2 Kasım 2023 Perşembe

İslamcıların İsrail tutarsızlığı (Ozan Gündoğdu-Birgün) + Geçen hafta Türkiye üzerinden İsrail'e taşınan 1 milyon varil petrol Meclis gündeminde (soL)

 İslamcıların İsrail tutarsızlığı (Ozan Gündoğdu-Birgün) 

İsrail’in Gazze’ye dönük başlattığı katliam her geçen gün dozunu daha da artırıyor. 31 Ekim’de Gazze’deki Cibaliye Kampı’na bombardıman uçaklarının 12 tonluk patlayıcı bıraktığını okuduk. Ölü sayısı yüzlerle ifade ediliyor. Dünya devletleri değil ama dünya halkları Gazze’deki katliama giderek daha fazla ses çıkarıyor. Sadece mitingler değil, boykotlar hatta grevler de düzenleniyor.

Belçika’daki taşımacılık sendikaları, geçtiğimiz günlerde, İsrailli Elbit şirketine tedarik sağlayan Belçikalı işletmelerde greve çıktıklarını duyurdu. Sendikalı işçiler “Workers for a free Palestine” yani “Bağımsız bir Filistin için emekçiler” imzalı bir pankartla fabrikanın giriş çıkışını kapattı, mal tedarikini durdurdu. İşçiler, İsrailli firmayla anlaşmanın iptal edilmesini, aksi halde İsrail için üretim yapmayacaklarını bildirdi. An itibariyle Belçika’da Elbit şirketiyle anlaşması olan fabrikalar grev nedeniyle çalışmıyor.

BELÇİKA’DA OLUR, PEKİ YA TÜRKİYE’DE?

Peki böyle bir grev Türkiye’de olabilir mi? Bu soruyu cevaplamadan önce Belçika’ya ilişkin birkaç not bırakalım. Belçika’da işçilerin yüzde 54’ü sendikalı, yüzde 96’sı ise toplu iş sözleşmesi kapsamında bulunuyor. Kayıtdışı işçiliğin ölçülemeyecek kadar marjinal olduğu ifade ediliyor. Buna karşı Türkiye’de sendikal faaliyetler iktidar tarafından baskı altına alınıyor, sendikalaşan işçiler işten atılıyor. Türkiye’de grev hakkı 1963’ten bu yana yani 60 yıldır var. Fakat son 60 yılda greve katılan işçi sayısının en düşük olduğu yıl 2021 oldu. 12 Eylül şartlarında dahi, greve çıkan işçi sayısı bugünden fazlaydı. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu ITUC’un 2023 raporuna göre, işçi haklarının en kötü olduğu 10 ülkeden biri Türkiye. Fabrika önünde basın açıklaması yapmak isteyen sendika, biber gazı ve jopla durduruluyor. Sonuçta senikalaşma oranı yüzde 8,7’de kalıyor. Üstelik kamu çalışanlarını çıkardığınızda özel kesimdeki sendikalaşma yüzde 4’ün altına geriliyor. Belçika’da yüzde 96 olan toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçilik oranı, Türkiye’de yüzde 7!

Haliyle Belçika halkı, miting düzenlemekten, sosyal medyada İsrail’i kınamaktan fazlasını yapabiliyor, greve çıkıyor ve fabrikalarını İsrail için çalışmaktan alıkoyuyor. Bu durum bir diplomatik krize de neden olmuyor zira halk ayaklanıyor, devlet ne yapsın!

GAZZE’DEKİ BOMBANIN ÇELİĞİ TÜRKİYE’DEN

Erdoğan yönetimi, konu İsrail olduğunda mangalda kül bırakmıyor. O kadar ki, Gazze’nin kaderinin kendi iktidarına bağlı olduğunu, Erdoğan düşerse Gazze’nin Kudüs’ün düşeceğini halk kesimlerine anlatıyor. Fakat diğer yandan İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret her geçen yıl artıyor. AKP’nin iktidara geldiği 2002’de İsrail ile Türkiye’nin toplam ticaret hacmi 1,41 milyar $ düzeyindeydi. 2023’ün henüz ilk 9 aylık verileri elimizde ve buna göre İsrail-Türkiye arasındaki ticaret hacmi 5,6 milyar $. Bu paranın 4,3 milyar $’ı Türkiye’den İsrail’e olan ihracat, 1,3 milyar $’ı ise Türkiye’nin İsrail’den gerçekleştirdiği ithalat. Yani İsrail’le Türkiye arasında ticari ilişkilerde Türkiye fazla veren ülke konumunda. İsrail’e ihracat rekoru da, 7 milyar 32 milyon $’la geçen yıl, 2022’de kırılıyor. Dahası, 2022 itibariyle Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı 10’uncu ülke konumunda İsrail. Bu haliyle, İsrail’e dönük ihracat, Çin’e, BAE’ne, Mısır’a hatta komşu Bulgaristan’a yapılandan fazla.

Erdoğan yönetimi konu İsrail olunca mangalda kül bırakmıyor ama Gazze’ye düşen bombanın çeliği Türkiye’den gidiyor. Evet, Türkiye’nin İsrail’e dönük ihracatında başı “Çelik” çekiyor. 2002-2022 yılları arasını değerlendirdiğimizde, İsrail’in en büyük çelik tedarikçisinin Türkiye olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin 2022’deki 21 milyar $ değerindeki toplam çelik ihracatında da İsrail yüzde 10’luk bir paya sahip. İsrail’e dönük ihracatta en hızlı artış da yine çelik sektöründe yaşanıyor. Türkiye Çelik İhracatçıları Birliği’nin verilerine göre Türkiye’den giden çelik İsrail için kritik önemde. Zira Türkiye çeliği, İsrail çelik ithalatının yüzde 65’ini oluşturuyor.

ÇELİK SEKTÖRÜ NEDEN BÜYÜYOR?

Peki neden çeliği Türkiye’den alıyorlar? Bu yalnızca İsrail’in değil, tüm Batı dünyasının tercihi. Çelik boru, inşaat çeliği gibi ürünlerin üretimi emek-yoğun bir faaliyet. Bu ürünlerin üretilmesi için teknolojiden daha ziyade ucuz emek gerekiyor. 20’nci yüzyıl teknolojisi ve ucuz emek bir araya gelince, Türkiye de çelik üretimine talip olunca, Batı dünyası için çelik üretmek gereksiz bir kaynak tüketimi olarak görülüyor. Böylece Batı, çelik üretimini Türkiye’ye bırakıyor, kendi kaynaklarını yüksek teknoloji gerektiren ürünlere kaydırıyor. Bu sayede Türkiye’nin çelik sektörü, inşaatın da beslemesiyle hızla büyüyor. 2004 yılında 20,5 milyar ton olan çelik üretimi, hem dış talebin artması hem de inşaat sektörünün büyümesiyle 2022 yılında 35,1 milyar tona yükseliyor.

Türkiye İsrail’e dönük bir ambargo başlatabilir mi? O Erdoğan’ın işi… Ama Türkiye’de enflasyona ve uzun çalışma saatlerine ezilen çelik işçileri, tıpkı Belçikalı işçiler gibi bir grev başlatabilir mi? Hayır, isteseler de yapamazlar. Çünkü sendikalı değiller, güvenceli değiller, iradeleri esir alınmış durumda. O da Erdoğan’ın işi…

Peki ne yapabilirler? İktidarın mitingine katılabilirler, öfkelerini Katar’a ait olan Starbucks dükkanlarından çıkarabilirler, McDonalds camlarını kırabilir, Coco Cola şişelerini dökebilirler. Bu esnada Erdoğan’ın rakiplerine siyonist diyebilir, Erdoğan’ın ümmetin lideri olduğuna inanabilirler. Ama Belçikalı işçilerin yaptığını yapamazlar. Çünkü iradelerini Erdoğan’a teslim etmiş durumdalar.

İşte İslamcıların büyük tutarsızlığı…

                                                                   /././

Geçen hafta Türkiye üzerinden İsrail'e taşınan 1 milyon varil petrol Meclis gündeminde (soL)

Meclis Genel Kurulu'nda konuşan İYİP'li Dervişoğlu geçen hafta Adana Ceyhan Limanı'ndan çıkan Seaviolet adlı tankerin 1 milyon varilden daha fazla petrolü İsrail'e taşıdığını söyledi.

İsrail'in Filistin halkına yönelik katliamı sürerken, AKP'nin Türkiye üzerinden İsrail'e petrol sevkıyatına izin verdiği ortaya çıkmıştı.

Bloomberg 21 Ekim'de Adana Ceyhan Limanı'ndan çıkan Seaviolet adlı 900 metrelik tankerin bir milyon varilden fazla Azerbaycan petrolünü İsrail’e taşıdığını haberleştirmişti.

Tanker resmi olarak Ürdün’ün Akabe limanına gitse de Bloomberg’e konuşan bazı kaynaklar, Paz Oil tarafından satın alınan varillerin İsrail’deki Eilat limanına teslim edileceğini doğrulamıştı.

