1 Haziran 2023 Perşembe

soL - 1 Haziran 2023 -

 Merve Dinçel, madalyasını ülkenin pes etmeyen kadınlarına ve kız çocuklarına adadı

Dünya Tekvando Şampiyonası'nda altın madalya kazanan Merve Dinçel madalyasını 'hayallerinin peşinden giden ve asla pes etmeyen ülkemizin kadınlarına ve kız çocuklarına' armağan etti.

Azerbaycan’da düzenlenen Dünya Tekvando Şampiyonası’nda milli sporcu Merve Dinçel, Kadınlar 49 kiloda son olimpiyat şampiyonu Taylandlı Panipak Wongpattanakit’i eleyerek altın madalyanın sahibi oldu. Dinçel madalyasını "hayallerinin peşinden giden ve asla pes etmeyen ülkemizin kadınlarına ve kız çocuklarına" armağan etti.

Instagram hesabından yaptığı paylaşımda Dinçel şunları kaydetti:

"Hayat hayallerimizle sınırlıdır. Hayalleriniz ne kadar büyük olursa gideceğiniz yol da o kadar uçsuz bucaksız olur. Ben bu yolda defalarca kez düştüm kimi zaman pes etmeyi de düşündüm ama her zaman dik durdum. Hayallerimin peşinden gittim, gitmeye de devam edeceğim. Bugün burada dünyanın en iyileriyle karşı karşıya geldim ve en büyük hedeflerimden birine ulaştım. Avrupa’dan sonra Dünya Şampiyonu unvanını kazandım. Artık Dünya Şampiyonuyum. Bu madalya hayallerinin peşinden giden ve asla pes etmeyen ülkemizin kadınlarına ve kız çocuklarına armağan olsun. Her zaman yanımda olan aileme, nişanlıma, antrenörlerime, Türkiye Taekwondo Federasyonu’na, takımım İBB Spor Kulübü’ne ve Gençlik ve Spor Bakanlığımıza tüm destekleri için çok teşekkür ederim. Bir özel teşekkür de güzel halkımıza. İyi ki varsınız, desteğiniz benim için çok kıymetli. Yeni hedeflere!"

AKP 12 Eylül cuntasının ektiğini biçiyor: AKP aparatı DİTİB’i generaller kurdu

'Bu sadece basit bir seçmen tercihi olarak açıklanamaz. Bu gerici örgütlenmenin mimarı AKP değil. Bu karanlık yapılanmayı 12 Eylül generallerine borçluyuz.'

Geçtiğimiz seçimin ardından en çok tartışılan konulardan biri yurtdışında yaşayan T.C. vatandaşlarının oy kullanması oldu. Özellikle bazı ülkelerde AKP’ye blok oy çıktı. Bunların başında da yurtdışında yaşayan Türklerin önemli bir kısmının yaşadığı Almanya geliyor. Bu durum çoğunlukla göçmenlerin gericiliğine veya muhafazakar yapısına bağlandı ama tablonun arkasında kökleri 12 Eylül cuntasına dayanan bir gerici örgütlenme vardı. O örgütlenmeyi ve arkasındaki toplumu dinselleştirme projesini Araştırmacı-Yazar ve soL yazarı Orhan Gökdemir’e sorduk.

Geçtiğimiz seçimin ardından en çok tartışılan konulardan biri yurtdışında yaşayan T.C. vatandaşlarının oy kullanması oldu. Özellikle bazı ülkelerde AKP’ye blok oy çıktı. Bunların başında da yurtdışında yaşayan Türklerin önemli bir kısmının yaşadığı Almanya geliyor. Erdoğan neden Almanya’da bu kadar fazla oy alıyor?

Bu sadece basit bir seçmen tercihi olarak açıklanamaz. Arkasında kökleri 12 Eylül günlerine dayanan dinci-gerici bir örgütlenme var. Ne yazık fazla bilinmiyor, bu gerici örgütlenmenin mimarı AKP değil. Bu karanlık yapılanmayı 12 Eylül generallerine borçluyuz. 12 Eylül’ün kurduğu bu örgütün adı kısaca DİTİB. Açılımı Diyanet İşleri Türk İslam Birlikleri. Adında “Diyanet” var ama Diyanet’le bir ilişkisi yok. Gazeteci Fatih Güllapoğlu arkadaşımız ortaya çıkarmıştı bu adın nereden geldiğini. 12 Eylül cuntası Genelkurmay’a bağlı bir gizli örgüt kurmuştu. Adına TİB diyorlardı. Açılımı Toplumla İlişkiler Başkanlığı’ydı. Örgütün amacı toplumu İslamileştirmekti. DİTİB’i de bu TİB kurmuştu. DİTİB’in TİB’i, Genelkurmay’ın TİB’ine bir göndermeydi.

İşte generallerin kurduğu o DİTİB bugün Avrupa’daki en büyük dinci-gerici yapılanma. Darbe zamanlarında ipleri askerlerin ellerindeydi. 1990’lı yıllarda kontrolü Milli Görüş ele aldı. Oradan da AKP’ye miras kaldı. AKP bu örgütü daha bir verimli kullanıyor. Almanya’daki Türkler üzerindeki kontrolü ancak bu örgütle birlikte açıklanabilir.

Almanya’da yaşayan gazeteci arkadaşım Yücel Özdemir birkaç gün önce bu örgütü ve yol açtığı tahribatı, Evrensel’de, Duisburg-Essen Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. İnci Öykü Yener-Roderburg ile konuştu. Dr. Yener-Roderburg da Almanya’daki Türklerin oy tercihlerini anlamak için bu örgüte bakmak gerektiğini söylüyordu. AKP’nin en fazla oy aldığı ülkelere baktığımızda, 1980’li yıllarda kurulan DİTİB’in rolü çok büyük diyor, özetle budur. Diyanet uzantılı Almanya’da 1000, Fransa’da 250, Belçika’da 70 cami ve dernek var. Her cami ve derneğin başında Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığının memuru olan imamlar bulunuyor. DİTİB genellikle gücü elinde bulunduranlara göre hareket ediyor. Yani devlet söylemleri bu camilerde yankılanıyor. Dr. Yener-Roderburg, “Camilerin cemaatleri asıl olarak Türkiye’deki Sünni cemaatlerle de bağlantılı. DİTİB sadece Almanya’da 800 bin kişiye ulaştığını ileri sürüyor, ki bu rakam Almanya’daki Türkiye kökenli Sünni grupların yaklaşık üçte birine tekabül ediyor” diyor. Bur bir kesin sonuçlu oy sayımıdır.

Unutulmamalı, DİTİB sadece bir inanç kurumu değil. Almanca kurslarından aile planlamasına kadar çok geniş konulara el atmış durumda. Alman devleti buna göz yumdu. Çünkü o da Türklerin cami cemaatine dönüşmesini istiyordu. Ancak araları zaman zaman bozuluyor. DİTİB AKP’ye çok fazla angaje olunca da böyle oldu. Ama biliyoruz, düzelir, düzelmek zorundadır.

Dr. Yener-Roderburg dikkat çektiği bir durum daha var. DİTİB’e angaje olmayan Kürtler ve Aleviler de kendi dernek veya vakıflarını kurdular. Böylece DİTİB Sünni kesimleri tek başına kontrol altına alan kurumsallaşmış, köklenmiş bir kurum/kurumlar ağı haline geldi. Seçimlerde DİTİB camileri seçim koordinasyon merkezi olarak kullanıldı. Bütün bunların ortasında yurtdışında bir örgütü ve örgütlenmesi olmayan tek parti CHP’ydi, haliyle kaybetti. Durum bundan ibaret.

12 Eylül cuntası böyle bir örgütlenmeye neden gerek duydu?

“Cumhuriyet tarihinin en radikal ekonomik hamlesi…” 24 Ocak kararları için böyle söyleniyordu. Vahşi kapitalizm ya da ekonomik liberalizm Türkiye’nin üzerine geliyordu ve istikrar paketini hazırlama görevi bir dindar teknokrata, Turgut Özal’a verilmişti. Devletçi politikalardan vazgeçilecekti, Türkiye artık ithali ikame etmeyecek, dışa açılacak, kapitalist dünyaya entegre olacaktı. Haliyle doğacak vahşeti ve direnişi din ile engellemek, katlanılabilir kılmak şarttı.

Bunu zorlamak ve zorla kabul ettirmek gerekiyordu. 24 Ocak kararları ancak 12 Eylül darbesi ile hazmedilebilirdi. Darbe bunu yaptı; bunun yanında kapitalist dünya pazarına entegrasyonun siyasi ideolojik altyapısını da hazırlamaya girişti. Bunun en önemli araçlarından biri “toplumun İslamizasyonu”ydu. Kenan Evren’in ayetlerle desteklenmiş konuşmaları bu İslamizasyon politikasının ilk habercisiydi. Turgut Özal’lı ANAP dönemi bütün tarikatları iktidara taşıyarak Türkiye yönetici sınıfları için yeni bir “koalisyon” dönemini de açmış oldu. Laik Türkiye’nin yerine dindar yeni bir Türkiye geliyordu.

Taha Parla’nın “Dinci Milliyetçilik” başlıklı yazısı Yeni Gündem dergisinin 19 Mayıs 1986 tarihli sayısında yer aldı. Eylül darbesinin ateşi henüz sönmemişti. Birikim Yayınları’nın desteğinde ve Murat Belge’nin önderliğinde yayın hayatına başlayan dergi, dönemin ruhuna uygun “sol liberal” bir çizgi izliyordu. Dergi bu tutumunu bir süre sonra din konusunda da temellendirmeye çalıştı. Taha Parla’nın yazısı gelmekte olan depremin bir tür erken habercisiydi. Parla, makalesinde 12 Eylül’le birlikte din devlet ilişkisi konusunda 60 yıldır sürmekte olan bir kültür savaşının ve siyasi mücadelenin taraflarının ve bunların güç konumlarının değiştiğini haber veriyordu. Darbeci generaller 1980 ila 1986 arasında klasik Kemalist laiklik ilkesini terk etmişti ve dini, devletin gözetiminde tekrar kamu yaşamına hatta siyasi yaşamın sınırları içine almışlardı. Devlet tarafından tarif edilmiş belli bir din toplumda zaaf noktasından kuvvet noktasına geçmişti. Laikliğin üzerinde durduğu “batıcı milliyetçilik” terk edilmiş, yerine “Türk-İslam Sentezi” adı altında dinci bir milliyetçilik yürürlükteydi. Bu sentezde din, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çok, bürokratik-otoriter devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmekteydi. Amaç seçilmemiş ya da güdümlü yönetimlere kitlesel popülarite sağlamaktı. Din azınlıkla çoğunluğu yönetmenin bir aracı olarak yürürlükteydi. Bu dinin Ortodoks devletçi türüydü. Yani 24 Ocak kararlarının gizli maddeleri arasında, dinsel dozu artırılmış bir yönetim ve İslamize edilmiş bir halk yaratmak vardı.

Bugünkü iktidar yapısına bakıldığında çok tanıdık gelen bu tanımlamalar, yazıldığı tarihte çok uzak görünüyordu. Gerçi Kenan Evren’in Kuran’dan ayetler okuyarak yaptığı konuşmalar yepyeni bir durumdu, ancak dinci milliyetçilik daha yolun başındaydı.

Bunun somut kanıtlarından biri, yeni Anayasa’da dinin bir ferdi vicdan meselesi olduğunu “unutarak” Diyanet İşleri Başkanlığına toplumun bütünleşmesini sağlamak görevinin verilmesiydi. “Türklüğün tarihi ve manevi değerleri” zorunlu din ve ahlak derslerini de gerekli kılıyordu haliyle. Laik devletin anayasası “manevi değer” kılığında dini kutsuyordu.

Artık “Atatürkçü bir dinci milliyetçilik” yürürlükteydi. Bu Atatürkçülük anti Kemalist bir yeni Atatürkçülüktü. Atatürk burada Türk-İslam Sentezine göre yeniden tanımlanmıştı. Kurucu önder imamdan hallice bir politikacı olarak anlaşılıyordu. Bu durumda laiklik de artık din-devlet işlerinin ayrılması olarak anlaşılmayacaktı.

Peki bu politikanın sonuçları ne oldu? Başarabildiler mi?

Bu bir anlamda Cumhuriyet’in ölüm haliydi. Laik devlet ölmüştü ve ölü devleti elinde tutanlar cenazeyi kaldırmak için bir imam arayışına girmişti. Necmettin Erbakan laik devletin imamıydı, ancak yeni duruma uyum sağlayamayacağı çok çabuk anlaşıldı. Recep Tayyip Erdoğan için hızlı yükseliş öyküsünü böyle başlatabiliyoruz.

