24 Eylül 2023 Pazar

ÖZDEMİR İNCE - Eylül (2) 2023 -

 

Kadim tarih (24 Eylül 20239)

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in 2023-2024 ders yılının başlaması dolayısıyla öğretmenlere hitaben yayımladığı açık mektubunun bir yerine takıldım. 

Şöyle diyor: “Kadim tarihimizi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kuruculuğundaki Cumhuriyetimizin 100. yılıyla birleştiren bu süreç, Türkiye Yüzyılı’nda da söz konusu hususiyetleri inşa ederken bilgiyi, ahlak ve değer dünyamızı siz öğretmenlerimiz sayesinde yarınlarımızın teminatı çocuklarımıza aktararak daha sağlam temellere oturtacaktır.” 

Kadim tarih”teki “kadim” sözcüğü “Başlangıcı geçmişin derinliklerinde bulunan, pek çok eskiye uzanan, öncesiz” anlamına geliyor. Oysa 100. yılını kutladığımız Cumhuriyetin, kutlanmak için “kadim tarih”in tarihliğiyle hiçbir ilişkisi yok. Eğer “süreç” sözcüğünü kullanacaksak Cumhuriyet ile bu süreç bitmiş ve yeni bir süreç başlamıştır.

Bu AKP kadrosunun unvanları “Prof. Dr.” da olsa Türkçeleri ve tarih bilinçleri çok zayıf oluyor. Kafalarından çıkmayan Osmanlılık ve Müslüman Türklük, kadim tarih içinde 24 saatlik bir gün kadar yer tutmaz. Türklerin Müslüman olmadıkları zamanlar, öncesiz (kadim) bir zamandır. Kadınların erkeklerle eşit olduğu, erkeklerle güreş tuttuğu, kararların hakan ile ona eşit “hatun” tarafından alındığı bir zamandır. 

Bu nedenle günümüzün Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanı “kadim tarih”i referans alıp referans vereceğine 100 yıllık Cumhuriyeti anlamak ve ona layık olmak zorundadır. 

Bay Yusuf Tekin’in Cumhuriyete layık ve uygun bir zihniyete sahip olmadığı kızlı erkekli karma sınıfları ve okulları hedef alan “Kız okuluna engel yok”, “Gerekirse kız okulları da açabilmeliyiz” açıklamasından anlaşılıyor. Meğer, Milli Eğitim Kanunu’nun “karma eğitim” maddesi kapsamında kız okullarının açılmasına herhangi bir engel yokmuş. İlgili madde şöyle: “Okullarda kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır. Ancak eğitimin türüne, imkân ve zorunluluklara göre bazı okullar yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir.” 

Yasa maddesinin “ancak”la başlayan bölümü önemli: Hangi neden ve zorunlulukla kız okulu açmayı gündeme getirmekteler? Bu sorunun yanıtını Bay Yusuf Tekin veremeyeceği için biz verelim: Başta HÜDA PAR olmak üzere tarikatların, cemaatlerin, İslamcı vakıf ve derneklerin baskısı yüzünden! 

Bu baskıya karşı biz de milli eğitimin temel ilkelerinden en önemlisini yazalım: “Eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk inkılap ve ilkeleri ve anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır. Milli ahlak ve milli kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine ve öğretilmesine önem verilir.” 

Selefi İslamın baskısına oy kaygısı ile boyun eğip kız okulları açarsanız yasal ve anayasal suç işlersiniz. Ama mevcut iktidarın yasal suçlara karşı şerbetli olduğunu kuşkusuz biliyoruz. 

Bitmedi! Bay Yusuf Tekin, “Gerekirse kız okulları da açabilmeliyiz, veli isterse çocuğunu kız okullarına gönderebilmeli, isterse erkeklerin gittiği okula gönderebilmeli” de diyor. (Cumhuriyet, 14.9.2023) 

Bay Yusuf Tekin kesinlikle Türkçe bilmiyor. Velinin keyfine göre bir seçim yapabilmesi için kız ve erkek okullarının “VAR OLMASI” gerekli. Böyle bir durum söz konusu değil. Cumhuriyetin okulları yasaya göre “karma”dır. Bay bakan, ayrıca milli eğitimin en önemli ilkesini yukarıya yazdım. Bunun dışında adım atamazsınız. Ha anayasa, babayasa, yasa-masa tanınmadığına göre Başyüce’nin bir kararnamesi ile şıp diye karma okulları cinsiyet ayrımlı iki okula bölebilirsiniz. “Yapamazsınız” diyen yok! 

Yasa ya da kanun anayasal hukuk sisteminde, yetkili organlarca meydana getirilen hukuk kurallarıdır. Yasalar, tüzükler, yönetmelikler birer hukuk kuralıdır. 

Mevcut milli eğitim bakanının niyet ve konuşmaları anayasanın milli eğitimle ilgili 42. maddesine (Madde 42- Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir. Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır), milli eğitimle ilgili yasa, tüzük ve yönetmeliklere aykırıdır. 

Bu yazıyı aralarında bay bakan da olmak üzere iktidar mensuplarını uyarmak için yazmadım çünkü anayasa ve yasalar umurlarında bile değil. Değerli okurları bilgilendirmek için yazdım.

İki 26 Ağustos ama hangisi? (22 Eylül 2023)

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Malazgirt Zaferi’nin 952. Yıldönümü Kutlama Programı’nda yaptığı konuşmadan alıntı yapıyorum: 
“Sözlerimin hemen başında Anadolu’yu bizlere vatan haline getiren tüm kahramanlarımızı, şehitlerimizi, gazilerimizi, gönül sultanlarımızı rahmetle, şükranla yâd ediyorum. Sultan Alparslan’ın ve ordusunda yer alan her bir neferin bize emaneti olan bu toprakları kanımızın son damlasına kadar koruma azim ve kararlılığımızı buradan bir kez daha ilan ediyoruz. Bin yıllık varlığımıza rağmen bize insanlığın en eski yurdu Anadolu’yu yâr etmek istemeyenlerin sürekli birliğimize, beraberliğimize, kardeşliğimize saldırmasının sebebi işte budur.”

Anadolu’nun Türklerin yurdu olması tarihin, coğrafyanın ve iklimin diyalektik sonucudur. Buna Erdoğan “kader” de diyebilir. Hamasete gerek yok! Yurdumuzu elimizden almak isteyen olası düşmanlar kimler? 

Şu anda, bildiğim kadarıyla böyle birileri yok ama bundan yüz küsur yıl önce, Anadolu’daki bin yıllık Türk varlığına, İslamcılara göre İslam varlığına son veren Sevr Antlaşması’nın uygulayıcıları vardı. Bu korkunç antlaşmayı yırtıp işgalcileri Anadolu topraklarından atan ve bu topraklara Türk ulusunun adını veren ve Anadolu’yu Türkiye yapan bir başka hareket var. Birinci hareket Osmanlı İmparatorluğu’na varan yolu açtı, ikincisi çağdaş bir Cumhuriyet kurdu ve Türk ulusunu yarattı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklük yoktu.

R. T. Erdoğan devam ediyor: “Malazgirt’teki şu görüntü, bize sahip olduğumuz tarihin ve kültürün zenginliğini, derinliğini, gücünü ve en önemlisi devamlılığını hatırlatıyor. Bu topraklar bin yıldır üzerinde dalga dalga yükselen, ‘Ya Allah, bismillah, Allahuekber’ nidalarıyla feyizleniyor, bereketleniyor. Bu topraklarda yaşayan insanlar kökenlerine, meşreplerine, farklılıklarına bakmaksızın hep aynı ulvi gaye uğrunda kenetleniyor, bütünleşiyor.”

Bu topraklar üzerindeki semaya “Ya Allah, bismillah, Allahuekber” nidaları yükselirken başta halifenin başkenti İstanbul olmak üzere “bu topraklar” işgal edilmedi mi, hamile kadınların karnı süngülenmedi mi, genç kızların ırzına geçilmedi mi? 26 Ağustos 1922’de sabaha karşı düşman kuvvetlerini püskürterek İzmir’e doğru yürüyen askerin ağzından “Ya Allah, bismillah, Allahuekber”  nidaları yükselmiyor muydu? Kuvayı Milliye’ye karşı savaşan Damat Ferit’in Hilafet Ordusu da “Allahuekber” demiyor muydu?

Bu küskünlüğün nedeni, 26 Ağustos günü başlayan seferin 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyeti ilan etmesi olmasın sakın?

Tarihçiler 1071’den sonra 400 bin dolaylarında Türk geldiğini yazar. 

Türkler, Anadolu’ya geldiğinde, aralarında Claude Cahen de olmak üzere tarihçiler, bu topraklar üzerinde 6-12 milyon arasında Hıristiyan nüfus yaşadığını yazarlar. Kimdir bunlar? Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Gürcüler ve Anadolu’nun Rumlaşmış, Ermenileşmiş, Süryanileşmiş ve dolayısıyla başta Hititler olmak üzere Hıristiyanlaşmış eski yerleşik halkları... Çoğu 300 yıl içinde Müslüman olmuş... Sadece göçebe Türkmenler değil yukarıda adını andığım dönme halklar da günümüz Anadolu nüfusunun atalarıdır. Bu halklar önce Selçuklu sonra Osmanlı oldular. Osmanlı bu nüfus sayesinde dünya imparatorluğu oldu ama Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türklük bilincinden yoksun kaldı.

R.T. Erdoğan İslamcı bir hayalperest olduğu, bir fetih ve ganimet yandaşı olduğu için Malazgirt Savaşı’nın 26 Ağustos’unu seçiyor. İlham kaynağı Kuran’ın Fetih Suresi’nin 18. ve 19. ayetleri: “Şüphesiz Allah, ağaç altında sana biat ederlerken inananlardan hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur, güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok ganimetler nasip etmiştir.” (Diyanet İşleri Başkanlığı çevirisi)

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış nedeni bu iki ayettir. Fetih Suresi’nin buyruğunu yerine getirmek için, kendi gücü ile küffarın gücünü hesaba katmadan, tatile gider gibi sefere çıkmış ve çoğunda bozguna uğramıştır. Gerçek fetih başkalarının zenginliklerini yağmalamak değil uygarlık ve çağdaşlaşma fethidir.

