21 Haziran 2023 Çarşamba

TÜGVA’nın taciz sırları + Bir adaletsizlik öyküsü: Dövdü, tehdit etti serbest bırakıldı -Timur Soykan / BİRGÜN

 

TÜGVA’da yaşanan ve yıllardır örtbas edilen taciz olayını açıklıyoruz. TÜGVA Iğdır İl Temsilcisinin, MİT’çi olduğunu söyleyerek ilahiyat fakültesindeki çok sayıda kadın öğrenciyi kandırdığı ve taciz ettiği öne sürülüyor. Tacizin yazışmaları, ses kayıtları var ama TÜGVA zarar görmesin diye soruşturma bile açılmamış.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın kurucuları arasında olduğu Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) devlet destekli büyük bir örgütlenmeye dönüştü. Milli Eğitim Bakanlığı ile yapılan protokollerle TÜGVA’ya okullar tahsis ediliyor, ortak projelerle sınıf sınıf örgütlenmelerinin önü açılıyor. Kimi zaman AKP’li belediyelerin, kamu kurumlarının çok değerli varlıkları onlara tahsis ediliyor, kimi zaman yüklü bağışların adresi oluyor. Hatta Metin Cihan’ın yayınladığı TÜGVA belgelerinden orduya, polise, yargıya, pek çok kuruma vakıftan kişilerin yerleştirildiğini gördük.

TÜGVA, geçen hafta sonu Gebze Teknik Üniversitesi’nin haremlik selamlık bahar pikniğiyle gündeme geldi. TÜGVA’nın desteklediği öğrenci derneklerinin piknik duyurusunda ‘erkek ve kızların oturma düzeni hususunda ayrı şekilde yer almasına özen gösterileceği’ belirtilmişti.

Meğer…

Dini temelli eğitim için okulları kuşatan TÜGVA’da 2016- 2017 yıllarında bir taciz skandalı yaşanmış ve üzeri örtülmüş.

Baştan anlatalım:

Ebubekir Öztürk, 22 Aralık 2016’da TÜGVA Iğdır İl Temsilciliği’ne getirildi. Dönemin TÜGVA Başkanı İsmail Emanet bunu Twitter hesabından bir fotoğrafla duyurdu.

İsmail Emanet (solda) ve Ebubekir Öztürk. (Fotoğraf: Twitter/@İsmaillemanet)

Pek çok şehirde olduğu gibi Iğdır’daki üniversite ile TÜGVA iç içe geçmiş, birlikte çalışıyordu. İlahiyat Fakültesi’nde TÜGVA’nın odası vardı. Öğretim üyeleri öğrencileri TÜGVA’ya yönlendiriyordu. Ama bir süre sonra vakıfta sadece kadın öğrenciler olması, Iğdır Üniversitesi Rektörlüğü’nün bile dikkatini çekti. 2017’deki TÜGVA’nın İstanbul Gençlik Buluşması’na da sadece kadın öğrenciler götürülmüştü. Rektörlük vakfa, “Neden sadece kız öğrenciler gitti, erkek öğrenci yok mu” diye tepki gösterdi.

TÜGVA’nın İstanbul Gençlik Buluşması etkinliğinde çekilen fotoğrafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elleri Ebubekir Öztürk’ün omzundaydı. 

Fotoğrafta Berat Albayrak’ın işaret ettiği yerde Ebubekir Öztürk var.

2017’de Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi 3 kadın öğrenci, üniversitede öğretim üyesi olan rektör danışmanı Yrd. Doç. Dr. Osman Bayraktutan’un kapısını çaldı ve yaşadıklarını anlattılar. Delil olarak ses kayıtları, Ebubekir Öztürk ile yazışmalarının ekran görüntülerini verdiler.

‘ERKEK ÖĞRENCİ HİÇ YOKTU’

Öğrenci B.Ç. o dönem şunları söyledi:

“Bizi TÜGVA’ya Iğdır Üniversitesindeki hocalarımız yönlendirdi… vakıfta sadece bayan arkadaşlar görev yapıyordu. Kâğıt üzerinde isimleri olan erkek arkadaşları biz hiç görmedik. Ebubekir Öztürk kendisinin MİT personeli olduğunu ve Iğdır’da gizli bir görevde olduğu, bekâr olduğunu, vakıfta sadece perde görev yaptığını, kızlarla iletişim kurarak bilgi topladığını anlatıyordu. Bu şahıs kod adlarıyla hesaplar açarak bizlerle konuştu. Bana karşı ilgisinin olduğunu söyledi. Birçok arkadaşımız bu kişinin korkusundan yatay geçiş yapıp il değiştirmek zorunda kaldı… Birçok kız hakkında ilişkide bulunduğunu bizlere söyledi.”

Kendilerini kimsenin dinlemediğini anlatan B.Ç. “Bu kişi herkesin özel hayatıyla ilgili bilgilere sahip olduğu için kimse bize yardım etmedi. Osman Hoca’nın yanına gittik” dedi.

‘DOĞUŞTAN REİSÇİ AKADEMİSYEN’

Osman Bayraktutan, 2017’de öğrencilerle görüştükten sonra TÜGVA genel merkezine şikayet dilekçesi gönderdi. Dilekçede Osman Bayraktutan kendisini şöyle tanımlıyordu:

“Doğuştan reis destekçisi, AK Parti’ye olan ilgi ve alakamı da fakültemizdeki öğrencilerimizden ve öğretim elemanlarımızdan da gizlemeyen bir akademisyenim.”

Osman Bayraktutan yazısında TÜGVA Iğdır Temsilcisi Ebubekir Öztürk’ün ilahiyat fakültesindeki ve fakülte dışındaki ‘bayan öğrencileri’ nasıl istismar ettiğini bilgi ve belgelerle anlatacağını ifade ediyordu. İl temsilcisinin kendisini MİT elemanı olarak göstererek öğrenciler üzerinde etki ve korku yarattığını anlatarak öğrencileri taciz ederken kullandığı yöntemleri ise şöyle sıraladı:

1- TÜGVA’nın maddi gücünü kullanarak burs verme yoluyla,

2- Yazılım mühendisi olması nedeniyle üniversitedeki başarısız notlara uzaktan erişim sağlayarak değiştirebileceği vaadiyle,

3- İstihbarattan veya gizli görevde olduğunu belirterek karşısındakilere korku iklimi oluşturarak.

4- Ağına düşürmek istediği kişilerin arkadaşlarından öğrendiği sırları kullanarak şantaj yoluyla,

5- Psikolojik baskı ve yöntemleri kullanarak etkileme yoluna gidip, düşünme ve akletme yöntemlerini tıkama yoluyla ağına düşürüp, çıkmasını da engellemektedir.

‘VATAN MİLLET BAYRAK, CANIMFEDATÜRKİYEM’

Osman Bayraktutan öğrencilerden öğrendiği Ebubekir Öztürk’ün sosyal medyada kullandığı kod adlarını şöyle sıraladı:

‘Ensar Tunç, Yavuz Erdoğan, Koray Ak, Vatan Millet, Vatan Millet Bayrak, Canimfedatürkiyem.’ 

DIŞ GÖRÜNÜŞÜ GÜZELSE…

Öğrencilerden temin ettiği yazışmaların ekran görüntülerini de yazısına ekleyen Osman Bayraktutan şunları yazdı:

“Bu arkadaş evli ve iki çocuk babası olmasına rağmen kendisini bekar olarak göstermekte olduğunu ve her bir TÜGVA üyesi bayanı farklı açılardan kullandığını gördüm. Eğer dış görünüşü güzel bayansa bizzat kendisini kullanmakta.”

Osman Bayraktutan buna kanıt olarak ‘Koray Ak’ kod adını kullanan Ebubekir Öztürk ile B.Ç. isimli öğrencinin yazışmasının ekran görüntüsünü ekledi. İddiasına göre; bu mesajlarda Ebubekir Öztürk (Koray Ak adıyla), öğrenciye ‘Bak senden hoşlanıyorum’ yazıyor. ‘Uff abi dalga geçme’ diye yanıt alınca ‘Ne dalgası ya. Bunun dalgası mı olur. Seni gerçekten çok beğeniyorum. Aklımdasın hep’ yazarak ısrar ediyor. Bu öğrenci, daha sonra Ebubekir Öztürk’e gönderdiği mesajda evli ve çocuğu olduğunu öğrendiğini anlatıyor. ‘Seni tanıdığım, abi dediğim güne lanet ediyorum’ yazıyor.

Öğrenciler, Ebubekir Öztürk’ün taciz mesajlarını öğretim üyesine vermiş ve dilekçeye konulmuştu.

‘EĞER BAYANLAR GÜZEL DEĞİLSE…’

Osman Bayraktutan şikayet yazısına şöyle devam etti:

“Eğer üye bayanlar güzel değilse, başka hoşlandığı güzel bayanları ayarlaması için aracı olarak kullandığına şahit oldum.”

Bayraktutan’ın dilekçeye eklediği yazışmada Ebubekir Öztürk, bir kadın öğrenciye isimler sıralayarak kendisine ayarlamasını istiyor.

Bu öğrencinin nasıl etki altına alındığı mesajında anlaşılıyor:

“… kızdın abi bana yapmaya çalışacağım dedim. Sen büyük insansın, büyük kayıplar vermiş olabilirsin, biz umurunda olmayabiliriz. Ama bizim gibi küçük insanlar için çok değerlisin. Ve hepimizin hayatında kocaman yer edindin.”

‘BİRAZ KAFA DAĞITAYIM ONUNLA’

Dilekçedeki iddiaya göre; Ebubekir Öztürk ile öğrenci arasındaki yazışma özetle şöyle: 

Ebubekir Öztürk: “Biraz kafamı dağıtmam lazım. Onun için K. de ısrar ediyorum.”

Öğrenci: “… Ama içim el vermiyor abi. Sen ve K.”

Öğrenci: Yapamadım ya.

Ebubekir Öztürk: Saçmalama kardeşim gerek yok. Z.S. nasıl sence. Olur mu. Ya da M.

Öğrenci: Sevgilisi var abi… M. nasıl olacak ki…

Ebubekir Öztürk: Seni teşkilatta görmüş filan dersin…

Erdem Öztürk’ün bazı kadın öğrencilerden diğer kadın öğrencileri kendisine ayarlamasını istiyordu.

Ayrıca dilekçeyle birlikte ses kayıtları da TÜGVA Genel Merkezi’ne gönderildi. Bir ses kaydında öğrenci S.T., Ebubekir Öztürk’e Iğdır’ı terk edeceğini söylüyor. Ebubekir Öztürk “Seni seviyorum… Eğer memlekete erken gidersen ben çok üzülürüm” diyor.

KANLI YALANLAR

Ebubekir Öztürk, ‘Dava Arkadaşı’ isimli Whatsapp grubunda yazdıkları öğrencileri nasıl etkisi altına aldığını ortaya koyuyor: 

“En sevdiğin arkadaşın başına bir kurşun ve kucağınızda son nefesini verirken ölüyor muyum la demesi ya da şahadet getirmeye çalışması ama ağzı kanla dolu olması… Size soruyorum ne yapardınız…”

Osman Bayraktutan şikayetinde kısa bir araştırmayla Ebubekir Öztürk’ün musallat olduğunu tespit ettiği 10 öğrencinin adını sıraladı. Bu öğrencilerden 3’ünün kendisine yazışmaları ve bilgileri verdiğini anlattı. Çok daha fazla mağdur olabileceğini ifade etti.

