6 Temmuz 2023 Perşembe

DOĞA, ÇEVRE KATLİAMI (Dosya)

 


Karacasöğüt Koyu arkeolojik sit alanı ilan edildi(Evrensel)

Marmaris Karacasöğüt Koyu'nda yapılmak istenen marina kapasite arttırımına karşı ekolojistlerin verdiği mücadele sonuç verdi. Bölge, 1'inci Derece Arkeolojik Sit Alanı ilan edildi.
                                   
Fotoğraf: Marmaris Kent Konseyi Çevre Grubu

Muğla Marmaris ilçesinde bulunan Karacasöğüt Koyu’nda Muğla Çevre Vakfı (MUÇEV) Ltd. Şti.’nin yapmak istediği marina kapasite arttırma projesi için başlatılan 'Çevresel Etki Değerlendirme' sürecinde önemli gelişme yaşandı. Marmaris Ekolojik Mücadele Komitesi tarafından projeye karşı açılan dava sürerken, komitenin girişimleri ve Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi'nin tespiti sonusunda Karacasöğüt Koyu'nda belgelenen arkeolojik eserler, Muğla Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından tescillendi. Böylece Marmaris Kent Konseyi, Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) ve Marmaris Ekolojik Mücadele Komitesi tarafından koyun Gökova Özel Çevre Koruma (ÖÇK) bölgesinde yer alması, endemik ve nadir türlerin korunması için verilen mücadele sonuç vermiş oldu.

Konuya ilişkin yazılı açıklama yapan Marmares Ekolojik Mücadele Komitesi, koydaki marina kapitesi artışına karşı verilen mücadeleden bahsedildi. Tarihi eserlerin tespit ve tescil işlemlerinin ardından Muğla Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu ve Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi'ne başvurulduğu belirtilen açıklamada, "Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi bölgede yaptığı dalış sırasında arkeolojik eserleri tespit etmesi üzerine Karacasöğüt Koyunun 1. Derece arkeolojik sit alanı olarak tescil edilmesi için yasal süreçleri başlattı" denildi.

İPTAL DAVASI DA AÇILDI

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın ise bu duruma rağmen 29 Mayıs 2023'te proje için 'ÇED Olumlu' kararı verdiği aktarılan açıklamada, "MUÇEV yat limanı kapasite artışına onay vermenin yanında aynı koyda yer alan Global Marin Yat Limanı kapasite artışı için de 'ÇED gerekli değildir' kararı verdi. Ancak uzun süreden beri verdiğimiz mücadele karşılığını buldu ve Karacasöğüt Koyunun kuşaklar boyunca korunması anlamına gelecek 1'inci Derece arkeolojik sit alanı olarak tescil işlemi gerçekleşti. Bu karar sonucu MUÇEV Marina kapasite artışı için verilen ÇED olumlu kararının iptali talepli, 4 Temmuz 2023 tarihinde Muğla 1. İdare Mahkemesinde açtığımız davanın dumanı henüz tüterken Karacasöğüt koruması gerçekleşmiş oldu" ifadeleri yer aldı.                                                   /././

İzmir’in suyunu kurtaran karar: Projelere verilen “ÇED olumlu” kararları iptal edildi (Evrensel)

İzmir’in içme suyu kaynakları arasında yer alan Tahtalı Barajı koruma alanında dikilmek istenen JES, GES ve RES projesi için verilen “ÇED olumlu” kararı iptal edildi. 
                                 
Fotoğraf: Olgunkin/Wikipedia Commons/CC BY-SA 3.0 

Mahkemenin verdiği karar su kaynaklarının korunmasını sağlarken öte yandan aynı şirketin aynı bölgede sondaj koordinatlarını değiştirerek yaptığı yeni başvuru ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nda onay bekliyor.

Ege’de Son Söz’ün haberine göre Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın Küçük Menderes Enerji Şirketi'nin İzmir’in Seferihisar Orhanlı Köyü ile Menderes Yeniköy arasında kalan mevkisinde inşa etmek istediği JES, GES ve RES ile ilgili vermiş olduğu “ÇED olumlu” kararı İzmir Su Ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından mahkemeye taşınmıştı.

İZSU’nun proje ile ilgili mahkemeye sunduğu dilekçede bakanlığın verdiği kararın hukuka aykırı olduğu ifade edildi. ÇED alanının büyük bir kısmının Tahtalı Barajı Uzun Mesafeli Koruma Alanında ve Tahtalı Barajı Uzun Mesafeli Dere Mutlak Koruma Alanında olduğunun belirtildiği dava dilekçesinde, bu bölgede Tahtalı Barajı Koruma Alanlarında İZSU Su Havzaları Koruma Yönetmeliği hükümleri ve 1/25000 ölçekli İzmir Büyükşehir Bütünü Çevre Düzeni Planı plan hükümlerinin geçerli olduğu, İZSU Su Havzaları Koruma Yönetmeliği ve 1/25000 ölçekli İzmir Büyükşehir Bütünü Çevre Düzeni Planı plan hükümleri kapsamında jeotermal arama ve işletme faaliyetlerinin izin verilecek faaliyetler arasında yer almadığı ileri sürüldü.

Mahkeme bilirkişi heyetinin dosyaya sunduğu rapor doğrultusunda Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın vermiş olduğu ‘ÇED olumlu’ kararını iptal etti.

                                                            /././

Seferihisar Orhanlı köylülerinin JES’lere karşı direnişi sürüyor (Evrensel)

İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Orhanlı köylülerinin yaşam alanlarına yapılmak istenen JES'e karşı açtıkları dava görüldü.

İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Orhanlı köyü halkının yaşam alanlarına yapılmak istenen "Jeotermal Enerji Santrali ve Yardımcı Kaynak (GES+RES) Tesisleri Projesi’ne” karşı açtıkları davanın duruşması bugün İzmir 3. İdare Mahkemesi’nde görüldü.

İzmir Adliyesi önünde toplanan Orhanlı köylüleri, bölgelerinde yapılmak istenen bütün JES projeleri iptal edilinceye kadar mücadele etmeye devam edeceklerini vurguladı.

Duruşmada avukatlar, Küçük Menderes Enerji AŞ tarafından hazırlanan JES projelerinin, İzmir’de yaşayan milyonlarca insanın yaşamını tehlike altına soktuğu vurguladı. Jeotermal enerji üretimi sırasında ortaya çıkan atık suların İzmir’in içme suyu kaynağı olan Tahtalı Barajı’nın havzasında yer aldığı belirtilirken, halk sağlığı açısından büyük bir risk oluşturduğu ifade edildi.

"JES İNSANLARI VE CANLILARI TEHDİT EDİYOR"

Duruşmada, bölgenin Türkiye genelindeki zeytinyağı ve organik gıda üretiminin can damarı olduğu ve aynı zamanda Türkiye doğası açısından son derece nadir ve hassas türlerin yaşam alanı olma özelliği taşıdığı da dile getirildi. Projenin hayata geçirilmesi halinde İzmir Yarımadası’na özgü erkence türü zeytinlerden oluşan zeytin ormanlarına büyük zarar göreceği ve JES projelerinin hem bu yörede geçimini sağlayan insanları hem de bu ormanlarda yaşamını sürdürmekte olan pek çok canlıyı tehdit ettiği de ifade edildi.

"ZEYTİN AĞAÇLARIMIZI RANTA KURBAN ETMEYECEĞİZ"

Doğa Derneği, Orhanlı Doğa Kültürü Derneği, Orhanlı Köyü Kültür Doğa Gençlik ve Spor Kulübü Derneği, Sınırlı Sorumlu Seferihisar Kavakdere Köyü Sulama Kooperatifi’yle birlikte 95 Orhanlı köylüsünün JES projesinin iptali talebiyle açtığı davada mahkeme çıkışında basın açıklaması yaptı.

Açıklamada konuşan Orhanlı Köyü Kültür Doğa Gençlik ve Spor Kulübü Derneği Başkanı Hasan Tahsin Akçil, “Üç senedir bu JES belasıyla mücadele ediyoruz. Bölgede yaşayan binlerce üretici artık üretemez hale gelmiş durumda. Ağaçları verimsizleşiyor, toprak ve hava zehirleniyor. Bu da yetmezmiş gibi JES şirketleri sıcak sularını yüzeye deşarj ederek hem doğadaki canlıların hem de insanların yaşamını tehlikeye atıyorlar. Biz bölgemizde buna müsaade etmeyeceğiz. Köyümüzde binlerce yıldır olduğu gibi genciyle, yaşlısıyla zeytinyağımızı üretmeye devam edeceğiz. Zeytin ağaçlarımızı ranta kurban etmeyeceğiz” dedi.

