye’de okumak için burs kazanıyor veya kıtanın dört bir yanına yayılmış olan Yunus Emre Enstitülerinde eğitim alıyor. Bir yandan genç nüfusundan hatırı sayılır bir toplamı düzenli olarak Avrupa ülkelerine kaptıran Türkiye, bir yandan da başarılı ve yetenekli Afrikalı gençler için cazibe merkezi haline geliyor.

Somali örneği

Türkiye’nin sınır ötesindeki en büyük askeri üssü 2017 yılında Somali’de açılan TURKSOM. Türkiye’nin Mogadişu Büyükelçiliği verilerine göre geride kalan 6 yılda TURKSOM’da 15 bin civarı asker yetiştirildi. Ayrıca Isparta’da Somali birliklerine özel komando eğitimi verilen bir birlik bulunuyor. Gel gelelim Somali’deki Türk varlığı askeri alanla sınırlı değil. Gerekli teçhizata sahip olmayan Somali hükümeti daha önce Türkiye’yi denizlerinde petrol araması için ülkeye davet etmişti. Somali devlet gelirlerinin yüzde 80’inin elde edildiği, Mogadişu’daki temel deniz ve hava limanları; Türk hükümeti tarafından işletiliyor. Yaklaşık 115 milyon insanın yaşadığı Afrika Boynuzu’nun en büyük hastane kompleksi olan Erdoğan Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Türk ve Somali Sağlık Bakanlıkları tarafından birlikte yönetiliyor. 

Verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere Somali’nin pek çok açıdan neredeyse bir Türkiye kolonisi gibi hareket ettiğini söyleyebiliriz. 2011 yılında kitlesel açlığa karşı insani yardım amacıyla ülkeye giden Türk birlikleri, geride kalan kısa süre içerisinde çok farklı ilişkiler geliştirmiş durumda. Bu yönüyle Somali, Türk nüfuzunun açık ara en gelişkin olduğu Afrika ülkesi konumunda yer alıyor. 

Büyük değişimler geliyor mu?

Afrika ülkelerinde bağımlılık ilişkilerinin özneleri değişir durumda ve kimilerine göre bahis konusu değişim, büyük bir devrim niteliğinde. Kıtada yüzlerce yıldır devasa katliamlara, zenginliklerin gaspına, geri bırakılmışlığın her bir anına imzasını atan Batılı emperyalistlerin nüfuzunun azalması elbette ki olumludur, bunu inkar edecek değiliz. Öte yandan Çin, Rusya, yahut daha küçük bir aktör olarak Türkiye “soft power” olarak niteleniyor. Soft power kavramı ile kastedilen; ekonomik, siyasi, askeri bir müdahale içermeyen ikili veya çoklu ilişkilerdir. Adı geçen ülkelerin kurduğu ilişkilerin Batılı emperyalistlerin daha önce kurmuş oldukları ile farklı bir prensipten hareket ettiğini söyleyebilir miyiz? 

Bir emperyalist ülkenin bıraktığı boşluğu bir başkasının doldurması, neticede kaydadeğer bir fark yaratmıyor çünkü tıpkı öncekiler gibi yeni aktörler de çeşitli talepler ve çıkar beklentileri ile kıtaya yöneliyor. Alternatif ilişkiler ve aktörler, olsa olsa Afrika devletleri için yeni birer manevra alanı oluşturabiliyor. Bu devletler, emperyalistler arasındaki çıkar ve nüfuz çatışmalarından kendi lehine dönemsel, küçük faydalar devşirmeyi başarabiliyor. 

Mesela Macron’un duyurduğu yeni Afrika vizyonu, bir anlamda yerini dolduran diğer aktörlere karşı Fransa’nın en azından eldekini korumaya dönük bir ön alma çabasıdır. Fakat tüm bunlara rağmen özü itibariyle aynı bağımlılık ilişkilerini sürdüren bir kalkınma modeli, yüz milyonlarca Afrikalı için herhangi bir fayda sağlamıyor. Kaynaklarına el konulmaya, siyasi egemenlikleri -kağıt üstünde öyle olmasa da- zapturapt altında tutulmaya, yeni emperyalistler Afrikalı zenginlerle iş tutarken kıtanın yoksulları sömürü çarklarında ezilmeye devam ediyor.

                                                                /././

Çıkar ve nefret ilişkisi temelinde gölge boksu: Seçimler arasında Türk-Alman ilişkileri (HALUK ARICAN-SOL/ANALİZ)

Tabak sevdiği deriyi, burjuvazi ise işine yarayan siyasetçiyi yerden yere vururmuş! Alman egemenlerinin Erdoğan’a yaklaşımı da bu temele dayanıyor.

Türkiye’de yapılan genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri birçok ülkede olduğu gibi Alman kamuoyu ve siyaset çevreleri tarafından da yakından takip ediliyor. Almanya için Türkiye, sıkı ekonomik ilişkiler, AB ile bağları, NATO üyesi olması, Ukrayna savaşındaki tutumu ve göçmenlerin AB’ye akışını engelleyen baraj ülke konumu nedeniyle önemli bir dış politika başlığı. Diğer yandan bu ülkede yaşayan Alman vatandaşlığına geçmiş veya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını koruyan 3 milyon civarında Türkiye kökenli insan, bunların Türkiye’ye de uzanan siyasi tercihleri, her iki ülkenin bu kitle üzerinde birbirleri aleyhine hegemonya kurma mücadelesi, Türkiye başlığını Alman iç siyasetinin de önemli bir konusu haline getiriyor.

Türkiye’deki seçimlerin Almanya’da değerlendirilmesi, hatta Almanya’nın seçimleri etkilemeye yönelik müdahale ettiği iddiaları (Frankfurter Rundschau) kadar, iki ülke arasında geçtiğimiz yıllarda sorun teşkil eden, kimi kriz başlıklarının 14 Mayıs seçimlerinde bir iki gün sonra, sanki tesadüfen ve olaylar birbirleriyle bağlantısızmış gibi ardı ardına kontrollü bir şekilde patla(tıl)ması da biraz daha ayrıntılı incelenmeyi hak ediyor. 

Sevilmeyen ama işe yarar adam, sevilen ama işe çok yaramayan adama karşı

Alman medyasında (özellikle de 14 Mayıs öncesi) Türkiye’deki seçimler hem AB, dolayısıyla Almanya, hem de Türkiye için “kader seçimi” (Frankfurter Rundschau) ve ‘’bu yıl Avrupa’da yapılacak en önemli seçim’’ (ZDF) olarak nitelendirilirken, CHP önderliğindeki muhalefete olan açık destek de gizlenmiyordu. 

Bir dönem Erdoğan’ı ve AKP’yi yere göğe sığdıramayan “sol”dan sağa federal parlamento üyelerinin açık veya dolaylı Erdoğan karşıtı açıklamaları, seçimler yaklaştıkça daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Söylenen, Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi halinde, Türkiye’de -kaldığı kadarıyla-  demokrasinin çok büyük bir yara alacağı ve Avrupa Birliği üyeliği perspektifinin ortadan kalkacağıydı.

Alman resmi makamları Türkiye’deki seçimlerle ilgili olarak alışa geldik ‘’demokrasi’ye vurgu yapan ve partilerle adaylar arasında taraf tutmuyor izlenimi veren açıklamalarda bulunurken, konumları gereği Almanya’nın resmi bakış açısını yansıttığından kuşku duyulmayacak bazı siyasetçilerin açıkça Kılıçdaroğlu’nu destekleyen açıklamaları, ilk bakışta çelişkili bir duruma işaret ediyor.

