14 Eylül 2023 Perşembe

İşçiyi insandan saymıyorlardı, kavga başlayınca şakaya vurdular (ÖZKAN ÖZTAŞ-soL/Özel) + Selçuk Ecza Deposu’nun gerçek hikayesi: İşçiler yoksullukla boğuşurken patronların keyfi yerinde (soL)

 İşçiyi insandan saymıyorlardı, kavga başlayınca şakaya vurdular 

Selçuk Ecza Deposu'ndaki işçiler anlatıyor: "Telefonla konuşuyordum, 'sizin ne özeliniz olabilir ki' diye aşağılıyorlardı." İşçiler örgütlenince, amirler işçilerle "şakalaşmaya" başladı.

İşyerinde yaşadıkları sorunları sosyal medya hesapları üzerinden duyuran Ankara Selçuk Ecza Deposu (SED) işçileri, yaptıkları paylaşımda yemek yeme alanlarının fotoğrafını eklemişlerdi. Paylaşımı gören yöneticiler duruma hızlıca müdahale ederek yemekhaneyi  boyatmaya başladı. Aylardır küf ve pas içinde bırakılan mutfak kısmının hızlıca boyanması, işçiler tarafından “ilk kazanım” olarak değerlendirildi.

Sağlık sektöründeki şirketin kendi çalışanlarına yemek çıkardığı mutfak, işçiler isyan edene dek böyleydi.

İşyerinde yaşadıkları sorunları ve verdikleri mücadeleleri soL'a anlatan Selçuk Ecza Deposu işçileri, mücadele etmek konusundaki gayretlerinin altını çiziyor: "Burası cehennem gibi. Eğer mücadele etmezsek bizi insan yerine bile koymacaklar."

Müdürler araçlarını işçilere yıkatıyor, odalarını işçilere temizletiyor

Yaşadıkları sorunları soL'a anlatan SED işçilerinin ifadeleri, tahammülleri zorlar nitelikte. Bu ay aldığı maaşın neden "dip maaş" olduğunu sormak için yetkiliyle dahi görüştürülmediklerini belirten işçiler, hala bu ay aldıkları maaşın neden en asgari olduğunu bilmediklerini ifade ediyor. 

"Çalışan eksiği var. İşyerine gelen işçi ikinci gün kaçıyor."



SED işçilerinden biri, sorunlarını şöyle anlatıyor: "Bu ay aldığım maaş dip maaştı. Çok düşüktü. Asgarinin biraz üzeri diyebilirim. Dalga geçer gibi para yattı yani. En kötü şartta günde üç-dört saat ek mesai var ama yatana bakıyorsun asgari ücret seviyesinde. Adam eksikliği var, gelen kaçıyor. Dört kişinin işini üç kişi yapıyor. Bunu dile getirdiğinde de 'İş bu, ister çalış ister çalışma' diyorlar. Araçların sigortası var ama trafik cezalarını bize ödetiyorlar, maaştan kesiyorlar. Mesela diyelim ki ben büyük bir ceza yedim. Bunu taksite bölüp maaşımızdan kesiyorlar. Kaza olunca da masrafları bizden alıyorlar. İşten çıkartmak istedikleri birisini 'kaza yaptın, ceza yedin' gibi bahanelerle hemen işten çıkartıyorlar."

'Sinirlenen müdürler ecza sepetlerini işçilere fırlatıyor'

İşyerinde aynı zamanda psikolojik olarak da sorun yaşadıklarını ifade eden işçiler, gördükleri muameleyi anlattıklarında gözleri öfkeyle parlıyor. soL'a konuşan bir işçi yaşadığı sorunları anlatırken farkında olmadan yumruğunu sıkıyor, "O çalışma yüküne verdikleri parayla sıkıyorsa kendileri geçinsinler" diyor ve ekliyor: "Hakaret ve küfüre maruz kaldığım oldu. Amirimizin öfkesini kontrol edemeyip eczane sepetlerini bize fırlattığı da oldu. Psikolojik olarak da çok ezilip çok baskı görüyoruz.

"Telefonla konuşmam gerektiği için 'Sizin ne özeliniz olabilir ki?' diyerek uyarıldım."



"Bizi istedikleri kadar depoda tutabileceklerini, istemezlerse 24 saat depoda bırakacaklarını söyleyip tepeden tepeden konuşuyorlar. 'Zaten hiçbir vasfınız yok, buradan atılırsanız kimse size iş vermez' diyorlar. Ağır iş yükümüzü umursamıyorlar ve hep daha fazlasını istiyorlar, Özel hayat diye bir durumumuz yok. Mesela bir gün telefonla konuşmam gerektiği için 'Sizin ne özeliniz olabilir ki?' diyerek uyarıldım. İnsanın zoruna gidiyor gerçekten. İnsanların ortasında rencide ediyorlar."

'Çünkü artık kaybedecek bir şeyimiz kalmadı'

"Mücadele etmeye nasıl karar verdiniz, nasıl bir araya gelip mücadele etmeye başladınız" sorusuna işçiler aynı anda gülümseyerek cevap veriyor. İşçilerden biri arkasına yaslanıyor ve neşeli bir sesle anlatmaya başlıyor: "Valla aslında kaybedecek bir şeyimizin olmadığını anlayınca mücadele etmek de kolay oluyor. Zaten verdikleri para o kadar az ki nereye gitsen alırsın bu maaşı. Haklarımızı alana kadar da pes etmeyeceğiz. En azından müdürler, amirler, tepeden tepeden konuşanlar buranın kimsenin çiftliği olmadığını bilsinler. Ben pazarda limon satsam daha az kazanmam ki" diyor.

Bir diğer işçi de "Ben zaten işi bırakmayı düşünüyordum. Tazminatımı alıp gitmek istiyordum. Önce istemeyen tazminatını alsın gitsin dediler. E iyi o zaman, tamam dedik, verin tazminaıtımızı gidelim dedik. Sonra da isteyen gider isteyen kalır dediler millete tazminat parası vermemek için. Patronların Ensesindeyiz'le temas kurduk. Olaya el attılar yardımcı oldular sağolsunlar. Yalnız kalmadık, birlik olduk" diye anlatıyor bu süreci.

'Olaylar başlamadan önce bir kibirleri vardı görmeniz lazım'

Mücadeleye başlayan işçilere, haberler kamuoyunda çıkınca neler oldu diye sorduk. İşçiler yetkililerin Whatsapp hattına gelen her mesajda yüzlerinin düştüğünü ve morallerinin bozulduğunu belirtiyor. "Haberi görünce konuşma yapmadılar ama duyduğumuz şeyler var. Patronların Ensesindeyiz dayanışma ağı olaya dahil olmadan önce, bir kibirleri vardı görmeniz lazım. Şimdi bir haftadır yalakalık yapıyorlar. Şakalaşmaya başladılar. Halimizi hatırımızı soruyorlar, servise çıkmaya da başladılar." 

Tabii tepki veren amirler de olmuş. Ama işçiler bunu gülerek anlatıyor "Tehditler savurdu adam kalkıp. Yok efendim neymiş 'Burası benim ben ne istersem o olur'muş. Bunu söyleyen de maaşlı çalışan haa" diyor ve gülümsemeye devam ediyorlar anlatırken.

"İşine gelen çalışır işine gelmeyen çalışmaz. Kapı orada dediler. Mücadele edenleri, sorunları aktaranları tehdit edecek cümleler de kurdular. Hukuktan falan anlamaz işçiler haklarını bilmez diye düşünüyorlar bence" sözleriyle anlatıyor işyerindeki müdürlerin tavırlarını.

'Korktular. Çok hataları var. Bizi bu sefer basite alamadılar'

Verdikleri mücadelenin sonucunda taleplerinin karşılanmasını anlatan işçiler, aylardır küf ve pas içindeki yemekhanenin hemen temizlenmesini ve duvarların boyanmasını hatırlatıyor. 

"Koktular. Çok hataları var. Bizi bu sefer basite almadılar. Tek sorunun maaş sorunu olmadığını onlar da biliyor. Bu yüzden çok korkuyorlar. Biz bu korku karşısında kazanana kadar devam edeceğiz. Diğer depolardaki arkadaşlarımız da artık çekinmesinler, asıl çekinmesi gereken biz değiliz çünkü." 

"Biz birlik olursak bizi kimse alt edemez."



İşçiler "Biz birlik olursak bizi kimse alt edemez. Elde ettikleri her şeyde bizim emeğimiz var ve o emeği çöpe atmaya niyetimiz de yok. Bizim kimsenin ekmeğiyle oynamak gibi bir niyetimiz de yok ama insanca yaşamak istiyoruz ve gerçekten emeğimizin karşılığını istiyoruz" diyerek başka depolarda çalışan işçilere de çağrıda bulunuyorlar. 

PE avukatı: İşçiler baskıyı kabul etmek zorunda değil

İşçilerin sahip oldukları hakları hatırlatan ve işçileri korkutmak için adım atan işverenleri uyaran Patronların Ensesindeyiz avukatı Süreyya Gürgil tüm bu süreçlerde gönüllü olarak işçilerin yanında olacaklarını ve mücadelelerinde yer alacaklarını ifade ediyor. 