"PROJELER HUKUKA AYKIRI"

Davanın avukatlarından Cem Altıparmak ise, “Bölgede yapılmak istenen JES projeleri birçok açıdan hukuka aykırı. Mahkemeye bu durumu gösteren belgeleri sunduk. Bilirkişi heyetinin raporu da bu doğrultuda oldu. Aynı projeye İZSU’nun açtığı diğer dava kazanıldı. Bu nedenle, bugün İzmir 3. İdare Mahkemesi’nde görülen davamızı kazanacağımızı düşünüyorum. Orhanlı köyü sakinlerini bu mücadelede örnek bir kararlılık gösteriyor. Bölgedeki bütün hukuksuz projelerin iptal edilmesi için mücadelemizi sürdürüyoruz” diye konuştu.

"MÜCADELEMİZDEN ASLA VAZGEÇMEYECEĞİZ"

Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Dicle Tuba Kılıç da şunları söyledi: "Tabiri caizse aynı yemeği ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar. Bu nedenle, kamu kuruluşlarımızın bu konuda gerekeni yapması ve bu projeleri tamamen durdurması gerekiyor. Biz, mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz. Hukuki mücadelemiz bu alandaki bütün yıkım projeleri sonlanana kadar devam edecek.”

                                                              /././

JES’e karşı açtıkları davaları kazanan Orhanlı Köyü halkı kararı kutladı (Evrensel)

İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Orhanlı Köyü’nde yapılmak istenen JES'e karşı açtıkları davayı kazanan yöre halkı kararı etkinlikle kutladı.

                                                                     Fotoğraf: Ramis Sağlam/Evrensel 

İzmir’in Seferihisar ilçesine bağlı Orhanlı Köyü sakinleri, yaşam alanlarına yapılmak istenen jeotermal enerji santrali (JES) projelerine karşı İzmir Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü ve kitle örgütleriyle birlikte açmış oldukları davaları kazandı.

Birden çok proje ruhsatının yer aldığı köy ve çevresinde mahkeme üç alanın JES ruhsatını iptal etti. Mahkeme kararları bugün köy meydanında yapılan etkinlik ile kutlandı. Etkinliğe köylülerin yanı sıra Seferihisar Belediye Başkanı İsmail Yetişkin de katıldı. Zeybek ve halk oyunları gösterildiği etkinlikte ayrıca keşkek dağıtıldı.

“ZEYTİN AĞAÇLARI YOKSA, BİZ YOKUZ”

Orhanlı Köyü sakinleri adına konuşan, Orhanlı Köyü Kültür, Gençlik ve Spor Kulübü Derneği Başkanı Hasan Tahsin Akçil, “Köyümüz üreterek yaşayan ve yediden yetmişe kültürünü devam ettiren bir köy. Kadim Üretim Havzası olan köyümüz için kurdu kuşu doyuran zeytinlikler, aynı zamanda temel bir geçim kaynağı. Binlerce yıldır kadim yöntemlerle yaşıyoruz ve bu yöntem aynı zamanda ekosistemleri ve biyolojik çeşitliliği koruyor. Zeytin ağaçları yoksa, biz yokuz. Kurdun, kuşun, bizim hakkımız için jeotermal istemiyoruz” dedi.

İZMİR’İN ZEYTİN ORMANLARI JES PROJELERİNİN TEHDİDİ ALTINDA

Hayata geçirilmesi halinde İzmir Yarımadası’na özgü erkence türü zeytinlerden oluşan zeytin ormanlarına büyük zarar verecek olan jeotermal enerji santrali projeleri, hem bu yörede geçimini sağlayan insanları hem de bu ormanlarda yaşamını sürdürmekte olan pek çok canlıyı tehdit ediyor. Yüzlerce nadir bitki, kuş ve memeli türünün yaşadığı yöre, Türkiye’nin biyolojik çeşitlilik açısından en değerli 312 Önemli Doğa Alanı’ndan birisi olan Kızıldağ Önemli Doğa Alanı (ÖDA) içerisinde yer alıyor.

                                                              /././

İliç’teki altın madeninin avukatı dava açma hakkının reddedilmesini AYM’ye taşıdı: “Siyanürlü madene her yurttaş dava açabilir!” (Özer AKDEMİR-EVRENSEL)

Erzincan İliç’teki altın madenine karşı açılan davanın avukatın İsmail Hakkı Atal, danıştay tarafından kendisinin kişisel olarak medene dava açma hakkının reddedilmesini AYM'ye taşıdı.

                                                      Fotoğraf: Cömert Uygar Erdem 

Erzincan İliç’teki altın madenine karşı açılan davanın avukatın İsmail Hakkı Atal kendisinin kişisel olarak madene dava açma hakkının Danıştay 6.  Dairesi tarafından reddedilmesini Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Atal, Danıştay kararının Anayasa’ya ve AİHM kararlarına aykırı olduğu gerekçesi ile maddi manevi tazminat talep etti.

DANIŞTAY’DAN “YÖREDE OTURMAYAN DAVA AÇAMAZ” KARARI

Danıştay 6. Dairesi geçtiğimiz aylarda Erzincan İliç Çöpler köyü yakınlarında işletilen Anagold altın madenine verilen çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) olumlu raporuna karşı açılan davayı reddeden yerel mahkemenin kararını bozmuştu. Daire madende yeni bir bilirkişi incelemesi yapılması kararı alırken, Av. İsmail Hakkı Atal’ın o yörede ikamet etmediği için dava açma ehliyetinin olmadığına karar vermişti. Danıştay kararının bu yönünü eleştiren Atal, iklim değişikliğine yol açan bu madencilik faaliyetlerinin herkesi etkilediğini belirterek kendisinin orada yaşamadığı için davacı olamaması gerekçesinin hukuksuz olduğunu dile getirmişti.

“BU MADENİN ENGELLENMESİ ANAYASAL HAK VE YÜKÜMLÜLÜK”

Danıştay 6. Dairesinin kendisi ile ilgili verdiği kararı AYM’ye taşıyan Atal, dilekçesinde iklim krizi ve beraberinde gelen su ve gıda krizi nedeniyle menfaat koşulu bakımından Türkiye'deki her yurttaşın; çevre, ekoloji, yaşam hakkı konusunda faaliyet gösteren her STK'nın  madene karşı dava açma hakkının olduğunu dile getirdi. Doğal, ekolojik dengeyi bozacak projelerin engellenmesinin Anayasal bir hak olduğu kadar Anayasa tarafından yurttaşlara yüklenmiş bir görev de olduğuna vurgu yapan Atal, “Gelecek nesillerimizin yaşama hakkını koruma amacıyla ifa edilen bu görev yaşama hakkı mücadelesidir. Su ve gıda kaynaklarını yok eden/yok edecek, ekolojik dengeyi, bölgenin klimatolojisini bozacak, geçim kaynaklarını yok edecek idari işlemin hukuki dayanağı yoktur” dedi.

FIRAT NEHRİNE SİYANÜR KARIŞTI

Erzincan İliç'teki Anagold madenciliğin 21 Haziran gecesi siyanür borusunun patlaması sonrası doğaya, Harran ovasını besleyen Fırat'a seyrelerek 80 kg siyanür karıştığına dikkat çeken Atal dilekçesinde, “Böylece sadece ülke yurttaşı olarak menfaatimin ihlalinin yanına, ekosistemlere karışan zehirli bileşiklerden etkileniyor olmam nedeniyle de menfaat ihlalim gerçekleşmiştir” ifadelerine yer verdi.

İliç maden tutanağı

“YAŞAM, ADİL YARGILANMA VE ÖZEL HAYATA SAYGI HAKLARIM İHLAL EDİLDİ”  

 Atal’ın AYM’ye verdiği dilekçe de şu ifadeler yer aldı; “Davada menfaat şartının bölgede ikametgah veya gayrimenkul sahibi olma şartına sıkıştırılması hukuki ve bilimsel realiteye aykırıdır. Erzincan İdare Mahkemesi ve Danıştay 6. Dairesinin verdiği kararlar yaşama hakkımın, adil yargılanma hakkımın, özel hayata ve aile hayatına saygı gösterilmesi hakkımın ihlali niteliğindedir.”

Atal, Danıştay 6. Dairesinin kendisi ile ilgili verdiği temyiz talebinin reddi kararının kaldırılmasını ve 15.000,00 TL maddi -15.000,00 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etti.

İlgili diğer gelişmeler: (https://www.evrensel.net/haber/491864/erzincan-ilicteki-altin-madenine-mozambikteki-biri-bile-dava-acabilir)                                                  

(https://www.evrensel.net/haber/463988/erzincan-ilicteki-siyanur-havuzu-denetim-yok-inceleme-yok)

(https://www.evrensel.net/haber/464635/erzincandaki-siyanur-sizintisinin-ardindan-ilicteki-altin-madeninin-faaliyetleri-durduruldu)

                                                                 /././

"Kapadokya talan yolu"na mahkeme onayı (Özer AKDEMİR-EVRENSEL)

Mahkeme UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan Kapadokya’daki Peri bacaları ve Bizans Manastırlarının arasından geçen yola karşı açılan davayı reddetti.
                                                                                       
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan Kapadokya’da peri bacaları ve Bizans dönemi manastırları arasından geçen yola karşı açılan davada, projenin iptali talebi mahkeme tarafından reddedildi. Yol projesinin bilimsellikten uzak, planlara aykırı ve koruma altındaki peri bacaları ve manastırlara zarar vereceği gerekçesi ile TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından açılan dava Kayseri 2. İdare Mahkemesince reddedildi. Mahkeme kararına dayanak olarak yol ile ilgili olumlu görüş bildiren bilirkişi raporunu gösterdi.