Türkiye’de seçimlere kısa bir süre kala Yeşillerin Eş Başkanları Ricarda Lang ve Omid Nouripour, Kılıçdaroğlu’na oy verilmesi için açıkça çağrı yaptılar. Bu açıklamanın Dışişleri Bakanı Baerbock’un (Yeşiller) bilgisi dahilinde gerçekleştirildiği açık. 

Son yirmi beş yılın sekiz yılında Alman Dışişleri Bakanlığı koltuğunda Yeşillerin oturduğunu ve bu partinin uzun bir süredir düzenin ana aktörlerinden biri olduğu dikkate alındığında, bu tür açıklamaların anlık tepkilerin sonucu olamayacağı belli oluyor. 1998’den 2005’e kadar Dışişleri Bakanı olan Fischer (Yeşiller) bu durumu çeyrek yüz yıl önce veciz bir şekilde formüle etmişti: “Yeşillerin dış politikası olmaz, Almanya’nın dış politikası olur.”

Federal Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Michael Roth (SPD) da 14 Mayıs seçim sonuçlarının Türkiye’de demokrasi ve hukuk devleti isteyenler için hayal kırıcı olduğunu açıklıyordu. Roth bir önceki Merkel’in başında olduğu hükümette, SPD adına 8 yıl boyunca Avrupa ilişkilerinden sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yapmıştı.

Sosyal demokrat SPD ve Yeşillerin üç partili koalisyon hükümetinin iki ana unsuru olduğu hatırlandığında, bu açıklamaların önemi belli oluyor. 

Seçimleri değerlendiren çoğu siyasetçinin ve Avrupa Parlamentosu adına seçimleri Türkiye’de izleyen resmi heyetin Alman siyasetçilerden oluşan üyelerinin bir ağızdan çıkmışçasına ‘’Türkiye’deki seçimler genel olarak serbest ama adil değildi’’ değerlendirmelerini de bir kenara yazmakta yarar var.

'Tavşana kaç…' veya 'Yıpratarak destek'

Peki, Türkiye’yi yakından takip eden gazetecilerin ve muhalefet partileri milletvekillerinin “Alman siyasetçilerinin, özellikle de Berlin’in Türkiye’de muhalefeti destekleyen açıklamaları Erdoğan’a yarar, onun eline muhalefete karşı kullanacağı koz verir” uyarıları niye dikkate alınmıyor?

Özellikle de son 12-13 yıldır, Erdoğan’ın Rusya ve Çin’e yönelmesini engellemek, Türkiye içinde tutulan göçmenlerle AB’ye baskı (şantaj) yapmasına mani olmak ve Almanya içindeki Türkiye kökenli ve Erdoğan destekçisi kesimde huzursuzluk yaratmama adına “alttan alan” bir siyasi dil kullanmayı tercih eden Almanya’nın tutum değiştirmesinin ve tam da seçimler sırasında Erdoğan’a bilinçli olarak açıkça koz vermesinin nedeni ne olabilir?

Bununla ilgili, bir kısmı Alman siyasi çevrelerinde de dillendirilen siyasi varsayımlarda bulunabiliriz:

  • Kılıçdaroğlu'nun cumhurbaşkanı seçilmesi zor; Meclis’te çoğunluğu kazansaydı bile, ittifakın firesiz birlik oluşturması zor olurdu.
  • Seçilirse, Kılıçdaroğlu dış politikada Erdoğan’dan çok farklı bir siyaset izle(ye)meyecek. 
  • Cumhur ittifakının yapısı gereği, Erdoğan gibi (kendi içinde) istikrarlı bir politika uygulaması zor.
  • Rusya ile ipleri ekonomik zorluklar nedeniyle kopartması çok zor.
  • Kılıçdaroğlu, Rusya ile ilişkileri bozarsa da, ekonominin gereksinimini duyduğu mali kaynakları AB’nin sağlaması çok zor. Yardımı reddetmek de kolay değil.
  • En önemlisi ise, Türkiye’nin AB’ye alınması söz konusu değil. Erdoğan iktidarda olduğu müddetçe kimsenin bunu açıkça dillendirmesi gerekmiyor. Kılıçdaroğlu kazanır ve üyelikte ısrar ederse, bunu açıkça dillendirmek, ‘’sol-liberal’’ olarak bilinen hükümetler için sorun olur. Doğu Avrupa’daki üye devletlerle olan sorunlar bile çözülemezken, Türkiye çapındaki bir ülke mevcut sorunlarıyla AB’yi felç eder.
  • Az bir farkla seçimleri kazanan iç sorunlarla ve ekonomik bir krizle boğuşacak bir Erdoğan’ın ise savrulmalarını engellemek daha kolay olur. 
  • Erdoğan atacağı adımlar her zaman öngörülemez olsa da, istekleri hep aynı: Daha fazla güç, ama her daim para.
  • Son dönemde, NATO’nun genişlemesi konusunda Rusya’yı asıl rahatsız eden Finlandiya’ya onay verdi ve Akdeniz’de ABD’nin ve AB’nin öncelikli taleplerini yerine getirdi.

Kılıçdaroğlu’nu açıkça destekleyen açıklamalar ve son bir haftadaki kriz başlıklarındaki gelişmeler bu çerçevede anlam kazanıyor. Kılıçdaroğlu’na açıkça destek verilerek, Erdoğan’ın seçilmesi kolaylaştırılıyor. Elbette herkesin kulağına bir şeyler üflenmiyor. Erdoğan karşıtlığı için zaten özel bir çaba gerekmiyor. Kılıçdaroğlu’na verilen desteğe engel olunmayarak yol veriliyor. Çeşitli dolaylı mesajlarla da, Erdoğan'ın oyun alanının daraltılmasına çalışılıyor. Olur da Kılıçdaroğlu seçilirse, o da zaten ‘’destekledikleri’’ aday.

Terbiye aracı olarak hukuk

Tabak sevdiği deriyi, burjuvazi ise işine yarayan siyasetçiyi yerden yere vururmuş! Alman egemenlerinin Erdoğan’a yaklaşımı da bu temele dayanıyor.

Almanya’da Sabah gazetesine casusluk suçlaması

Türkiye’de seçim sonuçlarının belli olmasından sadece üç gün sonra Almanya'daki iki Sabah gazetesi üst düzey yöneticisi evlerine yapılan baskınlarla kısa süreliğine gözaltına alındılar. Baskının, Alman gazetelerinin verdiği haberlerine göre polis, iki gazetecinin açıklamalarına göre ise Alman iç istihbaratı, Anayasayı Koruma Teşkilatı (VS) tarafından yapıldığı belirtilse de, kesin olan baskının VS’nin casuslukla ilgili yürüttüğü bir soruşturma sonucu gerçekleştirildiğiydi. Almanya'da resmi makamların bilgisi dahilinde ikametgah adresleri gizli tutulan Fethullah Gülen taraftarlarının adres ve kimlik bilgilerinin Sabah gazetesinde yayımlanması, kişisel bilgilerin ihlali olarak değerlendirilirken, işin arkasında MİT’in olduğu iddia ediliyor.

