19 Kasım 2023 Pazar

EVRENSEL DOSYA - 19 KASIM 2023 -

 Ogün Samast'ın tahliyesi | Pakrat Estukyan: MHP'de parlayabilecek nur topu gibi bir faşistimiz oldu (İbrahim IRMAK-EVRENSEL)

Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın tahliyesini değerlendiren Agos Gazetesi Editörü Pakrat Estukyan, “MHP saflarında yıldız olarak parlayabilecek nur topu gibi bir faşistimiz olmuştur” dedi.

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'i 19 Ocak 2007’de gazete önünde düzenlediği silahlı saldırıda katleden tetikçi Ogün Samast, 16 yıl 10 aylık tutukluluğunun ardından Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından “iyi halli” olduğu gerekçesiyle tahliye edildi.

Karar, cezaevinde tutulan siyasi ve hasta tutsaklara yönelik infaz uygulamalarındaki ayrımcılığı bir kez daha gündeme getirirken insan hakları savunucuları başta olmak üzere toplumun birçok kesiminde de tepkiyle karşılandı.

Hrant Dink’in yakın arkadaşlarından Agos Gazetesi editörü ve yazarı Pakrat Estukyan, Samast’ın tahliyesine dair açıklamalarda bulundu. Ogün Samast’ın iktidar tarafından başından itibaren “makbul vatandaş” olarak görüldüğüne dikkat çeken Estukyan, tahliye kararının bu yönüyle sürpriz olmadığına işaret etti.

Estukyan, “Bu tahliye durumunu çok olağan ve doğal değerlendiriyorum. Öyle ki doğal ki Samast bugünkü siyasi iktidar için makbul bir vatandaştı. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse adeta ‘kader kurbanıydı.’ Ki bundan dolayı cezaevinde de iyi şartlarda kaldı ve evlendi de cezaevindeyken. Kilo aldı, kariyer yaptı kendi hayatı içerisinde. Şimdi de tahliye oldu” dedi.

"BİZİM İÇİN UCUZ BİR KATİL, BİRİLERİ İÇİN MİLLİ KAHRAMAN"

Estukyan, “Bu karar Ermeniler açısından hiç şaşırtıcı bir tablo değildir. Bu ülkede biz Ermenilere karşı üretilen nefret söylemlerini, Ermeni halkının bütünüyle şeytanlaştırılmaya çalışıldığını biliyoruz. Dolayısıyla buradan Ermenilerin alacağı mesaj malumunun ilamıdır bir anlamda. Ogün Samast bizim açımızdan ucuz bir katil ama önemli bir kesim içinse bayrakla poz veren, bayrağa sevdalı milliyetçi, heyecanlı bir milli kahraman. Hatırlayalım cinayetten sonra tribünler dolusu insan, hepimiz Ogün Samast’ız diye sloganlar attı bu memlekette. Bu zihniyetin milli kahramanları ve kahraman anlayışı, ensesinden ateş eden, uykusunda baltayla parçalayan cinayetlerle ortaya çıkıyor” diye konuştu.

"ÖLDÜR DİYENLER YARGILANMADI"

“Hrant Dink Davası boyunca sürekli tekrarladığımız, ‘Öldür diyenler yargılansın’ talebimiz vardı. Bununla kastettiğimiz şey bu cinayetin azmettiricileriydi. Ancak o kadrolar asla ortaya çıkarılmadı ve yargılanmadı” diyen Estukyan, şöyle devam etti:

“Hatırlayalım yargılama sürecinde Dink ailesinin, avukatlarının yargılamayı genişletme, soruşturmayı derinleştirme anlamında ki bütün talepleri sistematik olarak reddedildi. Bu açıdan Türkiye’de yargı bugün değil çok uzun yıllardan beri siyasallaşmış bir yapıdadır. Yargı kararlarında uluslararası hukuk anlayışının gerekleri doğrultusunda hareket edilmiyor. Tam tersine kendilerince milli, devleti koruyan saiklerle hareket ediliyor. Dink cinayetinden sonrada hep o anlayış doğrultusunda gidildi.”

"NUR TOPU GİBİ YENİ BİR FAŞİSTİMİZ ÖNDERİMİZ DOĞABİLİR"

Estukyan, Samast’ın tahliyesinin beraberinde doğuracağa sonuçlar ve tehlikelere işaret ederek, sözlerini şöyle noktaladı: “Vatana millete memlekete hayırlı olsun. Nur topu gibi yeni bir faşist önderimiz doğabilir. Eğer bunu iyi değerlendirebilirse yarın öbür gün kariyerini tamamlamış iş adamı olarak piyasaya çıkacak, kartvizitiyle haraç toplayabilecek, MHP saflarında bir yıldız olarak parlayabilecek nur topu gibi bir faşistimiz olmuştur.”

                                                              /././

Samast'ın tahliyesi, 'adil yargı' mücadelesine cepheden bir meydan okumadır! (İhsan Çaralan)

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’i 19 Ocak 2007’de katleden tetikçi Ogün Samast, Bolu F Tipi Cezaevi idaresi tarafından “iyi halli” olduğu gerekçesiyle 15 Kasım 2023 günü akşam saatlerinde tahliye edildi.
 
Hrant Dink’i katletmesinin ertesi günü (20 Ocak 2007) Samsun’da yakalanan Samast’a götürüldüğü polis merkezinde bir tarafında jandarma öteki tarafında emniyet (istihbarat) yetkilileriyle bayrak önünde, sırtı sıvazlanarak, poz verdirildi. Ve bu sahneler kamuoyuna servis edildi.

Samast’a, “Aslanım benim, güzel poz ver. Aferin oğlum…” övgüleri eşliğinde poz verdirenlerin onu gençliğe “beyaz bereli genç bir kahraman”, bir “gençlik idolü” olarak sunmasıyla başlayan özel muamele, yargılanması sürecinde ve cezaevinde de sürmüştür. 

Her taşın altında “örgüt”, “terörist” arayan savcılar ve mahkeme önce -Ogün Samast’ın Trabzon’da kontrgerillanın uzantıları olduğu açıkça bilinen bir çevre içinde eğitilip kendisine Trabzon istihbaratıyla bağlantılı kişilerin silah verip Hrant Dink’in öldürülmesi için göndermesi çok açık olduğu halde- bu gerçeği görmek istememiştir. 

Samast, hiçbir örgüt bağlantısı içinde olmayan ve tamamen kendi iradesiyle Hrant Dink’i “Vatan haini olarak gördüğü için” öldüren “bağımsız bir kişi” olarak yargılanmış, kendisine 22 yıl 10 ay hapis cezası verilmiştir. Daha sonra “örgüt üyeliği”nden verilen ceza ise Yargıtay tarafından ‘zaman aşımı’ndan düşürülmüştür.

