20 Kasım 2023 Pazartesi

KÖŞEBAŞI (Cumhuriyet) - 20 kasım 2023 -

 

Erdoğan, Bahçeli’yi sırtından atacak mı?(Barış Terkoğlu)

Çoğu zaman sorulardan bahsederiz. Oysa onları yaratan cevaplardır.

Gazeteciler Erdoğan’a soru sordu, diyorlar. Hayır, işin doğrusu “Erdoğan’ın cevaplarına soru buldu” olacak. Almanya dönüşü yine aynısı yaşandı. Erdoğan’a ilk soru nasıl başlıyor yazayım: ‘Türk beklenendir’ bakış açısıyla sürdürdüğümüz dış politikamızın son hamlesi, Gazzeli kanser hastalarının tedavi için Ankara’ya getirilmeleri oldu. Dünya üzerinde bu işi gerçekleştiren tek ülke biziz.” Haliyle soruları değil, cevapları okumalıyız.

Kastettiğim, Erdoğan’ın önceki günkü 50 artı 1 çıkışı. “Değişmesi konusunda aynı fikirdeyim” dedi. Elbette tahmini güç değil. Erdoğan gazeteci sorduğu için değil, açıklamayı kendi istediği için yaptı.

Sürpriz mi?

Evet, söz konusu sistemi Erdoğan getirdi. Kamuoyuna, istikrarın ön şartı gibi anlatıldı. Gelgelelim, sonuçta herkesi ittifaklara mecbur etti. Uçakta “kimin eli, kimin cebinde belli değil, yok altılı, yok on altılı masa...” dedi ama seçimde kendisi de MHP, BBP, YRP, DSP, HÜDA PAR ile ittifak kurup alternatif altılı masa kurmuştu. Haliyle Erdoğan’ın sözleri yalnız muhalefeti işaret etmiyor. Belli ki kendisini de kapsıyor.

BAHÇELİ’NİN HEDEFİNDEKİLER

Üstelik...

Erdoğan, bu görüşünü ilk kez söylemedi. Daha önce de birkaç kez farklı ağızlardan onun sesi çıktı. Ancak önerisinin bir karşıtı vardı: MHP ve lideri Devlet Bahçeli.

7 Haziran 2018’de “Yeni sistemde kutuplaşma ihtimali en aza çekilmiştir. Barajın fiilen yüzde 50+1’e çıktığı göz önüne alındığında siyasi partilerin uzlaşmaktan, ahlaki bir ittifak kurmaktan başka seçeneği de kalmamıştır” dedi.

2 Temmuz 2019’da “Yeni sistemle beraber barajın yüzde 50 artı 1’e çıkması muhkem ve muteber bir sayısal çoğunluktan daha çok müstesna bir uzlaşmayı, muazzam bir kucaklaşmayı sağlamıştır” dedi.

Bahçeli’nin konuşmasının nedeni vardı. Çünkü zaman zaman Erdoğan’ın yakınından yüzde 50+1 sorununa eleştiriler geliyordu. En bilineni, eski Bakan Faruk Çelik’in 2019 yılındaki sözleriydi. Yüzde 50 barajını 40’a çekmeyi öneriyordu. Erdoğan, “iktidarı, muhalefetiyle el ele vererek” böyle bir değişikliği yapabileceklerini söyledi ama MHP’nin açık tepkisiyle aynı gün çark etti.

Ama en sert çıkışını 16 Kasım 2021’de yaptı. Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi ve eski Meclis Başkanı Cemil Çiçek, Sözcü’den Aytunç Erkin’e yüzde 50 barajının kaos getireceğini söylemişti. Bahçeli kürsüye çıktı. “Yüzde 50+1 oy nisabını eleştirenleri anlayışla karşılamamız, bunu felaket olarak yorumlayan karamsarları makul bulmamız abesle iştigaldir” diye başladığı konuşmasında tonunu gittikçe sertleştirdi: “Sayın Çiçek, sizin kafanızda, dilinizin altında sakladığınız bir oran var mıdır? Açıkla da bilelim, niyetini öğrenelim...  FETÖ’cü Fehmi Koru da aynı şeyleri söylüyor, farkında mısınız? Yüzde 50+1 kaos olmasın diye belirlendi, bunu da mı inkâr ediyorsunuz?”