İlginç olan, aylardır süren soruşturmanın, Türkiye’deki seçimlerden hemen sonra ve iki gazetecinin kısa süreliğine de olsa gözaltına alınmasıyla sonuçlanması. Uzun bir süredir soruşturması süren ve -dolaylı da olsa- casusluk gibi ağır bir suçla bağlantılı bir fiilin sanıklarının sadece birkaç saat süren gözaltından sonra serbest kalmaları alışıldık bir uygulama değil. Beklendiği gibi Türk hükümeti bu baskını ‘’basın özgürlüğüne’’ karşı bir saldırı olarak değerlendirirken, Erdoğan taraftarları da ‘’Batı’ya kafa tutan Erdoğan’ın seçim başarısına karşı dış güçlerin hazımsızlığı’’ olarak değerlendiriyorlardı. 
Almanya Büyükelçisinin Dışişleri Bakanlığına çağrılmasından sonra, durumun -şimdilik- sakinleştiği görülüyor.

Deniz Yücel’e yakalama kararı

Bu olaydan bir gün sonra ise Almanya ile ilişkilerin gerildiği dönemlerin Türkiye’de gelenek haline gelen adım geldi. Alman Die Welt gazetesi yazarı Deniz Yücel’in "Cumhurbaşkanına hakaret" ve "Devleti ve yargı organlarını alenen aşağılamak" suçlarından yargılandığı davada savunmasının alınması için yakalama kararı çıkarılmasına karar verildi. Yücel Almanya’da olduğu için bu kararla ilgili bir gerilim beklenmiyor.

FinFisher casusluk yazılımları

Yücel kararından birkaç gün sonra, bu sefer Almanya’da, çoktan iflas başvurusu yapmış casusluk programları üreten FinFisher firmasının yöneticilerine Türkiye’ye muhalefeti fişlemek için uygulamaları yasa dışı olarak satma suçlamasıyla Münih savcılığınca iddianame hazırlandığı açıklandı. Münih Başsavcılığının şirket hakkında 2019 yılında soruşturma açtığı bilinirken, iddianame açıklamasının tam da Türkiye’deki seçimlerin hemen ertesine gelmesi artık şaşırtıcı olmasa gerek.

Bütün bu olayların seçimlerin hemen sonrasında bir haftalık zaman içinde gerçekleştiği dikkate alınırsa, adım atma sırasının, tabii zaman yeterse, Türkiye’ye geldiği anlaşılıyor.

İkinci tur seçim öncesi Türkiye bu tür yeni bir girişimde bulunur mu? Bunu bilmek kolay değil.

Bilinen, ülkeler arasında dostluk ilişkisi kurmanın bu düzende mümkün olmadığıdır.


26 Mayıs 2023 Cuma

Hizbullah dosyası (II) : Görmezden gelinen katliamlar, serbest bırakılanlar- ÖZKAN ÖZTAŞ / soL-Özel

 

Hizbullah Dosyası'nın bu sayısında Eski Cumhuriyet Başsavcısı, CHP'li vekil İlhan Cihaner, Diyarbakır Barosu Başkan Yardımcısı Mehdi Özdemir ve Evrensel Gazetesi GYY Fatih Polat konuğumuz oluyor.

Dosyanın ilk yazısında Hizbullah'ın tarihinden, Milli Türk Talebe Birliği'nden kitabevi örgütlenmelerine ve devletin bir dönem PKK karşısında örgütü nasıl kullandığından söz etmiş ve Türk-İslamcı çizgiyle olan ilişkisini ele almıştık.

Bu sayıda ise örgütün 90'lı yıllardaki terör eylemlerini biraz daha ayrıntılandırırken konunun hukuk boyutuna odaklanacağız. Zira Hizbullah söz konusu olduğunda özellikle bir dönem hukukun katliamları ve cinayetleri görmezden geldiğini, herhangi bir yargılama olmadığını ve bir tür cezasızlandırma ile önlerinin açıldığını görüyoruz. 

Kimler örgütün hedefinde?

Hizbullah iki tür eylemler yapıyordu. İlki ideolojik olarak karşısına aldığı "dine ve Kuran'a" karşı geldiklerine inandıkları kesimlerdi. İkinci toplam ise aslında daha tanıdık kişilerden ve kesimlerden oluşuyordu. Yine İslamcı ancak Hizbullah çizgisinde olmayan ya da Hizbullah'a muhalif olan İslamcılar da örgütün hedefindeydi. Bu tür eylemler bir tür "İslamcı engizisyon" işlevi görüyordu. Eski yol arkadaşları olan Menzil Kitabevi kurucusu Fidan Güngör ya da İslami feminist olarak bilinen Gonca Kuriş bu tür örneklere giriyor. Kürt siyasetçiler, gazeteciler ve aydınlar da yine örgütün hedef listesindeydi. 

Katliamlar nasıl gerçekleşiyor?

Örgüt, hedefine koyduğu kişiyi birden fazla yöntemle katlediyordu. Ancak bunların her bir örneğinde de cinayetin Hizbullah tarafından işlendiği biliniyordu. Cinayetlerin bir bölümü kişinin domuz bağı yöntemi adı verilen türde bağlanarak işkence edildiği ve ölüm evleri adını verdikleri örgüt evlerinde gömülmesi şeklinde gerçekleşiyordu. 

İkinci tür suikastler ve cinayetler de maktulün genelde ensesinden tek bir kurşun sıkılmasıyla gerçekleşiyordu. Eylemlerin bazıları güpegündüz ve kolluk kuvvetlerinin gözleri önünde gerçekleşiyordu. Ve eylemlerde genelde Takarov marka silahlar kullanılıyordu. Bu yöntem cinayetlere atılan bir imza işlevi görüyordu. Ancak bu kadar profesyonelce yapılamayan cinayetler de vardı. Bunu daha çok örgütün hedefinde olan ve tehdit edilen kişiler üzerinden anlıyoruz. 

Peki hukuk neden ve nasıl görmezden geldi Hizbullah'ı?

1990'lı yıllar Hizbullah'ın örgütlenme sahası olan Kürt illerinde aynı zamanda PKK'nin de etkin olduğu yıllardı. PKK ise Hizbullah'a göre mürtet yani "dinden çıkmış" bir örgüt olarak tarif ediliyordu. Ve şeriat kurallarına göre yönetilen örgüte göre dinden çıkarılanların 'katli vacip' idi.

Dönemin İçişleri Bakanı Hikmet Sezgin Hizbullah hakkında PKK'ye karşı örgütlendiklerini ve yaptıkları eylemlerin çoğunda PKK'nin alanına müdahale ettiklerini ifade ediyordu. Hatta yine dönemin Olağan Üstü Hal Valisi Ünal Erkan PKK gibi örgütlerin çökertilmediği müddetçe Hizbullah tipi militan örgütleri çözmeye niyetli olmadıklarını ifade ediyordu. Yani devlet bir dönem Hizbullah'ı bir aparat olarak kullanırken cumhuriyetin laiklik temelindeki işleyişine dinamit koymaktan hiç çekinmiyordu. 

Hizbullah'ın genel olarak Gaffar Okkan cinayetine kadar çok da fazla zorluk yaşamadığını hatta birçok örnekte hukuk ve kolluk kuvvetleri açısından görmezden gelindiğini söylemek mümkün. 

"Cezasızlık ceza adalet sistemini belirleyen muktedirlerin bilinçli bir politik tercihi ve bu nedenle de politik bir olgudur."

Eski Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner'e göre bu durum hukukta zaman zaman başvurulan bir yöntem. 

