19 Kasım 2023 Pazar

soL (DOSYA) - 19/KASIM/2023 -

Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal Cumhuriyeti anlattı: ‘1'incisi nasıl kurulduysa 3'üncüsü de öyle kurulacak’(soL)

Bağlar Semt Evi’nde Eskişehirlilerle bir araya gelen Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal, Cumhuriyetin kuruluşunda ve yıkılışında sermayenin rolünü anlattı.

Akademisyen, yazar Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal, Bağlar Semt Evi’nde “Cumhuriyetin kuruluşunda ve yıkılışında sermayenin rolü” başlıklı söyleşide Eskişehirlilerle bir araya geldi. Bu konu, aynı zamanda Önal’ın Gelenek dergisinin son sayısında “Cumhuriyetin ölümü kimin çıkarınaydı?” başlıklı makalesinin de konusuydu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarından AKP’li yıllara kadar, 1923 Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılmasının ekonomi-politik arka planını işlediği kapsamlı söyleşide Önal’ın konuşmasında öne çıkan başlıklar şöyle:

‘Osmanlı’nın parçaları pazarlaştı’

Osmanlı’da iç pazarın gelişkin olmadığını ancak Osmanlı’nın parçalarının pazarlaşmış olduğunu vurgulayan Nevzat Evrim Önal,“İzmir’den içeri giren demir yolu çevresi İngiliz sömürgesi. Almanlar Bağdat demiryolunu inşa ediyorlar. Fransızlar Çukurova havzasındaki demiryolu hatlarını kontrol ediyorlar. Bu durum savaş bittikten sonra paylaşımın kimler arasında olacağını da gösteriyor” dedi.

Cumhuriyet Devrimi’nin en önemli kazanımlarından birinin TEKEL fabrikaları olduğunu belirten Önal, Duyun-u Umumiye’nin Osmanlı’daki rolüne de değindi. 

‘Taşra esnafı Anadolu’da kim mülksüzleştirilmişse onun malına çöktü’

Kemalistlerin Anadolu’daki Müslüman toprak sahibi eşrafla ilişkilendiğini söyleyen Önal, Kemalistlerin bir maddi zenginliğe yaslanmaları gerektiği için bu adımı attığını söyledi. Bu eşrafın Anadolu’da mülksüzleştirilenlerin malına çöktüğünü söyleyen Önal şunları kaydetti: “Taşra esnafı bütün bu süreçte Anadolu’da kim mülksüzleştirilmişse onun malına çöktü. Ermeniler tehcir edildi, Ermeni malına çöktüler. Rumlar mübadele edildi Rum malına çöktüler. Yıllar geçecek, 6-7 Eylül olacak, İstanbul Rum ve Yahudileri kaçacak onların malına çökecekler. Türkiye Müslüman burjuvazisinin tipik yöntemidir bu.”

Sözlerine Eskişehir’in Mihalıççık ilçesinde yetişen, bölgedeki Ermenilerin mallarına çökerek zenginleşen toprak ve un fabrikası sahibi Emin Sazak’ı örnek göstererek devam eden Önal, Sazak’ın toprak reformunun “Devletin 50 dönümü aşan topraklara el koyması” maddesinin tartışılması sırasında söylediği şu sözleri hatırlattı: “Ben köyde karısı öleni tekrar evlendiririm, öküzü ölene öküz alırım. Ama siz şimdi öyle bir prensip söylüyorsunuz ki bu toprak reformuyla ilgili, yarın öbür gün şehirdeki amele de sizin apartman dairenizin bir odasını ister.”

1950’lerin sonuna doğru gelinirken emperyalist sermayenin Türkiye’den ve Türkiye’deki kentli sanayi sermayesinin beklentilerinin üst üste düştüğünü ve Demokrat Parti’nin bu beklentilerin karşısında inatla “kır”ı kayırmaya devam ettiğini söyleyen Nevzat Evrim Önal, emperyalizmin Türkiye’den beklentisinin Arjantin benzeri bağımlı bir sanayi ülkesi olması olduğunu söyledi. 

Kamu teşebbüslerinin sermaye kâr etsin diye zarar ettirildiğini belirten Önal şunları söyledi: “Sümerbank zarar ediyordu ki Sümerbank’ın ucuza sattığı kumaşla Kiğılı, Halit Narin kâr etsin.” 

Nevzat Evrim Önal ayrıca Devlet Planlama Teşkilatı’nın burjuvaziye kaynak yaratma teşkilatı görevi gördüğünü vurguladı. 

‘NATO’ya girmekten ağır bağımsızlık kaybı var mı?’

Laiklik ve bağımsızlık gibi değerlerin Türkiye burjuvazisi açısından ayak bağı olduğunu ise şu sözlerle açıkladı Önal: “Laiklik denen şey Türkiye sermayesine daha 1970’lerde çoktan bir aya bağı olmuştu. Bağımsızlık Türkiye burjuvazisi açısından 1950’lerde ayak bağı haline geldi. NATO’ya girmekten ağır bağımsızlık kaybı var mı?”

24 Ocak kararlarını sonuna kadar uygulamak özelinde genel olarak Türkiye’de devletçiliğin sonunu getiren partinin AKP olduğunu belirten Önal, bağımsızlık ve laikliğin ortadan kaldıranın da AKP olduğunu söyledi ve devletçilik, laiklik ve bağımsızlık gibi değerlerin düzen partilerinde artık savunulmadığını belirtti. 

‘Birinci Cumhuriyet nasıl kurulduysa, üçüncüsü de öyle kurulacak’

Yeni bir cumhuriyet kurulması gerektiğini söyleyerek sunumunu sonlandıran Önal şunları kaydetti: “Birinci Cumhuriyet bütün çelişkileri ve bütün güzellikleriyle yıkıldı. Dolayısıyla gidip kurtaracağımız bir şey yok. Birinci nasıl kurulduysa, üçüncüsü de öyle kurulacak. Üçüncü diyorum çünkü ikincisi bir karşı-devrim süreciydi. Karşı-devrim için bir kitleye ihtiyaç yoktur ancak devrim için her zaman bir kitleye ihtiyaç vardır. Biz bunu peşindeyiz Türkiye Komünist Partisi olarak. Bunun peşinden gidebilmek için de Birinci Cumhuriyet’in değerlerini kıymetli bulan, bir yandan da olup biten konusunda aklı açık olan insanlarla bir araya gelmeye, yoldaş olmaya çalışıyoruz.”

                                                                   /././


Enkazdan dekor, acıdan film olur mu?(CEMALİ COŞKUNIRMAK-SOL/KÜLTÜR)

Doğru konumlanan sanat toplumsal bir trajediyi istismar etmez, sorun yaşayanlara sahip çıkar, acıların aşılmasına hatta muhataplarına yönelik bir öfkeye dönüşmesine vesile olmaya çalışır.

                              Roma Açık Şehir filmi,Yönetmen Roberto Rossellini 

Son günlerde önce Hatay’da çekimlerine başlanılan “Şahsi Meselemiz” filmi daha sonra da İnönü Üniversitesi tarafından düzenleneceği duyurulan “Deprem Öyküleri” yarışması kamuoyunda ciddi tepki topladı. Filmin yapımcılarının ve öykü yarışmasını düzenleyenlerin iktidar ile olan dolaylı ilişkisi biriken haklı öfkenin temel unsuruydu. Bununla birlikte ortaya konan tepkiler çeşitlilik gösterdi: kimi “günlerce bölgeye yardım gelmemesini, Kızılay’ın nasıl çadır sattığını anlatacak mısınız” diye sorarak filmin niyetini ve gerçekçiliğini sorguladı, kimi “üzerinden para kazanmadığınız bir acılarımız kalmıştı” sitemi ile fırsatçılığa, her şeyin para uğruna suistimal edilmesine karşı sesini yükseltti, kimileri de işi bir adım ileri götürerek “acıdan film malzemesi çıkarmaya, binlerce insanın altında öldüğü enkazları dekor olarak kullanmaya utanmıyor musunuz”, “acıların edebiyat üzerinden yatıştırılması vicdana sığmaz” gibi sanat ve toplumsal trajedi ilişkisine dair daha incelikli bir tartışma gerektiren tepkiler gösterdiler. Sanat ve toplumsal trajedi ilişkisini ele alan soğukkanlı bir tartışma, doğru bir yerden doğan ve “çoğu” yerinde olan bu tepkilerin, yanlış bir noktaya evrilmesini önlemek adına gerekli ve yararlı olacaktır.

O zaman tartışmaya yazının başlığındaki sorumuzu hatırlatıp yanıt vererek başlayalım:

Enkazdan dekor, acıdan film olur mu?

Evet olur hatta olmalıdır. 

Peki nasıl?

Yıl 1945, yer İtalya. Nazi işgaline karşı kazanılan zorlu zaferin üzerinden henüz 5 ay geçmişken, daha sonra İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımının ilk örneği sayılacak Roma Açık Şehir filmi, akımın öncülerinden Roberto Rossellini’nin yönetmenliğinde izleyiciyle buluştu. Filmin senaryosu yazılırken Roma'daki işgal ve direniş hâlâ sürüyordu, hatta filmin çekimleri başladığında da işgal tam sona ermemişti. Bu nedenle bazı çekimler kameralar gizlenerek ve sessiz olarak yapılmıştı. 

Bu filmden yola çıkarak “herkesin ailesini, sevdiklerini kaybettiği, bütün kentin felaket bir yıkıma uğradığı bu dönemde, daha sonucu belli bile olmayan bir savaş ve direniş devam ederken film senaryosu yazan, daha sonra bombalarla yok edilmiş bir kenti filmine dekor olarak kullanan Rosellini, neden fırsatçı bir alçak olarak değil de sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri olarak anılıyor” sorusunu sormak bugün yaşananlara doğru tepkiyi gösterebilmek adına önemlidir.

İlk bakışta filmi besleyen temel olaylar, yıkımın yaşandığı kentlerin durumu, insanların yaşanmışlıkları ve duyguları gibi noktalar nedeniyle Şahsi Meselemiz ve Roma Açık Şehir filmleri birbirlerine benziyormuş gibi görünse de aslında iki uç noktada birbirinin karşısında duran, zıt filmlerdir bunlar.