DÜNYA KÜLTÜR MİRASININ ORTASINA ASFALT YOL!

Geçtiğimiz yıl yaz ayında başlayan Ortahisar Göreme yolu peri bacaları ve Bizans dönemi manastırları arasından geçtiği, jeolojik oluşum ve tarihi yapılara zarar vereceğine dönük itirazlara rağmen devam etmişti. Nevşehir Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun kararı ile belirlenen I. ve III. derece arkeolojik sit alanında yapılması planlanan yol projesi ile ilgili olumlu karar veren Kapadokya Alan Başkanlığı iddialar karşısında yolun herhangi bir zararı olmayacağını ileri sürmüştü.

MİMARLAR ODASI DAVA AÇMIŞTI

Alan Başkanlığının bu kararını yargıya taşıyan TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi yol çalışmasının gerekli izinler alınmadan başladığı, kültürel miras etki değerlendirme raporunun hazırlanmadığı, yol projesinin bilimsel hiçbir dayanağının olmadığı, idarenin keyfi şekilde aldığı karar ile hareket edildiği, ÇED gerekli olmasına rağmen herhangi bir başvuru yapılmadığı, yolun peri bacaları ve manastır kompleksine zarar vereceği gibi gerekçelerle projenin iptalini istedi. Mimarlar Odası, Göreme Açık Hava Müzesinin yol nedeniyle ciddi tahribata uğrayacağı, mevcut çalışmanın peribacaları oluşumlarını, yeraltı zenginliklerini, Saklı Kiliseyi ve arkeolojik sit alanlarını tehdit ettiğini belirtirken aynı zamanda yol yakınındaki Kızlar Manastırı, Tokalı, Elmalı, Yılanlı kiliselerinin zarar gördüğünü dile getirdi.

BİLİRKİŞİLER YOLU UYGUN BULDU

Dava sürecinde mahkeme tarafından oluşturulan bilirkişi heyetinin mart ayında bölgede yaptığı keşif sonucunu hazırladığı raporu mahkeme sunmuştu. Bilirkişi heyeti raporunda özetle; yolun çevre düzeni planına uyun olduğunu, ağır tonajlı araçlar yönünden bölgede bulunan tarihi eserlerin ve arkeolojik kalıntıların zarar görmemesi için gerekli tedbirlerin alınması gerektiği, bölgede bulunan Saklı Kilise’nin bitiş noktasının yola yakınlığının 26 metre civarında olduğu, kilisede herhangi bir zararın oluşmadığı, diğer yapılara ve peri bacalarına zarar verilmediği yönünde görüş belirtti.

"RÜZGAR, YAĞIŞ BİLE ZARAR VERİYORKEN AĞIR TONAJLI İŞ MANİKELERİ NASIL ZARARSIZ OLABİLİR?"

Bu bilirkişi raporuna itiraz eden Mimarlar Odası itirazlarını özetle şu maddeler halinde sıraladı:

1- Henüz 1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı İmar Planı onaylanmadan böylesi hassas bir bölgeden bu ölçekte bir yol geçirilmiş olması bilime ve hukuka aykırıdır.

2- Ağır iş gücü makineleri ile çalışılan ve en ufak bir titreşimden bile olumsuz etkileneceği çok açık olan Saklı Kilise’nin ve diğer tarihi yapıların zarar görmemiş olmasının iddia edilmesi son derece düşündürücüdür.

3- Tarihi mağara ve kilise alanı olarak rapora geçirilen yer doğru değildir. Viraja yakın kayaların olduğu yerde 1 adet şapel 2 adet kilise bulunmaktadır, bu kiliseler doğrudan yolun tam altında kalmaktadır.

4- Sütunlu kilise yörede türünün Kapadokya’daki tek örneğidir çünkü sıva üstü değil, kayaya doğrudan yapılmış fresklerdir.

5- Dünya mirası alanın rüzgar ve yağış gibi etkenlerden dolayı bozulmaların tehdidi altında. Ağır iş gücü makineleri ile çalışılan ve halen ağır tonajlı araçların kullandığı bir taşıt yolu trafiğine açık mekanda nasıl tehdit olamayacağı iddia edilebilir.

MAHKEME KARARI İSTİNAFA TAŞINDI

Bilirkişi raporuna yönelik bu itirazları yerinde görmeyen mahkeme heyeti ise oy birliği ile aldığı kararında bölgeden geçen eski yolun Göreme Açık Hava Müzesine ve Aynalı Kilise’ye zarar verdiği için kapatılması nedeniyle bu yeni yol projesinin hazırlandığı, yeni bir yol yapılmasının alt yapı tesisi açısından zorunluluk taşıdığı, alternatif güzergahların peri bacalarına zarar vereceği Saklı Kilise ile etraftaki kilise, manastır ve kaya oyma mekanlara fiziksel bir zarar oluşturmayacağı görüşüne dayanarak davayı reddetti. Mimarlar Odası bu kararı Ankara Bölge İdare Mahkemesi’nde temyiz etti.

İlgili diğer gelişmeler:

(https://www.evrensel.net/haber/470072/kapadokya-talan-yolu-kaya-olusumlarini-yok-etti-tarihi-yapilara-zarar-verdi)

(https://www.evrensel.net/haber/470453/kapadokyada-cinayet-yolu-neredeyse-kiliselerin-uzerinden-geciyor)

(https://www.evrensel.net/haber/468390/kapadokyada-vandalizm-cepecevre-yasam)

(https://www.evrensel.net/haber/470760/kapadokyadaki-yolu-dogalgaz-hatti-icin-yapiyorlar-iddiasi-dogru-cikti)

                                                                 

(derleyen: mstfkrc)






Çok şaşırdığım tarikat buluşması + SOYLU’DA VAR POLİSTE YOK MU - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 Çok şaşırdığım tarikat buluşması


Televizyondaki tartışma programlarında yorumcu olan arkadaşımı dinliyordum. Yalan yok, yorgundum ve gözlerim kapanmak üzereydi. Ama öyle bir şey anlattı ki hemen kendime geldim.

Kısa süre önce...

Bu ünlü televizyon yorumcusu arkadaşım bir restoranda iki kişiyle buluşmuş. Masada üç kişilermiş. İçlerinden biri, uzun süre önce kaybettiğimiz usta bir Alevi ozanının oğluymuş.

Rahmetli babası kadar olmasa da türkücülüğüyle bilinen o kişi konuşmaya başlamış önce...

Arkadaşıma şöyle demiş: “Sizi uzun zamandır takip ediyoruz. Bilgi birikiminizden faydalanmak istiyoruz. Bizim bazı çalışmalarımız var, onlara destek olmanızı istiyoruz.”

Yazmasam olmaz, ekranlarda ağır siyasi çıkışlar yapar ama arkadaşım saflık derecesinde iyi niyetlidir. Anlamamış haliyle ve sormuş:

“Tam olarak ne yapıyorsunuz, bir derneğiniz mi var?”

“Tam dernek değil de hayatı kolaylaştırmak ve bereketli hale getirmek için çalışıyoruz” yanıtını almış...

Arkadaşım işkillenmeye başlamış ve direkt sormuş bu kez: “Siz bir tarikat mısınız?”

Bunun üzerine, türkücünün yanındaki başından beri sessizliğini koruyan kişi söze girmiş:

Tom Cruise diyelim, siz anlayın...” Sözü yine türkücü almış: “Biz Amerika’daki arkadaşlarla da konuştuk. Aslında aramıza kolay kolay birilerini almıyoruz ama sizi uygun gördüler. Önce Amerika’ya gitmeniz, orada birkaç ay kalmanız, sonra da Almanya’da eğitime girmeniz gerekecek.”

Nazik insandır arkadaşım. “Çok sağ olun, ben bir düşüneyim, size dönerim” diye uğurlamış o iki adamı. Arkalarından da “yuh yuh” diye mırıldanmış durmuş.

Anlayacağınız, “Hollywood tarikatı” diye bilinen Scientology’nin müritleriymiş o buluşmadakiler. Hani, Tom Cruise’dan John Travolta’ya kadar ünlülerin bağlı olduğu bilinen o tuhaf oluşum... Yani, Türkiye’deki tarikatlar yetmiyormuş gibi bir de ABD menşeli Scientology’yi yaymaya çalışıyorlarmış.