Cezaevinde de bir gardiyanın boğazına bıçak dayadığı için yargılanıp 5 yıl 1 ay ceza aldığı halde Samast, “İyi halli olduğu” gerekçesiyle tahliye edilmiştir!

Samast’ın salıverilmesi sonrasında tepkisini dile getiren Hrant Dink’in eşi Rakel Dink, “Hrant’ın katili olduğu söylenen kişiyi serbest bıraktılar. Bir kez daha adaletsizliği yüzümüze çarpıp, yasın en ağır günlerine geri yolladılar bizi. Biz zaten yıllardır katillerle aynı havayı soluyoruz… Bir gün bile ceza almamış katillerin arasına karıştı gitti bir tetikçi daha” diyerek ifade etti!

Artık Ogün Samast, onu daha çocukluk günlerinden itibaren yetiştirip Hrant Dink’i öldürmek için eline silah verip İstanbul’a gönderenlerin, mahkemelerde ve cezaevinde koruyup kollayanların kucağında!

Samast’ın bundan sonra 16 yıl 10 ay cezaevinde yatmış kıdemli bir “militan” olarak nasıl bir rol üstleneceğini de çok geçmeden öğreneceğiz. 

‘BİZ BİTTİ DEMEDEN BU DAVA BİTMEZ’: ÇÜNKÜ… 

Yandaş medyanın avukatları, gazetecileri, siyaset bilimcileri… Ogün Samast’ın cezaevinden çıkarılıp ortalığa salıverilmesinin “hukuki” kuralara uygun olduğunu gösterebilmek için bin dereden su getiriyorlar.

Öte yandan Hrant Dink’in katledilmesi sonrasında yargıdan adil bir karar çıkması için mücadele edip Samast’ın arkasındaki teşvikçilerin, onu katil yapan stratejinin sahiplerinin yargı önüne çıkarılması içini yıllardır iğneyle kuyu kazmak zorunda kalan ilerici-demokrat güçler de elbette bir katilin sırdan bir “kader mahkumu” gibi “iyi halli” denerek ortalığa salıverilmesini de kabul etmiyorlar, etmeyecekler de!

Bu yüzden de “Biz bitti demeden bu dava bitmez” diyerek “adalet arayışı” mücadelesini sürdürme karalılıklarını ifade ediyorlar.
Ve elbette ki kamuoyu vicdanı;

  • * Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş AİHM; Can Atalay AYM’nin “hak ihlali” kararına karşın cezaevinde tutulmaya devam edilirken,
  • * Gezi tutukluları tamamen afaki iddialarla cezaevine atılmışken, 
  • * Onlarca gazeteci sadece haber yaptıkları için cezaevindeyken,
  • * Binlerce Kürt siyasetçi, seçilmiş belediye başkanı ve yöneticileri yıllardır cezaevlerindeyken,
  • * Çok sayıda aydın, demokrat, akademisyen, kültür insanı, binlerce yurttaş, konuştuklarından, yazdıklarından, attıkları tweetlerden… dolayı mahkemelere sürüklenirken


Ülkede infial uyandıran bir cinayetin katil olan Samast’ın salıverilmesini kabul etmeyecektir!

SAMAST NEDEN ŞİMDİ TAHLİYE EDİLDİ?

Samast’ı tahliye edenler ve onların her köşedeki sözcüleri, aslında Samast’ın üç yıl önce “denetimli serbestlik hakkı”nı kazandığını ama üç yıldır başvurularının reddedildiğine özellikle vurgu yapıyorlar. Bu da “Ogün Samast neden şimdi tahliye edildi?” sorusunu akla getiriyor.
Bu soruya “infaz yasası”na değil ama içinden geçilen dönemin özelliklerine dikkat çekerek yanıt vermek daha gerçekçi olacaktır.

Çünkü, epeyce bir zamandan beri ülkemizde mahkeme kararları hukuki gerekçelerle değil tamamen siyasi, siyasi iktidarın amaç ve hedefleriyle bağlantılı şekilde, verilmektedir. 

Nitekim günümüzde tek adam iktidarı ekonomiden siyasete, eğitimden sosyal güvenliğe her alanda hedeflerini yerel seçimleri kazanarak, sermaye muhalefetinin tabutuna son çiviyi çakma amacına bağlamış bulunmaktadır.

Bunu için de; 

  1.  1) Ekonomideki, iç ve dış politikadaki, şehircilik ve belediye hizmetlerindeki başarısızlıklarını tartıştırmak yerine; soyut yasa-anayasa tartışmalarını -ve tabii medya ve devlet gücünün yanı sıra yerellerde en gerici güçleri de bu doğrultuda seferber ederek- kullanmaya amaçlamaktadır. 
  2. 2) Yerel seçime “tek adam rejiminin anayasasını” yapma tartışmasıyla gitmeyi amaçlayan iktidar, Samast’ın tahliyesi etrafında gündeme gelen “infaz yasası”nı da bu amaçla kullanmak istiyor görünmektedir. Nitekim AKP’li Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’un, “Bütün bunlar bizim yargı sistemimiz içerisinde yeniden gözden geçirilmesi gereken hususlar olduğunu ortaya koyuyor” şeklindeki sözleri bu tartışmayı da “sistemin anayasası” tartışmalarına bağlayacağı anlaşılmaktadır. 
  3. 3) Cemaat ve tarikatlar başta olmak üzere; ırkçı, şoven, milliyetçi odaklarla, “Bakın; Ayasofya’yı yeniden cami yaptık. İstanbul Sözleşmesi’nden çıktık. Sivas Katliamı’nın sorumlularını ve Hizbullahçı canileri ‘zaman aşımı’ ve ‘yaşlılıkları’ nedeniyle salıverdik. Şimdi de Ogün Samast’ı aranıza gönderiyoruz” diyerek yerellerdeki en gerici kontra güçlerle ittifaklarını güçlendirme adımını atmayı amaçlamaktadır.

Çünkü yerel seçimlerde, yerellerdeki bu en gerici odaklar genel seçimlere göre çok daha etkili olacaktır.

Başa dönersek kısacası Samast’ın salıverilmesi herhangi bir kişinin infaz yasasının şöyle ya da böyle yorumlanarak salıverilmesi ötesinde ülkedeki adalet arayışına, kamuoyu vicdanında büyük rahatsızlık yaratan yargıdaki yasa ve hukuk tanımazlıklara karşı mücadeleye cepheden bir meydan okumadır. 

Tüm bu adımalar tek adam rejiminin hesaplarıdır. Ama ülkemizin demokrasi güçleri, olup biteni doğru teşhir edip; halkın talepleri etrafındaki mücadelesinde üstlerine düşeni yaptıkları ölçüde iktidarın hesaplarının akamete uğraması, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olması” hiç de olanaksız değildir.