Bu temel zıtlığın kaynağında filmlerin yaşanan toplumsal trajedi ve bundan etkilenen insanlar ile kurduğu ilişki var. Bir tarafta dışardanlık, fırsatçılık ve halk düşmanı başka bir anlatı yaratarak doğal bir felaketin toplumsal bir felakete dönüşmesine neden olan temel problemlerin üstünün örtülmesi amacı kendini açıkça hissettirirken, diğer yanda Nazilerle ve işbirlikçi İtalyan hükümetiyle mücadele eden partizanlardan taraf olan Rosellini ve arkadaşları var. Roma Açık Şehir filminde görev alanların çoğu başından beri sürecin içinde olan, işgale karşı direnişe bizzat katılmış insanlardı. Yıkımların ve ölümlerin arasında bir yandan direnirken bir yandan da senaryo yazan, film çekmeye çalışan bu büyük insanlar ne fırsatçıydılar ne de duygusuz. Amaçları, bir daha yaşanmasın diye yaşananları bütün gerçekliği ile aydınlatmak ve kimin faşistlerden yana kimin halktan yana olduğunu tarihe not düşmekti. Zaten omuz omuza oldukları insanların kollarına girdiler, büyük bir yıkımın gölgesindeki memleketlerine sanat ile sahip çıktılar ve çok zorlu şartlarda acının en iyi filmlerinden birini yapmayı başardılar.

Doğru konumlanan sanat toplumsal bir trajediyi istismar etmez, sorun yaşayanlara sahip çıkar, acıların aşılmasına hatta muhataplarına yönelik bir öfkeye dönüşmesine vesile olmaya çalışır. Bunları başarabilen sanatçılara ve üretimlerine halk da sahip çıkar, tarih de.

Bugün eğer birileri çıkıp sanat kılıfıyla halkın acılarını sömürerek, yaşananların üzerini örtmek amacıyla gerçekliğe müdahale etmeye kalkıyorsa, buna karşı verilebilecek en iyi cevaplardan biri kuşkusuz halkın ve halktan yana sanatçıların sahneye çıkarak kendi filmlerini, öykülerini yaratması olacaktır.

                                                                     /././

Gazzeli Mahmut'la Türkiye'den Filistin'e bakmak: 'Bir yolunu bulacağız, seviyoruz Filistin'i' (Özkan Öztaş-soL/Söyleşi)

Mahmut genç bir hekim. Yeni mezun ve uzmanlığına başlamak üzere. "Çocuk cerrahı olacağım" diyor. Ailesi Gazze'de sıkışmış durumda. Ama umutlu. "75 yıldır direniyoruz. Her şeye rağmen umutluyuz" diyor.

7 Ekim tarihinden bu yana İsrail'le Filistin arasında yaşanan savaşı izleyen Mahmut, Arapça kanalları takip ediyor. Bir kulağı hep bilgisayarındaki seste. Haber kanalında Arapça altyazılar geçiyor bir yandan. 

Genç bir hekim Mahmut. Gazze'de doğmuş. Üniversiteyi Türkiye'de okumuş ve şimdi uzmanlığına başlayacak. "Bir kaç aya kalmaz başlar uzmanlığım. Çocuk cerrahı olmak istiyorum" diyor. Filistin'de bir çocuk olmak zor, bir de büyüyüp çocuklara bakıyor olmak. Mahmut zor olanı seçmiş. 

Mahmut'la Filistin üzerine sohbet etmeye başlıyoruz. Ortak isimler, tanıdıklar, filmler ya da şarkılar konu oluyor önce sohbetimize. Sormaya dilim varmıyor ama yine de korka korka soruyorum "Sizinkiler nasıl?" diye. 

"İyiydi en son görüştüğümde. Ama sürekli haber alamıyoruz. Gazze'ye sıkışmış durumdalar. Gazze'nin kuzeyindeler. Bazen ekmek bazen ise su bulamadıkları günler oluyor. Babamı birkaç yıl önce kaybetmiştim zaten. Kanser hastasıydı. İsrail kemoterapi almasına izin vermediği için erken kaybettik. Annem ise mücadelenin içinde. Her Filistinli gibi. Kardeşlerim de öyle. Aklım yüreğim onlarla" diyor. Derken bir yandan yere bakıyor, diğer yandan inatçı bir gülümseme beliriyor gözlerinde. 

Genç bir hekim Mahmut. Gazze'de doğmuş. Türkiye'den Gazze'de yaşananları takip etmeye çalışıyor. Ailesi ise Gazze'nin kuzeyine sıkışmış durumda. "Sürekli haber alamıyorum." diyor

'Çünkü biz mücadeleciyiz'

"Ailem Filistin mücadelesinin her aşamasında yer aldı. Babam, annem, kardeşlerim, dedelerim. Filistin'de mücadeleci olmayan kimse yoktur. Şimdi mesela Batı medyası bize terörist diyor. Bunu demeleri çok kolay çünkü onlar için mücadele eden her Filistinli terörist. E bizde de 7'den 77'ye herkes mücadeleci. (Bunu söylerken gülümsüyor) Katlettikleri her çocuğa terörist gözüyle bakıyorlar. Katletmek istiyorlar çünkü biliyorlar. Filistin özgür olana kadar bu mücadele devam edecek. Çünkü biz mücadeleciyiz" diyor Mahmut.

10 yılı bulmuş Türkiye'ye gelişi. Üniversite öncesinde de sınava hazırlanmış. Çok başarılı bir lise öğrencisiyken Almanya'dan, Ürdün'den ve Mısır'dan teklifler gelmiş. "Ben Türkiye'de okumak istedim" diye anlatıyor üniversite sürecini. Kutu gibi bir evde misafir ediyor bizi. Evin her yerinde Filistin'den bir iz var. Fotoğraflar ve anılar...

Bunları anlatırken bir yandan da çocukluk fotoğraflarını gösteriyor. Parmağı babasını gösterirken de "Hukukçuydu babam. Hatta Filistin Anayasasının hazırlanmasına katkı sunanlar arasındaydı. Müsteşarlık da yaptı vekillik de. Belediyede de görev aldı. Filistin mücadelesinin her aşamasında yer aldı. Eğitim hayatımı ona borçluyum. Sadece bana olan desteği için değil. Aynı zamanda verdiği ilham için. Babam sınava gideceği gün İsrail ile çatışmadaymış. Yaralanmış. Hocaları 'Necib'in sınav kağıdında kan izleri vardı. Buna rağmen başarılı bir kağıt vermişti. Geçti sınavdan' diye anlatırlardı" diyor babasını heyecanla anlatırken. 

'Kimsenin duygusal tepkisine ihtiyacımız yok. Dayanışma zamanı bugün. Cesur ve rasyonel olunmalı'

Mahmut aynı zamanda Filistin konusundaki duygusal yaklaşımlara da tepki gösteriyor. "Bir yanda ölen çocukların videoları, diğer yanda bunlara ağlayan insanlar vs. Buna gerek yok. Gerçekten gerek yok. 75 yıldır yaşanıyor bu acılar. Dayanışma bunun ötesinde bir şey. Tüm dünyada kim nerede olursa olsun tepki göstermeli buna. Ses çıkarmalı. Protesto etmeli. Aydınlar, sanatçılar, öğrenciler 'Bir Filistin var' diyebilmeli. Bize kimsenin acımasına ihtiyacımız yok. Buradaki yakın arkadaşlarım da soruyor merak ediyor. Hepsi sağolsunlar. Ama gerçekten buna değil, başka bir şeye ihtiyacı var Filistinlilerin" diye anlatıyor ve ekliyor: "Cesur ve rasyonel olunmalı. Biz dün değil. 75 yıldır direniyoruz. 75 yıl, üzerine 40 gün daha ekleyin şimdi. Evet yıkım büyük. Ama umudumuz diri." 

'Topraklarını sattılar diyen bilim insanları bir yanda, İsrail destekçisi gazeteciler diğer yanda'

Sohbetimiz uzuyor. Hem konuşacak çok şey var hem de öfkesi büyüyor konuştukça Mahmut'un. Kalkıp bir kahve koyuyor hemen cezveye. Evin içini kakule kokusu sarıyor. "Filistin kahvesi abi bu. Oradan getirmiştim" diyor ve bir yandan anlatmaya devam ediyor kahveyi karıştırırken: 

"Mesela bu 'Filistinliler topraklarını sattı' diyen bilim insanları. İsrail'e destek sunan gazeteciler. Şimdi isimlerini vermeyeyim ama bu yazıya denk geleni olursa kendileriyle konuşmak isterim. Kimmiş bu topraklarını satanlar? Mesela hepsi madem sattı toprağını o zaman neyin savaşı bu? Kimse bir şey hak iddia edemezdi öyle olsaydı.

Satılmış olsa bile’ dahi bir şey yoktur. Zira bir ulusun-devletin toprağı satılarak başka bir ülkeye devir edilmez, bir ülke toprak satın alarak sınırlarını genişletemez. Topraklarının bütünlüğü o ulus-devlete aittir, bir ülke içinde satış olsa dahi bütünlük en nihayetinde o ülkede kalıcıdır.

O yüzden; belge ve oranları kanıtlarla göstermeden büyük propagandadan ibarettir bu söylenenler.
II. Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası, Polonya ve Batı ülkelerinden kaçıp Filistin’e ilk geldikleri zaman Yahudiler bize sığınmacı olarak gelip ‘İşkencelerden kurtulmak üzere size (Filistin ve Filistin halkına) sığındık’ pankartları astılar gemilerine. Elbet sığınacakları yer verildi, sağlık kontrolleri yapıldı ve ihtiyaçları giderildi her alanda. 

İsrail'e destek sunan gazeteciler diğer bir konu. Direnişi Hamas'la eşitleyenler. Bunlar gerçekten çok kötü şeyler. Ama biz alışığız. Kosova'da, Bosna'da Ukrayna'da da benzer dezenformasyonlar yapıldı. Gördüğüm kadarıyla Türkiye'de yaşayanlar alenen İsrail destekçiliği yapanlara şaşırdılar. Biz alıştık artık. Şaşırmıyoruz böyle şeylere" diyor. 