Dervişoğlu: Samimi olsaydılar İsrail'e petrol akışını durdururlardı

İYİP Grup Başkanvekili Müsavat Dervişoğlu bugün TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada "Daha geçtiğimiz hafta, Adana Ceyhan Limanı'ndan çıkan Seaviolet adlı bir tanker, 1 milyon varilden daha fazla petrolü İsrail'e taşımıştır. Türkiye'de mitingler düzenleyerek 'Mehmetçik Gazze’ye' sloganları atmak yetmiyor. Mehmetçik’imizi abluka altındaki Filistin'e göndermek isteyenler, eğer samimi olsaydılar evvela Türkiye üzerinden İsrail'e giden petrol akışını durdururlardı" dedi.

Dervişoğlu "Bir taraftan İsrail'e milyonlarca varil petrolü Türkiye üzerinden göndererek Tel Aviv’in enerji ihtiyacını karşılayacaksınız, diğer taraftan cumhuriyet kutlamalarına nazire yapar gibi büyük bayramımızın arifesinde Filistin mitingleri düzenleyip 'Mehmetçik Gazze'ye' diyeceksiniz. Bu, aklın kabul edebileceği bir durum değildir. Oraya buraya meşrubat dökmeyi, kahve dükkânlarını işgal etmeyi bir tarafa bırakın, hasbi olun, dürüst olun ve şu soruma cevap verin: Geçtiğimiz hafta itibarıyla 1 milyon varil petrolün Adana Ceyhan üzerinden İsrail'in Eilat limanına gönderilmesine izin verdiniz mi vermediniz mi, bunu Türk milletine açıklayın" diye konuştu.


‘Adamlar’ gitmiyor + Dinciliğin felaketi... - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

 

‘Adamlar’ gitmiyor 

“Adamlar” devletin yönetimini ele geçirince giderek tiranlaşırlar, asla kendi rızalarıyla emekliye ayrılarak bir köşeye çekilemezler. Ben “Adamlar” ile ilgili olayları yazarken bu saptamayı bir aksiyom olarak kabul ediyordum. Geçen hafta, Branko Milanovic’in Substak sayfasında rastladığım bir çalışma, Milanovic’in o çalışmayla ilgili yorumları bu aksiyomu destekliyordu. Sıcağı sıcağına sizinle paylaşmak istedim.

Branko Milanovic, “gelir eşitsizlikleri” alanında çalışan, bir süre Dünya Bankası araştırma bölümünde de görev alan, ünlü bir ekonomist ve siyasi analisttir. Geçen hafta sayfasında, Cornell Üniversitesi’nden Kaushik Basu’nun Oxford Open Economics’te yayımlanan “The morphing of dictators: Why dictators get worse overtime” (Diktatörlerin dönüşümü: Niye diktatörler zamanla daha da kötüleşirler?) başlıklı, matematiksel modellerle de desteklenerek geliştirilmiş araştırmasını aktardı.

İKTİDARA TUTSAK OLMAK

Basu da Milanovic de “tutsak” kavramını kullanmıyorlar ama analizleri bu noktada birleşiyor. Bir “adam” hangi niyetle (iyi ya da kötü) iktidara geldikten sonra bir daha kendisi isteyerek -hatta istese de- gidemez. Çünkü “adam” iktidara geldikten sonra yönetirken kimi önlemler alıyor, kimi düşmanlar kazanıyor. “Dönem sonu” gelince (genel seçimleri varsayıyoruz), bir karar alması gerekiyor: Kaybederse ne yapacak? Her şeye karşın kalmaya karar verirse yasaları zorlayan, genel ahlakın sınırlarını aşan adımlar atmak, “suç işlemek” zorunda kalır. Başarılı olursa düşmanları artar suçları büyür. Bir “dönem sonu” daha gelince gitmesi artık daha riskli olduğundan, yasaları ahlakın sınırlarını zorlamaya suç işleyerek daha da derine dalmaya devam eder... 

Bu klasik bir “tiranlaşma” sürecidir; kimi zaman trajik sonuçlar da sergileyebilir. Örneğin Daniel Ortega, Nikaragua’da Sandinista’ların lideri olarak diktatörlükle savaştı. Kazandı, iktidara geldi ülkesi için iyi şeyler de yaptı, seçimleri kaybetti muhalefete geçti. Ancak ikinci kez iktidara gelince orada kalmak için gittikçe kötüleşen işler yapmaya, tiranlaşmaya başladı. Basu, “Bu konuyu diktatörün başlangıçtaki niyetlerini bir kenara bırakarak tartışmak gerekir” diyor; başlangıçta niyet ne olursa olsun sürecin hep aynı yönde gideceğini matematiksel bir modele dayanarak da savunuyor.

Basu çözüm olarak diktatöre; güvenli, onurlu bir çıkış yolu, ürettiği serveti de alarak emekliye ayrılma olanağı sunmayı öneriyor. Milanovic’in itirazı da bu noktada başlıyor. Ana akım ekonomistlerin “insan maddi çıkar ve rahat yaşama kaygısıyla hareket eder” varsayımının aksine “adamlar”ın iktidara, hemen her zaman para için değil güç ve bir projeyi gerçekleştirmek için geldiğini tiranlaşmanın (ve eklemek gerekir ki müstehcen düzeylerde servet biriktirmenin -E.Y.) bu vektör üzerinde yaşandığına dikkat çekiyor. 

Dahası “adamlar” devlet yönetiyor, dükkân değil, devlet yönetimi kimi şiddet içeren kararları almayı kolaylaştırıyor, hatta zorunlu kılabiliyor. Machiavelli’nin işaret ettiği gibi, egemen (adam), yönetirken kaçınılmaz olarak hatalar yapar, suç işler çünkü siyasetin ve insan toplumunun (sınıflı toplum -E.Y.) doğası budur.

Milanovic, tiranın emekli olma seçeneğinin de aslında olmadığını gösteriyor: Çünkü tiran için güç ve iktidar birinci arzu ve kaygı haline geldikten sonra, hiçbir zenginlik bu gücün yerine geçemez. Tiranlarınki, aslında çok yoğun ama bir anlamda dünyevi hazlardan çoğu kez uzak, devlet yönetmenin teknik işleriyle, güvenlik sorunlarıyla, siyasi dengeleri koruma, muhalefeti etkisiz kılma çabalarıyla dolu yoğun ama yavan bir yaşamdır. Tiranlar, ne kadar zengin ve güvenlikte olurlarsa olsunlar, emekliye ayrılarak zevke ve sefaya dalamazlar. Çünkü esas arzuları, açlıkları, gereksinimleri iktidarı ve güç uygulama kapasitesini korumaktır. Milanovic ve Basu değinmiyorlar ama “adamı” orada tutan ve adamdan beslenen “pouvoir” (iktidar) çevresinin direncini de hesaba katmak gerekiyor.

Tartışmanın geldiği noktada kaçınılmaz olarak şu sonuca ulaşıyoruz: Diktatörlere, iktidarı terk etmeleri için sunulacak hiçbir şey yoktur. Diktatör, ya ölür, ya suikasta/isyana/darbeye/devrime kurban gider ya da bir süre için yerine bir kukla bırakarak gidermiş gibi yapar.

                                                            /././

Dinciliğin felaketi... 

“Aksa Tufanı” ve Gazze bombardımanları, dinci siyasetin halkları eninde sonunda felakete sürüklemesinin kaçınılmazlığını bir kez daha kanıtladı. Bu felaketler karşısında akla, Shoah, Nakba, Guernica, Drezden geliyor. Felaket genişleyeceğe benziyor: Cuma günü ABD, Suriye’de İran hedeflerini vurdu. Savunma Bakanı Austin, “Gazze ile bir ilişkisi yok, kendimizi koruyoruz” dese de bu saldırı bir “savaş alanını tuzlama” (savaştan önce mekânı hazırlama) operasyonuna, benziyor. 

İsrail tarafında, “Aksa Tufanı” operasyonunda, Hamas militanlarının sivilleri hedef almış olmasından kalkarak bir Shoah (soykırım) söylemi gelişti. Buna karşılık, Filistin tarafında, Gazze içinde yeniden, bu kez Mısır’a doğru göçe zorlandıkları için, Nakba (1948 sürgünü) anımsandı. Bu iki kavramı yan yana koyunca “durumun” gerçeği ortaya çıkıyor. Ne “Aksa Tufanı” Filistin sorununa bir çözüm, ne de İsrail devletinin, Hamas’ı yok etme bahanesiyle Gazze’yi yıkma boşaltma çabaları İsrail’e güvenlik getirecek. Ne dinci Hamas ne de İsrail’in neo-faşist rejimi bu “durumun” içinden, bir zaferle çıkabilecek. Yargıdan kaçmak için faşistlerle hükümet kuran Netanyahu bu savaştan yararlanmaya çalıştıkça ayağının altındaki zemin her gün biraz daha çürüyor, istifa çağrıları artıyor. Hamas’ın bu felaketten bırakın zaferle, varlığını koruyarak çıkma olasılığı da sıfıra çok yakın. 