                                                        /././  

Kaz Dağı’ndaki muhtarların tercihi ne olacak? (Özer Akdemir)

Lâpseki’nin Şahinli köyü kahvesinde Lâpseki Çevre Derneği Yöneticisi Ahmet Pınar ile konuşuyoruz. Geleli 10 dakika olmuş, bir çay içimi soluklanmış, kamera ve mikrofonumuzu hazırlayıp çekimlere başlamıştık. Etrafımızda oturan köylüler merakla çekimleri izliyordu. Köylülerden birkaçı ise söyleşi yapmak üzere sırasını bekliyordu.

Çanakkale Belediye Meclis Üyesi, Harita Mühendisi Gülay Güney, Kazdağı Ekoloji Platformundan Emekli Öğretmen Reyhan Erdem, son aylarda Çepeçevre Yaşam programımızın çekimlerini birlikte yaptığımız yapan eşim Ayşe Nur Akdemir’le birlikte sabah erken saatte Çanakkale’de buluşup yola çıkmıştık. Lâpseki Çevre Derneği Yöneticisi Ahmet Bey’i kendi aracıyla bizden önce Şahinli’ye gelmiş, kahvede bizi bekliyor bulduk.

KÜLHANBEYİ Mİ MUHTAR MI?

Ahmet Bey’le sohbetimize henüz başlamıştık ki üzerinde TÜMAD yazan fosfor yeşili yelek giymiş genç bir adam geldi kahveye. Şöyle göz ucuyla bize bakıp bir iki dakika kadar ayakta konuşmaları dinledi. Bir yandan Ahmet Bey’e mikrofon tutarken, diğer yandan bu adamı izliyordum ben de. Şirket görevlilerinin bu tür çekimlerden hiç hoşlanmadığını, ortamı provoke etmek için her an bir şeyler yapabileceğini onca yılın deneyiminden öğrenmiştik.

Düşündüğüm gibi de oldu. TÜMAD yelekli adamın telefonu ile birilerini aramak için kahveden uzaklaşmasından birkaç dakika sonra siyah şapka ve kabanlı, karanlık suratlı bir adam “Ne oluyor burada, ben muhtarım” diyerek tam çekimin ortasına daldı. Sigaranın sararttığı dişlerini sıkarak tısslar gibi konuşan adam, “Çekime müdahele etmeyin, gel şöyle ben anlatayım ne olduğunu” diyen Reyhan Hanım’ı “Sen kimsin de beni ayağına çağırıyorsun. Hadi tasınızı tarağınızı toplayıp gidin” diye tersledi. Çevre derneğinden Ahmet Bey’e “Sen kimsin de burada konuşuyorsun” diye posta koymayı ihmal etmeyen külhanbeyi muhtar “Kimden izin aldın burada çekim yapmak için” diyerek benim de üstüme yürüdü. Araya girip muhtarı uzaklaştırmaya çalışan Gülay Hanım ise az daha öfkeden gözlerinden kıvılcımlar çıkan muhtarın fiziki müdahalesine maruz kalacaktı.

“Gerginliğe gerek yok. Sakin olun. Biz gazeteciyiz ve kamuya açık bir alanda çekim yapmak için izin almak zorunda değiliz. Lütfen işimize engel olmayın” sözlerim ikide bir dişlerini sıkarak “Beni germeyin” diyen adamı daha da gerdi! Kameraya müdahale ederek kapattırmak istedi.

YARALAYAN SUSKUNLUK

Muhtar tehditler eşliğinde ortada tepinirken bir köylü de “muhtar haklı” diye ona destek veriyordu. Bizim köye geleceğimizi bilen ve söyleşi yapma teklifimizi kabul eden köylüler ise bir anda ortadan sıvışmışlardı.

Olayın daha fazla büyümemesi için çekimi başka bir yerde yapmak üzere ekipmanlarımızı toplayıp köyden ayrıldık. Biz uzaklaşırken kahvedeki köylülerin çoğu mahcup bir şekilde kafalarını öne eğmiş, susmuşlardı. Bizi en çok yaralayan da bu suskunluk oldu...

Daha sonra adının Ahmet Emin Efeoğlu olduğunu öğrendiğimiz muhtarı biraz araştırdığımızda altın madenini öven birçok demeciyle karşılaştık. Muhtar her fırsatta madeni “İş sahası açıldı, kaldırım taşı döşediler, fırın açtılar, su getirdiler” gibi sözlerle övmüştü yerel basına. Muhtarlıktan çok madenin sözcülüğü ve bekçiliğine soyunan bu adamla birlikte olan biteni sessizce izleyen köylüleri gerimizde bırakıp çekimlerimize devam etmek için köyün dibindeki altın madeni ocağına gittik.

BAŞKASININ YERİNE UTANMAK!

Zümrüt gibi ormanları kemirerek Biga’ya doğru genişleyen madenin yol açtığı doğa katliamını gördüğümüzde benim içimden geçen duygu utanç oldu! Biraz önce, maden karşıtı sözler edilebilir diye köyündeki program çekimini tehditler eşliğinde engelleyen muhtarın yerine utandım!

Dumanlı Dağı’nın eteklerindeki bu gözden ırak maden işletmesi, satın aldığı iş birlikçilerin de yardımıyla tam bir doğa katliamı yaparken, görünen o ki yüz binlerce ağacı ve Türkiye’nin en verimli orman ekosistemlerinden birini yok etmiş.

Lâpseki Biga arasında artık tek tük aracın geçtiği eski Bursa kara yolunun batı yönünde kilometrelerce uzayan bu maden işletmesi, yeni yapılan Çanakkale Boğaz Köprüsü manzaralı. Yol boyunca on binlerce ağacın kesilip istiflendiğini görmek, madenin yeni kapasite artışı planlarının da olduğu bir ortamda bu ağaçların maden için kesildiği şüphelerini de destekliyor.

Şirket 34 hektarlık orman alanını yutmakla kalmamış, önümüzdeki on yıl içerisinde 429 hektarlık bir alana yayılmak için de projesini genişletmiş. Yani, şu anki doğa katliamının 13 katı kadar daha ormanlık bir alan yok edilecek!

Kaz Dağı ekosisteminin bir parçası olan Dumanlı Dağ eğer durdurulamazsa çok yakında duman olacak!.. Yöre köylüleri ve Çanakkalelilerle birlikte tüm ülke ayağa kalkıp bu vahşete dur demezse türü tükenme tehdidi altındaki boz ayının, onlarca endemik bitkinin, kızıl şahinin, ala geyiğin, karacanın, püren balının ve ormanın kuytuluklarından süzülüp gelen yarpuz kokulu suların günleri sayılı ne yazık ki!

