Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenler, Madımak Oteli önünde anıldı (BİRGÜN)
Madımak Oteli’nin bulunduğu Sivas İl Özel İdaresi’ne ait Bilim ve Kültür Merkezi önüne kırmızı karanfiller bırakıldı, katledilenler anıldı. Hayatını kaybedenler için bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu.
Katledilen aileler adına, Oğlu Murat Gündüz’ü katliamda kaybeden Mehmet Gündüz burada bir konuşma yaptı. Mehmet Gündüz, şunları söyledi: “Dostlar… Cefakâr yoldaşlarım… 1993’te; bütün gençler ve demokrat insanlar, Pir Sultan yoldaşları buraya semah dönmeye gelmişlerdi. 30 yıldır bu acıyı bize yaşatanlar kahrolsun. Biz buradan, ölünceye kadar gitmeyeceğiz. Madımak, ‘Utanç Müzesi’ olana kadar mücadelemiz devam edecek. Hep beraberce bu mücadeleyi vermek zorundayız. Birlik, beraber olmak zorundayız. Örgütlenmek zorundayız, arkadaşlar. Her geçen gün karanlığa gidiyoruz. Bu karanlık bizi yutacak. Birlik, beraberlik olmazsak bu bizi yutar, arkadaşlar.”
Hesaplaşmanın koşulu tarikatların dağıtılmasıdır (soL-Özel)
Türkiye Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi Savaş Sarı, Sivas katliamının hesabının sorulmasının bugünkü tarikat düzeninin sona erdirilmesiyle mümkün olacağını söyledi.
Türkiye Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi Savaş Sarı, Sivas katliamının 30’uncu yılında soL’a yaptığı değerlendirmede Sivas katliamının hesabının sorulmasının bugünkü tarikat düzeninin sona erdirilmesiyle mümkün olacağını söyledi.
Türkiye’de uzun süredir karanlığın hüküm sürdüğüne dikkat çeken Savaş Sarı, “Kırk yılı aşan bir dönem sözünü ettiğimiz. Emekçi halkın örgütlülüğünün dağıtıldığı, yurttaşların hak saydığı her şeyin ellerinden tek tek alındığı, ülkenin ileri değerlerinin ve aydınlık insanlarının yok edilmeye çalışıldığı bir dönemden söz ediyoruz. 2 Temmuz 1993 bu dönemin en sarsıcı ve yıkıcı tarihlerinden biriydi” dedi.
Katliamda düzen siyasetçilerinin tamamının rolüne işaret eden Sarı şu ifadeleri kullandı: “Sivas’ta yitirdiğimiz insanlarımız, yobaz bir güruh tarafından sergilenen karanlık gösteri, bu gösteriyi olumlamaktan hatta desteklemekten çekinmeyen Türkiye sağı ve hükümetin büyük ortağı DYP, bunlar yaşanırken üç maymunu oynayan hükümetin küçük ortağı SHP (yani bugünkü CHP). Sivas katliamında, fail, azmettiriciler ve suça ortak olanlar ayan beyan ortadaydı. Türkiye’de düzen 2 Temmuz günü Sivas’ta tüm unsurları ile halka ve aydınlığa kastetti. Patronların ve uluslararası sermayenin bitmek bilmeyen ihtiyaçlarına yanıt vermenin koşulu Türkiye’de karanlığın hüküm sürmesiydi. Türkiye laik bir ülke olmaktan çıkarılmalı, halkın sahip olduğu aydınlanmacı direnç kötürümleştirilmeliydi.”
Halkın sahip olduğu aydınlanmacı direncin kırılmasının koşulunun din istismarının meşrulaştırılması, tarikat örgütlenmelerinin siyasette ve toplumsal yaşamda söz sahibi olmalarıyla sağlanabileceğinin düşünüldüğünü ve katliamın da bu yönde halka karşı bir meydan okuma olduğunu hatırlatan Sarı, “Aradan geçen 30 yılda Sivas’ta yaşanan katliamın sonuçlarını hayatımızın her anında görüyoruz. AKP’nin iktidara gelişi ve 20 senelik iktidarında yaptıkları ortada. Yağmanın, sömürünün sınır tanımaz hale geldiği bir Türkiye var karşımızda. Cumhuriyetin kazanımlarının, laikliğin fiilen yok edildiği bir Türkiye. Bugün Sivas katliamı ile hesaplaşmak için öncelikle laik, aydınlık Türkiye’yi kurmak zorundayız. Yobazlarla hesaplaşabilmenin koşulu, onların yuvalandığı tarikatların dağıtılmasından geçiyor. Devlet kurumlarını aralarında pay etmiş, holdingleşmiş, siyasette partiler kurup partiler dağıtan bir güç haline gelen tarikatlar derhal dağıtılmalı” dedi.