'Gazze'de doğdum. Ama Batı Şeria'yı hiç görmedim'

Filistin'e yönelik ablukanın tam olarak anlaşılmadığını ifade ediyor Mahmut. "Mesela ben Filistin pasaportuna sahibim. Bundan dolayı hiçbir zaman gidemeyeceğim yerler var. Batı Şeria'yı hiç görmedim. Orası benim topraklarım. Annemden dinledim hep oranın hikayelerini. Mesela bak. Bu boynumdaki Filistin haritası olan kolye oradan geldi bana. Çocukken. Dayım getirmiş sınırdan. Hatta kontrol noktasından geçerken üzerinde bulunduğu için tutuklanmış bir süre. Annem Türkiye'ye geleceğim zaman bunu çıkarıp boynuma taktı. 'Bu toprakları hiçbir zaman unutma. Mücadelemiz çok uzun çünkü' dedi. 

Biz hep yanımızda bunları bulundururuz. Ama bulunması yasak. İsrail askerleri bunları görürse sorun çıkarıyor. Mesela bu Filistin haritası olan işleme. Mezuniyet hediyem. Kimisine bilgisayar telefon hediye edilir mezun olunca. Bana Filistin haritası geldi" diyor. 

İsrail'in Filistinlilere yaptığı zulüm sadece savaşlarda akla geliyor diye dertleniyor diğer yandan Mahmut. "Türkiye'den konu çok vicdani bir noktadan ilerliyor. Bu çok kıymetli ama asla yeterli değil. Mesela ölen çocuklar için herkes üzülüyor. Kadınlar için de öyle. İyi ama direnen erkekler vicdanın konusu değil mi? Ya geride kalanlar? İlaca, suya, ekmeğe ulaşamayanlar. Biz kendi kıyılarımızda balık dahi avlayamıyoruz. Mesela biliyor musunuz? Refah Sınır Kapısı'ndan normal şartlarda günde 500-600 TIR geçerdi Gazze'ye. Kıyafetten ev eşyasına, gıdadan kırtasiye malzemesine kadar her şey oradan gelirdi. Orada İsrail yönetimi kişi sayısına bağlı kalori hesabı yapıyor. Ekmek ve su stoklanmasın diye insan sayısına oranla günlük kalori hesabını geçen gıdanın nakliyesine müsaade etmiyorlar. Yani normal şartlarda şu an direnenlerin 2 günlük ekmeği dahi yok. Yaşanan kıyımı da direnişi de bu şekilde düşünmelisiniz. 

İsrail, İsrail pasaportu taşıyan Filistinlilerin Arapça konuşmasına, Arapça eğitim almasına, herhangi bir Filistin ikonuna, hatta içinde Filistinli bir yazarın yazısının olduğu gazeteyi taşımalarına dahi izin vermiyor. Ve tüm dünya bunun karşısında susup beklememizi istiyor. Bu insani değil" diye anlatıyor. 

Bu kumaşa işlenen Filistin haritasını ailesi mezuniyet hediyesi olarak yollamış Mahmut'a Filistin'den. Parmağıyla işaret gösterirken "Bak burası tam Gazze. Buranın kuzeyinde bizimkiler" diyor. Sonra eli haritanın sağına kayıyor. "Burası da Batı Şeria. Şeria nehrinin kıyısı. Ürdün sınırı. İşte bu nehirden denize kadar özgür olacak Filistin" diyor 

'Bu yıkım çok büyük. Ama İsrail için sonun başlangıcı olacak'

Bir kulağı bilgisayarında açık olan Arapça kanalda Mahmut'un. "Bunlar da çok iyi değil ama yapacak bir şey yok. En azından sürekli canlı yayın veriyorlar" diyor. 

"Ne olacak peki bu işin sonu?" diye sorunca yüzünün ifadesi değişiyor. Gözleri müjdeli bir haber almış gibi. "Bu kadar büyük bir karşı saldırıyı kimse beklemiyordu açıkçası. Ankara'dan Gazze'yi izlemek çok zor. Ama ailem bana bir şey öğretti. Tüm Filistinlilerin ailesi bunu öğretir çocuklarına. En kötü zamanda dahi umut büyür. Bunu biliyoruz. 

Mesela şimdi düşünün. Kocaman İsrail değil mi? Dünyanın en teknolojik 4. ordusu diyorlar. Hadi diyelim ilk sırada Amerika; hadi ikincisi Rusya, üçüncüsü de Çin olsun. Ne oldu İngiltere'ye? Fransa ya da İtalya'dan daha mı güçlü İsrail ordusu? Diyorlar ki Dünyanın en güçlü ilk 10 ordusundan biri İsrail. Bu kabul etmiş olalım. Ne oldu? Gazze'de yaşayan insanlara kalori kotası dahi koyan İsrail'e Amerikan donanmaları savaş uçağı gemileri yardıma gitti. 

Gazze'yi düşünün. Gözünüzde canlandırın. Tüm Ankara'da, Gazze dediğimiz yer ODTÜ kadar bir alanı kaplıyor. İşte o kadarcık. Ve orada normal şartlarda 2,4 milyon insan yaşıyordu. Şimdi hala 700 bin civarında insan var. Normal şartlarda yüz ölçümüne bakıldığında dünyanın en kalabalık şehridir Gazze. Çünkü çok az bir alana çok kalabalık bir insan birikti. İşte İsrail bu ufacık alanı dize getiremedi bir türlü. Teslim alamıyorlar halkımızı.

Bunu İsrail halkı da fark etti. Nasıl ki Filistin direnişi Hamas'a indirgenemeyecek bir geçmişse sahipse İsrail'i de siyonistlerle sınırlamayın. Netanyahu'ya tepki gösteren yüz binlerce İsrailli var. Tüm yaşananlar bence sonun başlangıcı. Dünyanın en teknolojik 4. en güçlü 10. ordusu denilen bir silahlı güç bir halkı teslim alamıyor. Bu yüzden de yakıp yıkıyorlar. Bu onların güçlü olduğunu değil çaresizce saldırganlaştığını gösterir. 

75 yıldır direniyoruz. Halkımız çok yoruldu. Ama en karamsar zamanlarda Mahmut Derviş'in şiirinden bir dize ayakta tutuyor beni. 'Ve biz eğer bir yolunu bulabilirsek hayatı seviyoruz' diyor şair. Evet bir yolunu bulacağız. Çünkü Filistin'i seviyoruz" sözleriyle anlatıyor Mahmut, Türkiye'den Filistin'e bakmayı ve umudu diri tutmayı. 

Kahvemiz bitti. Sohbetimiz ise yarım kaldı. Türkiye'deki Filistin'e destek eylemlerine baktık bir süre. "Burada ben de vardım" dedi, "Kuğulu Park'tan İsrail Büyükelçilik Konutu'na uzanan insanlık zincirinde."

Genç bir hekim olan Mahmut uzmanlığını bitirince insanlığa faydalı olacak bir emeğin içine girecek. Bunun hayallerini kuruyor şimdi. Masasında TIP fakültesi kitapları, duvarında Filistin Bayrağı... İnsanlığın bir borcu var Filistin'e. Mahmut da karşılıksız bırakmamak niyetinde bu çabayı. 

                                                                   /././

Erdoğan’ın Berlin ziyareti: Ortak çıkarlar görüş ayrılıklarından çok daha güçlü (Haluk Arıcan-soL/Analiz)

''Karşılıklı atışmalar sürerken, ilişkilerin temelini sermayenin çıkarları ağırlıklı olarak da kârları belirliyor''

Cuma günü AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan, Federal Şansölye (başbakan) Olaf Scholz’un davetlisi olarak Berlin’e geldi. Yarım gün süren ziyaret, son günlerde Almanya’da süren en tartışmalı dış siyaset başlıklarından biri oldu.

Scholz iki yıl önce şansölye seçildikten sonra Türkiye’yi ziyaret etmiş ve orada (artık başbakan olmadığı için) yürütmenin başı olarak Erdoğan’ı Almanya’ya davet etmişti. Bundan dolayı davet, protokol ziyareti olarak değil (öyle olsaydı Alman Cumhurbaşkanının davet etmesi gerekiyordu), siyasi ilişkilere odaklanan bir iş gezisi olarak belirlenmişti.

Ziyaret tarihi, bir kez ertelendikten sonra, Gazze’deki savaştan önce 17 Kasım olarak netleştirilmişti.

Erdoğan’ın kısa ziyareti süresince 2 bin 800 polis görevlendirilirken, ABD başkanları ve İsrail başbakanları gibi sınırlı sayıdaki resmi konuk için uygulanan birinci derece güvenlik önlemlerinin, Erdoğan için de uygulandığı ve bunun resmi makamlar tarafından vurgulandığını belirtmek gerekiyor. Kentin ana merkezleri ziyaret süresince trafiğe kapatılırken, gösterilere de izin verilmedi.

Daha önce alışık olunduğu üzere AKP’li Cumhurbaşkanına yönelik büyük protesto gösteri de bu sefer düzenlenmedi. Bu durum Alman makamlarının engellemesinden çok, seçimlere bel bağlayan Türkiye kökenli muhaliflerin yılgınlaşmasından kaynaklanıyordu. 

Görüş ayrılığı var ama skandal yok

Alman siyaseti için normalde Erdoğan’ın ziyaretleri geçmişte de zorlu geçmişti. Bu seferki kısa ziyaretin, Erdoğan’ın İsrail ve Hamas’la ilgili geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamalar nedeniyle daha da zorlu geçeceği, genel olarak her görüşten siyasetçi tarafından kabul ediliyordu.

Alman medyası ve siyaset çevrelerinde, Erdoğan'ın İsrail’i terör devleti ve faşist  olarak niteleyip soykırımla suçlarken, Hamas’ı özgürlük savaşçıları olarak nitelemesi, ziyaret öncesi yoğun tepkilere yol açtı.

Azınlıkta kalan kimi yorumcular, İsrail başlığının Alman devleti ve siyaseti için, tartışılamaz ‘’Yüce Devlet Çıkar’’ı (Staatsräson) olduğu gerekçesiyle, bu çıkara zarar vermemek adına, ziyaretin iptal edilmesi gerektiğini sıklıkla dile getirdiler. Ana muhalefet partisi CDU da içinde olmak üzere diğer siyasi aktörler, ziyaretin iptal edilmesinin Almanya’nın çıkarlarına zarar vereceğini belirtiyorlardı. 