                                                         ***

KÖYLÜLER: MADENCİLER MUHTARLARI SATIN ALIYOR

Son bir haftadır Çanakkale, Kaz Dağı yöresinde 15’e yakın köyü dolaştık program çekimleri için. Bu köylerin büyük bir çoğunluğu, muhtarların şirketler tarafından satın alındığından şikayet etti. Şahinli köyü muhtarının madene söz söyletmemek için kabadayılığa soyunması, Ayvacık’ın Kısacak köyündeki altın madeni ÇED toplantısına şirketi savunmak için getirildiği söylenen üç köyün muhtarının halkın tepkisinden korkarak konuşamaması, Cengiz Holdingin Bayramiç yakınındaki altın madeni çevresinde bulunan 12 köyün muhtarlarını Antalya’ya tatile götürdüğü, yine Mazıdağ’daki maden tesislerini ziyaret adı altında Mardin tatili yaptırdığı iddiaları muhtarların kendilerini halkın-köylünün temsilcisi değil şirketleşen devletin memuru gibi gördüklerinin ve şirketlere gönüllü-gönülsüz boyun eğdiklerinin örneklerinden sadece birkaçı.

CENGİZ’DEN MUHTARLARA BEŞ YILDIZLI TATİL KIYAĞI

Cengiz Holding'in Antalya’da beş yıldızlı otele tatile götürdüğü ileri sürülen köy muhtarları arasında Muratlar, Halilağa, Yanıklar, Aşağı Şevik, Yukarı Şevik, Köylü köylerinin muhtarları olduğu ileri sürülüyor. Bu muhtarlardan bazıları otel sefalarını facebook sayfalarından bile paylaşacak kadar pervasızlar!

Gün olur devran döner. Bugün halkını, doğasını, çocuklarının geleceğini üç kuruş uğruna sermayenin yağma sofrasına meze yapan kişiler elbet bu halk ve doğa düşmanlıklarının hesabını, gerçek hukukun ve demokrasinin olduğu günlerde verirler, verecekler!

Kaz Dağı’nın muhtarları; tarih sizleri ya maden talanının önünü açan rüşvetçiler ya da onurlarıyla, halkının, çocuklarının geleceğinin yanında durdular, tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi topraklarının işgaline direndiler diye yazacak. Tercih sizin! Kaz Dağı’ndaki tüm canlıların ve yoksul köylünün elleri yakanızda bunu da iyi bilin!..

(derleyen: mstfkrc)


CUMHURİYET KÖŞEBAŞI - 19 KASIM 2023 -

 

Etik devrim için kilit soru(Zülal Kalkandelen)

Sevgili Figen Atalay’ın Prof. Dr. İoanna Kuçuradi ile yaptığı ve cuma günü gazetemizde yayımlanan söyleşide (https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/filozof-prof-dr-ioanna-kucuradi-cumhuriyetin-kazanimlarini-anlatti-2141869) insanlık adına birçok önemli ders vardı. Söyleşiyi dikkatle okurken şu satırların altını çizdim: 

“Eğitimde gördüğüm önemli sorunlardan biri, eğitimin kişilerin bilmeyle ilgili yeteneklerini geliştirmeye çalışması ama etik yeteneklerini göz ardı etmesi ya da bunu din ve ahlak eğitimiyle yapmaya çalışmasıdır.

Oysa eğitim, etikle, değer ve değerlerle ilgili bilgilere dayandığında işe yarar. Etik değerler ile değer yargıları arasındaki farkın yeterince farkında değiliz. Bu farkları ve sonuçlarını görmek, insan olmaya yakışır bir yaşamın ana koşullarındandır.”

SORGULANMASI GEREKEN DEĞER YARGILARI

Bu sözler, hayvan özgürlüğü mücadelesinin felsefesi olan veganizmi savunan bir yazar olarak benim aklımda ve vicdanımda öncelikle insan ve insan dışı hayvan ilişkisi açısından yankılandı.

Çok uzun bir zamandır insan emperyalizmininin insan dışı hayvanlara uyguladığı sömürüyü sorguladığım için, vegan devriminin insanlık açısından etik bir devrim olduğunu anlatmaya çalışıyorum. 

Aşağıda alıntıladığım satırlar, yeni baskısı Cumhuriyet Kitapları etiketiyle bu ay yayımlanan “Vegan Devrimi ve Hayvan Özgürlüğü” adlı kitabımdan:

“Tüm gezegen hayvanlar için dev bir mezbaha ve hapishane ise, insanlar nasıl barış içinde olabileceğini umabilir? İnsan, artık bu gerçekle yüzleşmeli. Bu yüzleşmeyi yapan birey, sonunda içsel bir devrim geçirerek vegan olur. Toplum tarafından benimsenmiş olan etiği yeniden değerlendirmek, bireyin mantık süzgeci, aklı ve vicdanı ile ilgilidir. Vegan olmayan bir dünyada bir insanın vegan olabilmesi için bu toplumsal sorgulamayı yapması gerekiyor. Vegan olmak için, bir insanın kendisine doğuştan benimsetilen değerler sistemine karşı alternatifini kendisinin yaratması söz konusudur.”

Bireyin içine doğduğu toplumda, aile, okul, din, kültür, eğitim, arkadaş grupları aracılığıyla, kendisine hazır bir paket olarak sunulan değerler sistemini sorgulaması ve akla, vicdana, mantığa aykırı olanlara hayır diyerek, sömürü çarkının bir dişlisi olmayı reddetmesiyle ilgili etik bir devrimdir veganlık. 

ÜZERİNDE HAK İDDİA EDEBİLECEĞİNİZ TEK BEDEN KENDİ BEDENİNİZ

İnsan dışı hayvanları mal, yiyecek, eşya, köle, eğlence, deney ya da taşıma aracı olarak görmeyi sonlandırmak; yaşam hakkının sadece insana değil insan gibi bilinç sahibi ve duyguları olan insan dışı hayvanlara da ait olduğunu savunmak ancak Kuçuradi’nin söz ettiği şekilde, etik değerler ile değer yargıları arasındaki farkı fark etmekle mümkün. 

Üzerinde hak iddia edebileceğiniz tek bedenin yalnızca kendi bedeniniz olduğunu anlamak...

İnsan dışı hayvanlar söz konusu olduğunda 21. yüzyılda hâlâ 12. yüzyıldaymış gibi yaşamak için bahane aramaya son vermek ve türcülüğü sorgulamak ancak etik devrimle mümkün...

Bir yandan Filistin’de ve dünyanın başka bölgelerinde süren savaşlarda insanlar kendi türdeşlerini katlederken yazdıklarım bazılarına ütopya gibi gelse de gerçek şu ki sömürü zincirinin en altındakilere yönelik sistematik zulüm bitmeden bu dünyadaki vahşet de bitmez. 

Veganizmin ardındaki etik devrim için kilit soru bu:

İnsan ya da insan dışı hayvan, kime yönelik olursa olsun, sömürüye karşı mısın, değil misin?