Dinin siyasete alet edilmesine izin verilmemesi ve bunun ancak ciddi bir mücadele ile mümkün olabileceğinin altını çizen Sarı, “Her ne gerekçe ile olursa olsun, din istismarcılığına izin verilmemeli. Asla atlamayalım ki Türkiye’de onca zenginliği elinde tutanlarla, dini istismar edenlerin çıkarları ortak. Sivas’ı tam da bu bu suç ortaklığının sonucunda gerçekleşmiş bir katliam olduğu için hiç unutmamalı ve bu suçun ortağı olan yobazlardan, para babalarından ve düzen siyasetinin savunucularından hesap sormalıyız” ifadelerini kullandı.
/././
Şairlerini katleden bir halk iflah olur mu? (Özkan Öztaş-soL/Özel)
Sağcıların ve sağ iktidarların bir yandan aydınları ve şairleri katletmesini diğer yandan da bu şairlerin şiirlerine sığınmasını Gazeteci-Yazar Orhan Gökdemir'e sorduk.
Sivas katliamının ikonik fotoğraflarından birisidir, şairler merdiven başında otururlar yaşanacak katliamın öncesinde. Merdiven başında üç şairin yüzünde biraz kaygı biraz öfke ama bir yandan da telaşsız beklerler yaşanacakları.
Fena Çocuklar Zamanı kitabında Gazeteci Yazar Orhan Gökdemir "Şairinin katili olan bir halk nasıl affedilebilir?" diye soruyor. Bir yandan da akıllara hem şairlerini katleden sağ siyaset hem de sağcı liderlerin miting kürsülerinde okudukları solcu şairlerin şiirleri geliyor. Çelişki midir yoksa sağ siyasetin tutarlı işlerinde midir sorusuna ise Cemil Meriç'ten ödünç aldığı cümleyle cevap veriyor Gökdemir, "Sağ, yakın tarihin 'günahkâr tekesi'dir; bir tür mezar taşıdır, cehalettir"
Sağcıların bir yandan şairleri katletmesi öte yandan şiirlerini miting kürsülerinden okumasına ne diyorsunuz?
Sabahattin Ali, büyük olasılık işkence edilerek, öldürüldü. Edebiyatımızın ve tabii şiirimizin doruğuydu öldürüldüğünde. Tartışmasız şiirimizin en büyüğü Nazım Hikmet öldürülmekten beter edildi, ömrü hapislerde geçti. Enver Gökçe İstanbul Sirkeci'deki Sansaryan Han’da konuşlanmış “Siyasi Şube”deki tabutluklarda iki yıl süresince çok ağır işkence gördü. Keza Ahmet Arif de aynı işkencehanede sorguya çekildi. Hasan Hüseyin, sırf şiir yazdı diye, öğretmenlikten atıldı, tutuklandı, hüküm giydi. Gürün ve Sivas'ta arzuhalcilik, tabela ve portre ressamlığı, inşaat işçiliği yaparak geçinmeye çalıştı. 2 Temmuz bu zulmün doruğudur. İki önemli şairimiz Behçet Aysan ve Metin Altıok da o gün gerici-sağcı bir güruh tarafından yakılanlar arasındaydı.
Sadece şiir yazdıkları için değil sanırım. Esas gerekçe nedir burada?
Bu zulmü, bu vahşeti şairlerimizin siyasi tutumlarından, yoksul halkın ve işçi sınıfından yanında saf tutmalarından ayrı ele alamayız. Şairlerimizin tamamı bu noktada net tutum almıştır. Çoğu solcudur, komünisttir. Hepsi kesinlikle cumhuriyetçidir. Bu tutumlarını şiirlerine yansıtmaktan da geri durmamışlardır haliyle. Zulmün esası budur. Devlet, ki bizim bildiğimiz hep bir sağcı sığınağıdır, şairleri sevmez o yüzden. Sevdikleri Necip Fazıl gibi sümüklü devlet yancılarıdır. Sağ, devletin kucağında olduğu için onların şair-yazar dedikleri de devletin kucağına oturmak için çabalayan tiplerden oluşmuştur.