                                 Eski Cumhuriyet Başsavcısı ve CHP Milletvekili İlhan Cihaner

Cihaner bu yöntemi ve olguyu şu cümlelerle anlatıyor: "Ceza adalet sistemimizi 'adalet'ten uzaklaştıran pratiklerin başında 'cezasızlık' dediğimiz bir olgu var. Cezasızlık, en genel tanımıyla 'bir suç ya da hak ihlali ortaya çıktığında faillerin yani suçun sorumlularının soruşturulmamaları, yargılanmamaları ya da yargılanmışlarsa da cezalandırılmamalarını sağlayan hukuki/fiili durum'dur. Cezasızlık ceza adalet sistemini belirleyen muktedirlerin bilinçli bir politik tercihi ve bu nedenle de politik bir olgudur. "

Muktedirlerin geçmişten bu yana özellikle de sol ve komünist örgüt ya da kişilere karşı kullandığı bu yöntemde aslında cinayeti işleyen kişilerin kahramanlaştırıldığını ifade eden Cihaner, failin kimliğine göre sonsuz bir keyfilikte ele alındığı örneklerin olduğunu belirtiyor ve ekliyor: "İşte Roboski davası, faili meçhul soruşturmaları, bakanların yolsuzluk soruşturmaları, kadına karşı şiddet davaları, çete liderlerinin salıverilme süreçleri… Zamana yayma, ceza muhakemesinin dolambaçlı koridorlarında kaybettirme gibi pratiklerin yetmediği, bir şekilde soruşturulma ve ceza hükmü kurulma söz konusu olduğu durumlarda bu kez doğrudan yasa çıkarma yoluna bile başvuruluyor."

"AKP/MHP iktidarında cezasızlık mekanizması iktidarın destekleyicisi ortağı olan dini oluşumlar ve örgütler lehine pervasız bir şekilde işliyor."

AKP-MHP iktidarında cezasızlık mekanizmasının özellikle iktidarı destekleyen dini oluşumlar lehine pervasızca kullanıldığını belirten İlhan Cihaner, "İktidara yakın vakıf ve derneklerde ortaya çıkan çocukların istismarı, yolsuzluk iddiaları etkin bir şekilde soruşturulmuyor. Kamuoyu baskısı ile başlatılan soruşturmalar sonuç vermiyor. İktidar bu yapılarla ceza hukuku ilişkisini kendisine destek olup olmamalarına göre kuruyor. En bilindik örnekler: ülkeyi bir cehenneme döndüren Fetullahçı yapılanma ne zamanki iktidarla çatıştı o zaman hukuk önüne çıkarıldı. Ki bu bile etkin ve adil yapılmadı. Ama örgütlenme, kadrolaşma, mali kaynak yaratma ve suç anlamında onlarla yarışan Menzil, İsmailağa, Süleymancılar gibi yapıların önü açılıyor, liderleri kutsanıyor. Yine önü açılan bu yapılarla görünen tek farkı iktidara eleştiri getirmek olan Furkan Vakfı ve yöneticileri ise cezalandırılıyor. Adnan Hocacılar ise bir muamma!" diyor.

"Cezasızlık, iktidarı destekleyen yapılar lehine siyasi bir tercih olarak, hukuki bir kılıfla hükmünü sürüyor."

Cezasılık olgusunun en çarpıcı olan örneklerinin Hizbullah başlığında yaşandığını ifade eden İlhan Cihaner, Hüda-Par ile iktidarın yakınlaştığı döneme dikkat çekiyor. Cihaner şöyle diyor:

"Bir dönem özellikle Doğu ve Güneydoğu’da en vahşi cinayetleri işleyen bu örgüt mensupları devamı niteliğindeki Hüda-Par’ın iktidarla yakınlaşması sürecinde salıverildiler. Salıverilmeye gerekçe gösterilen uzun tutukluluk, kararı veren DGM’lerde askeri hakim bulunması ve ilgili Yargıtay dairesindeki hakimlerin Fetullahçı olmaları aynı statüdeki diğer sanıklara uygulanmadı. Yüzlerce vahşi cinayetin sorumluları salıverildiler. Bu salıverilmeler Hüda-Par ve iktidar yakınlaşmasından ve iktidarın siyasi tercihlerinden bağımsız düşünülemez. İktidarın ortağı olan milliyetçi parti ve kişilerin önceki keskin sözlerini yutmaları da bu cezasızlık örneğinin bilinçli bir siyasi tercihe dayandığını gösteren bir olgu.

Özetle cezasızlık, iktidarı destekleyen yapılar lehine siyasi bir tercih olarak, hukuki bir kılıfla hükmünü sürüyor."

Cinayetle yargılananlar affedildi ve salıverildi 

Hizbullah nedeniyle cezaevinde yatanlar iki farklı dönemde toplu şekilde serbest bırakıldılar. Ve bu düzenlemelerden sadece Hizbullah üyelerinin yararlanacağı şekilde yapılan değişikliklerle hayata geçirildiği görülüyor. 2011 yılında Ceza Muhakemesi Kanunu'nda gerçekleştirilen değişiklikle bir dönem Hizbullah'a üyelik ve cinayet soruşturmasıyla cezaevinde yatan birçok isim salıverildi. 

Gelen tepkiler üzerine yeniden yargılamak için tekrar soruşturma açılsa da salıverilenlerin hiç birine ulaşılamadı. Birçoğu yurt dışına kaçmış ya da ortalıktan kaybolmuştu. Hüda-Par'ın ise bu tahliyeden yaklaşık bir yıl sonra kurulması ve içlerinde bir dönem Hizbullah'tan ceza almış kişilerin olması ve siyasal çizgisini Hizbullah lehine devam ettirdiği iddiaları, partiyi Hizbullah'ın devamı olduğu şeklinde yorumlanmıştı. 

Yine takvimler 2019'u gösterdiğinde Gaffar Okkan suikastı nedeniyle yargılanan herkes tahliye edildi. Bu tahliye süreci Hüda-Par ve AKP yakınlaşmasının ve Cumhur İttifak'ına yapılacak desteğin bir zemini şeklinde yorumlandı. 

Diyarbakır Barosu Başkan Yardımcısı Avukat Mehdi Özdemir ise yapılan uygulamalardaki eşitlik ilkesinin ihlaline dikkat çekiyor. Özdemir DGM yargılamalarına dair verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararının sadece Hizbullah üyelerinin faydalanacağı şekilde hayata geçirildiğini belirtiyor. 

'Süreç Hizbullah'ın faydalanacağı şekilde yürütüldü ve serbest bırakıldılar'

Vaktiyle Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)'de yargılanan kişilerin iki nedenle yargı sürecinde hak ihlali yaşadığını belirtiyor Mehdi Özdemir. AİHM'e göre bu ihlallerin ilki yargılama sürecindeki usulsüzlükler, avukat hakkının tanınmaması, gözaltı süreçlerinin ve sorgulamaların baskı ve zor altında yapılmasından kaynaklanıyordu. İkinci gerekçe de 1991-2004 yılları arasında faal olan DGM'lerde üye hakimlerden birinin askerlerden oluşmasıydı. Bu da mahkemenin tarafsızlık ilkesini bozuyordu AİHM'e göre Avukat Mehdi Özdemir bundan dolayı bir dönem DGM'de yargılanmış, hak ihlalleri yaşamış kişilere "yeniden yargılama" hakkı doğduğunu belirtiyor. Ancak süreç pek de bu şekilde ilerlemiyor. 