Erdoğan yine de zaman zaman niyetini belli etti. Mayıs seçimlerinden önce de “Doğrusu ben de olmasından yanayım” dedi ve seçim sonrasını işaret etti.

BAHÇELİ-UÇUM İTTİFAKI

İşin daha da ilginç bir yönü var...

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum da bu konuda açıkça görüşünü ortaya koyanlardan. Uçum, Bahçeli ile her zamanki gibi aynı yerde duruyor: “İki turlu cumhurbaşkanı seçimini ve yüzde 50+1 oyu tartışmaya açma çabası açıkça halk iradesine saldırıdır. Halkın, hükümeti kapsayıcı bir oyla seçmesinden rahatsız olan odaklar halkın iradesinin parçalanması ve Türkiye’yi rahatça kontrol etme hevesi içindeler. Buna asla güçleri yetmez.”

Bahçeli-Uçum çizgisinin, Gezi davasından Can Atalay krizine kadar hep aynı yerde olduğu hatırlanırsa, yüzde 50 tartışmasının kökünün çok daha derinde olduğu açık. Uçum’un ve Bahçeli’nin, Erdoğan’ın da taraftarı olduğu yüzde 50’den dönme önerisini, “halk iradesine saldırı, FETÖ’cülük, kaos yanlılığı” ile itham etmesi sürpriz değil. Belli ki yüzde 50 sistemi, büyük partileri küçüklerle ittifaka mecbur bırakırken kazanan cumhurbaşkanını da küçük parti vesayetine sokuyor. Kazanan liderin boynundaki davulun tokmağını küçüğün eline veriyor. MHP gibi iktidar olmayı rüyasında bile göremeyecek partiler, ellerindeki yüzde 10 ile bütün sistemi yönetiyor. Yargıya da bürokrasiye de egemen olurken sorumsuz ve hesap veremez hale dönüşüyor. İşte bu yüzden de Erdoğan’ın yüzde 50’yi değiştirme önerileri ısrarla Bahçeli’den dönüyor.

Tarih önüne yanıtını aradığı soruları koyar ya... İşin ilginci,mayıs seçimlerini muhalefet kazansaydı, belki de Kılıçdaroğlu’nun küçük ortakları üzerinden aynı sorunu konuşuyor olacaktık. 

Meral Akşener’in muhalefete de iktidara da ittifaksızlığı önermesinin ardından Erdoğan’ın daha açık oynaması sürpriz olmayabilir. Her halükârda yüzde 50’den geri adımın, iktidardaki büyük partinin bileğindeki prangayı çözerken Meclis’in etkisini artıracak değişime yol açacağı açık. Tartışmanın özeti: Erdoğan belki de Bahçeli’yi artık sırtından atmak, yerini Meclis’te kuracağı birlikteliklerle doldurmak istiyor. Haliyle muhalefetle yapacağı anayasa pazarlığına da bir yol açıyor.

Belki de artık soruları bırakıp, cevaplar üzerine düşünme zamanıdır...

                                                         /././

İsrail’in soykırım rantı (Mehmet Ali Güller)

ABD’nin Ermeni soykırımını savunmasını ama İsrail’in savunmamasını, Türkiye’deki kimi çevreler uzun yıllar boyunca “Yahudi dostluğu”nun göstergesi olarak savundu. Üstelik buna tarihsel gerekçeleri de vardı, Osmanlı en zor zamanlarında Yahudilere kucak açmıştı.

Hem Türkiye’ye dostlukları nedeniyle hem de daha önemlisi gerçeğe sadakatlari nedeniyle “Ermeni soykırımı” meselesine ABD’den farklı bakan Yahudiler elbette var. Tehcirin bir soykırım olmadığını, önce Çarlık Rusya’sının ardından da emperyalist İngiltere’nin kışkırtmasıyla Ermenilerin ayaklanmasının karşılıklı mukatele/kırım doğurduğunu ve bunun Hitler’in Yahudilere uyguladığı soykırımla benzerliğinin olmadığını saptayarak ABD’nin “Ermeni soykırımı” tezlerine karşı çıkan Yahudiler elbette var.