Cemil Meriç’ten ödünç alarak söyleyeyim, sağ, yakın tarihin “günahkâr tekesi”dir; bir tür mezar taşıdır, cehalettir, faşizmdir. Haliyle sağda şiir ve edebiyatın yeşermesi zordur. Sorduğun sorunun cevaplarından biri bu yokluktan doğan komplekstir. Düşünün, Kurtuluş Savaşının en güzel şiirleri Nazım Hikmet imzalıdır. Türkçenin doruklarında hep solcu şairler dolaşır ki bir kısmı Kürt’tür üstelik. Haliyle okumak zorunda kalırlar, önce öldürür, yakar, işkence eder, hapse atar sonra okurlar. Öldüremezlerse Necip Fazıl’la eşitlemeye kalkarlar ki öldürmekten beterdir.
Sağ siyasetin şaire düşman tavrı bu düzenin bir geleneğidir diyebilir miyiz?
Öldüremediği şairi okumak da sağcı bir tutumdur sonuçta. Bir solcunun Necip Fazıl okuduğunu göremezsiniz. Niye okusun? Yaşamı tutarsız olanın aklı da tutarsızdır. Balzac’ı falan örnek gösterip, “canım sağcılar da iyi edebiyatçı olabilir” falan demek bönlüktür. Balzac’ın yüceliği Büyük Fransız Devrimi’nin halesinde yazmasından-yaşamasındandır. Bizdeki sağcı “yazarlar” ise sadece Nakşibendi-Nurcu ışığında iş görür.
Sivas’ta yananların arasında şairler olması rastlantı değildir haliyle. Sadece şiire değil şairlerine de kin beslerler, nefret büyütürler. Bu sağcılığın alamet-i farikasıdır. Sağcılık devlette güçlü olduğu için şair zaiyatımız da yüksektir. Bunları benim “Fena Çocuklar Zamanı”nda “Şairinin katili olan bir halka ağıt” başlığı altında ifade etmeye çalışmıştım. Şöyle başlıyordu o bölüm: “Haziran Temmuz’a dönerken başladı yangın. Çıldırmış bir şehir toplandı ve ateşi körükledi, ‘ülkesine yangın’ bir şairi yeniden yakmak için. Yandı Temmuz’da, tutuştu dizeleri. O şair, alev almış başıyla karanlıkta bir meşale şimdi. Ve tutuşan ülkesi, bin yıllık yangın yeri.
Dizeleri kundaklamak kolay, oysa kundakçılara inat insan kalmak zor. Söyle; şairinin katili olan bir halk nasıl affedilebilir? Anlat; şairsiz bir ülkede kim söndürebilir ansızın patlak veren ahir zaman yangınını?
Oysa bilmiyor cahil; bir şair tutuşursa bir ülke yanar. Yaşamak şairlerin görevidir yangın yerinde. Ve tutuşan şair, kundakçısının da sevgilisidir.”
/././
'Yakılan ve boğulan aydınlarımıza boyun borcumuzdur bu mücadele' (soL-Özel)
Gazeteci Barış Pehlivan, Sivas Katliamı’nın 30. yıldönümünde değerlendirmelerde bulundu.
Katliamın 30. yıldönümünde laiklik mücadelesinde güncel görevlerin olduğuna işaret eden Pehlivan, 'Yakılan ve boğulan aydınlarımıza boyun borcumuzdur bu mücadele' dedi.
Pehlivan şöyle konuştu:
"Türkiye’de biz bugün gericileşmede yarışanları görüyorsak, karanlığın hüküm sürmesini tartışıyorsak, her alanda çoraklaşmayı hissediyorsak, bunun en büyük fitillerinden biridir Sivas Katliamı.
O ateş bugün halen omzumuzda yanıyor. Bize düşen, hafızamızı korumak, düşümüzdeki geleceği örgütlemek ve inadına su olabilmektir bu topraklara…
Tüm bunları yaparken de sarılmamız gereken bir koca ağaç var: Laiklik.
O ağaca sadece baltalarla saldıranlara değil, korumak yerine onun gölgesinden bile utananlara karşı da mücadele vermeliyiz. Keza, daha birkaç hafta önceki seçim sonuçları da bunu bize emrediyor.
Unutmayalım ki, yakılan ve boğulan aydınlarımıza boyun borcumuzdur bu mücadele."
/././
Zaman aşımı ve adalet arayışı ikileminde 30. yılında Sivas (Özkan Öztaş-soL/Özel)
Bugün Sivas katliamının 30. yıl dönümü. Yaşananları ve gelecekteki süreci Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Cuma Erçe soL için yorumladı.