Not: Bugün saat 16.00’da, Divriği Kültür Derneği’nin Beyoğlu’ndaki Suriye Pasajı’nda düzenlediği “Cumhuriyetin 100. Yılında Laiklik ve Kadın Hakları” konulu etkinlikte konuşmacıyım. Zamanı olan okuyucularımı beklerim.

                                                  /././

Cevap alamadım sormaya devam (Murat Ağırel)

Tehditler, üst perdeden konuşmalar...

Yıllardır aynı tip kişiler aynı şekilde konuşmaktan vazgeçmediler. Hoş herkes meşrebine göre hareket eder biz de aldırış etmeden yazmaya devam ediyoruz. Edeceğiz de...

Ailemle 12 yıl sonra baş başa tatil yapabildim. Çocuklarımı çok ihmal ettim bu koşuşturmaca içerisinde. Ancak meslek etiği, gazeteci sorumluluğu gereği tatilde de duramadım. Aklımdaki sorulara cevap aramaya çalıştım.

Tuzlaspor başkanına mesaj yolu ile eski ortağını sordum. Cevap vermedi. Kendisini yurtdışından aradım. “Sen ne istiyorsun?” diye başladı söze. Sonra da “Utanman yok mu? Seni belgeleri ile rezil ettim” diye devam etti ve “Erkeksen” vs. gibi cümleler kurarak cevap vermekten imtina etti. Telefonu da suratıma kapattı. Cevabını alamadım.

Muhtemelen beni de boğazına kesici cisim dayayarak boş senet imzalattığı futbolcularından biri zannetti! Ben demiyorum Pusula Haber’in 10 Nisan 2019 tarihli haberi ve Ajanspor’da Salim Manav’ın canlı yayın konuğu olduklarında anlattıkları beyanlarından öğreniyoruz.

Salih Sefercik adlı futbolcu dahil 4 futbolcu alacaklarını alamadığı gibi Feyzi İlhanlı tarafından tehditle senet imzalattırılıp borçlandırılmış. Futbolcular Salih Sefercik, Raşit Sevindir, Serdar Ümit Deniz ve menajer Mustafa Soley... Sefercik kendi sosyal medya hesabından da olayı duyurmuş.

Alışkanlık olsa gerek...

Tuzlaspor ile ilgili belgeler ile seyirci işini sordum. Passolig açıklama yaptı ve “Bizle alakalı değil bana verileni ben satarım” dedi ve bugüne kadar yaptığı satışları paylaştı. “TFF fiyatları ve satılacak biletleri kulüpler belirler. Ben kontrol ettim satılan biletler ile sunulan biletlerde bir sorun yok” dedi. Tuzlaspor, “Ben satmadım, sattığım bilet paraları da bu diyerek” tablo paylaştı. Ancak halen tribünlerin neden dolu gösterildiği, kaç davetiye, kaç protokol bilet basıldığı belirtilmedi. Bahis kuponu ile ilgili ise TFF, “Araştırıyoruz” dedi, savcılık soruşturma başlattı.

Devam edelim...

Feyzi İlhanlı’nın Bulgaristan’da bir takımın sahibi olduğunu yazmıştım. FC Etar takımı. Hatta takım 2. ligde oynarken başarıları ile birinci lige çıktı. Gerçi teknik direktörünü birkaç defa şike yaptığı nedeni ile kovmuş Fevzi Bey ama geri almış takıma. İşte o takımın yöneticisi olduğu zaman yönetim kurulunu paylaştığı bir kişi var: Diyadin Kaya.

Diyadin Kaya kim diye açık kaynak araştırma yapınca karşınıza Anadolu Ajansı’nın 14 Mart 2014 tarihli haberi çıkıyor, “Yılın en büyük uyuşturucu operasyonu” diye.

Beylikdüzü’nde düzenlenen ve 448 kilo 628 gram eroinin ele geçirildiği operasyonda 1 kişi gözaltına alınıyor. Gözaltına alınan kişi Diyadin Kaya. Acaba Feyzi İlhanlı’nın Bulgaristan takımındaki ortağı Diyadin Kaya 448 kilo 628 gram uyuşturucu ile yakalanan Diyadin Kaya mı?

Bunlar hep tesadüf işte!

Peki, ne olacakmış uyuşturucu haberden okuyalım: “İran sınırından getirildiği tespit edilen eroinin Avrupa’ya götürülmesinin planlandığı öne sürüldü.” 

Başkan ile konuştuğumda Bulgaristan’daki kulüp işinin 2013-2014 yılına ait olduğunu, sonra bıraktığını beyan etmişti. Uyuşturucu ile bağlantısını sorduğumda ise yalanlamıştı.

Diyadin Kaya ise kulüp yönetimine 2012 yılında getirilmişti. Bulgaristan’da yayın yapan Sportal.Bg adlı haber sitesinde de bu haber var. 2013 yılındaki sport-vt.com’un haberinde Diyadin Kaya’nın yönetim kurulu üyeliğinin devam ettiği bilgisi var.

İşte bunlar hep akla kötü düşünceler getiren tesadüfler!

Tabii tesadüfler zinciri bitmiyor. Mesela Başkan Fevzi İlhanlı’ya sorup doğrulattığım bir ortaklık var, Bilal Kadayıfçı, Cemil Önal ile ilgili. Bilal Kadayıfçı Diyarbekirspor’un başkanlığını yaptı. İlhanlı, Kadayıfçı için “Bir yıl durdu sonra gitti” dedi. Ancak Cemil Önal için herhangi bir cevap vermedi.

Cemil Önal, Halil Falyalı cinayetinde de adı geçen ve kırmızı bülten ile aranan biri. Bahis sektörünün büyükleri ve ilintili diğer isimler Anıl Uzun, Onur Uzun, Ozan Özerk. Bu kişilerin ortaklık yaptığı onlarca firma var. Sahibi Türk olan bir İngiliz takımına sponsorlukları var.

Hatta Anıl Uzun ve Onur Uzun’un dahil olduğu Halil Falyalı bağlantılı isimlerin içinde olduğu Ankara merkezli bir bahis operasyonu yapılmıştı. İddianamede, “Söz konusu gelirin oldukça yüksek bir meblağ olduğu, öyle ki yasadışı bahiste kullanılan sadece ‘jeton’ isimli uygulamadan bir günde 100 bin doların üzerinde gelir elde edildiği, örgütün Türkiye dışında 4 ülkede daha yasadışı bahis oynattığı ve bu yolla milyonlarca dolar gelir elde ettiği” belirlendi.

Konu çok uzun dostlar, çok isim yazdığımın da farkındayım. Biz konuya giriş yapalım bakalım nerelerden, kimlerden sesler gelecek takip edelim. Ancak bu konuya ayrıntılı şekilde devam edeceğiz.

Ancak Engin-Dilan Polat, Selin Ciğerci-Gökhan Çıra, Tuzlaspor derken nerelere geldik. Daima söylüyorum benim derdim piyonlar değil, derdim sistemin kendisi ve bu sistemi yöneten baronlar.