Ancak İsrail devletinin ve Siyonist Yahudilerin gerekçesi başka. 

İSRAİL RANTI PAYLAŞMAK İSTEMİYOR

İsrail devleti ve Siyonist Yahudiler, soykırımı bir rant olarak kullanıyor ve büyük politik getirisi nedeniyle de bu rantı kimseyle paylaşmak istemiyor. Dünyada tek soykırıma uğrayan halkın kendileri olarak kalmasını sağlayarak bunu Filistin’i işgale ve terörist eylemlerine kalkan olarak kullanmak istiyor. Yoksa Türkiye’ye bakışta ABD’yle çok farklı oldukları için değil.

Hüsnü Mahalli’nin Filistin Benimdir (Kırmızı Kedi, 2020) kitabının tartışması sırasında bu çok net görülmüştü. Kimi yarı resmi İsrailli yetkililerin de karıştığı o tartışmalarda, soykırımın nasıl ranta dönüştürüldüğü iyice su yüzüne çıkmıştı. 

Kitaba saldıranların derdi şuydu: Tamam, Hüsnü Mahalli kitabında “Yahudi soykırımını” inkâr etmiyordu ama Hitler’in komünistlere, Çingenelere, Slavlara da soykırım uyguladığını yazarak “Yahudi soykırımını” sulandırıyordu, zayıflatıyordu!

Kendilerine uygulanan soykırım asla zayıflatılmamalı ve rantı başkalarıyla paylaşılmamalı ki rahatça Filistinlilere karşı etnik temizlik yapabilsinler!

ELON MUSK’IN VAHİM YASAĞI!

O rantı nasıl kullandıklarının en önemli örneklerinden biri sosyal medya platformu X’in sahibi Elon Musk’a uyguladıkları ağır baskıdır. Üstelik Musk’ın tepesinde sadece İsrail hükümetinin değil, ABD hükümetinin de kılıcı dolaşmaktadır. Musk da genel kitle ile ABD-İsrail arasında zikzaklar çizmektedir. 

Örneğin Beyaz Saray Sözcü Yardımcısı Andrew Bates, bir kullanıcının X’te yaptığı, “Yahudiler, insanlardan kendilerine karşı kullanmayı bırakmalarını istedikleri nefreti tam da beyazlara karşı kullanıyor” paylaşımına “Gerçekleri söyledin” yorumunu yapan Musk’a şu tepkiyi gösterdi: “Yahudi karşıtı ve ırkçı nefretin iğrenç şekilde teşvik edilmesini en güçlü ifadelerle kınıyoruz” (AA, 18.11.2023).

Ama vahim olan şuydu: Musk, “sömürgecilikten kurtulma” kavramını cihatçılığın bir versiyonu sayan bir sosyal medya paylaşımını, 16 Kasım’da “Evet, sömürgecilikten kurtulma (dekolonizasyon) zorunlu bir Yahudi soykırımını ima eder, bu nedenle kullanımı doğru değildir” diyerek savundu, 18 Kasım’da da bu kavramın hizmet şartlarına aykırı olduğunu iddia ederek X’te kullanımını yasakladı!

HİTLER’İN KURBANLARININ HİTLER’LEŞEBİLMESİ

Mantığa bakar mısınız: Filistinlilerin sömürge olmamak için mücadele etmesi Yahudilerin ölümüne yol açacaktır, Yahudilerin ölmesi ise yine soykırım demektir; bu nedenle Filistinlilerin sömürge olmaktan kurtulmasını savunmak yasaktır!

İşte İsrail’in soykırım rantını nasıl kullandığının sonuçlarından biri… 

Böylece 40 günde yarısı çocuk ve kadın 12 binden fazla sivili katletmelerini perdelemeye çalışıyorlar. Açık açık Filistinlilere uygulanan etnik temizliği, soykırımı, sürgünü, hatta nükleer bombalarla yok edilmelerini savunuyorlar. 

Bir halkın, başına gelmiş bir büyük acının aynısını başka bir halka reva görebilmesi… 

Hitler’in zulmüne uğrayanların çocuklarının Hitler’leşebilmesi...