Ancak ülkenin aydınlığına tahammül edemeyip memleketteki aydınlık birikimi tasfiye etmek isteyen Türkiye sermayesi, aydınları katlederek geleceğe şekil vermeyi kararlaştırmıştı. Katliamın 30. yılını Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri Genel Başkanı Cuma Erçe ile soL okurları için konuştuk
"Sivas'ın ışığını söndürmeyeceğiz"
Bir süredir Alevi kurumları ve dernekler 30. yılı vurgusuyla çeşitli etkinlikler gerçekleştiriyor. Bu sene katliamın 30. yılında neler yapılacak?
Bir süredir Pir Sultan Abdal Kültür Derneği olarak bu yaşanan olaya ve otuzuncu yıl dönümüne dikkat çekmeye ve duyarlılık oluşturmaya çalışıyoruz. Alevi kurumları ve diğer yöre dernekleri, bütün demokratik kitle örgütleri bir araya gelerek çeşitli etkinlikler düzenliyoruz. Tüm bunları yaparak aynı zamanda Türkiye devletine bir mesaj vermek istiyoruz.
Adalet sağlanana kadar vazgeçmeyeceğiz"
"Adalet sağlanana kadar biz vazgeçmeyeceğiz. Otuzuncu yılında da Sivas'ta olacağız. Bu belki yıllarca sürecek. Madımak Oteli utanç müzesi oluncaya kadar, gerçek anlamda adalet sağlanıncaya kadar, gerçek anlamda bu ülkede laik-demokratik cumhuriyet oluşuncaya kadar mücadelemiz sürecek" demek bir için bir araya geliyoruz ve gelmeye de devam edeceğiz.
2 Temmuz'da da binlerce canımızla Sivas'ta olacağız. Hep kaybettiğimiz katledilen canlarımızı anacağız, hem de taleplerimizi yineleyeceğiz hem de geleceğe dair ışık tutacağız. Sivas'ın ışığını söndürmeyeceğiz.
'30 yıl değil 300 yıl da geçse bu dava devam edecek'
Sivas katliamı davasında zaman aşımına uğrama ihtimali söz konusu. Önümüzdeki duruşmada böyle bir sonucun çıkması süreci nasıl etkiler?
Evet, bu yılın bir başka özelliği de sürmekte olan bir dava var ve bu dava 14 Eylül tarihinde görülecek. Ve çok büyük bir ihtimalle zaman aşımı kararı verecekler. Daha önceki zaman aşımı örneğinde mevcut Cumhurbaşkanı dönemin Başbakanıydı. 'Halkımıza hayırlı uğurlu olsun' demişti. Şimdi yeni bir zaman aşımı kararıyla karşı karşıyayız. Ama biz söylüyoruz bu mahkemelerin vereceği karar bizim açımızdan çok da önemli değil. İnsanlığa karşı işlenmiş bir suçta zaman aşımı olmaz. Biz insanlığa karşı işlenmiş bu suçta sonuna kadar mücadele edeceğiz. Sonuçta bu dava halkın vicdanında yargılanmaya devam edecek.
"30 yıl öncesine göre ülke daha da geriye gitti"
30 yıl öncesiyle bugünü mukayese ettiğinizde neler söylem
Kılıçdaroğlu'nun Ankara Çubuk'ta yaşadığı saldırıda, bir eve sıkıştırıldığında "Yakın yakın" sloganlarını tekrar duyduğumuzda, aslında bizim Sivas'ı her an her dakika yeniden yaşama ihtimalimizi gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında yine muhalefetin Erzurum mitinginde de yapılan saldırıda biz yine Sivas'ı her an yeniden yaşayabileceğimizi hissettik. Bu açıdan bakıldığında Sivas'tan sonra onlarca defa katliama uğradığımız gerçeğini göz önünde bulundurursak aslında 30 yıl öncesine kıyasla adaletin sağlanamadığını ve ülkenin daha iyi bir sürece gitmediğini görmüş anlamış oluruz.