"Selçuk Ecza Deposu işçilerinin hak gasplarına ve ağır çalışma koşullarına karşı verdiği mücadeleyi görüyoruz son haftalarda. İşçiler mesai saatleri içerisinde yoğun çalışma yapıyor, sık sık fazla mesai yapıyor olmalarına rağmen emeklerinin karşılığını alamıyor, şirket yetkilileri tarafından kişilik haklarına saldırılıyor.

"İşçiler birlikte haklarını talep ettiğinde amirleri tarafından hakarete maruz kalıyorlar, işten çıkarılmayla tehdit ediliyorlar,  angarya işleri yapmak zorunda bırakılıyorlar. 

"İşçilerin çalışma koşullarında işçi aleyhine olan değişiklikleri kabul etmek mecburiyeti yoktur."



"İşverenler kârlarına kâr katmak ve her türlü maliyet kalemini düşürmek isterken işçinin ücret ve işçilik alacaklarına el koymaya başlıyor, işçileri daha fazla sömürmenin yollarını arıyor. İşverenin bu isteklerini işçiler aleyhine çalışma koşullarını değiştirmekle sağlamaya çalıştığını görüyoruz. Ancak işçilerin, çalışma koşullarında işçi aleyhine olan değişiklikleri kabul etmek mecburiyeti yoktur."

'İşveren 'Her istediğimi yaptırırım, istediğim şekilde davranırım' diyemez'

Patronların hukuken diledikleri gibi davranma haklarının olmadığını ifade eden PE Avukatı Gürgil, "İş Kanunu’nda, iş sözleşmesinin tarafları olan işverenle işçinin eşit haklara sahip olduğu açıkça ortaya konmuşken, işverenin 'her istediğimi yaptırırım, istediğim şekilde davranırım' yaklaşımıyla yaptığı iş ve işlemlerin de hukuka uygunluğundan söz edemiyoruz" diyor ve ekliyor: 

"Selçuk Ecza Depo işçileri de çalışma koşullarında aleyhte değişikliklerle çalışma koşullarının ağırlaştırılmasını ve ücret kayıplarını kabul etmediklerini işveren yetkilisine bildirmiştir. Fakat işverenlik işçilerle durumu müzakere etmek şöyle dursun; işçilere dönük hakaret ve tehditlerde bulunarak, kişilik haklarına saldırarak hakları için mücadele eden işçileri yıldırmaya çalışıyor. Selçuk Ecza Deposu işveren yetkilileri alenen suç işliyor. 

"Selçuk Ezca Deposu işveren yetkilileri alenen suç işliyor."



"Selçuk Ecza Deposu işçilerinin, işveren tarafından hak gasplarına ve kişilik haklarına saldırılara göz yummamaları, işçilerin bir araya gelip daha yüksek sesle işverenin hukuka aykırı davranışlarına karşı mücadele etmeleri zorunludur. Bu noktada belirtmekte fayda var ki istifa eden işçi tazminat haklarını alamayacaktır. Bu nedenle istifa etmek, işçiler tarafından bir seçenek olarak görülmemelidir.

"Emeklerinin karşılığını almak ve insanca yaşam isteyen Selçuk Ezca Depo çalışanlarının haklı mücadelesinin yanındayız."

Selçuk Ecza deposu çalışanları mücadelede kararlı görünüyor. Attıkları ilk adımın çıkardığı sesten de memnunlar.

(ÖZKAN ÖZTAŞ-soL/Özel)

                                                                      /././ 

 Selçuk Ecza Deposu’nun gerçek hikayesi: İşçiler yoksullukla boğuşurken   patronların keyfi yerinde 

İşçilerin sırtından kâr rekorları kıran, Türkiye’nin en büyük 22. şirketi olarak listelere girmiş Selçuk Ecza’yı biraz daha yakından tanıyalım...

Türkiye’nin en büyük 22. şirketi olarak listelere girmiş, milyarca liralık geliriyle haberlere konu olmuş bir firma Selçuk Ecza Deposu (SED). Sektörün en büyük aktörlerinden olan Selçuk Ecza, bugünlerde Patronların Ensesindeyiz Ağı’na ulaşan ve sorunlarını dile getiren, yaşadıkları zorlukları anlatan işçilerin hikayeleriyle gündemde.

Şimdi o şirketi; işçilerin sırtından kâr rekorları kıran Selçuk Ecza’yı biraz daha yakından tanıyalım.

1958’de başladılar, AKP’li yıllarda uçuşa geçtiler

Selçuk Ecza Deposu ilaç dağıtım sektöründe en büyük aktörlerden. Kuruluş tarihi 1958 yılına dayanıyor. Kurucu Ahmet Keleşoğlu 1968’de bölge müdürlüklerini oluşturmaya başlıyor. Konya dışındaki ilk şubelerini de İstanbul’da açıyorlar. 1987 yılında da ikinci bir dağıtım kanalı olarak As Ecza Deposu’nu kuruyorlar. İlginçtir, hayatımıza sanki pandemi döneminde girmiş bir şeymiş gibi algıladığımız motokuryeler 1995 yılında ilaç dağıtımı için bu firmanın bünyesinde çalışmaya başlıyor. 

Yıl 2000 olduğunda ülkede toplam şube sayıları 20’yi aşıyor.  AKP iktidara geldikten sonra ise firmanın büyüme hızında dikkat çekici bir artış yaşanıyor. 2003 yılında şube sayıları tam iki katına çıkıyor. 

İlaç dağıtım tekeli: Yüzde 40’lık paya sahipler

2007 yılında bu sayı 100’e ulaşıyor. Bu yıllarda iktidar üzerinden kurdukları kamu işbirlikleri de göze çarpan diğer bir başlık oluyor. Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi ek binaları, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Müzesi renovasyon çalışmaları, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi içerisinde yer alan Türkiye’nin ilk Eczacılık Tarihi Müzesi yeni teşhir vitrinleri, Esenyurt Ahmet Keleşoğlu İlköğretim Okulu yapımlarını gerçekleştiriyorlar. Türkiye’nin en büyük 500 şirketini belirleyen Fortune 500 Türkiye 2016 sıralamasında, 2015 verilerine göre Selçuk Ecza Deposu A.Ş. 23. sırada yer alıyor. Bu sıralamada 2018 yılında 22’nciliğe yükseliyor. 

Bugün Selçuk Ecza Deposu tüm Türkiye’de 117 depo, 6000’den fazla işçiyle ilaç dağıtım sektöründe tam yüzde 40’lık paya sahip.

Halkın karşı çıktığı projeyi yaptılar, bir daireyi 50 milyona satıyorlar

Holding bünyesinde farklı sektörlere ait faaliyet alanları da mevcut. Bunlardan biri de inşaat alanında faaliyet gösteren Selçuklu Turizm ve İnşaat. Bu adı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, Darüşşafaka Cemiyeti’nin Koşuyolu’ndaki 12 bin 257 metrekare arazisine yapılacak olan hastane projesine izin vermeyip sonrasında Taş Yapı ve Selçuk Ecza Deposu ortaklığının araziyi 7 milyon dolara almasının ardından plan tadilatı yaparak 20 katlı projeye 2013 yılında ruhsat vermesinden hatırlıyoruz. 

O dönemde Koşuyolu halkının vermiş olduğu mücadeleyle projeye kısmi yürütmeyi durdurma kararı alınmış ancak yapımı engellenememişti. Bugün bu bölgeye yapılan sitede bir dairenin 30 ila 50 milyon satış fiyatına sahip olduğunu görüyoruz.

Türkiye’nin en zengin 10 patronundan biriydi

Selçuk Ecza Deposu’nun kurucusu, Türkiye’nin en zengin 100 patronu arasında ilk 10’da yer alan Ahmet Keleşoğlu’nun 2015 yılındaki ölümünün ardından 2 milyar dolarlık kişisel serveti çocuğunun olmaması nedeniyle mirasçıları arasında kavgaya neden oldu. Yıllardır sürmekte olan davada son olarak holdinge bağlı 6 şirkette yönetim kurulu başkanlığı yapan Mustafa Sonay Gürgen hakkında yasal defterlerde, muhasebe kayıtlarında, finansal tablo ve raporlarda usulsüzlük, güveni kötüye kullanma ve şirket hakkında yanlış bilgi vermek ya da genel kurula sunulan raporlarda gerçeğe aykırı bilgi vermek suçlamasıyla savcılığa suç duyurusunda bulunuldu. 

Servetleri işçi düşmanlığından besleniyor

Selçuk Ecza Holding A.Ş bünyesinde bulunan Selçuk Ecza Deposu son günlerde işçilere yapmış oldukları haksızlıklarla gündeme gelmişti. Mesai saatlerinde yapılan keyfi düzenlemeler, 10 saatlik mesainin normal mesai saati olarak tanımlanması, fazla çalışma saatlerinin mola saatlerinin arttırılması olarak tanımlanması, eksik maaş ödemesi, işten çıkarılma tehditleri vs. gibi pek çok olumsuzluk işçilerin Patronların Ensesindeyiz Ağı’na ihbarı sayesinde kamuoyunun gündemine taşınmıştı. Şimdilerde hakları için mücadeleye soyunan Selçuk Ecza Deposu işçileri tüm Türkiye’de ortak hareket etmenin yollarını arıyor, Patronların Ensesindeyiz üzerinden bir araya geliyor.