Ancak darbeci generaller daha yolun başındaydı; 12 Eylül darbesinin solu bastırarak Türkçü MHP ile İslamcı RP için yolu açtığı görülüyordu. Burada “milliyetçi dinciliğin” mi yoksa “dinci milliyetçiliğin” mi galebe çalacağına halk karar verecekti. İşte buna seçim diyoruz, böylece uluslararası kapitalizme entegre olmuş bir düzende demokrasinin özüne ulaşmış oluyoruz. Yönetmek için din ve piyasanın dağıttığı toplum için muhafazakârlık şarttır.

Yurtiçinde Diyanet’in, yurtdışında ondan türeyen Diyanet İşleri Türk-İslam Birlikleri, kısası DİTİB’in en büyük İslamcı örgüt haline gelmesinin arka planı işte böyle. Yani Diyanet’in “devlet tarafından tarif edilmiş yeni dini”nin oluşumunu ve yayılmasını anlamak için 24 Ocak ve 12 Eylül tarihlerine başvurmak şarttır.

DİTİB’in kuruluş hikayesi ne? Kimler, nasıl kurdu bu örgütü?

Toplumla İlişkiler Başkanlığı, kısası ile TİB Genelkurmay Genel Sekreterliği bünyesinde kuruldu. Kuruluşunun 1983 gibi erken bir tarihe rastlamasını artık rastlantı sayamayız. Gizli bir yönetmeliğe dayandırılan bu oluşumun görünür amacı toplumu Atatürkçülük konusunda eğitmekti. Devlet bu işi bir “psikolojik harp” faaliyeti sayıyordu ve savuşturmak için Kuran bastırıp dağıtıyordu. Demek ki düşmana kurşun yerine Kuran sıkılan yeni bir tür harp söz konusuydu.

Diyanet İşleri Türk İslam Birlikleri, kısasıyla DİTİB, “dini, sosyal, kültürel ve sportif faaliyetleri gerçekleştirmek ve Almanya genelindeki kendisine bağlı derneklerin bu tür faaliyetlerini koordine etmek amacıyla” 1984 yılında kuruldu. Kuruluş tarihi Genelkurmay TİB’inin bir yıl sonrasına gelen bu Diyanet TİB’i, kısa zamanda bin civarında derneğin katılımıyla Avrupa’daki en büyük tarikat haline gelecekti. Yani Avrupa’nın en büyük tarikatı 12 Eylül’ün darbeci generallerinin marifetiyle oluşturulmuştu.

TİB-DİTİB ilişkisi hakkındaki ilk bilgilerimizi gazeteci Fatih Güllapoğlu’na borçluyuz. Almanya’da görev yapan gazeteci Güllapoğlu’nun “Tanksız Topsuz Harekât” adlı kitabına göre Genelkurmay’ın TİB’i ile Diyanet’in DİTİB’i arasında organik bir ilişki var. TİB’i kuranların ona verdiği ilk görev, yurtdışında yaşayan Türkleri camiler etrafında ve tek çatı altında toplamaktı. Laik devletin tek çatısı artık camiydi. TİB’de görevli subaylar ülkücü Diyanet Başkanı Tayyar Altıkulaç’ı da alarak Avrupa’ya sefere çıkmıştı. Bulabildikleri kaçak ülkücülerle Diyanet’e bağlı bir dernek oluşturdular ve Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği dediler. Neden “Diyanet İşleri Toplumla İlişkiler Başkanlığı” demediler, bilemiyoruz. Bildiğimiz şu; 12 Eylül cuntasının “toplumla ilişki”den anladığı, toplumu Türk-İslam Sentezi ilkesi uyarınca yeniden organize etmekti. TİB’de görev yapan subaylar “yıkıcı ve bölücü” hareketlerin yayılmasını engellemek için cami cami dolaşıp cemaati camiler etrafında toparlanmaya, yıkıcı ve bölücülere karşı birlik olmaya çağırdılar. Devlet tarikatların kapısını aşındırmaya işte böyle başladı. Tayyip Erdoğan’ın “yeni Türkiye”sine giden yolu düzleyen bu görevlileri artık minnetle anıyoruz. Atatürk’ün yıkılacak heykellerinin yerine onların heykelleri dikilse azdır.

Cumhuriyetin çubuğunun dinden yana bükülmesiyle gelişmek için uygun bir siyasi ortam bulan tarikatlar da hızla büyüdü. Fethullahcılar, askerlerin bu yeni politikasından en çok yararlanan tarikatlardan biriydi. Nakşibendi tarikatı Meclis’te büyük bir güç haline gelmişti. Kısa dönemde o kadar ilerleme sağlanmıştı ki, dönemin iktidar partisi ANAP bir “kutsal güçler koalisyonu”na dönüşmüştü. MİT-ÖHD-MGK eliyle sınırsız bir İslamizasyon yürürlükteydi. Bu üç kuruluş aynı zamanda TSK’nın yönetici kaynağıydı; İslamizasyonda görev alan öne çıkıyor, hızla yükseliyordu. MGK, MİT ya da ÖHD’inden yolu geçmemiş bir askerin general olma şansı yoktu.

DİTİB, bilgimize göre, halen Avrupa’daki en büyük ve en yaygın dini örgüt. Temellerinde TİB’in, dolayısıyla Genelkurmay’ın harcı var. Özeti böyle.

Avrupa’nın bu gerici örgütlenme karşısında tavrı ne oldu?

Ilımlı İslam ya da Türk-İslam Sentezi başlangıçta daha çok bir Amerikan projesiydi. Komünizme karşı geniş kitleleri din ile tutmak ve kontrol etmek istiyorlardı. Antiemperyalist eğilimler taşımayan, piyasacı ve Batıcı İslam yaratma projelerine “ılımlı İslam” dediler.

Avrupa için durum biraz daha karmaşıktı. İslam coğrafyasından geniş göç almışlardı. Buna karşın bu göçün bir kısmını kendi kültürel yapılarına entegre edebilmişlerdi. Ancak bu ülkelerde de geniş sınıfsal farklılıklar vardı ve arkadan gelen Müslümanların ezilenlerin en altında kalması kaçınılmazdı. Bunun sonucu olarak Avrupa bir yandan hızla bir “kültürel Müslümanlık” üretirken, bir yandan da cihatçı imal ediyordu.

İslamcılar ise İslami düzeni laik demokrasilerin yerine koymak istiyorlardı. Bunun için şeriat, ümmet ve takiyeden başka silahları da yoktu. Geniş Müslüman kitlelerin derin bir cehalet ve yoksulluk içinde olmaları da tek çıkış noktalarıydı. Onlara nüfuz etmek için sert, acımasız ve kanlı eylemlere başvurdular. Böylece ideolojik olarak da ayakta kalmayı başardılar. Biat edenlerin efendilerinden başka kimseye ve hiçbir ülkeye sadakati gelişmiyordu.

Batı ise bir yandan şiddet yanlısı İslamcılara karşı ılımlı İslamcı ortaklar arıyor, bu arada İslamcılığın yıkıcı ideolojisinin yaratacağı risklerden bihaber görünüyordu. Onları sarsan şeyler Müslümanların başka Müslümanları öldürmesi, babaların ailenin namusunu korumak için kızlarını katletmesi ve genel olarak diğer inançlara duyulan derin nefretti. Yani asıl dehşet verici olan bu Müslümanların hayatlarının 7. yüzyıl Arabistan’ının kurallarına göre yönetilmesine gönüllü olmasıydı.

Ilımlılar, malum, Müslüman Kardeşler diye ünlendi. Kuramcıları Seyyid Kutup, İslamcılara, bireyden topluma uzanan ve giderek devleti ele geçirme stratejisine dayanan uzun vadeli bir program sunmuştu. Vahabilerin estirdiği terörün toz dumanı içinde aslında bu hedef daha makul görünüyordu. Nitekim pek çok ülkede Müslüman Kardeşler iktidarı ele geçirdi. AKP’yi de içine katarsak, tuttukları yere halen “ılımlı İslam” diyoruz. Ancak Mısır’da da görüldü ki, ılımlı olmaları gözlerini kırpmadan büyük kalabalıkları ölüme göndermeyecekleri anlamına gelmiyordu. Dogmatizmde Selefiler’den geri kalır yanları yoktu.

Buna karşın, Seyyid Kutup’un öğrencileri uzun bir süredir Batı için bir İslami model olmayı sürdürüyor.  Ilımlı İslam için ise, Batı, 1970’lerden itibaren kendi ülkelerinin despot rejimlerine karşı bir sığınak görevi görüyordu. Böylece büyümek için uygun bir zemin de bulmuş oldular; Avro-İslam işte böyle doğdu.

Avro-İslam’ın en önemli temsilcilerinden Milli Görüş ve Almanya İslam Cemiyeti Müslümanlığı Alman devleti için yeniden tanımladı, hazmedilebilir bir hale getirdi. Böylece hem Türkiye’de hem de Avrupa’da İslam dinini bir disiplin ve yönetim aracı olarak kullanma projesi amacına ulaşmış görünüyordu. Denklemi değiştiren şey ise İhvan’ın İslam coğrafyasındaki laik devletleri ele geçirmeye başlaması oldu. İktidar bir anlamda onların gerçek niyetlerini de açığa çıkarmıştı. Vahabiler gibi, onlar da 7. yüzyıla dönüş eğilimi taşımaktaydılar.

İktidar olmak daha derinde yatan birtakım hastalıkları da ortaya çıkardı. İhvan’ın iktidar olduğu ülkelerde hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvet sıradan olaylar kabul ediliyor. Bu nedenle Müslümanlar giderek daha fazla İslam’a ahlaksız davranışları haklı göstermek için başvuruyor. Örnek olsun, bizden bir milletvekili, akrabalarını usulsüz işe yerleştirdiği sorulunca, “Kuran’da akrabalarınız kayırın diyor” diye cevap verdi. Üstelik karşısındakini Kuran’a inanmamakla suçladı.

Bu gelişmelerin en önemli sonuçlarından biri, uzun bir propaganda ile kitlelere inandırılan “ahlakın dinin bir türevi olduğu” yargısının yıkılması oldu. Böylece İslam giderek daha fazla “saplantılı bir inanç” görüntüsüne büründü. Fransa’da Charlie Hedbo baskının ardından gösterilen “İslami” tepkiler de bunun kanıtı. Din, geniş bir coğrafyada Müslümanlar için yeniden cinayet işlemeyi mazur gösterecek bir kriminal vakaya dönüşüyordu.

Ne oldu TİB? Hala faaliyet gösteriyor mu?

28 Şubat’tan sonra ihtiyaç kalmadı bu örgüte. 1997 yılında bir kırılma noktasına gelmiş İslami hareket bakımından, 28 Şubat süreci bir çıkış yolu oldu. Düzen ağırlığını AKP’den yana koyarak Erbakan’ı ve partisini engelledi. Erbakan’ın 1994 yerel seçimleriyle başlayan yükselişi iktidar olmaya yetmiyordu. Yenilikçi hareket 28 Şubat’ın desteğiyle işte bu dokunuşu yaptı; Erbakan’ın öğrencileri o şubat gününde Batıcı ve AB’ci oldu. 1997 devlet açısından da bir kırılma noktasıydı. 12 Eylül’ün başlattığı dinci eğilimler artık mantıki sonuçlarına yaklaşmıştı. Eski düzenin kalıntılarını temizlemek üzere “Ergenekon” türü tasfiye davaları için ortam hazırdı.

1997’de her şeyin kontrolden çıktığını anladılar. Dini kontrol için atılan en zavallı adımlardan biri TİB’in “dini hurafelerden arındırma” girişimi oldu. Yaptıkları “İslam projesi” RP’nin iktidar olması üzerine durduruldu. 1994’te karar verilen proje ise kitap yayını bir dizi televizyon programı yapmaktan ibaretti.  Kitap için İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden 6 kişilik bir heyet oluşturulmuştu.  Heyette Prof. Dr. Beyza Bilgin, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ve Prof. Dr. Salih Akdemir gibi isimler vardı. MGK’da toplanan ilahiyatçılara bir orgeneral başkanlık etmişti. Din hurafelerden arındırılamadı ama ilahiyatçıların hazırladığı “İslam Gerçeği” adlı kitap 25 bin adet bastırılarak dağıtıldı. Kitap askerlerin marifetiyle oluşturulmuş başarısız yayınlar arasında yerini aldı.

12 Eylül’ün ardından kurulan TİB işte bu nazik zamanlarda kapatıldı. Toplumu İslamileştirme işinde ölçü kaçırılmıştı. Yerine “Batı Çalışma Grubu” kuruldu, amaç TİB’in kararttığını aydınlatmaktı. 1996’da temelleri atılan bu program 2002 yılında duvara tosladı, çünkü İslamizasyon tamamlanmıştı. Ergenekon için kapı aralanıyordu. TİB gitti testisi kaldı yadigâr. DİTİB işte o yadigardır.

Bu konuya sizin ilginiz nasıl başladı?