Öncelikle bu yargılamalarda DGM'de PKK üyeliğiyle yargılanmış kişilerin sembolik sayıda bu haktan yararlanması dışında tüm başvurular reddediliyor. DGM'de yargılanmış, işkence ya da zorla ifade alma örnekleri yaşamış kişilerin "yeniden yargılanma" talepleri mahkeme heyeti tarafından hiç bir mazeret ya da açıklama gösterilmeden reddediliyor. 

"Yani adil yargılanmadıkları gerekçesiyle sadece Hizbullah üyeleri en geniş kapsamda yeniden yargılandı ve serbest bırakıldılar." 

Söz konusu Hizbullah olunca süreç hızlıca ilerliyor ve DGM'de yargılanan örgüt üyeleri yeniden yargılanarak peş peşe serbest bırakılıyor. Gerekçe olarak da yasada geçen bir maddede yani "davada muhataplar arasında uzlaşı" gereğince Hizbullahçılar serbest bırakılıyor. Bu da kamuoyunda devletin bir tür uzlaşı tercihi olarak yorumlanıyor. 

Avukat Mehdi Özdemir bu süreci şu sözlerle aktarıyor: "AİHM'de dosyası olan olmayan, ihlal kararı alan olamayan tüm Hizbullah üyeleri bu süreçten faydalandı ve serbest bırakıldı. Hatta dava dosyasında adı geçen herkes bu sürece dahil edildi. Yani dosya arkadaşı diyebileceğimiz kişiler de bu süreçten yararlandı. Adil yargılanmadıkları gerekçesiyle sadece Hizbullah üyeleri en geniş kapsamda yeniden yargılandı ve serbest bırakıldılar." 

                                     Diyarbakır Barosu Başkan Yardımcısı Mehdi Özdemir

'Katillerin avukatları Meclis'te'

Hizbullah cinayetlerinde yargılanan katillerin avukatları ise bugün Hüda-Par listelerinden Meclis'e girdi. 1990'lı yıllarda cinayetlere konu olan Hizbullah'ın işlediği cinayetler halkta korku, panik ve endişe yaratan örneklerdi. Avukat Mehdi Özdemir, "Tüm bu süreçleri buralarda yaşadık tanık olduk. Hizbullah'ın kendisiyle hareket etmeyen cami imamlarını dahi öldürdüğü bir gerçek. O dönem yaratmak istedikleri bir korku iklimi vardı. İşledikleri cinayetler ya görmezden gelindi ya da adil olmayan yargılama süreçleriyle serbest bırakıldılar" diyor. 

Daha önce Sivas Katliamı'nın sanık avukatlarında olduğu gibi Hizbullah örneğinde de bu benzer örnekler AKP vesilesiyle meclise taşınmış oldu. 

Musa Anter cinayeti ve manşete taşınan 'gerçekler': Namık Tarancı suikasti

                                        Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat

Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat, Hizbullah'ın gazeteci ve aydın katliamlarını anlatırken bir noktanın altını çiziyor. Polat, "Gazeteciler o yıllar devletin özel savaş yöntemleriyle mücadele ettiler. Katledilenler oldu. Ancak hiç biri vazgeçmedi ve gerçeğin emekçilere ulaştırılmasında ısrarcı oldu. Namık Tarancı da bu isimlerden biriydi. Musa Anter cinayetinin üzerine gitti. Araştırdı. Cesur bir şekilde gerçekleri ortaya çıkarmaya çalıştı. Tarancı, Gerçek Dergisi Diyarbakır Bürosu'nda Deniz Özbaş ile birlikte Hizbullah hakkında birçok gerçeği ortaya çıkardı. Türkiye'de ilk kez Namık Tarancı ve Deniz Özbaş tarafından yapılan Hizbullah röportajını Gerçek'te kapak yaptık" diye anlatıyor o dönemi. 

'Namık Tarancı, Musa Anter'den 2 ay sonra katledildi'

Gerçek Dergisi Diyarbakır temsilcisi Namık Tarancı'nın Musa Anter'den iki ay sonra katledildiğini hatırlatan gazeteci Fatih Polat, şunları söylüyor: 

"Elbette bir ilk değildi. Musa Anter hatırlarsınız 20 Eylül 1992'de katledilmişti. Namık ise ondan tam iki ay sonra 20 Kasım 92'de katledildi. Musa Anter gibi bir aydını katlederek bir olguyu yıkmak istiyorlardı. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin ve OHAL Velilerinin 'PKK ile mücadele ettiği' gerekçesi ile devlet tarafından tolere edildiğini ifade eden açıklamaları vardı. 

Türkiye Hizbullah'ının Lübnan Hizbullah'ından farklı olarak devletin özel savaş planının parçası olan 'faili meçhul' cinayetleri nedeniyle o dönemi yaşayan gazeteciler olarak bizler Hizbulkontra kavramını kullanıyorduk. 

Ve bugün Hizbullah'ın devamı olarak HÜDA PAR'ın iktidarın ittifak ortağı olduğunu söyleyebiliriz.

"Namık Tarancı bir sürü tehdit aldı. Şairdi, gazeteciydi. Kendisine 'ayrıl buradan' dediler. Ama o sahayı terk etmedi."

Namık Tarancı bir sürü tehdit aldı. Şairdi, gazeteciydi. Kendisine 'ayrıl buradan' dediler. Ama o sahayı terk etmedi. Aramızdan ayrılışı bizim için çok büyük bir üzüntüydü. 

O günü yaşayan gazeteciler olarak bizlerin Namık Tarancı, Musa Anter ve Hizbulkontra tarafından katledilen tüm gazetecilere olan sorumluluğun da bir gereği olarak bedeli ne olursa olsun halkın haber alma hakkına sahip çıkmaya devam edeceğiz"  diyor

Hizbullah örgütü tüm gerçekleri ve aydınlığı karşısına alırken aynı zamanda gerici örgütlenmesini de toplumsallaştırmak istiyordu. Bunun için ise ülkedeki ilerici birikimin tasfiye edilmesi ve gerçeklerin üzerinin örtülmesi gerekiyordu. Bugün legal alanda örgütlenen siyasal İslamcı yapıların güvendikleri şey biraz da bu. Ülkedeki aydınlık birikimin yenildiğine ve tasfiye edildiğini düşünüyorlar. Ne kadar yanıldıklarını ise önümüzdeki yıllar gösterecek. 

ÖZKAN ÖZTAŞ / soL-Özel



8 bin 500 yıllık kaya resimlerine yeni tehdit! - Özer AKDEMİR / EVRENSEL

 

Antik çağdaki adı ile Latmos olan Beşparmak Dağları, aynı dönemin söylencelerinde Prehistorik taş kültü hava ve yağmur tanrısının evinde, yeni bir maden işletmesi için ÇED süreci başlatıldı.

                                                                                    Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

Aydın’a bağlı Söke ilçesi sınırları içerisinde yer alan antik çağdaki adı Latmos olan Beşparmak Dağlarında yeni bir maden işletmesi için ÇED süreci başlatıldı. Tarih öncesi kaya resimlerinin yoğun olarak bulunduğu Karakaya köyü yakınlarında, Kormad Madencilik tarafından işletilmek istenen feldspat madeni binlerce zeytin ve kızılçam ağacının yanı sıra 8 bin 500 yıl öncesine tarihlenen kaya resimlerini de tehdit ediyor. Bölgenin milli park ilan edilmesi için 2015 yılında yapılan başvuru ise 8 yıldır bakanlıkta sonuçlanmayı bekliyor.