‘ÇOK TATLI YA, BAYILDIM BUNA’

Bu dönemde dilekçenin ulaştığı TÜGVA Genel Merkezi’nde Teşkilat Koordinatör Yardımcısı olan Ramazan Aydoğdu disiplin incelemesi başlattı. Osman Bayraktutan’ın verdiği belgeler dışında başka bir yazışmanın ekran görüntüsüne ulaşmıştı. Bilinmeyen bir numaradan Ebubekir Öztürk’ün kullandığı telefon numarasına iki başörtülü öğrencinin fotoğrafı gönderilmişti. Fotoğrafı gönderen kişi “S.K. Bizim sınıfta. Erzurumlu. Hemşon” yazmıştı. Ebubekir Öztürk ise “Çok tatlı ya… Bayıldım ya buna” diye yanıt vermiş ve gözü kalp şeklinde emojiler göndermişti.

Bu yazışma tacizlerin delili olarak inceleme raporunda yer aldı.

Ramazan Aydoğdu, öğrenciler, Erzurum İmam Hatipler Koordinatörü Tekin Pınar ile telefonla görüştü ve bunları inceleme raporuna yazdı. Hepsi iddiaları doğruluyordu.

‘ENSAR VAKFI GİBİ OLMASIN’

Ancak bu görüşmelerin tutanakları skandalın nasıl örtbas edildiğini ve bir sır olarak kaldığını da ortaya koyuyor.

Öğrenci B.Ç. şöyle diyordu:

“Biz bu olayı, Ensar’daki gibi bir durum olmaması için sustuk ve bastırmaya çalıştık. Ancak, yeni gelen öğrencilere de aynı şekilde bir girişimde bulununca biz bunları anlatmaya başladık.”

İnceleme raporu için görüşme yapılan Erzurum İmam Hatipler Koordinatörü Tekin Pınar da skandaldan haberdardı ve özetle şunları söylemişti:

“Osman Bayraktutan’dan olayı öğrendim. Bu işin basına çıkması durumunda vakfın başındaki Bilal bey de zarar görür. Belgelere inanmayarak mağdur olan kişilerle konuştum. Bu kişi birçok kız öğrencimizi kullanmış ve flört etmiştir… Iğdır küçük bir yer mağdur kız çocukları korkularından kimseye durumu anlatamamışlar. Üniversite de görev yapan hocalar Ebubekir Öztürk’ten korktukları için çekiniyorlar.”

‘BASINA YANSIMADAN ÇÖZÜLSÜN’

Osman Bayraktutan da yazdığı şikayet dilekçesinin sonunda Ensar Vakfı olayını hatırlatarak yaşananların sır kalması gerektiğini şu sözlerle anlatıyordu:

 “Endişemiz şu ki, ‘Ensar Vakfı’nın bir kendini bilmezi tarafından yapılan eylem’ neticesinde hem Vakfa hem de Cumhurbaşkanımıza söylenenler ortadayken, TÜGVA gibi, Cumhurbaşkanımızın bizzat oğlunun kurduğu ve kendisinin de azami derece önem verip desteklediği bu vakfın adının ahlaki zafiyet noktasında dibe vurmuş bir insan tarafından lekelenmesidir. Kısa vadede, bu konunun basına ve diğer art niyetli kişilerin bilgisine yansımadan çözüme kavuşturulması elzemdir.”

‘ARAZİMİZİ TÜGVA’YA VERİRİZ’

Osman Bayraktutan’ın dilekçesinin sonunda şoke eden bir teklif vardı. 

“Konu halledildikten sonra İlahiyat Fakültesi derneğimiz bünyesinde bulunan ve şuan Yurt yapması için Diyanetten yardım talebinde bulunduğumuz altı (6) dönüm arazimizi protokol çerçevesinde TÜGVA’ya vereceğimizi beyan eder saygılar sunarım.”

Ancak tüm bu bilgiler, belgeler, raporlar, yazışmalar yıllarca bir sır olarak kaldı ve üstü örtüldü. Bir dönem sonra Ebubekir Öztürk’ün yerine başkası atandı. Olay soruşturulmadı, yargıya intikal etmedi.

Bu dilekçeyle ilgili ulaştığımız Doç. Dr. Osman Bayraktutan’a Ebubebekir Öztürk hakkında dava açılıp açılmadığını sorduk. Bayraktutan “Sizi niye ilgilendiriyor. Gizli mahrem bir şeylerdi. Devlet, millet ne yapması gerekiyorsa yapsın. Oldubitti. Gereken yapıldığını biliyorum. Dava açılıp açılmadığını bilmiyorum. Ama oradan alındı” diye yanıt verdi. 

Gazeteci Metin Cihan, Ekim 2021’de TÜGVA’dan sızan belgeleri yayınladı. Bir belgede TÜGVA’nın il temsilcileri hakkında bilgi notları vardı. O listede Ebubekir Öztürk’ün karşısına şu not düşülmüştü: “Hakkında gayri ahlaki duyumlar vardır.”

Daha önce TÜGVA belgelerinde Ebubekir Öztürk hakkında not vardı.  

Metin Cihan’a TÜGVA belgelerini sızdırdığı iddiasıyla eski TÜGVA yöneticisi Ramazan Aydoğdu tutuklandı. Onun bilgi sızdırmadığını savunduğu davada da Iğdır’da yaşananların ipuçları vardı. Flash belleğinde bulunan ‘IĞDIR DOSYASI’ isimli belgeyi TÜGVA bilgisayarlarından almakla suçlanıyordu. Bu dosyanın kendi yaptığı inceleme olduğunu ve hiçbir yere sızdırılmadığını anlatmıştı. 

Ramazan Aydoğdu, evindeki aramada el konulan dijital verilere dikkat çekmiş ve şöyle konuşmuştu:

“(Metin Cihan’ın yayınladığı belgelerle kıyaslama yaparak) Dijital verilerim içinde çok daha büyük sansasyon oluşturacak veriler vardı, bunların hiçbiri sızmamış, yayınlanmamıştır. TÜGVA yönetimini rezil etmek için yapmak istesem çok daha fazla yüz kızartıcı disiplin soruşturmalarını ve şikayetleri aktarmam gerekirdi.”

Iğdır Dosyası şimdi ortaya çıktı. Acaba yıllardır üzeri örtülen, dava konusu olmayan başka olaylar var mı?

                                                             /././

Bir adaletsizlik öyküsü: Dövdü, tehdit etti serbest bırakıldı 

Aracında Cumhurbaşkanlığı forslu giriş kartı ve AK Parti amblemi olan eski erkek arkadaşı tarafından kaçırılan A.G. Ankara’daki bağ evinde alıkonuldu. Saatlerce şiddet gördü, cinsel saldırıya maruz bırakıldı. Gözünü kaybedebilir. Ama onu döven ve annesi ile babasının külliyede çalıştığını söyleyerek ‘Bana bir şey olmaz” diyen zanlı, aynı gün serbest bırakıldı.

                  A.G. Burak E.’den gördüğü fiziksel şiddetten dolayı gözünü kaybedebilir. (Fotoğraflar: BirGün)

Her gün kadınların katledildiği ülkede İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı ve şimdi 6284 sayılı kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair kanun iktidarın hedefinde. Bu sırada ülkede erkek vahşeti bütün hızıyla devam ediyor. Cezasızlık canilere cesaret veriyor.

21 yaşındaki üniversite öğrencisi bir genç de bir hafta önce Ankara’da bu dehşeti yaşadı ve sonrasında adaletsizlikle yüzleşti.

A.G. ailesiyle Ankara’da yaşıyor ama başka bir şehirdeki üniversitede Sosyal Hizmetler ve Danışmanlık bölümü öğrencisi. Yazın bir işyerinde çalışarak üniversite eğitimi için para biriktiriyordu.

İki ay önce arkadaş ortamında 32 yaşındaki Burak E. ile tanıştı. Burak E. boşanmıştı, bir çocuk babasıydı. Arkadaşlıkları bir süre sonra ilerledi. Burak E., annesi ve babasının Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda çalıştığını anlatıyordu. Kullandığı arazi tipi kamyonetin plakası ’06 AK’ diye başlıyordu ve ön camında Cumhurbaşkanlığı forsu olan ‘külliye’ giriş kartı vardı. Ayrıca bazen ‘AK Parti tanıtım kartı’nı da ön cama koyuyordu.

A.G. bir süre sonra Burak E.’nin tavırlarından rahatsız oldu ve ayrılmak istedi. Ancak adam onu rahat bırakmıyordu. A.G. onu ilişkinin bittiğine ikna etmek için son kez buluşmaya karar verdi. Burak E. 12 Haziran günü işyerinin önüne gelerek A.G.’yi aldı, alkollüydü. A.G.’nin karşı çıkmasına rağmen onu Ayaş İlçesi’ndeki Gökler Köyü’nde bulunan bağ evine götürdü.  A.G.’nin anlatımlarına göre; “İstediğin yere şikayet et. Bana kimse bir şey yapamaz” diyordu.

Sonrasında yaşadıklarını A.G. avukatının önerisiyle çektiği video kaydında şöyle anlattı:

“Düzgünce konuştum. Onu istemediğimi, böyle yapmaması gerektiğini anlattım ama anlamadı. İkna etmeye çalışırken Burak E’nin üç arkadaşı geldi. Onlar gelince beni odaya kilitledi. Alkol almaya devam ettiler.”

A.G.’nin anlatımlarına göre; Burak E., 3 arkadaşı gittikten sonra tacize başladı. A.G. bağırınca yumruk savurdu. A.G. kaydettiği video da şunları anlattı:

“Bana sürtündü, öptü, boynumu sıktı. Ben bağırınca yüzüme, kafama defalarca yumruk attı. Ağzıma alkol şişesi soktu, içmedim zorla içirdi. Daha sonra eve gelen üç arkadaşından birini aradı. “Ben bu kızı dövdüm” diye gülerek anlattı. Arkasını dönünce can havliyle evden kaçmaya başladım. Gece 02.00 sıralarıydı, karanlıktı. Evler yoktu, dağlık bir yerdi. Arabayla peşimden gelip üzerime sürdü. Ben düştüm ve ayağım kırıldı. Sürükleyerek beni kamyonete götürdü, işkenceye devam etti.”

Burak E.’nin sürükleyerek yine eve soktuğu A.G. yaralıydı. Üzeri kan ve çamur içindeydi. “Gözün iyileşinceye kadar bir hafta burada kalacaksın, sonra evleneceğiz” diyordu.