Beni asıl şaşırtan da halkın sorunlarını türkülerle duyuran büyük bir ozanın oğlunun geldiği nokta...

Merak edenler olabilir, bitirmeden yazayım: Arkadaşım elbette ki geri dönmemiş bu garip davete...

                                                      /././

SOYLU’DA VAR POLİSTE YOK MU



Okumuşsunuzdur:

İstanbul Havalimanı’na ABD’den gelen Allen Brooks isimli bir kişi pasaport işlemleri yapılırken şüpheli hareketler sergiledi. Brooks’un tedirgin hallerini fark eden polis, şüpheliyi parmak izi bölümüne götürdü. Burada yapılan çalışmada şüphelinin, FETÖ’ye üye olmak suçundan hakkında arama kararı bulunan Abdullah Uzundere olduğu belirlendi.

Uzundere tutuklandı tutuklanmasına da...

Hatırlayın, eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun telefonundaki bir yüz tanıma programı çok tartışılmıştı. Soylu, fotoğrafını çektiği kişinin kimliğini 2 saniyede buluyordu.

Soru şu: Madem böyle bir teknolojimiz var, ülkeye girenlerde neden kullanmıyoruz? Öyle ya, eğer polis şüphelenmeseydi ve parmak izini almasaydı o Fethullahçı yakalanmayacaktı...

Bu teknoloji sadece Bakan Soylu’nun şovu için mi yapıldı?

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

Bedeviye esir düştün Türkiye - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

“Cehalet aklın gecesidir” diyor Konfüçyüs, “Aysız yıldızsız bir gece” diye de devam ediyor.

İstanbul’da bir sanat sergisi. Önünde kalabalık toplanmış. Hayır, görmeye gelmemişler. Söylediklerine göre, “ecdat yadigarı” mekanda; paganizm, LGBT, ahlaksızlık vb. her türlü “din düşmanlığı” var.

İBB’nin düzenlediği Feshane’deki sergiyi, dinciler protesto etti. Haliyle merak ettim: Acaba içeride, İslamcıları ayağa kaldıracak ne var?

Protestocular, içeri girmiş, “cemiyet ahlakına dinamit atan” eserleri fotoğraflamış, paylaşmıştı. 300 sanatçının, 400’den fazla eserinin olduğu sergide saldırı, üç eser üzerinde yoğunlaşmıştı.

ŞÖVALYE DEDİLER KEÇİ ÇIKTI

Birincisi; serginin girişinde yer alan heykellerdi. Protestoculara göre “Tapınak Şövalyeleri’nin taptığı şeytanı” temsil ediyordu.

Heykeli buldum. Eserin adı “No man’s land” yani “Sahipsiz toprak”. Hazırlayan sanatçı, Gönül Nuhoğlu. Gönül Hanım’la konuştum. “Ben bir enstalasyon (yerleştirme) sanatçısıyım, eserin sergileneceği mekâna göre iş yapıyorum” diye söze başladı Nuhoğlu. Bu eserini, İtalya-Milano’da bir şatoda düzenlenen sergi için yapmıştı. Şato, sınırları savunma için oluşturulmuş mekânlardan biriydi. Ortamın havasını, dışarıyı gözetleyen, keçilerle tamamlamıştı.

Keçilere yakından bakıldığında, ayakları, mühendislerin harita hazırlarken kullandığı aletlerin ayaklarından oluşmuştu. Nuhoğlu, eserin mesajını şöyle anlattı: “Dağ keçileri sınır tanımıyorlar. İnsanların çizdiklerinden bağımsız olarak, doğal sınırları onlar belirliyorlar.” Söyledikleri gayet açıklayıcıydı...

“Herkesi İtalya’ya götürmek mümkün değil. Mekânın dışına çıkınca anlaşılmıyor olabilir. Ama herkes anlamak zorunda da sevmek zorunda da değil. Ama birlikte yaşayacaksak en azından anlamaya çalışmak, saygı göstermek zorunda.” “Sığlığın kendisiyle derinlik ölçülmez” diyen Nuhoğlu, yaşananların sebebinin cehalet olduğunu düşünüyordu.

SEVİŞMİYOR SAVAŞIYOR

İkinci eserin sorunu LGBT idi! Protestocular, çırılçıplak iki erkeğin, kucak kucağa seviştiğini söylüyordu. O eseri de buldum. Dikkatli bakınca, sevişen değil savaşan iki canavar resmedilmiş gibi duruyordu.

Sanatçı Sema Maşkılı’yı buldum. Maşkılı, “O resim hâlâ devam eden kişisel sergimin bir parçası. Serginin adı ‘Güç Canavarlar Yaratır’ diye söze başladı. “Bu resimlerin hiçbirinde sanıldığı gibi cinsellik yok. İnsanlar birbiriyle güç mücadelesi yapıyorlar. Onları dövüşürken, boğuşurken resmediyorum.”

Canavarlar neden çıplak? Maşkılı anlatıyor: “Onları medeni olarak göstermek istemiyorum çünkü kıyafet medeniyetin temsilidir.”

Maşkılı, “Ben insanlığın sorunlarına eğiliyorum” derken sanatının siyasete alet edilmesini istemediğini ifade etti. Gerçekten de Maşkılı’nın aynı tema üzerine bir dizi eseri vardı.

ALATURKALIĞI ANLATIYOR

Hedefteki üçüncü eser ise mahyasında “Ala Turca” yazan minarelerin olduğu, şehir silüetinin göründüğü resimdi. Resimde rakı masası ve dansöz olması, İslamcı cenahı kızdırmıştı. Ressam Mevlüt Akyıldız’ın 2001 tarihli “Ala Turca” isimli eseriydi. Resme bakınca, sayamadığım kadar çok insan gördüm. Asker de aşçı da vardı. Protestocuların gözü ise dansöze ve rakıya takılmıştı. Ben ise onları çok zor seçebilmiştim.

Akyıldız’ı aradım. Adı üstünde, bizim alaturkalığımızı anlatmaya çalışıyordu. Osmanlı’dan bugüne tarihimizin farklı öğelerini yan yana getirmişti. “Arkada bir kantocu kadın, önde yerel bir şarkıcı, öbür yanda bir dansöz, yanına hem gelini hem sevgilisini oturtmuş bir damat, bir tarafta rakı içenler bir tarafta güreşenler...” diyerek resimdeki unsurları sıralamaya başladı Akyıldız. Bir tür kültürel karmaşa serüvenimizdi. Resimlerinde ironiyi sevdiğini anlatan Akyıldız, “Sanat öyle bir şey ki 80 yıl sonra resmime bakan belki de bambaşka yorumlayacak” ifadelerini kullandı. Ona göre sorun, dini bile tanımayan cahil insanlardan kaynaklanıyordu.

FESHANE KUTSAL DEĞİL

Kısacası siyasal İslamcılar neyi protesto ettiğini dahi bilmiyor. İBB’nin muhalefette olması, sanat sergisi düzenlemesi, onları sokağa dökmeye yetmişti.

Sanatçılarla konuştuktan sonra Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’ni açtım. Serginin olduğu Feshane’nin tarihini okudum. Elbette bir kutsallığı yoktu. Aksine, bir ticarethaneydi. Fes ithalatının ekonomiye zarar vermesi üzerine milli üretim için II. Mahmut tarafından kurulmuş bir fes fabrikasıydı. Osmanlı’da sanayileşmenin, modernleşmenin, Batı’yı yakalama arayışının bir parçasıydı. İBB ise dökülen yapıyı restore edip bir sanat merkezine çevirmişti. Haliyle içerdeki resimler-heykeller, kapıdaki İslamcı protestoculardan daha fazla Feshane’nin ruhunu temsil ediyordu. II. Mahmut yaşasa sergiyi gezer, belki de sarayın duvarlarına birkaç resim seçerdi. Sorun bizim Talibanlaşmış İslamcılar’daydı. Çölleşmiş Bedevi zihniyetini, sanki dinle, ecdatla, tarihle alakası varmış gibi millete dikte ediyorlardı.

Cehaletten daha kötüsü, eyleme geçmiş cehalettir. Asla küçümsemeyin!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

3 Temmuz 2023 Pazartesi

Fransa’da olaylar ve ‘liberal faşizm’ refleksleri - OSMAN ÇUTSAY / soL-Söyleşi

 Fransa’nın emek temelli devrimci bir ayaklanmaya girişmesi dünyayı altüst edebilecektir. Ama tek tek toplumların harekete geçmesi için kendi iç çelişkilerinden itibaren fırtınaların esmesi gerekiyor.


“Fransa’nın emek temelli devrimci bir ayaklanmaya girişmesi, bırakalım Avrupa’yı, ABD dahil bütün dünyayı altüst edebilecektir, bu kesin. Ama tek tek toplumların harekete geçmesi için kendi iç çelişkilerinden itibaren ve kendi meşreplerine uygun fırtınaların esmesi gerekiyor.”