MİLLİ PARK BAŞVURUSU SÜMEN ALTI

Dünyadaki ender jeolojik oluşumlara ev sahipliği yapan bölge, tarihi ve bitki örtüsünün yanı sıra değişik şekillerdeki kaya yapıları ile de jeopark olmayı hak eden bir yer. Bölgenin öncelikli olarak jeopark ilan edilmesi ve milli park koruma statüsüne alınması ile ilgili başvurular bakanlıkta sümen altı edilip yıllardır sonuçlandırılmazken, böylesine önemli bir bölgede madencilik işletmeleri ise birbiri ardına üretime geçmeye ya da kapasite arttırmaya devam ediyor.

MADENİN TAMAMI ÖNEMLİ DOĞA ALANI İÇERİSİNDE

Kormad Madencilik tarafından Karakaya Mahallesi Söğütözü mevkiinde 39 bin metrekarelik bir alanda yapılmak istenen madene en yakın konut ise 300 metre mesafede. Proje sahasının tamamı “orman alanı” ve “önemli doğa alanı” olarak geçiyor. Bölgede kızılçamla birlikte zeytin ağaçları da baskın ağaç türleri arasında. Bu nedenle il tarım müdürlüğü madene yakın tarım arazilerindeki zeytin ağaçlarının vejetatif ve generatif gelişmelerine engel olmayacak şekilde tedbirlerin alınması şartı ile faaliyete ‘olur’ vermiş.

                                                                      Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

‘HAVA VE YAĞMUR TANRISININ EVİ’NE MADEN OCAĞI

Antik dönem söylencelerinden Latmos (Beşparmak) Dağı’ndaki taş kültü hava ve yağmur tanrısının evi olarak geçiyor. Dağın dört bir yanı ise neolitik dönemde bölgede yaşamış insanların bıraktığı izler ile dolu. Anadolu’nun kutsal dağlarından birisi olarak bilinen Latmos’da (Beşparmak) günümüze kadar 180’e yakın kaya resmi tespit edilerek kayıt altına alındı. Bu kaya resimlerine her geçen gün bir yenisi eklenirken, kaya resimlerinin en yoğun olduğu Karakaya bölgesinde bu madencilik faaliyetleri nedeniyle çok sayıda kaya resminin yok edilmiş olma olasılığı var. Kaya resimleri, konu ve üslup açısından “Dünyada bir benzeri yok” diye tanımlanıyor.

TARİH ÖNCESİ KAYA RESİMLERİ ŞENLİĞİ NEDEN YAPILMIYOR?


Maden işletmesinin bulunduğu bölge yakınlarında 2015 yılına kadar “Karakaya Tarih Öncesi Kaya Resimleri Şenliği” yapılırken, bu tarihten sonra festivallerin yapılmaması dikkat çekici. Şenlik alanına çok yakın olan maden işletmelerinin yarattığı doğa yıkımı ve madenlerin tarih öncesi kaya resimlerine zarar verme olasılığının görülmemesi nedeniyle bu festivalin iptal edildiği ileri sürülürken, ne gariptir ki madenin ÇED raporunda ne kaya resimlerinden ne de festivalden tek satır söz ediliyor!

KORUMA ALTINDA OLAN CANLI TÜRLERİ DE TEHLİKEDE

Maden projesi yaşama geçerse yılda toplam kapasite 1 milyon 320 bin ton olacak. ÇED raporunda proje alanı ve etki alanında 22 familyaya ait 32 tür tespit edilirken bu türlerden 2 familyaya ait 3 amfibi türden birisi olan gece kurbağası, (bufo viridis ) Bern Sözleşmesi Ek-2 listesinde (Kesin olarak koruma altına alınan fauna türleri), diğer 2 tanesi ise Bern Sözleşmesi Ek-3 listesinde (Korunan fauna türleri) arasında bulunuyor.

EKODOSD: BİLİNMEDİK RESİMLER OLABİLİR

Bölgenin koruma altına alınması ve milli park ilan edilmesi için başvuran  Ekosistemi Koruma ve Doğa Sevenler Derneği (EKODOSD) Başkanı Bahattin Sürücü bölgede bilinen kaya resimlerinin hepsinin tescil edildiğini ancak bilinmeyen bir kayanın altında da resmin olabileceğini dile getirdi. Bunun uzun yıllar içerisinde yapılacak araştırmalarla ortaya çıkabileceğini belirten Sürücü, “Bununla birlikte bölgenin tüm doğal peyzajı yok oluyor” dedi. Ankara’dan Doğa Koruma Milli Parklar genel müdür yardımcısı ve daire başkanları ile birlikte Tabiat Varlıklarını Koruma genel müdürüne de bölgeyi gezdirdiklerini aktaran Sürücü, “Bunlardan hariç Aydın vali yardımcısı ve bölgedeki diğer kurumlarla birlikte bir AKP milletvekilini gezdirmiştik. Tüm bu gezilerin sonuçlarından hazırlanan bir raporun Ankara’ya, bakanlığa gönderildiğini kaydeden Sürücü, buna dair henüz bir gelişme olmadığını söyledi.

Özer AKDEMİR / EVRENSEL


Demokrasi yerine tek adam tercihi! (I+II)- RIFAT OKÇABOL/soL

 


(I)

5 yıllık tek adam rejiminde yaşananlara bakıp, tek adam anlayışına he deyince başkanlık sisteminin diktatörlüğe dönüşebileceğini düşünmek gerekiyor.

İnsanın belki de en olumsuz özelliklerinden biri kindarlık oluyor. Bu nedenle kindar insandan herkes korkuyor. Kindarlık kişileri istemediği ya da sonradan pişmanlık duyacağı eylemlere sürükleyebiliyor ve hatta suça teşvik edebiliyor. Örneğin kan davası bir kindarlık olayı olarak yaşanıyor. Mağdur olan kinini kontrol edemeyince, adaletin kendisini mağdur edeni cezalandırmasını beklemeden, cezayı kendisi kesiyor. 

Toplumda bir de, gerçekte kimsenin mağdur olmadığı ya da gerçekte yaşanmamış uyduruk söylemler üzerinden de kindarlık yaşanıyor. Örneğin gerçek olmasa da, “CHP,  geçmişte camileri yaktı” söylemine inananlar, yaşamları boyunca CHP’ye kin duyuyor. 

İnsanın olumlu özelliklerinden birinin başında ise sevgi geliyor. İnsan, ailesini, akrabalarını, arkadaşlarını, komşularını, yurdunu, diğer insanları, güzel sanatları, güzellikleri ve doğayı sevdikçe insancıllaşıyor. Ancak her olayda olduğu gibi, sevginin de aşırısı, bazen insancıl olmuyor. Örneğin karasevdaya tutulanlar arasında, intihar edenler ya da sevdiklerini öldürenler çıkıyor.   

Tutkulu sevgi de, kişinin kendisine ve de başkalarına zarar verebiliyor. Bir futbol kulübünü tutkuyla sevenler, “Kanımı kesseler sarı-kırmızı/sarı lacivert, … akar” diyebiliyor. Bu tür tutku, kişiyi, takımı kazandıkça sevindirirken kaybettiğinde üzüyor. Bu tutku fanatiklik düzeyine çıkmadıkça kimseye zarar vermiyor. 