A.G. video kaydında sonrasını şöyle anlattı:

“Zorla üstümü başımı çıkardı, yarı çıplak kaldım. Kıyafetlerimi makineye attı. Tekrar üzerime çıktı. Sürtündü. Boğazımı sıkarak beni öpmeye başladı. Bağırdığım için defalarca yine darp edildim. Kafama vuruldu. ‘Ne yaparsan yap bana hiçbir şey olmaz. Benim babam külliyeden emekli annem külliyede memur’ diyordu. AK Parti adını kullanarak beni defalarca tehdit etti. Ailemin canıyla kendi canımla beni tehdit etti. Hiçbir partili siyasi kimliğim yok ama bunların bilinmesini istiyorum. AK plakalı ve AK Parti amblemli arabasının bir sürü suç kaydı var. Telefonumu gasp etti, kırdı. İçeriden bir silah getirdi ve başıma dayadı.”

Kafasına silah dayanan A.G., Burak E.’ye sakin olmasını, şikayetçi olmayacağını söylüyordu. Ama işe yaramadı. Kafasına defalarca vurulan genç kadın bayılmıştı.

A.G. uyandığında kırılmış telefonunu buldu. Arkadaşına mesajlar attı. 13 Haziran sabahı 07.00 atılan mesajlarda A.G. evin bahçesindeki kamyonetin ve salondaki tüfeğin fotoğraflarını da göndermişti. Mesajlarında “Zor yazıyorum sakın arama”, “Aileme zarar verir diye korkuyorum”, “Telefonumu aldı, anneme filan kimseye ulaşamıyorum”, “Sana uyurken çeken bir yer zor bulup yazdım”, “Ne olur yardım et”, “Ne olur sağ çıkayım buradan.”, “Ben ölürsem ya da aileme bir şey olursa bu adam sorumludur” içeriğinde mesajlar gönderdi. Ardından konum bilgisini paylaştı. Haber ulaşan annesi hemen jandarmayı aradı ve konuma doğru yola çıktı. Bu sırada jandarma harekete geçmişti.

A.G. kurtuluş anlarını videoda şöyle anlattı:

“Jandarmalar gelene kadar onun uyanmaması için dua ettim. Daha sonra uyanacak korkusuyla makinedeki ıslak kıyafetlerimi aldım ayak kırık halde sürüne sürüne giyinmeye çalıştım. Kapıdan yavaş yavaş çıktım. Bahçenin dış kapısı kilitleydi. Orada bekledim o sırada arkamdan geldi. Beni içeri sürüklemeye çalışırken jandarmalar geldi ve bunu gördü. Bahçe kapısını açamadılar, kırarak girdiler. İçeride silahın olduğunu söyledim. Silahı buldular.”

A.G. hastaneye kaldırılırken Burak E. gözaltına alınmıştı. Hastanedeki ifadesinde korku ve şok içindeydi, çok az hatırlayabildiklerini kısaca anlatabilmişti. Bir gözü morarmış ve şişerek tamamen kapanmıştı. Kafasında ve vücudunda çok sayıda yara, darp izi vardı. Acı içindeyken Burak E.’nin “Bana hiçbir şey olmaz” diyen sesi kulaklarındaydı.

Burak E. jandarma ve savcılıktaki ifadesinde “Ben kimseye tehditte bulunmadım. Bağ evinde otururken müşteki birden bana küfür etti. Ben de sinirlendim iki kere suratına tokat attım. O da bana saldırdı. Attığım tokat müştekinin gözüne gelmiş olabilir. Bağ evine kendisi gelmek istedi. Birlikte alkol aldık. Ben kesinlikle silahla tehdit etmedim. Suçsuzum” dedi.

Burak E. Aile suçlarına bakan nöbetçi savcılığa sevk edilmişti. Sadece cebir ve şiddetle alıkoyma suçlaması yöneltilmişti. Oysa yaralama ve cinsel saldırı gibi çok sayıda suç vardı.

A.G. üç gün yaralı halde acı içinde hastanede yattı ama Burak E., Ankara Batı 1. Sulh Ceza Hakimliği’nce 13 Haziran 2023 yani olay günü  tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Oysa savcılık tutuklama talep etmişti. Savcılık karar itiraz etti ama sonuç değişmedi. Burak E. için yurt dışı çıkış yasağı, haftada bir gün karakola imza vermesi ve A.G.’nin yaşadığı mahalleye girmemesi yönünde adli kontrol kararları verilmişti.

Bu kararın şokunu yaşayan A.G. video kaydından adalet çağrısı yapıyordu:

“Beni kaçırdığı araba suç kaydı olan bir araba. AK Parti amblemli, ‘AK’ plakalı. Beni yanlış anlamayın tekrar söylüyorum. Hiçbir siyasi parti ile ilgili bir şey söylediğim yok. Ama bunun olması doğru değil. Bunlar sayesinde serbest kalma fikri doğru değil. Beni söylediğim gibi defalarca arkasındaki siyasi bağlantılarla tehdit etti ve ona hiçbir şey olmayacağını söyledi. Ben öyle sanmıyordum ama gerçekten hiçbir şey olmadı. Bu adam aile mahkemesine sevk edilmiş. Ben onun hiçbir şeyi değilim, eşi değilim, çocuğu değilim. Su video birinin eline geçerse aileme ya da bana bir şey olursa bundan Burak E. ve ailesi sorumludur. Lütfen bana yardım edin.”

Timur Soykan / BİRGÜN


İsveç’in NATO üyeliği: Olmazsa olmaz mı? + TKP: Sadece İsveç’in yetmez, Türkiye’nin NATO üyeliği sorgulanmalıdır (soL-Özel)

 


İsveç’in NATO üyeliği: Olmazsa olmaz mı? (CANSU OBA-soL/Özel)

'Pazarlık sürecinde Türkiye’deki komünistlere de İsveç’in üyeliğinin NATO için ve dünyadaki ve ülkemizdeki emekçiler için en anlama geleceğini ısrarla anlatma sorumluluğu düşüyor.'

İsveç’in Finlandiya ile birlikte NATO’ya başvurusunun üzerinden bir yılı biraz aşkın bir zaman geçti. Finlandiya geçtiğimiz Nisan ayında üyeliği alırken İsveç’in üyelik süreci uluslararası siyasetin ve Türkiye’nin iç ve dış politikasının gündeminde. 

İsveç’in üyeliğini henüz onaylamamış olan Türkiye ve Macaristan ile devam eden süreç, iki ülkenin İsveç ile ikili görüşmelerinden ziyade başından beri bizzat ABD’nin de aktif olarak dahil olduğu bir şekilde ilerliyor. Uluslararası basında başta İsveç ve ABD olmak üzere Batının bu üyelikteki ısrarı, karşılığında AKP iktidarına verilmekte ve verilecek olan tavizler üzerinden yer buluyor. Oysa bu tartışma konunun özünü görünmez kılıyor. NATO ittifakının sınırlarında meydana gelecek bir değişiklikten, söz konusu olan bir daralma değilse, hiçbir koşulda ve dünyanın hiçbir yerinde emekçilerin yararına bir sonuç çıkmayacağını peşinen biliyoruz. O nedenle İsveç’in olası üyeliğinin mücadele ettiğimiz emperyalist kampın en azılı örgütü için ne ifade ettiğine ve NATO’nun gücünde nasıl bir değişiklik anlamına geleceğine biraz daha yakından bakmaya çalışalım.

Fahri üye mi demeli?

Yakın zamanda İsveç hükümetinden NATO üyeliği kesinleşmeden dahi üye ülkelerin askeri ekipman ve personelinin İsveç topraklarında konuşlandırılabileceğine dair bazı sinyaller geldi.

Aslında İsveç ve NATO ilişkilerinin kısa tarihçesi, bu sinyallerin bir açıdan çok da haber değeri taşımadığını ve İsveç’in zaten uzunca bir süredir NATO ile müttefiklik yoluna girmiş olduğunu anlatıyor. Bu tarihçeye dair bir derleme için ise pek de titiz bir araştırmaya gerek olduğu söylenemez. İsveç hükümetinin resmi internet sitesi bu açıdan fazlaca veri sunuyor ve sağladığı kolaylıkla NATO iletişim ofisi sayfası izlenimi veriyor.

İsveç’in NATO ile kağıt üzerindeki ortaklığı 1994’te NATO ve Avrupa-Atlantik bölgesindeki üye olmayan devletlerin iş birliğini amaçlayan Barış için Ortaklık’la başlıyor. 1997 yılında ise tüm NATO üyesi devletlerle üye olmayan devletler arasındaki ilişkileri geliştirmek amacıyla kurulmuş olan Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi’ne üyelik ekleniyor. Arada, 1995 yılında gelen AB üyeliğini de bu tabloya ekleyelim.

İsveç’in 200 yıldır tarafsız olarak nitelenen dış politikası için bu yıllardan itibaren “askeri açıdan bağımsız” nitelemesi kullanılmaya başlanmıştı. Bağımsızlığın askeri alana sıkıştırılmasının nedeni Batı ile girilen siyasi angajmanın tam bir tarafsızlık tarifini açıkça zorlaştırmasıydı. Fakat İsveç’in NATO dostluğu bu kısıtlı bağımsızlık tanımı için bile sınırları zorlamayı gerektiriyor. Bağımsızlık iddiasındaki bir hükümetin utana sıkıla açık edeceği ancak aynı internet sayfasında gurur nişanesi gibi sıralanan ortaklıkların bazılarına bakalım: 

İsveç Silahlı Kuvvetlerinin NATO’nun Bosna Hersek, Kosova, Afganistan, Libya ve Irak’taki operasyonlarında yer alması; NATO’nun eğitim ve tatbikatlarına katılımın yanı sıra ev sahipliği ve desteği; NATO, AB ve BM tarafından yürütülen operasyonlara daha fazla katkı koymayı amaçlayan bölgesel iş birliği NORDEFCO’ya katkıları; bilim insanlarını NATO’nun kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer savunma programlarına katkı koymak üzere istihdam etmesi; NATO ortağı ülkelerde mayın ve patlayıcıların imhasıyla ilgili programlara sunduğu destekler…

SSCB’nin çözülüşüyle birlikte alenileştiği söylenebilir ancak Soğuk Savaş döneminde de kendisini gösteren bir yakınlaşma söz konusu olan. 

Bugünlerde İsveç’in dış politikasının en öncelikli başlıklarından biri olan NATO üyeliğinin yanına eklenmesi gereken bir madde daha var. NATO süreciyle doğrudan ilişkili ama ayrı bir başlık olarak ele alınmayı hak ediyor. O da Ukrayna’ya her türden desteğin devam ettirilmesi. Ukrayna savaşının patlak vermesi ve ardından İsveç’in NATO’ya üyelik başvurusu İsveç seçimlerinden hemen önce Sosyal Demokrat Parti iktidarında gündeme gelmişti. Başvuruyu yapan da onlar olmuştu. Eylül 2022’deki seçimlerde sağ blok dışardan neo-Nazi partisinin de desteğiyle iktidara geldi ve NATO üyeliği ve Ukrayna desteği konusundaki dış politika önceliği korundu.

İsveç sermaye sınıfı kararlı görünüyor. İktidarlar değişiyor fakat bu iki başlıktaki ısrar artarak devam ediyor.