Çalışmalarını uzun yıllardır Fransa’da sürdüren araştırmacı-yazar Dr. Mahir Konuk, Fransa’da patlak veren toplumsal olayların bir tür “dip dalga emaresi” gösterdiğini, sonuçta liberal faşizmin müdahalesine karşı bir tepkiyle karşı karşıya olduğumuzu hatırlattı. Dr. Konuk, sorularımızı yanıtladı.

Fransa durulmuyor. Ne oldu ki bilmediğimiz veya bizlerden gizlenen, toplum böyle birdenbire, sanki hazırmış gibi, hareketleniverdi? Macron ve büyük burjuvazi bu hareketlenmeyi neden engelleyemiyor? Sizin kavramlaştırma arayışınızla, acaba “liberal faşizm” böyle bir toplumsal yapı mı doğurdu?

“Fransa durulmuyor” dediğimizde, başlangıç olarak tespit ettiğiniz tarih ve nereye baktığınız sorunu cevap için belirleyici nitelikte olmaktadır. 1970’lerin ortalarından beri Fransız toplumunda çeşitli statüler altında yaşayan birisi ve aynı zamanda metodik bir gözlemcisi olarak ben şunu belirtebilirim: 1980’lerin başından itibaren neo-liberal ideolojik saldırı ve siyasi-ekonomik yıkıma maruz kaldıktan sonra, Fransa’nın emekçi halkını bugünlere kadar savuran ilk ve temelli fırtına, 1995 sonbaharında başlayan ve haftalarca hız kaybetmeden süren emekçi ayaklanması oldu. Görünürdeki neden, Fransa’yı Ulus-Devlet anlamında da olsa bir “toplum” yapan en köklü kurum olan “Sosyal Güvenlik Sistemi” (SGK’ya) karşı o dönemin Jacques Chirac hükümetinin başlattığı neo-liberal imha hareketiydi. Ancak “sular duruldu” havası esmeye başladığından bir-iki sene sonra, bende, kendi anketlerimin ampirik toplumsal verilerine dayanarak bu saldırının esas hedefinin topyekûn “toplumun” yani “insan toplumunun” imhasını hedeflediği düşüncesinin başladığını belirtmeliyim. (Olaylar başladığında Strasbourg kentinde anket yapıyordum, grevlerden dolayı iletişim kesilince bu şehirde mahsur kalmıştım.)

Tam olarak ifade etmek gerekirse, entelektüel çevrelerden kat kat daha duyarlı hale gelen “tarihin öznesi” emekçi kitleler bunu gündelik hayatlarında bu şekilde yaşamaya başlamıştı ve sonuçta 10 milyon kadar insan bir anda aynı duyguya odaklanarak seferber olmuştu.

Kurumsal nitelikteki siyasi ve sendikal yapılanmaların (siyasi parti, sendika ve demokratik kitle örgütü gibi) önderliğinde yürütülen bu ayaklanma, bu yapılar içinde de kırılmaya yol açmış, yeni tipte ve daha radikal duruşlu (SUD gibi) ulusal çapta yeni örgütsel oluşumlar da doğurmuştu. Ama bu tarihsel ve sınıf temelli kopuştan sonra, “kurumsal muhalefetin” hiçbir kesimi, toplumun içinde yoğunlaşan devrimci enerjiyi görmek istememiş ve hatta görülmesini engellemeye çalışmışlardı. Bunu bir “olgu tespiti” olarak söyleyebiliriz.

‘Dip dalga emareleri’

Böylece, toplumsal nitelikli olduğu artık inkâr edilemez olan “şiddet”, kurumsal muhalefetin sahip çıkmaması nedeniyle, kendisini daha çok çeşitli fırsatlarda “dip dalga” emareleri şeklinde görünür kılmıştır. Sürekli yenilenen öğrenci hareketleri, 2. Chirac döneminde 2005’te Paris’te başlayan ve bir aydan fazla sürdükten sonra ancak “OHAL” ilanıyla bastırılan “1. Banliyö” ayaklanması, tekrar öğrenci-gençlik ve işçi-gençlik hareketleri derken 2016’da siyasi iktidara olduğu kadar “kurumsal” muhalefete de karşı bir tavır alır görünen “Nuit Debout” hareketi, derken 2018’de başlayıp pandemiyle sonlandırılan “Sarı Yelek” ayaklanması ve en son  “emeklilik yaşı” ile ilgili geliştirilen sendikal hareketten sonra “2. Banliyö” ayaklanmasıyla birlikte Belçika üzerinden Avrupa’da yankılanan ve “saat 21’den sonra sokağa çıkma yasağı” ile devam eden, nerede nasıl biteceği belli olmayan hareket…

Bu son olaya olduğu gibi öncekilere de Macron’un “engellememesi” diye bir şey yok sanırım. Zaten buna “nesnel” olarak gerek de yok pek… Liberal faşist ideoloji ve siyasetin icat ettiği ve anayasaya rağmen üçüncü kez “Başkan” olmaya hazırlanan, “psikopat” bir şahsiyet olduğu sık sık tartışılmaya başlanan bu “yaratık”, sadece kendi varlığının da tehlikede olduğunu bilen bir burjuva aklıyla zaten var olan “toplumsal şiddetin” varlığını, “kurumsal” veya “sahte” muhaliflerden farklı olarak, görüp kabul ettikten sonra yerleşik liberal faşist düzeni tehdit eden bu şiddeti bunun sadece ve sadece gündemdeki tarihi sonlarını uzatmak üzere sınırlama (banliyölere, mesela) veya kendi kendisini imhaya yönlendirme (göçmen-yerli ikilemini körükleyerek) çabası içindedir. Bugün olduğu gibi ta 1980 Mitterrand iktidarından beri…

Ancak hiç belli olmaz tabii, “Sarı Yelek” hareketini de böyle değerlendirmişti; ama bir anda ayaklanmacılar Elysee sarayını ele geçirecek kadar Macron ile burun buruna gelmeyi başarmışlardı… Ben “engellememek” teriminden bunu anlıyorum; yani aslında bütün kapitalist sistemle birlikte sermayedarlar da sıkışmış durumda ve başka opsiyonları olmadığından böyle davranmak zorunda kalıyorlar…

Macron ve liberal faşizm mekanizmaları

Emmanuel Macron’un siyaseti de saydığım olgular üzerinden liberal faşizme bağlanmaktadır. Günümüzün küreselleşmiş ama artık toplumsallaşamayan sermayedarları, o oranda ve hızda insan toplumunu bütün yaşam alanları ve kurumlarıyla ortadan kaldırmaya başladılar. Bütün bu saydığımız tarihsel olarak kapitalist sistem için zorunlu yıkım ve yenisini yerine koyamadan yok etme olayları işte bu problematikle “liberal faşist” bir nitelik kazanmaktadır. Adamların siyasi hedefi, gerçekte, orta sınıftan yeni katılımlarla “nicel” bir gelişim gösteren “emekçi sınıf” kategorisinin toplumsallaşma biçimini ortadan kaldırmaktan yola çıkarak aslında bir bütün olarak insan toplumunun imhasıdır. Bunu hedeflemektedir. Bu stratejiyi, yerleşik düzenin “sağ” veya “sol” kanadı el ele vererek birlikte paylaşmaktadırlar. Fransa söz konusu olduğunda bir önceki “sosyalist” François Hollande döneminde yapılanları hatırlamak yeterli olacaktır.

Özet olarak ifade ettiğimizde, 1980 öncesi dönemlerin aksine, liberal faşist siyasi örgütlenme bir “toplum örgütlenmesi” olmaktan çıkıp, “kara delik” türünden toplumsallık yutan bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Daha da vahimi, bu durum sadece Fransa’nın meselesi olmaktan da çoktan çıkmış durumdadır. Zaten ben, “Liberal faşizm sermaye için 'opsiyonel' bir mesele olmaktan çıktı” derken de “Toplumun ve insanlığın sorunları (hatta yerleşik düzenin sorunları bile!) 'kapitalist sistem'in reformasyonu ile çözülür olmaktan çıktı” derken de tezimi, diğer şeylerin yanında, “kurumsal” anlamda sağ-sol farklılaşmasının ortadan kalkmasına ve “küresel tahakkümün” bütün ipleri eline almasına dayandırmaktayım…

Yaşanan tepkiyi ve bunun tüm toplum üzerindeki etkisini/yankısını nasıl görmek ve yorumlamak gerek? Yani toplumun çoğunluğu bu öfkeyi kendisine çok uzak ve hatta yabancı mı sayıyor? Fransa toplumu, yabancı gençlerin ağırlık taşıdığı bu öfkeyi içselleştirmiyor mu?