İKİ ACI İRONİ

İsrail rejimi, Shoah kavramına sığınmaya çalışırken, Hamas’ı bahane ederek Gazze’yi yıkmaya başlayan bombardıman, kaçınılmaz biçimde bir “toplu cezalandırma” olayı olarak şekilleniyor. Bu durumda, akla II. Dünya Savaşı’nda, işgalci Alman ordusunun bir Partizanı grubunu yakalamak, direnişi caydırmak için tüm bir kasabayı, içindekilerle birlikte dümdüz etmesinin örnekleri geliyor. Dünya kamuoyu, giderek artan oranda Guernica (İspanya) Drezden (Almanya) gibi sivilleri katleden kent bombardımanlarını anımsamaya başladı. Bu kez dünya basını, Shoah kavramını, İsrail’in Gazze politikasının sonuçlarına ilişkin kullanıyor.

İsrail yönetimindeki faşist, militarist unsurların, Birleşmiş Milletler genel sekreterinin olayların tarihsel bağlamını (İsrail Filistin sorunun kaynaklarını) anımsatan konuşmasını hedef alarak, “BM’ye ders vereceğiz” küstahlığıyla Shoah’yı sömürme çabaları da Shoah mirasını kirletme, değersizleştirme, dünyada zaten yükselmekte olan antisemitizmin değirmenine su taşıma riskini artırıyor.

Hamas’a gelince, ikinci bir Nakba’nın oluşmasında, “Aksa Tufanı” ile aracı (belki de “kaybolan aracı”) konumuna düştüğü gerçeğinden, Gazze’de yaşanan yıkımın, can kaybının sorumluluğunu İsrail’deki dinci faşistlerle paylaşmaktan kurtulması olanaksız. 

“Dünyanın en büyük esir kampı” olan Gazze’yi yönetmeye çalışan Hamas, terörist bir yapılanma değil ama, “Aksa Tufanı” çok açık biçimde, sivillere karşı, yalnızca öldürmeyi değil, aynı zamanda tüm toplumu dehşete düşürmeyi amaçlayan acımasız yöntemlerle gerçekleştirildi. Kimi analistlerin, “Aksa Tufanı”nı, tarihte ABD’de, Avrupa’da aniden patlak vererek son derecede acımasız şiddet olayları sergileyen köle ya da köylü ayaklanmalarıyla karşılaştırarak eleştirmekten kaçınmaları da duruma uygun değil. Doğru, Gazze’de yaşam çok zordu, özellikle gençler açısından, her anlamda umutsuzdu, duvarın ötesindeki gençlerin yaşamına, “çalınmış topraklardaki” festivallerin müziğine öfkelenmeleri de kaçınılmazdı. Ancak Aksa Tufanı, kendiliğinden ani bir öfke patlamasının değil, uzun, ayrıntılı bir hazırlığın, İran’ın yardımının ürünü bir operasyondu. Operasyonun sergilediği acımasız, hatta müstehcen biçimler öfke patlamasıyla açıklanamaz. İsrail’deki rejimin tepkisinin şiddetinin, olayı fırsat bileceğinin öngörülemediği de iddia edilemez. Ulusal Güvenlik Bakanı Ben-Gvir, Maliye Bakanı Smotrich açıkça Gazze’yi ilhak edip boşaltmaktan söz ediyorlardı. 

Ateşkes çağrısına karşı çıkanlar kadar, Hamas’ı mücahit (Cihat için savaşan) ilan ederek sahiplenenler de tarih önünde bu felaketlerin sorumluluğuna ortaktır. İki dinci yönetimin yarattığı felakete bakınca, laik Cumhuriyetin tüm eksiklerine rağmen değerini bir kez daha anlamak, onu dinci-faşizmin karanlığına karşı kararlılıkla savunmak gerekiyor.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet



İnan Kıraç kızı İpek Kıraç'ı evlatlıktan reddetti + Çürümüş bir düzenden insan manzaraları: İnan Kıraç nereden koşuyor?

 İnan Kıraç kızı İpek Kıraç'ı evlatlıktan reddetti - soL

İnan Kıraç tüm varlığına el koymak istediği gerekçesiyle kızı İpek Kıraç'ı evlatlıktan reddettiğini duyurdu.

Geçtiğimiz yıl Sedat Peker'in açıklamalarıyla gündeme gelen İnan Kıraç, tüm varlığına el koymak istediği gerekçesiyle kızı İpek Kıraç'ı evlatlıktan reddettiğini açıkladı.

Cumhuriyet’in haberine göre, İnan Kıraç, kuracağı vakıf aracılığıyla tüm mal varlığını eğitime muhtaç çocuklara bağışlayacağını söyledi. 

Dava açmıştı

İnan Kıraç, 2020 yılında ölen eşi, Koç Holding kurucusu Vehbi Koç’un kızı Suna Kıraç’ın mirası nedeniyle kızı İpek Kıraç’a bu yılın başında dava açmıştı. İnan Kıraç, Suna Kıraç’ın vasiyetnamesiyle kızı İpek Kıraç’a intikal eden Temel Ticaret ve Yatırım AŞ’nin yüzde 20.13 hissesine tedbir konulmasını istemiş ve tamamı İpek Kıraç’ın mülkiyetine geçen hisse senetlerinin Medeni Kanun uyarınca yüzde 25’inin kendi adına tescil edilmesini talep etmişti.

İpek Kıraç babası İnan Kıraç'a karşı dava açtı. İnan Kıraç'ın mal kaçırmakta olduğunu ileri sürdü.

Babasının mal varlıklarına el konulmasını talep etti

İnan Kıraç'ın, Suna Kıraç'a ait hesaptan yüz milyonlarca doları usulsüz bir şekilde aktardığını, Koç Holding hisselerinin bir kısmını 600 milyon TL'ye sattığını iddia eden İpek kıraç, babasının mal varlıklarına tedbir konulmasını talep etti.

İstanbul Anadolu Aile Mahkemesi'nde görülen miras davasında yeni bir gelişme yaşandı. İpek Kıraç'ın talebi üzerine mahkeme, İnan Kıraç'a ait Karsan şirketi hisselerine ihtiyati tedbir konulmasına karar verdi.

Dava reddedildi

Öte yandan İnan Kıraç'ın kızı İpek Kıraç'a açtığı mirasçılık belgesinin iptali davası İstanbul Anadolu Asliye Hukuk Mahkemesi'nde görüldü. Mahkeme davayı reddetti. 

Gerekçeli kararda, "Atanmış mirasçılık kanunun emredici hükümlerinden olmadığından, geçersiz bir atanmış mirasçılık belgesi, tüm mirasçılarca kabul edildikten sonra geçerli hale gelecektir. Bu nedenle İnan Kıraç'ın kabul etmiş olduğu atanmış mirasçılık belgesi verilmesine ilişkin beyanına rağmen; mahkememizde açmış olduğu atanmış mirasçılık belgesinin iptali davasının reddine karar verilmiştir" denildi

                                                                /././

Çürümüş bir düzenden insan manzaraları: İnan Kıraç nereden koşuyor? (Orhan Gökdemir - soL/Özel)

Sedat Peker'in açıklamalarıyla yeniden gündeme gelen İnan Kıraç, geçmişten bugüne Türkiye'de her taşın altından çıkabilen en karanlık isimlerden biri.

İnan Kıraç, 1937 yılında Eskişehir’de doğdu. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Londra “City College of Business”a devam etti. Dönüşte Vehbi Koç’un kızı Suna Koç ile evlendi. Taze damat, Koç Grubu bünyesinde hızla yükseldi. Bir ayağı hep Fransa’daydı. Galatasaray Eğitim Vakfı kurucusu olduğu ve Türk-Fransız ilişkilerinde üstlendiği önemli rol nedeniyle, 1997’de “Legion d’honneur” nişanının “Officier” rütbesine layık bulundu. Koltuğunun altında taşıdığı karpuzların sayısını muhtemelen kendisi de bilmiyor. Galatasaray Eğitim Vakfı Başkanı, Alliance Galatasaray Paris Başkanı, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı Mütevelli Kurulu Üyesi, Darülaceze Vakfı Mütevelli Kurulu Üyesi, Galatasaray Spor Kulübü Divan Üyesi, TEVDAK (Türk Eğitim Vakıfları Dayanışma Konseyi) Üyesi, TEMA Vakfı Mütevelli Kurulu Üyesi, Yeditepe Üniversitesi Mütevelli Kurulu Üyesi, Coşkunöz Eğitim Vakfı Mütevelli Kurulu Üyesi…

Yükselmesinde etkisi tartışılmaz olan Suna Kıraç da 1960’dan itibaren Koç Holding’in etkili yöneticilerinden biri oldu. TEGEV’in 1995 yılında kurulmasının ardından 23 Eylül 1997’de Bakanlar Kurulu kararıyla ona da “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” verildi. Böylece karı koca Koç sermayesinin, haliyle Türkiye’nin perde gerisindeki yöneticileri oldular.