1990’lı yılların başında Nokta dergisinde çalışıyordum. Küçük bir haber yayımlandı gazetelerde. Alman istihbaratı BND Diyanet İşlerine bağlı ofisleri basmıştı. Gerekçe olarak bu ofislerin MİT tarafından kullanılması gösteriliyordu. Tuhaf bulduk bu haberi, çünkü BND ile MİT arasında sıkı ilişkiler vardı. Araştırmaya karar verdik, sonra Diyanet denilen yerin DİTİB, MİT dedikleri örgütün de TİB olduğunu öğrendik. Galiba dergide birkaç hafta kapak yaptık haberi.

Sonra takip etmeye devam ettim, kitap haline getirdim. Adı “Öteki İslam”… “Öteki”den kasıt cari olanın dışında kalan, saf, bozulmamış olan İslam değil. O son zamanların icadı. Çok kirlettiler ve temizini aramaya koyuldular. Burada söz edilen İslam, “laik” devletin bir politik enstrümana dönüştürdüğü, kalabalıkları yönetmek için bir disiplin aracı olarak kullandığı İslam. Üst başlığı bu ayrıma işaret ediyor: “Devletin Din Operasyonu”… “Öteki İslam” bir devlet operasyonunun erken tutanağıdır.  Birinci baskısı 1995 yılında yapılmış. Aradan geçen uzun zamanda iki baskı daha.

Demek ki kitapla 1995 yılında Türkiye’deki iki gelişme kulağından yakalanmış oluyor. İlki, Genelkurmay’ın TİB ve DİTİB üzerinden topluma karşı bir psikolojik harbe giriştiğidir. İkincisi, devletin siyasal partileri ile birlikte bütünüyle İslamize olduğudur. Sanıldığının tersine, devleti dinselleştiren AKP değildir. Ondan önce bu işi yüksek komutanlar yapmış, tarikatlar ve AKP için ortamı hazırlamıştır. 12 Eylül ile başlayan zifiri karanlıkta işlenmiş iki cinayetten söz ediyoruz…

Haliyle devletin de ilgisini çekti bunlar. Hakkında üç ayrı mahkemede soruşturma açıldı. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce yürütülende "devletin gizli belgelerini yayınlamak, Başbakan'a, Cumhurbaşkanı'na, Genelkurmay'a MİT'e ve daha bir dolu kuruma hakaret edildiği" iddiası vardı. Başka bir davanın konusu Genelkurmay’ın psikolojik harbini yöneten kurmay subaylardan birinin kitapta kendine hakaret edildiği iddiasıydı. Türkiye o sırada askerler eliyle başka bir uçuruma doğru sürükleniyordu.

Öteki İslam’daki bu savaşın yurtdışı cephesi hakkında pek çok veri var. Konsolosluk yetkisi verilen imamlar, cami cami dolaşıp, “vatandaşların dertlerini dinleyen” konsoloslar bu politikanın icabıdır. Zamanın Düsseldorf Başkonsolosu Bozkurt Aran’ın mutat bir cami ziyaretinde yaptığı konuşma yapılmak isteneni özetlemektedir; "Gençlerinizi mutlaka camiler etrafında toplayın. Buralar milli eğilimin uyanışının, milli kültürün korunup yaşatıldığı yerlerdir. Onlara buraları sevdirin... Birlik ve beraberlik içinde olun. Sizin bu güzel oluşumlarınıza ve aranıza fitne çıkarmak için sızmaya çalışan çok art niyetliler var, onları tespit edin."

İçeride cephe Diyanet ve Milli Eğitimde kurulmuştur. Bir eli Diyanet örgütünde diğer eli üniversitede olan Toplumla İlişkiler Başkanlığı Milli Eğitim Bakanlığı'nı da kontrol etmektedir. TİB, Milli Eğitim için bir de "özel plan" yapmıştır; bu plana göre öğrenciler "konsept ve Atatürkçülük" konularında eğitilecektir. TİB'in kurmay subaylarına göre "Atatürkçülük" ile "İslâm" birbiriyle çelişmemektedir. Avrupa'da cami cami dolaşıp Türk vatandaşlarını İslâma davet eden TİB, Talim ve Terbiye Kurulu aracılığıyla kontrol ettiği Milli Eğitim'e "Atatürkçülük ve konsept" kavramlarını yerleştirmeye çalışmaktadır.

İrtica tehlikesini önlemek için herkesi imam yapmaya karar verdiler. Bu saptama Öteki İslam’ın getirisidir. Öteki İslam’da anlatılanlar, Türkiye’nin egemen sınıfının laikliği cami avlusuna bırakıp kaçmasının hikayesidir. Büyük patronlar ve yüksek komutanlar el ele verdiler, toplumu dinselleştirdiler, dini kamu yaşamına soktular ve laikliği yıktılar.

Laikliği yıkarsanız Cumhuriyet de yıkılır. Yıktılar. Ölüsünü kaldırmak için imamları görev çağırdılar. Dağ taş imama boyandı. Yalnız imamlar ipe un serdi. Uzatıyorlar cenaze törenini. Ölüyü kaldırmak yerine tecavüz ediyorlar. İçinden geçiyoruz, tecavüzün tanığıyız.

                                      

                                                                  /././

Demirtaş'tan HDP yorumu: 'Yönetimde değişiklikle birlikte taze kana ihtiyaç olduğu kanaatindeyim'

Seçime ilişkin eleştirilerde bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş, 'Hızla büyük kongrenin toplanması ve yönetimde değişiklikle birlikte taze kana ihtiyaç olduğu kanaatindeyim' dedi.

Edirne Cezaevi'nde tutuklu bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, sosyal medya hesabından 1 Haziran'da Artı Gerçek'te yayımlanacak rsöyleşisinden iki paragrafı paylaşmıştı. Demirtaş'ın paylaştığı yazıda, "Mücadeleyi cezaevinden her yoldaşım gibi dirençle sürdürürken, aktif politikayı bu aşamada bırakıyorum" ifadeleri yer almıştı.

İrfan Aktan'ın sorularını yanıtlayan Demirtaş'ın söyleşisi, "Selahattin Demirtaş: Ben HDP’liyim ve öyle de kalmaya devam edeceğim" başlığı ile yayımlandı.

14 Mayıs'ta gerçekleştirilen 28. Dönem Milletvekili Seçimi'ne ilişkin eleştirilerde bulunan Demirtaş, "Bu süreçten çıkarılacak derslerle yerelden başlayarak hızla büyük kongrenin toplanması ve yönetimde değişiklikle birlikte taze kana ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Gördüğüm kadarıyla halkımız da Eş Genel Başkanlar başta olmak üzere parti yönetiminden bu olgunluğu ve sorumluluğu bekliyor" ifadelerini kullandı.

Söyleşide öne çıkanlar şöyle:

'Sosyal medya fenomenliği olarak tanımlayabiliyor'

Dışarıda olsaydınız mevcut tablo karşısında nasıl bir muhalefet stratejisi izlerdiniz?

Benim bir mucize formülüm yok, bir kurtarıcı da değilim ama tabanımızın önüne somut hedefler koyup kitleleri heyecanlandırarak ayağa kaldırmakta katkılarım olabilirdi. Cezaevinden ancak sosyal medya ve diğer medya aracılığıyla katkı sunabiliyorum. Bu da eksiklere, yetersizliklere yol açabiliyor. Biri de bunu sosyal medya fenomenliği olarak tanımlayabiliyor, sanki amacım buymuş ve elimde başka imkan varmış gibi!

Peki size yönelik “popülist siyaset yapıyor” eleştirilerine yanıtınız nedir?

Popülist siyasetle HDP’nin ilkelerini görünmez hale getirdiğim eleştirilerine saygıyla yaklaşıyorum. Popülerlik ile popülistliği birbirine karıştıranları bir kenara bırakarak tüm bu eleştirilere anlam biçiyorum. Kendi açımdan bu saatten sonra zorlamanın bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Arkadaşlarım bunu ısrarla söylüyorlarsa bir bildikleri vardır ve artık kendilerinden üstün bir performans beklemek de hepimizin hakkıdır.

'Ben HDP’liyim ve öyle de kalmaya devam edeceğim'

Bundan sonra siz ne yapacaksınız? Nasıl bir siyaset yürüteceksiniz?

Aylar önce Genel Merkezimize, sonuçlar ne olursa olsun seçimlerden sonra aktif siyasi çalışma yürütmeyeceğimi belirtmiştim. Halen aynı düşüncedeyim. Dışarıda canla başla mücadele eden tüm yoldaşların, bu süreci özgücümüzle ve başarıyla tamamlayacağına inanıyorum ve bu konuda hepsine güveniyorum. Partimize yönelik eleştiri ve önerilerim tümüyle iyi niyetli, yapıcı ve katkı sunma amaçlıdır. Hiç kimse, eleştirilerimi HDP’yi yıpratmak için kullanmaya kalkmasın. Ben HDP’liyim ve öyle de kalmaya devam edeceğim. Bunu herkesin iyi bilmesini istiyorum.

'Hata HDP çizgisinde değil, pratiktedir'

Yeşil Sol Parti’nin TBMM’de 61 milletvekili olacak. Sizce etkin bir muhalefet için bu vekiller ne yapmalı, nasıl yapmalı?

Partimiz bu konularda belli bir deneyime ve hafızaya sahip, dolayısıyla en iyisini kendileri zaten yapacaktır. Fakat Meclis’i etkin kullanmakla birlikte, mücadeleyi Meclis ile sınırlı tutmamaları çok önemlidir.

Son zamanlarda Twitter’da sık sık HADEP döneminden fotoğraflar paylaşılıyor. O dönemin seçim kampanyalarından, mitinglerinden, toplantılarından fotoğraflar bir nostaljiye işaret ediyor sanki. Eğer bu paylaşımlar, o zorlu döneme dair bile bir özleme işaret ediyorsa, bazı Kürtlerin mevcut HDP siyasetinde kendilerini bulamadıkları anlamına geliyor mu?

Evet, bence de bu anlama geliyor ama hata HDP çizgisinde değil, pratiktedir. Eleştiri HDP paradigmasına değil, yanlış uygulamalardadır. Vazgeçmemiz gereken de HDP değil eksiklerimiz, yanlışlarımızdır.

14 Mayıs akşamı seçim sonuçları netleşmeye başladığında ne hissetmiş ne düşünmüştünüz?

Tam olarak o sonuçları beklemiyordum. Yeşil Sol Parti’yi de Kılıçdaroğlu’nu da daha yüksek bekliyordum. Sonuçlara hem üzüldüm hem de muhalefetin seçim akşamı verdiği dağınık görüntüye öfkelendim.

'Bazı bileşenler ittifak yokmuş gibi ayrı davrandı'

14 Mayıs seçimlerinde Yeşil Sol Parti’nin elde ettiği sonuç HDP Eş Genel Başkanları tarafından da başarısızlık olarak değerlendirildi. Bu sonucun arkasında üç temel unsur olduğu söyleniyor. HDP’ye yönelik baskılar, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın iki ayrı parti olarak seçime girmesi ve Yeşil Sol Parti’nin milletvekili aday listeleri. Siz bu değerlendirmeye katılıyor musunuz? Bu sonuç engellenebilir miydi?

Öncelikle şunu belirteyim, dünkü yazımda ve bu röportajda yaptığım eleştirileri daha önce defalarca partimizle paylaştım. Yani ilk defa şimdi ifade etmiyorum. Elbette HDP’ye çok yönlü saldırılar, büyük baskılar var. Bunlar her dönemde oldu. En rahat olduğumuz düşünülen 7 Haziran 2015 seçimlerinde Adana ve Mersin il örgütlerimize eş zamanlı bombalı saldırılar düzenlendi, mitinglerimize organize saldırılar yapıldı, Diyarbakır mitingimiz bombalandı, arkadaşlarımız katledildi. Kıyaslamak için değil, böyle bir hakikat de olduğu için hatırlatıyorum sadece.

Emek ve Özgürlük İttifakı'nı aslında ayrı bir başlıkta ele almak gerekir. Kuruluş amacı, ilkeleri ve hedefleriyle heyecan verici olmasına rağmen, ne yazık ki kağıt üzerinde kaldı. Bazı bileşenler böyle bir ittifak yokmuş gibi ta başından beri ayrı davrandılar, ayrı çalıştılar. İş gidip gelip adaylıklara ve ayrı liste tartışmalarına kilitlendi. O süreçler de iyi yönetilemediği için son derece yıpratıcı tartışmalarla hem motivasyon kaybına hem de çok değerli zamanların kaybına yol açtı. İttifak fikri de stratejisi de çok değerli, çok önemli olmasına rağmen bütün taraflar süreç yönetimindeki başarısızlık nedeniyle ciddi derecede zararlara yol açtılar. Bu konuda herkesin sağlıklı bir özeleştiri yapması ve bu olumsuz deneyimden dersler çıkarması gerekiyor. Ayrıca Kürt partileriyle ittifak da yeterince önemsenmedi ve orada da önemli bir sonuç elde edilemedi. Oysa Kürt ulusal ittifakı da stratejik önemdedir ve HDP’nin temel ilişki ağlarından biridir. Bu alanlardaki eksiklerin de mutlaka giderilmesi gerekiyor.