Fransız toplumunun “devrimci şiddeti” tarihsel gelişimi içinde “2. Ben” olarak gördüğü bilinen bir şeydir. Bu türden aslında “niteliksiz” (yani bilinç taşımayan) olarak nitelenecek olan 2. Banliyö ayaklanması da her ne kadar “emekçi” ağırlıklı bir hareket olmakta ise de “yabancı” kimliği yakıştırılan insanların çoğunlukta olması hasebiyle, Macron’a “ulusalcı” veya “milliyetçi” kanadı sahte de olsa “muhalif olmaktan çıkarıp “azınlık” durumundaki kendi iktidarını güçlendirmek imkânını geçici de olsa sağlayabilir. Türkiye’de yerleşik iktidarın bildik taktiklerini uygulamakla meşguller yani… Ama bu siyasi manipülasyon başarılı olabilir mi? Hiç sanmıyorum; hele de orta ve uzun vadede…

Macron’un kendisi bu “karmaşık işlerden” anlamayacak kadar “adi bir pervers” (sapık) olmaktan başka bir özelliği olmayan bir şahsiyet; bu yüzden bildik “medya” ve propaganda desteği çekildiği anda yok olup gidecek kadar değersiz birisi. Bunu en iyi bilenler onu bir “oyuncak” gibi kullanan liberal faşist gestaponun şefleridir. Özellikle de Jacques Attali olarak adlandırılan kişi… Aynı zamanda “güleryüzlü” ama acımasızlığı ile sivrilen bu “derin devlet” adamı, daha şimdiden gelecek başkanın bir “kadın”, yani aşırı “milliyetçi” kanadın lideri olan Marine Le Pen olabileceğini ima eder sözler sarf etmeye başlamıştı bile…

Soros oyunları da gündemde

Fransız toplumunda “yabancı” kökenlileri vatandaş hukukuna alarak “içselleştirmek” aslında Büyük Fransız Devrimi’nden miras kalan “cumhuriyetçi” köklü bir gelenek. Mesela sadece “toplumsal” bir nitelik taşıyan ve “anti-kurumsal” olarak kendisini doğrudan demokrasi savunucusu olarak ilan eden “Sarı Yelek” hareketi, içinde “ulusalcı” (Souvereniste) ve milliyetçi (Nationaliste) unsurları hâlâ barındırmaya devam etse de, bu tarihsel geleneğin izini sürmektedir… Ama toplumun bütün katmanlarının hedefi haline getirilen “göçmen” veya “yabancı” etnik kökenli kesimin, bugün en önde görünseler de, muzaffer bir “devrimin öncüsü” olacaklarını ima etmek, neo-liberalizmin ahmaklaştırarak “Soros” aracılığıyla “görevli” hale getirdiği ahmak ve hainlerin ortalığa saçtığı safsatalardan başka hiçbir şey değildir…

Özetlersek, Fransa’daki toplum, tıpkı Türkiye’deki gibi deneylerinden öğrenerek ilerliyor, ama ne olursa olsun bütün engelleme çabalarına rağmen yine de ilerliyor işte…

Fransa’daki tepkilerin ve enerjinin Avrupa’ya yayıldığını şu an itibariyle söyleyemeyiz. Gerçi Belçika’da bazı çıkışlar olmadı değil. Ama Almanya ve hatta İtalya epey bir sessiz şimdilik. Avrupa toplumları, Fransa’daki bu tepkiyi göz ardı edebilecek kadar küresellikten (sınırlar ötesi olmaktan) uzak mı sizce? Bir ulusalcı dalga mı geliyor yoksa bunlara tepki olarak?

Dediğim gibi, toplumsal konumları ve uğraşları yani en azından kendi kendilerini var eden faaliyetlerinden dolayı (sınıf içgüdüsü ve bilinci) ufku en geniş kitleler “emekçilerdir”. Buna rağmen, “aydın” kesimler, olanı biteni tam olarak henüz algılayamamış durumdadır veya basitçe “Soros”un görevlisi (iktidarın danışmanı olmak daha iyi de değil tabii ki) olarak domuzuna anlamaz görünmektedirler. Dahası, bir sendikanın veya siyasi partisinin “yevmiyecisi” olmayı reddederek aklını ve fikrini karşıdevrime satan bu çoğu “solcu” olup da yerlerde sürünen tabaka, her türlü başarısızlığın faturasını “emekçi halka” kesmekte tereddüt etmemektedir, son seçimlerde Türkiye’de olduğu gibi her fırsatta Fransa’da da…

Bu durumda, liberal faşist iktidarın hedefinde olan çalışanlar için sadece deneylerinden öğrenmekten başka bir yöntem kalmamakta. Ama buna rağmen bu sözümona “aydın” olan ve birçoğu kendisine “devrim ağası” payesi biçen çokbilmiş kitlenin kafalarını kuma sokturacak kadar değerli ve kümülatif başarılar elde ediyorlar bence…

Gündeme giren mucizeler

Ancak gözlemlerime göre, insanlık tarihinin her zaman açık olan önünün, sadece geçmişte olup bitenlere takılı kaldığımızda, “mucize” olarak gördüğümüz her şey ama her şey, bence artık bütün insanlığın gündemindedir ve hızla ilerleme kabiliyetindedir. Bunun nedeni “tarihsel zaman” mefhumunun günümüzde, toplumsal çelişkilerin aldığı biçimden dolayı, oldukça hızlanmış olmasından ileri gelmektedir. Bu rüzgârın sadece “gönlünü eğlendirmek” ile yetinen “aydın” çoğunluğunu da çok yakında sarıp sarmalayacağı, çok güçlü bir şekilde ihtimal dahiline girmiş bulunmaktadır…

Fransa’nın emek temelli devrimci bir ayaklanmaya girişmesi, bırakalım Avrupa’yı, ABD dahil bütün dünyayı altüst edebilecektir, bu kesin. Ama tek tek toplumların harekete geçmesi için kendi iç çelişkilerinden itibaren ve kendi meşreplerine uygun fırtınaların esmesi gerekiyor. Bütün bu saydığınız toplumların somut durumlarını yeterince bilmediğim için uyduruk şeyler söylemek istemiyorum; ancak, küreselleşme ve liberal faşist iktidarların adeta simetrik bir biçimde her ülkede aynı stratejik saldırıları yürütmesi, gözle görülür hale gelmiştir, işte bunu rahatlıkla gözlemleyebiliyorum!

Benim Fransız ve Türkiye toplumlarını kıyaslamaya “cüret” etmeye başlamam yirmi beş yıl önce başladı, ama bakıyorum da önce bana gülüp geçen, bunu “akıl sağlığıma” bağlayan birçok kişiyle birçok konuda aynı çizgide birleşmiş durumdayız artık. Oysa ki benim önermem, ortadan kaldırılan ve yerine yenisi gelecek (ki bu komünist toplum olurdu, zorunlu olarak) toplumsallığın yerinin ancak faşist tipte bir diktatörlüğün kurulmasıyla giderilebileceği olgusuna dayanıyordu.

Diğer bir şekilde ifade etmek gerekiyorsa, küreselleşmiş sermaye birbirlerine iki su damlası kadar benzeyen liberal faşist diktatörlükler aracıyla bütün toplumlara aynı tipte baskıyı uygulayarak, onların diğer farklılıklarını zayıflatıp aynı tip ve kültürde toplum ve insan figürleri yaratmaktadır. Bu olgu, bu durumu rahatlıkla açıklayabiliyordu. Günümüzde, bütün “ulus-devlet” formasyonunda birleşen toplumların emekçi halkları, ortak paydada, yani “yok edilme-yok olma” tehlikesi paydasında (başlangıçta kendileri “ulusalcı-milliyetçi” bir esintiye kapılmış olsa da) nesnel olarak birleşmektedir.

Öncüler nerede?

Yeni bir sol ve sosyalizm düşüncesinin, örgütselliğinin önünü açabilecek bir enerjinin ve kitleselliğin sahnede olduğunu söyleyebilir miyiz? Sizce bu öfkeli çıkışlardan sonra Fransa ve Avrupa toplumlarını neler bekliyor? Bu gelişme nerelere doğru evrilebilir?