Ancak R.T. Erdoğan yanılıyor: Alparslan, Anadolu’ya Fetih Suresi icabı gelmedi. Kendi çadırlarına ve sürülerine yeni bir yurt aramaktaydı. İslamı yaymak, fetih yapmak ve ganimet elde etmek için gelmemişti. Keşif yapmaktaydı. Ve Malazgirt Savaşı’nı Bizans ordusunun Yeniçerileri olan “Türkopollar” yani Hıristiyan Türkler sayesinde kazandı. Türkopollar Alparslan’ın askerlerinin Türkçe konuştuğunu duyunca onların yanına geçtiler. 

Tarihe bir dini inancın dogmalarıyla bakılmaz, akıl ve bilimin kuralları aracılığıyla bakılır. R.T. Erdoğan’ın kutsal 26 Ağustos’u Malazgirt Zaferi olabilir. Cumhuriyet için önemli olan 26 Ağustos 1922 günü başlayan kurtuluş hareketidir.

Vekâleten düşünme (19 Eylül 2023)

Bu ay üçüncü basımı yapılan “Bu Ne Biçim Memleket / Yaşasın Cumhuriyet” Eksik Parça Yayınları) kitabımda “Yeni Yüzyıl Yazıları” adlı bir bölüm var. Demek ki sürekli gazete yazarlığıma 1995 yılında Yeni Yüzyıl gazetesinde başlamışım. Bugün okuyacağınız “Vekâleten Düşünme” de adı geçen gazetede 14 Haziran 1995 günü yayımlanmış. Yazı 28 yıl öncesinin kültür ve siyaset dünyasındaki “vaziyetin durumu”nu irdeliyor.

Aradan geçen 28 yılda neredeyse değişen hiçbir şey yok. Bu da Türkiye’de zamanın ileriye doğru gelişmediğini katman katman üst üste yığıldığını kanıtlıyor. 

***

Türkiye’nin nüfusu altmış milyon. Son bir yılda, kitapların ilk baskı sayıları iki bine indi. Yani, otuz bin kişiye bir kitap düşüyor. 

Gazetelerin büyük bir çoğunluğu çanak çömlek armağanlarıyla ayakta durmaya çalışıyor. İki armağan kampanyası arasında satışlar saat sarkacı gibi. 

Okullar okul değil, üniversiteler üniversite değil. Televizyonlar: vur patlasın, çal oynasın. Kimilerinde stüdyo tartışma programları: sanki lise münazaraları. Laiklik, şeriat, düşünceyi ifade özgürlüğü, demokratikleşme, din ve vicdan özgürlüğü, devlet kavramı, Anadolu’nun toplumsal yapısı, resmi tarih, resmi olmayan tarih, Kemalizm, Avrupa Topluluğu, Gümrük Birliği konularında kafalar bir yıl öncesine göre çok daha karışık. Bu tür tartışmaların çoğundan sanki şöyle bir sonuç çıkıyor: Cumhuriyet pek çok hata yapmıştır; bu hatalardan en önemlisi ise eylem ve girişimlerinde “din”e göre hiza ve istikamete bakmamış olmasıdır. 

Cumhuriyetin geçmişle barışması, başta din olmak üzere, tarikatlardan ve öteki dinsel kuruluşlardan sanki özür dilemesi isteniyor. Ama nasıl? Atatürk, Kemalizm, Cumhuriyetin kurum ve kuruluşları “din” aracılığıyla yargılanıyor, suçlanıyor; ama “din” kesinlikle tartışma dışında tutularak ona yeni bir dokunulmazlık kazandırılıyor. Ardından, 14 Mayıs 1950 sonrasının bütün hata ve yanlışları Kemalizme fatura ediliyor.

Sanki Demokrat Parti bu ülkeyi hiç yönetmemiş, Celal Bayar ve Adnan Menderes hiç yaşamamış... Ve sanki merkez sağ kırk beş yıldır bir bozgunlar antolojisi yaratmamış... Bu ortam içinde, düşünen kafa sahibi olmanın biricik göstergesi de şu: Kemalizmi ve devrimleri kıyasıya eleştirmek ve alternatif tarih üretmek! Biri, herhangi bir konuda, kanıtlara, belgelere dayanmadan bir karşısav ileri sürüyor ve bu savlar bir başkası tarafından hemen kanıta dönüştürülüyor.

 Bu türden bir sabuklamayı (delirium) 1960-1980 yılları arasında dönem dönem yaşamıştık. O yıllarda da (otuz kırk bin kişiden biri okuduğu için) düşünce taşeronluğu yapan insanlar vardı; Oskar Lange, Bertrand Russell, Roger Garaudy, Louis Althusser, Regis Debray, Herbert Marcuse, C.O. Bettelheim, Paul Baran gibi düşünürlerin Türkiye mümessilliğini yapar, Marx ve Engels’in metinlerini referans verir ve Atatürk’ü suçlarlardı: “Atatürk bir burjuva devrimcisidir, eline fırsat geçmesine karşın ülkeye sosyalizmi getirmemiş, işçi-köylü iktidarını gerçekleştirmemiştir.” Taşeronlar bunları yazıp söyler, kara kalabalık da bunları tekrarlardı. 

Kişilerin belki çoğu değişti (kimileri gene rollerini sürdürüyorlar) ama taşeronluk ve taşeronu kendisine vekil yapmış kara kalabalık hiç değişmedi. Vekil aracılığıyla düşünce sahibi olabileceğini sananlar, sloganların, aforizmaların peşinden gidiyorlar ve kendilerine hayali kahramanlar, putlar yaratıyorlar. Bu hayali kahramanlar için amigoluk yapıp “fan” kulüpleri kuruyorlar. Bu hayali kahramanlar için her şey mubah ve onlar için atış serbest. Bu hayali kahramanları birazcık eleştirmeye kalkışanların vay haline! Ne dinozorlukları kalır ne bunaklıkları kalır! “Fan”lar bu densizlerin hemen canına okur. 

Düşüncelerini dile getirme özgürlüğü sizin neyinize, o özgürlük, hayali kahramanların ve onların “fan”larının tekelindedir. Vekil aracılığıyla düşünenler (daha doğrusu düşünce edinenler) sonunda fanatikleşiyor, fanatizmlerini “düşünce” sanmaya başlıyorlar.

 Bir fanatizmden bir başkasına geçiyorlar. Ama bu fanatizmle, ne tarihi ne de “gerçek”i anlamalarının olanağı var!

Özdemir İnce-Cumhuriyet

Nedim Günsür’ün toplumcu sanatı ve biriken özlemlere - FİDE LALE DURAK / soL-Kültür

 Tüm bu sanatçıların eserlerini ve sanatsal gayelerini bilmek, bugün “nasıl bir sanat?” sorusuna verilecek yanıt için olmazsa olmazdır. 

Bir dönemin toplumcu gerçekçi ressam kuşağının hikayelerindeki benzerlik, naif bir tesadüften ziyade yeni kurulan cumhuriyetin batılılaşma politikasının doğal bir sonucu olarak açıklanabilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında resim sanatının batılılaşması, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde eğitim gören, ardından Fransa’ya gönderilen ve “1914 Kuşağı” olarak adlandırılan bir ressamlar ile başlar. Bu ressamlar, resimlerinin içeriği ve biçimi açısından birbirlerinden farklı olsalar da fırçaları özellikle empresyonizmden etkilenmiş ve bugünden baktığımızda şaşıracağımız bir şekilde, her biri yurda genç cumhuriyeti yüceltme coşkusu ile dönmüştür. 

Sanayi-i Nefise Mektebi’yle başlayan Türk resim sanatını oluşturma geleneği, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’yle devam etmiş ve 1914 Kuşağı’nın ardından gelenlerin de çeşitli inisiyatifler kurmasıyla birlikte Türk resminin önemli köşe taşları oluşmuştur. Örneğin 1933’te kurulan D Grubu (Abidin Dino, Cemal Tollu, Elif Naci, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Zühtü Müridoğlu), resmin empresyonizmin duygusal coşkunluğu üzerine değil konstrüktivizmin ve kübizmin güçlü desen anlayışı üzerine kurulması gerektiğini savunarak Türk resmindeki sınırlı sayıdaki sanatçının geliştirdiği bir yönelimi daha belirgin hale getirmişlerdir. 

Türk resminin gelişimi, benzer önemli inisiyatiflerin kurulmasıyla devam eder. 1942 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinin öğrencileri (Ivy StangaliLeyla GamsızHulusi SarptürkMustafa EsirkuşNedim GünsürFahrünnisa SönmezTuran ErolOrhan PekerMehmet Pesen ve Fikret Otyam), Onlar Grubu’nu kurar. Başlangıçta 10 öğrenciden oluşan bu gruba kısa sürede çok fazla isim katılır. Atölyelerinin bir tarafında asılı olan El Greco ve diğer tarafında asılı olan geleneksel Türk motifli bir halı, resimsel doğrultularını açıkça gösterir: Amaç, batının tekniğiyle ama kendi ülkesine ait resimler yapmaktır. Grubu oluşturan ressamların resim anlayışları birbirlerinden farklıdır, bir ucunda soyut sanat diğer ucunda ise toplumcu sanat yeşerir. Onlar Grubu’ndan Nedim Günsür, geçen hafta ele aldığımız Neşet Günal ile birlikte, 1960’larda oluşmaya başlayacak figüratif ve toplumcu gerçekçi sanatın gelişmesinde önemli rol oynar. 

                                               Nedim Günsür, 1950, “Bisikletçiler”

Nedim Günsür de tıpkı Neşet Günal gibi, öğrencilik döneminin ardından 1948-52 yılları arasında, Paris’te Fernand Leger ile Andre Lhote atölyelerinde eğitim alır. Paris’te yaptığı resimlerde konstrüktivizm ve soyut akımın etkisi büyüktür. Örneğin 1950 yılında yaptığı “Bisikletçiler”de, tüm resim dairesel bir kompozisyonla düzenlenir ve figürler de bu amaçla soyutlanır. Bu dönemde Günsür, sadece Leger’den değil, Picasso ve Matisse gibi, Afrika sanatının primitif soyutlamalarından da etkilenir. 