Ancak tarikat lideri ya da parti lideri gibi kişileri tutkuyla sevmek, insancıl olmayan sonuçlar doğurabiliyor. Tutkulu sevgi, kişiyi bağımlılaştırıyor; kişinin aklını ve vicdanını özgürce kullanmasını da, tutkuyla sevdiği kişinin söylem ve davranışlarını sorgulamasını da engelleyebiliyor. İnsan sorgulamadığında, tutkuyla sevdiği kişi ne söylerse söylesin ona inanabiliyor ve işler çığırından çıkabiliyor. Bu durumda kişinin davranışları, kendi iradesi yerine tutkuyla sevdiği kişinin iradesine göre şekilleniyor. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında ortaya çıktığı gibi, nice subayın, yargı mensubunun, polisin, … Fettullah’a tutkuları nedeniyle hareket ettikleri anlaşılıyor. Tarikat üyelerinin, “Kızların okuması haramdır” diyen tarikat liderine inanıp kızını okutmak istememesi, tarikat içinde yaşanan istismarları görmezden gelmesi de böylesi bir tutku nedeniyle gerçekleşiyor. 

Tutkulu sevgide yaşanan akıl-sır erdirelenemeyen ya da insancıl olmayan tutum ve davranışlar, tarikat üyeleriyle sınırlı kalmıyor. Parti liderini tutkuyla sevenlerde de görülüyor. “x ne yaparsa yapsın, ona her zaman oy vereceğim” diyenler, bir parti liderini peygamberliğe yüceltenler sevgilerinin tutku düzeyinde olduğunu gösteriyor. Örneğin Recep Tayyip Erdoğan için 2008’de “Sayın Başbakanın kalbi Ali diyor, dili Muaviye söylüyor” diyen Numan Kurtuluş’a inananlar, o AKP’ye geçip bu sözlerinin tersini söyleyip savunmaya başlayınca da ona inanmaya devam ediyor. 12 Eylül 2014’te yolsuzluklar konusunda “Etrafımızda bu tür kişiler olursa temizleriz” açıklaması yapan Erdoğan’a “Temizlesen adam kalmaz Tayyip Bey, adam kalmaz etrafına bir bak bakalım" diyen Süleyman Soylu’ya inananlar, o AKP’ye geçip Erdoğan’ın neferi gibi çalışmaya başladığında da ona inanmayı sürdürüyor. 9 Mayıs 2015 günü “Recep Tayyip Erdoğan tipi Başkanlık sistemi Türkiye'nin bölünmesinin reçetesidir. Demokrasinin idam fermanıdır. Tek adam diktatörlüğünün beratıdır. Hırsızlık ve yolsuzluk ruhsatıdır” diyen Devlet Bahçeli’ye inananlar, bugün Başkanlık sistemini savunan Bahçeli’nin arkasından gidebiliyor.  

Erdoğan’a tutkuyla bağlı olanlar;

  • Cami imamı “Hayır, öyle bir şey olmadı” dese de, Erdoğan “Dolmabahçe Camii’nde içki içtiler” dediğinde,
  • Türkçe bilim dili olamaz” dediğinde de “Türkçe bilim dili olur dediğinde” de,
  • Neredeyse öğrenciliği zamanında açılan üniversiteler için “Biz yaptık”  dediğinde de,
  • Amerika istediği için, ABD’nin Ortadoğu Projesinin eş başkanı olan, Suriye’ye giren,  NATO’nun Kaddafi karşıtı harekatına destek veren, hapse mahkum olmuş ve göndermeyiz dediği Amerikalıyı Trump istedi diye ertesi gün gönderen Erdoğan, “CHP’yi, Amerikancılıkla” suçladığında da;
  • Şu gazeteyi, bu gazeteyi okumayın diyen, LGBT’leri insan yerine koymayan, kadınlardan üç beş çocuk yapmasını isteyen, kürtaja karşı olan, “Affedersiniz Ermeni” diyen Erdoğan, “Hiçbir vatandaşımızın hayat tarzına, yaşam biçimine karışmadık” dediğinde de,
  • İktidarın deprem bölgesine saatlerce yardım etmediğini fiilen yaşayanlar, Erdoğan depremi ve o bölgede yaşananları kadere bağladığında da,

ona inanıyorlar. 

Erdoğan’a sevgileri ya da bağlılıkları tutkuya dönüşmüş olanlar; 

  • Tek adam rejiminin geçerli olduğu son beş yılda TL değer kaybetmiş, pahalılık artmış, tüm devlet kurumlarında yozlaşma artmışsa da, toplumun yüzde 60’ı açlık ve yoksulluk sınırında yaşıyor olsa da,
  • Erdoğan, “Egemenlik halkındır” dedikten sonra “Egemenlik halkın değil Allah’ındır, Allah’ın” dese de,
  • Yasama, yargılama ve yürütme erki tek adamda toplanmış olsa da,
  • Süleyman Soylu, “Cumhurbaşkanımız 'rahatsızım, bunları derhal görevden alacaksın' dedi. İki gün geçti, hepsini görevden aldık” diyerek, tek adam yönetiminin ne menem yönetim olduğunu açıklasa da,

Erdoğan, “Demokrasimiz ağır aksak, zor yürüyordu; güçlendirdik” dediğine inanıp tek adam rejimine onay verebiliyor. 

Bu ülkede yaşayanların tek adam rejiminin sakatlığını görebilmek için, tek adam rejimini savunanların ne söylediklerini ve ne yaptıklarını sorgulamaları gerekiyor. 5 yıllık tek adam rejiminde yaşananlara bakıp, tek adam anlayışına he deyince başkanlık sisteminin diktatörlüğe dönüşebileceğini düşünmek gerekiyor.

(II)

'28 Mayıs’ta, yasama, yürütme ve yargılama yetkilerinin tek adamda toplandığı başkanlık sisteminin devam edip etmemesi oylanacaktır.'

28 Mayıs’ta yapılacak seçim, adayların boyu-posu, dindarlığı, etnik kimliği, yakışıklılığı, gençliği, sağlıklı oluşu, kültür düzeyi, sevecenliği ya da daha başarılı cumhurbaşkanı olabileceğiyle ilgili bir seçim değildir.

28 Mayıs’ta, yasama, yürütme ve yargılama yetkilerinin tek adamda toplandığı başkanlık sisteminin devam edip etmemesi oylanacaktır. Erdoğan’a verilecek oy, tek adam rejiminin devamını; Kılıçdaroğlu’na verilecek oy ise yasama, yürütme ve yargı yetkisinin tek adamda toplanmadığı parlamenter demokratik sisteme dönülmesini sağlayacaktır.

Dolayısıyla özellikle sandığa gitmemiş seçmen ile Erdoğan’a oy vermiş seçmen, aşağıda özetlenen gerçekleri göz önüne alıp kime niçin oy vereceğini bir kez daha düşünmelidir.