Başbakan Ulf Kristersson bunu ülkenin ulusal birliğine yoruyor. Öyle ki yeni bir durumla karşı karşıya kalındığında sosyal demokratlar pozisyon değiştirmeyi ve NATO yanlısı konum almayı bildi, “ülkenin çıkarlarını” her şeyin üstüne koydu.1 Ülkenin tüm düzen partilerini aynı çizgiye getiren çıkarın hangi sınıfsal ve ideolojik pozisyondan kaynakladığını Ukrayna yardımları anlatıyor:

Şubat 2023 tarihli ABD raporuna göre, İsveç Şubat 2022’den bu yana Ukrayna’ya tanksavar silahları, hava savunma sistemleri ve arazi araçları da dahil olmak üzere yaklaşık 570 milyon dolarlık askeri yardımda bulundu.2

Rusya’nın Ukrayna’da işlediği iddia edilen savaş suçlarının sorumluluğunu alması için uluslararası hukuk alanında çalışmayı temel meselelerinden biri olarak ilan etti.3 Bunun bir bölümü Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne maddi yardımı da kapsıyor. Emperyalist sistemin zorba karakteri sınır tanımıyor. Özgürlükçü değerler setiyle övünen İsveç hükümeti öncülüğünde Rusya’nın dondurulmuş varlıklarına Ukrayna’nın yeniden inşası için nasıl el konulup kullanılabileceğini araştırmak için AB bünyesinde komisyon kuruldu.

Ukrayna’nın Batılı ülkelere yaptığı çağrıyı yanıtsız bırakmadı. İngiltere iş birliğinde Archer topçu sistemi yardımı4 ve Almanya iş birliğinde uçaksavar sistemi yardımı5 planlar arasında. İsveç Psikolojik Savunma Ajansı ile de Ukrayna’yı savaşın başından beri enformasyon savaşı alanında desteklemeye devam ediyor.6

İsveç’in bir NATO üyesi gibi elinden geleni yaptığı görülüyor. 

Öyleyse İsveç’in üyeliği gerçekte bir fark yaratacak mı?

İsveç, başvurunun ardından Haziran 2022’de NATO’dan kendisine giden davetle birlikte davet edilen ülke statüsüne kavuştu. Bu statü, üyeliği tüm NATO müttefikleri tarafından onaylanana kadar devam ediyor ve nükleer silahlarla ilgili olanlar dışında tüm NATO faaliyetlerine katılımı öngörüyor.

Buna İsveç’in NATO politikalarının hayata geçirilmesindeki hevesi ve aktif katkısı de eklenince üyeliğin kayıt üzerinde de karşılık bulmasının tartışıldığı kadar önemli olup olmadığı sorusu akla geliyor. Ya da İsveç daha ne yapsın?

Mesele sadece İsveç’in yapacakları değil. İsveç hükümeti 5. madde kapsamında değerlendirilmek istiyor. Yani üye ülkelerden biri saldırıya uğradığında tüm üye ülkelerin bunu kendilerine yapılmış bir saldırı saymaları ve yardım etmeleri kuralının İsveç için de geçerli olmasını. Bunun için de üyelik gerekiyor. Rusya’nın kendi topraklarına karşı tehdidini artırdığını çeşitli raporlarla öne sürerken buna karşı ülke güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun NATO üyeliği olduğu argümanını kullanıyor.

ABD’nin manipülasyonlarının NATO üyesi olmayan ülkelerde kamuoyu algısı üzerindeki etkisini ihmal edemeyiz. Ukrayna savaşının başlarında ülkemizdeki kafa karışıklığını ve savaş tehdidi karşısında yükselen güvenlikçi ve NATO’cu söylemin nasıl geniş bir kesimi etkisi altına aldığını hatırlayalım. İsveç’te NATO üyeliği üzerine yapılan anketlerde giderek artan ve bu yılın başında %63’e ulaşan kamuoyu desteğinde de bu emperyalist propagandanın etkisi var.

Diğer yandan bu etki sadece emperyalizm ve NATO’ya değil İsveç sermayesine de yarıyor. İsveçli komünistler tüm dünyada çelişkiler derinleştikçe İsveç sermayesinin kendi yatırımlarını koruma ihtiyacının da arttığını ve NATO üyeliğindeki ısrarı bu açıdan değerlendirmek gerektiğinin altını çiziyor. Türkiye ile pazarlığın ana konusu olan anti-terör yasasının yürürlüğe girmesini de bir de bu açıdan değerlendirilmeye değer. İsveç’i AKP karşısında zor durumda bırakan ve nihayetinde vermek zorunda kaldığı bir taviz olarak tartışılan yasa aynı zamanda İsveç sermaye sınıfı tarafından ülke içinde ipleri sıkılaştırmaya ve işçi sınıfını baskı altında tutmaya yarayacak bir işlev de görecek. Bu bağlamda İsveç için yasanın maliyetinin mi getirisinin mi ağır bastığı tartışılır. Bir başka açıdan ise seçimlerle birlikte sıkılaşan göçmen politikası da bu yasanın kullanım alanını genişletiyor ve birkaç açıdan elverişli bir enstrüman haline getiriyor. 

İsveç sermaye sınıfı NATO üyeliğinin getireceği farka inanıyor. 

Peki NATO için ne anlam ifade ediyor?

İsveç elinden geleni yapıyor olsa da NATO üyeliği bazı mali ve askeri uygulamaları üye devletlere bir yükümlülük olarak getirerek daha bağlayıcı bir ilişkiyi kuruyor. 

Bu yükümlülüklerden biri NATO’nun askeri ve politik yapılanması için insan gücü sağlamak. İsveç hükümetine göre buna ek olarak NATO ortak bütçesine yıllık 55-65 milyon dolar katkı koyması beklenecek. NATO’nun üye ülkeler için öngördüğü savunma harcamaları ise gayrisafi yurt içi hasılalarının yüzde 2’sini hedefliyor. 2021 itibariyle İsveç için bu oran yüzde 1,3 fakat 2026’ya kadar yüzde 2’ye çıkarma taahhüdü bulunuyor. Bir diğer yükümlülük de bu savunma harcamalarının yüzde 20’sinin savunma malzemelerine ve Ar-Ge çalışmalarına ayrılması.7

İsveç’in askeri harcamalarının GSYİH’e oranı neredeyse 1960’lardan beri düşüş eğilimi içinde olsa da toplam harcama miktarının özellikle 2015’ten bu yana arttığı ve 2020-2022 yılları arasında yaklaşık 8 milyar dolara ulaştığı görülüyor.8

Karşılaştırma için benzer bir nüfus ölçeğine sahip NATO üyesi bir ülkeden örnek verelim. Yunanistan’da 2020 itibariyle GSYİH’nin yüzde 3,9’u savunma harcamalarına ayrılmış durumda, bu oranın rakamsal karşılığı ise yaklaşık 8 milyar dolar.9 Bu açıdan İsveç’in henüz hedeflerinin gerisinde olduğu durumda bile mevcut NATO üyesi ülkelerin bir bölümünden daha önemli bir askeri güç kaynağı anlamına geleceği anlaşılıyor.

Ordusunun insan gücü açısından ise NATO için durum çok da arzu edildiği gibi olmayabilir. 1990’larda 100 bine çıkan aktif askeri güç 2000’lerde dramatik bir düşüş yaşamış ve 2019 itibariyle 15 bine kadar gerilemiş.10 Yine de son dönemde burayı güçlendirmeye dair önlemlerin alındığı görülüyor. 2017’de zorunlu askerlik belli koşullara tabi olsa da geri getiriliyor örneğin.

Diğer yandan demir-çelik İsveç’in temel sanayilerinden biri, savunma sanayisi de buna paralel gelişiyor. Askeri yatırımlara verilen ağırlık artıyor ve hükümet değişikliği ile birlikte daha da artacağa benziyor. Silah ihracatında dünyada ilk 15’te yer alıyor. Bu savunma gücününün envanterine katılmasının elbette NATO için askeri bir önemi var. Diğer yandan her ne kadar silah ithalatı giderek azalsa da toplam ithalat payının yüzde 95’i ABD’ye ait.11 Müttefiklik bu ticaret hacmini korumak için de önemli.

Stratejik açıdan ise İsveç, Finlandiya kadar olmasa da önemli bir yere sahip. Rusya ile doğrudan sınırı yok fakat Rusya’nın Kaliningrad’da bulunan ve stratejik öneme sahip olan askeri üssünden 350 km uzaklıktaki Gotland adalarını elinde bulunduruyor. Ayrıca İsveç’in üyeliği NATO için Baltık bölgesinin tamamen müttefiklerle kapatılması anlamına geliyor.

Tüm bu maddi getirilerine ve savunma kapasitesinde yol açacağı artışa karşın İsveç’in NATO’ya katılmasının emperyalist sistem içi rekabet açısından çok kritik sonuçlar doğurmayacağı ve ABD emperyalizmi lehine bir güç dengesi değişikliğinden söz etmenin abartılı olacağı anlaşılıyor. İsveç de dahil olmak üzere NATO bloğunun en çok başvurduğu argümanlardan biri üyeliğin Rusya üzerinde caydırıcı etki yaratacağı yönünde. İsveç’in bu anlamda tek başına caydırıcı olmaktan uzak olduğu açık. Emperyalist sistem içindeki çelişkilerin daha kapsamlı bir dünya savaşına evrilmesinin önünde bir caydırıcı etkiden söz edeceksek o etki hala karşılıklı konuşlandırılmış nükleer silahlara ait. İsveç bu açıdan özel bir ağırlık taşımıyor.

Caydırıcılığın aksine NATO’nun genişlemeye devam etmesi başlı başına bir tehdit. Hem üye olan hem de üye olmayan ülkelerin halkları için. SSCB ortadan kalktığında 16 üyesi olan NATO’nun şimdi 31 üyesi var.

NATO’nun güvenliğin teminatı olduğu yalanıyla birlikte gelen her yeni üyelik, bu emperyalist yalanlarla etkili bir ideolojik mücadele yürütülemediği sürece emekçiler arasında da NATO destekçiliğini güçlendiriyor, emperyalist savaş karşıtı birikimi aşındırıyor ve olası bir emperyalist savaşta kendi ülkelerindeki sermaye iktidarı arkasında pozisyon alma potansiyelini artırıyor. Emperyalist müdahalelerin meşruiyet alanı genişliyor. İsveç üye olsun ya da olmasın, üyelik tartışmalarının kendisinin yarattığı bu tahribatı da çok ciddiye almalı.

İsveç komünistlerinin işaret ettiği yer bu açıdan çok anlamlı. İsveç’te üyelik sürecine karşı çıkan seslerin büyük bir kısmı İsveç gibi “özgürlükçü” bir ülkenin Erdoğan’a “boyun eğmesi”ne tepki olarak çıktı. Oysa bu süreç NATO üyeliğinin getireceği sonuçlar ve sermaye ve emperyalizm karşıtlığı üzerinden tartışıldığında ve toplumsal karşılığı yaratıldığında geri adım attırma ihtimali bulunuyor. 