'Toplumu önemsememek teknik bir eksiklikten öte ideolojik sapmadır'

Aday listeleri hakkındaki görüşünüz nedir?

Listelerin oluşturulmasında belli bir yöntem eksikliği olduğu, halkın beklenti ve önerilerinin dikkate alınmadığı eleştirileri var. Bu eleştirilerin ciddiyetle ele alınması ve tüm yerellere izahatta bulunarak samimi bir özeleştiri verilmesi gerekir. Adaylarımızın ve seçilen arkadaşlarımızın hepsi de çok değerli, kıymetli yoldaşlardır fakat mesele onların kişiliğinden bağımsız bir iç demokrasi meselesidir. Bunca deneyimimize rağmen halen halk demokrasisini ve demokratik toplumu önemsememek teknik bir eksiklikten öte ideolojik sapmadır. Bunun sorumlusu da en başta parti yönetimidir. Seçim dönemi siyasetinin de zaaflarla dolu olduğunu düşündüğümüzde yönetimimiz ne yazık ki ciddi yetmezliklere düşmüştür. Bence tüm bu süreç için halka bir özür, özeleştiri borçları var. Ayrıca ben de kendimi bu sorumluluğun dışında tutmuyorum. Kendimi sorumlulardan biri olarak kabul ediyorum elbette.

'Yönetimde değişiklikle birlikte taze kana ihtiyaç olduğu kanaatindeyim'

Peki size göre bu süreçten nasıl bir ders çıkarılması gerekiyor?

Bu süreçten çıkarılacak derslerle yerelden başlayarak hızla büyük kongrenin toplanması ve yönetimde değişiklikle birlikte taze kana ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Gördüğüm kadarıyla halkımız da Eş Genel Başkanlar başta olmak üzere parti yönetiminden bu olgunluğu ve sorumluluğu bekliyor. Şu anda korumamız gereken şeyler, halkımızın örgütlü mücadelesi ve partimizdir. Bize ne olacağı değil, halkımıza ve partimize ne olacağı önemlidir.

'Kadro erozyona uğradı, ciddi bir nitelik zayıflaması oldu'

2015’ten beri devam eden yoğun baskılar karşısında HDP’nin yapabilip de yapmadığı ne var?

Bence taktik hamlelerdeki eksikleri, hataları tartışmadan önce şunu netleştirmemiz lazım; Kürt siyasi hareketi yoğun tutuklamalar, sürgünler ve baskılar nedeniyle çok ciddi bir kadro erozyonuna uğradı. İl ve ilçe örgütlerinden Genel Merkeze, Kadın ve Gençlik Meclislerine kadar tüm alanlarda ciddi bir nitelik zayıflaması oldu. Özverili ama deneyimsiz arkadaşlar ellerinden geleni yaptılarsa da yeterli olamadı. Yani yapılması gerekenler apaçık ortada ama yapabilecek nitelikli kadro yapısından yoksunuz. Bu nedenle, Kürt siyasi hareketinin yapması gereken en önemli şey yeni bir söylem, eylem ve örgütlenme modeliyle, niteliği geri çağırmak olmalıydı. Kürt hareketi, artık vasata prim veren tarzı bırakıp binlerce nitelikli insanı göreve çağıran bir modeli hayata geçirmelidir. Çünkü genç, kadın, işçi, köylü, işsiz, öğrenci, orta sınıf dahil tüm kesimlerden nitelikli katılım olmadan mücadelede hamle ve yenilenme kolay olmayacak. Bizim cesur ve nitelikli siyasi kadrolarla başaramayacağımız hiçbir şey yok. Bence HDP’nin en temel eksiği bu. Bu giderilirse gerisi kolaydır. Ama bunun giderilmesi de yeniden yapılanma hamlesinin samimiyetine, başarısına bağlı. Özetle, yeniden yapılanmayı temel gündem yapmalıyız.

'TİP sırtını dönmeyi tercih etti'

Seçimden önce Gültan Kışanak’ın TİP’e yönelik “ortak listeyle seçime girme” çağrısını siz de desteklemiştiniz ama bu çağrınız karşılık bulmadı. Genel olarak TİP’in bu süreçteki politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ortak listeyle seçime girilseydi sonuç çok farklı olur muydu?

TİP’in kararı yanlıştı, halen yanlıştır. Devrimci, öncü siyasetin görevi kitlesini değiştirme, dönüştürme iddiasında ısrar etmektir. Erkan Baş’ın beni ziyaretinde de öncesinde de bu görüşlerimi kendilerine iletmiştim. “Kürtlerle yan yana durmazsak oy alabileceğimiz kesimler var” deyip alacağınız oylar, neyi ne kadar çözmeye ve dönüştürmeye yarar ki? Kürt sorunu trafik sorunu değil ki ‘’bu cadde tıkalı, öbür yoldan gidelim’’ diyebilesiniz. Kürtleri ve Kürt halkının ulusal taleplerini ıskalayıp, görmezden gelip Türkiye’nin hangi sosyal, sınıfsal, siyasal soruna kalıcı çözüm üretebilirsiniz ki? TİP bunları en iyi bilen partilerden biri olmasına rağmen gerçeğe sırtını dönmeyi tercih etti. Yanlış yapıldı. Umarım bunun telafisi için herkes çok samimi bir çaba sarf eder, etmelidir.

'Genel Merkez ile herhangi bir istişaremiz olmadı'

Yeşil Sol Parti’nin milletvekili aday listelerinin, yereldeki bazı itirazlara rağmen merkezden belirlemesinin mevcut sonuçta etkili olduğunu düşünüyor musunuz? Sizin bu konuda partinizle herhangi bir istişareniz oldu mu? Başka türlü bir yöntem, başka türlü bir sonuç yaratır mıydı?

Elbette başarısızlığın nedenlerinden biri, yerelin yeterince gözetilmemesi. Aday belirleme yöntemiyle ilgili, Genel Merkez ile herhangi bir istişaremiz olmadı. Az önce de belirttiğim gibi, Genel Merkeze sınırlı bir kota ayrılması ve adayların çoğunun ön seçimle belirlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Elbette ön seçimin de çeşitli sorunları var, o sorunları en aza indirecek çalışmalar yapılması gerekir. Ön seçimle belirlenecek belediye başkanı ve milletvekili adayları, yerelin tercihi olacaklarından çok daha güçlü çalışmalar yürütürler. Şayet bu yöntem benimsenseydi bazı yerlerde daha fazla milletvekili çıkarabilirdik ama tamamen bambaşka bir sonuç olur muydu, onu bilmek mümkün değil.

Seçim çalışmaları sürecinde HDP’yle yoğun bir temasınız oldu mu? Seçim kampanyasından cumhurbaşkanlığı adaylığına ve milletvekili listelerine kadar, çeşitli konularda sizinle istişareler yapıldı mı?

Avukat arkadaşlarım düzenli ziyaretler yaptıkları için partimizin Genel Merkezi ile iletişimde teknik bir sorunumuz olmuyor. Ancak sanırım Genel Merkezin yoğunluğu nedeniyle zaman zaman bizi bilgilendirme konusunda eksiklikler yaşanıyor. Özellikle seçim dönemlerinde bu eksiklik daha fazla olabiliyor.

'Aktif politikayı bu aşamada bırakıyorum'

HDP Eş Genel Başkanları 14 Mayıs sonrası tablo karşısında özeleştiri yapacaklarını söyledi. Sizce bu özeleştiri ne ve nasıl olmalı?

Her şeyden önce ben dahil hepimiz fedakar, emektar, yurtsever halkımıza amasız fakatsız bir özür borçluyuz. Halkımız elinden gelenin fazlasını yaptı, biz etkili politikalar ve taktikler geliştiremedik. Samimi ve özlü bir özeleştiri vermek zorundayız. Ben kendi adıma, halkımıza layık bir politika ortaya koyamadığımız için içtenlikle özür diliyorum. Pratikteki çabalarımla bu eksiklikleri giderme sözü veriyorum. Ayrıca, bana yönelik yapıcı eleştirilere teşekkür ediyorum. Eleştirilerden yararlanmaya çalışacağım. Mücadeleyi cezaevinden her yoldaşım gibi dirençle sürdürürken, aktif politikayı bu aşamada bırakıyorum.

'Ne HDP’den ne de herhangi bir görevden istifa ediyorum'

Yani HDP’den istifa mı ediyorsunuz?

Tartışmalar bir kez daha hatalı bir zeminde yürütüldüğü için şunu ekleme ihtiyacı hissediyorum; ben ne HDP’den ne de herhangi bir görevden istifa ediyorum. Güncel, aktüel siyasete müdahil olmayacağımı ve bu çerçevede aktif politikayı bıraktığımı belirtiyorum. Sevgili Seyhan Avşar’ın Halk TV internet sitesinde yaptığı habere dair de şunu belirtmem gerekir, kendisi işini yapmış ama haber kaynağı doğru bilgi aktarmadığı için ortaya yanlış bir haber çıkmış. HDP Genel Merkezi ile güvene dayalı bir yoldaşlık hukukumuz var. Eksiklerimiz, hatalarımız karşılıklı ve birbirimizi yoldaşça eleştirir, yola da birlikte devam ederiz. Partimiz HDP’nin de tüm yerellerde kapsamlı, geniş katılımlı halk toplantıları alarak bu özeleştiri sürecini işletmesi gerekiyor. Bu toplantılar aynı zamanda halkın görüş, öneri ve eleştirileri alınarak büyük kongreye gidişin de bir altyapısı olmalı. Bize en çok lazım olan şey, parti içi demokrasi. Parti içi demokrasi azaldığında sapmalar ve hatalar peş peşe geliyor.

'Cumhurbaşkanı adaylığına hazır olduğunu belirttim, gerekçe sunulmadan reddedildi'

-Emek ve Özgürlük İttifakı, aday çıkarmama kararını nasıl aldı? O süreçte ne tür tartışmalar yaşandı? Sizin görüşünüz, öneriniz ne yöndeydi?

Cumhurbaşkanlığı adaylığı tartışmaları başlamadan önce ben Genel Merkezimize, Cumhurbaşkanı adayı olmaya hazır olduğumu ve seçimi ikinci tura bırakıp o aşamada demokratik hamlelerle daha fazla katkı sunabileceğimizi belirttim. Ayrıca, benim adaylığım partimizin de oy oranını artırabilir dedim. Aslında siyasi yasağım yoktu ama ola ki Yüksek Seçim Kurulu adaylığımı reddetse bile sonrasında çıkaracağımız adayın tabanımızın sahiplenmesinin daha kolay olacağını belirttim. Fakat bu önerim, herhangi bir gerekçe sunulmadan reddedildi. Gerekçesini halen bilmiyorum. Bu tartışmalar sürerken deprem oldu ve sonrasında aday çıkarmamaya doğru evrildi süreç. Bu karar da Genel Merkez ve ittifak bileşenlerince ortak alındı. Bana da öncesinde bilgi verildi, elbette bu kararın arkasında durduk.

'Kürdü Kürde kırdıran hiçbir politika hayır getirmez'

İçişleri Bakanı, 23 Mayıs günü Twitter hesabından paylaştığı bir TV konuşmasında şöyle diyor: “Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve Türk siyasetinin en önemli attığı adım, son yıllarda bu konudaki, HÜDA PAR adımıdır. Bak bundan 10 yıl sonra göreceksiniz, HÜDA PAR adımının hangi stratejik adımla atıldığı ve kimlerin önünü tıkadığı ve Türkiye’de bu adımla beraber Doğu ve Güneydoğu politikasında muhafazakârlık aksının tekrar nasıl devreye gireceği ve Türkiye’nin bir kesiminin olduğu gibi… Bu öyle stratejik bir adım oldu ki, bu HÜDA PAR adımı; niteliği, sayısı, yani yüz bin olur, yüz elli bin olur, iki yüz bin olur, iki yüz elli bin olur, hiç önemli değil. Bazı adımlar devletler açısından, ülkeler açısından nicelik değil, nitelik adımlarıdır… Burada Türkiye Cumhuriyeti devleti çok önemli ve stratejik bir adım atmıştır. Ve bunun faydasını Türkiye’de on yıl sonra, ‘bunu Süleyman Soylu diye bir fani söyledi’ diyecekler. Ama bunu Tayyip Erdoğan yaptı.” Sizce Soylu neden devletin HÜDA PAR planını açıkça ilan ediyor?