İnsanlığın büyük utanç günlerinden geçiyoruz ne yazık ki...

                                                                /././

Kültür savaşlarını kaybediyoruz!(Ergin Yıldızoğlu)

Laik Cumhuriyetin, “dünyası” kültür savaşlarını kaybediyor. Dini yargıların, kadroların ve kurumların eğitim sistemine nüfuz etme süreci seçimlerden sonra hızlandı. Hukuk sistemi bütünlüğünü kaybediyor, anayasa “egemenin” yargılarına tabi olmaya başlayarak anlamsızlaşıyor. “Rezerv alan” yasası Ülkenin tüm alanları, artık fiilen egemenin iradesine mi tabi oluyor?”, “Osmanlı mülkiyet sistemine mi dönüyoruz” sorularını gündeme getirdi.

Kavala, Demirtaş, Atalay, daha nice aydın ısrarla “içeride” tutulurken Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast, bir siyasi cinayet işlemiş terörist olmasına karşın “iyi hal” gerekçesiyle serbest bırakıldı. Bu kültür savaşları içinde hangi hallerin “iyi” hangilerinin “kötü” olduğunu topluma gösteren bir adımdı.

KÜLTÜR VE BEKA SORUNU 

Kültür kavramını, kültürün maddiliğini (materiality) gösterecek bir biçimde, kullanmak istersek, biyolog, davranış bilimci, Prof. Dr. Robert Sopolsky’nin “davranışsal tarzların gelecek kuşaklara genetik olmayan yollarla transferi” tanımından yararlanabiliriz. Bu tanımın kapsamının içine, değer yargılarını, beğeniler, cinsel töreleri, doğruyu ve yanlışı, adaleti, konuşmanın kodlarına ilişkin “hakikat rejimlerini” kolaylıkla koyabiliriz. 

Bu açıdan bakınca da siyasi iktidarların sürdürülebilirliğinin (bekasının), kendilerini yeniden üretebilecek davranışsal tarzların (kültür) gelecek kuşaklara aktarılmasına, “eski rejimin” davranışsal tarzlarını yok etme ya da yeni rejimin değerleri içinde eritme kapasitesine bağlı olacağını görebiliriz. Bu süreçte, yeni bir dil, kurumlar, mekânlar hatta yeni zamanlar doğar, eskileri ölür ya da yeniden tanımlanır. Bu “hesaplaşma”, diğer bir deyişle kültür savaşları, iktidar el değiştirmeden önce şekillenir ve kültür savaşlarını kazanmaya başlayanların siyasi iktidarı, yıkma ya da koruma şansları artar.

Cumhuriyeti kuranların, özellikle de liderleri Mustafa Kemal’in, önceki paragrafta betimlediğim “beka sorunu” gerçeğini, kültür savaşlarının yaşamsal önemini çok iyi kavramış olduklarını söyleyebiliriz. Yazının-harflerin, kıyafet kodlarının değişmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, Medeni Kanun, kadınların haklarının yeniden ve genişletilerek tanımlanması, yeni bir okuma yazma seferberliği, eğitim sisteminin kurumsallaşması, sanat müzik okullarının kurulması, bu çabaların Köy Enstitüleri ile derinleştirilmesi laik bir “hakikat sistemini” yerleştirmeye, yeniden üretimini güvenceye almaya başladı. Bu gelişmeler, Osmanlı’dan kalan ulema sınıfının “dilini” (dini bilginin üretim aracını) elinden alarak simgelerini, mekânlarını yasaklayarak, “dinci hakikat rejimini” ve “entelijensiyasını” meşru siyasi alanın dışına iterek Cumhuriyetin geleceğini güvenceye aldı. 