Temmuz’daki NATO zirvesinden önce sonuçlanıp sonuçlanmayacağına dair net bir şey söylemek için henüz erken olan pazarlık sürecinde Türkiye’deki komünistlere de İsveç’in üyeliğinin NATO için ve dünyadaki ve ülkemizdeki emekçiler için en anlama geleceğini ısrarla anlatma sorumluluğu düşüyor.

                                                                  /././

TKP: Sadece İsveç’in yetmez, Türkiye’nin NATO üyeliği sorgulanmalıdır (soL)

Türkiye Komünist Partisi, 'Sadece İsveç’in yetmez, Türkiye’nin NATO üyeliği sorgulanmalıdır' başlığında bir açıklama yaptı.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) İsveç'in NATO üyeliği sürecine ilişkin bir açıklama yaptı.

"Kirli pazarlık devam ediyor. Ancak NATO’nun genişlemesinin pazarlık masasında bir koz haline getirilmesinden ülkemiz adına ne bir bağımsızlık hikayesi çıkar ne de güçlü bir Türkiye" ifadeleri kullanılan açıklamada "NATO dünyanın en büyük terör örgütü" denildi.


TKP'nin açıklamasının tamamı şu şekilde: 

"NATO dünyanın en büyük terör örgütü.

Bu terör örgütünün temsilcileri bugün Ankara’da Türkiye, Finlandiya, İsveç heyetleriyle toplandı. Toplantının konusu NATO’nun bir kez daha genişlemesi.

NATO dünyanın en büyük suç örgütü.

Emekçi halka karşı sermayenin egemenliğini korumak için var. Ve sermaye egemenliğini daha geniş bir alanda korumaya ihtiyaç duyuyor. NATO bu nedenle yayılmak istiyor. Bundan en çok da NATO üyesi ülkelerin halkları zarar görüyor.

Şimdi sıra İsveç’te.

Kirli pazarlık devam ediyor. Ancak NATO’nun genişlemesinin pazarlık masasında bir koz haline getirilmesinden ülkemiz adına ne bir bağımsızlık hikayesi çıkar ne de güçlü bir Türkiye.

Türkiye bir NATO ülkesi ve NATO, ülkenin tüm kaynaklarının üzerinde çökmüş olan büyük şirketler ve uluslararası tekeller ile birlikte ülkemizi kötürümleştiriyor. Halkın güvenliğini tehdit ediyor. İsveç’in üyeliğine onay verilmesi karşısında alınacak hiçbir karşılık bu bağımlılık ilişkisine son vermeyecek. ABD’nin satacağı F16’lar mı bağımsızlığın teminatı olacak? NATO isteyecek, Türkiye Kosova’ya ve başka ülkelere asker göndermeye devam edecek. NATO, silah firmalarına daha fazla üretin diyecek, NATO kazanacak, silah firmaları kazanacak, halk kaybedecek.

Bu tabloyu tersine çevirebilecek tek seçenek NATO’dan derhal çıkılmasıdır. Kendi toprakları, kaynakları ve insan gücü üzerinde tek söz sahibi halkın kendisi olabilsin diye. Halkın egemenliği için, bağımsız ve kendine yeten bir ülke için.

Finlandiya’nın NATO üyeliğinin Meclis’ten sıfır “Hayır” oyu ile geçmesi onursuzluğunu yaşatanların bu kez en azından zahmet ederek İsveç’in üyeliğine “Hayır” demeleri beklenir. Hiç olmazsa itibarları için.

Türkiye Komünist Partisi ise sadece İsveç’in değil Türkiye’nin NATO üyeliğinin sorgulanması için üzerine düşeni yapmaya devam edecek. Çünkü okullarda çocuklarımızın başına atanan imamları, azalan ekmeğimizi, çalınan geleceğimizi sorgulamak için bu düzeni koruyan NATO’nun da sorgulanmasına ihtiyacımız var."

(soL)

Ölüm taciri Dörtlü Çete’den sahte ‘kanun ve nizam’ kampanyası (I+II+III)- MERYEM VİTNİ/soL-Özel

 


(I)

Yazı dizimizin bugünkü bölümünde, Dörtlü Çete adını taktığımız JTI, PMI, BAT ve ve Imperial Tobacco’yu tanımaya çalışacak ve küresel tütün tarımını nasıl biçimlendirdiklerine bakacağız. 

14 Haziran 2023 günü, Japon Tütün (JTI), Philip Morris (PMI), British American Tobacco (BAT) ve Imperial Tobacco’nun üst düzey yöneticilerinden oluşan dörtlü bir heyet tütün sanayicileri adına yasadışı tütün ticaretinin önlenmesi için bir kampanya başlattıklarını duyurdu. Bu yazı dizisinde, medyada geniş yer verilen dörtlü çete görüntüsünü, söylemini, tarım ve yasadışı ticaret üzerindeki etkisini masaya yatıracağız. 

Bugünkü bölümde, Dörtlü Çete adını taktığımız bu şirketleri tanımaya çalışacak ve küresel tütün tarımını nasıl biçimlendirdiklerine bakacağız. 

Dörtlü Çete taammüden insan öldürür

Tütün tüketiminin hastalık yapıcı, sakat bırakıcı ve ölümcül etkilerini kanıtlarıyla birlikte bildikleri halde, ulusötesi sigara şirketleri yüzyılı aşkın süredir, agresif pazarlama yöntemleriyle başta sigara olmak üzere tütün ürünü üretip satıyor. DSÖ verilerine göre, tütün kullanımı kalp-damar ve solunum hastalıklarının ve 20’den fazla kanser türünün başlıca risk faktörü. 2020’de kullanım sıklığı erkeklerde % 36,7, kadınlarda % 7,8, genelde % 22,3 olan dünyamızda her yıl 8 milyon kişi tütünden ölüyor. Bunların 1,2 milyonu tütün kullanmayan, ancak tütün dumanına maruz kalmış kişiler. Bu gidişle, yüzyıl sonunda tütünden ölenlerin sayısı yüzyıl içinde 1 milyar kişiyi bulacak. Gelişmiş kapitalist toplumlarda tüketim inişe geçince, Dörtlü Çete üretim ve tüketimi Küresel Güney’e kaydırdı. Bugün, dünyadaki toplam 1,3 milyar tütün kullanıcının % 80’inden fazlası Küresel Güney’de yaşıyor, orada hastalanıyor, orada ölüyor. 

Dörtlü Çete’nin küresel güç konsolidasyonu

Günümüzde, Çin haricinde, dev ulusötesi şirketler küresel tütün piyasasına tam hakim konumda. Dünyada ve Türkiye’de karşımızda aynı 3,5 şirketten oluşan tipik bir oligopol, yani bir tür tekel var. Aslında 3,5 demek daha doğru, ama biz basın toplantısında verilen görüntüden esinlenerek bu yazıda alegorik bir ad takalım, Dörtlü Çete diyelim. Son 40 yıl içinde, neoliberal kapitalizm projesinin estirdiği serbestleştirme, özelleştirme ve finansallaşma rüzgarları sayesinde, Dörtlü Çete muazzam bir güç elde etti. Bunu, bir yandan, finansallaşmanın sağladığı olanaklarla, tütün alanında faaliyet gösteren devlet tekellerini ve ulusal ölçekli şirketleri bünyesine katarak, diğer yandan serbestleştirme sonucu ticari imtiyazlarla yeni piyasalara girerek elde etti. Önce Latin Amerika fethedildi, onu Doğu Avrupa, Orta Doğu, Güney ve Güneydoğu Asya izledi. Bugün tarladan perakendeye kadar, üretim ve ticaretin her aşamasında tam hakimiyet kurmuş durumda. 

Euromonitor verisiyle, 2020 yılı itibariyle, dünyadaki yıllık kayıtlı sigara tüketimi 5.2 trilyon adet. Sigaraya diğer geleneksel ve yeni nesil tütün ürünlerini de eklediğimizde, sektörde toplam yıllık hasılat 2020’de 852,9 milyar USD olarak hesaplanıyor. Türkiye’nin yıllık GSMH’sı da bu civarda. Zaten, Dünya Bankası’nın nominal GSMH sıralamasına dahil edildiğinde, Dörtlü Çete, en büyük hasılata sahip 18. ülke konumunda listeye dahil oluyor; yani ilk 20’ye giriyor. 

Dörtlü Çete’ye giriş izni vermeyen, tütün piyasasını devlet tekeli eliyle yöneten Çin’i dışarda tutarsak, Dörtlü Çete’yi oluşturan şirketlerin 2020 itibariyle küresel sigara piyasası payları Euromonitor verisiyle şöyle: PMI ve Altria % 25,9, BAT % 24,0, JTI % 8,1, Imperial Tobacco % 3,5, KT&G % 1,3. Bunların birçoğu, geçen yüzyılın başlarındaki kuruluşlarından beri, ulusötesi nitelikler ve içinden doğdukları emperyalist sistemin uzantısı olma özellikleri sergiliyor. 

Dörtlü Çete’yi küresel sermaye denetim ve etki ağının bütünleşik bir unsuru olarak ele almak gerek. Her bir şirket, hem ağdaki diğer şirketlerle, hem de hissedarları ve dünyanın dört bir yanındaki yüzü aşkın iştirakiyle yoğun, yönetim, denetim, iyelik, kredi ve ticaret ilişkileri içinde. Günümüzde dünya borsalarında işlem gören hisselerinin ezici çoğunluğu küresel finans sermayenin iyeliği, dolayısıyla kontrolü altında. Bu anlamda aslında Dörtlü Çete, küresel finans sermayenin taşeronu olarak faaliyet gösteriyor dünya arenasında. Şirketlerin faaliyet raporlarına baktığımızda da, yaptıkları iş tütün ürünü üretip satmaktan çok, parayı, dövizi, borcu, nakdi döndürmek üzerine kurulu. Ayrıca, BAT’ın % 9 hissesi Birleşik Krallık Hazinesi’ne, JTI’nin % 33 hissesi Japon Maliye Bakanlığı’na ait. 

Dörtlü Çete ne iş yapar?

Dörtlü Çete, ürünlerini birer nikotin zerk aracı olarak tasarlar. Adeta, eczacılığa öykünen bir yaklaşımla, 600’den fazla katkı maddesi kullanılarak, ürünün tadının yumuşatılması, içiminin kolaylaştırılması ve bağımlılık yapıcı özelliğinin ayarı yapılır. İster sigara gibi geleneksel ürünler olsun, ister zarar azaltım iddiasıyla pazarlanan yeni nesil ürünler, amaç hep aynıdır: Pazarlama hedefleri doğrultusunda ürünü cazip kılmak ve bağımlılık yapıcı özelliğini, yani nikotin zerkini, farklı biçimlerde yeniden düzenlemek. Bunun ARGE’si için büyük kaynaklar, yüzlerce bilimcinin aklı, emeği heba edilir. 

Ürün tasarımı, doğrudan pazarlama stratejisine hizmet eder. Öldüren bir ürünün pazarlanmasından söz ediyoruz. Hiç de kolay değil! Ürünü bir haz ve arzu nesnesi olarak benimsetmek, ona ihtiyacımız olduğunu hissettirmek için benliğimizin en derinlerine sirayet edebilen son derece agresif bir pazarlama.