Bitmiyor inanın bitmiyor.

Hatta bu işin ucu tanıdık bir takıma ve tanıdık bir kulüp başkanına kadar gidiyor. Yazmaya devam edeceğim...

                                                         /././

Devletimiz çok şefkatlidir: Hrant Dink’in katili serbest! (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde artık geleneksel hale gelen “Hadi Bir Film Yapalım” başlıklı yeni bir film atölyesi günlerim başladı. Bu işi seviyorum. Her meslekten, her yaştan insanlarla hep birlikte umudu yeniden yeşertmek müthiş bir şey ve hikâyeler hikâyeler... Zaman akıp geçiyor ve hep birlikte savaş karşıtı bir filme hazırlanıyoruz.

Nasıl bir ülkedeysek her an içimizdeki sevinci, neşeyi donduran bir haber, bir olay gelip bizi buluyor. Başlıkta da söyledim devletimiz çok şefkatli, Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ı iyi halden tahliye ediveriyor! İyi halden! Ah, yüreğim sakin ol.

Ve birden yıllar önce bir kısa film atölyesinde yaşadıklarım aklıma geliveriyor. Bir de sokağın soğuk taşlarında yatan Hrant’ın altı delik ayakkabısı... Aynı deliği otobüs beklediği durakta sağcı militanlar tarafından öldürülen hocam Cavit Orhan Tütengil’in ayakkabılarında da görmüştüm.

Çaresiz sizlere bugün yaptığım dersi anlatmalıyım:

Öğrencilerim her yaştan, her meslekten. Bir anayasamız var, “İnsana ait hiçbir şey bize yabancı” değildir başlığıyla başlıyor ve “Tüm insanlar hiçbir ayrım gözetmeksizin bizim dostlarımızdır” diye devam ediyor.

Anayasamız böyle olunca o hafta öğrencilerim, hem gazetelerde hem de sosyal medyada yoğun bir biçimde yer alan bir olayı tartışmak istiyorlar. Olay, Ermenek’teki bir madende boğularak ölen ve günler sonra cesedi çıkarılan işçi Tezcan Gökçe’nin babası Recep Gökçe’nin cenazeye yırtık bir lastik ayakkabı ile katılması ve daha sonra valilik emriyle ona devlet tarafından fiyatı 11 lira olan bir lastik ayakkabı gönderilmesi. 

Sınıfta fikirler uçuşmaya başlıyor. Bir süre sonra atölye adeta ikiye ayrılıyor. Bir kısmı babanın bu ayakkabıyı giymemesi gerektiğini, bir kısmı da “Ne yapsın, şimdi giymesek nankörlük olarak değerlendirilir, diye düşünmüştür” diyor. 

Ben de hocalık yapıp herkese söz veriyorum ve sorularla her iki tarafın da düşüncelerini diğerlerine sağlıklı bir biçimde aktarmasını sağlamaya çalışıyorum. Açıklamalar geliyor: 

“Babanın artık kaybedecek nesi var? Giymeyecekti!”

“Bizde devlet, baba yerine geçer. Baba ise hem sever hem de döver. Yeni ayakkabı devletten gelmiş. Baba bu düşünceyle ayakkabıyı giymiştir.” 

“Devlet nedir? Bizim vergilerimizle toplumda düzeni sağlaması gereken bir organizasyon. Bizim için var. O babaya da hiçbir şey lütfedilmiyor. Bir de alay eder gibi 11 liralık lastik ayakkabı gönderilmiş.”

“Arkadaşlar ayakkabı acaba kutusuyla mı verilmiş, kutusuz mu?” 

“Şimdi biraz baba açısından düşünelim. Kapısına kadar gelinmiş, ayakkabı önüne konmuş, getirenler bekliyor, adamcağız ne yapacaktı? Zor bir durum. Giyse bir türlü giymese bir türlü.”

“Baba oğlunun neden öldüğünü biliyor. Oğluna kendisi söylemiş, ‘O madene gitme’ diye, kim bu madenlerden sorumlu, kim izin vermiş. Devlet! O zaman o ayakkabıda oğlunun kanı var. Sadece onun değil, birlikte ölen arkadaşlarının da! Öyleyse ‘Lanet olsun bu ayakkabıya’ demeliydi.”

“Bunu neden bu kadar büyütüyoruz. Belki de adam, ‘Hazır ayakkabı ayağıma gelmiş, ben de giyerim’ diye düşünmüştür.”

“Ama o madende boğularak ölen bir işçinin babası! Üstelik günlerce çocuğunun cesedi çıksın diye bekledi.”

“O kadere inanan bir insan. Ayrıca belli ki, her zaman devletin de yanında olduğuna inanıyor. Bu onun acısını dindiren bir şey. Ayakkabıyı giymesi de doğal!”

“Hocam bundan bir kısa film senaryosu bile çıkar.” 

“Çekim için madene mi gideceğiz?” 

“Hayır, bizim sadece bir yoksul ev bulmamız gerekli. Babanın evi. Sonra ayakkabıyı getiren resmi bir araba lazım bize. Lüks olması gerekiyor; çünkü resmi arabalar son model.” 

“Hocam buradan baba olayına geçebiliriz. Bütün kültürlerde baba modeli, otoriter bir modeldir.” 

“Ben buna katılmıyorum. Baba koruyucudur, bize doğru olanı gösterir.” 

“Ama bazen baskıcıdır da!” 

“Arkadaşlar, tamam baba modeli üstünde durabiliriz. Burada da baba devlet ama bu babanın bazı çocukları üvey evlat bazıları da öz evlat!” 

“Biz hangisiyiz, öz mü üvey mi?” 

“Olayı bizden çıkaralım!” 

“Arkadaşlar bir de şöyle değerlendirelim. Bu baba ertesi gün cenaze fotoğraflarında kendinin yırtık ayakkabılar çekilmiş ve kocaman basılmış fotoğraflarını gördü. Hiç tahmin edemediğiniz kadar utanmıştır! Bu utancın üstüne gitmeyelim.”

“Babayı yırtık pabuçla cenazeye getirenler utansın!”

“Eyvah vaktimiz doldu. Gelecek hafta devam edelim mi?”

Burada artık sözü ben almalıyım: “Herkes olayı bir kısa film hikâyesi haline getirsin. Bakalım neler yapabiliriz?”

Ne yazık ki ders bitti ama acımız hiç dinmiyor.