Selçuk Ecza Deposu işçileri kısa süre önce Ankara’daki bir depoda sağlıksız koşullardaki yemek alanını yine PE üzerinden gündeme getirmiş, bu haberin ardından şirket yönetimi insanlık dışı koşulları düzeltmek üzere adım atmıştı.

(soL)



Ergin Yıldızoğlu - Eylül 2023 -

 

G20’nin ‘kırık aynasında’ Türkiye (14 Eylül 2023)

Bu yıl Hindistan başkanlığında yapılan G20 toplantısının, jeopolitik saflaşmalarla kırılmış aynasında yansıyan görüntüye bakınca büyük güçler arası rekabetin sertleşmeye, milliyetçi eğilimlerin güçlenmeye,  “küreselleşmeciliğin” gerilemeye, demokrasi kavramının önemini yitirmeye, Avrupa’nın etkisinin zayıflamaya, “küresel Güney”in öneminin artmaya devam ettiği görülüyordu. AKP Türkiye’sinin bu görüntü içindeki yeri de giderek bulanıklaşıyordu.

G20 grubu, Kosova Savaşı’nın başladığı, NATO’nun Çek Cumhuriyeti’ni, Polonya’yı, Macaristan’ı alarak Rusya’nın yakın çevresine doğru genişlediği 1999 yılında, neoliberal küreselleşmenin ilk büyük finansal krizi, 1997-99 Asya krizinin yarattığı mali belirsizlik ortamında kurulmuştu. 

O dönemde ABD dış politika çevrelerinde, Neoconlar’ın “ABD’nin ekonomik gücü zayıflıyor ama askeri gücü hâlâ rakipsiz” savının etkisiyle bir “imparatorluk projesini” benimseyenler hızla artıyordu. Bu “durum” içinde G20, ABD’nin ve genel olarak Batı’nın hegemonya restorasyonu atılımının bir parçası olarak, küresel ekonomik büyüme, mali istikrar sorunlarını, diğer bir değişle küreselleşme sürecini koordine etmek için kuruldu. Sonraki yıllarda G20 gündemi, iklim değişikliği, uluslararası göçler gibi konularla genişledi. Geçen yıl G20 Bali deklarasyonunda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin çok sert biçimde kınanmış olması, ABD ve Batı egemenliğinin zayıflayarak da olsa devam ettiğini gösteriyordu.

Ancak bu yıl küresel gelişmeler tartışılırken geçen hafta aktardığım gibi “kıyısına geldik”, “kırılma noktası” gibi kavramlar sık sık kullanılmaya başlanmıştı. Hindistan liderliğinde yapılan G20 toplantısı da bu “kırılma noktası” ikliminde şekillenmişti. Bu bağlamda ilk dikkat çeken olgu, Rusya ve Çin liderlerinin yokluğuydu. Putin’in yokluğunu açıklamak kolay ama Şi Cinping’in yokluğuna özel bir anlam yüklemek olanaklı: Kimi yorumcular Çin’in, Batı tarafından kurulmuş kurumlara artık önem vermediğini, bölgedeki en büyük rakibi Hindistan’ın profilini yükseltme çabasına katılmayacağını “söylüyor”. Bu yorum doğruysa hem bölgedeki jeopolitik gerginlikler artmaya devam edecek hem de “küresel Güney” liderliği için Hindistan-Çin yarışı hızlanacak demektir. 

İkinci dikkati çeken gelişme, Avrupa’nın etkisinin zayıflamaya devam etmesidir. Avrupa’nın askeri alanda en güçlü ülkesi Fransa, son aylarda, Afrika’daki nüfuz alanlarından çıkmak zorunda kaldı. AB’nin en güçlü ekonomisi Almanya’da otomotiv sanayi Çin’den gelmeye başlayan rekabet karşısında kaygılanıyor. Çin’in ülkesindeki deflasyonu ihraç etme eğilimi tüm Avrupa’yı korkutuyor. Avrupa topraklarında, yakın tarihin en büyük kara savaşı yaşanırken bu yıl G20 deklarasyonu, Rusya’nın ve Ukrayna’nın adını anmıyor. 

Üçüncü olarak ABD’nin, bir jeopolitik söz konusu olunca demokrasiyi, insan haklarını şarampole atma özelliğini terk etmediği; Müslümanlara ve diğer dini azınlıklara karşı “soykırım” eğilimlerini desteklemeye devam eden, muhalif basını tamamen susturan Hindistan Başkanı Modi’ye gösterdiği ilgiden anlaşılıyordu. 

Afrika Birliği’nin G20’ye üye alınması, başkanlığın, Latin Amerika’nın en büyük ekonomisi, sosyal demokrat Lula tarafından yönetilen Brezilya’ya geçiyor olması da “küresel Güney”in öneminin artmaya devam edeceğini gösteriyor.

Bu resim içinde, Putin-Erdoğan Soçi zirvesinden sonra, Rusya’nın taleplerini Batı’ya aktarma görevlisi konumuna düşen AKP Türkiye’sinin Hindistan’ın BM Güvenlik Konseyi’ne alınmasını talep etmesi de oldukça “gariptir”. Hindistan, Müslüman vatandaşlarını ağır baskılar altında tutuyor, hatta soykırım tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. Yeni bir Ermenistan-Azerbaycan savaşı ortamı şekillenirken Hindistan Ermenistan’a roket sistemi satıyor. 

G20’de Erdoğan, Modi ile kucaklaşıyor ama Çin’in Kuşak -Yol Projesine alternatif olarak ABD-Hindistan inisiyatifiyle gündeme gelen “Hindistan-Ortadoğu-Avrupa yolu”, Körfez ülkelerine, İsrail’e, Yunanistan’a uğruyor ama Türkiye’yi es geçiyor. Sanırım, AKP Türkiye’si, “vazgeçilmez ülke” konumuna gelmeye çalışırken “ihmal edilebilir ülke” konumuna düşmüş.

‘Küresel Güney’in geri dönüşü’ (11 Eylül 2023)

Küresel Güney” kavramı yeniden canlandı. BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) grubunun genişlemesi, G20 toplantısı bağlamında, “Küresel Güney” ülkelerinin (eski sömürgeler, “gelişmekte” olan ülkeler, “bağımlı” ülkeler vb.,) olası ekonomik, siyasi refleksleri üzerinde ilginç tartışmalar yaşanıyor.

PAYLAŞIM ALANLARI SORUNU

Kapitalist uygarlık, 19. yüzyılın sonuyla, 20. yüzyılın başı arasındaki döneme benzer bir dönemden geçiyor: Kapitalizm bir “yapısal kriz” yaşıyor (tekrarlanan kriz eğilimlerini aşamıyor). Kapitalist uygarlığın en karanlık özellikleri, faşizm gibi canavarlar üretiyor. Bir pandemi milyonlarca insanı öldürüyor. Kapitalist-emperyalist sistemin bir devletin hegemonyası altında yerleşmiş kurallara dayanan düzeni dağılıyor. Büyük güçler arası ekonomik-teknolojik siyasi rekabet hızlanıyor, dünyanın kaynaklarının ekonomik siyasi askeri olarak yeniden paylaşımı gündeme geliyor.

Bu iki dönem arasında önemli farklar da var. Örneğin, bir büyük savaş, henüz yalnızca bir olasılık. Kapitalist üretim, hâlâ tarzı aşılamadığı için kimi alanlarda iklim krizi, dinci fanatik ölüm kültleri gibi yeni canavarlaşmalar üretiyor. Yine bir “teknolojik devrim” söz konusu ama bu kez “devrimin”, yapay zekâ ve kuantum bilgisayarı gibi alanlarda, insan denetiminden kaçma riski var. 

BU KEZ FARKLI

Kapitalizmin kriz dönemlerinde, yeni değerlenme alanlarında (dış piyasalar, kaynak havzaları) egemenlik kurmak önem kazanır. 19. yüzyılın sonunda, emperyalist sistemin merkezleri önce dünyayı paylaştılar (sömürgeler-yarı sömürgeler). Sonra, kriz ilerledikçe, bir yeniden paylaşım talebi gündeme geldi, iki dünya savaşı yaşandı.  

O dönemde, “paylaşım” sürecini emperyalist merkezlerin iradeleri belirliyordu. Paylaşılan bölgelerin halklarının bu merkezlerin dayatmalarına direnecek gücü yoktu. Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazından, ulema ve saray kalıntılarının emperyalizmle işbirliği, direnişi sırtından bıçaklama çabalarına karşın doğan Cumhuriyet bir istisnadır. 

Bugün durum farklı: “Cumhuriyet” direnme gücünü hızla kaybediyor. “Küresel Güney” içindeki ülkelerin önemli bir kısmının ise “yeniden paylaşıma” direnecek ekonomik, siyasi gücü, “jeopolitik manevra” alanı giderek genişliyor.  