Süleyman Soylu bu demeciyle devlet içi ve dışı tüm yapılara “HÜDA PAR’dan korkmayın, kendileri devletimizin aparatıdır, çekinmenize gerek yok” demeye getiriyor. HÜDA PAR’dan ürküp Erdoğan'a oy vermekten cayabilecek ulusalcı, milliyetçi, ırkçı çevrelere de garanti veriyordu aslında. Tabii aynı zamanda Kürt siyasal hareketine de açık bir tehdit mesajı göndermiş oluyor. 90'lı yıllardaki operasyonların 2023 versiyonuna hazırlandıklarını açıkça söylüyor ki bu da korkutma, sindirme amaçlı. Zaten uzun yıllardır Kürt coğrafyasında bürokrasiye HÜDA PAR yerleştiriliyor, devlet imkanları HÜDA PAR’in hizmetine veriliyor. AKP’nin yıprandığı için giremediği yerlere Kürt kimliği kullanılarak HÜDA PAR eliyle girilmeye çalışılıyor.

Bizim Kobani Kumpas Davası içeride tutulmamız da HÜDA PAR’a alan açmanın yol vermenin amaçlarından biri. Süleyman Soylu açıkça, HÜDA PAR’ın bir devlet aparatı olduğunu söylerken HÜDA PAR’dan buna itiraz gelmiyor. HÜDA PAR’da iyi niyetle siyaset yapanlar bilmeli ki, bu politika kendilerine de Kürtlere de kazandırmaz. Tarihimiz bunun gibi hatalarla dolu; ders çıkarmaları gerekir. Kürdü Kürde kırdıran hiçbir politika hayır getirmez. Doğru olan politika, tüm Kürtlerin el ele vermesidir. Diyalog ve istişare içinde, Kürtlerin hakları için yan yana durmasıdır.

'Tutmanız gereken el, Meclis’te HDP’lilerin elidir'

Peki HÜDA PAR’a vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Bey’i avukatlık yıllarımdan tanırım, kendisine şunu belirtmek isterim: Kürdün eli, Saray’ın bahçesinde bir Kürt siyasetçi için idam sloganları atılırken tuttuğunuz Mustafa Destici’nin elinden kıymetsiz değil. Bugün gidip tutmanız gereken el, Meclis’te HDP’lilerin elidir. Hiçbirimiz artık kirli oyunlara prim vermeden halkımızın çıkarlarına odaklanmalıyız. Umarım bu mesajlarım, tarihsel önemi itibarıyla karşılık bulur.

                                                                  /././

İspanya’da yerel seçimler: Sonuçlar ne ifade ediyor?(Can Seven)

İspanya'da geçtiğimiz hafta sonu yapılan yerel seçimler, ülkeyi şimdi bir genel seçime götürüyor. PCTE Genel Sekreteri Ástor García, seçim sonuçlarını soL'a değerlendirdi.

İspanya’da yerel seçimler ve Otonom Bölge seçimleri, geçtiğimiz pazar günü tamamlandı. Şu an iktidarda olan sosyal demokrasinin yeni ve eski temsilcileri, İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ve özellikle Unidas PODEMOS, büyük oranda oy kaybı yaşadı.

Barselona ve Madrid’de sosyal demokrasinin yenilgisi

Üç dönemdir birçok sosyal demokrat öznenin oluşturduğu “Barcelona en Comú” koalisyonuyla Barselona Belediye Başkanlığını yürüten Ada Colau, merkez sağ rakibi Xavier Trias karşısında yenilgiye uğrarken, özellikle Ciutat Vella ve Nou Barris gibi kentin yoksul bölgelerinde oy kaybı yaşaması dikkat çekti. Hiçbir partinin yeterli çoğunluğa ulaşamadığı belediyede Trias, Colau ve PSOE adayı Collboni, ayrı ayrı ittifak arayışları içinde.

Madrid’de ise, sağcı Partido Popular (PP) hem belediyede hem de Madrid Otonom Bölgesinde salt çoğunluğa ulaştı. PP adayları Almeida ve Ayuso, geçtiğimiz dönemde diğer sağ örgütlerle koalisyonla yönettikleri kent ve bölgede tek başlarına iktidar oldular.

Ülke genelinde olduğu gibi Madrid’de de yeni sosyal demokrasinin oylarının erimesi dikkat çekici. Belediye seçimlerinde, Mas Madrid’in belediye meclisi üye sayısı 19’dan 12’ye düşerken, PODEMOS meclisin tamamen dışında kaldı. Madrid Otonom Bölge Meclisinde, Mas Madrid, vekil sayısını 24’ten 27’ye yükseltirken, PODEMOS bu meclisin de tamamen dışında kaldı.

Bask Bölgesinde bir ilk

Dikkat çeken diğer bir olgu da Bask Bölgesinde, bağımsızlık yanlısı sosyal demokrat ittifak Bildu’nun yükselişi ve demokrasiye geçişten beri bölgede her zaman birinci parti olan Bask Milliyetçi Partisi’nin (PNV) tahtını yıkamasa da ciddi anlamda zorlaması oldu.

Bildu, belediye seçimlerinde, Vitoria’da PNV’yi geride bırakarak belediye başkanlığını alırken, San Sebastián kentinde PNV ile aynı sayıda belediye meclis üyeliği elde etti. Bask Bölgesinin en büyük kenti Bilbao’da PNV seçimleri kazansa da yüzde 42’den yüzde 36’ya geriledi.

Bask Bölgesinin de dahil olduğu bazı otonom bölgelerde belediyeler dışında bir de “provincia” adı verilen vilayet yönetimleri var. Bildu, bu vilayetlerden biri olan Gipuzkoa’da kazanmanın yanında, Bask Bölgesini oluşturan üç vilayetin toplamında en fazla oy alan parti oldu.

Bildu, resmi olarak Bask Otonom Bölgesinde olmayan fakat Bask bölgesiyle kültürel ve tarihsel bağları olan Navarra Otonom Bölgesinin başkenti Pamplona’da da ciddi bir oy artışına imza atarak Navarra yerel partisi Hristiyan Demokrat UPN’nin ardından 3 bin oy farkla ikinci parti olmayı başardı.

Aşırı sağcı VOX’un yükselişi

Diğer yandan, göçmen karşıtı, ırkçı, ultra-liberal ve popülist söylemiyle son yıllarda dikkat çeken aşırı sağcı parti VOX, ülke genelinde oylarını ikiye katladı. Valencia Bölge Meclisinde vekil sayısını dokuzdan 13’e yükselten VOX, İspanya genelinde belediye meclislerindeki toplam meclis üyesi sayısını 530’dan 1687’ye, yani üç katına çıkardı. Herhangi bir kentte olmasa da, VOX, toplam 10 kasabada belediye seçimlerini galibiyetle tamamladı.

Pedro Sánchez’den erken seçim kararı

Seçim sonuçlarının açıklanmasından kısa süre sonra, Başbakan Pedro Sánchez (PSOE), ülkeyi erken seçime götüreceğini açıkladı. “Dün gece seçimlerin verdiği mesaj çok açık” diyen Sánchez, 23 Temmuz’da yapılacak seçimler için derhal çalışmaya başlayacaklarını söyledi.

Bu erken seçim kararı bazı analistler tarafından bir yenilgi kabulü olarak yorumlanırken, bazı çevrelerce PP ve VOX’un yüzde 40’a ulaşamayacağını düşündüğü için yapılmış taktiksel bir hamle olarak görüldü.

Aynı zamanda, sağ ve aşırı sağ öznelerin güç kazandığı ve ilerici kamuoyunda endişe yarattığı bir ortamda, mevcut koalisyon ortakları Unidas PODEMOS ve SUMAR’ın güç kaybetmesinin ardından, sol-sosyal demokrat oyların partisi PSOE’de konsolide olma ihtimali de bu kararı vermesinde etkili olmuş olabilir.

Komünistlerden olumlu ilerleme

İspanya İşçileri Komünist Partisi (PCTE), belediye meclislerinde temsil edilecek kadar oy alamasa da oylarını ciddi şekilde arttırdı. Madrid’de oylarını üç katına çıkaran komünistler, bazı yerleşimlerde yüzde 1 civarında ve üzerinde oya ulaştı, örneğin San Juan de Aznalfarache’de yüzde 4’e ulaştı.

Seçim sonuçlarını hem genel olarak hem de komünistler açısından değerlendirmek için görüşlerine başvurduğumuz PCTE Genel Sekreteri Ástor García, seçimlerin yerel ve Otonom Bölge seçimleri olmasına karşın, sonuçlarının ulusal anlamda açıklanabileceğini belirtti, seçim sürecindeki tartışmaların da yerel veya bölgesel değil, ulusal siyasetle ilgili olduğuna dikkat çekti.

Sözlerine “Bu da en temel iki tartışma konusunun, ana fikrin, tamamen sahte olmasına ve işçi sınıfını sahte bir çelişkiye hapsetmesine neden oldu. Bir yandan sosyal demokrat hükümet, üç buçuk yıldır İspanya kapitalizminin modernleşme hamlelerini önemli zaferlermiş gibi sunmaya çalıştı. Hükümetin bu zafer gösterisi yapar tavrına karşın, bizler bu hamlelere karşı çıktık. Sosyal demokrat hükümet, büyük ölçüde, dev şirketlere ve tekellere kamu kaynaklarının aktarılmasına dayanan bu hamleleri sosyal politikalar gibi gösterme çabasındaydı ama diğer tarafta emekçi kitleler yoksullaşıyor, yaşam ve çalışma şartları kötüleşiyordu.

Bir diğer yanda ise sağ grup ve partiler, kampanyalarını, hükümeti vatan haini olmakla ve teröristlerle ve bölücülerle iş birliği yapmakla suçlamak üzerine kurdular. Bu propaganda da önemli ölçüde etkili oldu.” diye devam eden García, bu durumun, sınıf mücadelesi ve sınıfsal tartışmaların, seçim gündeminin tamamen dışında kalmasına sebep olduğuna dikkat çekti.

Partisi PCTE’nin seçim süreci hakkında sorduğumuz sorulara da yanıt veren García, PCTE’nin tamamen sınıf odaklı bir mesajla seçimlere girdiğini ve tek hedefi kapitalizmi yönetmek olan partilerin tamamına karşı bir muhalefet yürüttüklerini söyledi. Tartışılması gereken gerçek kilit noktanın ne olduğunu emekçi yığınlara anlatmakta bazı zorluklar yaşasa da, PCTE’nin, bu seçim döneminde daha geniş emekçi kitlelere ulaşma ve yeni sempatizanlar ve dostlar edinme anlamında olumlu bir seçim süreci geçirdiğini sözlerine ekledi.

Sayısal anlamda PCTE’nin oylarını birçok yerleşimde ikiye katladığına değinen Genel Sereter, çok az yerleşimde düşüş yaşadıklarının altını çizdi.

“Parti, özellikle yıllardır çalışma yaptığımız yerlerde oylarını ikiye, üçe katladı. Bizim partimiz ilerlemesini seçimlerle ölçen bir parti değil, ama genel olarak küçük de olsa bir ilerleme görülüyor. Sevilla’ya bağlı Juan de Aznalfarache’de yüzde dört oy alarak belediye meclis üyesi çıkarmaya çok yaklaştık, aynı şekilde Bizkaia’da (Bask Bölgesi) seçimlere ilk defa katıldığımız Ermua’da yüzde iki, Asturias Bölgesinde Aviles’te yüzde bir oranında oy aldık. Bunlar anlamlı ilerlemeler. Bu ilerlemeler komünist parti ihtiyacını ortaya koyuyor.” diyen Ástor García, sözlerini “Şimdi önümüzde 23 Temmuz seçimleri var, seçim kampanyasında yeni unsurlar kullanmak, daha fazla emekçiye ulaşmak ve sosyal demokratların politikalarının nasıl gericilere ve gericiliğe alan açtığını anlatma fırsatımız olacak.” diyerek noktaladı.

                                                                       /././

Erdoğan'ın 'mal varlığı' açıklandı

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turuna ilişkin kesin sonuçların açıklanmasıyla birlikte Erdoğan'ın 'mal varlığı' da duyuruldu.

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) 28 Mayıs'ta gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tur oylamasının resmi sonuçlarını açıkladı. YSK’nın açıkladığı resmi sonuçlara göre Erdoğan, oyların yüzde yüzde 52,18 alarak üçüncü kez cumhurbaşkanı seçildi. Kılıçdaroğlu’nun oy oranı ise 47,82 oldu.

Kesin sonuçların açıklanmasıyla birlikte, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "mal varlığı" da resmen duyurulmuş oldu.