Bugünün taşları o gün döşendi(I) - Hazırlayan: Yol Politika Kolektifi / BİRGÜN
2 TEMMUZ’DAN BUGÜNE: SİYASAL İSLAM’IN İKTİDAR YOLU - (1)
2 TEMMUZ’DA NE YAŞANDI?
Sivas’ta 2 Temmuz 1993’te Madımak Oteli’nde aralarında yazar ve aydınların da bulunduğu 33 kişi ile 2 otel çalışanının yaşamını yitirdiği katliamın üzerinden 30 yıl geçti. Katliamın üzerinden yıllara rağmen failler ceza almadı. Dava zaman aşımına uğradı. Arandığı iddia edilen failler yaşamını yitirince nerede olduğu öğrenildi. Sivas Katliamı gerici çevrelerin bir ayaklanma girişimi olarak tarihe geçti. O tarihten sonra Refah Partisi’nin ‘yükselişi’ başladı. AKP iktidarına giden yollar döşendi. Bugün devlete tam anlamıyla hâkim olan siyasal İslamcı rejime doğru ilk ayak sesi 30 yıl önce Sivas’ta duyuldu.
Sivas’ta her yıl düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında kente gelen aydın, yazar ve sanatçılarla üç gün sürecek bir organizasyon düzenlendi. Şehre konuklarının geleceğinin öğrenilmesinin ardından ise Aziz Nesin üzerinden bir propaganda örgütlendi. Şehre imam hatip, Kuran kursu öğrencileri taşınmış, hicret koşusu adı altında muhafazakâr gruplar belediyenin sağladığı okul ve misafirhanelerde konaklanmıştı.
AYETLE PROVOKASYON
Yaşanan provokasyon kendiliğinden değil, örgütlü şekilde gerçekleşmiş; önce Bizim Sivas gazetesinde basılan “Müslüman Halkımıza” ardından da şehirde dağıtılan “Halkımıza Çağrı” başlıklı bildirilerle katliam örgütlenmişti. Bildiride şu ifadeler yer almıştı:
“Müslüman halkın yaşadığı bu ülkede, İslam için binlerce şehit verilmiş bu topraklarda, bir kesim tarafından, ‘basın özgürlüğü, düşünce hürriyeti’ adı altında, Müslümanların kutsal değerlerine sözlü veya yazılı olarak kimse saldıramaz.
Biz Müslümanlar, canımız pahasına da olsa, bu değerlerimizi korumakta kararlıyız. Müslüman halkımızdan bu konularda duyarlı olup, İslam’ın değer yargılarını alaya alanlara izin vermemelerini, ne pahasına olursa olsun bunu engellemeyi dini bir görev olarak bilmelerini, bu alçaklar karşısında susulduğunda, yarın mahşerde Allah’a nasıl hesap vereceğimizi düşünmelerini istiyoruz. ‘Müminlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeyi gerekir. O’nun eşleri, onların anneleridir...’ (Ahzâb Suresi, Ayet: 6) …”
“KAHROLSUN LAİKLİK”
Olaylar, sempozyumlara konuk olarak çağrılan yazar ve sanatçıların kaldığı Madımak Otel önünde cereyan etti.
1 Temmuz günü Şenlik açılışında konuşma yapan Aziz Nesin, Aydınlık’ta basılacak olan Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri çevirisi sebebiyle hedef haline getirilmişti. Aziz Nesin, katliamdan sonra yaptığı bir konuşmada; bu çeviriyi basan Aydınlık gazetesi ve Doğu Perinçek’in kendisine sormadan ismini kullandığını söyleyerek suçlamıştı.
Aziz Nesin’in şenlik öncesi bir konuşmada sarf ettiği sözler de yerel basında çokça gündeme getirilerek katliama dayanak oluşturuldu.
Bunun yanında etkinliğin genişlemesi ve kent merkezine taşınmasında pay sahibi olan Sivas Valisi Ahmet Karabilgin de şehirde Atatürkçü olması sebebiyle uzun zamandır İslamcı gruplar tarafından hedef gösteriliyordu.
2 Temmuz günü Sivas kent merkezindeki camilerde cuma namazı sonrası örgütlenen kalabalık, önce şenlik anısına dikilen Ozan Anıtı’nı yıkıp yerde sürükledikten sonra “Şeytan Aziz”, “Kahrolsun Laiklik”, “Müslüman Türkiye” sloganlarıyla konukların kaldığı Madımak Oteli’ne geldi. Otelde o sırada yazar Behçet Aysan, Şair Metin Altıok, Aziz Nesin, Uğur Kaynar gibi konukların yanı sıra onlarla tanışmaya gelen Pir Sultan Abdal derneği gönüllüleri de bulunuyordu. Linç için organize edilen kalabalık dışarıdan gelenlerle birlikte kısa süre içerisinde binleri buldu. Saatlerce otelin önünde şeriat ve ölüm sloganları atan kalabalığı dağıtmak için hiçbir müdahalede bulunulmazken, saatler sonra Refah Partililerin önderliğinde otel çevresindeki araçların ters çevirilip yakılmasıyla yangın başladı. Otelde mahsur kalan 2’si otel görevlisi 35 yurttaş, yanarak veya duman zehirlenmesi sebebiyle yaşamını yitirdi. İtfaiye sayesinde kurtulan Aziz Nesin, dönemin RP’li Belediye Meclis Üyesi Cafer Erçakmak tarafından itfaiye merdiveninden aşağı atılmaya çalışıldı.