AİLECEK KOÇ GİBİ

İnan Kıraç, ziraatçı Ali Numan Kıraç’ın iki oğlundan biri. Büyük kardeş Can Kıraç, Galatasaray Lisesi’ni ardından Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ne yöneldi. Ankara’da Koç Ticaret Şirketi Otomobilcilik Şubesi’nde, yönetici Bernar Nahum’un yanında işe başladı. 1960’lı yıllarda İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu üyesi seçildi. TÜSİAD‘ın kuruluş hazırlıklarını yürüttü.

Baba Ali Numan Kıraç da, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlatılan Marshall Planı yardımının “Tarımın Makineleşmesi Programının” uygulanmasında eşgüdüm çalışmalarını yönetmişti. Son görevi Atatürk Orman Çiftliği Genel Müdürlüğü oldu, 1951 yılındı emekliye ayrıldı.

Ailenin zenginleşmesinde Koç ailesinden çok ortakları Bernar Nahum yönlendirici oldu. Nahum, 2. Dünya Savaşı’nın sıkıntılı yıllarında Koçlara ortak olmuştu. Nahum, ortaklığın ardından Koç Ticaret A.Ş.’de Otomobil Şubesi Müdürü olarak göreve başladı. Kıraçlar hep Nahumların etrafındaydı.

Tayyip Erdoğan yerli otomobil yapmaya karar verince haliyle ilk hatırladıklarından biri o oldu. Bundan önce Karsan adlı firma ile New York’ta kullanılmak üzere tasarlanan taksi ihalesine teklif vermişlerdi. Karsan’ın Yönetim Kurulu üyelerinin ikisi Klod ve Jan Nahum’du. “Kıraça Şirketler Topluluğu”nu da 1990’lı yıllarda onlarla birlikte kurmuştu. Babanın yanında çırak olarak başlayan İnan Kıraç, gelişimini böyle tamamlamıştı.

DOĞAN MEDYA’NIN ARKASINDAKİ İSİM

İnan Kıraç’ın meraklı olduğu işlerden biri de medya dünyası. Karacan ailesi Abdi İpekçi suikastının korkusuyla medyadan çekilme kararı alınca Milliyet’e Koç Grubu adına talip olan isim oydu. Fakat Koçlar gazeteyi almaktan son anda vazgeçti. Bu gelişmenin ardından devreye İnan Kıraç’ın yardımıyla otomobil pazarlama işinde yükselen “Tofaş Bayii” Aydın Doğan girdi, Milliyet’i satın aldı. İddialara göre Aydın Doğan bu satış işleminde Koç Grubu’nun taşeronuydu. Gazetenin asıl sahibi Koç ailesiydi. Aydın Doğan o yoldan ilerledi, Hürriyet’i ve bir dizi TV kanalını alarak basında en büyük tekel haline geldi. Aydın Doğan yıllar sonra Milliyet ve Hürriyet’i İnan Kıraç sayesinde aldığını “İnan Kıraç’ın Milliyet’i almamda çok büyük manevi katkıları oldu. Hürriyet’i aldığım dönemde de bankalarından kredi aldım.” sözleriyle doğruladı.

İnan Kıraç’ın küçük yayınlarla da ilişkisi oldu. Yakın zamana kadar Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu’ndaydı. Can Dündar’ın Cumhuriyet’in başına geçmesini de onun sağladığı iddia ediliyordu. Sonra işler planladığı gibi gitmedi. Gazete AKP’nin hedefi haline geldi, soruşturma açıldı, yazarları ve yöneticileri tutuklandı. Haliyle tanık olarak İnan Kıraç’ın da ifadesine başvurdular. İfadesinde, “Yıllarca Cumhuriyet Vakfı içerisinde yer almış Alev Coşkun ile Şevket Tokuş'un vakıftan uzaklaştırılmaları beni oldukça üzmüştür. 90 yıllık Cumhuriyet gazetesi çizgisi artık tamamen kaybolarak, bugünkü haline gelmiştir. Bu olaylardan sonra Cumhuriyet gazetesi almamaya ve okumamaya karar verdim” dedi. Tanığa göre mevcut vakıf yönetimi yasa dışı yollarla gazeteye el koymuştu. Sonra gazetenin yönetimi ve yazarları değişti. Bunda İnan Kıraç’ın etkisi ne, bilinmiyor.

BİR DOLANDIRICILIK HİKAYESİ

2010’lı yılların ortasıydı. İnan Kıraç kendisini Fransa Savunma Bakanı Jean-Yves Le Drian olarak tanıtan bir dolandırıcıya 4,1 milyon Avro kaptırdı. Dolandırıcı, Kıraç’a “DEAŞ’ın elindeki Fransız gazetecileri kurtarmak için para gerektiğini, ancak gayrı resmi bir operasyon olacağı için parayı kendisinden istediklerini, daha sonra paranın Fransa tarafından geri ödeneceğini” söylemiş, Kıraç da “tamamen insanî bir duyarlılıkla” istenen parayı bir Çin bankasına yatırmıştı.

Bu dolandırıcılık olayı arkasında cevaplanmamış pek çok soru bıraktı. Dolandırıcı neden İnan Kıraç’ı seçmişti? Fransız Savunma Bakanı istediği zaman kendisini arayıp istekte bulunabiliyor muydu? Bakanın kendisinden para istemesini neden yadırgamamıştı? Daha önce benzer bağlantılar içine girmiş miydi?

SEDAT PEKER’İN İSTEDİĞİ NE?

Bugünlerde ülkeyi yöneten en büyük ailenin becerikli damadı, kaçak mafyoz Sedat Peker’in hedefinde. Sebebi de ABD’ye teslim edilen dolandırıcı patron Sezgin Baran Korkmaz ile İnan Kıraç arasındaki iş ilişkileri. Bu aşamada olaylar Kıraç’ın hayatından bile karmaşık bir hale geliyor. Şöyle özetleyelim; Sedat Peker, SBK Holding’in sahibi Sezgin Baran Korkmaz’ın silindiğini iddia ettiği 45 milyon dolar alacağının sahibinin İnan Kıraç olduğunu iddia ediyor. Peker’in anlattıklarına göre Süleyman Soylu, Sezgin Baran Korkmaz'ı İçişleri Bakanlığı'na çağırıyor. İnan Kıraç’tan alacağı olduğu 45 milyon doları kastederek, “Senin hakkında tahkikat yapıldı, yurtdışına çık. Yukarının haberi var, bu parayı da sil, sorun çıkacak” diyor. Sorun bu yolla halloluyor. 45 milyon dolar alacak 6 milyon dolar verilerek kapatılıyor. Tabii bu arada araya iyi saatlerde olsunlar, eski Ergenekon davası kalıntıları falan karışıyor. Onlardan biri, Levent Göktaş sonradan avukat oluyor, meselenin hallolmasında müvekkili İnan Kıraç’a yardım ediyor. Hatta arada hisseleri kendi üzerine alıyor.

Peker, İnan Kıraç'a “Koç ailesine olan saygımdan dolayı seni bu sefer uyarmakla yetineceğim. Eğer bu uyarıyı dikkate almayıp yine el altından film çevirmeye devam edersen, yeni hedefim sen olacaksın” diyerek tehdit ediyor. İnan Kıraç’a saygısı olmayanın neden Koç ailesine saygısı var bilinmez, ama sermayenin doğasında bunlar var. Zenginlik devlete, mafyaya, orduya şuna buna dayanarak büyütülebiliyor ancak. Çünkü çalışarak edinebilecek bir şey değil sermaye. İnan Kıraç da bu yolun ustalarından. Sedat Peker’e bulaşması da sıradan yol kazalarından biri.

Tuhaf ve karanlık ilişkiler ağı o yol kazası vesilesiyle döküldü ortalığa. Kimin eli kimin cebinde takip etmek neredeyse imkânsız. “En yukarı” (herhalde saray) ile en aşağısını birleştiren bu ağ aslında kapitalizmin ta kendisi. O kadar ki, İnan Kıraç’ın eşi Suna Kıraç öldüğünde bizim “mavi vatan”cıların da sponsoruydu. Levent Göktaş’ın Kıraç’ın avukatlığını yapmasında şaşıracak bir yan yok yani!

Sedat Peker kapitalizmin fiili halini sayıp döküyor. O kapitalizmin en aşağıya ittiği, çürüttüğü yoksullar ise heyecanla olup biteni izliyor. Çürümüş, çöken bir düzenin insan manzaralarıdır.(01/08/2022)

Cumhuriyetin ilk 100 yılında devlet borçları (V): 1980 sonrası ekonomi politikalarında dönüşüm, Türkiye'nin 1994, 2001 krizleriyle büyüyen devlet borçları-Binhan Elif Yılmaz / T24


2001 yılında iç borç faiz ödemeleri neredeyse vergi gelirlerinin tamamını kaplamıştı.

Türkiye 1980'li yıllara, tıkanan ithal ikameci model, sürekli açık veren dış ticaret bilançosu, borç ödemelerinde ve ertelemelerinde karşılaşılan zorluklar ile başlamıştı. Benimsenen ithal ikameci politikalar ve planlı kalkınma modeliyle ekonomik kalkınma sağlanamamış, hem ekonominin artan sermaye ve ara malı ihtiyacı hem de 1973 ve 1979 Petrol krizleri ile yükselen petrol fiyatlarının olumsuz yansımaları sonucu döviz darboğazı yaşanmış ve çözüm olarak başvurulan dış borçlarda da ölçü kaçırılmıştı.