Resmi Gazete'de yayımlanan bilgilere göre, Erdoğan’ın sahip olduğu taşınmazların listesi şöyle:

  • Güneysu-Dumankaya Köyü'nde 2 bin metrekare arazi: 10 bin TL değerinde, edinme tarihi 1988
  • Üsküdar-Kısıklı’da bir konutun yarı hissesi: 7 milyon 695 bin TL değerinde, edinme tarihi 2019
  • Üsküdar-Kısıklı’da bir konutun yarı hissesi: 7 milyon 695 bin TL değerinde, edinme tarihi 2019

Banka ve menkul değerlere ait bilgiler:

  • Albaraka Türk Merkez Şubesi’nde 1 milyon 346 bin 614 lira 53 kuruş,
  • Albaraka Türk Altunizade şubesi hesabında 96 bin 723 lira 55 kuruş,
  • Ziraat Katılım Bankası 411 bin 541 lira 60 kuruş,
  • Nezninde 30 bin TL

Borç-alacak bilgileri:

Alacaklının adı ve soyadı: Mustafa Erdoğan, Tutar: 5 milyon 390 bin lira. 

                                              /././

Seçimler ve sonucu: Kandırılan kim?(CEM BAYRAKTAR)

'Emekçi sınıfın örgütsüzlüğü karşısında patron sınıfının ciddi bir örgütlülükle yönettiği bu ideolojik saldırıya karşı gelmenin ve değiştirmenin tek bir yolu var: Sınıf siyasetinde örgütlenmek.'

Eğitimli insanların kandırılmadıklarını, kandırılmaya daha dirençli olduğunu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Dolandırıcı, tabii ki, manipülasyonunu muhatabına uygun olarak kuruyor.

Bu düzenin manipülasyon tekniği, emekçi sınıfı kimliklere bölmeye dayanıyor. Emekçi sınıfın kimliklere bölünmesi, emekçileri kuşatan geçinememe, barınamama, sağlığa erişememe, adaletten yoksun kalma, eğitimden yoksun kalma, cinsiyet eşitsizliği, yozlaşma, göçmenlik ve göçmen sorunu, şiddet, savaş, çevre felaketleri gibi sorunların da bu kimlikler üzerinden tarif edilerek birbirinden ayrıymış gibi görünmesini sağlıyor. Sorunların kimlikler üzerinden tanımlanması ile elde edilmek istenilenlerden biri, farklı “kimlikte” fakat aynı sınıfta bulunan emekçilerin birbirine düşmanlığı. Emekçi sınıfın kimliklere parçalanması ve bu kimliklerin birbirine düşmanlaştırılması bu düzenin egemenleri, yani patron sınıfı, için paha biçilmez bir değere sahip. Toplumun ekonomik sınıflardan değil kimliklerden oluştuğuna yönelik kurulan ve aralıksız beslenen, bu algı operasyonu; temelde patronların da bu kimlikler içinde tanımlanmasını ve suçlarının görünmez hale getirilmesine dayanıyor. Dünyamızda ve memleketimizde yaşananların sorumlusu, aslında suçlusu, tabii ki yeryüzündeki kaynakların ne için ve nasıl kullanılacağına karar veren sınıf, yani patron sınıfıdır.

Patron sınıfındaki insanların, kimlikler üzerinden tanımlanan sorunların çemberi içinde kalmadığını sınıfsal gözlükle baktığımızda kolayca görebiliriz. Kadın patronlar, kadın emekçilerin yaşadığı sorunları yaşamazlar; Kürt patronlar Kürt emekçilerin yaşadığı ayrımcılığa ve ağırlaştırılmış sömürüye maruz kalmazlar; Türkiyeli, ABD’li veya Rusyalı patronlar Suriye Savaşı’nda ölmezler; Türkiye’deki patronlar AKP gericiliğinden etkilenmezler. Bu liste sayfalar boyunca uzatılabilir. Bu noktada, çok benzeyen diğer bir listeden kısa bir fragman geçebiliriz: kadın patronlar sömürür! Kürt patronlar sömürür! Türk patronlar sömürür! Genç patronlar sömürür! Yunan patronlar sömürür! “Dindar” patronlar sömürür! “Modern” patronlar sömürür! Koçlar da sömürür, Sabancılar da, beşli çete de… PATRONLAR SÖMÜRÜR! Bu sömürü ve hırsızlık düzenin belli bir vadede devamlılığının önemli bir koşulu, bu gerçekliğin görünmez kılınmasıdır. Gerçekliğin görünmez kılınması ve emekçilerin, kurulan sahnenin gerçekliğine ikna edilmesi… Birkaç insanın elinde, herhangibir emekçinin elindekinin yüz binlerce katının birikebilmesi de ancak yüz binlerce insanın emeğinin sömürülmesi ile olabiliyor zaten.

Dediğim gibi emekçilerin algıları ve eylemleri çok çeşitli manipülasyon araçlarıyla yönetiliyor. Günün sonunda, yaşananlar çeşitlilik gösterse de tek bir şey garanti altına alınmış oluyor: patronların çıkarları! Bu noktada Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun, Akşener’in, CHP’nin, AKP’nin, İYİP’in veya HDP’nin, düzen siyasetinin tüm öznelerinin, ortak bir aklın temsilcisi ve yürütücüsü olduğunu görelim: bu düzenin devamlılığı; yani patron sınıfının egemenliğinin devamlılığı. Düzen siyasetinden herhangi bir “özne”nin bu “düzen” tarafından tanımlanan sorunlara ve bu sorunla ilişkilendirilen kimliklere hitap ettiğini, siyasetini burası üzerinden kurduğunu görebiliriz.

Son günlerde, yukarıda açıklamaya çalıştığım türden bir sınıf içi düşmanlığın yeniden yükseldiğini görüyoruz. AKP’ye oy veren emekçilere karşı geliştirilen bir düşmanlık… Bu düşmanlığa “cahiller”, “eğitimsizler”, “bizim tuzumuz kuru”, “keşke deprem yardımı yapılmasaydı” gibi ithamlar ve ifadeler eşlik ediyor. AKP’ye muhalif emekçiler, AKP’nin yalanlarına kanmayarak; bu düzenin dolandırıcılığını atlatabildiklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Bu düzen AKP destekçisi olmayan emekçilerin algısını yönetmek için tabii ki “AKP”yi değil kendilerine uygun aracı kullanıyor. Bu araç; kimilerimiz için örneğin “sokağa çıkmayın; bu AKP’ye yarar”, “Sorunların temeli eğitimsizlik.”, “Solcular sağcıları ürkütmemeli”, “Erdoğan gitsin de varsın AKP artıklarına çeşit çeşit gericiye oy verelim”, “Sandığı bekleyelim”, “Memlekete 418 milyar dolar getireceğim”, “meclis aritmatiği” ya da kimilerimiz için “beka”, Ayasofya’nın ibadete açılması, yerli silahların üretilmesi olabilir. Liste yine uzun. Düzenin buraya yaptığı yatırım çok büyük. AKP destekçisi olmayan emekçiler, örneğin, 25 yıl boyunca yine patron sınıfının belirleyiciliği altında memleketi saran gericiliğe, memleketi emek cehennemine çeviren sömürücülüğe karşı hiçbir şey yapmadan sandık beklemeye ikna edildiler. Bu, kandırılmanın çok büyük bir örneği değil mi? Bu sırada farklı “kimliklerden” sınıf kardeşlerimiz de farklı araçlarla, farklı yalanlarla kandırıldılar; farklı şeylere ikna edildiler.

Bu seçimlere bakıp, tüm emekçi sınıf olarak görüntüde çeşitli fakat özde aynı olan bir saldırı altında olduğumuzu, siyasetin beş yılda bir beliren bir sandığa sıkıştırılamayacağını, emekçilerin siyasetini kurmanın tek yolumuz olduğunu görmeliyiz. Bu düzenin siyasetçileri, tüm emekçi kesimleri patron sınıfının çıkarlarını garantileyecek, sömürü düzeninin yıkılması yönünde oluşabilecek örgütlülükten ve iradeden uzak tutacak bir şekilde manipülasyona maruz bırakıyor. Yalanlara kanmamak için eğitimli olmak, kitap okumak, kültürlü olmak, ilerici olmak yetmiyor maalesef. Emekçi sınıfın örgütsüzlüğü karşısında patron sınıfının ciddi bir örgütlülükle yönettiği bu ideolojik saldırıya karşı gelmenin ve değiştirmenin tek bir yolu var: emekçi sınıfın siyasetinde örgütlenmek.









EVRENSEL - 1 HAZİRAN 2023 -

 Haziran Dünya Çocuk Günü-Onlara reva görülen şiddet, hak ihlalleri ve sömürü (Nisa Sude DEMİREL)

Bugün 1 Haziran Dünya Çocuk Günü. Türkiye’de çocuklar 1 Haziran’ı politika eksikliği, yoksulluk ve ağır hak ihlalleriyle karşılıyor.

                                                                                                          Fotoğraf: Unsplash

Bugün 1 Haziran Dünya Çocuk Günü. Türkiye’de çocuklar 1 Haziran’ı politika eksikliği, yoksulluk ve ağır hak ihlalleriyle karşılıyor. Gazetemize konuşan Fisa Çocuk Hakları Merkezinden Ezgi Koman, bir an önce bütüncül çocuk politikaları üretilmesi ve hak ihlalleri takip sistemi oluşturulması gerektiğini vurguladı.

Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) 2022’de yayımladığı “İstatistiklerle çocuk 2021” raporuna göre 2020 yılı itibarıyla yoksul çocuk sayısı 7 milyon 378 bin olarak belirtildi. Bu veri her 3 çocuktan birinin yoksullukla yüz yüze olduğu anlamına geliyor.

Fisa Çocuk Hakları Merkezinin 2022 yılına ilişkin verilere yer verdiği rapora geçen yıl 3 çocuk kamu görevlisinin açtığı ateş sonucu hayatını kaybetti. Kamu görevlilerinin ihmali sonucu ise en az 2 çocuk özgürlüğünden yoksun bırakıldığı sırada intihar etti. En az 64 çocuk ise sağlık hizmetlerindeki ihmaller sonucu hayatını kaybetti. En az 14 çocuk eğitim hizmeti alırken okul içindeki veya okul servislerindeki ihmaller sonucu yaşamını yitirdi. En az 1 çocuk ise devletin koruması altında bakım hizmeti alırken hayatını kaybetti.

Yine rapora göre 2022’de 81 çocuk iş cinayetlerinde, 62 çocuk intihar sonucu, 60 çocuk şiddet sebebiyle, 37 çocuk şüpheli şekilde, 30 çocuk bireysel silahlanma nedeniyle, 5 çocuk karşıt gruplar arasında çıkan çatışmalarda, 4 çocuk doğal afetlerde, 2 çocuk patlama/bombalı saldırılarda, 541 çocuk ihmal nedeniyle, en az 14 çocuk göçmen sınır geçişinde boğularak hayatını kaybetti.

‘BÜTÜNLÜKLÜ BİR ÇOCUK POLİTİKASI ÜRETİLMELİ’

Fisa Çocuk Hakları Merkezinden Ezgi Koman bugün açısından çocukların maruz kaldığı güncel hak ihlallerinin ise deprem odaklı olduğunu ifade etti. Tam sayı bilinmemekle birlikte çok fazla çocuğun hayatını kaybettiğini söyleyen Koman “Çok ciddi bir barınma sorunu söz konusu, zorunlu bir göç var. Çocuklar yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldılar. Pek çok hak ihlali karşımıza çıkıyor, çıkmaya da devam edecek gibi. Bütüncül bir bakış açısıyla ciddi bir güçlendirme politikası oluşturulması gerekiyor” dedi.

Çocuğu bağımsız bir özne olarak gören bir politika eksikliği olduğunu vurgulayan Koman, “Eklektik çözümler işe yaramıyor. Çocuğu bir özne, hakları ve özgürlükleri olan bir birey olarak görmeyen bir yaklaşımla sorunların çözülmesinin imkanı yok. Bir an önce bununla ilgili adımlar atılmalı. Bugün 100 yıllık Cumhuriyet’in çocuklara reva gördüğü yoksulluk, hak ihlalleri, çocuk işçiliği, şiddet, sömürü oluyor” ifadelerini kullandı.

Hak ihlallerindeki seyri gözlemleyemediklerini söyleyen Koman bunun sebebini “BM Çocuk Hakları Komisyonu Türkiye’ye çocukların yaşadıklarını iyi takip edecek bir komisyon öneriyor. Ama Türkiye’de çocuğa özgü hak temelli bir veri takip sistemi yok. Çocuk yoksulluğu, çocuk gelinler artıyor mu bilemiyoruz. Veri sisteminiz yoksa buna yönelik bir politika da oluşturamazsınız. Böyle bir veri sistemi kurulmalı” diye açıkladı.

                                                              /././

Sütte artan maliyet hem üreticiyi hem de tüketiciyi vurdu(Ramis SAĞLAM)

1 Haziran Dünya Süt Günü’nde süt tüketimi artan fiyatlardan dolayı gerilerken süt üreticileri maliyetleri karşılayamadığı için hayvanlarını kesime gönderiyor.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Uluslararası Sütçülük Federasyonu (IDF) tarafından 2001 yılında alınan kararla 1 Haziran “Dünya Süt Günü” ilan edildi. Hayvansal kaynaklı gıdalar arasında süt insanoğlunun beslenmesinde vazgeçilmez bir öneme sahip.