Bu kesime göre Şansölye Scholz, İsrail ve Hamas’la ilgili Erdoğan’a çok net ve gerekirse sert bir mesaj vermeli, ama bunu yaparken Erdoğan’ı provoke edip, bir siyasi skandala da yol açmamalıydı.

Akıl verme burada bittiği için, bunu nasıl uygulayacağını bulmak Scholz ve ekibine kalıyordu! Az sayıda ama düzenin bakış açısını yansıtan yorumda ise, Almanya’nın Erdoğan’ın söylediklerine değil uygulamalarına odaklanması gerektiğini vurgulanıyordu.

Erdoğan’ın savaşın başlangıcında oldukça temkinli bir dil kullandığı belirtilirken, Türkiye-İsrail arasında yoğunluğu sürekli artan ticaret ilişkilerine de işaret ediliyordu. Yerel seçimlerin yaklaştığı ve Erdoğan’ın bu süreçte geleneksel olarak sertleştiği de hatırlatılıyordu.

Beklentiler ve sonuçlar

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Şansölye Scholz arasında iki saate yakın süren görüşmede, birçok başlık gündeme alınırken hiçbir başlıkta ciddi bir gelişme olmadı. Zaten tarafların da böyle bir beklentisi yoktu.

İsrail-Filistin özelinde Ortadoğu, görüşmenin ana konularından biriydi. Bu başlıkta Erdoğan gidici olduğu düşünülen Netanyahu üzerinden İsrail’e yüklenirken, Filistin ve Müslüman dünyanın lideri rolü oynuyordu. Almanya açısından, Erdoğan’ın Hamas üzerindeki etkisi, İsrailli esirlerin kurtarılması olasılığı bağlamında önem kazanıyordu. Savaşın Ortadoğu’da yayılmasını (örneğin İran üzerinde baskı uygulayarak) önlemekte de Türkiye’nin rol oynayabileceği belirtiliyor.

Rusya-Ukrayna Savaşı da bir diğer önemli başlıktı. Savaşın uzaması Almanya ekonomisini hem dış ticarette hem de ülke içinde enflasyonun artması nedeniyle etkiliyor. Halkta artan huzursuzluk, özellikle sosyal demokrat ve Yeşillere olan desteği düşürüyor.

Almanya ve çoğu Avrupa Birliği üyesi ülkenin tersine Türkiye’nin bu ülkelerle bağlantıları nedeniyle, savaşı sonlandıracak görüşme diplomasisinin, en azından başlangıcında Erdoğan’ın önemli bir rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Karadeniz üzerinden Ukrayna tahılının taşınmasına Rusya’nın izin vermesi ise AB ve özellikle de Almanya’nın ucuz tahıla erişim nedeniyle talep ettikleri bir konu.

Taraflar arasındaki en önemli başlık ise hiç şüphesiz, AB ile Türkiye arasında 2016 yılında imzalanan Mülteci Anlaşması. ''Al parayı, tut göçmeni'' olarak özetlenebilecek anlaşma, pandemi bahanesiyle uygulanamaz hale geldi. Almanya’nın ''örnek'' bir anlaşma diye nitelendirdiği uzlaşma, AB ve özellikle Almanya’nın bu anlaşmanın diğer koşullarından olan Türkiye’den AB’ye seyahat etmek isteyenlere özellikle patronlara kolayca vize verilmesi düzenlemesini uygulanmaması nedeniyle son yıllarda işlemez hale geldi.

Mülteci anlaşması, Alman siyasetçilerin kabul ettikleri gibi, gerektiğinde ''Sınırları açarız, göçmenlerle siz uğraşın'' kozu, Erdoğan’ın AB ve Almanya konusunda elini çok güçlendiren bir faktör. Göçmenlerin Alman iç siyasetinin önemli gerilim noktalarından biri olduğu düşünüldüğünde, Erdoğan’ın bu blöfünü kabul ederek test etmeye cesaret edebilecek bir aktör yok. 

Gümrük Birliği Anlaşması’nın Türkiye lehine değiştirilmesi talebi, bu anlaşma genel olarak AB ve Almanya çıkarlarına olduğu için diğeri kadar ağırlığı olmasa bile karşı tarafın kozu.

Silah satışı ve EuroFighter savaş uçaklarının alımı ise Almanya tarafından kabul edilmediği gibi Türkiye’nin cidden bu savaş uçaklarını isteyip istemediği de tartışmalı.

Türkiye’de düşünce ve basın özgürlüğü sorunlarının Scholz tarafından gündeme getirebileceği umudu, Rusya’dan sonra Filistinle ilgili her tavrın Almanya’da kriminalize edildiği bir sırada en kullanışlı liberalin bile aklına gelmedi.

Almanya’nın doğrudan yatırımlarla Türkiye ekonomisinde oynadığı rol ve iki ülke arasındaki  ekonomik ilişkiler karşılıklı çıkarları belirleyen en önemli etmen.

Erdoğan’ın ziyaretinde Scholz, muhalefetin beklentisinin aksine, İsrail’e destek politikasını vurgularken, Erdoğan’ın tepki vereceği sert bir söylemden kaçındı. Erdoğan da İsrail’i eleştirirken, terör devleti ve faşist terimlerini kullanmadı.

Bazı yorumcular Scholz’un Türkiye ekonomik sıkıntılar içinde ve krediye ihtiyaç duyarken sahneyi Erdoğan’a bırakarak fırsat kaçırdığını ve Erdoğan’a Almanya tarafından dikkate alınan bir lider pozisyonu vererek, Erdoğan’ın elini güçlendirdiğini belirtiyorlardı. Pek dile getirilmese de Erdoğan’ın da Almanya içinde Türkiye kökenli destekçileri sayesinde huzursuzluk çıkaracak bir potansiyeli olduğunu biliniyor.

Bütün bu iç içe geçmiş sorunlar yumağında, Erdoğan’ın Almanya ziyaretinin neden kısa tutulduğu ve bir gün sonra iki ülke milli futbol takımlarının oynayacakları maçı Scholz’la birlikte neden izlemediğini de açıklıyor.

İran'ı göster Türkiye anlar

Erdoğan, Almanya’dan ayrılana kadar bir büyük sorun, skandal yaşanıp yaşanmayacağı kestirilemeyen ama büyük rahatsızlık veren bir konu olarak kaldı. Özellikle, zorunlu olmayan ama yapılacağı açıklanan ortak basın toplantısında Erdoğan’ın gelebilecek bir soruya ilişkileri bozacak bir yanıt verme olasılığı Alman diplomatları karar kara düşündürmüş olmalı.

Erdoğan’ın ziyaretinden bir gün önce Hamburg İslam Merkezi (HİM) ve bununla bağlantılı yedi eyalette bulunan 54 mekan, 8 yüz polis tarafından basıldı. Derneğin arkasında İran olduğu iddia edilirken, baskının gerekçesi olarak Lübnan’daki Hizbullah örgütüne destek verilmesi gösterildi.

Derneğin Türkiye ile bilinen bir bağlantısı gündeme gelmese de doğrudan Erdoğan’a bağlı olduğu belirtilen ve ajanlık yaptığı suçlamaları sıklıkla dile getirilen Diyanete bağlı DİTİB kurumu, kendisine bağlı (bilinen) 9 yüzden fazla cami derneği, binlerce çalışanı ve Türkiye’den gönderilen ''radikal'' imamlar başlıklarında uzun süredir Alman devletinin radarlarına takılmış durumda. 

DİTİB, İsrail ve Gazze konusunda temkinli davranmaya çalışsa da kendisine bağlı camilerin birinde yapılacak anti-semitik bir vaaz DİTİB’e, dolayısıyla da Erdoğan’ın Almanya’daki destekçilerini organize ettiği bu büyük yapıya ciddi zarar verebilir(di).

Bütün bunlardan dolayı HİM’e yapılan baskının hazırlıkları büyük bir olasılıkla çok uzun süredir planlanıyor olsa da baskın tarihinin Erdoğan'ın ziyaretinin bir gün öncesine denk getirilerek dolaylı ama anlaşılır bir mesaj verdikleri anlaşılıyor.

Sonuç olarak, Erdoğan’ın ziyaretine soğukkanlı bakan yorumcuların dediği gibi karşılıklı dış ticaret hacminin bütün sorunlara rağmen geçen yıl rekor bir seviyeye gelerek 51,6 milyar avroya ulaştığı bir zamanda karşılıklı atışmalar sürerken, ilişkilerin temelini sermayenin çıkarları ağırlıklı olarak da kârları belirliyor.

                                                                         /././

34. Ankara Film Festivali'nin ardından: 'Skandal' yok ama derin kriz sürüyor (Hakan Bulut-soL/Kültür)

İçinden geçilen süreçte “krizsiz” festival beklentisini bir kenara bırakmak, sorunların kaynağıyla yüzleşip, sadece “sansüre hayır” demekle geçiştirmeden sorunu ele almak gerekiyor.

34. Ankara Film Festivali’nin kapanış töreninde uzun metraj, belgesel ve kısa film yarışmalarının kazananları ve Vekam Ödülü’nü kazanan filmler açıklandı. Ulusal Uzun Film Yarışması’nda En İyi Film Ödülü Tunahan Kurt’un "Karganın Uykusu" filmine verilirken, En iyi Yönetmen ödülü "Kör Noktada" filmiyle Ayşe Polat’a, Mahmut Tali Öngören En İyi İlk Film Ödülü ise Umut Subaşı’nın yönettiği "Sanki Her Şey Biraz Felaket" filmine verildi.

Fırat Özeler’in yönettiği “Kavur” En İyi Belgesel, Vehbi Bozdağ’ın yönettiği "Kurbağalar" da En İyi Kısa Film Seçildi. VEKAM Ödülü'yse "Laf Aramızda Engürü Kahve" filmiyle Özlem Mengilibörü ve Can Mengilibörü’ye verildi.

Festivaldeki gösterim ve söyleşilere yoğun bir katılım oldu. Özellikle uzun metraj filmler kapalı gişe oynadı.