Tabii ki, söyleyebiliriz! Haziran ayaklanmasını, Sarı Yelek isyanını, Yunanistan’daki aslında çok da uzak olmayan ayaklanmaya ve saydığımız diğer bir sürü siyasi iktidarla açık çatışmaya dönüşerek milyonları harekete geçiren toplumsal hareketlere bakıp da başka bir şey söylemenin imkânı var mı ki? Söylediğiniz çok yerinde ve yaşanan somut durumla örtüşen bir konu: Kendisine “öncü” rolü biçen kişi ve yapılanmalar, kitlelerde sınıf çelişkilerine bağlı sıkışan enerjinin önünü açmaya yardımcı olamıyor; ama tam tersine olarak kitlelerdeki enerjinin özgürleşmesi demek olan isyanlar, “öncü” dediğimiz ve hareketlerdeki “devamlılığı” kolaylaştıran yapılanmaların tarihsel şartlarını hazırlıyor; sebep-sonuç ilişkisi, kafamızdaki klişelerin tersi istikametinde işliyor yani… Ben bu durum tespitine dair “iyidir” veya “kötüdür” gibi düşüncenin ve eylemin önünü kesen tanımlamalar yapmıyorum. Sadece duruma bakıp bu olayın neden bu şekilde alışılmış yönde olmadığını ve “tersinden” bir hareket doğurduğunu anlamaya çalışıyorum…

“Toplumların evrimleşmesi” ile ilgili olarak, içinde yaşadığımız toplumların, hangi coğrafi ve tarihi konuma sahip olurlarsa olsunlar, kaderlerinin hiç de karmaşık olmayan bir yol izleyeceğinin rahatlıkla söylenebileceğini düşünüyorum: Ya tek tek veya küme küme “kapitalist sisteme” bir gün olsun daha fazla “bitkisel hayat” yaşatmak üzere telef olup gidecekler ya da zaten hızlanan insanlaşma sürecinin önünü iyice açabilmek için muhtemelen “komünist toplumlar federasyonu”nun bir parçası olarak bütünleşen insanlığa katılacaklardır. Böyle düşünüyorum…

OSMAN ÇUTSAY / soL-Söyleşi


Sivas Katliamı'nın yıldönümü nedeniyle yapılan yürüyüşe polis saldırısı: Gözaltılar var - soL

 


Siyasi parti ve kurumlar tarafından İstanbul'da düzenlenen Sivas Katliamı'na dair yürüyüşe polis saldırısı gerçekleşti. Saldırıda, gözaltına alınanların olduğu aktarıldı.

Siyasi parti ve kurumlar tarafından İstanbul'un Sancaktepe ilçesinde bulunan Sarıgazi Mahallesi'nde, Sivas Katliamı'nın 30'uncu yıl dönümü nedeniyle anma yürüyüşü düzenlendi.

Sloganlar eşliğinde devam eden yürüş sırasında polis, İbrahim Kaypakkaya  fotoğrafını öne sürerek yolu kapattı. Yola barikat kuran polis, kitleye biber gazı ile kitleye müdahale etti. Polis tarafından darp edilenlerin olduğu bildirilirken, gözaltına alınanların olduğu aktarıldı.

Öte yandan polisin engelleme çalışmalarına karşın yürüyüş devam etti.



Serserinin şarkısı - ENGİN SOLAKOĞLU / soL

 “Banliyöde güneş doğuyor, kış gelmediği halde hava soğuk, ben bu hayatta ne yapabilirim ki, cebimde meteliğim de yok, ciddi bir görünüşüm de...”

Renaud Séchan, bilinen adıyla Renaud, alkol, uyuşturucu ve yılların acımasızlığına kurban gidip beynini yemeden çok önce 1977’de yazmıştı bu şarkıyı. Fransızca konuşulan dünyanın dışında pek de tanınmayan Renaud, banliyönün, kenarda kalanların, düzene öfke duyanların kent ozanıydı. Anarşistti. Yukarıda ilk dizelerini aktardığım “Serserinin Şarkısı” adlı şarkının bir yerinde “Fransa’nın tamamı boktan bir banliyödür, tıpkı arkadaşım Muhammed’in polislere söylediği gibi” diyordu. Merak edenlere şuradan dinlemelerini öneririm.


Fransızca’dan aldığımız banliyö sözcüğü artık sadece kentin dış mahallelerine ulaşan trenler için kullandığımız bir terime dönüştü. Kent kenarlarındaki henüz soylulaştırılmamış yerleşimlere ve onları yansıttığını  düşündüğümüz değerlere varoş diyoruz bir süredir. O da Macarca’dan dilimize geçmiş yabancı bir sözcük.

Konumuz Fransa olduğu için banliyölere dönelim şimdi. Renaud’nun neredeyse yarım yüzyıl önce yaptığı şarkıdan  da anlayabileceğimiz gibi Fransa’nın banliyölerinde yaşanan sorun yeni değil. Banliyöler salt göçmen yabancıların değil, Fransız sermayesinin emrine amade kılınan yerli emekçi kitlelerin de yaşadıkları yerlerdi uzun zaman önce de.

Çarşamba günü  Cezayir kökenli genç Nahel’in bir polis tarafından vurularak öldürüldüğü Nanterre de bu tanıma uyan bir yer. Paris’in çeperindeki Nanterre’in, 1968’e uzanan bir öfke ve direniş geçmişi var.

Nahel’in polis eliyle katli sonrasında yaşanan ayaklanmaya dair bir çok şey okudunuz, dinlediniz. Bu ayaklanma türünün ilk örneği değildi elbette. Neredeyse birkaç yılda bir benzeri Paris ve diğer Fransız kentlerinde yaşanıyor. Her ne kadar birileri yeryüzü cenneti gibi göstermeye çalışsa da Avrupa’da ve Fransa’da kitlesel yoksullaşma yadsınamayacak bir olgu. Sosyal harcamaların kısılıp mali sermayeye kaynak aktarılmasının bir zamanların “Refah devletlerinde” yarattığı öfkenin Fransızca dışavurumunu izledik geçen hafta. Bundan 250 yıl önce kral kellesi uçuran halkın topraklarında başka türlüsünü bekleyemezdik zaten.

Sokaklara çıkıp burjuvazinin tasmalı itleriyle çarpışanlar, bu arada önlerine ne çıkarsa yakıp yıkanların, bir anlamda “Fransa’nın tamamı boktan bir banliyödür” diye haykıranların neyi doğru neyi yanlış yaptıkları üzerine ahkâm kesmenin bir anlamı yok. Fransa’nın bankacıdan bozma Cumhurbaşkanının verdiği rakamlara bakılırsa üçte birinden fazlası 18 yaşından küçük olan eylemcilerin belirli bir program ve hedef doğrultusunda davranmadıkları, örgütlülüklerinin sosyal medyadaki anlık paylaşımlardan ibaret olduğu ve süreklilik kazanma ihtimali bulunmadığı açık.

Temel sorunun sıkışan sermayenin kudurması ve faşizme alan açması olduğunu söylersek büyük bir keşif yapmış olmayacağız. Evet, Fransa’da bir düzen sorunu var. O sorunun içerisinde de bir polis sorunu var.  Genelgeçer bir doğru olarak örgütlü bir toplumun iyi bir şey olduğunu söyleyip dururuz sürekli. Toplumun farklı kesimleri gibi Fransa’da polis bile örgütlü. Güçlü polis sendikaları var. Ne kadar iyi değil mi? Değil.

Fransa’da polis teşkilatının çok şanlı bir tarihi olduğunu söylemek güç. Bir kere Nazi işbirlikçisi Pétain rejiminin polisi var. Fransız Yahudilerini kimi zaman Alman işgal rejiminin bile beklemediği bir iştahla avlayıp toplama kamplarına gönderen, işgale direnenlere göz açtırmayan polis. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu teşkilât temizleniyor olabildiğince. O dönem Avrupa’nın İtalyan kardeşiyle birlikte  en güçlü komünist partisi PCF kolluk teşkilatında önemli bir ağırlık sahibi oluyor. Zaman içinde PCF, Fransız Sosyalist Partisi (PS) lehine güç kaybediyor teşkilat içinde. Mitterrand döneminden söz ediyoruz. Aynı dönemde Fransa’da aşırı sağın güçlendiğini, göçmen karşıtlığının arttığını görüyoruz.  Şimdiki RN’nin atası faşist FN (Ulusal Cephe) sokaklara çıkıyor, göçmen kovalıyor, dövüyor, öldürüyor.  Bu arada reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte taşların bağlanıp köpeklerin salıverildiği dönemin perdeleri iyiden iyiye açılıyor. Merkez sağ ve merkez sol iktidarlar polisteki aşırı sağcı örgütlenmeyi engellemek bir yana teşvik ediyorlar zira sermayenin sorgulamayan ve sorgulayanları öldürecek bekçilere ihtiyacı yüksek.

Fransa’da polis ve banliyöler ilişkisi üzerine iki film tavsiyesiyle devam edeyim. Bunlardan birincisi Fransız sinemasının belki de en savlı yapımlarından biri olan, 1995 tarihli “La haine”.  Her ne hikmetse Türkçe ismi “Protesto” olarak belirlenmiş. Oysa  filmin adının anlamı  nefret.  İkincisi ise çok daha yeni. 2019 yapımı “Les Misérables”. Filmin ismi Hugo’nun aynı adlı “Sefiller”inden esinlenmiş ama bir banliyö hikayesi anlatıyor. İki film arasında neredeyse çeyrek asır var. İpucu vermek istemiyorum ama bence ikisini de arka arkaya izlediğinizde hem bakışın hem manzaranın ne yönde değiştiğini göreceksiniz.