Süt özellikle bebeklerin, çocukların ve yaşlıların beslenmesinde içerdiği yeterli ve dengeli protein, yağ, karbonhidrat, vitamin ve mineraller nedeniyle temel gıda maddeleri içinde en ön sıralarda yer alıyor. 5 yaşındaki bir çocuğun içtiği bir bardak sütün (250 ml) günlük protein ihtiyacının yüzde 48’ini, kalori ihtiyacının yüzde 9’unu karşıladığı biliniyor.



1 Haziran Dünya Süt Günü’nde sütün önemini TMMOB’ye bağlı Gıda Mühendisleri Odası (GıdaMO) İzmir Şube Başkanı İ. Uğur Toprak ve süt üreticisinin sorunlarını İsmail Anlayışlıol ile konuştuk. 

‘SÜT ÜRETİMİ DE TÜKETİMİ DE DÜŞÜK’ 

Dünyada ve Türkiye’de süt üretimi ve tüketimi istatistiklerini değerlendiren Toprak, “FAO’nun 2019 yılı verilerine göre ülkemiz 20.8 milyon ton inek sütü üretimi ile dünyadaki sekizinci sırasını 9 yıldır korurken, Avrupa’da ise Almanya’nın (33.1 milyon ton) ve Fransa’nın ise (24.9 milyon ton) ardından üçüncü sırada yer alıyor. IDF verilerine göre kişi başı 100 litre üzerinde içme sütü tüketimi en yüksek olan ülkeler Avustralya, Yeni Zelanda ve Kuzey Avrupa ülkeleri. Bu ülkeleri yaklaşık 70 litre ile Kuzey Amerika ülkeleri takip ediyor. Aynı dönem içinde Türkiye’de içme sütü tüketimi miktarının kişi başı yaklaşık 41 litre olduğu tahmin edilirken, gelişmiş ülke oranlarına göre oldukça düşük” dedi.

‘OKUL SÜTÜ PROJESİ GÜNCELLENMELİ’ 

Yüksek enflasyondan dolayı süt fiyatlarının arttığını ve gelir düzeyi düşük ailelerin ulaşmakta zorlandığını ifade eden Toprak, “Süt tüketimi çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimi için önemli. Bu yüzden her çocuğun süte erişim hakkı olmalı. Sağlıklı nesiller yetiştirilebilmesi için her çocuğun yeterli düzeyde süt tüketebilmesinde devletin sorumluluğu bulunuyor.2012-2019 yılları arasında uygulanan ‘okul sütü projesi’ güncellenerek yeniden devam ettirilmeli. Süt ve süt ürünleri fiyatlarının toplumun her kesiminin kolaylıkla ulaşabileceği seviyelerde tutulması sağlanmalı” diye konuştu. 

Türkiye’deki süt tüketimi ile ilgili en büyük sorunlardan birinin bilgi kirliliği olduğunu belirten Toprak, “Bireylerin her konuda olduğu gibi süt ile ilgili olarak da doğru ve güncel bilgilere sahip olma hakları var. Bizler süt ve ürünlerinin tüketimini önermeye, üretimde sürdürülebilir ve güvenli mekanizmaların kurulmasını ve üreticinin hak ettiği refah seviyesine ulaşmasının sağlanmasını vurgulamaya devam edeceğiz. Süt ve ürünleri ile ilgili yanıltıcı ve hiçbir bilimsel dayanağı olmayan kampanyalara karşı durmaya devam edeceğiz” dedi. 

SOKAKTA SATILAN SÜTE DİKKAT 

Toprak, ambalajsız olarak satılan sütlerin dayanma süresinin uzatılması amacıyla kimyasal maddeler katılabildiğini ve yağı alınarak su ilave edilebildiğini veya değişik hileli işlemler uygulanabildiğini söyledi. Toprak, “Süt ve süt ürünlerindeki denetimler artırılmalı, sokak sütü ve kayıt dışı üretime izin verilmemelidir. Hem kalite hem de verimlilik açısından daha faydalı olduğu bilinen pastörize veya UHT (uzun ömürlü) süt tüketiminin yaygınlaşması için çaba gösterilmesi gereklidir” diye ekledi.

‘ARTAN MALİYETLERDEN DOLAYI HAYVANLARIMI KESİME GÖTÜRDÜM’


Foça’da 24 yıldır büyükbaş süt üreticiliği ile uğraşan İsmail Anlayışlıol, yem fiyatlarının devamlı zamlanmasından dolayı maliyetlerin arttığını söyledi. Anlayışlıol, “Daha önce 10 tane büyükbaş, 50 tane küçükbaş hayvanım vardı. Yüksek girdi maliyetlerinden dolayı hayvanlarımı azaltmak durumunda kaldım. Biz hayvan üreticileri olarak meraların azalması, tarım arazilerinin imara açılmasından dolayı hayvanlarımızı besleyecek yer bulamıyoruz ve kesime gönderip azaltmak zorunda kalıyoruz” dedi. 

‘KESİME GİDEN HER HAYVAN SÜTÜ ZAMLANDIRIYOR’ 

24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte hayvancılığın bitmeye başladığını ifade eden Anlayışlıol, “Devlet hayvancılıktan elini çekerek üreticiyi piyasanın insafına bıraktı ve zorlaşan hayvancılık gitgide azaldı. Yem fiyatları pahalı, süt fiyatları ucuz olduğu için bakımı zorlaşan hayvanlar birçok besici tarafından kesime gönderiliyor” diye konuştu. 

Kesime giden her hayvanın tüketiciye pahalı süt ve et demek olduğunu belirten Anlayışlıol, “Kesime giden her hayvanın yavrusunun da olmayacağı anlamına geliyor. Geçtiğimiz yıl sütü 7 liradan satarken bu yıl 9-10 liradan satabiliyoruz. Buna karşılık yem fiyatları 150 liradan 400 liraya yükseldi. Tüketici ise geçen yıl 12 liraya aldığı sütü bu yılın ilk altı ayında 16 liraya tüketmeye başladı. Daha iki gün önce süte zam geldi. Bugün besicilik yaparak geçimimi sağlayamam. O yüzden gece bekçiliği yapmak zorunda kalıyorum. Sadece ben değil birçok küçük besici artık yavaş yavaş bu işi ek iş olarak yapmak zorunda kalıyoruz” dedi.

                                                           /././  

İklim değişikliği tarımı vuruyor: Gıda fiyatlarında sıçrama uyarısı!(Özer Akdemir)

Dr. Oğuz Tutal'ın araştırmasına göre Türkiye için en büyük tehlike kuraklık ve aşırı sıcaklar... Araştırma gıda enflasyonunun şiddetlenebileceği uyarısı yapıyor.

Çevre ve iklim ekonomisti Dr. Oğuz Tutal tarafından yapılan bir araştırmaya göre iklim değişikliği tarımı vurdu. İklim değişikliğinin Türkiye için önemli beş tarımsal ürünü nasıl etkilendiğinin incelendiği araştırmada üretimde en büyük tehlikenin kuraklık ve aşırı sıcaklar olduğu belirtiliyor. Araştırmada gıda enflasyonunun şiddetlenebileceği uyarısı yapılıyor.

EN ÖNEMLİ 5 ÜRÜNDE 50 YILLIK DEĞİŞİM

CERA Europe ve European Development Institute (EDI) bünyelerinde kıdemli uzman olarak görev yapan Dr. Oğuz Tutal, iklim değişikliğinin 1968-2018 yılları arasındaki 50 yıllık süreçte, Türkiye için önemli beş tarım bitkisinin (ekili alanların %80'ine denk gelen buğday, arpa, ayçiçeği, pamuk ve çay) iklim değişikliğinden ne şekilde etkilendiğini değerlendirdi. Konuya ilişkin yazısında iklim değişikliğinin tarımsal üretim üzerindeki olumsuz etkilerinin, bu konuda orta-yüksek riskli ülkeler arasında bulunan Türkiye’de de gözlemlendiğine dikkat çekilen araştırmaya göre, kuraklık, Güneydoğu Anadolu bölgesinde buğday, arpa, Antep fıstığı, pamuk gibi önemli ürünlerin verimini düşürdü.

AŞIRI SICAKLAR KAÇINILMAZ!

Benzer şekilde, Ege, Marmara ve Akdeniz bölgelerinde zeytin ve zeytinyağı üretiminin de olumsuz etkilendiğinin altını çizen Tutal’ın araştırmasında sıcak hava şoklarının, zeytin sineği gibi zararlıların hızla yayılmasına sebep olurken, dolu fırtınalarının da ürünlere ciddi fiziksel zararlar verdiği ifade ediliyor. Yine İç Anadolu’da yeraltı sularının azalması ve kuraklığın, üretimde dalgalanmalara ve gıda güvenliği, göç gibi konularda uzun vadeli tehditlerin oluşmasına neden olduğuna dikkat çekilen yazıda, üreticilerin ekonomik ve teknik sorunlarına iklim değişikliğinin de eklenmesi ile bunlarla mücadele etmekte zorlandıkları dile getiriliyor. Aşırı sıcaklıkların ve kuraklık riskinin Güneydoğu Anadolu, Akdeniz ve Ege bölgeleri için kaçınılmaz olduğunun yapılan birçok çalışmanın ortak vurgusu olduğuna dikkat çeken Tutal’ın incelediği beş üründen öncelikle pamuk, ardından ayçiçeği ve buğday için önemli riskler olduğu belirtiliyor.

EN BÜYÜK DARBE PAMUK ÜRETİMİNE

2022 yılında yayınlanan Tutal’ın akademik çalışmasına göre en büyük darbeyi Güneydoğu’da pamuk üretimi yedi. Pamuk, özellikle tekstil sektöründeki kullanımı nedeniyle ülkemiz için oldukça önemli bir ürün iken Türkiye dünyanın en büyük yedinci pamuk üreticisi olmasına karşın yılda yaklaşık 1,5 milyar dolar vererek dışarıdan pamuk alıyor. Türkiye’de üretilmesi büyük ekonomik önem taşıyan pamuğun yetiştirildiği bölgelerin, aynı zamanda iklim değişikliğinin kuraklık gibi olumsuz etkilerine en açık alanlar arasında olduğuna dikkat çeken Tutal, "Şanlıurfa ve Diyarbakır, toplam üretimin neredeyse yarısını gerçekleştiriyor. Oysa hem sıcağı hem de suyu seven pamuk için yağış ve sulama olanakları kritik önem taşıyor. Dolayısıyla Güneydoğu Anadolu’da gözlenen normalin üzerinde sıcaklıklar ve düşük yağışlar, üretimi olumsuz etkiliyor. Güneydoğu Anadolu’da ve Akdeniz bölgesinde pamuk üretiminin sürdürülebilmesi için sulama sistemlerinin verimli hale getirilmesi ve kuraklığa dirençli tohumların tercih edilmesi büyük önem taşıyor” diyor.

AYÇİÇEĞİ ÜRETİMİ VAN VE BİTLİS’E KAYABİLİR

Tutal, İç Anadolu bölgesinde ülkenin en az yağış alan bazı illeri olmasına rağmen bu bölgelerde yüksek su talebi olan ürünler yetiştirildiğine dikkat çekerek, bunun yer altı suları üzerinde de büyük bir baskı oluşturduğunu belirtiyor. Yağışların giderek azalacağını aktaran Tutal, bu nedenle bölgede birçok ürünü yetiştirmenin giderek zorlaşacağını öngörüyor. Bu ürünler arasında buğday üretimi de var. Tutal’ın araştırmasının sonuçları, özellikle ayçiçeği tarımının İç Anadolu’da terk edilmesi gerektiğine işaret ediyor. Tutal’a göre ılımanlaşan iklim nedeniyle İç Anadolu - Karadeniz geçiş kuşağı ile birlikte Van ve Bitlis gibi Doğu Anadolu illerinde ayçiçeği yetiştirilmesi, uygun bir alternatif olabileceği ifade ediliyor.

BUĞDAY VE ARPA DA YER DEĞİŞTİREBİLİR

Türkiye’de tarımsal üretimde çok önemli bir yeri olan, kayıtlı çiftçilerin yüzde 40’ının ürettiği buğdayda da temel sorun, kuraklık. Tahminlere göre 2050 yılında tarımsal kuraklığın yüzde 37, sıcak hava dalgalarının ise yüzde 40 ila yüzde 100 arasında artacağı öngörülüyor. Kuraklık sorunu önümüzdeki yıllarda buğday üretimini olumsuz yönde etkileyeceği gibi Tutal, Akdeniz ve Ege bölgesindeki ılıman koşullar ve don olaylarının azalması nedeniyle bu bölgenin iç kısımlarında buğday veriminin artabileceği öngörüsünde de bulunuyor. Aynı şekilde bir diğer önemli tarım bitkisi olan arpada da bazı yerlerde verim düşerken bazı yerlerde ise (Erzurum, Kars ve Ağrı) ılımanlaşma bu bölgeleri arpa ve buğday tarımı için daha uygun hale getirebilecek.