Altın Portakal sansürünün gölgesinde festival

34. Ankara Film Festivali, Antalya Altın Portakal Festivali’nde yaşanan sansür krizinin gölgesinde başlamak zorunda kaldı. Altın Portakal’da “Kanun Hükmü" belgeselinin Kültür Bakanlığı’nın talebiyle programdan çıkarılmasına tepki olarak birçok jüri üyesi ve filmlerin önemli bir kısmı festivalden çekilmişti. Bu filmlerden Ankara Film Festivali’ne başvurmuş olan toplamda beş film festivalden çekildi. Nehir Tuna'nın "Yurt", Cemil Ağacıkoğlu’nun "Son Hasat" ve Kıvanç Sezer’in "8×8" filmleri, festival seçkisi belli olduktan sonra “festival stratejisinde değişiklik” sebebiyle Ankara Film Festivali’nden çekildiklerini beyan ettiler. Bu değişikliğin sebebi, filmlerin ilk gösterimlerini İstanbul Film Festivali’nde yapmak istemeleri olarak yorumlandı. Altın Portakal ve İstanbul Film Festivali, Ankara Film Festivali'ne göre daha uzun süredir düzenlenen festivaller ve filmlerin gösterim haklarının satışı ve medyanın ilgisi açısından “podyuma çıkılan” festivaller olarak değerlendiriliyor.

Festivaller sadece halkın filmleri izleyip değerlendirdiği, tartıştığı, panel, söyleşi vb etkinlikleri yoğun bir şekilde takip edebildiği organizasyonlar olmaktan çıktığı ölçüde sanatın metalaşmasına hizmet eder hale geliyor. Bunun nedeni sanatın üretim ve paylaşım sürecinin metalaşmış olması ve kamusal desteklerin sansür ve baskı mekanizması olarak kullanılmasında yatıyor. Buradan çıkış, ancak bu metalaşma ve baskı mekanizmasına karşı daha örgütlü olmak ve bu mekanizmayı karşıya almakla mümkün.

İlk değil, son da olmayacak

Benzer krizler daha önce de hem Altın Portakal’da hem de İstanbul Film Festivali’nde yaşanmıştı. 2014 yılında gerçekleşen 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde belgesel dalında seçim yapan ön jüri, Gezi Direnişi'yle ilgili "Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek" adlı filmi yarışmaya değer bulmalarına rağmen festival yönetiminin filmi listeden çıkardığını duyurmuştu ve 11 jüri üyesi istifa etmişti. Sonrasında Ulusal Belgesel ve Kısa Film yarışmaları festivalden kaldırılmıştı. 2015 yılında, 34. İstanbul Film Festivali’nde “Bakur” filminin gösterimi daha önce talep edilmeyen “eser işletme belgesi” bahane edilerek Kültür Bakanlığı tarafından engellenmiş, Ankara Dilm Festivali başta olmak üzere festivaller aynı belgeyi başvuran belgesel filmlerden isteyerek bir nevi film gösterimlerinin engellenmesini kolaylaştırmıştı.

Ankara Film Festivali’nin “Aziz Nesin’li” tarihi

Tüm bu gelişmeler bir yana, Ankara Film Festivali’ni diğer festivallerden ayıran bir tarafı var. Festival ilk kez 1988 yılında Ankara Film Şenliği adıyla Mahmut Tali Öngören ve Aziz Nesin’in önderliğinde hayata geçiriliyor ve bir süre bu isimlerin katkısını almaya devam ediyor. Mahmut Tali Öngören; Ankara Film Festivali’ni “çölde lale” olarak tanımlıyor. Ankara Film Festivali böyle bir öneme sahip onlara göre. Aziz Nesin’in vefatından sonra festivalde Aziz Nesin adına her yıl bir isme “Aziz Nesin Emek Ödülü” veriliyor.

Ödülün bu yılki sahibi Nur Sürer oldu. 2007 yılında ismini ana sponsorundan alarak “Limak Ankara Film Festivali” olarak düzenlenen festival protesto edildi. Belgesel dalında birinciliğe layık ödül bulunamadığı için ikincilik ödülünü “X” filmiyle alan Özgür Arık, Nato için üsler inşa eden bir şirketin sponsor olmasını, şirketin isminin festivalin önüne geçmesini protesto ederek kendisine verilen ödülü almayı reddetti. Festival yönetimiyse durumu Limak’tan alınan sponsorluk bedelinin festival için kritik olduğunu, Limak Holding’in patronu Nihat Özdemir müzikal film sevdiği için müzikal filmler getirebildiklerini, Nihat Özdemir’in kızı Ebru Özdemir sinemayı çok sevdiği için bu katkıyı alabildiklerini söyleyerek kendilerini savunmuştu. Sonraki yıl Ankara Film Festivali sponsorluk krizi nedeniyle gerçekleştirilemedi.

'Sansüre Hayır' demek yetmez

Festivaller doğası gereği halkla buluştuğu, amacına uygun içerikle gücünü seyircisinden ve sanatçısından aldığı ölçüde başarılı oluyor. Bunu gerçekleştiremedikleri oranda başarısız olmaya mahkûmlar. İçinden geçilen süreçte “krizsiz” festival beklentisini bir kenara bırakmak, sorunların kaynağıyla yüzleşip, sadece “sansüre hayır” demekle geçiştirmeden sorunu ele almak gerekiyor.

(derleyen: mstfkrc)

                                                     


KISA KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 19 KASIM 2023 -


Erdoğan: Yüzde 50+1 değişmeli (soL)

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Almanya ziyaretinin dönüşünde uçakta açıklamalarda bulundu. İsrail'in Gazze'ye saldırılarıyla ilgili bir an önce ateşkesin sağlanmasını istediğini belirten Erdoğan, "Önceliğimiz ateşkesle birlikte kalıcı barışı tesis etmek olacak" dedi. Anayasa değişikliği mesajını da tekrarlayan Erdoğan, 'yüzde 50+1' sisteminin değiştirilmesini istediğini söyledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdogan-yuzde-501-degismeli-386766)

Erdoğan, kendi getirdiği 50+1'i değiştirebileceklerini söyledi, CHP'den tepki gecikmedi: Asıl hedefi anayasa (Sarp Sağkal-Cumhuriyet)

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendi getirdiği seçim yasasını değiştirme mesajına tepki geldi. CHP’li Murat Emir, “Anayasayı değiştirip daha düşük yüzdelerle seçilme derdine düştüler. Bu, ucube sistemin daha da geriye götürülmesidir” dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/erdogan-kendi-getirdigi-501i-degistirebileceklerini-soyledi-chpden-2142496)

Fahrettin Koca'nın hastanesine Ticaret Bakanlığı'ndan 5,9 milyon lira destek(soL)

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurucusu olduğu Medipol Hastanesi, Koca'nın bakanlık koltuğuna oturmasının ardından destek kapsamına alındı. CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in sorusunu yanıtlayan Ticaret Bakanı Ömer Bolat, Medipol Hastanesine bugüne kadar 5,9 milyon liralık destek sağlandığını açıkladı. Bakan Bolat, Turquality Destek Programı kapsamında ''sağlık turizmi markalaşma potansiyeline sahip olan'' Medipol Hastanesi'nin 27 Kasım 2019’de marka destek programına dahil edildiğini duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/fahrettin-kocanin-hastanesine-ticaret-bakanligindan-59-milyon-lira-destek-386772)

İstanbul’un bazı bölgelerinde sabah saatlerinde kar yağışı başladı. Ümraniye, Beykoz, Üsküdar ve Kartal bölgelerinin yüksek kesimlerinde yağış, aralıklarla devam ediyor. (https://www.birgun.net/haber/istanbul-da-kar-yagisi-basladi-484547)

Metin Uca son yolculuğuna uğurlandı (soL)

Geçirdiği trafik kazasının ardından yoğun bakıma kaldırılan ancak iki haftalık yaşam mücadelesini kaybeden yazar ve sunucu Metin Uca, son yolculuğuna uğurlandı.(https://haber.sol.org.tr/haber/metin-uca-son-yolculuguna-ugurlandi-386760)

Die Welt: Hamas finansal işlemlerini Türk bankaları üzerinden gerçekleştiriyor (soL)

Erdoğan’ın Berlin ziyaretinden sonra Almanya'da Hamas ile Türk bankaları arasındaki ilişkilerin sıralandığı bir haber yayımlandı.(https://haber.sol.org.tr/haber/die-welt-hamas-finansal-islemlerini-turk-bankalari-uzerinden-gerceklestiriyor-386774)

Mogan Gölü'nde çevre katliamı: Kuşların yuvasıydı moloz mekanı oldu(soL)

Ankara'nın Gölbaşı İlçesi'ndeki Mogan Gölü'nün çevresine yüzlerce kamyon inşaat atığının döküldüğü tespit edildi. Aynı zamanda Gençlik ve Spor Bakanlığı'na ait halı sahaların yapımı sürecinde ortaya çıkan moloz ve plastik atıkların da gölün sazlık alanlarına atıldığı görüldü. (ABB 9 Kasım'a kadar mühlet vermişlerdi ancak ortada değişen bir şey yok) Ankara'nın yerel gazetelerinden Solfasol'dan Mehmet Onur Yılmaz ve Aykut Alyanak'ın yaptığı habere göre, Mogan Gölü'nün etrafında yüzlerce kamyon inşaat atığının göl yatağına döküldüğü fark edildi. Yapılan haber ve çağrıların ardından Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı Mavi Masa ekipleri sorunla ilgilendiklerini ve yüklenici firmaya 9 Kasım tarihine kadar molozların kaldırılması için mühlet verdiklerini belirtmişti. Ancak geçen süre zarfında herhangi bir adımın atılmadığı görülüyor. Mogan Gölü'nün hemen kenarında hayvan ve bitki popülasyonu açısından yaşamsal önemi olan alanlara dökülen moloz ve plastik atıklar, canlılar için riskler barındırıyor. 