Örneğin, İran, Rusya ve Çin’den aldığı ekonomik, diplomatik destekle ABD’nin yaptırımlarına direnebiliyor. ABD-AB ittifakının Rusya’yı hedef alan yaptırımlarına, dünya nüfusunun yüzde 80’nini kapsayan “Küresel Güney” ülkelerinin büyük çoğunluğu uymuyor. ABD’nin Ortadoğu’daki yakın müttefiklerinden Suudi Arabistan ve Körfez emirlikleri, İran, Rusya, Çin ile ilişkilerini geliştirmeye devam ediyorlar. “Küresel Güney”in en önemli ülkelerinden Brezilya’nın devlet başkanı Lula, Ukrayna savaşında tarafsız kalmayı tercih ediyor, Hindistan Devlet Başkanı Modi de benzer bir tutumu benimsiyor.

Durum böyle olunca da 2023 Münih Güvenlik Konferansı’nda Fransa Devlet Başkanı Macron, “Küresel Güney’inin güvenini nasıl kaybettik” diye soruyor. Birkaç ay sonra da Fransa, Batı Afrika’nın son derecede yoksul ülkelerinin, Çin ve Rusya tarafından türlü yollarla desteklenen iradesine dayanamayarak bölgeden çıkmaya başlıyor.  

Bu yeni durum içinde, BRICS ülkelerinin, 2023 Johannesburg toplantısında, Mısır, İran, Etiyopya, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri’ni de katarak genişlemesi, küresel düzenin parçalanma eğiliminin bir semptomu olarak görüldü, büyük ilgi çekti. “BRICS dolar egemenliğine son verebilir mi” gibi soruları gündeme getirdi. Çin’in “Küresel Güney’in” de facto lideri konumuna yükselmeye, bunun Hindistan’ı rahatsız etmeye başladığı konuşuldu. Bu yıl, Hindistan’ın başkanlığında toplanan G20’nin deklarasyonu, geçen yılın aksine, Rusya’yı eleştirmedi, adından bile söz etmedi, Ukrayna için barış çağrısı yapmakla yetindi.

Özetle, “yeniden paylaşım” yeniden gündeme geliyor ama bu kez bu paylaşıma konu olabilecek alanlarda, “Küresel Güney”de güçlü devletler, bu devletlere destek vermeye hazır, yeni bir kapitalist “süper güç” var. Küresel düzenin dağılma süreci, 100 yıl öncesine göre çok daha karmaşık, “yeniden paylaşım” çok daha zor, krizden çıkmak da...

Türkiye bu kez fırsatı kaçıracak (7 Eylül 2023)

Emperyalist sistem içinde, bir hegemonya altında şekillenmiş “kurallara dayalı uluslararası düzen” parçalanmaya başladığında, “bağımlı” ülkelerin manevra alanı genişler, kendi halklarının çıkarını gözeten politikalara öncelik verme olanakları artar. Tabii böyle politikaları düşünebilecek bir yöneticiler sınıfı varsa... 

İngiltere hegemonyası altında şekillenmiş küresel düzen dağılırken, özellikle iki savaş arası dönemde, Arjantin, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler bağımsız kalkınma ve sanayileşme atılımlarını başlatabilmişlerdi. Kapitalizm yapısal krizini aştıktan sonra, bu ülkeler ABD hegemonyası altında kurulan yeni düzende “bağımlı ülke” statülerine geri döndüler, ulusal politika izleme kapasiteleri giderek zayıfladı.

Bir süredir, ABD hegemonyası altında şekillenmiş “kurala dayalı düzen” parçalanıyor. Bu parçalanma içinde, Batı Afrika’da yaşanan askeri darbelerin, geçen ay yapılan BRICS toplantısının gösterdiği gibi “bağımlı” ülkelerin manevra alanları yine genişliyor, halklarının çıkarlarını gözeten politikaları, özgürce “düşünme”, hayata geçirme şansları artıyor. Ne yazık ki bu kez Türkiye bu olanaklardan yararlanamayacak, parçalanma sürecinin girdabına kapılacak gibi görünüyor.

PARÇALANMANIN HALLERİ

Üç dinamik, parçalanmayı hızlandırıyor, “bağımlı” ülkelerin manevra alanlarını genişletiyor. 

1- ABD merkezli Batı artık tek “kutup” değil. Yeni güçler yükseliyor, bunlardan Çin, ekonomik, teknolojik, hatta diplomatik kapasiteleri açısından bir süper güç düzeyine yükseldi. Bu şekillenme “bağımlı” ülkelerin manevra alanını genişletecek ekonomik, hatta askeri dengelerin oluşmasına yol açıyor. 

2- Batı’nın ABD ile noktalanacak gibi görülen 500 yıllık, sömürgecilik, ırkçılık, “yeniden paylaşım savaşları” mirası “bağımlı” ülkelerde güvensizlik, nefret kaynağıyken Çin’in en azından şimdilik izlemekte olduğu eşitlikçi, “saygılı” diplomatik ilişkiler, bağımlı ülkeleri Batı’dan uzaklaştırıyor. Bu ülkeler, uluslararası platformlarda sık sık Çin, hatta Rusya ile birlikte hareket ediyorlar. Çin ve Rusya her fırsatta o ülkeleri Batı’ya karşı destekliyorlar.

3- Buna karşılık ABD merkezli Batı’nın “bağımlı” ülkeleri kendi yörüngesinde tutacak mali, diplomatik, hatta askeri kapasiteden yoksun olduğunu düşündüren gelişmeler giderek birikiyor. Bu düşünceler “bağımlı” ülkelerin bağımsız davranma eğilimlerini güçlendiriyor. Örneğin Batı Afrika’daki askeri darbeler, Fransa’yı bölgeden çıkmaya zorlarken bu darbelerin yöneticileri ulusal kaynaklarını uluslarının çıkarı için kullanmaktan söz ediyor, Rusya ve Çin’in bu alandaki yardımlarına açık olduklarını belirtiyorlar.

TÜRKİYE’NİN HALLERİ

Halen birçok uluslararası platformda, yayınlarda, “ülkelerin bu dağılma eğilimi karşısında, dayanıklı kalma koşulları” tartışılıyor. Bu tartışmalarda öncelikle, ülke ekonomilerinin kendilerini yeniden üretebilme kapasitesi vurgulanıyor. Son yıllarda, Çin ve ABD’nin, hızla bu yönde ilerledikleri görülüyor. “Bağımlı” ülkeler açısından, dayanıklı olma koşulları arasında, yüksek döviz rezervleri, borç servis etme kapasitesi, gıda, su, enerji, güvenliğinin önemi vurgulanıyor. Ancak olmazsa olmaz üç koşul daha var: Rasyonel düşünebilen devlet sınıfları (bürokrasi-üniversite), güçlü bir beyin -yetişmiş insan- stoku, görece sağlam bir “toplumsal mutabakat”.

AKP Türkiye’si, bu alanların hepsinde, iktidarıyla muhalefetiyle son derecede yetersiz bir görüntü sunuyor. Kadın voleybol takımının zaferi karşısında, kendi ülkesini değil de rakip ülkenin takımını destekleyen anlayış ki önceki parçalanma ve çöküş dönemine atıfla “Keşke Sevr olsaydı” diyen geleneğin mirasıdır, “toplumsal mutabakatın” çoktan buharlaşmış olduğunu kanıtlıyor. 

Siyasal İslamın rejimi ülkeyi yıkıma sürüklüyor. Buna karşılık bir önceki “parçalanma” döneminde ülkeyi düze çıkaran akımın temsilcisi CHP, artık kendi tarihine, geleneğine yabancıdır; ideolojisini kaybetmiştir, sadakati şüpheli, son derecede çapsız politikacıların elinde bir dağılma sürecine girmiştir. Peki, durum buysa şimdi ne yapmak gerekir?

Haklara, yönelik saldırılar tırmanıyor, genelleşiyor (4 Eylül 2023)

Rejimin, haklara ve özgürlüklere yönelik saldırıları seçimlerden bu yana hızla tırmanıyor. Bu tırmanışın ekonomik ve kültürel iki boyutu var.

REJİMİN EKONOMİK TERCİHİ

Rejim, ekonomik kriz karşısında toplumun, kendi tabanı dahil büyük çoğunluğunu değil, çok dar bir sermaye fraksiyonunu korumayı seçti. Uluslararası finans-kapitale bağımlı bu fraksiyon, yabancı sermaye girişini teşvik etmek için öncelikle faizlerin yükseltilerek “kemer sıkılarak” enflasyonun denetim altına alınmasını istiyor. Ancak ülke ekonomisinde, üretkenlik ve üretim artmaz, gelir dağılımı (tüketici talebi) iyileştirilemezse yabancı sermaye girişi yalnızca kısa dönemli ve spekülasyon amaçlı olur. Bu tip sermaye girişi, yüksek faiz ve “kemer sıkma” politikalarıyla zaten kurumakta olan “artık-değer havuzunun” boşalmasını hızlandırır. Havuz boşalınca da bu sermaye arkasında, 1994, 2001 krizlerinde olduğu gibi kocaman bir “kara delik” bırakarak ekonomiden çıkar. 