Daha sonra gelişen “Kemalizm” ve Cumhuriyet burjuvazisi ise Köy Enstitülerini kapatırken kültür savaşlarındaki kazanımların önemini hiç anlamadığını gösteriyor; emperyalizmin yeniden güdümüne girmeye başladıktan sonra da laik Cumhuriyetin, ulusal bağımsızlığını (ekonomisini yönetme kapasitesini ve kültürünü) aşındıracak gelişmeleri kolaylıkla kabullenmeye başlıyordu. Bu “şaşkınlar” listesine, sol liberal entelijensiyanın, siyasal İslamın yükselmesini kolaylaştıran, ihanetini de ekleyelim. Sosyalist hareket de hem kültürün maddiliğini anlamakta zorlandığı hem de kaba materyalizmin, sınıfları ekonomilerine indirgeme yanılgısını aşamadığı için uzun süre siyasal İslamın yıkıcı özelliklerini tanıyamadı, siyasal İslam neoliberalizmi terk ederken o hâlâ neoliberalizmle mücadele ettiğini düşünüyor, kültür savaşlarında taraf olamıyordu. 

AKP rejimi altında kültür savaşları giderek sertleşti, süreç laik Cumhuriyeti ve kurumlarını yok etmeye başladı; “Gezi olayında”, rejimin yumuşak karnının zayıf noktasının kültür olduğu anlaşıldıktan sonra hızlanarak “süreç olarak faşizme” dönüştü. Son seçimlerden sonra da “süreç olarak faşizmin” özellikle kültür ve kurumları üzerinden hızlandığı görülüyor. 

Kültür savaşlarını kazanamayan siyasi hareketler kalıcı iktidarlar, istikrarlı toplumlar kuramazlar hatta kendi varlıklarını dahi koruyamazlar. Bu gerçeği kavramadan “kayıpları” geri çevirmek, süreç olarak faşizmi durdurmak mümkün olmayacak!

Ömür Sezgin'in anısına: Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu - Murat Sevinç* / duvaR

 

Bilen bilir, eski kuşak hocaların bir kısmının en belirgin özelliklerinden biri, yılların birikim ve deneyimini ‘damıtarak’ sunma hasletleriydi.

19 Kasım 2023 günü yitirdiğimiz, sevgili hocamız Ömür Sezgin'in anısına...

Murat Sevinç*

Anayasa tarihiyle ilgilenenler için en etkileyici dönemlerden biri, Türkiye’nin 1918-1924 yıllarıdır. Pek çok açıdan çarpıcıdır kuruluş dönemi. Yapılanlarla, yapılmayanlarla. Kurucu babaların hemen tüm eylemlerini meclislere onaylatmaya çalışmaları, savaş ve devrim sürecine dair her konunun kurullarda uzun uzadıya tartışılması, mebusların hiç olmazsa bir kısmının sahip olduğu bilgi birikimi ve tartışma düzeyi; ayrıca Mustafa Kemal’in pragmatist siyaseti, her adımı planlaması ve hedefe varan yoldaki inadı, cesareti, fırsatları üstün öngörüyle kullanabilmesi çok önemli. Zira 1920’lerde ne yapıldıysa, hangi yöntemle yapıldıysa ve her ne yapılmadıysa, bugün sonuçlarını yaşıyoruz.

Mustafa Kemal Samsun’a çıkıp ‘Kurtuluş’u örgütlemeye başladığında, teslim olmuş bir devletin halkı çeşitli bölgelerde kendi kaderine el koymaya başlamış, ‘yerel kongreler’ oluşturuyordu. Dolayısıyla, "Türkiye’de tepeden inmecilik kuraldır" klişesi hiç olmazsa bu yıllar için çok tartışılır. Mustafa Kemal siyasi ve askeri olarak dağınık durumdaki isyanı örgütlemeyi başarabildi. Öyle bir dönemki bu; bir yandan savaşmak için gerekli silah ve insan gücü toparlanmaya çalışılıyor, diğer yandan yeni bir devletin siyasal yapısının çatısı yaratılıyor. Kuşkusuz bu çatı yeni bir ‘siyasal rejim’ ve ‘ideoloji’ inşası demek. Önce yerel, ardından ulusal kongreler. İstanbul’daki Meclis’i belli konular üzerinde ikna çabası ve Ankara’nın hemen hiçbir talebini yerine getiremese de Misak-ı Milli’yi kabul etmiş bir Meclis-i Mebusan. 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan yeni meclis. 1921’in ocak ayında kabul edilmiş Kurtuluş Savaşı anayasası Teşkilat-ı Esasiye Kanunu. İktidarı yeryüzüne indirip ‘millete’ veren anayasa, aynı zamanda tarihimizin ‘yerel özerklikler’ tanıyan ilk ve son anayasa metni. Ve tabii ‘iki’ anayasalı yıllar. Çünkü 1921 kabul edilirken 1876 tarihli Kanunu Esasi halen yürürlükte (1924 Anayasasına dek). Kazanılan muharebeler, yapılan uluslararası anlaşmalarla devletleşme yolunda atılan sağlam adımlar, saltanatın kaldırılması, Lozan görüşmeleri, meclis içindeki gruplar arasında devam eden canhıraş mücadele ve Mustafa Kemal’e dönük yoğun muhalefet, Bolşevikler’den talep edilen yardım, İkinci Meclis’in kurulması, muhalefetin tasfiyesi, cumhuriyetin ilanı, hilafetin lağvedilmesi, 1924 Anayasası’nın kabul edilmesiyle yerel özerkliklerin terk edilip üniter yapının benimsenmesi ve Türk-Sünni yurttaşlığın kabulü... Baş döndürücü bir devir ve bir kez daha söylemek gerekirse: Her adım mecliste tartışılıyor, vekiller (bazen tahditle de olsa!) ikna ediliyor. O vekiller de vekil olduklarının ve öncelikle bir ulusu temsil ettiklerinin farkında.