Aynı yıllarda ithal ikameci sanayileşme politikası uygulayan ve borçlulukları giderek artan gelişmekte olan ülke ekonomilerinin bu modele duydukları güven azalırken kapitalist ülkeler de bu ekonomilere, ekonomilerini dışa açmaları konusunda politikalar önermeye başlamıştı.

Türkiye'nin 1978-1979 yıllarındaki dış finansman ihtiyacı tek bir uluslararası kuruluştan mali destek ile çözümlenemeyecek düzeye ulaştığından hem Dünya Bankası hem de IMF ile anlaşmaya gidilmişti. O nedenle Türkiye'den ekonomi politikalarında köklü bir dönüşüm çerçevesinde dünya ekonomisiyle yeni bir eklemlenme biçimine yönelmesi istenmişti. Böylelikle ekonomimizin dünya pazarlarına açılması 1980-1983 yapısal dönüşümü ile başlayacak ve 1989-1990'da da tamamlanacaktı.

Bu çerçevede hazırlanan 24 Ocak Kararlarının bileşenleri; dış ticaretin serbest bırakılması, sermaye girişinin serbestleştirilmesi, devletin ekonomideki varlığının azaltılması, KİT'lerin özelleştirilmesi, reel ücretlerin baskılanması ve faiz oranlarının serbest bırakılması olmuştu. Türkiye ekonomik istikrar politikalarının uygulandığı bu dönemde ithal ikameci sanayileşme yerine dışa açık sanayileşme politikasını benimseyen, kamu yerine özel sektör öncülüğünde gelişme olanakları arayan ve finansal piyasaları uluslararası sisteme entegre edebilen çeşitli politikaları uygulamaya koymuştu.

Esnaf Ahmet Çakmak'ın dönemin başbakanı Bülent Ecevit'e yazar kasa fırlatarak ülkenin ekonomisini protesto etmesi 2001 krizinin sembollerinden biri oldu.

1980-2001 döneminde krizler ve ekonomik göstergeler

Türkiye ekonomisinin 1980 sonrası ekonomi politikalarının ilk performansına göre; 1984-1990 döneminde büyüme belirgin bir şekilde ivmelenmiş, 1980 yılında yüzde 2,4 oranında küçülen ekonomi izleyen yıllarda dalgalı da olsa bir büyüme trendi yakalayabilmiş ve büyüme oranları 1984'te yüzde 6,7'ye 1987'de ise yüzde 9,5'e ulaşmıştı. Enflasyonla mücadele sonuç vermiş ve enflasyon oranı 1980'de yüzde 107'den 1982'de yüzde 25'e inmişti (Bakınız Tablo 1). 

Dışa açık büyüme politikası sonucu ihracatta 1980-1981'de yüzde 61,5 düzeyinde artış yaşanmıştı. Kur ve faiz politikaları, ihracatçıya verilen teşvikler ihraç ürünlerine dış piyasalarda rekabet gücü kazandırmış, ihracat 1980-1988 yılları arasında dört kat artmıştı. 1980 sonrasında dış ticaretin belirgin artışı dış borçlanma olanakları üzerinde olumlu etki yapmıştı

Ancak 1988 yılına gelindiğinde ihracatın her ne pahasına olursa olsun artması için her türlü teşvikten faydalanılması sonucu hayali ihracat sorunu patlak vermişti. Ayrıca bu yıllardaki seçim ekonomisi ortamında KİT ürünlerinin fiyatlarına sık zam yapılması ve borçla finanse edilen yatırımlar, enflasyonun 1987'de yüzde 55'ten ertesi yıl yüzde 77'ye yükselmesine ve büyüme oranının yüzde 9,5'ten yüzde 2'ler seviyesine gerilemesine neden olmuştu (Bakınız Tablo 1). 

Bu gelişmeler doğrultusunda 4 Şubat 1988'de yürürlüğe konan 4 Şubat Kararları sıkı para politikası, KİT ürünlerine zam yapılması, KDV oranının artışı, büyüme hızı hedefinin düşürülmesi, kamu yatırımlarının azaltılmasını içermişti. Ayrıca hem sıkı para politikası ile kredi ve para arzının azaltılması hedeflenmiş hem de tasarrufların bankalara yönlendirilmesi ve dolarizasyonun engellenmesi için faiz oranları yükseltilmişti. 4 Şubat'a giden süreç, 24 Ocak Kararlarını ilk kez sınamıştı

1989-1993 yılları arasında TL'nin değerlenmesiyle dövize olan talebin azalması ve 1989 yılında 32 sayılı Kararla sermaye hareketlerinde büyük artışlar yaşanmıştı. İthalat canlanırken 1991'de Körfez Savaşı'nın dış ticaret dengesine olumsuz yansımaları ortaya çıkmıştı. Dış ticaret ve ödemeler dengesindeki söz konusu bozukluklar, bankacılık kesiminde açık pozisyon, yüksek miktarda DİBS tutma vb nedenlerle biriken riskler, kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye'nin notunu düşürmesi dövize olan talebi şiddetlendirmiş, döviz kurunun artışının önüne geçilmesi için faiz oranları artırılarak gecelik faizler İnterbank piyasasında yüzde 1000'lere ulaşmıştı. Piyasadan döviz çekmek için döviz satışına geçen Merkez Bankası'nın rezervleri hızla erimiş, yabancı sermaye çıkmış ve Türkiye ekonomisi 1994 krizini yaşamıştı.

1990'da yüzde 60,4 olan enflasyon oranı 1994'te yüzde 125,5'e çıkmıştı. Mali disiplin bozulmuş, Kamu Kesimi Borçlanma Gereği/GSYH oranı yüzde 10'lara yükselmiştir. Dış ticaret açığı büyürken ekonomi yüzde 5,5 oranında küçülmüştü.

1994 Krizine çözüm amaçlı alınan 5 Nisan Kararları ile kamu kesiminde üretilen mal ve hizmet fiyatlarında çok yüksek oranlı ve ani zamlar yapılmış, kamu kesiminde ücret ve maaşlar dondurulmuş, TL'nin devalüasyonu serbest piyasaya bırakılmış, Merkez Bankası'nın Hazine'ye açacağı kısa vadeli avansların bütçe ödeneklerine oranı kademeli olarak düşürülmüştü. Bu önlemlerle büyüme oranı bir miktar toparlasa ve enflasyon iki haneye düşürülse de dış ticaret dengesizliği ile mücadelede başarılı olunamamış, halkın refah seviyesindeki düşüş ve gelir dağılımında ortaya çıkan adaletsizlikler tüm sosyo-ekonomik göstergelere yansımıştı.

5 Nisan Kararlarının kısa vadeli önlemlerinin uygulanması ile mali piyasalardaki dalgalanmaların önüne geçilebilmişse de uzun vadeli ve ekonomide yapısal değişimi amaçlayan düzenlemeler gerçekleştirilememişti. 5 Nisan Kararlarına IMF desteği de sınırlı kalmıştı. Dolayısıyla Türkiye'de kriz beklentisi devam etmişti.

1998 yılı ortasında IMF ile yapılan görüşmeler ve 18 aylık Yakın İzleme Anlaşmasının ardından 1999 Aralık ayında bir Stand-by anlaşması imzalanmıştı. Atılan imzaların ardından Enflasyonla Mücadele Programı açıklanmış ve döviz çıpası uygulaması yanında yapısal reform önerileri gündeme gelmişti. Ancak yine biriken riskler ve gerçekleşmeyen yapısal reformlar, program uygulanırken sıkı para politikasına geçiş ve Merkez Bankası'nın piyasaya kural gereği likidite verememesi faiz oranlarını yükseltmiş, likidite sıkışıklığı sonucunda faizlerdeki tırmanış devam ederken dövize hücum başlamıştı. Böylece 22 Kasım 2000 itibariyle Enflasyonla Mücadele Programı'nın aksayan yönleri ortaya çıkmış ve programın uygulanabilirliği kalmamıştı. 19 Şubat 2001'de de yaşanan bir siyasi kriz ile Türkiye ekonomisi 4 ay arayla iki büyük ekonomik kriz yaşamıştı.

Ekonomide dönüşümün kamu kesimine yansımaları ve kamu maliyesi dinamikleri

Kamu kesiminin ekonomide payının daraltılması üzerine kurgulanan 24 Ocak Kararları bütçe büyüklüklerinde de değişikliklere yol açmış, bütçe harcamalarının bütçe gelirlerinin GSYH içindeki payı düşmüştü. Yatırım harcamalarının bütçedeki payı hızla gerilerken, yüksek enflasyon oranında artırılmayan maaşlar nedeniyle personel harcamalarının da payı azalmıştı. Buna karşılık artan borçluluk sonucu faiz ödemeleri arttığından bütçe harcamaları içinde faiz harcamalarının payı yükselmişti.