                                                  Nedim Günsür, 1967, “Madenci”

Nedim Günsür de 1952’de yurda döner. 1954-58 yılları arasında Karadeniz Ereğlisi’nde resim öğretmeni olarak çalışır. Ereğli’deki yıllarında madencileri yakından tanıma fırsatı bulur ve bir seri olacak madenciler konulu resimlerine başlar. Bu dönem işlerine hem fovist etkide soyutlamalar hem de konstrüktivist ve kübist etkide figürler hakimdir. “Madenci” resminde, kömür karası renginde heykelsi bir figür, deniz manzarasının önünde, kasvetli manzaranın bir parçası olarak ele alınır. Öyle ki, madencinin burnunda ve alnında beliren açık renk, arkasındaki tepelerin yol olmuş sarı toprağına benzerdir ve figür ile doğanın verdiği kasvet duygusu aynıdır. 

Günsür, dünyada olup bitenlere karşı duyarlıdır, fırçasını da bu duyarlılığın bir aracı olarak kullanır. Eskizlerini 1950’li yıllarda Paris’te, yağlıboya hallerini ise 1960’larda yaptığı savaş konulu resimleri, hem dünyada olup bitenleri resimleriyle buluşturmasına hem de sanatında oluşmaya başlayan biçimsel farklılığa iyi bir örnektir. Bu yıllar itibariyle Günsür’ün resimlerinde figürler ince uzun, detaysız hale gelir; resimlerine, sonradan aşina olacağımız renkli paleti yerine gri bir palet ve figürlerine psikolojik olarak gerilim, korku duygularını hissettiren bir karanlık hakim olur.

                                                    Nedim Günsür, 1967, “Savaş”

Günsür, 1960’lı yıllarda İstanbul’a yerleşir ve özellikle kentleşme, göç gibi konular başta olmak üzere gündelik hayatı resimlerine konu etmeye başlar. Artık üslubu yerleşmiş, figürleri manzaranın bir parçası olacak kadar sade hale gelmiştir. 

                                                Nedim Günsür, 1978, “Gurbetçiler”

1978’te yaptığı “Gurbetçiler” (bir başka kaynakta resmin adı “Almanya Yolculuğu”), resminde iş bulma ve daha iyi bir yaşam umuduyla Almanya’ya göçen Türk işçilerini yapar. Yatay bir şekilde resmi bölen yeşil tren, resmin merkezinde ana konuyu oluşturarak kompozisyonun geometrisini belirler. Trenin arkasında kalan ağaçlar, katı yataylığı yumuşatarak sol taraftaki ağacın öne çıkmasıyla birlikte kompozisyondaki dikeyliği oluşturur. Öndeki ağaç, sol arkadaki binanın dikeyliği ve sağda özel olarak vurgulanmış vagonların birleşim yeri ile beraber resmi bir dengeye kavuşturur. Böylece insanların ayrıntısız, dikey varlıkları da desteklenir. Gökyüzünün maviliği, trenin yeşili ve yerin sıcak tonu sayesinde resme pozitif bir atmosfer hâkim olur ve bu yolla insanların Almanya göçünde aradıkları umut simgeleşir. 

Günsür’ün bir röportajında belirttiği gibi sanatçı akıp geçen zamandan önemli anları dondurmakta ve insanlar açısından dikkat çekici hale getirmektedir. Bu açıdan resimleri durağandır, ama hareketsiz değildir.

Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde oluşan politik bakışın bize kazandırdığı toplumcu gerçekçi sanatçılar, Türk resmi için önemli yapıtlara imza attılar. Sadece yüzeysel bir batı hayranlığı ile üretip bir çıkmaz sokağa girmek yerine; var oldukları, havasını suyunu ezbere bildikleri ve küçümsemedikleri ülkelerinde kök salan, giderek yeşeren özgün işler yaptılar. Sanatsal yaratım ve yaşadıkları ülkenin insanları için üretme mücadelelerinin birbirine olabildiğince yaklaştığı bir dönemin güzel eserlerini oluşturdular. 

Tüm bu sanatçıların eserlerini ve sanatsal gayelerini bilmek, bugün “nasıl bir sanat?” sorusuna verilecek yanıt için olmazsa olmazdır. 

FİDE LALE DURAK / soL-Kültür

Sol kültür’de her Pazar yayınlanan yazılar bu yazı ile birlikte bir yılını dolduruyor. Okurla hem resmin iç diline dair ortaklıklar kurmaya hem de soldan bir bakış oluşturmaya çalışan bu yazılar bugün son buluyor. Şimdi yeni bir adım için ara vermenin zamanı. Bu vesileyle, bugüne kadar takip eden, değerli görüşlerini benimle paylaşan, destekleyen, yüreklendiren herkese teşekkür ederim. Kişisel savaşlarımızın, kendi ülkemizin dertleriyle kavuşamadığında içimizde hep özlemler birikmesi dileğiyle. 

Tekrar görüşmek üzere…

Patronların Ensesindeyiz(PE): Mücadele dolu yeni bir dönem başlıyor- soL / Söyleşi

 Her gün yeni kavgalara giren bir örgüt: Patronların Ensesindeyiz. İşçilerin patronlara karşı silahı. PE’yi ve son dönemdeki çıkışını Neslihan Eroğlu’yla konuştuk.

Patronların Ensesindeyiz (PE), son dönemde özellikle soL okurlarının adını sıkça duyduğu bir örgütlenme. Dört yıl önce Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) girişimiyle hayata geçirilen bir ağ.

PE, patronların uyguladıkları haksızlıklara karşı işçilerin kendilerini koruma, bunun için bir araya gelme, harekete geçme planı olarak ortaya çıktı. Dört yılda çok sayıda mücadeleye katkıda bulundu. Son dönemde Türk ve Suriyeli işçilerin birlikte Suriyeli patrona karşı mücadele ettikleri Amana Foods’dan, hızla Türkiye’deki bütün depolarından ses verilmeye başlanan Selçuk Ecza Deposu’na, birçok işçi hareketliliğinde PE’nin imzasını görüyoruz.

PE, bir sendika değil. Bir dernek de değil. Biraz da bu yüzden birbirinden çok farklı alanlar ve iş kollarında hareketli.

PE nedir, kimdir, ne yapar, işçiler PE’ye nasıl ulaşır ve ulaştıklarında ne olur? Bu soruları, PE’den Neslihan Eroğlu’yla konuştuk.

Son birkaç aydır Patronların Ensesindeyiz’in oldukça hareketli olduğunu görüyoruz. ‘Ne oluyor’ diye sorarak başlayalım. Yazdan çıkışın etkisi midir bu hareketlilik, ülkedeki kriz mi daha can yakıcı hale geliyor, yoksa PE çalışmalarda yeni bir hamle mi yaptı?

Son aylarda ifade ettiğiniz gibi PE’nin gündemleri epeyce hareketli ilerliyor. Bunun aslında pek çok farklı nedeni var. Hem kimi nesnel sebeplerden bahsedebiliriz hem de bazı öznel yanları var. Nesnel sebeplerden başlayalım.

Hükümet açısından seçim öncesinde ve sonrasında ekonomi politikalarında önemli değişikliklere gidildiğini görüyoruz. Bunun temel nedeni teşviklerle ve yolsuzluklarla yağmaladıkları devlet kaynaklarını şimdi yeni adımlarla kapatmaya çalışmaları... Örneğin, faiz ve dövizin artması, patronlara verilen teşvikler. Sermayeye sağlanan bu kolaylıklar, bu dönemin en çarpıcı adımları oldu. Ancak hükümetin bu adımların altından kalkabilmesi için sunduğu reçetenin, emekçilere fatura edilmeye başlandığını görüyoruz. Ulaşım, barınma, eğitim, gıda derken her geçen gün yeni bir zam haberine uyanmaya başladık. Elbette bunun çalışma yaşamında da karşılığı oldu. Gelen zamlar karşısında ücretler hızla eridi. Buna bir de patronların giderek saldırganlaşan tutumları da eklendi. ‘Maliyetler çok arttı’ bahanesiyle, işçiler üzerinde daha da pervasız şekilde baskı kurmaya başladılar. Emekçiler açısından, bu koşullar altında çalışmak çok zor hale geldi.

Bu açıdan baktığımızda, yaz aylarında normalde hiç karşılaşmadığımız türden bir yoğunlukla karşı karşıya kaldık. Çok sayıda işkolu ve çok sayıda işyerinden farklı ihbarlar alıyoruz. Bunun temel sebeplerinden birinin çalışma düzeninin geldiği bu yeni durum olduğunu görüyoruz. Yani bu bahsettiğim tablo, bu hareketliliğe neden oluyor.

Daha öznel olduğunu söylediğim husus ise TKP’nin bu yılın Temmuz ayında aldığı konferans kararları oldu. PE üzerine uzun bir değerlendirme yapmış olduk bu konferansta. Emekçiler üzerinde artan baskıya karşı koymanın yegane yolunun patronlara karşı örgütlenmek olduğunu zaten biliyoruz. Konferans kararlarıyla da birlikte, Türkiye'nin her yerinde daha planlı bir biçimde işyerlerine girmek, örgütlenmek, buralarda kök salmaya dönük özel bir dönem açıldı. Bunun etkilerini de görmeye başladık. PE bu açıdan önemli bir işlev üstleniyor. İşçilerin, kendilerine fatura edilen bu ekonomik tablo karşısında yalnız olmadıklarını ve örgütlendiğimiz takdirde bu düzeni değiştirebileceğimizi söylüyor.

Ödenmeyen veya düşük ücretler, işsizlik, mobbing…

PE’nin ilk kurulduğu dönemlerde, en yoğun şikayet aldığımız başlıklardan biri ücretlerin düzenli ödenmemesiydi. Bugün gelinen noktada bu konuda bir değişiklik oldu mu, PE’ye ulaşan emekçilerin sorunları hangi başlıklarda yoğunlaşıyor?