Bu “kara delik” yaratan süreç ilerlerken yüksek faiz, “kemer sıkma” politikaları, iflasları, işsizliği ve yoksullaşmayı daha da artıracaktır. Yüksek faiz, “kemer sıkma” politikası, inşaat sektörünü (rant ekonomisini) ve yüksek sıcaklar, kuraklık, orman kıyımı da tarımı, kıyısına geldikleri uçurumun içine itebilecektir. Bu “kara delik” ile bu “uçurumun” birleştiği noktada ekonomik kriz bir toplumsal patlama yaratabilir. O zaman rejim karşıtlarının öfkesi, rejim yandaşlarının öfkesiyle birleşirse rejimi suçlayan bir muhalefet dalgası yükselerek “tsunamiye” dönüşebilir.

... VE KÜLTÜR SAVAŞLARI

Rejim işte bu olasılıktan korkuyor. Rejim depremden sonra bölgeyi, “tövbe ettirme kampanyası” başlatan din görevlileriyle, tarikat militanlarıyla doldurmuş, yükselmekte olan öfke dalgasının kendisini hedef almasını engellemişti. Rejim şimdi enflasyonla mücadele önlemlerinin yaratmakta olduğu yıkımın etkisiyle yükselecek bir öfke dalgasından korunabilmek için haklara ve özgürlüklere yönelik saldırılarını, giderek “kültür savaşları” üzerinden de yoğunlaştırıyor. 

Rejim siyasal İslamın “kültürel egemenliğine” direnen kesimleri artık doğrudan hedef alıyor. Amaç bu kesimleri, yaşam alanlarında, sokaklarda -günlük yaşam içinde- kültürel denetim, almak istiyor; baskı, rejimin üniformalı (bir örnek giysili) militanlarının da katkısıyla yükseliyor. Orta eğitimde haftalık ders süresinin yarısı, üniformalı tarikat militanlarının propagandasına açılıyor, “kültür savaşları” eğitimde de derinleşiyor. 

Siyasal İslamın egemenliğine direnerek gerçekleri açıklamaya devam eden, gazeteciler, Merdan Yanardağ, Barış Pehlivan gibi muhalif entelektüeller, tutuklanıp hapse atılırken katiller, mafya babaları tecavüzcüler serbest bırakılıyor. Yargıya güvenin kaybolması ülkeyi silah ve şiddetle sorun çözme sarmalının içine atıyor. Muhalif duyarlılıkların ifade edildiği festivaller, konserler, yasaklanıyor. LGBTİ+ bireylere yönelik baskılar sık sık darp, tutuklama düzeyine ulaşıyor. Erkeklerin, kadınların kılık kıyafetlerine, yaşamlarına müdahaleleri yoğunlaşıyor, sertleşiyor. Tarikatların gövde gösterileri, üniformalı tebliğci militanların “yaşam alanlarında” taciz pratikleri sıklaşıyor. Siyasal İslamın üniformalı militanlarının, kamusal alanlarda varlığı, sıradan giysili insanları “ötekileştiren” bir simgesel şiddet yaratıyor. Rejiminin, türlü kültürel etkinlikleri “halkın huzurunu bozuyor, milli değerlere uygun değil” gibi gerekçelerle yasaklaması, siyasal İslamın bireylerini, kendilerinin herkes, farklı olanın ise “hiç kimse” olduğuna, “ötekine” müdahale edebileceğine inandırmaya başlıyor. 

CHP liderliği, bu gelişmelere direnmek bir yana, “Pırıl pırıl gençler sizin yüzünüzden ateist oluyor”, “HÜDA PAR’ı düşmanlaştırmayacağız”, gibi açıklamalarla, AKP artığı “danışmanlarla” siyasal İslama yaranmaya çalışırken direniş olasılıklarını sabote ediyor. Bu sırada, tüm bu gelişmeleri, “gericilik” gibi bulanık bir kavramla betimleme eğilimi, devlet, rejim, siyasi hareket gibi yapısal özelliklerin görülmesini, uygun mücadele biçimlerinin geliştirilmesini geciktiriyor.

Ergin Yıldızoğlu-Cumhuriyet





'Antiemperyalizm yeni beraberliğin ilk adımı olur' - OSMAN ÇUTSAY / soL-Söyleşi

 Araştırmacı-yazar Sadık Usta “Çökertilen Türkiye’de Kemalizm ve Kürt siyasetinin kurtuluşçu rolleri” üzerine sorularımızı yanıtladı.

Türkiye’de toplumsal kriz yeni boyutlar kazanırken, solun ağırlıklı karşı kutup oluşturamaması yeni arayışları tetikliyor. “Çökertilen Türkiye’de Kemalizm ve Kürt siyasetinin kurtuluşçu rolleri” üzerine sorularımızı yanıtlayan araştırmacı-yazar Sadık Usta, Dr. Fatih Yaşlı’nın son dönemde tartışmaya açtığı tezlerden hareketle atılabilecek adımları değerlendirdi. 

Türkiye’de, yönetenler ve düzen muhalefeti açısından siyasi bir tıkanma olduğu söylenebilir mi? Dr. Fatih Yaşlı son yazılarında kemalizmin (veya Atatürkçülüğün) sahibinin ortalıkta görünmediğinden, bu tuhaflığın giderilmesi gerektiğinden söz etti. Bazı çağrılarda bulundu, yeni bir tartışma açtı. Sizce Türk modernleşmesini temsil eden “sol kemalizm” ile kendisini “sol kürdizm” olarak adlandırabileceğimiz Kürt siyasetindeki laik ve sosyalizmle “iltisaklı” çevrelerin bir yeniden kuruluş için ortak bir paydada işbirliği yapması imkânsız mı? Atatürkçülük veya kemalizm hangi safraları atmak zorunda ve aynı şekilde Kürt siyasetinde atılması gereken ne gibi safralar var? Tabloyu siz nasıl görüyorsunuz? 

Evet, Türkiye’de siyasetin önemli ölçüde tıkandığını söyleyebiliriz. Genelde iktidarlar aşırı yıprandığında, onu yerinden edip iktidara gelecek olan bir muhalefet bulunur. Fakat bizde bu mekanizmanın işlemediğini görüyoruz. İktidar aşırı yıpranmışlığına rağmen yerinden edilemiyor çünkü halka gerçek anlamda önderlik edecek bir muhalefetimiz yok. İşin garibi, sadece düzen içi bir muhalefetin yokluğuyla karşı karşıya değiliz, aynı zamanda sol muhalefet de önemli ölçüde varlık gösteremiyor. Bu koşullarda değerli Fatih Yaşlı’nın bahsi geçen yazısını çok önemsediğimi belirtmeliyim. 

Türkiye’de temel sorun, genel anlamda sol ve sosyalist partilerin muhaliflik rollerini emek-sermaya çelişkisiyle sınırlandırmalarıdır. Son yıllarda solun laikliği gündemine alması, emek davası açısından özelleştirmelere karşı mücadeleyi önemsemesi çok yerinde bir tavır oldu. Devrimci mücadelenin çerçevesini bizim öznel-teorik doğrularımız değil, toplumların yakıcı sosyal ve siyasal talepleri belirler. AKP’nin, iktidara gelir gelmez, Cumhuriyet devrimiyle kazandığımız mevzileri topa tutup bunları yok etmeye çalışması, ki bunların başında çağdaş laik yaşam tarzımız ve sendikaların örgütlendiği kamu iktisadi teşekküllerinin varlığı gelir, devrimci mücadelenin de hangi mevzilerde yürütülmesi gerektiğini göstermiştir.

Bazı sol çevreler, daha baştan itibaren laiklik mücadelesini önemsememiş, laikliği bir burjuva talebi olarak algılamış ve onun savunulmasını da Kemalistlerin kendi özel sorunu olarak görmüştür.  Hatta bunlar laikliği, demokratikleşmenin önünde bir engel olarak görerek İslamcılarla ittifak etmeyi devrimcilik sanmıştır. 

Laiklik davası, bizim gibi demokratik devrimini henüz tamamlayamamış ve feodalizmin kalıntılarını toplumsal hayattan söküp atamamış ülkelerde devrim mücadelesinin en temel mevzilerinden biridir. Bu mevzi, Kemalist devrimle kazanılmış olmakla birlikte, onun korunması tek başına Kemalistlerin değil, en çok da sosyalistlerin görevidir. 

Kemalistler en son 1950’lerden bu yana bu devletin sahibi olmaktan çıkmışlardır. Ergenekon ve Balyoz davalarından bu yana Kemalistler, artık bu ülkede bir ulusal tehdit unsuru olarak görülmeye başlanmış ve devletin her kademesinden hoyratça sökülüp atılmışlardır. Kemalistler, özellikle de sol Kemalistler artık, hem devletsiz hem de siyasal parti anlamında sahipsizdirler. Bu yüzden Kemalistlerin bağımsızlık, laiklik ve halkçılık gibi temel ilkeleri ancak sosyalist partiler tarafından savunulup gerçekleştirilebilir.