Faiz harcamalarından kaynaklanan harcama artışının sağlam finansman kaynakları ile karşılanamaması ve 1988-1992 yılları arası net dış borçlanmanın önemini yitirmiş olması, yoğun bir şekilde iç borçlanmaya başvurulmasına yol açmıştı. Kriz dönemlerinde daha yüksek faiz oranıyla ve kısa vadeli olarak borçlanıldığı için faiz harcamaları transfer harcamaları içinde en önemli kalem olarak transfer harcamalarını büyütmüştü. 

1980 yılında vergi gelirlerinin sadece yüzde 2,4'ü iç borç faiz ödemelerine ayrılırken 1988 yılında vergi gelirlerinin beşte biri, 1996 yılında da vergi gelirlerinin yüzde 60'ı ayrılmaya başlanmıştı. Sadece iki yıllığına iç borç servisinin yükü azalsa da 2001 yılında iç borç faiz ödemeleri neredeyse vergi gelirlerinin tamamını kaplamıştı.

Bütçenin gelir tarafında 1980 sonrası vergilemenin en temel özelliği, vergi oranlarının indirilmesi ile vergi istisna ve muafiyetlerinin genişletilmesi  olmuştu. Sermaye kazançları üzerindeki vergi yükü hafifletilmiş ve ihracat teşviki vergi üzerinden gerçekleştirilmişti. Serbest piyasa ekonomisine işlerlik kazandırılması için Gelir Vergisi'nin oranları düşürülmüş ve vergi güvenlik önlemleri yürürlükten kaldırılmıştı. Genel tüketim vergisi olarak KDV vergi sistemine dahil olmuş, yeni vergi konuları bulmak ya da vergi oranlarını yükseltmek gibi araçların kullanımından kaçınılmıştı. Arz Yönlü politikaların yol açtığı kaynak kaybını telafi etmek amacıyla dolaylı vergilerin ağırlık kazandığı bir vergileme rejimine geçilmişti. Vergi sistemi hem dolaylı vergilerin hakimiyetine girmeye başlamış hem de teşvik sistemine dönüşerek kamunun vergi geliri kaybına neden olmuştu. 

5 Nisan Kararları çerçevesinde kamu gelirlerini artırmaya yönelik olarak Net Aktif VergisiEkonomik Denge Vergisi gibi bir defalık vergiler yürürlüğe girmişti. Ancak durgunluk içindeki ekonomi vergi artışlarını içeren daraltıcı maliye politikası nedeniyle daha da daralmıştı. Ayrıca enflasyonist ortamda aşınan kamu gelirleri nedeniyle dönem sonunda maliye politikasının ekonomiyi yönlendirmedeki etkinliği kaybolmuştu.

Yeniden "BORÇ ÇIKMAZI"

İç borç çıkmazı (1980-2001)

1980 yılında sadece 700 bin TL düzeyindeki iç borç stoku, on yıl içinde 57 milyon TL'ye ve 2001 yılında da 122,2 milyar TL düzeyine çıkmıştı. Söz konusu zaman aralığında yüksek bütçe açıkları, yüksek faiz dışı açık, seçim ekonomisi ve enflasyonist baskıların etkisiyle özellikle 1983, 1994, 1996, 1999 ve 2001 yıllarında iç borç stokunda ani artışlar görülmüştü.

1980 sonrası uzun yıllar bütçede faiz dışı fazla elde edilmesine çalışılmış ancak 1991-1993 yılları arasında bütçe açıklarından borç faiz ödemeleri çıkarılsa dahi bütçe yine açık vermişti. 1995-2000 yıllarında ise faiz dışı fazla elde edilmesine rağmen yüksek enflasyonun tetiklediği yüksek reel faizler açık-borç-faiz kısırdöngüsü yaratmıştı. Bu kısırdöngüyü aşabilmek için devletin sağlam gelir kaynaklarına sahip olması ve risk primini düşürmek için de enflasyonun düşürülmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştı. Ama bu amaca ulaşmak için bir yol haritası çizilmemişti.

Krize giden yıllarda uzun vadeli iç borcun toplam iç borç stoku içindeki payı giderek azalmış, kısa vadelilerin payı stokun içinde önemli bir yer edinmişti. Hazine iç borç stoku 1992 yılına kadar 7-8 aylık ortalama vadeye sahip olmuştu. 1994 krizinde ortalama vade 5 aya inmiş ve giderek kısalan iç borç vadesi ile yükselen reel faizler sonucunda devlete borç verecek tasarruf sahipleri devletin borçlarını geri ödeyebileceği konusunda endişe duymaya başlamışlardı.

1994 krizi sonrası kısalan vadelerin yanında DİBS'lerin faiz oranları yükselmişti. Bu durum rekor düzeydeki reel faizleri beraberinde getirmişti. Piyasaya ihraç edilen alternatif senetler arasında DİBS'lerin yüksek reel faiz getirisi sunmasının maliyeti, bütçeden ödenen faiz harcamalarını artırmıştı.

1998-2000 yıllarında iç borç stokunun vadesi uzasa da 2001 krizinde acil finansman ihtiyacı için başvurulan kısa vadeli borçlarla iç borç stokunun vade yapısında değişiklik ortaya çıkmıştı.

DİBS ortalama bileşik faiz oranının yüzde 120'nin üzerinde seyrettiği yılların ardından 2000-2001 krizleri yaşanmıştı. Hazine 1994-2001 arası yüzde 100'ün üzerinde faiz vererek enflasyonu besleyen bir sürecin aktörü olmuştu.

Hazine 1985 yılından sonra ihale yöntemine geçmiş, iç borçlanma belli bir takvime bağlanmıştı. Bankacılık kesimi de birincil piyasada DİBS'lerin en önemli alıcısı olmaya devam etmişti. 1999 yılında DİBS'lerin satışında aracılık edecek olan sektörün önde gelen bankalarıyla oluşan piyasa yapıcılığı sistemi yürürlüğe girmiş ve bu sistem sayesinde DİBS'lerin sahipliğinde bankaların payı artmaya devam etmişti.

Sonuç itibariyle 1990'lardan sonra dışarıdan borçlanma yerine iç borçlanmanın ikame edilmesi ve kriz yıllarında GSYH artış hızında yaşanan düşüşler stokun yükünü artıran unsurlar olmuştu (Bakınız grafikler).

Dış borç çıkmazı (1980-2001)

Türkiye'nin toplam dış borç stokunun üç önemli unsuru vardır: Kamu sektörü, özel sektör ve TCMB. Kamu sektörü içinde de en borçlu olanı merkezi yönetimdir.

1990'ların ortalarına kadar toplam dış borç stokunun önemli bir kısmı, son yıllarda payı düşmekle beraber kamu veya kamuya ait kuruluşların borçlarından oluşmuştu. İlerleyen yıllarda kamu sektörünün dış borç stokundaki payı azalmış, aslında kamu sektörü dışarıdan borçlanmak yerine daha çok iç borçlanma yoluna gitmiş, toplam dış borç stokunun en önemli unsuru özel sektör olmuştu.

Toplam dış borç stoku 1990, 1993, 2000 yıllarında bir önceki yıla oranla yüzde 20 civarında ani artışlar göstermiş, dış borçlar mutlak ve GSYH'ye oran olarak büyümüştü. Bu ani artışlara o yıllarda çoğunlukla özel sektör dış borç stokundaki artış neden olmuştu.

1987'den itibaren finansal serbestleşmenin tamamlanmasıyla artan kamu sektörü dış borçlarının alacaklı profilinde ağırlık Resmi Alacaklılarda olmuştu. 2000 yılına doğru IMF ile Güçlü Ekonomiye Geçiş programı çerçevesinde imzalanan Stand-by anlaşmasının sağladığı dış borç girişi sonucunda kamu sektörünün dış borç alacaklısı olarak Uluslararası Kuruluşların payı yükselişe geçmişti.

Dış borç stokunun en önemli kırılganlık göstergelerinden olan Dış Borç Servisi / İhracat ile Brüt Dış Borç Stoku / İhracat, ihracat gelirlerinin brüt dış borç stoku üzerindeki uzun dönemli etkileri konusunda bilgi veren bir ölçüttür. Buradan alınamayan olumlu sinyaller, Türkiye'nin kredibilitesini düşürerek dışarıdan borçlanma olanaklarını kısıtlamış ya da yeni borçlanmalar daha maliyetli hale gelmişti.

Dış borçlanmanın faiz koşulları ülkenin kredibilitesine ve uzun dönemde uluslararası piyasalardaki eğilimlere bağlı olmuş ve 1980-1985 yılları arasında faiz ödemesi anapara ödemesinin üzerinde seyretmişti. Sonuçta brüt dış borç stokunun GSYH'ye oranı 1989'da yüzde 30'lardan artarak 1994'te yüzde 40'e ulaşmış iken 2001 yılına kadar tırmanış göstermiş ve yüzde 57'ye çıkmıştı (Bakınız grafikler).