Dörtlü Çete sistematik olarak, ticari çıkarları doğrultusunda siyasi süreçlere müdahale eder. Bunun için ayrı departmanları, yetişmiş elemanları vardır. Sadece kapalı kapılar ardında ve yolsuzluk-rüşvet yoluyla değil, kurumsal sosyal sorumluluk, halkla ilişkiler, medya ilişkileri, lobicilik, odalarda, birliklerde, siyasi karar mekanizmalarında temsil gibi mecralarda yapar bunu.

Dörtlü Çete’nin alameti farikası: süper-süper kârlar

Tütün ürünü imalatı günümüzde tam otomatize. Şirketlerin iddia ettiğinin aksine, sektörde doğrudan istihdam hiç de yüksek değil ve çalışanların büyük bölümü esnek çalışmaya dayalı satış ve pazarlama alanında görevlendiriliyor. Dörtlü Çete’nin süreğen süper kârının temel kaynağı, dünyanın dört bir yanındaki tütün çiftçilerinin ucuzlatılmış emek gücünün aşırı sömürüsü. Tütün yetiştirmek, kurutmak, işlemek yılın tamamına yayılan son derece emek yoğun bir uğraş. Dörtlü Çete buradaki artık değere el koyduğu gibi, buna tekel rantı ve emperyalist rant da ekleyerek süper-süper kârlarla faaliyet gösteriyor.

Hedeflediği kâr ve hasılat düzeyine erişmek için, Dörtlü Çete, diğer küresel oligopoller gibi, dünyayı kendi küresel köyü haline getirmiş durumda. İmalat ve tüketimin Küresel Güney’e kaydırılmasında olduğu gibi, tütün tarımı da, geleneksel tütün yetiştiren bölgelerden Küresel Güney’in gitgide daha yoksul ülkelerine, bölgelerine kaydırıldı, oralarda yaygınlaştırıldı. Bu coğrafi kaydırma ve yayılma sayesinde, dünya tütün yaprağı üretimi 1990’larda 9 milyon ton ile doruğa ulaştı. Üretimdeki artış sonucu, sonraki yıllarda fiyatlar hızla düştü, tütün çiftçisinin geliri daraldı, ihracatçı ülkelerin ihracat gelirleri düştü. 
Dörtlü Çete lobisi hükümetlerden tarımsal desteklere ve alımlara son vermelerini ve yerine sözleşmeli tarım düzeni getirmelerini talep etti. Dünyanın dört bir yanında neredeyse eşzamanlı sözleşmeli tarıma geçildi. Sözleşmeli tarım altında, tütün çiftçisi aileler kendi toprakları üzerinde ulusötesi şirketlerin taşeronu haline geldiler, işçileştiler. Şirketler koşullarını ve fiyatını kendilerinin belirlediği bu sözleşmelerden süper kârlar elde ederken, tütün çiftçileri tarımsal üretimin bütün risklerini sırtlamak zorunda kaldı, geçim koşulları gitgide kötüleşti. 

Dörtlü Çete lobisi hükümetlerden tütün ticareti önündeki engelleri kaldırmasını talep etti ve bunda da başarılı oldu. Günümüzde, her ülkede kurulu iştirakleri arasında serbestçe alım-satım yapabiliyor, küresel ölçekte en ucuz tütünlere erişebiliyor, üretim maliyetlerini istediği gibi ucuzlatabiliyor. 

Geçim koşullarının zorlaşması sonucunda, dünyanın dört bir yanındaki tütün çiftçileri, alternatif üretim olanaklarının ve teşviklerin yokluğunda, tarımsal üretimi bırakarak mülksüzleşti, kente göçtü, üretime devam edenler ise gitgide daha fazla ücretsiz aile işçiliğini devreye soktu. Tütün yetiştirilen bölgelerde çocuk işçiliğinin de, kırsal yoksulluğun da artmasının en baş sorumlusu Dörtlü Çete’dir.

Sözleşmeli tarımın ve ticaret serbestisinin kazanan ve kaybeden tarafları

Dörtlü Çete’nin son 30 yılda dünyada tütün tarımını nasıl altüst ettiğini aşağıdaki grafikten izlemek olası. Dünya genelinde % 17,5 daralma yaşanırken, geleneksel tütün tarımının yapıldığı ülkelerde büyük kayıplar gözlemleniyor. Üretim hacmi % 75 oranında azalan Türkiye en kötü etkilenen ülkeler arasında. Komşu Bulgaristan ve Yunanistan’da durum daha da vahim. Ancak, Brezilya, Pakistan ve Tanzanya gibi ülkelerde tam tersi bir durum var; oralarda üretim patlaması yaşanmış. Bu grafiğin ortaya koyduğu tablo, piyasaların veya hükümetlerin işi değil; doğrudan ucuz emek gücü peşinde küresel tarımı tahakkümü altında tutan Dörtlü Çete’nin marifeti. Burada tek kazanan taraf Dörtlü Çete. Türkiye, Brezilya, Tanzanya ve hatta ABD’deki tütün çiftçilerinin hepsi kaybeden taraf.


Yazının yarın yayınlanacak ikinci bölümde Dörtlü Çete’nin Türkiye’de tütün tarımını nasıl çökerttiğine ve önemli boyutta bir pazar payını kaptırdıkları yerli üretime dayalı yasadışı tütün ticaretinin asıl müsebbibinin bizzat kendileri olduğunu göstereceğiz. Üçüncü bölümde, yasadışı ticaretle mücadele neferi rolüne bürünen, halk sağlığı şarlatanlığı yapan Dörtlü Çete’nin söz konusu kampanyasının reklam, tanıtım mahiyetine dikkat çekerek, suç isnadında bulunacağız.

(II)

Bu yazı dizisinde, medyada geniş yer verilen dörtlü çete (JTI, PMI, BAT, Imperial Tobacco) görüntüsünü, söylemini, tarım ve yasadışı ticaret üzerindeki etkisini masaya yatırıyoruz.

14 Haziran 2023 günü, Japon Tütün (JTI), Philip Morris (PMI), British American Tobacco (BAT) ve Imperial Tobacco’nun üst düzey yöneticilerinden oluşan dörtlü bir heyet tütün sanayicileri adına yasadışı tütün ticaretinin önlenmesi için bir kampanya başlattıklarını duyurdu. Bu yazı dizisinde, medyada geniş yer verilen dörtlü çete görüntüsünü, söylemini, tarım ve yasadışı ticaret üzerindeki etkisini masaya yatırıyoruz.

Dünkü bölümde, Dörtlü Çete adını taktığımız bu şirketlerin oligopolik yapısını ve küresel tütün tarımını nasıl biçimlendirdiklerini irdeledik. Bugünkü ikinci bölümde Dörtlü Çete’nin Türkiye’de tütün tarımını nasıl çökerttiğini ve önemli boyutta bir pazar payını kaptırdıkları yerli üretime dayalı yasadışı tütün ticaretinin asıl müsebbibinin bizzat kendileri olduğunu göstermeye çalışıyoruz. 

Türkiye tütün sektöründe yabancı sermaye kontrolü

Tütün sektörü Türkiye’de yabancı sermaye iyeliğinin ve dolayısıyla kontrolünün en yüksek olduğu başlıca sektör. TÜİK 2012 verisine göre, sektörde yabancı sermaye kontrolü % 87,9. Bunu, büyük arayla, “bilgisayar, elektronik ve optik ürün imalat” sektörü (% 45,8) ve “motorlu kara taşıtı, treyler ve yarı treyler imalat” sektörü (% 45,3) izliyor. 

Bu sektörde, ileri teknoloji, nadir elementler veya dev finansman gereksinimi mi söz konusu ki, tüm sanayi ve hizmet sektörlerinden çok daha yüksek düzeyde yabancı sermaye yatırımı peydah olmuş? Aksine, Türkiye geleneksel bir tütün tarımı ülkesi, oryantal tütünün anavatanı. Ege’de, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da, Karadeniz’de bol tütün yetişiyor. Öyle ki, Türkiye’de tütün köylüsünün her yaştan aile bireyinin emeğine alın terini katarak ürettiği tütünden daha ucuz bir emek ürünü az bulunur. 

Teorik olarak, biraz sermayesi olan herkes, tütün satışı yapan yüzlerce e-ticaret sitesinden ucuz tütün satın alabilir ve yine internetten külüstür sigara sarma makinesi, alet edevatı edinerek kolayca sigara imalatına girişebilir. Hele bir de, ülkenin uçsuz bucaksız kayıtsız ekonomisiyle temas kurulursa, kısa sürede pazarlama ağı da oluşuverir. Ucuz, düşük teknolojili, kolay ve çok kârlı, değil mi? Ama, yakın zamana kadar Dörtlü Çete’nin tam hakimiyet kurduğu piyasada yerli sermayenin böyle bir hareket olanağı yoktu. 

Sözleşmeli tarıma geçiş ve Tütün Fonu’nun sıfırlanması

Bunun nedeni, sektörün tamamına bir deli ceketi gibi giydirilen, IMF dayatması Derviş kanunlarından önde geleni, 4733 sayılı Tütün Kanunu. Ateşli tartışmaların, bakan istifalarının ve Sezer’in vetosunun ardından, 2002 başında yürürlüğe giren bu Kanun, yüksek giriş engelleriyle Dörtlü Çete’nin oligopolünü koruma altına aldı, sınırsız üretim ve ticaret ile fiyat serbestisi hükümleriyle yüksek kârlılıklarını garantiledi. Ancak en büyük dönüşümü tütün tarımında yaptı: Tarım destekleri ve alımları terk edilerek, tütün köylüsünü ulusötesi şirketlerin şartlarına ve düşük fiyatlarına mahkum eden sözleşmeli tarıma geçildi.
2009 yılında “yabancı tütün ile yurt içinde harmanlanmış ve imal edilmiş (blended) sigaraların bünyesine giren yabancı tütünün ithali sırasında CİF bedel üzerinden 3000 USD/ton fon alınmasına” dair Bakanlar Kurulu Karar’ı, daha sonraki yıllarda AB müzakerelerine takıldı, piyasa köktenciliğinin “ulusal ve yabancı tütün yetiştiricileri ve imalatçısına eşit uygulama” düsturu doğrultusunda nihayet 2018’de sıfırlandı, diğer bir deyişle yerli üreticileri korumayı hedefleyen bir mekanizma ortadan kaldırıldı. Tütün Fonu’nun sıfırlanmasının 2022’de ithal edilen 114.379 ton üzerinden etkisini hesaplayacak olursak, 2022 yılı için bu tutar 343 milyon USD’yi buluyor. Yani, Fon’un sıfırlanmasıyla, 2022’de Dörtlü Çete 343 milyon USD maliyet indirimine kavuşurken, aynı tutarda Hazine kaybı yaşandı, tütün çiftçisi işsiz bırakıldı. 

Yazının dünkü bölümünde belirttiğimiz küresel ölçekte sözleşmeli tarıma geçiş ve dış ticaret engellerinin kaldırılması politikaları Türkiye’de de geçerli hale getirildi. 