(https://haber.sol.org.tr/haber/mogan-golunde-cevre-katliami-kuslarin-yuvasiydi-moloz-mekani-oldu-386756)

Polisten savcıya herkes işin içinde!(İsmail Arı-Birgün)
İş insanı Fehmi Öztürk’ün 50 milyon dolarlık mal varlığına çöküldü. Soylu’nun akrabası ile emniyet müdürü, “Parayla bu iş çözülür” dedi. Savcı sahte rapor hazırlatmakla suçlanırken polislere de para dağıtıldığı belirtildi.(https://www.birgun.net/haber/polisten-savciya-herkes-isin-icinde-484541)

Taliban yetkilisi camide vaaz verdi (Birgün)
                                       Taliban yetkilisi Köln’de DİTİB’e bağlı bir camide konferans verdi.

Üst düzey bir Taliban yetkilisi Köln’de DİTİB’e bağlı camide konferans verdi. Konferansın duyulması üzerine DİTİB ‘‘Konuşmacıdan haberimiz yoktu, şoke olduk’’ açıklaması yaptı. Almanya, ‘‘En güçlü şekilde kınıyoruz’’ dedi.(https://www.birgun.net/haber/taliban-yetkilisi-camide-vaaz-verdi-484552)

Tahsis edilen binalar mahkeme kararına rağmen iade edilmiyor! (Birgün)

Şişli Belediye Başkanı Muammer Keskin, Şişli’nin mallarını Şişli’ye kazandıracaklarını söyledi. Keskin, Şişli Belediyesi’ne ait olan ama önceki başkan Mustafa Sarıgül döneminde devredilen milyarlık arsaları, otoparkları ve reklam mecralarını, değerinin altında kiralanan varlıkları geri aldıklarını kaydetti. Gelinen aşama ile ilgili açıklamada bulunan Keskin, “Değeri 500 milyon doların üstünde olan taşınmazların Belediyemize devrine ilişkin lehimize olan mahkeme kararlarına rağmen, Şişli Meslek Yüksek Okulu, yargı kararlarına saygı göstermemekte, bu gayrimenkulleri Şişli Belediyesi’ne diğer bir ifade ile Şişli halkına iade etmesi gerekirken anayasal yükümlülüklerini yerine getirmemektedir. Yargı süreci son derece ağır bir şekilde ilerlemekte, geç gelen adalet adalet değildir ve her geçen gün Şişli halkının zararına olmaktadır” dedi. Keskin sözlerine şöyle devam etti: “Son olarak MYO avukatlarınca sulh görüşmesi teklif edilmiş, bu doğrultuda 31 Ekim 2023 tarihli Şişli Belediye Meclisi toplantısında, bana sulh görüşmesi yapma yetkisi verilmiştir. Sulh görüşmesi, hukuki bir tabir olup, karşı tarafın isteklerini kabul etme anlamına asla gelmediği gibi, alınan yetki bir imza yetkisi de değildir. Yapılacak olası sulh görüşmesinin her detayını hem Şişli Belediyesi Meclisi’ne hem de kamuoyuna tüm şeffaflığıyla açıklayacağım. Herkes bilsin ki Şişli’nin peşkeş çekilen tüm mallarını geri alana kadar mücadelemiz bitmeyecek.”

Keskin’in geri aldıklarını söyledikleri  gayrimenkuller ise şu şekilde:

•Her parseli 1 TL’den İstanbul Bilgi Üniversitesi’ne devredilmiş, yaklaşık değeri 20 milyon dolar olan taşınmazları dava süreci sonunda kamuya geri kazandırıldı.

•İlçede yer alan 785 araçlık 5 otopark, daha önce mafyanın kontrolüne geçmişti. Bu otoparklar, emniyete de intikal eden birçok tehdit, gasp, çalışanlara fiziksel saldırı ve müdahaleye rağmen, yürütülen büyük bir mücadele ve açılan davalar sonucu belediyeye geri kazandırılarak işletmeye açıldı.

•Yine Şişli Belediyesi’ne ait olan outdoor’lar mafyanın eline geçmişti. Otoparklarda olduğu gibi ciddi bir mücadele ile geri alındı ve belediyeye kazandırıldı.

•2019 öncesinde aylık 35.000 TL’ye kiraya verilen akaryakıt istasyonu, 25 Ağustos 2020 de sonuçlanan ihale ile 10 yıllık kira bedeli peşin alınmak suretiyle 30.500.000 TL + KDV bedelle kiraya verildi.

•Teşvikiye Mahallesi’nde bulunan ve önceleri sadece site sakinlerinin kullanabildiği 2.213 m2 üzerine kurulu yeşil alanı ve basketbol sahası; Prof. Dr. Muzaffer Gürakar Parkı adı ile kamuya kazandırıldı.

•Teşvikiye Mahallesi’nde atıl durumda bulunan arazi, komşuların talebi üzerine tenis kortu olarak yeniden düzenlerdi. 1.450 m2 alan üzerine inşa edilen tenis kortu, balon sistemi kullanılarak yapıldı. 600 m2 kortun yanında bir kadın, bir erkek tuvaleti ve duş alanları bulunuyor. Spor yapan komşuların, dinlenebilmesi ve hoşça vakit geçirebilmesi amacı ile bir de kafe hizmet veriyor.

•Kemerburgaz’daki atıl durumda olan asfalt fabrikası, teknoloji olarak yenileyerek, yeniden faaliyete geçirildi ve kamuya geri kazandırıldı. Saatte 90 ton üretim kapasitesine sahip olan bu fabrika, hem Şişli’nin hem de bölgedeki diğer ilçelerin asfalt ihtiyacını karşılıyor.

•Asfalt fabrikasının bünyesinde beton imalatı yapmak üzere Şişli Beton kuruldu.   Kentsel dönüşümün bir parçası olan beton imalatında Şişli Beton olarak, komşuların kentsel dönüşüm projelerinde en hızlı ve en kaliteli hizmeti alabilmeleri için önemli bir adım atıldı.

Bakan Alparslan Bayraktar: Nükleer santrallara ihtiyaç var (Mustafa Çakır-Cumhuriyet)

İktidar, Akkuyu dışında başka yerlere de nükleer santrallar yapmaya hazırlanıyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, Türkiye’nin uzun dönemli projeksiyonlarında 20 bin megavatın üzerinde nükleer santrala ihtiyacı olduğunu söyledi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/bakan-alparslan-bayraktar-nukleer-santrallara-ihtiyac-var-2142522)

‘Şerefi’ rencide edilmiş! (İsmail Arı-Birgün)
                       Büyüksoy’un (soldan ikinci) Bilal Erdoğan ile fotoğrafı bulunuyor. (Fotoğraf: BirGün)

Uyuşturucu operasyonunda yakalanıp polislere küfür eden TÜGVA yöneticisi Recai Büyüksoy kendisiyle ilgili habere yorum yapan avukatı yargılatıyor. Büyüksoy, “Onur, şeref ve saygınlığının rencide edildiğini” belirtti.(https://www.birgun.net/haber/serefi-rencide-edilmis-484286)

Cumartesi Anneleri Nihat Aydoğan’ın akıbetini sordu: Gözaltında kaybedildi, nüfusa ‘öldü’ kaydı yapıldı (Evrensel)

Galatasaray Meydanı’na tekrar kavuşan Cumartesi Anneleri, gözaltında kaybedilen ve baskı sonucu düzenlenen sahte belge ile nüfus idaresine “öldü” diye kaydedilen Nihat Aydoğan’ın akıbetini sordu.(https://www.evrensel.net/haber/503790)

Türkiye'de ikamet izniyle yaşayan sayısı 1 milyon 127 bin 38 (Evrensel)

Göç İdaresi Başkanlığı verilerine göre Türkiye'de ikamet izni ile yaşayanların sayısı 1 milyon 127 bin 38 oldu.

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı verilerine göre 9 Kasım itibarıyla, ikamet izni ile Türkiye'de bulunanların sayısı 1 milyon 127 bin 38 oldu. İkamet izni ile Türkiye'de bulunanların illere göre dağılımında ilk sıradaki İstanbul, 568 bin kişiye ev sahipliği yaptı. Türkiye'de ikamet izni ile bulunanların sayısında İstanbul'un ardından Antalya yer aldı. Antalya'da ikamet izni ile bulunanların sayısı 130 bin 994 olarak kayıtlara geçti. En fazla ikamet izni alınan kentlerden Ankara'da 71 bin 832, Bursa'da 51 bin 566, Mersin'de 41 bin 190, İzmir'de 24 bin 247, Muğla'da 22 bin 586 kişi yaşıyor. (RUSLAR İLK SIRADA) İkamet izni ile yaşayanlardan ilk sırayı Rusya vatandaşları aldı. Türkiye'de ikamet izni ile bulunan Rus sayısı 107 bin 392 olarak kayıtlara geçti. Rusların ardından 103 bin 861 Türkmenistan vatandaşı, 94 bin 370 Irak vatandaşı, 82 bin 489 Suriye vatandaşı, 79 bin 181 İran vatandaşı, 63 bin 803 Azerbaycan vatandaşı, 51 bin 941 Özbekistan vatandaşı, 43 bin 591 Afganistan vatandaşı, 42 bin 911 Kazakistan vatandaşı, 38 bin 443 Ukrayna vatandaşı ikamet izniyle Türkiye'de bulunuyor. (EN AZ YABANCININ YAŞADIĞI KENT DERSİM) Yabancıların en az ikamet izni aldığı kent Dersim oldu. 53 kişinin yaşadığı Dersim’in ardından, Muş'ta 81, Bayburt'ta 174, Ardahan'da 191 kişi ikamet izni ile bulunuyor. Bu yıl 673 bin 355'i kısa dönem, 140 bin 99'u öğrenci, 114 bin 282'si aile, 199 bin 302'si diğer ikamet izni ile Türkiye'de bulunuyor. Öğrenci ikamet izni ile Türkiye'deki yabancı sıralamasında İran vatandaşları, aile ikamet izni ile Türkiye'de bulunan ülke vatandaşlarından da Azerbaycan ilk sırada yer aldı. (18 YILDA, 179 BİNDEN 1 MİLYON 127 BİNE YÜKSELDİ) Türkiye'de ikamet izni ile bulunanların sayısı, 2005 yılında 178 bin 964'ten 2015 yılında 422 bin 895'e ulaştı. 2018 yılında 856 bin 470'e yükselen ikamet izni ile Türkiye'de bulunanların sayısı, 2019 yılında ilk kez 1 milyonu aşıp 1 milyon 101 bin 30 oldu. Bu sayı 2020'de 886 bin 653, 2021'de 1 milyon 314 bin 181, 2022'de 1 milyon 354 bin 94 olarak kayıtlara geçti. 19 Ocak 2023'te 1 milyon 335 bin 153 olarak kayıtlara geçen Türkiye'de ikamet izni ile bulunanların sayısı, 9 Kasım itibarıyla yüzde 15 azaldı. 208 bin 115 kişinin ayrılmasıyla bu rakam 1 milyon 127 bin 38'e geriledi. (26 BİN 386 KİŞİ ANTALYA'DAN AYRILDI) Pandemi ve Rusya-Ukrayna arasındaki savaş sonrası yoğun göç alan Antalya'da 19 Ocak'tan 9 Kasım'a ikamet izni ile bulunanların sayısı 26 bin 386 azaldı. 19 Ocak'ta 157 bin 575 ikamet izni ile Antalya'da yaşayanların sayısı 9 Kasım itibarıyla 130 bin 994'e düştü.