Binhan Elif Yılmaz / T24

1 Kasım 2023 Çarşamba

Rüşvet çarkı örtülüyor + MİT raporunda bu skandallar var mı? - Timur Soykan / BİRGÜN

 

Rüşvet çarkı örtülüyor 

HSK, İstanbul Anadolu Başsavcısı İsmail Uçar’ın anlattığı rüşvet çarkına ilişkin incelemeyi sadece bir hakimle sınırlandırdı. HSK “Bizim yetkimizde” diyerek savcılığın soruşturmasını engelledi.

İstanbul Anadolu Başsavcısı İsmail Uçar, 6 Ekim 2023 günü Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na gönderdiği yazıda, kendisinin yönettiği dünyanın en büyük adliyesindeki rüşvet çarkını anlatmıştı.

Başsavcı İsmail Uçar, yargı içinde çete ve çetecikler oluştuğunu, bunlar temizlenmezse devletin, toplumun çürüyeceğini ifade etmişti.

Başsavcı İsmail Uçar, İstanbul Anadolu 4. Sulh Ceza Hâkimi Sidar Demiroğlu’nun, uyuşturucu kaçakçılarını, silahlı soyguncuları, yasa dışı bahis baronlarını sadece günler içinde tahliye ettiği kararları tek tek sıralamıştı.

Başsavcı, habere erişim engeli kararlarının para karşılığında verildiğini de iddia etmişti.

Ayrıca İsmail Uçar, İstanbul Anadolu Adliyesi’nde Adalet Komisyonu Başkanı olan Bekir Altun’un, şaibeli tahliye kararlarına imza atan Hâkim Sidar Demiroğlu’nun Anadolu 21. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başkan olarak atanmasını sağladığını ifade etmişti.

KOMİSYON BAŞKANI HAKKINDA İDDİALAR

Bekir Altun’a yönelik iddialar bununla sınırlı değildi. İsmail Uçar’ın iddiasına göre; Bekir Altun, hâkimlere, hukuk dışı kararlar vermeleri için baskı yapıyor, buna boyun eğmeyen yargı mensuplarını görevden almakla tehdit ediyordu.

Atatürk ve laiklik düşmanı Fatih Tezcan’ın denetimli serbestlikten faydalanması için iki infaz hâkiminden Ankara’daki mahkemenin kararını değiştirmesini istemiş, bunu kabul etmeyen hakimlerin görevden alınmasını sağlamıştı.

İş insanı Metin Güneş’in gayri resmi ortağı Necat Gülseven hakkında beraat kararı verilmesi için hâkimi de tehdit etmişti.

Metin Güneş ile davalık olan Can Tanrıyar’ın İstanbul Çağlayan’daki dosyasında istenen karar verilmeyince “Dosyayı Anadolu’ya gönderin, ben hallederim” diyerek devreye girmişti.

Başsavcının dilekçesinde benzer çok sayıda iddia vardı. 7 yıl boyunca İstanbul Anadolu Adliyesi’nde Adalet Komisyonu Başkanlığı yapan Bekir Altun, Eylül ayında İstanbul Çağlayan Adliyesi’ne Adalet Komisyonu Başkanı olarak atanmıştı. Bu konudaki haberlerimizin hepsine Bekir Altun, erişim engeli ve içerikten çıkartma kararları aldırdı.

Bu sırada Sidar Demiroğlu ve Bekir Altun HSK’ye dilekçeler yazarak İsmail Uçar hakkında iddialarda bulundu.

İsmail Uçar’ın kendisi hakkındaki suçlamalarını yalanlayan Hâkim Sidar Demiroğlu, tahliye kararlarının doğru olduğunu savundu. Mal varlığının araştırılmasını istedi ve kendisinin sulh ceza hâkimi olarak atanması için İsmail Uçar’ın referans olduğunu söyledi.

İDDİA: BOŞANMA DAVASINA MÜDAHALE ETTİ

Gazete Duvar muhabiri Can Bursalı’nın haberine göre; Sidar Demiroğlu, 27 Ekim tarihinde HSK’ye bir dilekçe daha göndererek İsmail Uçar hakkında suçlamalarda bulundu.

Özetle şu iddiaları gündeme getirdi:

• İsmail Uçar, Avukat E.T. ile eşi T.T. arasındaki boşanma davasına müdahale etti. T.T.’nin telefonunda boşanma davasında delil olarak görüntü ve deliller vardı. Başsavcının yönlendirmesiyle uyduruk bir soruşturma açıldı ve T.T.’nin evine savcılık kararıyla gidilip telefona el koyuldu. Deliller yok edildi.

• CHP İstanbul Milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi’nin, eşinin belediye başkanı olduğu Ataşehir’de bir güzellik merkezini mühürlettiği iddia edildi. İsmail Uçar, İlgezdi aleyhindeki haberlerin erişime engellenmesini benden istedi. Bu talebi reddettim.

Sidar Demiroğlu, ayrıca şu soruları dilekçesine yazdı:

• İş insanlarının özel uçaklarına kaç defa ve niçin binmiştir?

• Yurt dışına kimlerle gitmiş ve masrafları kim tarafından karşılanmıştır?

• Kimlerin özel localarında maç izlemiştir?

‘DEVLETİ YÖNETENLERE OPERASYON’

Can Bursalı, Gazete Duvar’daki bir başka haberinde ise İstanbul Adalet Komisyonu Başkanı Bekir Altun’un HSK’ye gönderdiği dilekçe vardı. Bekir Altun’da İsmail Uçar’a özetle şu suçlamaları yöneltmişti:

• İsmail Uçar, Adalet Komisyonu toplantılarına katılmadı, kendi yerine Başsavcıvekili imza attı.

• Asansörün kendi odasının bulunduğu katta durmaması için düğme söktürdü.

• Cezaevlerinden sorumlu başsavcıvekilini kendisini cezaevinde karşılamadığı için görevden aldı.

• Adliyede korku imparatorluğu tesis etti.

• Necat Gülseven’e beraat verilmesi için baskı yaptığım iddia edilen hakim FETÖ iltisaklıdır.

• (İsmail Uçar’ın yazısının) Kişisel hezeyan, kişisel hırslar ve yıllardır içinde barındırdığı kıskançlık hisleriyle motive olan ama daha tehlikelisi başka mihrakların amacına hizmet etmek için kaleme alındığı anlaşılmaktadır.

• Dilekçe okunduğunda amacın daha derin bir organizasyon içerisinde öncelikle yargı camiasını ve yargı camiası nezdinde devleti yönetenlere karşı kasıtlı, planlı ve hunhar bir operasyon olduğu hususunu takdirlerinize arz ederim.

HEPSİ MAKAMINDA OTURUYOR

Yargı dünyasında suçlamalar yağarken herkes koltuğunda oturmaya devam etti. Murat Ağırel’in haberine göre; HSK, Bekir Altun hakkında soruşturma açmadı, sadece hakim Sidar Demiroğlu hakkında soruşturma açıldı. HSK’nin Anadolu Adliyesi’ne gönderdiği üç müfettiş, İsmail Uçar ve başsavcıvekillerinin tanık olarak bilgilerine başvurdu.

Hakim ve savcıların soruşturması HSK tarafından yapılabiliyor yani Anadolu Başsavcılığı’nın yetkisinde değil. Ancak İsmail Uçar’ın HSK’ye yazdığı dilekçeden hemen sonra İstanbul Anadolu Başsavcılığı, hakim ve savcı olmayan rüşvet çarkındaki avukat, bürokrat, iş insanı ve bunun gibi şüpheliler hakkında soruşturma başlatmıştı. Bu soruşturma rüşvet çarkının ortaya çıkarılması için kilit bir önemdeydi.

Son gelişme; HSK, kendi yetki alanında olduğunu belirterek İstanbul Anadolu Başsavcılığı’nın rüşvet çarkıyla ilgili soruşturmasını durdurdu. Böylece rüşvet çarkı soruşturması şimdilik sadece Sidar Demiroğlu ile sınırlı kaldı. Büyük skandal, erişim engelli, içerik kaldırma, gizli ellerin ördüğü koruma zırhlarıyla örtülüyor. Yargı ile birlikte devlet çürüyor.

İstanbul Anadolu Başsavcısı İsmail Uçar’ın yönettiği adliyede Sidar Demiroğlu, 21. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olarak görev yapıyor. Bekir Altun, İstanbul Çağlayan’da Adalet Komisyonu Başkanlığı koltuğunda oturmaya devam ediyor.

ÇÜRÜMENİN BAŞLADIĞI YER

Bu sırada Hatay Milletvekili Can Atalay, Anayasa Mahkemesi’nin kesin kararına karşın Çağlayan’daki İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tahliye edilmiyor. Aslında çürüme tam da buradan başlıyor. Siyasi iktidarın talimatına girmiş yargı hızla çürüyor. Yasa dışı emirlere boyun eğen yargıda birileri kirli işlerine kendilerine hak görüyor. Suçlular kurtuluyor, masumlar adaletsizliğe mahkûm ediliyor.

                                                                     /././

 MİT raporunda bu skandallar var mı? 