Nahel’in polis tarafından sudan bir sebeple öldürülmesini izleyen olaylara dair üç konu dikkati hak ediyor. Sırayla gidelim.

1) Çarşamba günü başlayan ve ben bu satırları yazarken sönümlendiği gözlenen olaylar sırasındaki en çarpıcı gelişmelerden biri aşırı sağın polisteki örgütlenmesinin ulaştığı cüret seviyesini ortaya koyan bir basın açıklaması oldu. Alliance ve UNSA isimli iki aşırı sağcı sendikanın ortak açıklamasında, Nahel’in katlini protesto için sokağa çıkanlar için “haşere” deyimi kullanılıyor, şiddet kullanan -siz onu sorgusuz sualsiz adam öldürecek diye anlayın- polisler için adli korumanın artırılması talep ediliyor ve metin şöyle sona eriyordu:
“Bugün polisler dövüşüyor zira savaştayız. Yarın direnişte olacağız ve Hükümetin bunun farkında olması gerekir”.

Fransa tarihini biraz bilenler metinde direnişe yapılan atfın ilk bakışta II. Dünya Savaşı’nda işgale karşı duran çoğunluğu sosyalist ve komünist direnişçileri kastettiğini ancak aslında Hükümete karşı bir silahlı ayaklanma tehdidi de barındırdığını anlayabilirler. Geçen hafta Wagner ayaklanması konuşurken “otoriter rejimlerde olur” makamından gıdaklayanlara ibret kabilinden, buyurun size Batı Avrupa’nın en ‘demokratik’ ülkelerinden birinde düpedüz faşist polis kalkışması.

2) BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin olaylara ilişkin açıklaması ve buna Fransa’nın verdiği yanıt. Komiserlik açıklamasında Fransız polisinde uzun zamandır görülen sistematik ırkçılık ve şiddet eğilimlerine dikkat çekiliyor ve buna çözüm getirilmesi isteniyor. Fransız devleti ise Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla verdiği yanıtta suçlamaları reddediyor ve kolluğun demokratik ve adli denetime tabi olduğu, ırkçılık ve ayrımcılığa karşı mücadele edildiği ileri sürülüyor.  Bilmem size başka bir ülkeyi anımsattı mı?

Hepimizin bildiği gibi Fransa bir protesto ülkesi. Halkın, sorunları saray kapılarının arkasında halleden patronların dışındaki her kesimi hoşuna gitmeyen bir şey olduğunda sokağa çıkıyor. Kitlesel gösteriler yapılıyor. Polisle çatışmalar, tahrip ve yağma olayları yaşanıyor. Bu arada başka ülkelerdeki kimi yarım akıllılar gibi kimsenin aklına polise çiçek vermek gibi abukluklar da gelmiyor. Gösterilerde yaralananlar, kolu-bacağı kırılanlar, gözü çıkanlar, nadiren de ölenler oluyor. Bolca gaz sıkılıyor, gazeteciler tartaklanıyor. Şiddetin bolca kullanıldığı olaylarda uzun yıllardır polis güçlerinin gösterici kılığında kışkırtıcılık yaptığı, camı çerçeveyi bizatihi bu amaçla oluşturulmuş polis güçlerinin indirdikleri de biliniyor. Buna karşılık polisin işlediği cinayetlerin ezici çoğunluğu bu olaylarda meydana gelmiyor. Cinayetler polisin zanlı kovalarken veya yol kontrolleri sırasında “dur emrine uymama veya polise itaatsizlik” şeklinde tanımlanan durumlarda meydana geliyor.

Komşu Almanya’ya kıyasla çok daha sık yaşanan bu cinayetlerin ortak yanı “polise itaatsizlik” ederken öldürülenlerin ezici çoğunluğunun göçmen kökenli filan da demeyeceğim “esmer” olmaları. Burada Fransa’da iyi bilinen başka bir olgu devreye giriyor çünkü: Fiziki görünüme göre kontrol. Saçlarınızın kıvırcıklık derecesi veya teninizin koyuluğu salt bu kontrollere ‘yakalanma’ olasılığınızı değil, kaçmaya çalıştığınızda öldürülme riskinizi de belirliyor. Fransa’da bu olgu “kolay tetik çekme” olarak adlandırılıyor.  

Banliyölerde yaşayanlara “haşere” gözüyle baktığını ayan beyan ifade eden  polis teşkilatının bu kadar rahat davranabilmesinin bir sebebi de 2017 yılında, Sosyalist Partili Cumhurbaşkanı Hollande  döneminde yapılan ve polisin adam öldürmesini kolaylaştıran bir yasal değişiklik. Yasada “esmerse vur” yazmıyor elbette ama ne hikmetse öyle durumlarda tetik daha kolay çekiliyor.

Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasındaki adli ve idari denetim vurgusunun nafileliği bunları bilince daha da bir netleşiyor.

3) Son konu bizim çöplüğümüze dair. Fransa’daki olaylar Türkiye’de nasıl izlendi ve yorumlandı? Bir yanda iktidar yandaşı medyada “Müslüman öldüren pis Fransa”  ile “Düzeni sağlayamayan beceriksiz ve çöküş halinde devlet” söylemleri, diğer yanda yerli ve milli  faşistlerimizin “pis Araplar yakıp yıkıyorlar” ile “göçmen vebadır” ulumaları. Karışık bir duygu durumu anlayacağınız. Daha bir liberalimsilerde gördüğümüz  “ilk 2 gün iyiydi de yağma, talan hoş değil” sızlanmalarını da ekleyelim.

Standart liberalde şöyle bir duygu durumu var sanırım: Emekçilerin hakkını gasp edip, enflasyonla yoksullaştırıp yaşayamayacak duruma getirirsen “bir yerde piyasa şeysi, derin yoksullukla mücadele şart”. Yok, sokağa çıkıp Nike mağazasını veya Rivoli sokağındaki lüks mağazaları yağmalarsan “çok ayıp, haklıyken haksız duruma şey ettiler”.

İklim değişikliği konusunda  dahi göçmenlere söverek rahatlayan yerli ve milli faşistlerimize ne diyeceğiz bilmiyorum. Muhtemelen anneannesi dahi Fransa’da doğmuş Nahel üzerinden olup biteni göçmene, Araba bağlamak rahatlatıyorsa devam etsinler. Bir şey söyleyince de alınıyorlar fena halde. Fikri ve vicdani yoksulluklarında boğulup gidecekler bu gidişle.

İktidar kanadının goygoyu ise riyakârlığın bir başka seviyesi. Müslüman öldüren polis bir tek Fransa’da mı var?  Berkin’i, Dilek Doğan’ı, Kemal Kurkut’u Hristiyan, Budist  ve Mecusiler  öldürdü de biz mi haberdar değiliz?

Yazı uzadı ama konu basit değil. Sermaye zorda. Sermaye zorda olduğu sürece barbarlık artacak. Öyle görünüyor ki daha çok yazıp çizeceğiz bu konuda. Rosa Luxemburg’un ölümsüz formülüyle bitirelim:

Ya Sosyalizm ya barbarlık!

ENGİN SOLAKOĞLU / soL


Murat Karagöz için

Bizim hayatımızda bir klişe haline geldi. Her ölüm erkendir. Kimi ölümler ise çok daha erken ve katlanılmaz geliyor insana. Bu hafta bir can dostumu, Murat Karagöz’ü yitirdim. 56 yaşında beklenmedik şekilde koptu gitti hayatımdan. Geriye 38 yılın anıları kaldı. Üniversiteden arkadaşımdı. Sınıfı birbirine katarken, rektörlüğe dilekçe yağdırırken, abuk sabuk konuşan hocaları bezdirirken yanımdaydı. Futbol arkadaşımdı. Ben savunmada oynardım o gol atardı. Yüzü dönük, arkası dönük, sağ ayak, sol ayak her koşulda atardı. King arkadaşımdı. Süleymaniye’de neredeyse her gün gittiğimiz kahvede gür sesiyle “Asını basmayan yasını basar!” diye bağırışı hep kulağımda kalacak.  Dışişleri Bakanlığı’na girmemde önemli  payı vardı. Bakanlığın en çalışkan memurlarından biri olarak hatırlanacak kuşkusuz.  Yurtseverdi ve yurtseverliğin işini en iyi şekilde yapmayı gerektirdiğine inanırdı. Bu da dahil, anlaşamadığımız çok konu vardı. Hayata bakıştan, dünyaya bakışa kadar uyuşamadığımız, asla uyuşamayacağımız  bir çok alan. Yaptıklarını yapmazdım, yaptıklarımı yapmazdı. Sivri dilimden, eleştiri oklarımdan alınmaz, gücenmezdi. Sesiyle ve yüzüyle hep gülerek yaşadı ve nadir tatillerinden birinde çıktı gitti bu dünyadan. İyi etmedi. Hiç iyi etmedi...