Farklı farklı pek çok iş kolundan işçilerle temas ediyoruz. Ancak sorunlar hep benzerlik taşıyor. Ücretlerin ödenmemesi halen bir sorun olarak sürüyor. Döneme damgasını vuran bazı başka başlıklar da var: Düşük ücret politikaları, işten çıkarmalar ve mobbing. Gelen ihbarlar arasında en sık karşılaştığımız temel şikayetler bu başlıklar. Son aylarda tanık olduğumuz belediye direnişleri, tekstil emekçilerinin mücadeleleri ya da Selçuk Ecza deposu emekçileri, PE’ye bu başlıklar üzerinden ulaştı. Yine son dönemde yürüttükleri mücadeleyle gündeme gelen Yapı Merkezi işçileri de ücret ödenmemesi ve işten çıkarmalara ilişkin ihbarda bulunmuşlardı ve onlarla birlikte bu iki başlık üzerinden bir mücadele yürüttük.

Patronların ifşa edilmesi büyük önem taşıyor

Peki sence PE’nin özgün yanı nedir? Başka bir deyişle, PE’yi diğer emek örgütlerinden farklı kılan unsurlar nelerdir?

PE’yi özgün kılan aslında pek çok unsur olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi elbette, patronların ifşası ve sürekli onların ensesinde olduğumuzu hissettiren bir kamuoyu oluşturmamız. Patronların elde ettiği zenginlikler ve bunun tam tersi şekilde işçilere reva görülen çalışma koşulları çok çarpıcı bir tablo ortaya çıkarıyor. Bunun ifşası, bence PE’nin mücadelesinin en dikkat çeken unsurlarından biri haline geldi.

Bir diğeri de esnek, dinamik ve parçalı olarak tarifleyebileceğimiz istihdam biçimlerine karşı örgütlenme pratikleri yaratıyor oluşumuz. Bu, örgütlenmenin zor görüldüğü pek çok zor işkolunda yeni mücadele olanakları açtı. PE’nin bu bağlamdaki örgütlenme deneyimlerinden bahsedince akla genelde ilk olarak motokuryeler geliyor. Burada halen örgütlü mücadelemiz devam ediyor. Ama aslında benzer bir parçalı yapıyı gördüğümüz başka alanlarda da mücadele deneyimleri yarattık. Örneğin bence çok özel bir örnek olan Kule Vinç Dayanışma Ağı da bu konuda önemli bir yer tutuyor.

Yani özetle, istihdam esnekleşir ve parçalı hale gelirken, PE, tam da buna uygun bir dinamizmle örgütleniyor. Sanıyorum farkı oluşturan önemli unsurlardan biri de bu.

'Sendikalar güven yitirdi'

Deminki soruyla bağlantılı bir soru daha sormak istiyorum. PE, sendikalardan da farklı bir çizgi izliyor. Üstelik sendikaların yaslandığı yasal zemine yaslanmadan bunu yapıyor. Bu durum mücadeleyi zorlaştırmıyor mu?

Eskiden olsa bunun zorluklarından bahsetmek daha mümkün olabilirdi, şimdilerde ise pek değil. Sendikalı olmanın sağladığı güvenceler elbette var ancak sendikaların bugün geldiği noktada, ne yazık ki, özel bir mücadele alanı açabildiklerinden bahsedemiyoruz.

Aslında temel olarak iki tip sendikal anlayış görüyoruz. Bunlardan biri hükümetin ve sermeye sınıfının sesi olma işlevini üstleniyor. Diğer cephede ise bu role soyunmayan ama emekçilerin ekonomik taleplerine sıkışmış ve bunu dahi kısık sesle dile getiren bir sendikal anlayış yer alıyor. Bunların dışına çıkabilen çok az örnek var.

Dolayısıyla emekçiler nazarında da pek çok sendika güvenilirliğini yitirdi. Bunun en güncel örneklerinden birini belediyelerde yaşadık. Belediye işçileri kendi sendikalarına güvenmiyorlardı ve haklarını alabilmek için hem belediye yönetimine hem de kendi sendikalarına karşı mücadele yürütmek durumunda kaldılar.

Bir diğer nokta da işçi sınıfının değişen ve az önce bahsettiğimiz gibi esnek ve parçalı hale gelen yapısına sendikaların uyum sağlamakta zorlanması. Toplu sözleşme sendikacılığına sıkışan bir yapının örgütlemeyi tercih etmeyeceği bir parçalılık söz konusu. PE ise işçi sınıfının, sendikaların ilgi alanına girmeyen bölümünü de örgütleyebilecek bir esnekliğe, inada ve kararlılığa sahip.

'Güçleniyor, yaygınlaşıyor, derinleşiyoruz'

PE önümüzdeki dönem emek mücadelesi açısından önüne ne gibi hedefler koydu?

PE açısından emek hayatında yaşanan tüm hak gaspları kritik önem taşıyor. Bu açıdan önümüzdeki dönem her yerde, her işkolunda patrona karşı mücadele vermeye ve emekçilerin örgütlülüğünü artırmaya devam edeceğiz. Hali hazırda bulunduğumuz işyerlerinde daha derinlemesine bir örgütlülük sağlamayı hedefliyoruz. Mevcut dayanışma ağlarını daha güçlü hale getireceğiz ve yeni dayanışma ağları kurmayı hedefliyoruz.

Kadın ve genç istihdamının yoğun olduğu sektörlerde de daha yaygın şekilde örgütlenmeye çalışacağız.

Bu dönem, patronlarla ilgili ifşa haberlerini artırma kararımız var. İşçiler üzerinden kazanılan zenginlikleri kamuoyu ile paylaşmayı sürdüreceğiz. Bu sebeple her ay bir sermaye grubunu merkeze alan bir dosya habercilik yapmaya başladık. İlk örneği de Getir dosyası ile geçen ay yola çıktı.

Göçmen işçilerin çalışma koşullarını daha fazla afişe edip, göçmen işçi arkadaşlarımızla birlikte yeni mücadele kanalları açacağız.

Emekçi arkadaşlarımıza haklarını hatırlatan içerikler üreteceğiz.  Bunlar kimi zaman basılı kimi zaman görsel içerikler olacak.

Yeni dönem için ilk söyleyebileceğim hedefler bu şekilde. Yani hepimizi hareketli ve yoğun bir dönem bekliyor.

Daha geniş satıhta örgütlenme

PE çeşitli sektörlerde adını duyurmuştu. Örneğin bir dönem özel okul öğretmenleri, bir dönem motokuryeler. Bu çalışmalar kalıcı bir örgütlenme bıraktı mı? Şu anda PE'nin yoğunluğu hangi alanlara kaymış durumda?

Bunun çok çeşitli yanıtları mevcut. PE, kurulduğu günden bu yana pek çok farklı sektörde emekçi ile yan yana gelmiş oldu. Pek çok sektörde birlikte hareket eden dayanışma ağları ve komiteler kurduk.

Bugün ise inşaat, tekstil, belediyeler, iletişim, eğitim, hukuk, çağrı merkezi, sağlık ve daha çok sayıda farklı işkolunda mücadele ediyoruz ve yeni dayanışma ağları kuruyoruz.

Tüm bu süreçler bizlere yeni şeyler öğretti ve yeni ufuklar açtı. Artık yalnızca bir işyerinde örgütlenmeyi değil, o işyerini içeren işkolunda da benzer deneyimlerle ilerliyor ve daha geniş satıhta örgütlenebiliyoruz.

Yan yana, omuz omuz mücadele

Peki, son soru olarak, ben diyelim ki bir fabrikada çalışan bir işçiyim, çeşitli sorunlarım var. PE'yi aradım. Nasıl bir süreç işler ve daha önemlisi benim hayatımda ne değişir?

Biz öncelikle arayan arkadaşımızın yaşadığı sıkıntıyı anlamaya çalışıyoruz. Yaşanan sıkıntılar bazen bir işçinin uğradığı mobbing olabiliyor, bazen de bir grup işçinin geçinmekte güçlük çektiği düşük maaşları oluyor. Bize ulaşan işçilerin isimleri bizde gizli kalıyor ve onların onayı olmadığı sürece hiçbir şekilde paylaşılmıyor. PE şu anda, ülkenin dört bir tarafından ihbar alıyor ve arayan arkadaşlarımız için uygun olması halinde bir araya gelip birlikte bir yol haritası çıkarıyoruz.

Elbette bu sürece avukat arkadaşlarımız da eşlik ediyor. Onlar da yaşanan hak gasplarına karşı işçilerin yasal haklarını korumak için yanlarında oluyorlar. Sonrasında diğer çalışma arkadaşlarına da ulaşıyoruz ve mücadeleyi büyütüyoruz. Bu süreçte elbette patronların yaptıklarını ifşa ediyoruz ve kamuoyunun gündemine sokuyoruz. Yani aslında tüm bu süreçte mücadeleyi çok yönlü biçimde hayata geçirmeye çalışıyoruz.

Aslında elbette Patronların Ensesindeyiz diye, kendinden menkul bir şey değil söz konusu olan. PE, TKP’nin işçi sınıfı içindeki örgütlenme pratiğinin bir parçası. Yani başka bir deyişle, TKP’nin tüm örgütleri tarafından yürütülen bir mücadele ve dayanışma pratiği.

Bir de belirtmek gerekir ki, PE, işçiler adına, onların yerine mücadele etmiyor. Biz, bizi arayan işçilerin mücadelesini güçlendiriyor, onlarla birlikte bir mücadeleyi örmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken de basından, hukuka, çeşitli eğitimlerden, işçi sağlığı iş güvenliğine pek çok alanda işçileri destekliyor, güçlendiriyoruz.

Bu süreç sonunda işçilerin hayatında neyin değiştiğini sormuştun. Bir defa artık yalnız olmuyorlar. İşyerlerinden gün geçtikçe yalnızlaştıkları bir ortam var. Bu ortam patronlar tarafından çok bilinçli biçimde yaratıldı. PE ile iletişime geçtikleri andan itibaren o yalnızlık hali son buluyor. Bunun önemli olduğunu düşünüyoruz. Daha da önemlisi, patronun karşısında yan yana, omuz omuza mücadele ettiklerinde kazanabileceklerini görüyorlar. Patronların pervasız saldırganlıklarına yanıt verebilir hale geliyorlar. Örgütlendikleri takdirde, pek çok şeyi değiştirebileceklerini artık biliyorlar.