Belediye işçisi çöplükte kayboldu! Arama çalışması başlatıldı...(Cumhuriyet)

Kayseri’de Molu Düzenli Çöp Toplama ve Kompost Tesislerinde kaybolduğu iddia edilen işçi için arama çalışmaları başlatıldı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/belediye-iscisi-coplukte-kayboldu-arama-calismasi-baslatildi-2142526)

Din eğitimine girmeyen öğretmenlerin ücretleri kesilecek! (Yusuf Körükmez-Cumhuriyet)

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), ara tatilde Öğretmen Bilişim Ağı (ÖBA) üzerinden “Temel Eğitim ve Ortaöğretim Kurumlarında Din Eğitimi ve Öğretimi” videoları izlemeyen eğitim emekçilerinin ücretlerinin tamamının kesilmesi için harekete geçti.

Eğitim-Sen İzmir 2 No’lu Şube Başkanı Veysel Beyazadam, 19 Kasım 2023 saat 23.59’a kadar çevrimiçi yayımlanan seminerleri izleyen eğitimcilerin mesleki çalışma görevlerini tamamlamış sayılarak ücret alabileceğini, izlemeyen öğretmenlerin ise ücret almaya hak kazanamayacağını söyledi. Beyazadam,  “Yayınlanan seminer programın sonunda tüm branş öğretmenlerine din eğitimi yer alıyor. Bu anayasanın laiklik ilkesine aykırı. Ayrıca çevrimiçi olarak parça parça hazırlanan videoları izlemediğinizde, izlemediğiniz kısmını ücretli kesiliyordu. Biz, genel merkezimizin aldığı karar bu din eğitimi videolarını izlememe kararı aldık ve o dersin ücretinden feragat ettik. Bakanlık hemen yeni bir düzenlemeyle altı parça videoyu tek parça haline getirdi ve sonda olan din eğitimi ikinci sıraya aldı. Yani herhangi birini izlemediğinizde video eğitimini tamamlayamıyorsunuz ve hiçbir ücret de alamıyorsunuz. Bunlar öğretmen arkadaşlarımıza hakarettir, bunlar eğitim emekçilerine hakarettir. Bu şekilde, metazori bir biçimde yol alamazsınız. İdeolojik yaklaşım, dayatma var. Toplumun özellikle bu konuya eğilmeye, basını, aydınları, üniversite camiasını bu konuya eğilmeye, düşünmeye davet ediyoruz” dedi.

(derleyen: mstfkrc)


 



18 Kasım 2023 Cumartesi

Şeker Ali Bey - CEMİL FUAT HENDEK / soL-Kültür

soL yazarı Cemil Fuat Hendek'in "Ailemden Portreler" dizisi kapsamında kaleme aldığı bu otobiyografik öyküsü, daha önce Üvercinka dergisinde yayımlanmıştır.

Hayriye Hanım yine Ramazan öncesi telaşlardaydı. Şurada kaç gün kalmıştı ki? Annesinden gördüğü gibi, küçücük kavanozlarda da olsa bilmem kaç çeşit reçeli kaynatmak, kileri düzenlemek, evde şöyle bir genel temizlik falan. Ahşap evin üç katı arasında yukarıdaki yatak odasından bodrumdaki mutfağa koşuşturup duruyordu. O sırada kapının çıngırağını duydu. “Hay Allah!” Hep de böyle olurdu. Ne zaman ki yukarı katta ya da aşağıdaki mutfakta elinde bir iş olur, o zaman kapı çalınırdı. O saatte kim ola ki? Sucu olamazdı. O, eşekleriyle sabahın köründe dayanırdı kapıya. Seyyar satıcılarsa çoktan geçmişlerdi sokaktan. Ali Bey’in işi de muhtarlıkta bitmezdi o saatte. Kuzinede kaynamakta olan vişne reçeli tenceresini kaldırıp, kenara koydu. Yukarı koştu.

Kapıyı açtığında bayılacak gibi oldu. Düşmemek için kapının pervazına tutundu. Biraz mahzun, dumanlı bakışlı gözleri, onlarla çelişen, her an gülümsemeye hazır kıvrılmış dudakları, kocaman cüssesiyle kocasını gördü. İki metreye yakın boyu, neredeyse kapıdan geçemeyecek genişlikte omuzlarıyla bahriye zabiti, eski Osmanlı tulumbacısı Şeker Ali Bey’di gelen. Gepegenç, neredeyse onu ilk gördüğü haline dönüşmüş olarak duruyordu karşısında. Kafasını iyice yukarı kaldırıp, bir kez daha dikkatlice baktı bu mucizeye...

* * *

Görücü usulü evlenmişti Ali Bey’le. Önce annesinin ölümü, onun yasına dayanamayarak kederinden ölüveren babasının ardından üç kardeş birdenbire öksüz ve yetim kalmışlardı. Kendisinden küçük iki erkek kardeşten büyüğü sorun değildi. O, askeri ortaokulda yatılı okuyordu. Ya eski bir Osmanlı cariyesi olan büyükanneye saraydan çeyiz olarak verilen Cibali’deki iki kanatlı ahşap köşkte odadan odaya koşup azan, ele avuca gelmez en küçük? Ev idaresi, belli ki, birbiri arkasından gelen ölümlerle dengesi bozulmuş en küçük kardeşe hem annelik, hem babalık yapmak ona düşmüştü. Komşular, tanıdıklar tabii ki onlara kol kanat gerecekti. Nitekim gün geçmeden o doğrultuda bir şeyler yapmaya girişmemiş değildiler. Ne var ki, dökme suyla değirmenin dönmeyeceği kısa zamanda anlaşılacaktı. O yaşta bir genç kızı geceleri yalnız başına bırakmak bile sorunluydu.

Aslında çözüm için uzun uzadıya düşünmek de gerekmemiş, hemen  fikir birliğine varıp, “evlendirelim” demekte gecikmemişlerdi.

* * *

Hayriye Hanım Ali Bey’i bu karardan hemen birkaç gün sonra gördü. Arabuluculardan en az bir baş daha boylu, bir küçük dağ gibi kocaman, artist gibi yakışıklı dikilmişti karşısına. Damat adayının ona bakıp bakmadığı ise pek belli değildi. Sanki başka bir âlemdeydi. Tanıdıkların anlattığına göre, başından bir evlilik geçmiş, genç yaşta karısını kaybetmiş. Kederden kendini içkiye vurmuş bir dulmuş. Silah arkadaşları sonunda razı etmişler, “Seni evlendirelim, başını bağlayalım,” demişler, “Belki öylece kendini toparlarsın. Yoksa bu gidişle ordudan atılacaksın.” Hayriye Hanım’ı da, “Aslında çok mazbut, saygılı, altın kalpli bir insandır,” diye temin etmişler. Hep birlikte Ali Bey’e kefil olmuşlar. Yakışıklı, erkek güzeli bahriyeli Ali Bey’le, gençliğinden, saflığından, annesinden kalma saray terbiye ve nezaketinden başka bir şeyi olmayan, kısacık boylu, çirkin denebilecek Hayriye Hanım işte böylece evlenmişler.

* * *

Ali Bey söz verdiği gibi hemen sürekli içmeyi bıraktı. İçkiyi sadece bir kadeh rakıya indirgediği akşam sofrasıyla sınırladı. O sofrada, Hayriye Hanım’ın annesinden öğrendiği Osmanlı mutfağının nadide yemekleriyle Ali Bey’in, ada çamlıklarından “bunlar kuzu pirzolası” diyerek topladığı mantarlardan başlayarak özenle hazırladığı çeşit çeşit zeytinyağlı mezeler hiç eksik olmadı.

Evlilikleri öyle büyük bir aşkla başlamamıştı. Ama, karşılıklı saygı ve hoşgörüyle, sofraları gibi birbirlerini zenginleştirdikleri, ahengi giderek artan bir yaşam kurdular. Bir dizi ortak mutluluklar, sevinçler de yaşadılar. İlk çocuklarının, bukleli kumral güzeli kızlarının doğumu örneğin. Ardından, daha sonra bahriyeli olacak oğullarının dünyaya gelişi. Onun üsteğmen olarak Harbiye’den diploma alışı... Her terfiindeki merasimler...

Altmış beş yılı aşkın biraradalıkları boyunca, Hayriye Hanım onu yalnız bırakıp hayatından çekilene dek vazgeçmeyecekleri iki tane de ritüelleri oldu. Ali Bey’in erkenden kalkarak sobada kalmış közleri doldurduğu mangalda yavaş yavaş pişirdiği, karşılıklı höpürdeterek içtikleri bol köpüklü, az şekerli sabah kahveleri... Bir de her akşam yemeğinden sonra, cumbanın içindeki sedire yerleşip, zamanla yaprakları lime lime olan defteri birbirlerine vererek karşılıklı şarkı söylemeleri. “Biz Heybeli’de heer geceğee mehtabaaa çıkaardıık, mehtaba çıkağaardık. Sandallarımığıız neşe dolaar, zevke dalağardıığıık, zevke dalağaardıığıık...”