Solcu Kürtlerle, solcu Kemalistler ancak bağımsızlık, laiklik ve halkçılık temelinde birleşebilirler. Kemalistlerin temel ilkelerine yabancı olan, hatta o ilkeleri çiğnemeyi bir marifet sayan bir Kürt hareketinin Kemalist Türklerle birleşmesi mümkün değildir. Bu konuda bir hayal yaymayı da doğru bulmuyorum. Fakat sosyalist partilerin hiçbir tereddüt göstermeden Kemalistlere yönelik siyasetler üretmesi, onlarla ortak örgütsel yapılar inşa etmesi bugün açısından tayin edicidir. Kemalistlerle birleşmeyi hedefleyen herhangi bir sosyalist parti, aynı zamanda halkla birleşmenin de anahtarını eline geçirmiş olur. Sol, bundan uzak durdukça daralmaya ve küçülmeye devam edecek, cesaretle tutum değiştirdiğinde ise siyasal ufku genişleyecek ve büyüyecektir.

Siyaset, yeni söylem ve yeni örgütsel yapılar üretmektir. 

Emperyalizm güdümünde sosyalizm olmaz! 

Türk modernleşmesinin sosyalizmle “iltisaklı” devrimci bileşenleriyle, Kürt siyasetinin sosyalizme sıcak bakan sol bileşenleri, Türkiye’de sınıf ve aydınlanma üzerinde yükselen bir sosyalist güç birliği olmadan neden bir araya gelemez? Nasıl bir katalizatör gerekiyor bir ortak bünye yaratmak için? Sosyalizmsiz bir katalizatör mümkün mü?

Çağımız, Lenin’in ifadesi ve tanımıyla “emperyalizm çağı”dır ki bu da sosyalistlere yeni bir konum ve bakış açısı edinmeleri görevini dayatır. İçinde bulunduğumuz çağda, emperyalizme net tavır almayan hiçbir siyasal hareketin sosyalistlik adına başarı şansı yoktur. Emperyalizme tavır alınmadan ne bağımsızlık, ne özgürlük, ne laiklik ne de halkçılık başarıya ulaşabilir. Bu ilkeler, sosyalistleri bağlayan bir sosyalist paket programdır. Bu dört ilke üzerine bina inşa edeceğimiz sütunlardır. Birini çektiğinizde o binayı inşa edemezsiniz, ettiğinizi sandığınız anda o bina (iktidar veya ittifak) ilk sarsıntıda tarumar olur. 

Kürt hareketinin “sosyalizmi”, emperyalizmin güdümünde olduğu sürece ki bugün hâlâ böyledir, hiçbir anlam ifade etmez. Tarihte emperyalizmin güdümüne girmiş çok sayıda “komünist” veya “sosyalist” parti görmedik mi? Lenin bile geçen yüzyılın başlarındaki yazılarında özellikle buna çeker ve hatta onlara “sosyal emperyalist” sıfatını da yakıştırır. Türkiye’de birçok insan ve çevrenin, söz konusu Kürt hareketi olunca bu ilkeden taviz vermek gibi kötü bir alışkanlığının olduğunu yıllardır görüyoruz. 

Türk halkına yabancılaşan hiçbir sosyalist hareketin başarı şansı yoktur. Halklar, kendi değerlerine yabancılaşmış hiçbir “sosyalist” örgüte itibar etmez. Yıllarca küçük bir örgüt olarak varlık gösterebilirsiniz, fakat hiçbir zaman halkı kazanma şansınız olmaz. Bu yüzden herhangi bir Kürt hareketiyle ittifak kurmadan, yani ortak hareket etmeden önce (ittifak, söylem birliği demektir) onun emperyalizme tavır almasını özellikle görmeliyiz. Muğlak tutumlar, Kürt hareketiyle ittifak yaparak örgütümü büyütürüm diye düşünen fırsatçılar, sadece zihinleri bulandırmakla kalmaz, aynı zamanda kendi örgütünü ve kadrolarını da Kürt partilerinin güdümüne sokmuş olur. 

Hatta şunu ileri sürebilirim: Emperyalizme net tutum alan herhangi bir milliyetçi hareketi en nihayetinde sosyalizme kazanabilirsiniz, fakat emperyalizmin güdümündeki herhangi bir hareketi, sittin sene sosyalizme kazanamazsınız. Bu konuda da Lenin’in tutumu nettir. Ne yazık ki, bu konuda birçok Türk solcusu ve örgütü sadece pragmatist değil aynı zamanda ikiyüzlüdür de. Yeniden vurgulamak gerekirse: Sosyalist hareketlerin Kürt “sosyalist” hareketiyle ittifakının temel zemini, antiemperyalizm olmalıdır. Bu yoksa, atılan her ortak adım sadece “Türk” sosyalistlerini zayıflatır. Çünkü emperyalizmle işbirliği, halkların nezdinde lanetlenmekle eşdeğerdir. Tarihten de bildiğimiz gibi bu kolay kolay unutulmaz.

1923’te Türkler ve Kürtler birleşebilmişti 

Dr. Fatih Yaşlı’nın açtığı ve önce Evrensel gazetesinden ilginç katkıların geldiği bu tartışmada eksik olan veya üzerinde daha yoğun durulması gereken ne gibi ayrıntılar var? Neresinden bakılırsa bakılsın ve özellikle NATO üyeliği sonrasında her şey ne kadar kötü gelişirse gelişsin, “Bizim 1789’umuz” diyebileceğimiz “1923 Devrimi” bir Türk-Kürt ittifakının sonucuydu. Cumhuriyetin büyük çöküşünde nasıl bir ittifak ve ne gibi bir tartışma “yeniden kurucu” nitelik kazanabilir sizce?

Fatih Yaşlı dostumun söz konusu yazısı, sosyalist hareketin çok çok önemsemesi gereken ve sosyalistlere yeni bir ufuk kazandıran yazıdır. Bu yazıdan dersler çıkarılmalı ve artık bu konuda, yani Sosyalistlerin-Kemalistlerin ortak bir program etrafında örgütlenmesi veya ortak cepheler kurması konusunda somut adım atılmalıdır. 

1923’te Türkler ve Kürtler antiemperyalist temelde birleştikleri için, ki buna o dönemde “vatanın kurtarılması” adını vermişlerdi, başarılı olmuşlardı. Bu ilke olmasaydı, hiçbir adım atılamaz ve hiçbir şey başarılamazdı. 

Yeni bir “Kurucu Cumhuriyet Programı”nın temeli ise az önce saydığım dört temel ilke olabilir. Türkiye’de sosyalistlerin başarısı için bu ilkeler olmazsa olmazdır. 

Bu ilkeler sosyalizm dönemine ve hatta eğer “halkçılık” ilkesini, ezilenlerin haklarına kavuşması olarak tanımlarsak, sosyalizmin bilfiil uygulandığı dönemin programı olarak da kabul edilebilir. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu konudaki çıkarımları da örnek alınmalıdır. Yeri gelmişken belirteyim, ne kadar ayak diretilirse diretilsin ki ben bunu teorik yetmezlik ve siyaset bilmezlik olarak görüyorum, Türk solu, eninde sonunda Hikmet Kıvılcımlı’nın yıllar önce dile getirdiği ilke ve programa gelecektir. 

Neticede “halkçılık” ilkesi sosyalizm içi bir programdır. Nitekim sosyalizm de emek-sömürü açısından mutlak eşitlik değildir. Bu dört ilke, emperyalizme karşı  bağımsızlık, halklara özgürlük, bireylerin aydınlanması ve çağdaşlaşması için laiklik, ezilen ve sömürülen emekçiler için halkçılık ilkeleridir. Bu dört ilke, aynı zamanda yeni bir demokratik devrimin, isterseniz buna sosyalizm deyin, temel programının adıdır. Antiemperyalist tavrı, bilinçli olarak birinci sıraya aldım, çünkü o olmazsa üzerinde özgürlük ve eşitlik gerçekleştireceğiniz bir vatan kalmaz. Bağımsızlık, sosyalizme giden yolun ilk adımıdır. Zihinlerimiz bu konuda net olmazsa, ne Kürt hareketini etkileyebiliriz ne de onu emperyalizmle işbirliğinden kurtarma şansımız olur.

OSMAN ÇUTSAY / soL-Söyleşi 



İngiliz hükümet propagandası Türk medyasına sızıyor - YİĞİT GÜNAY / soL-Görüş

 

Yalan ve çarpıtmalarla dolu BBC haberleri, Cumhuriyet gibi yayınlarda yer buluyor. Parasını İngiliz hükümeti veriyor. Medyayı bu durumdan kurtarmak zorundayız.

Haberin başlığı, içinde ne bulacağınızı derhal muştuluyor: “Sırada kim var? Putin'e komşu olmanın riskleri”

BBC’nin Avrupa editörü Katya Adler imzalı haber, doğu Avrupa’da yaşanan çatışmanın tüm günahını Rusya’ya atmakla kalmıyor, çok sayıda çarpıtmayla Rusya’yı “ezeli bir işgalci” olarak gösterip, şimdi diğer komşularına saldıracağını öne sürüyor.

Haberin içeriğine, nelerin çarpıtma olduğuna değineceğiz. Bu haberin arkasında doğrudan İngiliz hükümetinin propaganda için ayırdığı bütçenin olduğuna da işaret edeceğiz.