(derleyen: mstfkrc)

BİRGÜN (KÖŞEBAŞI) - 19/KASIM/2023 -

 

Kara para ve mafya ile bu iktidar mücadele edebilir mi?(Timur Soykan-Birgün)

AKP iktidarı, kurulduğu günden itibaren bir rant ve soygun rejimi inşa etmeyi hedefledi. Bunu inşa ederken de sıcak paraya bağımlı bir yapı haline geldi. 2008’e kadar aslında batıdan Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere sıcak paranın aktığı dönem devam etti, sonra bu bitti. Bitti ama AKP’nin sıcak paraya ihtiyacı bitmedi. AKP’nin ihtiyacı bitmeyince bir tercih yaptı. Dedi ki, “Ben varlık barışı yasası çıkaracağım”. Bu daha önce de çıkmıştı ama AKP ile birlikte neredeyse yıllar boyunca süren varlık barışı uygulamaları başladı. Bu ne demek? Kaynağı belirsiz, yurtdışındaki paranın Türkiye’ye davet edilmesiydi.  

En son çıkan varlık barışının amacı artık gizlenmedi. Ne olduğunu ortaya koyan bir metindi Maddelerinde açıkça yazıyordu. 11 maddede denen şey, sen parayı getir ben sana kaynağını sormayacağım. Bu uyuşturucu parası da olsa, silah kaçakçılığı parası da olsa, ne olursa olsun. Ben bunun kaynağını sana sormayacağım, soruşturma açılmayacağının garantisini sana vereceğim, bu garantiyle birlikte senden vergi almayacağım. İktidar tarafından yüzde 2 vergi alınıyordu bundan da vazgeçtiğini söyledi. Bu açıkça bir tercihti. Bu adımları attığınız zaman bunun dünyanın mafyasını Türkiye’ye davet etmekten bir farkı olmadığını herkes bilir. Bunu devleti yönetenler de bilir, adliye de bilir, gazeteciler de bilir, herkes bilir. Dünyadaki mafyayı Türkiye’ye davet etmektir. Nitekim öyle oldu. Uluslararası suç gelirlerinden elde edilen paralar Türkiye’ye aklanmak için akmaya başladı. Bunun dava dosyalarında örneklerini gördük.  

Bununla eş zamanlı olarak Suriye savaşı bu konuda önemli bir değişim ve kaynak açığa çıkardı. Cihatçı yapıların para transferleri Türkiye üzerinden olmaya başladı. Suriye’nin ekonomik yapısının dağılmasıyla birlikte zaten İran, yıllardır bu kayıt dışı ekonominin, paranın kayır dışı transferinin bir merkezidir ve Türkiye de oraya ulaşan paranın ana hatlarından biridir, buna Suriye de eklendi. Savaşın finansmanı da eklendi. Türkiye kara para trafiğinde bir merkez haline dönüştü.  

Mafyanın Türkiye’ye yerleşmesinin bir diğer nedeni, aslında varlık barışlarıyla eş güdümlü işleyen süreç, vatandaşlığın çok ucuzlatılması. 250 bin dolara ev aldığınızda vatandaş oluyordunuz, şimdi 400 bin dolar oldu. Kara paranı getirebiliyorsun, sonra da vatandaş olabiliyorsun. Bu da suiistimal edildi. Bu vatandaşlığı almak için suça bulaşmamış olmaları gerekiyor ama bunun da yolu bulundu. Bunu yapan çeteler ortaya çıktı. Aranmaya başladığı an gelip burada vatandaşlık alarak başka ülkeye iade edilmekten kurtulmaya başladı. Vatandaşlık, uluslararası suç baronları için bir zırha dönüştü. Oturum izni de vatandaşlık gibi kullanıldı. İsveçli bir uyuşturucu baronu, vahşice cinayetler işlemiş birisi, Marmaris’te bankta çantasını unutuyor, polise gidiyor orada öğreniliyor ki adam uyuşturucu baronu. Avusturalya merkezli bir çetenin lideri de geçen günlerde yakalandı İstanbul’da, adam Türk vatandaşı olmuş. Ali Yerlikaya bunu tweetinde duyurdu.  

Bu çürüme sana oturum izni de sağlıyor, vatandaşlık da sağlıyor, en temeli de koruma sağlıyor. Yerel, ulusal suç örgütleriyle birlikte suç işliyorlar, koruma sağlıyorlar, birbirlerini büyütüyorlar. Avusturalyalı suç örgütünün burada döviz bürosu var örneğin. İstanbul’da kara para transferi yapabilmek için İstanbul’da döviz bürosu kurmuş. Uyuşturucuyla birlikte büyüyen kara paranın yasadışı bahisle giderek daha da devasa haline geldiğini görmek gerekir.  

Neticede suç örgütlerinin hepsi bir şeyi görüyor duyuyor. Cumhurbaşkanlığı’ndan Burhan Kuzu Zindaşti’yi serbest bıraktırdığında bunu tüm suç örgütleri dünyada duyuyor. Türkiye’de bunun mümkün olduğunu, korunabileceğini hissediyor. Ali Yerlikaya, mafyanın parasının ülke ekonomisini, piyasayı tehdit eder hale gelmesiyle birlikte müdahale etmeye başladı ama bunu yapabilir misiniz emin değilim. Sistem kirli artık, rejim kirli, kadrolar kirli, devlet çürümüş. İçeri atarsınız ama sonra yine serbest kalırlar. Ülkeyi çürüten, oldukça derinlere inmiş ve yukarılara da tırmanmış bir sistem söz konusu. 

                                                                     /././

Parası olan özele gitsin ya olmayan? (Ozan Gündoğdu-Birgün)

Kamu hastanelerinin içi boşaltılınca, özel hastaneler büyük bir rant kapısı olarak meydana çıkıyor. İktidar, seçmeninin gözünü boyamak için devasa binalar dikti ancak binalarda cihaz, cihazların başında doktor yok.

21 yıllık AKP iktidarı, bu zamana dek halkın zihninde bazı efsaneler yaratmayı başarabildi. Bunların başında da “hastane kuyruklarının bittiği” efsanesi geliyor. Bundan çeyrek asır önce hastanelerde çok kuyruk varken efsaneye göre an itibariyle kuyruklar sona erdi. 

Kuyrukların ne durumda olduğu, herhangi bir şehir hastanesinin aciline gidildiğinde görülecektir. Fakat, aradan geçen çeyrek asrın sonunda, “kriz” ölçeğinde bir başka sorunumuz oluştu. Tetkik yaptırmak için hastanenin yolunu tutan yurttaşlar, 1 yıl sonraya kadar uzayabilen tarihlerle karşı karşıya kalabiliyorlar. Özellikle büyükşehirlerde, Ultrason, MR, mamografi, radyoterapi cihazı gerektiren tetkikler ya da cildiye ve diş hastalıklarındaki tedavi süreçleri ancak aylar sonra tamamlanabiliyor. Yurttaşlar, randevu tarihlerini sosyal medyada paylaşarak veryansın ediyor. Bir diş randevusu için 2024 Ekim ayına randevu alan yurttaş soruyor? Dişimin ağrıması benim suçum mu? 