(soL)

Kuşaklar meselesi: Emperyalizmin yeni sömürü rotaları - NAGİHAN ÇAKIR / soL-Özel

 Dünyada kriz derinleştikçe ikmal rotaları savaşı kızışıyor. Çin, alttan alta ülkeleri kendine bağlıyor. Batı yanıt üretmeye çalışıyor. Türkiye panik yapmaya başladı.

Waiyaki ve öbür savaşçı liderler silahlarını kuşandı. Mugo wa Kibiro'nun bahsettiği demir yılan, topraklarını bir uçtan bir uca sömürmek için kıvrıla kıvrıla Nairobi'ye yaklaşıyordu. Bu yılanı yerinden oynatabilirler miydi acaba? Yere adamakıllı tutunmuş, uğraşıp didinmeleriyle alay ediyordu sanki yılan. Beyaz adamsa elinde ateş ve duman püskürten bambu çubuklarıyla karşılık veriyordu (...)

Ngũgĩ wa Thiong’o, Bir Buğday Tanesi 


Sömürge sonrası Afrika edebiyatının üretken kalemlerinden Kenyalı Marksist yazar Ngũgĩ wa Thiong'o tarafından 1967 yılında yayımlanan Bir Buğday Tanesi romanı, Kenya'nın bağımsızlık günü olan Uhuru'nun arifesinde geçer. Retrospektif bir hikâyeleme yöntemine sahip romanda, Kenya halkını uhuruya (özgürlük) götüren süreçte yaşananlara dönülür sık sık. Yukarıdaki alıntı da, İngiliz emperyalizminin Kenya'ya girişini, saf halkın süreci mitleştirdiği (demir yılan, tren için kullanılan bir metafor) biçimiyle aktarıyor. 

Teknolojik gelişme ivmesi yakalayarak hızla sanayileşen İngiltere'nin Liverpool limanından Manchester fabrikalarına pamuk taşıyan demiryolu hattının 1830 yılında tamamlanmasının ardından, modern anlamda demiryolları Avrupa'yı da sarmaya başlamış, aynı anlama gelecek şekilde, buraların sanayileşmesine de hız kazandırmıştı. Hammaddenin işlenecek fabrikalara ulaştırılması ve mamul ürünün pazarlara dağıtılmasının yolu olan demiryolu, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren emperyalizmin simgesi hâline gelmiş, sömürgeci ülkelerin sömürge ülkelerindeki altyapılarını güçlendirmelerini sağlayarak buralardaki siyasi nüfuzlarını da artırmalarını sağlamıştı. Kapitalizmin 21. yüzyılda geldiği aşamada ise, emperyalizmin ulaşım araçları ve rotaları yenilenip çeşitlenerek komplike hâle gelmiş, geleneksel sembollerse yerini yenilerine bırakmış durumda. 9-10 Eylül 2023 tarihlerinde Hindistan'ın başkenti Yeni Delhi'de düzenlenen G-20 Liderler Zirvesi'nde, Güney Asya'yı Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail rotasını izleyerek Avrupa'ya bağlayacak olan, ABD'nin de destek verdiği Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru'nun (IMEC) mutabakat zaptının imzalanmasının ardından tartışılmaya başlanan "ticaret yolu savaşları"nı da bu aşamayı gözden kaçırmadan okumak gerekiyor. 

Tedarik Zincirinde Kriz

Ağustos sonunda BRICS, eylül başında da G-20 Liderler Zirvesi'nin arka arkaya düzenlenmesiyle gittikçe netleşen bir tablo var ki, ABD ve Avrupa, özellikle COVID-19 pandemisi ve Rusya-Ukrayna savaşıyla gittikçe katmerlenen bir ekonomik krizle ve beraberinde hegemonya bunalımıyla boğuşuyor. 

Bilindiği üzere, Rusya geniş yüzölçümü, konumu, doğalgaz ve ham petrol gibi enerji rezervleri, gıda ürünlerinin üretimi ve ihracatında küresel ölçekte önemli bir paya sahip olması, ayrıca küresel ticaret rotalarında önemli bir durak olmasından mütevellit stratejik bir ülke. Lityum iyon pillerde ve elektrikli araç pillerinde kullanılan nikelin de en büyük üçüncü üreticisi. Keza Ukrayna da, limanları ve Avrupa Birliği ülkelerine yakın konumuyla önemli bir durak. Üstelik, tahıl ve yağlı tohum üretimi ve ihracatında kritik önemde bir ülke. Örneğin, küresel mısır tedariğinde yüzde 19'luk payı Rusya ile paylaşırken ayçiçek yağı ithalatlarının yüzde 80'i doğrudan kendisinden sağlanıyor. Mikroçip sanayiinin neon ihtiyacının yüzde 70'i yine bu ülkeden karşılanıyor. Seramik sektörünün hammaddesi kilin küredeki en büyük üreticisi de Ukrayna. Dolayısıyla, bu iki ülke arasında patlak veren savaş, tedarik zincirinde sebep olduğu kaymalar ve sorunlarla ürünlerin taşınmasında aksaklıklara ve maliyetlerin yükselmesine yol açtı. 

Kuşak Yol'un rotası

İsmini artan aksaklıklar ve maliyetler sonucu yeni arayışlar sayesinde, ancak özellikle, G-20 Zirvesi'nde alternatif IMEC projesinin gündeme gelmesiyle birlikte daha sık duyuyor olsak da, Kuşak Yol Projesi aslında Çin Devlet Başkanı Şi Cinping tarafından, 2013 yılında Orta Asya ve Güney Asya ülkelerine gerçekleştirdiği bir dizi ziyaret sırasında Kazakistan'ın Nazarbayev Üniversitesi'nde yaptığı konuşmayla duyurulmuştu. Önce, Çin ile Avrupa arasındaki ticareti geliştirmeyi, lojistiği kolaylaştırmayı, mesafeleri kısaltmayı, ve aynı anlama gelecek şekilde, maliyetleri düşürmeyi amaçlayan projenin kapsamını anlamaya çalışalım. 

Deniz yoluyla kıyaslandığında 40 gün süren mesafeyi yarı yarıya, hava yoluyla kıyaslandığında ise maliyetleri beşte bir oranına kadar indirebilen proje yeni limanlar, demiryolları, otoyollar, telekomünikasyon altyapısının güçlendirilmesi, enerji çalışmaları gibi çalışmaları kapsıyor. Hedeflenen projeler "demir ipek yolu", "kara ipek yolu", "deniz ipek yolu", "hava ipek yolu", "dijital ipek yolu" gibi isimlere sahip. Projenin isminde geçen kuşakla kastedilen 5 güzergâh var: (1)Çin-Moğolistan-Rusya, (2)Çin-Merkez ve Batı Asya, (3)Çin-Hindiçin Yarımadası, (4)Çin-Pakistan, (5)Çin-Bangladeş-Hindistan-Myanmar. 

Türkiye, bu koridorlar içinde Orta Koridor olarak adlandırılan Çin-Merkez ve Batı Asya Koridoru'nda yer alıyor. Orta Koridor, Trans-Sibirya demiryolu hattı üzerinden sevkiyat yapılan Kuzey Koridor'dan daha ekonomik, 2 bin km daha kısa ve iklimden de daha az etkileniyor. Türkiye için deniz yoluna kıyasla ulaşım süresi 45 günden 15 güne, Avrupa için 18 güne iniyor. Marmaray Projesi, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Osman Gazi Köprüsü, İstanbul Havalimanı ve ileride tamamlanma niyeti dile getirilen Kanal İstanbul projeleri, Kuşak Yol'un önemli ulaşım ve ikmâl hatları.

Çin ne istiyor?

Çin Halk Cumhuriyeti kurucu lideri Mao Zedong 1976 yılında öldükten sonra devlet başkanı olan Deng Xiaoping, 1978’de Reform ve Açılma hareketlerini başlatarak Çin'i dış pazarlara entegre etmenin önünü açmıştı. Ardından 1992 yılında "Çin Tarzı Sosyalist Piyasa Ekonomisi" anlayışını benimseyen Çin, 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olarak küresel ticaret hacmini artırmış, 2010 yılında dünyanın en büyük ikinci ekonomisi hâline gelmişti. Şi Cinping'in, 2012'de Çin Komünist Partisi (ÇKP) Genel Sekreteri, 2013'te de Çin Devlet Başkanı olmasıyla birlikte Çin'in Deng dönemi dış politika mottosu "Gücünü sakla, zamanını bekle", Şi Cinping ile yerini "Başarı için çabala"ya bırakmış, düşük profilden daha aktif bir rotaya direksiyon kırmıştı. Kuşak Yol Projesi de, ÇKP’nin kuruluşunun 100. yıldönümünde "orta halli refah toplumu"nu, 2049'da ise "modern, demokratik müreffeh ve çağdaş bir sosyalist devlet"i (Çin Rüyası) oluşturmak isteyen Pekin'in 2013 yılında gaza basmasıyla kurgulandı, ki projenin bitiş yılı olarak da 2049 yılı işaret ediliyor.

Borçlandırma stratejisi

Peki, Batılı devletler, ihtiyaç duyan ülkelere verdikleri kredi ve hibeler için bu ülkelerden paranın nerede ve nasıl kullanılacağına dair birtakım şeffaflık mekanizmalarına sahip olma önkoşulları sunarken, iç işlere karışmayan, salt kalkındırma amacı güden bir proje olarak propaganda edilen Kuşak Yol projesi nasıl bir ticari kapasiteye ve çalışma yöntemine sahip? Çin'in bu tip önkoşulları ilgili ülkelerin iç siyasetine müdahale olarak gördüğü için Batılı ülkelere dayatmayı pek tercih etmediği, ve hâliyle, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler için daha cazip olduğu doğru. Fakat Çin'in dikkat edilmesi gereken daha başka bir çalışma yönemi var. Projede çoğunlukla gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkeler yer alıyor. Tam da bu sebepten, bu ülkelere yapılan yatırımlar bazı ekonomik sorunlar yumağına sebep oluyor, ülkeler borç batağına yuvarlanarak projenin giderlerini karşılayamıyor; neticede, yapılan havaalanları, limanlar ve yollar Çin'e ya kiralanıyor ya da devrediliyor. 