Yargının çürüdüğünü herkes biliyor. Bunun için MİT raporuna gerek yok. Elbette Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunları biliyor. Yargı ve devlet siyasi kararlarla çürütüldü ve çürümeye devam ediyor.

T24’te Tolga Şardan çok çarpıcı bir habere imza attı. Tolga Şardan’ın haberine göre; Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), İstanbul Anadolu Başsavcısı İsmail Uçar’ın HSK’ye gönderdiği rüşvet çarkı yazısından kısa süre önce yargıdaki çürümeyi anlatan bir raporu Cumhurbaşkanlığı’na sundu. Raporda 5-6 yıldır büyük kentlerdeki adliyelerde yaşanan skandal kararlar, işlemler ve uygulamalar anlatıldı.

İstanbul ve Ankara’da onlarca emsal dosyanın mercek altına alındığı iddia ediliyor. Tolga Şardan bu kararlarda imzası olan yargı mensuplarının yanı sıra dosya takipçilerinin isim isim raporda anlatıldığını yazdı. Ayrıca para karşılığında verilen erişim engellenmesi kararlarının yanı sıra hukuk dışı tahliye ve tutuklama kararları veren yargı mensupları da belirlendi.

MERKEZDE BAKIRKÖY ADLİYESİ VAR

Tolga Şardan, yargıdaki çürüme iddialarının merkezinde İstanbul Bakırköy Adliyesi’nin bulunduğunu yazdı. Buna göre; MİT, Bakırköy Adliyesi’ndeki incelemelerde önemli ve ilginç bulgulara ulaştı. Özellikle uyuşturucu kaçakçılarının, ikametlerini, iş yerlerini, şirketlerini Bakırköy Adliyesi’nin sorumluluk bölgelerine taşıdığı belirlendi. Böylelikle soruşturmalar Bakırköy Adliyesi’nde açılıyor ve istedikleri kararları burada aldırabiliyorlardı. Yani tahliye oluyorlardı. Raporda Bakırköy Adliyesi’nde görevli kimi savcı ve hâkimlerin parasal ilişkileri konusunda MİT’in tespitler yaptığı iddia edildi.

Bu noktada daha önce kaleme aldığımız Bakırköy Adliyesi’ndeki skandalları hatırlatmak gerekiyor. Baronlar Savaşı kitabında ve BirGün gazetesindeki yazımda duruşma kaydının silindiği skandalı anlatmıştım.

SİLİNEN DURUŞMA KAYDI

2014 yılında uyuşturucu baronu oldukları iddia edilen Orhan Ünğan ve İranlı Naji Sharifi Zindaşti arasında bir savaş başlamıştı. Zindaşti’nin kızı ve şoförünün İstanbul Büyükçekmece’de öldürülmesiyle ilgili Orhan Ünğan tutuklanmış ve Bakırköy Adliyesi’nde 4 yıl tutuklu yargılanmıştı. Üç kez tahliye edilmiş ama bu karar üst mahkeme tarafından üç kez kaldırılmıştı. Bu dava sürerken Zindaşti’ye operasyon yapıldı ve tutuklandı. Ancak Zindaşti, İstanbul Çağlayan’da görevli hakim Cevdet Özcan tarafından 6 ay sonra tahliye edildi. Hakim Cevdet Özcan’ın rüşvet aldığı ve tahliye için Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Burhan Kuzu’nun baskı yaptığı iddia edildi.

Orhan Ünğan, tutuklu yargılanırken 7 Nisan 2019 tarihinde İstanbul Bağdat Caddesi’nde kardeşi İlhan Ünğan öldürüldü. Bu cinayetten sonra 21 Haziran 2019 günü yapılan duruşmada Orhan Ünğan’ın Bakırköy Adliyesi’ni yönetenler hakkında çok ağır suçlamalarda bulundu.

İddiaya göre; Bakırköy Adliyesi’nin eski Adalet Komisyonu Başkanı Ramazan Karaman’ın avukatlarına verdiği bilgiler olduğunu belirterek şunları söyledi:

“Yargıda örgütlenmiş bir çete var. Bu çetenin adı ‘İstanbul Grubu.’ FETÖ gitti, bunlar geldi. Tahliye edilmemem için Bakırköy Adliyesi’ni yönetenler Zindaşti’den milyonlarca dolar rüşvet aldı. Beni burada tutuklu bırakan kardeşimin öldürülmesinden sorumludur.”

Orhan Ünğan duruşmada çok sayıda isim sıralamıştı.

Ancak SEGBİS ile kaydedilen bu duruşmanın kaydı skandal bir şekilde kayboldu. Ses  sisteminin arızalandığı söylendi. Ancak bir sonraki duruşma Orhan Ünğan bu kayıtların üzerine program yüklenerek kasıtlı silindiğine dair bilirkişi raporunu mahkemeye sundu. Orhan Ünğan kısa süre sonra bu davada beraat etti. Zindaşti’nin kızı ve şoförünün cinayeti faili meçhul kaldı. 

ADALET KOMİSYONU BAŞKANI, ÇETEYİ ANLATTI

Silinen duruşmadan önce yaşananları ise İsmail Saymaz ‘Baronlar Savaşı Yargıya Sıçradı’ başlığıyla yayınlanan haberinden öğrendik.

Orhan Ünğan tutukluyken suç duyurusunda bulunmuş, Burhan Kuzu’nun talimatıyla Bakırköy Adalet Komisyonu Başkanı Recep Karaman ve Bakırköy Başsavcıvekili Zülkarneyn Kısık’ın yargı mensuplarına baskı yaptığını iddia etmişti. Aynı günlerde Türkiye’ye giriş yapan ve Orhan Ünğan ile bağlantılı olduğu öne sürülen iki kişi üzerinden Ramazan Karaman ve Zülkarneyn Kısık’ın adresleri çıktı. İki yargı mensubuna ‘Orhan Ünğan sizi öldürecek’ haberi ulaştı.

Recep Karaman bunun üzerine Orhan Ünğan’ın avukatını görüşmeye çağırmıştı. Ramazan Karaman, Orhan Ünğan’ın avukatına tahliyeyi kendilerinin değil, iktidar yanlısı hakim, savcı, avukat ve emniyetçilerden oluşan İstanbul Grubu’nun engellediğini anlattı. Burhan Kuzu ile birlikte İstanbul Grubu’nun adamı diyerek suçladığı Bakırköy Başsavcısı Sırrı Topluyıldız’ın hakim ve savcılara baskı yaptığını savundu. Avukata bu bilgileri Orhan Ünğan’a aktarmasını söyledi. Bunun üzerine Orhan Ünğan silinen duruşmadaki konuşmayı yapmıştı.

‘MAFYAYA BİZİ HEDEF GÖSTERDİLER’

Bu arada savcı ve polisin içinde bulunduğu üç kişi cezaevindeki Orhan Ünğan’ı ziyaret etti. Ziyaretçilerden biri Orhan Ünğan’a “Başsavcı Sırrı Topluyıldız’ın hiçbir suçu yok. Tahliyeni Karaman ve Kısık engelledi” dedi.

Bu bilgi Ramazan Karaman ve Bakırköy Başsavcıvekili Zülkarneyn Kısık’a ulaştı ve iki yargı mensubu Hakimler ve Savcılar Kurulu’na 1 Kasım 2019’da yani tam 4 yıl önce dilekçe vererek yaşadıklarını anlattı. İsmail Saymaz’ın yayımladığı dilekçede o dönem İstanbul Başsavcıvekili olan Hasan Yılmaz ile Bakırköy Başsavcısı Sırrı Topluyıldız’ı suçladılar.

Hasan Yılmaz’ın Orhan Ünğan’ı cezaevinden ziyaret ederek kendilerini hedef gösterdiğini iddia ettiler. Kısık şöyle yazdı: “… mafya liderinin husumetini bize yöneltmesini, bizi hedef göstermeleri nedeniyle ihbarda bulunma mecburiyetinde kaldım.”

Bu olayda adı geçenler:

Burhan Kuzu: 4 yıl önce bugün koronavirüs nedeniyle öldü.

Zülkarneyn Kısık: Burhan Kuzu’dan 25 gün sonra koronavirüsten öldü.

Hasan Yılmaz: Adalet Bakan Yardımcısı oldu.

Sırrı Topluyıldız: Yargıtay üyesi olarak atandı.

Cevdet Özcan: Zindaşti’nin skandal tahliyesinden 5 yıl sonra meslekten ihraç edildi.

Ramazan Karaman: Tenzili rütbeyle İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi’ne atandı.

Orhan Ünğan: Tahliye oldu.

Zindaşti: Skandal tahliyeden sonra yurt dışına kaçtı.

Acaba Cumhurbaşkanlığı’na sunulan MİT raporunda bu skandallar yer alıyor mu? Daha doğrusu bunun için MİT raporuna ihtiyaç var mı? Yargının çürüdüğü herkesin bildiği bir sır. Elbette Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunları biliyor. Yargı ve devlet siyasi kararlarla çürütüldü ve çürüme devam ediyor.

Timur Soykan / BİRGÜN