Sonuç; imkanı olan özel hastanelerinin yolunu tutuyor ve böylece kamusal sağlık hizmetinin yetersizliği yeni bir rant kapısı açmış oluyor. Sağlık sektörü, milyarlarca dolarlık bir büyüklüğe ulaşırken, hastane zincirleri sahiplerinin keyfine diyecek yok. 

Peki 2024 yılı için 732 milyar liralık devasa bütçesiyle Sağlık Bakanlığı’nın yetişemediği sağlık talebine, özel sektör nasıl yetişiyor? Bunun için bakanlığın her yıl yayınladığı “Sağlık İstatistikleri Yıllıkları”na göz atalım. 

HER 5 HASTANIN 1'İ ÖZELE GİDİYOR  

Öncelikle, özel hastanelerin, toplam hastane talebi içindeki büyüklüğünü tespit edelim. Verilere göre 2022 yılında 496,4 milyon kez hastanelere başvurulmuş. Bu başvuruların 74,8 milyonunu özel hastanelere yapılan başvurular oluşturmuş. Demek ki, her 5 hastadan 1’i özele, 4’ü Sağlık Bakanlığı ya da üniversitelere ait olan kamu hastanelerine başvurmuş. O halde, kamunun sağlık kapasitesinin özelin 4 katı büyüklüğünde olması gerekiyor ki, özel ya da kamu, her iki kesim de kendisine başvuranlara eşit ölçüde hizmet sunabilsin. Peki öyle mi? 

MR, MAMOGRAFİ, ULTRASON CİHAZLARI YETERSİZ 

Özelin ve kamunun cihaz kapasitesini karşılaştıralım. Örneğin MR cihazı… “Manyetik Rezonans” denilen bu cihaz sayesinde vücudun ayrıntılı resimleri çekiliyor ve bu cihaz tetkikler için kullanılıyor. Özel hastanelerdeki MR cihazı sayısı 480. Normal şartlar altında, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde bunun 4 katı kadar MR cihazı olması gerekirken, bakanlık hastanelerindeki MR cihazı sayısı 379. 

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, henüz 1 ay önce, 11 Ekim’de sosyal medya hesabından meme kanserinin Türkiye’de görülen en yaygın kanser türü olduğunu, kanser teşhislerinin yüzde 11,7’sinin meme kanseri olduğunu duyurdu. Fakat gelin görün ki, meme kanseri teşhisi için kullanılan ‘mamografi cihazı’ndan, özel hastanelerde 479 adet bulunurken, Sağlık Bakanlığı’nda 416 adet bulunuyor. 

Tetkik için en sık kullanılan cihazlar ise ultrason cihazları. Normal şartlar altında, özel hastanelerin 4 katı kadar olması gereken Sağlık Bakanlığı’nda 2 bin 715 adet ultrason cihazı var. Buna karşın, özel hastanelerdeki ultrason cihazı sayısı 2 bin 431. 

Sadece tetkik gerektiren cihazlar değil, tedavide kullanılan cihazlarda da Sağlık Bakanlığı hastaneleri yetersiz. Vücudunuzda çıkan bir tümörün yok edilmesinde kullanılan radyoterapi cihazlarından özel hastanelerde 80 adet bulunurken, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde bu sayı 92. 

Verilerin bu şekilde olduğu bir ülkede, “sağlık sektörü”nün büyümemesi mümkün mü? Nitekim son 20 yılda, sağlık sektörünün kapasitesi hızla artmış. 2002 yılında 178 bin 135 hastane yatağı bulunan Türkiye’de, bu yatakların 11 bin 870’i özel hastanelere aitmiş. Aradan geçen 20 yılda, hastane yatak kapasitesi yüzde 47 artmış ve 262 bin 190’a yükselmiş. Nüfusun yüzde 24 arttığı böyle bir dönemde yüzde 47’lik kapasite büyümesi başarılı sayılabilir. Fakat bu başarı kamuya değil, özele ait. Zira aynı dönemde kamu hastanelerinin yatak kapasitesindeki artış yüzde 24 iken özel hastanelerin yatak kapasitesindeki artış yüzde 363. Toplam yatak kapasitesinin yüzde 47 arttığı dönemde, özel hastane yatak kapasitesi, 11 bin 870’ten 55 bin 69’a yükselmiş. Böylece 20 yıl önce her 100 hastane yatağından 7’si özel hastanelere aitken, 2022’de her 100 hastane yatağının 21’i özel hastanelerin olmuş.

UZMAN DOKTORLAR ÖZELDE BİRİKİYOR 

Kamu hastanelerindeki kapasite yetersizliği, iktidarın yüksek egosu nedeniyle asla iktidarın suçu olamaz. Bu yetersizlik olsa olsa muhalefetin ya da dış güçlerin bir oyunudur. Politik fanatizm nedeniyle, iktidara toz kondurmayan halk kesimleri de sorumluluğu doktorlarda buluyor. Doktorlar ise bu sıkışma karşısında kamudan özele geçmenin yollarını arıyor. 

20 yıl kadar geriye gidip, bugüne gelmeyelim. Sadece son 5 yılı kıyaslayalım ve verileri bu sefer de uzman doktorlar üzerinden ele alalım. Sağlık sistemimizdeki toplam uzman hekim sayısı 5 yıl önce, 2017 sonu itibariyle 80 bin 951 binmiş. Hastane başvuru sayılarına baktığımızda bunun yüzde 80’inin kamuda, yüzde 20’sinin özelde olması beklenir. Fakat burada da bir dengesizlik var. 2017 yılında her 100 uzman doktorun 71’i kamuda, 29’u özelde çalışmış. Ama 80 bin 951 uzman hekimin 23 bin 810’u özel hastaneler tarafından istihdam edilmiş. Bu dengesizliği gören iktidar bir önlem almış mı? Tam tersine… Son 5 yılda kamuda çalışan uzman doktor oranı artmak bir yana azalmış. 5 yılda toplam uzman doktor sayısı 95 bin 600’e çıkmış ama özel sektörde çalışan uzman doktor oranı yüzde 29’dan yüzde 32’ye yükselmiş. 2022 itibariyle 95 bin 600 uzman doktorun 30 bin 516’sı özelde istihdam edilmiş. Yurtdışına gitmek için “İyi hal” belgesi alan doktorların rekor kırması ise cabası. 

Tüm bunlar, sağlık sektörü ile iktidar arasında kurulan izaha muhtaç ilişkinin sonuçları. Kamu hastanelerinin içini boşaltılınca, özel hastaneler büyük bir rant kapısı olarak meydana çıkıyor. 

Şehir Hastanelerinin sadece kirası için 27,5 milyar avroyu gözden çıkaran iktidar, seçmeninin gözünü boyamak için devasa binalar dikti ancak binalarda cihaz yok, cihazların başında doktor yok. Bu haliyle iktidarın seçim kazanmaktan daha büyük bir başarısı yok.

(derleyen: mstfkrc)