Örneğin, Çin'e yüzde 8 faizle 8 milyar dolar kredi borcu olan Sri Lanka, Hambantota limanının kullanım haklarının yüzde 70'ini 2017 yılında China Merchant Grup'a 99 yıllığına kiralamak zorunda kaldı. Pakistan'ın Gwadar kentindeki liman, 44 yıllığına Çin'e devredildi. Myanmar'da Çin'in 1.5 milyar dolar yatırımla inşa ettiği petrol boru hattının işletme yetkisi 7 milyar dolar ile Çin'e devredildi. Kırgızistan'ın toplam dış borcunun yüzde 42'si Çin'e; keza, toplam dış borcu 2.3 milyar dolar olan Tacikistan'ın da borcunun 1.2 milyar doları Çin'e. Ek olarak, proje kapsamında yapılmış olmasalar da, kullanım hakları Çin'e devredilmiş olan Yunanistan'ın Pire Limanı ve Türkiye'deki Kumport Limanı'ndan bahsetmeliyiz. Çinli Cosco Denizcilik Şirketi, 2015'te Kumport Limanı'nın yüzde 65 hissesini 940 milyon dolara satın aldı. Pire Limanı da Yunanistan tarafından 2016 yılında yine Cosco'ya yüzde 67'lik hisseyle satıldı; böylece Çin, Pire Limanı aracılığıyla Ege Denizi'ne uzanıyor.

Hangi bankalar, hangi fonlarla borçlandırıyor?

Çin, projedeki mega yapıların inşası için gereken krediyi çok uluslu kurumlar ve kendi ulusal finansal kurumları aracılığıyla finanse ediyor. Çin Tarımsal Kalkınma Bankası, Çin Kalkınma Bankası, Çin İhracat-İthalat Bankası, Çin Bankası, Çin İnşaat Bankası, Çin Sanayi ve Ticaret Bankası, Çin Yatırım Kurumu ve İpek Yolu Fonu, Çin'in kendisine ait bankalar ve fonlar. Asya Kalkınma Bankası, Asya Altyapı Yatırım Bankası ve Yeni Kalkınma Bankası ise kredi sağlayan uluslararası finans kuruluşları. Bu kuruluşlardan ilki Çin’in liderliğinde 100 milyar doları aşan bir yatırımla kurulan Asya Altyapı Yatırım Bankası. 2016’da Pekin’de kurulan uluslararası bankada Çin'in yüzde 8.8, Hindistan'ın yüzde 6.88 payı var. Asya ve Asya ötesindeki altyapı projelerine yatırım yapıyor. BRICS ülkeleri tarafından 100 milyar dolar başlangıç sermayesiyle kurulduktan sonra Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Afrika Bölge Merkezi'ni açan ve IMF'ye alternatif olarak gösterilen Şangay merkezli Yeni Kalkınma Bankası ise yeşil ve yenilenebilir enerji, ulaştırma, sulama ve diğer alanlardaki projelerde 3.4 milyar doların üzerinde yardım kredisi veriyor. Hindistan Mumbai Metro Demiryolu Projesi, Çin Hohhot Yeni Havaalanı Projesi, Güney Afrika Yenilenebilir Enerji Sektörü Geliştirme Projesi'ni aralarında sayabiliriz.

Kuşak Yol'a alternatifler

Gelelim Kuşak Yol Projesi'ne Batı cenahından üretilen ve son zirveler dolayısıyla bahisleri çokça geçen alternatif ticaret koridorlarına... COVID-19 salgını, Rusya-Ukrayna Savaşı ve Tayvanlı Evergreen Marine şirketi tarafından işletilen yaklaşık dört futbol sahası uzunluğundaki Ever Given adlı kuru yük gemisinin Süveyş Kanalı'nda çapraz şekilde karaya oturarak geçişleri durdurmasıyla birlikte AB, kendi tedarik zincirlerini kurmak, ihtiyaçlarını yakın tedarikçilerden sağlamak konusunda gaza basmıştı. Bu bağlamda hazırladığı Küresel Geçit (Global Gateway) programını 2021'de açıkladı. Açıklamaya göre projeye 2027'ye kadar 300 milyar avroluk kaynak ayrılacak. Ne var ki, yine savaşın AB ülkelerinde sebep olduğu ekonomik kriz, sömürgeci Avrupa ülkelerine ve ABD'ye karşı Afrika ülkelerinde arka arkaya patlak veren darbeler, Çin'in Afrika ülkelerinde artan siyasi nüfuzu, hibe edilen krediler, Rusya ile işbirliği gibi nedenlerle Küresel Geçit'in şansı azalıyor gibi görünüyor.

Öte yandan, G-20 Liderler Zirvesi'nde gündeme gelen Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) daha gerçekçi ve güçlü bir alternatif olarak beliriyor. Proje, G7 ülkelerinin Küresel Altyapı Yatırımları için Ortaklık (PGII) girişimiyle dirsek teması hâlinde ve o da gelişmekte olan ülkelerdeki altyapı eksikleri için destek sağlıyor. Projeyle ABD aslında Hindistan'ı BRICS'te yan yana yer aldığı Rusya-Çin hattından uzaklaştırmak istiyor. Ne de olsa Hindistan, ABD için Çin'den daha iyi bir müttefik zira Hindistan, ileri ekonomi olma yolundaki Çin'in artık istemediği gemi, gemi sökümü, demir-çelik gibi maliyetli, riskli ve gelişmemiş bir ekonomiye işaret eden endüstrilere yaslanıyor. Çin de ekonomisini hizmetler ticaretine kaydırmış durumda ve daha kuvvetli bir rakip. 

Üstelik, ABD bu çevreleme politikasında Çin ve Hindistan arasındaki gerilim başlıklarını kullanıyor. 2020'de yaşanan Galwan Vadisi çatışmasının ardından Hindistan hükümeti ülkesindeki Çinli firmalara çeşitli kısıtlamalar getirmiş, Hint imalat firmalarının Çin'den uzak durması için birtakım yaptırımları gündemine almıştı. Üstelik, ABD-Çin çatışmasından çekinen şirketler için de çeşitli teşvik programları uyguluyor. Bu anlamda, ABD için Çin'in karşısında eli güçlü bir müttefik evla görünüyor, iki tarafın da karlı çıkacağı bir tablo.

Türkiye'nin ahvali

Bitirmeden, Türkiye'nin pastadan alamadığı pay için kapıldığı hüzne bir başlık açmamız gerekiyor. Bilindiği üzere, Türkiye Kuşak Yol Projesi'nin Orta Koridor'unda bulunuyor. Konumu itibariyle projenin önemli bağlantı noktalarından biri. 

2015 yılında projeye dahil edildikten sonra Türkiye hükümeti Çin yatırımları için ellerini ovuşturmaya başlamıştı. Yukarıda andığımız Asya Altyapı Yatırım Bankası'nın kurucu üyesi olan Türkiye, Nisan 2023 itibariyle 18 proje için bankadan 3.398,6 milyon ABD doları ve 400 milyon avro kredi kullanmış vaziyette. Bu miktarla Türkiye, Hindistan'dan sonra bankadan en fazla kredi kullanan ikinci ülke oldu. Ulaştırma yatırımlarının yanı sıra telekomünikasyon ve enerji yatırımlarına da ihtiyaç duyan Türkiye, 5G altyapısının inşa edilmesine yönelik yatırımlar da aldı. Kamu ve özel şirketler, ABD'nin ulusal güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle satışını yasakladığı Huawei ile ortaklık yapıyor. Turkcell ve Huawei, 2017 yılında 5G geliştirme faaliyetlerini derinleştirmek ve yerli 4,5G üretim çalışmalarını ilerletmek için anlaşma imzaladı. Vodafone Türkiye ve Türk Telekom'la da benzer anlaşmalar yapılmış durumda. Ayrıca, Çin dışındaki ikinci büyük AR-GE merkezini 2022 sonunda Ankara'da açtı.

Gelgelelim, Çin Türkiye'ye belli başlı yatırımlar yapmış olsa da, yatırımların yarısından fazlası düşük katma değerli üretim, hammadde çıkarma ve Çin ürünlerinin pazarlamasından ibaret. İstanbul Kumport Limanı ve Hunutlu Termik Santrali dışında Çin'in Türkiye'ye yaptığı yatırımlar umulandan az. 2013-2020'de Türkiye Çin'in tüm yatırımları arasında yüzde 1,31'lik bir paya sahipken Kuşak Yol projeleri özelinde bu oran yüzde 0,8'e düşüyor. Çin Küresel Yatırım Takip sistemine göre, 2023 yılı itibariyle Çin'in dünya çapındaki yatırımlarının toplamı 1,368 trilyon ABD dolarıyken Türkiye'deki Çin yatırımları 5,11 milyar ABD doları. Vaziyet böyle olunca, Türkiye hükümeti gözlerini kendisine yer verilmeyen IMEC'e çevrildi. G-20 Liderler Zirvesi dönüşü uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Türkiyesiz bir koridor olmaz. Türkiye, önemli bir üretim ve ticaret üssü. Doğudan batıya trafik için en uygun hat Türkiye üzerinden geçmek durumunda" dedi.

Türkiye neden yok?

Türkiye'nin bugüne kadar Kuşak Yol'dan payına düşen yatırımlar ve Çin'e ihraç ettiğinin 10 katını Çin'den ithal ettiği düşünüldüğünde IMEC'ten alacağı muhtemel yatırımlar hükümetin iştahını kabartıyor. Ancak, Rusya'dan S-400 aldığı için F-35'ten mahrum bırakılan ve Rusya-Ukrayna Savaşı'na rağmen Putin'le arayı gayet samimi tutan Türkiye hükümeti projenin dışında tutularak bir bedel ödüyor. Ayrıca, Türkiye'nin koridorun öne çıkarılan ülkesi Hindistan'la olan ilişkileri de, Hindistan'ın Keşmir üzerinden ihtilaflı olduğu Pakistan'la ilişkilerine göbekten bağlı. Hindistan 2020 yılında Erdoğan'ın Keşmir'i destekleyen sözleri nedeniyle Türkiye'ye nota vermişti.