ÇAY ÜRETİMİ ARTACAK AMA…

Araştırmaya göre iklim değişikliği Karadeniz’de çay verimini arttırabilir ancak yüksek sıcaklıklar ve nem bitki zararlılarının hızla yayılmasına neden olacak. Bununla birlikte çay üretimini asıl tehdit eden şey ise çok düzensiz ve bol miktarda yağışın toprak yapısını ve bitkiyi etkilemesi.

GIDA FİYATLARINDA SIÇRAMA!

Tutal’ın araştırmasında iklim değişikliğinin tarımsal açıdan en temel olumsuz etkilerinin gıda güvenliği ve gıda fiyatları üzerindeki olacak. Türkiye’de tarımın ekonomik, teknik ve sosyal birçok başka sorunları iklim değişikliğiyle birleştiğinde, kartopu etkisi yaratabilecek. Çiftçinin düşük verimle üretim yapması, maliyetleri de yukarıya çekiyor ki bu da ayçiçeği, pamuk, buğday gibi ürünlerin yurtdışı fiyatlarının daha ucuz olmasına neden oluyor. Haliyle bu yerel üretim yerine dış alımı körüklerken, üreticilerin de tarımı terk etmesine yol açıyor. Bu nedenle toplam ekili alan son 50 yılda iki milyon hektar azalarak 16 milyon hektardan 14 milyon hektara geriledi. Ekimi en fazla daralan ürünler ise buğday, çavdar, üzüm, yulaf, pamuk ve tütün oldu. Tutal’a göre Aralık 2022 itibarıyla gıda enflasyonunda Zimbabwe, Lübnan, Venezuela ve Arjantin’in ardından dünyada beşinci sırada olan Türkiye’de gıda fiyatlarında yeniden bir sıçrama yaşanabilir.

ÖNERİLER

Tutal’ın iklim değişikliğinin etkilerini en aza indirmek için önerileri ise şöyle:

* İklim kaynaklı ürün kayıp sigortası mekanizmalarının yaygınlaştırılması ve çiftçilerin girdi maliyetlerini düşürecek teşvik ve desteklerin sağlanması

* Tarımsal ekipmanların yenilenmesi

* Kuraklık odaklı su yönetimi

* Akıllı tarım uygulamaları yaygınlaştırılması

* Bölgesel ve ulusal politikalar geliştirilmesi

* Bölgesel ve ulusal ürün desen haritalarının çıkarılması

* Havza bazlı su yönetimi ve tarımsal ürün deseni

Şimdi yatırım zamanı!(Hediye Levent)

Erdoğan (solda), Prens Muhammed bin Salman (ortada) ve Şeyh Temim bin Hamed Al Sani (sağda) Fotoğraf: Murat Kula/AA

Seçim bitti. Sonuçtan Katar çok mutlu, Suudi Arabistan memnun, Mısır ilişkilerde yeni dönemin başlayacağını müjdelemeye başladı, İsrail zaten kendi derdindeydi ama bir gözü de Türkiye’deydi, Suriye için sandıktan kimin çıkacağının pek önemi yoktu. Bu arada İran mutlu, Rusya mesut…

Türkiye’nin seçimlere kilitlendiği günlerde bölge basınının gündeminin ilk sırasında Türkiye vardı. Bölge ülkelerinin neredeyse tamamı Türkiye’deki seçimleri anbean takip etti. Katar destekli medya hariç bölge medyası Türkiye muhalefetine ve Kemal Kılıçdaroğlu’na geniş yer verdi. 6’lı masanın kazanması halinde yürütecekleri politikalara dair yüzlerce yazı, analiz, değerlendirme yer aldı Arapça medyada.

Muhalefete açık cephe alan bir tek Katar medyası oldu ancak Suudi Arabistan başta olmak üzere bölge ülkelerinin muhalefete dair tedirginlikleri olduğu açıktı. Bölgenin muhalefeti tanımıyor olması, hatta 6’lı masadaki bazı isimlerle ilk kez tanışıyor olması gibi sebeplerle yürütecekleri politikalar belirsizdi bölge açısından. Türkiye muhalefetinin hem bölgeye ilişkin söylemlerinin belirsizliği hem de 6’lı masa içindeki yaklaşım farklılıkları bu tedirginlikleri besliyordu. Katar hariç bölge ülkelerini muhalefet konusunda rahatlatan tek şey, Türkiye’nin Arap Ayaklanması döneminde yaptığı gibi bölgenin iç işlerine doğrudan müdahale etmeyecek olmasıydı.

Velhasıl seçim bitti, Erdoğan tekrar kazandı ve Erdoğan’ı ilk tebrik eden liderler yine bölge ülkelerinin liderleriydi. Peki AKP’nin tekrar kazanmış olmasından tedirginler mi? Değiller.

Türkiye’nin içinde bulunduğu derin ekonomik krizin herkes farkında. Bu krizin AKP’nin bölgedeki olası hamlelerini ya da en azından girişim niyetlerini sekteye uğratacağını düşünüyor bölge ülkeleri. Velhasıl ekonomik kriz Türkiye’nin elini kolunu bağlayacak gibi görünüyor bölge basınına göre.

Zaten bölgede de şartlar büyük ölçüde değişti. Artık 2011 şartları yok. Bölgede artık Rusya var, Çin var, bölge ülkeleri ile normalleşme sürecini devam ettiren İsrail var. En önemlisi de bölgenin önde gelen ülkeleri Çin’in ve Rusya’nın da en önemli talebi olan ‘barış ve istikrar’ zorunluluğu konusunda uzlaşmış durumdalar. Sonuçta ekonomik krizler, istikrarsızlıklar, kuraklık riski, bölgeye yayılan radikalizm gibi gelişmeler bütün ülkeleri az çok vurdu. Ekonomik açıdan iyi durumda olan ülkeler bile kriz yaşayan ülkelerden olası göç hareketlerinden korkuyor. Yani artık askeri yöntemler, silahlı gruplar üzerinden pazarlıklar devri büyük ölçüde kapandı. Şimdi diplomasinin ve gönülden ya da zorunluluktan uzlaşmanın öne çıkarıldığı dönemler başladı.

Hem bölgedeki bu yeni rüzgar hem de Türkiye’de derinleşen ekonomik kriz bölge ülkelerinin Türkiye’ye karşı elini rahatlatan faktörler olarak giderek güçleniyor. Bölge ülkeleri artık Türkiye’den korkmuyor. Her an bir ülkede bir girişimiyle süreci etkileyecek bir ülke olarak görmekten çok yatırım fırsatı olarak değerlendiriyor diyebiliriz.

Türkiye’nin de bölge ülkeleri ile ilişkilerini düzeltmek istediğini açık bir şekilde ifade etmesi bölge ülkeleri lehine havayı daha da yumuşattı.

Mesela Katar, Türkiye’deki yatırımlarını koruma derdinde. Suudi Arabistan medya ve sağlık sektörleri başta olmak üzere Türkiye piyasasına girmek istiyor. İsrail’e göre Türkiye, Filistin meselesinde İsrail lehine ılımlı bir çizgide. Mısır’a göre, Türkiye Mısır ile köprüleri kurma konusunda çok istekli. Hatta Mısır medyası Erdoğan’ın yakında Mısır’ı ziyaret etmek istediğini duyuruyor.

Ancak elbette bölge lehine esen bu havayı sertleştiren ve Türkiye açısından da çözülmesi gereken meseleler de var. Mesela Libya, Suriye, Doğu Akdeniz…

Bu arada Türkiye’nin seçimlere kilitlendiği günlerde Şam, Arap Ligi’ne geri döndü. Esad Suudi Arabistan Veliaht Prensi Salman ile görüştü. Arap basını Suriye krizinin çözümü konusunda bir Arap girişiminin hazırlandığından bahsediyor. Henüz bu girişimin detaylarına ilişkin teyid edilmiş bilgiler yok ancak artık Suriye meselesine Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap dünyasının dahil olacağı açık.

Arap Ligi ve üye ülkelerin büyük kısmı Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesi gerektiğini söylüyor. Böylesi bir adıma Ankara nasıl ikna edilecek, ikna edilse bile hem mülteci sorununun çözüldüğü hem de Şam’ın istediği çekilme hamlesi nasıl örtüştürülecek, orası muamma. Ancak Suriye meselesinin seçim sonrasında bir kez daha ısınması hiç şaşırtıcı olmayacak.

Arap dünyası açısından Suriye sorunu yeni projelerin, enerji hatlarının, Körfez’i Avrupa’ya bağlayacak yeni güzergahların önündeki istikrarsızlık kaynağı olarak duruyor.

Yine bölge açısından hem petrol akışını baltalayan hem de radikalizmin yayılması gibi sonuçlarla birlikte giderek kangrenleşen diğer bir istikrarsızlık kaynağı Libya. Libya’daki çok başlılıkla beslenen siyasi istikrarsızlık ve bunun sahadaki yansıması olan bitmeyen çatışmalar endişe sebebi. Türkiye dahil Libya’da yabancı güç bulunduran ülkelerin güçlerini çekmeleri yönünde çağrılar sık sık gündeme geliyor.

Velhasıl bölge ülkelerinin kilitlendiği Türkiye seçimleri bitti. Şimdi bölge ülkeleri açısından istikrarsızlık kaynağı sorunları çözme ve aynı zamanda Türkiye’de yatırım fırsatlarını değerlendirme zamanı. Bu süreç ne kadar Türkiye’nin lehine olacak zamanla göreceğiz!

                                                               /././

Taşlaşmış tiranlar (Arif Nacaroğlu)

Yüksek tavanlar, 5 bin yıllık çığlıkların sessizliğini gözlerinde saklayan taşlar ve onları kucaklamış soğuk duvarlar.  Hemen ötede, gözlerini gözlerime dikmiş Kral Kroisos. Gözleri bana bakıyor ama belli ki aklı diğer odadaki altınlarında. Tüm zamanların en zengin krallarından Kroisos, bizim bildiğimiz Karun. “Bakmayın şimdi çakma krallara ‘Karun kadar zengin’ dediklerine, parayı ben buldum” böbürlenmesi ile hafif kırgın, hafif mağrur, bana mı bakıyor, 14 yıllık hükümdarlığının üzerinden geçen 2 bin beş yüz yıla mı, yoksa cep telefonuyla vücutsuz kafasının fotoğrafını çekmeye çalışan Japon’a mı gülümsüyor?  

Bir ara genç Gaius Octavius ile göz göze geliyor Kroisos’un gözleri. “Hiç geçmez sandığım 41 yıllık iktidarım geçti gitti. Sezar kadar olmasa da çok kan döktüm, çok yuva yıktım, çok köleyi aslanlara parçalattım, tüm dünyanın hakimi olmak istedim. Belki senin kadar zengin olamadım ama iyi kötü çaldığım paraları, altınları küplere doldurup yatak odamda sakladım. Ben tarihin en büyük askeriydim. Beni tanrı seçti sandım” diyen taşlaşmış vücuduyla, taşlaşmış saçlarıyla Octavius’un.

3’üncü Attalos belli ki pişman koskoca krallığını, Anadolu’nun en zengin topraklarını ölümünden sonra Roma’ya bağışladığına, koca Pergamon’u halkına değil de Roma’ya bıraktığına. Ne oldu? Ne Roma kaldı, ne Pergamon.     

“Sessiz sessiz bakmayın” diye bağırıyor Alexandros, 3’üncü Alexandros diğer odadan, bizim bildiğimiz Filip’in oğlu Büyük İskender. “Bütün dünya benim olacak” rüyası ile ölen babası 2’nci Filip’in oğlu, Aristoteles’in öğrencisi, dünyanın ucunu Hindistan, Hindistan’ı aldığında dünyanın sahibi olduğunu sanan Büyük İskender. “Soğuk, soğuk bakmayın. Hepimizin rüyası aynıydı. Çok para, çok güç, çok kan, çok acı, bütün dünya. Ne oldu? Saraylarımız, kölelerimiz, altınlarımız ne oldu? Geçti gitti.”

İstanbul Arkeoloji Müzesindeyim. 

Kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcisi sanan, tanrının emirlerini yerine getirdikleri yalanı ile halkı, insanları kana bulayan, dünyayı ele geçirmek için birbirlerini boğazlayan krallar, caniler, yan odada sergilenen altınları, taçları, mücevherleri ve mezar lahitleriyle, şimdi tanrıları Zeus’la birlikte taşlaşmış kafalarıyla Çinli turistin kamerasına acı acı gülümsüyor.

Taş kralları, tiranları, imparatorları taş duvarların arkasında bırakıp bahçeye çıkıyorum. Yüksek ağaçlar, baharın ilk sesleri, yuvalarında zıplayan kuş yavruları.

Ve bir yudum çay.