EMNİYET, BELEDİYE, JANDARMA İŞ BİRLİĞİ
Katliamın tanıkları, valilik ve emniyetin bilinçli olarak müdahale etmediğini vurgularken, o günün tanıklarından gazeteci Cüneyt Özdemir; katliamı gerçekleştiren güruha müdahale için yollanan askerlerin de yangın öncesinde çektirildiğini açıkladı.
Gün içerisinde otelde mahsur kalanlar, çeşitli şekillerde hükümet ve devlet görevlileriyle iletişime geçti. Aziz Nesin, Erdal İnönü’yü arayarak yardım istedi, İnönü; “Hiç merak etmeyin, gereken önlemleri aldık” cevabını verdi. Dönemin başbakan yardımcısı İnönü, olaylardan sonra ise “Ne yapayım, yetkim yoktu” diyerek kamuoyundaki tepkilere yanıt verecekti.
Dönemin Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı Murtaza Demir, katliam öncesinde, aydınların ortak imzasıyla yazdığı bir bildiriyi otelden çıkarak valiliğe iletti. Vali, emniyet müdürü, il jandarma komutanı ve tugay komutanı ile konuşan Demir, mektubu iletip durumu aktarmasına rağmen kalabalığın dağıtılmasına ya da otelin boşaltılmasına yönelik hiçbir öneri yapılmadığını dile getirecekti. Demir’in geçtiğimiz yıl Diken’e verdiği söyleşi, katliama devletin nasıl tepki verdiğini açıkça ortaya koyuyor:
“Çevredeki esnaf, bu işe tepki gösterenler, dışarıdan gelen Kuran kursu, imam hatip lisesi öğrencileri de katılıyor. Belediyenin çeşitli birimleri bunun için seferber oluyor. Büyük Birlik Partisi (BBP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) militanları seferber ediliyor. Sayıları 5-6 bine kadar çıkıyor. Kültür merkezi önünde attıkları sloganları atıyorlardı. Büyük kentlerde gördüğümüz polis ve jandarma yoktu. Gayet sevimli, gayet toleranslı. ‘Yapmayın, etmeyin’ diyen vardır kuşkusuz ama copunu çıkaran, gaz sıkan, havaya ateş açan, zor kullanan bir kolluk kuvveti yoktu.”
Aziz Nesin, yaşanan katliamda devletin açıkça müdahale etmemeyi seçtiğini; olaydan günler sonra şu şekilde belirtti: “İyi-kötü, yanlış yapıyor-doğru yapıyor ama devlet var. Elbette bunu önleyecekler. Bu kadar ödün verilemez, diye düşünüyordum. Yanılmışım."
Dönemin valisi Ahmet Karabilgin’in tanıklığı da o gün askerin etkisizliğini, Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun da müdahaleye karşı tavrını ortaya koyuyor:
“Orgeneral Doğan Güreş telefonda 'Orada 6 bin mevcudum var, hepsi emrinde' dedi... Güreş Paşa'ya, 'Paşam bunları bana söylemeyin. Yanımda Tugay Komutanı var. Telefonu ona vereyim. Ona söyleyin, talimatınızı ona verin' dedim. Tugay Komutanı telefonu aldı, 'Baş üstüne komutanım' dedi ve gitti. Ancak beklenen askeri kuvvet bir türlü gelmedi. Emniyet Müdürü itfaiyeye 'Tazyikli su sıktırıp dağıtalım' dedi. Ancak Belediye Başkanı, 'Su sıkıldığı zaman halk birbirini ezer' gibi olumsuz tavır aldı. Bir süre sonra itfaiyeyi Hükümet Konağı'nın önüne getirebildik, ama ileriye adım atamadı.”
Temel Karamollaoğlu’nun yaşanan katliamdaki sorumluluğunun yanında, Sivas’taki Refah Partililer de provokasyonun örgütleyicileri arasındaydı.