Ama önce, başka bir gerçeği dile getirmeliyiz: Bu haber, Cumhuriyet gazetesinin internet sitesinde manşetten yayımlandı.

BBC, aralarında Cumhuriyet ve T24’ün bulunduğu, Türkiye’deki çeşitli yayın organlarıyla içerik paylaşım anlaşmalarına sahip. Bu anlaşma çerçevesinde BBC’nin kimi haberleri, diğer yayınlarda, BBC Türkçe logosu altında servis ediliyor.

Soğuk Savaş’tan kalma yalan ve çarpıtmalar

“Sırada kim var?” başlıklı haber, bunlardan biriydi. Katya Adler’in haberi, Soğuk Savaş yıllarının komünizm karşıtı propaganda alışkanlıklarının şimdi bir kez daha Batılı emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda kullanılmasının bir örneği.

Niye? Haberden aktaralım: “Estonya ile Baltık komşuları Letonya ve Litvanya, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından on yıllarca Sovyetler Birliği işgali altında kalmıştı.” Bu ifade, açık bir Soğuk Savaş dönemi yalanı. Baltık ülkeleri işgal altında değildi, İkinci Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu bu bölgelerden Nazileri atmış, ardından bu ülkelerde sosyalist yönetimler kurulmuştu.

Haberden bir başka ifade: “Rusya'nın Ukrayna'yı topyekûn işgali, NATO'ya yeni bir amaç verdi: Rusya'ya yakın müttefik ülkelerde ve Putin'in hemen kapısındaki arzulu, yeni üyelerdeki varlığı artırmak.” Yani Rusya işgal etmeden önce NATO’nun böyle bir amacı yokmuş, öyle mi? BBC arşivinden NATO’nun 1997 sonrası genişlemesinin haritası altta, bakın BBC gerektiğinde apaçık gerçekleri nasıl çarpıtıyor.

Yine bir başka bölüm aktaralım. Letonya’da anadili Rusça olan çok sayıda Rus yaşıyor. BBC editörü Adler şöyle diyor: “Rus kökenlileri, Rus propagandasından korumak için Letonya hükümeti Rus televizyon kanallarını yasakladı. Rusça okullara da son verildi. Kalan son Sovyet dönemi anıtları yıkıldı. (...) Yeni politikalar Rus kökenlilerin daha iyi entegre edilmesini amaçlıyor.”

Evet, BBC’ye göre televizyon kanallarını yasaklamak, anadilde eğitimi durdurmak düpedüz asimilasyonu değil, “daha iyi entegrasyonu” amaçlıyor. Oysa Baltık ülkelerinde çok uzun zamandır Rus azınlığa karşı yoğun bir faşist baskı var. soL arşivinden biri 2009, diğeri 2010 yılından, yani Rusya’nın işgal hareketlerinin çok öncesinden iki haber paylaşalım: Estonya’da Nazi/SS kongresi yapılacak!Letonya’da kampanya: Çekin gidin, yoksa…

‘Rusçuluk’ da yanlış

Tüm bunları, “Rusçu” bir eğilimle yazmadığımızı, düzenli soL okurları bilecektir. Dikkat çektiğimiz, BBC haberinin düpedüz İngiliz hükümetinin siyasi çizgisinin propagandası olması ve bunun Türkiye’nin en köklü gazetelerinden biri aracılığıyla Türkiye kamuoyuna sızması.

Aynı hassasiyet, Rusya’nın etkilerine karşı da gösterilmeli. Nitekim, soL, geçtiğimiz hafta başka bir başlıkta, Hasan Cengiz vakasında, Türkiye medyasının tümüyle yanlış yorumu karşısında, olayın arka planında Rusya’nın CHP’yle ilişkilenme çabaları olduğuna dikkat çekmişti: Hasan Cengiz vakası: AKP yerine Rusya’ya mı bakılmalı?

O haberlerin parası İngiliz hükümetinin fonundan

Peki, mevzubahis BBC haberinin bir propaganda ürünü olduğuna dair başka gösterge var mı? Aslında içeriğindeki çarpıtmalar yeterli, ama gerçekten ötesi de var.

BBC, bir devlet kuruluşu. Gelirinin önemli kısmı, İngiliz vatandaşlarının ödediği lisans ücretlerinden aktarılıyor. Ancak kritik meselelerde İngiliz hükümeti BBC’ye doğrudan para da aktarıyor.

Mart 2022’de bu gerçekleşti. Hükümet, “Rusya’nın dezenformasyonuna karşı mücadele” için BBC’ye 4,1 milyon sterlin (138 milyon lira) “acil durum fonu” sağladı.

Cumhuriyet’te çıkan Katya Adler imzalı yazı, bu paranın aktarıldığı işlerden birinin ürünü. Adler, “Putin’e Komşu Yaşamak” adlı bir belgesel için bölgede bulunuyor.

“Dezenformasyon”, bir süredir batılı güçlerin propaganda savaşındaki kilit kavram. NATO ve CIA’in uzun yıllardır ısrarla üzerinde durduğu bu kavram etrafında oluşturulan yapı ve Türkiye’ye bu yapının nasıl etki ettiğini daha önce soL’da uzun bir analizle, ayrıntılı biçimde yazmıştık: Dezenformasyon Yasası’nda AKP’yi değil, bunu tartışmalıyız.

BBC de bir süredir “dezenformasyonla mücadele” için ayrı ekipler kuruyor. 2017’de kanal bünyesinde “Sürekli Gerçeklik Doğrulama” (Permanent Reality Check) ekibi kurulmuştu. 2023’te “Verify” markası altında, 60 gazetecinin çalıştığı bir teyit şirketi kuruldu. Ayrıca BBC, “Sahte Haberlerin Ötesinde” (Beyond Fake News) adlı ağın parçası. Bu ağda AP, AFP, Reuters, Washington Post gibi çok sayıda batılı medya kuruluşunun yanı sıra, Google/Youtube, Meta/Facebook, Microsoft, Twitter gibi haber dağıtım tekelleri de bulunuyor.

Tekeller yalan söylerken doğruyu da engelliyor

Emperyalist tekellerin bu işbirliği, meseleyi daha da tehlikeli hale getiriyor. Zira bu tekeller yalnızca kendi propagandalarını yapmakla kalmıyorlar, işlerine gelmeyen haberleri ve kanalları da engelliyorlar.

Nitekim, soL da bu uygulamalardan muzdarip. soL Haber Portalı’nın Facebook sayfası, aylardır erişime kısıtlı. Facebook, soL’da 8-10 yıl önce yayımlanmış IŞİD karşıtı haberleri “IŞİD propagandası”, Alaattin Çakıcı’nın salıverilmesini eleştirel olarak duyuran haberleri “şiddet propagandası” sayarak, soL’un paylaşımlarının yüz binlerce takipçisine ulaşmasını engelliyor. Bu absürt engelleme, sayısız itiraza karşı bitmiş değil. Durum hem soL’un Facebook’taki 800 binin üzerinde takipçisi olmak üzere kamuoyunun bilgiye erişim hakkını ortadan kaldırıyor hem de trafiğinin önemli bir kısmını Facebook’tan alan soL’a maddi olarak zarar veriyor.

Çözüm ‘yapmayın’ demek değil, ‘hep birlikte yapalım’ demek

Ancak meselenin çözümü basitçe “batı medyasıyla işbirliği yapmayın” demek değil. Türkiye’de medya sektörü birçok açıdan dibe vurmuş durumda. Bu noktada AKP’nin yıllardır süren siyasi müdahaleleri ilk sırada akla gelse de, belki de daha önemli sebep, medyanın mali boyutundaki gerileme.

Türkiye’deki medya kurumlarının çoğu sırtını finansal olarak sırtını sermaye gruplarına veya hükümete yaslıyor. Kurumların çoğu kâr etmiyor, taşıma suyla değirmen döndürüyor. İyi gazetecilik yapmak için gerekli kaynağı ayırabilen kurum neredeyse yok.

Bu, gazetecileri de etkiliyor. Araştırmacı gazetecilerin bir kısmı, işlerini istedikleri gibi, hakkıyla yapabilmenin yolunu yabancı medya kuruluşlarına çalışmakta buluyor. BBC ve diğer yabancı medya kuruluşlarında çalışan, nitelikli, başarılı, dürüst çok sayıda Türk gazeteci var.

Aynı mali sorun, gazeteleri de etkiliyor. Cumhuriyet, T24 gibi kurumların BBC’yle işbirliğine yönelmesinin bir sebebi de, bu yolla nitelikli içerik miktarını artırmak, zira kendileri bunları üretmekte zorlanıyorlar.

Ama iş, ele aldığımız örnekte olduğu gibi doğrudan İngiliz hükümeti propagandasına araç olmakla sonuçlanıyor. Örneğimiz tekil bir örnek değil. Cumhuriyet’te son birkaç ayda yer verilen BBC kaynaklı haberlerden bazılarının başlıkları şunlar: “Kağıttan okuyan robotlar: Putin’in diplomatlarına ne oldu?”, “Nijer’de Rusya bayrağı taşıyan darbe destekçileri iktidar partisinin binalarını ateşe verdi”, “Çin, ülke dışındaki Uygurlara ailelerini 'rehin' tutarak baskı yapıyor”, “Putin’in, gizemli bir şekilde ölen ya da ölümün kıyısına gelen düşmanları”, “Nijer'de darbe: ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Wagner'in istikrarsızlıktan yararlandığını savundu”.