Gerçek 1. AKP 20,5 yıldır iktidardadır ve ülke son 5 yıldır yasama-yürütme ve yargılama erkini kendi elinde toplayan tek adam tarafından yönetilmiştir. Başkanlık sisteminde, ülke daha önceki yıllara göre hemen her alanda geriye gitmiştir. TL büyük değer kaybetmiş, enflasyon artmış; tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar, ücretliler ve emekliler yoksullaşmıştır. Bütçe açığı ile dış borç tavan yapmış, Merkez Bankası’ndaki döviz rezervi eksiye düşmüştür. Tarikatlaşma ve tarikat niteliğindeki kuruluşlara aktarılan kaynaklar artmış, tarikatlaşma devlet kurumlarında bile yaygınlaşmıştır. Ülkeyi terk eden eğitimli sayısı artmıştır. Cinsel istismar, çocuk evlilikleri ve kadın cinayetleri artmıştır. Genel müdürlük ve rektörlük gibi üst düzey devlet görevlerinde, yargı da dahil neredeyse AKP’li olmayan kimse yoktur. Tek adama oy verenler dahil toplumun büyük çoğunluğunun ev ya da araba alma olasılığı ortadan kalkmıştır. Başkanlık sistemine oy vermek bu olumsuzlukların artarak devam etmesine izin vermek demektir.

Gerçek 2. Türkiye, İnsan Hakları Sözleşmesi gibi pek çok evrensel bildirgeyi imzalamıştır. Bu evrensel bildirgeler çağdaş anlayış doğrultusunda ve toplumsal cinsiyet eşitliği gibi dünyada kabul gören vazgeçilmez haklarla ilgilidir. Bu haklar ancak Anayasa’nın 2. maddesinde yazılı olduğu gibi, “laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti”nde gerçekleşebilmektedir. Ancak son beş yılda laiklikle ve insan haklarıyla bağdaşmayan uygulamalar artmıştır. Başkanlık sistemine oy vermek, laiklikten sapılmasını ve oy verenler de dahil olmak üzere herkesin evrensel haklarının kısıtlanmasını kabul etmek demektir. Bu bağlamda, birilerinin kendi hakları da dahil olmak üzere başkalarının haklarını kısıtlamaya yol açması demokratik bir tutum değildir.

Gerçek 3. Son yıllarda iktidar mensuplarının muhaliflere yönelik hakaretleri akıl-almaz boyutlara ulaşmıştır. İktidar, istediğini yapmayı demokratik hak olarak görürken, muhalefetin demokratik isteklerini suç saymaktadır. Yargı tarafsızlığını yitirmiştir. Yargı için, hakaret içeren sözler AKP’liler tarafından söylenmişse demokratik haktır, muhalifler tarafından söylenmişse suçtur. Muhalifler dahil tüm yurttaşlardan toplanan vergilerle çalışan TRT, seçim sürecinde Erdoğan’a 34 saat, Kılıçdaroğlu’na ise 32 dakika yer vermiştir. Başkanlık sistemine oy vermek, bu tür haksızlıkların olmasına aldırmamak ve artmasına onay vermek demektir.

Gerçek 4. ABD’nin her isteğini yerine getiren iktidar, ABD istemediği için, peşinen milyarlarca dolar ödediğimiz F 34’leri alamadığı gibi milyarlarca dolar ödeyip Rusya’dan alınan S400 füzelerini de kullanamamaktadır. Türkiye’nin demokratiklikten uzaklaşması, AİHM’nin kararlarına uymaması, Trump’ın hakaret içeren mektubuna yanıt verememesi ve Putin’in kapısında bekletilmesi, yolsuzlukların artması ve benzeri nedenlerle, saygınlığı ve güvenirliği uluslararası düzeyde azalmıştır. Dış yatırım neredeyse sıfır düzeyine inmiştir. Başkanlık sistemine onay vermek, ülke olarak saygınlığımızın ve güvenirliğimizin yok olmasına izin vermek demektir.

Gerçek 5. Başkanlık sisteminin devamını sağlamak için iktidar, muhalefete akıl almaz iftiralarda bulunmaktadır; kadın, bayrak ve Cumhuriyet düşmanı olan, kızların okumasına karşı çıkan ve ülkenin Afganistan’a benzemesini isteyen tarikat ve partilerle işbirliği yapmaktadır. Başkanlık sistemine onay vermek, gericilerle yapılan işbirliğini de desteklemek demektir.

Gerçek 6. AKP yetkilileri, resmi bayram kutlamalarından kaçınmaktadır. Statlardan, hava alanlarından, … Atatürk adını çıkarmak için her fırsatı kullanmaktadır. Diyanet, resmi bayramlarda Atatürk’ün adını anmamaya başlamıştır. Bir yandan Atatürk unutturulmaya çalışılmakta, öte yandan da fırsat buldukça Atatürk ve İnönü’ye hakaretler edilmektedir. Eğitim müfredatı, Cumhuriyet yerine Osmanlıyı, laiklik ve bilimsellik yerine hilafeti öne çıkaran bir niteliğe dönüştürülmüştür. Başkanlık sistemine oy vermek demek bu gidişata onay vermek demektir.

Gerçek 7. Geçmiş seçimlerde yaşanan deneyimler, sandığa gitmeyenlerin genellikle muhalifler olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla demokratik sisteme dönülmesini isteyenlerin sandığa gitmeleri gerekmektedir.

Gerçek 8. Başkanlık sistemine oy verenlerin bir bölümü, ihaleye girmeden AKP’den iş alanlardır, bir birimlik işi 5-10 birime mal edenlerdir; hak etmedikleri görevlere getirilenlerdir; tarikat üyeleri ile mitinglerde ‘Rabia1 ’ işareti yapanlardır. Bu kesim, kısaca piyasacı ya da gerici denen kesimdir. Bu kesim, kendi çıkarlarına ve dünya görüşlerine uygun olduğu için bile bile AKP’ye ve başkanlık sistemine oy vermektedir. Piyasacı olup AKP’ye/başkanlık sistemine oy verenlerin önemli bir bölümü, laik ve bilimsel anlayış sahibi olsalar da, mali çıkarlarına göre hareket etmeyi yeğlemektedir.

AKP’ye/başkanlık sistemine oy verenlerin büyük çoğunluğu ise, ne piyasacıdır ne de gerici. AKP mitinglerinde görülen pırıl pırıl gençlerdir, kadınlardır, asgari ücretle çalışandır, tarımla ya da hayvancılıkla uğraşandır, emeklidir, yoksuldur dar gelirlidir; ‘Rabia’ işareti yapmayanlardır; Laiklikle, bilimsellikle ve de Cumhuriyet’le bir derdi, bir sorunu olmayanlardır.

Dolayısıyla ülkenin geleceği, sandığa gitmeyenlerle piyasacı-gerici olmadıkları halde AKP’ye oy verenlerin elindedir. Özellikle bu kesim, ülkenin geleceğini, bir imamın neden “28 Akşamı silahları hazırlayın” dediğini; “Erdoğan’ın hangi dediği doğru” diyen Sinan Oğan’ın neden tutum değiştirdiğini; neden Kılıçdaroğlu hakkında sahte videolar ve afişler üretildiğini, kime niçin oy verdiğini, vereceği oyun ne anlama geldiğini bir kez daha düşünmek zorundadır.

Gerçek 9. Yukarıda özetlenen gerçeklerin göz ardı edilmesi durumunda, kısa sürede tek adama oy verenlerin pişman olması ve parlamenter demokratik sisteme geçene değin hepimizin ‘dokuz doğurması’ kaçınılmazdır.

RIFAT OKÇABOL/soL

  • 1.‘Rabia’ işareti, genelde dünyanın en fanatik dinci örgütlerinden biri olan ‘Müslüman Kardeşler’ örgütünün lideri Mursi’ye destek işaretidir; Mursi’nin anlayışını benimseyenlerin kullandığı bir işarettir.