Tütün tarımının çökertilmesi

Tütün Kanunu ile getirilen sözleşmeli tarım ve Dörtlü Çete’nin kendi küresel köyünden ucuz tütün tedarik edebiliyor olması, Türkiye’de tütün tarımını çökerten, tütün çiftçisini yoksullaştıran, göçe zorlayan, akabinde yasadışı piyasaya yönelik kayıtdışı üretime yönelten başlıca iki unsur. Kanun’un yürürlük kazandığı 2002’de 406 bin olan kayıtlı tütün çiftçisi sayısı 20 yıl içinde on kat azalarak 2022’de 41 bine düştü. Türkiye’nin üretimi, 1970’li yılların ortasında 325 bin ton ile dünya tütün yaprağı üretiminin % 5,7’sini temsil ederken, 2013’ten itibaren dünya üretiminin düzenli olarak düşmesine rağmen, 2021’de Türkiye’nin dünyadaki payı 73 bin ton ile % 1,24’e düştü. 

Aşağıdaki grafikten görüleceği üzere, Türkiye 1990’a kadar tütün ihracatçısı ülke olarak sıfır ithalat yaparken, günümüzde net tütün yaprağı ithalatçısı haline geldi ve dış ticaret makası gitgide açılıyor. Bu tablo da, “piyasaların işi” değil, doğrudan Dörtlü Çete’nin marifeti. Zira, bizim ithalat-ihracat olarak nitelendirdiğimiz kalemler, onlar için küresel köylerinde şirket içi yapılan alım ve satımlardan ibaret. İthalat niye artıyor? Yanıtı çok basit: Çünkü, Malawi’de, Zimbabve’de, Tanzanya’da üretilen tütünler daha ucuz.

Serbestleştirme politikaları öncesinde Türkiye’de üretilen sigaralarda % 100 yerli tütün kullanılırken, aşağıdaki grafikten izlenebileceği üzere, 2022’de bu oran % 13’e düşmüş durumda. Sigaraları üreten Dörtlü Çete, başka yerde daha ucuza ürettirebildiği için, % 87 oranında ithal tütün kullanmayı tercih ediyor. 

Organize yasadışı tütün ticaretinin gelişimi

Sözleşmeli tarım, ucuz tütün ithalatı ve Dörtlü Çete’nin sigara piyasasında kimseye geçit vermeyen hakimiyeti ile Türkiye’de tütün tarımı çökertilirken, bunun sonucunda ve buna bir tepki olarak, günümüzde toplam sigara ve sigara muadilleri piyasasının dörtte birini oluşturan organize yasadışı tütün ticareti baş gösterdi ve son yıllarda hızla gelişti. Diğer bir deyişle, Dörtlü Çete’yi koruma altına alan 4733 sayılı Kanun ile sektöre giydirilen deli ceketinin dikişleri belli bir gerilim noktasından sonra tutmadı, patladı; Kanun’un dışına çıkan arayışlar güç kazandı. Yasadışı ticaretin arkasında, hem kayıtdışı ekonominin dağıtım ve satış ağlarıyla hem de tütün çiftçileriyle güçlü bağlantıları olan, ismen bilinen yerli tüccarlar ve komisyonculardan oluşan bir dizi aktör var. 

Türkiye’de daha önce de kayıtdışı tütün üretimi ve sarmalık kıyılmış tütün satışı söz konusu olmakla birlikte, 2017 yılına gelindiğinde, Kanun’un dışında gelişen yerli üretim sarmalık kıyılmış tütünlerin yasadışı ticaretinin ulaştığı boyut ve organizasyon düzeyi bir düzenleme krizine yol açtı. Ülkenin her yerinde sayıları binlerle ifade edilen açık tütün ve dolgulu makaron satan “tütüncü” dükkanlar, tezgâhlar türedi. Ancak bu piyasanın gerçek boyutları, hacmi hakkında resmi veri yok. Dörtlü Çete, yasadışı tütün piyasasının pazar payının % 30’a yaklaştığını, 40 milyar adet sigaraya eşdeğer olduğunu iddia ediyor. Bu iddianın doğruluğunu sınayabilmek, piyasanın karanlıkta kalan ruhsatsız bölümünü aydınlatabilmek için elimizde kamu idaresi tarafından yürütülen düzenli, güvenilir, detaylı piyasa araştırması verileri olması gerekir, ancak alacakaranlık devam ediyor.

AKP’nin oyalama politikası

Hızla pazar payı kaybeden ve oligopol düzenini korumak isteyen Dörtlü Çete, 2017’den beri, iktidardan, hapis cezası dahil, ağır yaptırımlarla yasadışı ticaretin önünü almasını talep ederken, yüksek kârlı tütün piyasasından pay talep eden yerli yasadışı ticaret çetesi ise vergilerin düşürülmesini ve yasallaşma için koşulların oluşturulmasını talep edip durdu. Taraflar arasındaki gerilim gazete sütunlarından sokak gösterilerine kadar yayıldı.

AKP iktidarı, her iki tarafı da memnun etme gayretiyle, bir yandan hapis cezası getirdi, diğer yandan yürürlük tarihini defaten erteledi. Bir yandan baskınlar, gözaltılar ile yasadışı ticaretle mücadele görüntüsü verdi, diğer yandan tonlarca ürünün taşınmasına, dağıtımına ve satışına göz yumdu. Bir yandan sarmalık kıyılmış tütün için ÖTV oranını düşürdü, üreticilerin kooperatif kurarak yasal sarmalık kıyılmış tütün üretmelerini kolaylaştırdı, ancak bundan en fazla Dörtlü Çete yararlandı. Tütün ekilen bölgelerdeki seçim sonuçlarına bakacak olursak, AKP’nin tarafları oyalama politikasının kendisi için bu aşamada gayet olumlu sonuçlandığı anlaşılıyor. 

Ancak, çok boyutlu çözümsüzlük devam ediyor. Türkiye’de hem Dörtlü Çete’nin hakim olduğu yasal sigara piyasası büyüme eğilimi gösteriyor, hem de yerli üretim sarmalık kıyılmış tütün ve bu tütünlerden imal edilen dolgulu makaronların yasadışı piyasası göz ardı edilemeyecek bir hacme ve organizasyon kapasitesine ulaştı. Tütün arzını denetim altında tutacak tarım planlaması yapan, çiftçi-devlet ilişkisini yeniden tesis eden, korumacı, destekleyici ve denetleyici yöntemlerle tarımsal üretimi yönlendiren bir kamu yönetiminin yokluğunda bu çözümsüzlüğün halk sağlığı üzerinde ağır sonuçları olmaya devam edecek.

Yazının yarınki üçüncü ve son bölümünde, yasadışı ticaretle mücadele neferi rolüne bürünen, halk sağlığı şarlatanlığı yapan Dörtlü Çete’nin söz konusu kampanyasının reklam, tanıtım mahiyetine dikkat çekerek, suç isnadında bulunacağız.

(III)

Bu bölümde halk sağlığı şarlatanlığı yapan Dörtlü Çete’nin söz konusu kampanyasının sahteliğini ortaya koyuyor, reklam, tanıtım mahiyetine dikkat çekerek, suç isnadında bulunuyoruz.

14 Haziran 2023 günü, Japon Tütün (JTI), Philip Morris (PMI), British American Tobacco (BAT) ve Imperial Tobacco’nun üst düzey yöneticilerinden oluşan dörtlü bir heyet tütün sanayicileri adına yasadışı tütün ticaretinin önlenmesi için bir kampanya başlattıklarını duyurdu. Bu yazı dizisinde, medyada geniş yer verilen dörtlü çete görüntüsünü, söylemlerini, tarım ve yasadışı ticaret üzerindeki etkisini masaya yatırıyoruz.

Yazının ilk bölümünde, Dörtlü Çete adını taktığımız şirketlerin oligopolik yapısını ve küresel tütün tarımını nasıl biçimlendirdiklerine irdeledik. İkinci bölümde Dörtlü Çete’nin Türkiye’de tütün tarımını nasıl çökerttiğine ve önemli boyutta bir pazar payını kaptırdıkları yerli üretime dayalı yasadışı tütün ticaretinin asıl müsebbibinin bizzat kendileri olduğunu göstermeye çalıştık. Bugünkü üçüncü ve son bölümde ise, kanun ve nizamdan yana, yasadışı ticaretle mücadele neferi rolüne bürünen, halk sağlığı şarlatanlığı yapan Dörtlü Çete’nin söz konusu kampanyasının sahteliğini ortaya koyuyor, reklam, tanıtım mahiyetine dikkat çekerek, suç isnadında bulunuyoruz.

Dörtlü Çete yasadışı ticaretle mücadele neferi rolünde

Dörtlü Çete’nin 14 Haziran’da İstanbul’da düzenlediği basın toplantısı hayli ilginçti. “Yasa Dışı Kapı Dışı” logolu, tanıtım videolu, web sayfalı bir kampanya ile toplumun karşısına çıktı Türkiye’de faaliyet gösteren ulusötesi sigara şirketlerinin dört üst düzey yöneticisi. Oysa, tütün kullananların bile içtikleri sigaranın kim tarafından üretildiğini farkında olmadığı ülkede, ulusötesi şirketler arka planda durur, kamuoyuna duyurmak istedikleri mesajları genellikle medyadan sözcülerin veya bazı üçüncü tarafların aracılığıyla verir, tütün sanayicileri kimliğiyle bir heyet halinde nadiren basın açıklaması yapar. Yasadışı ticaret konusunda daha önce TESK başkanı Palandöken ile işbirliği yapıldığına şahit oluyorduk. Zaten, basın toplantısında izletilen videonun orijinalinin sonunda TESK amblemi varken, gösterimde bu amblem kaybolmuştu. Anlaşılan, video önce TESK için yaptırılmış, daha sonra TESK dışlanarak, video kendi kampanyalarına mal edilmiş.

Dörtlü Çete, yurtdışında yasadışı ticarete karıştıkları iddiasıyla haklarında açılan davalardan hiç söz etmiyor, kendi markalarını taşıyan elektronik sigara ve ısıtılan tütün ürünlerinin ülkedeki yaygın yasadışı ticaretini ağzına almıyor, tütün tarımını kendisinin çökerttiğinden bahsetmiyor, yasadışı tütün ticaretinin ortaya çıkmasının baş müsebbibinin kendisi olduğundan hiç mi hiç söz etmiyor. 

Ama, yasadışı sarmalık kıyılmış tütün ticaretinden çok şikayetçi. Türkiye’den kaldırdıkları hasılattan büyük bir payı kaptırdıkları yasadışı ticaretle mücadele için çağrı yapıyor. Vergi kaybına ve milli güvenlik tehdidine vurgu yaparak, iktidarın hassasiyetlerine sesleniyor. 150 bin satış noktası ve 50 bin çiftçiyi yanlarında göstererek, sadece dört adet ulusötesi şirketin Türkiye iştirakinden ibaret olmadığını, kitlesel bir gücü de temsil ettiğini ima ediyor. Dörtlü Çete, bir toplumsal meşruiyeti varmış gibi, kanun ve nizamdan yana olduğunu sürekli vurguluyor, bu uğurda bilinçlendirme kampanyası yürüteceğini bildiriyor ve yeni yasal düzenlemeler ve ek önlemler talep ederek bu yönde siyasi müdahaleleri olacağının işaretini veriyor.