RP’li Belediye Meclis üyesi Cafer Erçakmak; otel önünde toplanan kitleye önderlik ederek, otelin yakılmasını salık verenler arasındaydı. Erçakmak, olaydan sonra firar etmiş, yıllar önce ise Sivas’ta öldüğü öne sürülmüştü.
Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun itfaiyenin geç gönderilmesindeki suçunun yanı sıra, şenlikten günler önce ‘Hicret Koşusu’ adı altında düzenlenen organizasyonla çevre illerden çok fazla ‘sporcuyu’ okullara, yurtlara yerleştiren Belediyenin, provokasyona zemin hazırladığı da çokça iddia edildi.
Katliamdan bir hafta sonra Cumhuriyet gazetesinde “İrticanın Eğitim Kampları” manşetiyle, İslamcı grupların özel kamplarda ideolojik eğitim verildiğini ortaya çıkaran bir haber yapıldı. Kamplar, yaşanan saldırıyla bağlantılandırıldı.
BÖLÜM 2
SOL YENİDEN
Tüm baskılara ve devlet içerisinde yaratılan dönüşüme rağmen, darbe koşullarının zayıflamasıyla birlikte, toplumsal muhalefet farklı biçimlerde yeniden yükselişe geçmişti. 1985 sonrası yeniden yükselen üniversite gençlik eylemleri, 1989 yılı Bahar eylemlilikleri, SHP’nin yerel seçim başarısı ile birlikte, darbe sonrası solun yeniden kitleselleşmesini ve sınıfla birleşebilme imkanını ortaya çıkardı. Nitekim ANAP’ın Bahar eylemliliklerine yol açan toplu iş sözleşmesi krizinde takındığı sendika düşmanı tavır, oylarının tepetaklak olmasının yegane sebeplerindendi. SHP bu çelişkinin ve sol muhalefetin yeniden yükselişinin seçimlerdeki yansıması olarak ortaya çıksa da bu birikime düzen içi çerçevede bile sahip çıkamadı ve 90’lı yılların ortalarını bile göremedi.
BAHAR EYLEMLERİ
1989 Bahar eylemlilikleri, 12 Eylül Darbesi’yle tahkim edilen liberalizasyon sürecinin getirdiği ağır yoksullaşma ve sömürü koşullarına karşı işçi sınıfının gasp edilen haklarını yeniden kazanma mücadelesiydi. 600 bin kamu işçisi, toplu sözleşme krizinde ANAP iktidarının yüzde 40’lık zammına razı olmayarak; kimisi kitlesel kimisi küçük çaplı farklı eylem biçimleriyle direnişe geçmiş, 1989 Mart ayında başlayıp, yer yer genel grevlere dönüşerek yaza kadar süren eylemliliklerin sonunda hükümetin bileği bükülmüş, süreç ortalama yüzde 140 oranında bir zamla bitmişti. Kazanım, rakamların ötesinde; askeri darbeyle ancak tahkim edilebilmiş emek karşıtı bir düzende açılan gedikti. Nitekim 1989’da başlayan eylemlilik süreci 1990’ların başlarında da sürecekti. Sonrasında KESK’in kurulmasıyla neticelenecek olan kamu emekçilerinin mücadelesi, 90’ların ilk yarısında toplumsal muhalefetin sınıf mücadelesi içerisindeki yükselişinin en önemli odaklarından biri olacaktı.
SOLA ÇEKİLEN TOPLUMSAL SINIR
80’lerin ikinci yarısında yeniden demokratikleşmeden bahsedilirken, SSCB’nin tehdit olmaktan çıkmasıyla batıda Gladyo tasfiye edilirken, 90’lı yılların sonuna geldiğimizde artık bu on yıl Susurluk, 28 Şubat ve Kürt illerinde yoğunlaştırılmış savaş koşulları ile anılıyordu. Bu aksi yönelişin temel sebebini, 90’ların hemen öncesinde üniversite ve fabrikalarda yeniden yeşeren solda aramak gerekir. Egemen sınıflar açısından ‘demokratikleşme’ ancak solun ve sınıf hareketinin tamamen pasifize edilebildiği koşullarda mümkün olabilirdi. Ancak 1980’lerin ikinci yarısından itibaren hızla işçi-öğrenciler arasında yükselen, ANAP’ı deviren, neoliberalizm sürecini yeniden duraklatan bir sol yükseliş, ‘sivilleşme’ sürecini on yıllığına rafa kaldırdı.