Yıllar içinde hiç değişmeyen bir şey daha vardı: Ali Bey’in gözlerindeki hüzünlü duman. Hüzünlü dediysek, yanlış anlaşılmasın. O her durumdan bir ironi çıkarmayı beceren, her an gülmeye ve çevresindekileri güldürmeye hazır biriydi. O haliyle en kötü durumlarda bile dengesini bozmaz, dünyaya boş verir gibi, “Bu da bir şey mi?” dercesine “Pöh!” der, elini sallar geçerdi.

Erkenden, binbaşı rütbesiyle emekli olmuştu. Ama yaşamaya devam ettikleri adanın en sevilen kişiliklerinden biri oldu. Adının başına “Şeker” lakabını taktılar. Çok uzun yıllar adaya muhtar yaptılar. O yıllarda adada olan Deniz Harp Okulu’ndaki ayrımsız tüm merasimlerde de onu şeref locasına oturtmayı ihmal etmediler.

* * *

Hayriye Hanım’ın büyülenmiş gibi baktığı adam anlamadığı bir şeyler söyledi. Uğuldayan kulaklarına yansıyan bu dili anlamıyordu ama yabancısı da değildi. Karşısında yirmi beş, otuz yıl önceki haliyle duran kocası Rumca bir şeyler söylüyordu ona. Anlamadığını görünce duraksayarak, aksanlı bir Türkçeyle tekrarladı adam: “Babami... Görmeya... Gelmizsim...”

Biraz da tedirgin, adamı içeri buyur etti. Kocasının hep kendi boyuna uygun duvara astığı ahizeli telefonun altına yerleştirdiği basamağa tırmanıp, santralı aradı. Muhtarlığa bağlanınca da vakit kaybetmeksizin, nezaketi bir yana bırakıp, karşılıklı dillerinden düşürmedikleri “lütfen”i, “sana zahmet, bana eziyet”i boş verip seslendi; “Huu, Şeker Ali Bey! Hiçbir şey sorma, hemen eve gel!”

* * *

Kötü bir şeyle karşılaşacağı kaygısıyla eve koşan Ali Bey, yıllar önce kaybettiği oğullarından birini buldu karşısında. Kırk yaşlarında, hani şu “şıp demiş, burnundan düşmüş” dedikleri derecede ona benzeyen bir oğul.

* * *

Ne kadar da sevmişti İrini’yi. Gözcü karakolu komutanı olarak tayin olduğu Marmara Adası’nda tanımıştı. “İlk bakışta” dedikleri büyük ve yakıcı bir aşkla birbirlerine bağlanmışlardı. O zamanlar subaylara yabancı kökenlilerle evlenme yasağı yoktu. Hemen evlenmiş, o görev bittikten sonra da İstanbul’a taşınmışlardı. İrini ardı ardına nur topu gibi iki oğlan doğurmuştu. Ama Ali Bey bahriyeliydi. Sonsuza dek İstanbul’da kalamazdı. Savaşlar da bitmek bilmiyordu. Nitekim, Birinci Balkan Savaşı’nda, Asar-ı Tevfik zırhlısındaki görevi bittikten kısa süre sonra, Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Yüzbaşı rütbesiyle Güverte Subayı olarak Mesudiye Zırhlısı’na binip gidecekti.

Savaş hali bu. Zırhlı battıktan sonra da, ondan kurtarılan toplarla kurulan Mesudiye Batarya’sında Çanakkale’de görev... Zafere karşın yenilgi... Ardından İstanbul’un işgali... Osmanlı Ordusu’nun terhis edilmesi... Sonunda silah arkadaşı, binbaşı Haşmet Bey ile birlikte kaçıp, Anadolu’daki harekete katılma kararı aldılar. Ama denizciydiler ya. Ele geçirdikleri bir filikayla geceleri kürek çekerek, gündüzleri saklanarak İzmit’e kadar gelebildiler. Ne yazık ki, oradan da Anadolu’ya geçmek mümkün değildi. Bütün yollar kesilmişti. İster istemez oradaki deniz birliğine gidip, tekmil verdiler. Neden sonra, Kemal’in muzaffer ordusuyla birlikte İstanbul’a dönmeleri mümkün olacaktı.

İstanbul’a dönüş sevinci anında yerini önce şaşkınlığa, ardından telaşa, en sonunda da derin bir hüzne bıraktı. Felaket tek başına gelmezmiş. Savaş ve işgal sırasında Büyük Fener Yangını’nı duymamış değillerdi. Ama çapını tam bilememiş, evlerinin de yanıp kül olacağını düşünememiş, belki düşünmek bile istememişti. Özel bir haber de gelmeyince... İşte şimdi evin yerinde yeller esiyordu. Kömürleşmiş sütunlarıyla kapkara bir hayalet gibi yükselen iskelete baka kaldı. Hemen yangının ardından gelen işgalde enkazı kaldırmaya bile yeltenen olmamıştı. Ya karısı, çocukları? Onlara bir şey olmuş muydu? Ortalıkta ne komşu kalmıştı, ne bir tanıdık. Telaşla orada oraya koştu, karakollara sordu.

Yangında tüm varını yoğunu kaybedenler bir yerlere sığınmış olmalılardı. Saray onlara yardım eli uzatmamış mıydı? Hem de bir bahriyeli ailesine. Kalbinde her an biraz daha büyüyen, artık göğsüne sığmaz halen gelen merak, korku, isyan duygularıyla köşeden bucağa, dudaktan kulağa sora sora, iz sürmeye çalıştı. Hiçbir sonuç alamadı. Fakat tam kolu kanadı kırılmış, son umut kıvılcımları da sönmüşken bir ipucu yakaladı. Soluğu Rum kilisesinde aldı. Papaz gitmişti, ama zangoç halen oradaydı. Karısını tanır mıydı acaba?

Tabii tanıyordu. Evet, yangın ertesinde bir sürü aile çoluk çocuk kiliseye sığınmışlardı. O da aralarındaydı. Oğullarına sarılarak gelişini anımsıyordu. Gidecek yerleri yoktu. Ailesi Marmara adasındaymış. Kim gidecek oralara. Ayrıca elde ne para var ne pul. “Papazımız çok iyi insandı” dedi zangoç, “Bilmem kaç yıl kaldı, yedi içti oğullarıyla birlikte kilisenin müştemilatında. Başka aileler de vardı. İrini temizliğe falan da yardım ederek borçlu kalmamaya çalıştı.”

İyi, güzel de, ya sonra? “Ha, sonra mı? Kemal’in ordusu savaşları kazanmış, Yunanlıları yenmiş. İzmir’den kaçabilen canını kurtarmış. Şimdi dönmüş, İstanbul’a doğru geliyormuş. ‘Türkler geliyor, bütün Rumları kesecekler’ diye bir dedikodu yayıldı ortalığa. Herkes başladı korkudan titremeye. Papaz da o telaşla İngilizlerle anlaşmış. Geri çekilirken, kiliseye sığınmış ne kadar ahali varsa sorgu sual etmeden zırhlıya doldurup götürdüler. Papaz da onlarla birlikte gitti. Ben direndim, gitmedim. Neme gerek? Benim vatanım aha bura. Burada doğmuşum. Babam, dedem, onun da dedesi burada doğmuş. Ama o zavallı, iki çocukla kadın başına ne yapabilirdi ki? Anlayacağın, işte böyle...”

Uzun yıllar süren hasretlikler, savaşlar, ölümler, batan gemiler... Hepsi bir yana... Elinde sıcacık bir aşkla sevdiği karısından, oğullarından tek bir iz kalmamıştı. Cüzdanında sakladığı, savaşın en çatışkılı günlerinde göğsünden çıkarıp uzun uzun seyrettiği fotoğraf da batan gemiyle Çanakkale’nin sularında yitip gitmişti. Ali Bey’in dünyası işte o gün yıkılmıştı. Hayata küsmüş, kendini içkiyle avutmaya girişmişti.

* * *

Yorgo biraz kırık bir Türkçeyle, biraz da Ali Bey’in çağırdığı Rum tanıdık yardımıyla anlatıp duruyordu. Annesi çok çabalamış geri dönmek için. Ama o yıllarda Türkiye ile Yunanistan’ın arası malum. Rumların Türkiye’ye gitmesi ne demek ola ki? Her iki ülke de tam tersini yapıyorlarmış. Türk kökenlileri Yunanistan’dan Türkiye’ye, Rumları da Türkiye’den Yunanistan’a göndermeye çalışıyor... Çalışma ne kelime, zorluyorlarmış. Küçük kardeş ne yazık ki, genç yaşta ölmüş. Annesi de maalesef, gelemeyecek kadar hastaymış. Ali Bey hem dinler, hem de büyülenmiş gibi Yorgo’nun getirdiği fotoğraftaki sevgilisine, oğullarına savaş günlerindeki gibi uzun uzun bakar, her bir ayrıntıyı tekrar tekrar dikkatle incelerken Hayriye Hanım merakını yenemedi. Uzanıp, yavaşça çekip aldı fotoğrafı elinden. Ve çok inceden, fakat hiç de gizlemeye çalışmadığı bir kıskançlıkla, “Ay, ne kadar da güzel kadınmış!” diye küçük bir çığlık atmaktan kendisini alamadı. Sonra da bilgece tekrarladı: “Böylesi felaketlerde eşya, ziynet, para, ıvır zıvır... Her şey zamanla yerine konuyor. Herkes aklının bir köşesine yerleştirmeli; bir daha asla yerine konamayacak tek servet vardır: Fotoğraflar. Yangında, afette ilk kurtarılması gereken fotoğraf albümüdür.” Fotoğrafı sözlerine uygun bir ihtimamla geri verdi Şeker Ali Bey’e.

* * *

Şeker Ali Bey’in gözlerinden silinmeyen hüzünlü duman işte o gün, oğluyla kucaklaştıktan sonra dağıldı.

CEMİL FUAT HENDEK / soL-Kültür

NOT: Bu kısa öykü, henüz yayınlamadığım diğerleri gibi, eşim ve benim ailelerimizin geçmişinden, bazı isimleri de değiştirme gereği hissetmeksizin aktardığım gerçek olaylara dayanmaktadır.