Diğer yandan, Doğu Akdeniz üzerindeki hâkimiyeti ve pastanın tamamını kaptırmaya niyeti olmayan Erdoğan, Türkiye'den değil, Yunanistan ve İtalya'dan geçen bu plana karşılık,  Irak, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye üzerinden Avrupa'ya gidecek, Basra ile Mersin'i bağlayan Kalkınma Yolu Projesi'ni duyurdu. Gelişmeleri göreceğiz.

Sermaye ihracı arttıkça sömürü için yeni rotalar çiziliyor, yeni rotalar yeni sömürü ilişkileri ve dengeleri meydana getiriyor. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri alan kapma konusunda sürtüşse de BRICS'e birlikte dahil oluyor. Keza, Çin ve Hindistan BRICS'in kurucu ülkeleri olsa da birbirlerinin ayaklarını kaydırmaya çalışıyor. Türkiye dışında bırakıldığı için kızdığı projeye dahil olan BAE ve Suudi Arabistan ile, dışında bırakıldığı projeye alternatif bir proje içinde yer alıyor... 

Her şey çok karmaşık görünüyor fakat kapitalizmin en yüksek aşamasında sömürü rotaları yer yer paralel gitmek yer yer kesişmek yer yer de kopmak zorunda. Yazıda yer vermek mümkün olmadıysa da, bahsi geçen ülkelerin emekçi sınıfları da var ancak onlar henüz bu rotalar üzerinde değil, belki derinlerde uykuya yatmış fay hatları olarak karşımıza çıkıyor.

NAGİHAN ÇAKIR / soL-Özel


Devlet şiddeti altında kayıpların izini sürmek (I+II) - Mesut Kara / Evrensel

 (I)

Ülkenin batısında İstanbul Galatasaray Meydanı’nda haftalardır, aylardır Cumartesi Anneleri’ne, kayıp yakınlarına, onlara destek olmak için gelen insan hakları savunucularına işkenceyi aratmayan bir şiddet ve zulüm uygulanıyor. Ne yazık ki 85 milyonluk ülkede bu acıyı duyumsayan, dayanışma, yanlarında olma, destek olma duygusu ve sorumluluğuyla orada olabilen insan sayısının “bir avuç” olması devlet güçlerinin yasakçı, baskıcı müdahalelerinin dozunu arttırarak sürdürmesine yol açıyor.

Bu hafta da gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini sormak ve faillerin yargılanması talebiyle Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemi yapan Cumartesi Anneleri, Anayasa Mahkemesinin (AYM) hak ihlali kararına karşın 963’üncü haftada da polis tarafından engellendi. İstiklal Caddesi’ne çıkar çıkmaz polis tarafından ablukaya alınan Cumartesi Anneleri gözaltına alındı, görüntü almak isteyen basın mensupları da engellendi.

Gözaltında kaybedilen yakınlarının akıbetini sormak ve faillerin yargılanmasını talep etmek için Galatasaray Meydanı’nda 1995 yılından beri oturma eylemi yapan ‘Cumartesi Anneleri’nin Cumartesi İnsanları’nın 963’üncü hafta eylemlerinde de Anayasa Mahkemesi kararı polis tarafından çiğnendi. Engellemeye ve polis ablukasına tepki gösteren eylemciler, yapılanın suç olduğunu dile getirmesine rağmen polis çok sayıda kayıp yakını ve insan hakları savunucusunu gözaltına aldı.

SİNEMAYA YANSIYAN KAYIPLARIN İZİNİ SÜRMEK

On yıllardır can alıcı toplumsal sorunları görmezden gelen, yok sayan sinemamız bu konuda da kör sağır dilsiz oldu; kayıpları yakınlarının onların izini sürme çabasını, mücadelelerini bir elin parmak sayısını geçmeyen film dışında görmezden geldi.

30 YIL 1 GECE

7 Ağustos 2023 tarihinde Independent Türkçe’de “Gözaltında kayıplar, ‘30 Yıl 1 Gece’ filmiyle beyaz perdede başlığıyla Veysi Polat imzalı bir haber yer aldı. Haberin alt başlığında “Türkiye’de gözaltında kayıplar olgusu, Diyarbakır’da beyaz perdeye taşındı. Cumartesi Anneleri’nin sembol ismi Berfo Ana’ya atfedilen “30 Yıl 1 Gece” isimli filmde, bir annenin kayıp oğlunu bulma mücadelesi konu ediliyor” bilgileri yer alıyordu.

Haberde yer alan bilgiye göre “çekimleri Diyarbakır ve Mardin’de yapılan filmde, Diyarbakır’ın Hani ilçesine bağlı Gömeç köyünde 1993 yılında gözaltına alındıktan sonra kendisinden haber alınamayan bir gencin annesinin oğlunu bulma mücadelesi konu ediliyor.

Yönetmenliğini Mehmet İsmail Çeçen’in üstlendiği; Selman Süer ve Cemile Ceylan’ın başrolünü paylaştığı “30 Yıl 1 Gece” isimli film, Kevok adlı bir annenin, elinde mezar taşıyla kayıp oğlu Serhat’ı arama mücadelesini konu ediyor.”

Bir kısmı Diyarbakır’da çekilen filmde, 29 Ekim 1995 ile 8 Mart 1996 tarihleri arasında 3’ü çocuk 7 sivilin kemiklerinin bulunduğu JİTEM ana davasında da geçen Mardin’in Dargeçit ilçesindeki “ölüm kuyuları”na da atıfta bulunulmuş.

Independent Türkçe’ye konuşan Yönetmen Mehmet İsmail Çeçen, “10 yıl önce bir TV kanalında 33 yıl boyunca oğlu Cemil Kırbayır’ı ararken oğlunun hasretiyle ölen annesi Berfo Kırbayır’ın haberinden çok etkilendiğini ifade ederek, ‘Bu haberden sonra Berfo Ana’nın hikayesini araştırdım. Yaşamının son 33 yılını oğlunun arayışına adayan, o gelecek diye kapıları pencereleri aralayan ve her gün bir gün olsun geri dönecek diye bekleyen ve umudu kesildiğinde kemiği bile görmeyi bile büyük bir hasretle bekleyen bir anne. Bu tek bir annenin hikayesi değildi. Birçok annenin, babanın ve evladın kayıplara olan özlemin hikayesiydi. O dönem öğrenciydim, şimdi imkanlar gelişti ve beyaz perdeye taşımaya karar verdim’ diyor.

Filmiyle ilgili de “Olayın siyaset üstü bir konu olduğunu ifade eden Çeçen, “Bir annenin oğluna olan hasretinin hikayesidir. Dünyanın neresinde olursa olsun din, dil ırk ayırmaksızın bir annenin dramı var" diyor.

Filmde ana karakter 30 yıl önce çocuğunu kaybeden bir anne. Demans hastası olmasına rağmen hayatının büyük bir evresini oğlunu unutmamak için direniyor. Bir gece oğlunu asit kuyusunda görüyor ve 30 yıl önce boşaltılan köyüne gitmeye karar veriyor. Bu zorlu sürecinde avukat olan oğlu eşlik ediyor. Önce adli tıp kurumuna gidiyorlar. Asit kuyusunda bulunan kemikler üzerine DNA vermek için. Daha sonra anne kendi mezar taşını yaptırıyor. Mezar taşına hem kendi hem oğlunun ismini yazdırıyor ve “Ölmeden oğluma kavuşursam ve ölürsem oğlum öldükten sonra onu üstüme gömün. Eğer ben görmeden ölürsem onun kemiklerini bulduğunuzda da gömün toprağım doysun” diyor.

KAYIP FİLMLERİ HAFTASI

2016 yılında “Gözaltında Kayıplara Karşı Uluslararası Mücadele Haftası” kapsamında Batman Belediyesi’nin hazırladığı ve İnsan Hakları Derneği, Ortadoğu Sinema Akademisi Derneği, Mezopotamya Sinemasının katkılarıyla yapılacak film günleri bir basın açıklaması ile duyurulmuştu. Batman Belediye Meclis Salonu’nda yapılan duyuruda film günlerinin 19 ve 22 Mayıs tarihleri arasında başlayacağı ve film günlerinin kayıp yakınlarına adandığı söylenmişti.

19 Mayıs 2016 tarihli Batman Yön gazetesinde yer alan habere göre basın açıklamasında konuşan Batman Belediyesi Eş Başkan Vekili Kaytar kayıp yakınlarının yaşadığı acılara değinerek, “Çığlıklarını çok az insan duydu. Duyanların bir kısmı onların hikayelerine inanmadı. ‘Kullanıldıklarını düşünenler oldu. Evlatlarını, eşlerini, kardeşlerini, sevdiklerini aradıkları için polis saldırılarına maruz kaldılar, dövüldüler, yerlerde sürüklendiler, coplandılar, gözaltına alındılar. Ama durmadılar, durdurulamadılar. Dertlerine derman bulunmadıkça acıları da kendileri de çoğaldı” dedi.

Kaytar konuşmasının devamında, “Kayıplar ile ilgili, uzun metraj, kısa film ve belgesel filmlerden oluşan 12 film seyredeceğiz” dedi.

“Kayıp Filmleri Günleri”nin gösterim programında genel görmezden gelmenin, yok saymanın dışına çıkılarak yapılan “Hiçbiryerde” ve “Gelecek Uzun Sürer” filmleri de yer alıyordu.

(II)

TAYFUN PİRSELİMOĞLU VE HİÇBİRYERDE

Sinema kariyerine senarist olarak başlayan Tayfun Pirselimoğlu yönetmen olarak ilk kısa filmi “Dayım’ı 1999’da Il Silenzio e d’Oro’yu (Sükût Altındır) 2002’de çeker. İlk uzun metrajlı filmi Türkiye-Almanya ortak yapımı “Hiçbiryerde”yi de 2002 yılında yazıp yönetir Hiçbiryerde’den sonra yönetmen, senarist ve yapımcılığını üstlendiği ‘vicdan ve ölüm’ temalı üçlemesi olan, “Rıza” (2007), “Pus” (2009 Türkiye-Yunanistan ortak yapımı) ve “Saç” (2010 Türkiye-Yunanistan ortak yapımı) filmleriyle Berlinale Forum, Locarno, İstanbul Film Festivali gibi birçok festival tarafından seçilmiş ve ödüller alır. “Ben O Değilim” (2013), “Yol Kenarı” (2017) ve “Kerr” (2021) filmleriyle birçok ulusal ve uluslararası festival tarafından ödüle layık görülmüştür. Son filmi “Kerr” 95. Akademi Ödülleri En İyi Uluslararası Film dalında Türkiye’den aday gösterilmiştir.