Solun 12 Eylül öncesi durumuna gelme ihtimaline karşı kontrgerillanın yeniden devreye sokulması yalnızca bir bastırma değil, aynı zamanda bastırılamadığı yerde sola sınır çekme ve emekçi halkla ilişkisini kısıtlayacak bir siyasi atmosfer yaratma projesine dönüştü. Dolayısıyla 90’larda birbirinden bağımsız görünen farklı fenomenlerin (Radikal islamcılık, PKK gerekçelendirilerek geliştirilen resmi-gayri resmi baskı araçları) temelde solun yeniden yükselişini hem bastırmak hem de onu bugüne kadar sürecek sınırlı bir alana hapsetme planının parçası olarak görmek gerekiyor. 2 Temmuz ve yine 90’ların başlarında gerçekleşen aydın cinayetleri (Çetin Emeç, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Musa Anter…) toplumu gericilik-laiklik gerilimi üzerinden bölerken, yoksul halk kesimlerinin siyasallaşabilmesi için siyasal islamı tek seçenek haline getirerek, yukarıdan aşağı inşa edilen bu kültürel kutuplaşmanın aşılmasının da önüne geçiyordu. Yasaklar ve baskılar atmosferinde darbenin yaralarını sarmakta olan sol muhalefetin halkla bütünleşerek toplumsallaşabilmesinin önü, siyasal islamcı siyasete ön açılarak tıkanıyor, sol ise islamcılık-laiklik ikiliği üzerinden yarılmış toplumda, siyasal islamın etki alanının dışında kalan ve dönemin etnik gerilim atmosferi sebebiyle farklı bölünmeler yaşayan toplumsal kesimlere sıkıştırılıyordu.
Bu sıkışma yalnızca solun toplumsallaşabilmesinin önünde bir baraj haline gelmekle kalmıyor, siyasal İslam eliyle işçi sınııfının ağır sömürü koşulları altında giderek daha fazla güvencesiz ve yoksul bırakılabilmesinin de toplumsal meşruiyetini üretiyordu. 90’lı yılların sonuna gelindiğinde, bu bastırma ve sınırlama süreci başarılı olmuş, ancak işin derin devlet kısmında artık kendi kuyruğunu ısıran kontrolsüz bir devlet-derin devlet ağı yaratmıştı. Erbakancılığa dair batının ve sermaye kesimlerinin endişelerine göre ılımlılaştırılmış bir siyasal islam partisi olan AKP, hem 90’lı yıllarda kurgulanan bu siyasal-toplumsal projenin yürütücüsü olarak hem de devletin derin ve yüzeydeki deri değiştirme sürecinin yürütücüsü olarak ortaya çıktı.
DÖRT BİR TARAFTA ANMA
Katliamda hayatını kaybedenler başta Sivas olmak üzere bugün birçok kentte anılacak. Sivas Demokrasi Güçleri “Madımak Oteli Katliamı” anmasına katılım çağrısı yaptı. Açıklamaya KESK Sivas Şubeler Platformu, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Sivas Şubesi, Halkevleri Sivas Şubesi, CHP Emep ve Sol Parti katıldı. Açıklamayı CHP İl Başkanı Yardımcısı Mehmet Boran okudu. Boran, “Yıllardan beri bu türlü acıların bir daha yaşanmaması için; özgürlüklerin ve laikliğin olduğu bir ülke yaratma mücadelesini sürdürüyoruz” dedi. Makina Mühendisleri Odası’ndan yapılan açıklamada “Gerici güruhların Sivas’ta Madımak Otelinde diri diri yaktığı toplumcu, demokrat yazar ve ozanlarımızı sevgiyle, saygıyla anıyoruz. Onları unutmadık, unutturmayacağız” denildi. PEN Türkiye’den yapılan açıklamada ise “Yitirdiğimiz yakın arkadaşlarımızla beraber 35 canı saygıyla, özlemle anıyor, Madımak suçlularının affedilmesini affetmiyoruz!” ifadeleri kullanıldı.
/././
Bugün 2 Temmuz. Bundan tam 30 yıl önce şeriat isteyen gericilerin vahşice saldırısının sonucunda 33 aydın ve 2 otel görevlisi katledildi.
O gün katillerini koruyanlar, katliamı seyredenler aradan geçen 30 yıl sonunda bakanlık, milletvekilliği ve bürokratlık yaptı.
Şimdilerde o günde parmağı olanların bir bölümü iktidarın ''karşısında'' olduğu savunulan muhalefet saflarında yer alıyor.
O gün neler oldu?