Halk sağlığı şarlatanı

Yasadışı ticarete karşı argümanlardan biri de, “hiçbir ürün standardına bakılmadan, içine ne konulduğu belli olmadan, yasal etiketler, sağlık uyarıları, genel uyarılar, bilgiler, mesajlar olmadan” satılan ürünlerin hijyen ve sağlık açısından tehlikeli olması. Diğer yandan, yasadışı ticaretin içinde olanlar da, ürünlerinin “katkısız” olduğunu iddia ederek, sağlığa daha az zararlı olduğu imasında buluyor.

İşin doğrusu ise şöyle: her iki tür ürünün de içinde ne olduğunu, üreticileri dışında, aslında kimse bilmiyor. Tarım ve Ormancılık Bakanlığı websitesinde, geçmiş tarihte piyasada bulunan bandrollü tütün ürünlerinde yer alan girdiler, marka belirtmeden, icmal listesi halinde, miktar ve sağlık etkileri açıklaması olmadan, sadece üreticilerin beyanına dayalı olarak, yayınlanıyor. Türkiye’de, kanuni yükümlülük olmasına rağmen, bağımsız inceleme laboratuvarı da, ürün düzenlemesine ışık tutacak bağımsız bilim kurulları da kurulmadı, kurulmak istenmedi. Ticari sır perdesi sımsıkı kapalı tutuluyor. 

Önemli olan şu: Tütün ürünü tüketiminin her çeşidi öldürücüdür. Tütün ürünlerinin içinde toksik maddeler, bağımlılık artırıcı, cazibe artırıcı katkı maddeleri de bulunmaktadır. Tercih, asla bandrollü marka veya makaron arasında değil, halk sağlığını önceleyen bir toplum düzeninden yana olmalıdır.  

Yeni nesil ürünlerin yasallaştırılması için prelüd

Yasadışı ticaret Dörtlü Çete’nin canını fena sıkıyor, acil iyileştirme bekliyor, ancak gözü başka bir yerde. Basın toplantısının içeriği ve tarzıyla, iktidarın yanında, “kanun ve nizam”dan yana olduklarını gösterdiler. Açtıkları bu iletişim penceresinin devamında, yeni nesil tütün ve nikotin ürünlerini gevşek ve elverişli koşullarla Türkiye pazarına sokacak düzenlemelerin peşinde olacaklardır. İktidar cephesinden bu konuda çelişkili sinyaller geldi, ancak bugüne kadar ne üretim ne de piyasaya arz için bu ürünlere ruhsat verilmedi. Türkiye’de tütün ürünü arzını planlı biçimde daraltmak gerektiği halde, bir de yeni nesil ürünlerin yasal piyasada boy göstermesi, büyük bir akıldışılık olacak, halk sağlığına geri dönüşü çok zor bir darbe vuracaktır.

Dikkat: Dörtlü Çete kampanya düzenleyemez!

Türkiye’nin de taraf olduğu Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi, kapsamlı reklam, tanıtım ve sponsorluk yasaklarının tütün ürünlerinin tüketimini azalttığı kabulüyle, taraflardan dolaysız ve dolaylı her türlü tütün reklamı, tanıtımı ve sponsorluğunu yasaklamalarını istiyor. Bu bağlayıcı uluslararası antlaşmanın 2008 yılında uyarlandığı 4207 sayılı Kanun’un 3. Maddesinde, söz konusu kapsamlı yasaklar, 5. Maddesinde ise bunların ihlaline ilişkin cezai yaptırımlar düzenlenmiş durumda. Buna göre, basın toplantısı ve burada duyurulan kampanya, tütün ürünlerinin halk tarafından alınmasını ve tüketilmesini özendirecek unsurlar içerdiği, şirketlerin ve ürünlerinin tanıtımını yaptığı ve sağlık konusunda yanıltıcı imalar içerdiği için, hem TKÇS’yi hem de 4207 sayılı Kanun’u ihlal ediyor. İlgili Makam tarafından derhal kanuni ceza uygulaması yapılmalı, ilgili kampanya sonlandırılmalıdır.

Ne yapmalı?

Yasal ve yasadışı ikili tütün piyasası yapısının sürdürülmesi de, yasadışı piyasanın yasallaştırılması da, özünde tütün tüketimini azaltan hiçbir unsur içermiyor; aksine, tütün ürünü arzını artırıcı, tüketimi teşvik edici modeller olarak karşımızda duruyor. Tüketimi gerçekten hızla aşağı çekmek için, halk sağlığına, planlamaya ve devlet denetimine dayalı bir tütün politikasını savunmaktan, 4733 sayılı Kanun’u çöpe atmaktan, Dörtlü Çete’yi sepetlemekten, hem halkın akciğerlerini, hem çiftçinin geçimini, sosyal haklarını, çoluğunun çocuğunun eğitimini gözeten bir üretim planlaması yapmaktan ve bunların koşullarını aramaktan başka çare yok.

MERYEM VİTNİ/soL-Özel


20 milyon yıllık ağaç fosillerinin bulunduğu bölgede taş ocağı ısrarı - YUSUF YAVUZ / soL

 Ankara’nın Beypazarı ilçesine bağlı Doğanyurt köyünde bulunan ve mutlak koruma gerektiren zengin doğal miras inşaat malzemesine kurban edilmek isteniyor.

Ankara’nın Beypazarı ilçesine bağlı Doğanyurt köyünde özel bir şirket tarafından açılmak istenen Kalker ocağı ve kırma eleme tesisi için 17 Nisan 2020 tarihinde verilen "ÇED Gerekli Değil"dir kararına karşı yöre halkı ve doğa koruma kuruluşları dava açmış, Ankara 18. İdare Mahkemesi de Şubat 2022’de ÇED kararını iptal etmişti. Yaban hayatı açısından oldukça zengin olan bölgede 20 milyon yılı aşan farklı türlerdeki ağaç fosillerine rastlanması da doğa tarihi açısından bu bölgeyi önemli kılıyor. Ancak bu bölgede beton hammaddesi üretmek isteyen firma Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na yeni bir ÇED dosyası ile başvurdu. Bilim insanlarının ve çeşitli doğa koruma örgütlerinin karşı çıktığı proje için 23 Haziran’da ÇED toplantısı yapılacağı duyuruldu.

Birçok canlı türü yaşıyor

Ankara’nın Beypazarı ilçesine bağlı Doğanyurt köyü, İç Anadolu ile Batı Karadeniz bölgesi arasındaki doğal geçiş bölgesinde yer alıyor. Farklı iklim tiplerine ait bitki ve canlı türlerine ev sahipliği yapan bölgede ceylandan küçük akbabaya, vaşaktan ayıya nesli yok olma tehdidi altındaki birçok canlı türü yaşıyor. Doğanyurt köyü ve çevresinde yapılan bilimsel çalışmalarda, Anadolu’nun doğa tarihi açısından önemli olan 20 milyon yıllık çeşitli türlere ait silisleşmiş ağaç fosillerine rastlandı.

Doğanyurt ve çevresi, Osmanlı döneminde önemli bir ihraç ürünü olan ve Ankara’nın ünlü hanlarının baş ticari ürünleri arasında bulunan tiftik üretiminin yapıldığı son yerleşimlerden. Titfiği bir zamanlar altın değerinde olan Ankara keçisinin halen yetiştirildiği köylerden biri olan Doğanyurt köyü, birçok yönüyle korunması gereken bir kırsal yerleşim. Ancak bunca mirasın iç içe olduğu Doğanyurt’ta beton hammaddesi üretmek için açılmak istenen kalker ocağı projesinde ısrar sürüyor.

ÇED toplantısı yapılacak

Mahkemenin ÇED Gerekli Değildir kararını iptal ettiği proje için yeniden ÇED süreci başlatılması tepki çekti. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, 23 Haziran 2022 tarihinde halkı proje hakkında bilgilendirmek, görüş ve öneriler almak amacıyla ÇED (Halkın Katılımı) Toplantısı düzenleneceğini duyurdu. 

Proje sahibi Yusuf Ağa Madencilik İnş. San. ve Tic. Ltd. Şti. tarafından hazırlanan Proje Tanıtım Dosyasında (ÇED Raporu) yer verilen bilgilere göre daha önce yaklaşık 16 hektarlık alanda yapılması planlanan üretim alanının 37,68 hektara çıkarıldığı kaydediliyor. Açık ocak işletmeciliği yöntemi ile delme ve patlatma işlemlerinin uygulanacağı belirtilen tesiste, yılda 1 milyon 500 bin ton malzeme üretilmesi planlanıyor. ÇED raporunda yer verilen bilgilere göre taş ocağında üretilecek malzemenin hedef pazarının Beypazarı ilçesindeki inşaat sektörü olduğu belirtiliyor. Proje alanının bir kısmı mera, bir kısmı ise çam ağaçlarıyla kaplı devlet ormanı niteliğinde.

Mahkeme ÇED kararını hukuka aykırı bulmuştu

Ankara 18. İdare Mahkemesi’nin iptal kararında, projenin uygulanacağı alanın bitki ve hayvan türleri açısından zengin biyoçeşitlilik unsurları içerdiğine dikkat çekilerek, “Bitki ve hayvan türleri açısından ulusal ve uluslararası düzeydeki sözleşme ve eklere giren yüksek koruma statüsüne sahip türler içermesi, yaklaşık 20 milyon yıl öncesine giden çok sayıda farklı türe sahip silisleşmiş ağaç fosillerinin ruhsat sahası içerisinde yer alması, söz konusu alanda kurulması planlanan Kalker Ocağı ve Kırma Eleme Tesisi ile ilgili olarak yapılacak patlatmalarla ortaya çıkacak olan ses kirliliği, toz parçacıkları ve meydana gelebilecek sarsıntı nedeniyle, dava konusu alan içerinde bulunan yaban hayatındaki hem memeliler hem de kuşlar için tehlike arz edeceği, bu nedenle bahsi geçen canlıların barınma, üreme, beslenme ve konaklama alanlarında kayıpların yaşanmasına yol açacağı, tüm bu hususlar dikkate alındığında, dava konusu projenin uygulanması için ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu Kararı'nın alınması gerektiği sonucuna varıldığından, dava konusu işlemde hukuka uyarlık görülmemektedir” ifadelerine yer verilmişti.

Çeşitli ağaç fosilleri bulunmuştu

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Orman Mühendisliği Bölümü Orman Botaniği Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ünal Akkemik tarafından yapılan bilimsel araştırmalarda, Doğanyurt köyünde 18 ila 23 milyon yıl öncesine ait çeşitli ağaç fosilleri bulunmuştu. Geçmişte volkanik bir bölgede bulunan Doğanyurt köyünde yapılan araştırmada bataklık servisi, çam, akçaağaç, erguvan, söğüt ve çitlembik gibi ağaç türlerine ait fosillere rastlanmıştı.


YUSUF YAVUZ / soL