Çok yönlü sinemacılarımızdan sinema çalışmalarının yanı sıra edebiyat çalışmalarına da önem veren Tayfun Pirselimoğlu’nun, yayımlanmış altı romanı ve üç hikaye kitabı bulunuyor.

İlk gösterimi, 26 Nisan 2002’de 21. Uluslararası İstanbul Film Festivalinde yapılan “Hiçbiryerde” filminde kaybolan oğlunu arayan Şükran’ın koşuşturması, hikayesi anlatılır. Haydarpaşa Garı’nın gişesinde çalışan Şükran ölen kocasının siyasi geçmişinden dolayı çok zor zamanlar geçirmiş olan Şükran, oğlu Veysel’i siyasi olaylardan uzak tutarak korumaya çalışmıştır. Ancak, bir gün Veysel kaybolur. Şükran, oğlunun doğal nedenlerden kaybolduğunu düşünerek yetkili makamlara başvurur fakat aramalarından sonuç alamaz, çabaları da sonuçsuz kalır.

Yetkili makamlar da ona yardım etmez. Veysel adında hiç kimsenin tutuklanmadığını söyleyip, bilinmeyen cesetleri tanımasını isterler. Bunların arasında bir tanesi tanınmayacak haldedir ve Şükran onun Veysel olmadığından emindir ama oğlunun nişanlısı Şule onun Veysel olduğu konusunda diretir. Veysel’in hiçbir politik olaya karışmadığından emin olduğu için Şükran, Veysel’in hayatta olduğu ve bir gün mutlaka ortaya çıkacağı konusunda ısrar eder. Şükran umutsuzca her yerde oğlunu aramaya başlar. Şule’nin, kendisini oğlunun öldürüldüğüne inandırmaya çalışması da onu ikna etmez. Aramalarına devam eden Şükran, konuştuğu kişilerin verdiği bilgiler doğrultusunda oğlunun Mardin’de olduğuna inanarak oğlunu aramaya bu şehre gider.

Başrolünde Zuhal Olcay’ın yer aldığı filmin oyuncu kadrosunda Parkan Özturan, Devin Özgür Çınar, Michael Mendl, Ruhi Sarı, Meral Okay, Cezmi Baskın, Şehsuvar Aktaş, Selçuk Uluergüven, Erdinç Dinçer, Sermiyan Midyat, Bülent İnal gibi isimler var.

ÖZCAN ALPER VE GELECEK UZUN SÜRER

Özcan Alper ilk filmi “Sonbahar”la sinemamıza bir başyapıt kazandırmıştı. Sonbahar filminde Yusuf 1997 yılında 22 yaşında üniversite öğrencisi iken girdiği cezaevinden, 10 yıl sonra sağlık nedenleriyle tahliye edilir. Yusuf’ u, cezaevinden çıkıp geldiği Doğu Karadeniz’deki köyünde bir tek yaşlı ve hasta annesi karşılar. O cezaevinde iken babası ölmüş, ablası ise evlenip büyük bir kente taşınmıştır. Ekonomik nedenlerle sadece yaşlıların kaldığı bu dağ köyünde Yusuf bir tek çocukluk arkadaşı Mikail ile görüşmektedir. Yusuf, Mikail ile gittiği bir meyhanede fahişelik yapan genç ve güzel Gürcü kızı Eka ile karşılaşır. Farklı dünyalardan gelen bu iki insanın birlikteliği için ne zaman ne de koşullar uygundur. Yine de Yusuf için aşk son bir kez hayata tutunma ve kendi yalnızlığından sıyrılma çabasına dönüşür. Eka içinse Yusuf bu dünyadan çok uzakta, hatta şimdiki zamanda yaşamayan, Rus romanlarından kaçmış bir karakterdir. 1990 sonrasını arka planına alarak bir dönemin ironisini, acımasızlığını ve gerçekliğini ele alan filmde, yakın tarih hem belgeleniyor hem de eleştirel bir süzgeçten geçiriliyordu.

Özcan Alper, ikinci filmi “Gelecek Uzun Sürer”de, biraz deneysel, biraz belgesel bir kurmaca filmle çıkmıştı seyirci karşısına.

Müzik araştırmaları yapan Sumru, ağıtlar üzerine yaptığı tez çalışması için, birkaç aylığına İstanbul’dan ülkenin güneydoğusuna doğru bir yolculuğa çıkar. Kısa süreceğini sandığı yolculuk, Sumru’nun hayatının en uzun yolculuğuna dönüşür. Bu yalnız yolculuğa Diyarbakır’da tek başına kalmış eski bir kilisenin bekçisi olan Antranik amca, Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet ve bölgede sürmekte olan ‘adı konulmamış savaşa’ tanıklık eden pek çok karakter eşlik eder. Tanıştığı insanların acıları Sumru’nun sakladığı acılarını da ortaya çıkarır, ertelediği acısıyla da yüzleşir. Diyarbakır’dan Hakkâri’de bulunan boşaltılmış bir dağ köyüne doğru yola çıkarken bu tehlikeli yolculuğa anlam veremeyen Ahmet’in “Neden bu köy, orada ne var?” sorularını yanıtsız bırakır. Yıllar önce inandığı gelecek uğruna kendisini bırakıp dağa çıkan ve bir daha haber alamadığı kayıp sevgilisinin izini sürüyordur Sumru. Sonunda o dağ köyünün mezarlığında rastlar ona.

KÜF VE ALİ AYDIN

İstanbul doğumlu Genç Yönetmen Ali Aydın, Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Yönetiminde okuduktan sonra dizi ve film setlerinde asistan olarak çalışır. Ali Aydın ilk uzun metrajlı filmi Küf’ü 2012 yılında çeker. “Siyasi kayıp ve faili meçhul hikayesinin anlatıldığı Küf, Hülya Avşar başkanlığındaki jüri tarafından görmezden gelinir fakat Ali Aydın filmiyle Venedik Film Festivali’nde “Geleceğin Aslanı Ödülü”nü alır.

Demir yolları işletmesinde çalışan Yol Bekçisi Basri yalnız bir hayat sürmektedir. Hayattaki tek varlığı olan oğlu Seyfi bundan 18 yıl önce üniversite öğrencisiyken gözaltına alınmış ve o günden sonra ortadan kaybolmuştur. Kendisinden ne bir haber alınabilmiştir ne de yetkili kurumlar herhangi bir bilgi vermiştir.

Tek düşüncesi kayıp oğlunu bulmak olan Basri her gün raylar boyunca kilometrelerce yol yürür. 18 yıl önce oğlu İstanbul’da üniversitede okurken, hükümet karşıtı eylemlere katılmaktan tutuklanmış, sonrasındaysa gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştur. Seyfi ortadan kaybolduktan 6 yıl sonra Basri’nin karısı da vefat etmiştir. Kayıplarından sonra gitgide içine kapanan ve toplumdan uzaklaşan Basri, Seyfi’nin geri döneceğine dair umudunu hiç yitirmez ve 18 yıl boyunca oğlunun bulunması için dilekçeler yazar...

Mesut Kara / Evrensel



23 Eylül 2023 Cumartesi

KHK ile ihraç edilen iki kamu emekçisini anlatan belgesel, festival seçkisinden çıkarıldı - Evrensel

 

Yönetmen Nejla Demirci, "Kanun Hükmü/The Decree" isimli belgeselin 60. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin Ulusal Belgesel Yarışma Seçkisinden kaldırıldığını açıkladı.

OHAL KHK'leriyle ihraç edilen iki kamu çalışanının mücadelesini belgeselleştiren yönetmen Nejla Demirci, Kanun Hükmü/The Decree isimli belgeselin 60. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin Ulusal Belgesel Yarışma Seçkisinden kaldırıldığını duyurdu.

MAZARET: YARGI SÜRECİ

Yönetmen Nejla Demirci sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verdi:

"Kanun Hükmünde Kararnameler ile kamu görevinden çıkarılan doktor Yasemin ve öğretmen Engin'in ihraç sonrası gösterdikleri mücadeleyi anlatan KANUN HÜKMÜ/ THE DECREE belgeselimiz ani bir karar ile 60. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin Ulusal Belgesel Yarışma Seçkisinden kaldırıldı.

Doktor Yasemin Demirci ve Öğretmen Engin Karataş hakkında kesinleşmiş herhangi bir yargılama söz konusu değilken festival mazeret olarak belgeselin bir karakterinin yargı sürecinde olduğunu iddia ediyor.

AYM TAZMİNAT KARARI VERMİŞTİ

Belgeselimiz henüz yapım aşamasındayken yapımı yasaklanmış ve bu sebep ile yargıya başvurmuştuk. Nihayetinde AYM eserimi ifade özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü çerçevesinde değerlendirdi ve tarafıma tazminat ödenmesine karar verildi.

Sinema faaliyetini topluma aktarmak için yola çıkmış bir festivalin 60. Yılında doğru olmayan ve dahi doğru olsa bile kendisini ilgilendirmeyen bir yargı süreci işten ayrılma işleminin hukuka aykırılığı ile ilgilidir.

Belgeselin konusu ise sivil direniş ve mücadele örneğidir. Mahkeme üzerinde belgesel filmin hiçbir baskı etkinliği yokken KHK ile öğretmeni işten çıkaran yönetimin fiili baskısı vardır Filmin kaldırılma gerekçesi aldatmacadır, mahkemeyi etkileme potansiyeli mevcut iktidarda fazlasıyla vardır, filmler sadece toplumu bilgilendirme amaçlıdır.

"BELGESEL SİNEMAYA DARBEDİR"

Bu yaşanan hukuksuzluk, açık seçik sansürün muhatabı sanat özgürlüğünden yararlanması gereken Türkiye toplumudur. Hukuk, demokrasi isteyen Türkiye toplumu mağdur edilmiştir.

Bu yaşanan Belgesel Sinemaya bir darbedir.

Bunun sorumlusu Antalya Altın Portakal Film Festivalidir."