Çözümün bir kısmı, Rusya’dan ABD’ye, İngiltere’den Çin’e, kendi hegemonya mücadeleleri doğrultusunda propaganda çalışması yürüten yabancı hükümetlerin üretimlerini yansıtırken, akıllıca bir süzgeçten geçirmek.

Ama daha önemli bir kısmı, Türkiye’de gerçeğin mücadelesini veren medya kurumlarının mali olarak güçlenmesi. Bunun biricik yolu, esas gelirin okur ve izleyicinin desteği olması.

Şu sıralar soL’da yeni bir dönüşüm ve atılıma hazırlanıyoruz. Bunun en önemli ayaklarından biri, soL okurlarının maddi desteğini sağlamak olacak. Okurlarımızın bu çabaya yanıt vereceğinden eminiz. 

Zira Türkiye’de medyayı İngiliz hükümet propagandasına mahkum bırakamayız.

YİĞİT GÜNAY / soL-Görüş

Cemaat ve tarikat yurtlarında kalanlara en az 3 bin 500 TL burs: Bakanlığın teşvikiyle zorunlu dini eğitim - Asya Tekyaşar / T24

 

                                               İnsan Vakfı Bakırköy Yükseköğretim Kız Öğrenci Yurdu'ndan bir kare

Artan kira fiyatları ve devlet yurtlarının yetersizliği nedeniyle barınma sorunu yaşayan öğrenciler için özel yurtlar, neredeyse zorunlu seçenek haline geldi. Ancak özel yurtların aylık rakamlarının yüksek olması, öğrencilerin zorunlu olarak cemaat ve tarikat yurtlarına yönelmesine yol açtı. Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın, protokol yaptığı cemaat ve tarikatlara ait yurtlarda kalan öğrencilere burs vermesi, ailelerin de bu konuda ısrarcı olmasına yol açtı. Söz konusu tarikat ve cemaat yurtlarında kalan öğrencilere dini sohbetlere ve ibadetlere katılmaları zorunlu tutuluyor.

Üniversitelerin açılmasına sayılı günler kala, ailelerinin bulunduğu kentlerden farklı bir kentte okuyacak öğrenciler, barınma sorunu yaşıyor. Kredi ve Yurtlar Kurumu (KYK) yurtlarının kapasitesi 950 bin. Türkiye’de yaklaşık 7 milyon üniversite öğrencisi bulunuyor. Artan kira fiyatları öğrencilerin eve çıkmasını zorlaştırdı. Bu durum, öğrencilerin çok büyük bir bölümünün özel yurtlara başvurmasına yol açtı. Ancak özel yurtların fiyatları da fahiş biçimde arttı. Ankara, İstanbul ve İzmir’deki özel yurtların fiyatları yıllık 50 bin ila 160 bin lira arasında değişen rakamlara yükseldi. Yurt masrafını karşılayacak durumu olmayan öğrenciler, bu nedenle tarikat ve cemaat yurtlarına yönelmek zorunda kaldı.

Zorunlu dini eğitim ve ibadet

Tarikat ve cemaatlerin büyük bir bölümünün Gençlik ve Spor Bakanlığı ile yaptıkları protokol doğrultusunda açtıkları vakıf yurtları bulunuyor. Bu yurtlarda öğrencilere ibadet ve dini derslere katılmak zorunlu tutuluyor. Bazı yurtların internet sitelerinde dini eğitim verildiği yazıyor, bazılarında ise yurt görevlileri kayıt yaptırmak isteyen öğrencileri bu konuda bilgilendiriyor.

Söz konusu yurtlardan bazılarında koşullar şöyle:

Nur Cemaati'ne bağlı Hayrat Vakfı’nın Ankara Keçiören’de bulunan Marifet Erkek Öğrenci Yurdu’nda öğrencilerin namaz ibadetlerini toplu olarak kılması zorunlu. Bu yurtta kalmak isteyen öğrencilere kahvaltı ve akşam yemeklerini toplu olarak yemeleri de zorunlu tutuluyor. Yurda kaydolacak öğrenciler için haftada iki kez, “ilim ve irfan sahibi” olduğu belirtilen hocaların verdiği dini derslere katılma şartı da var.

Bakanlık bursu

İnsan Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı’na (İnsan Vakfı) bağlı Bakırköy Kız Öğrenci Yurdu’nda öğrencilere Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından burs desteği veriliyor. Geçen sene 2 bin lira olan bursun bu sene 3 bin 500 ile 4 bin lira arasında bir rakama yükseleceği ifade ediliyor.

Yurdun internet sitesinde Kur'an ve hafızlık dersi verildiği, haftada bir kez dini konularda sohbetler yapıldığı bilgileri mevcut. Kayıt sırasında görevliler sohbetlerin zorunlu olduğunu belirterek, “Dışarıdan konuğumuz geliyor ve karşısında katılımcı görmek istiyor. Konuğa ayıp olmaması ve sohbetler faydalı olduğu için öğrencilerin sohbetlere katılmasını istiyoruz” açıklamasını yapıyor. Geçtiğimiz yıl söz konusu vakıf ile Milli Eğitim Bakanlığı arasında, İzmir’deki bir binanın 25 yıllığına, imam hatip okulu öğrencileri için yurt olarak kullanılabilmesine yönelik protokol imzalanmış, Eğitim Sen’in açtığı dava sonunda protokol iptal edilmişti.

Işıkçılar Cemaati'ne bağlı İhlas Vakfı’nda öğrencilere Gençlik ve Spor İl Müdürlükleri tarafından geri ödemesiz, “beslenme ve barınma bursu” sağlanıyor. Vakfın internet sitesinde öğrencilere yaklaşık yüzde 70 karşılıksız devlet desteği sağlandığı belirtiliyor.

Vakfın Türkiye’de 36 yükseköğretim öğrenci yurdu bulunuyor. İnternette yazan yorumlara göre, yurtta toplu ibadet etmek ve sohbetlere katılmak zorunlu, bu şartları sağlamayan öğrenciler bir sonraki sene yurtta kalamıyor.

Vakfa bağlı Bahçelievler Erkek Öğrenci Yurdu’nda da öğrencilere Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından karşılıksız beslenme ve barınma bursu veriliyor. Yurtta üç - dört kişilik odaların kaldığını ve bu odaların 5 bin 700 lira olduğunu söyleyen görevliler, öğrencilerin yurdu gezip yurt hakkındaki bilgileri ve koşulları öğrendikten sonra sözleşme imzaladığını kaydediyor. Beslenme ve barınma bursu, öğrenciler yurtta bir ay kaldıktan sonra veriliyor.

Söz konusu vakıf yurtlarında kalan öğrencilere devlet tarafından destek sağlanmasına karşılık, vakıflara bağlı olmayan özel yurtlarda kalan öğrencilere bu destek verilmiyor. Burs, vakıf yurdunda kalan öğrencinin hesabına yatırılıyor. 

Asya Tekyaşar / T24

Beslenme ve barınma bursu yönetmeliği

Resmî Gazetede 4 Eylül 2021'de yayımlanan yönetmeliğe göre, Gençlik ve Spor Bakanlığı bütçesinden Cumhurbaşkanı tarafından vergi muafiyeti hakkı tanınan vakıf yurtlarında kalan öğrencilere beslenme ve barınma bursu veriliyor. Söz konusu bursun miktarı Gençlik ve Spor Bakanlığı ve Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından belirleniyor. İki aşamalı yapılan başvuruların şartları şöyle:

Ön başvuru vakıflar tarafından yapılıyor. Söz konusu yurtların tüzüğünde yurt veya eğitim faaliyetlerin yer alması ve en az iki yıldır yükseköğrenim öğrencilerine dönük yurt hizmeti vermesi gerekiyor. Vakıfların Türkiye’de en az üç ilde veya İstanbul, Ankara ve İzmir’de toplam üç yurdu ya da bu illerin herhangi birinde üç yurdunun bulunması ve bu yurtlarda en az bin öğrenci kapasiteli yurt hizmeti vermesi gerekiyor.

Başvuruların ikinci aşamasını öğrenciler gerçekleştiriyor. Beslenme ve barınma bursundan faydalanmak isteyen öğrencilerin söz konusu vakıf yurtlarında kayıtlı olarak barınmaları gerekiyor. Öğrencilerin bakanlık yurtlarından çıkarılma cezasının, hapis cezasının bulunmaması şartı bulunuyor. Ayrıca öğrencilerin öğrenim sürelerini aşmaması ve kayıtlı oldukları yüksek öğrenim kurumundan uzaklaştırma cezası almaması gerekiyor.

Bu şartları sağlayan vakıflarda barınan ve koşullara uyan öğrenciler, dokuz ay boyunca yurtta barındığı günler için söz konusu bursu alabiliyor.