Gel gör ki Türkiye’de herhangi bir şey tartışılamadığı ya da adı tartışma olan her çaba bir zaman içinde şu ya da bu ölçüde fanatizmle malul olduğundan, kuruluş yılları da hakkıyla ele alınamaz. Çünkü bir asır öncesinin gelişmeleri, günümüz terminolojisi/değerleriyle anlaşılmaya çalışılır ve herkes kendi düşüncesini doğrulayacak olayları cımbızla bulup çıkarır olup bitenden. Her satırını zevkle okuduğum Murathan Mungan’ın "Türkiye’de insanlar halkı olmak değil haklı çıkmak ister" dediğini hatırlıyorum. Çok doğru ve aynı hastalık muhtelif tarih okuma ve yorumlarında da var. Kuşkusuz farklı ideolojilere mensup olanlar, olup biteni kendi dünyasından değerlendirir ve çok da doğaldır. Doğal olmayan, ‘sonu’ başından belli tarih okuması merakı! Oysa bugünün yaşayanları bizler, yalnızca okur, anlamaya çalışırız. Ait olmadığımız bir zaman ve mekânda olanları yeniden ve keyfimizce yazamayız. Hâl böyleyken sıklıkla kuruluş dönemine dair bazı eserleri tanıtmaya çalışıyorum. Bugün yaşadığımız sorunların kökeninde bir asır önce yapılan tercihler ve sonrasında halının altına süpürülenler olduğu için. Kurtuluş Savaşı yıllarında mücadele konusu olan konuların 2018 yılında canlı bir biçimde gündemi işgal edişi, kuruluştaki siyasal rejim tartışmalarından ayrı düşünülmemeli.

Bugün size (özellikle öğrenci ve genç araştırmacılara) önereceğim kitabın başlığı “Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu.” Yazarı Ömür Sezgin. Birey ve Toplum Yayınları'ndan 1984 yılında yayımlanmış. Ömür Sezgin, Mülkiye’de siyaset bilimi ve düşünce tarihi derslerini veren Marksist hocamızdır. Son derece çetrefil konuları duru ve kısa biçimde anlatabilmesi karşısında hissettiğim hayranlığı itiraf etmeliyim. Bilen bilir, eski kuşak hocaların bir kısmının en belirgin özelliklerinden biri, yılların birikim ve deneyimini ‘damıtarak’ sunma hasletleriydi. Bizlere önerdikleri de buydu. Olabildiğince sade, anlaşılır yazmak ve konuşmak. Tabii söz konusu sadeliğe ulaşmak hayli zaman alıyor. Ayrıca bir de ‘omurga’ gerektiriyor. İki yılda bir fikir değiştirmemek, hayatta ‘durduğu’ bir yer olmak. İşte sevgili hocamız Ömür Sezgin, bilgiyi damıtma, lafı boş yere uzatmama, anlaşılır ve ‘tutarlı’ olma konularında bizlere örnek olan hocalarımızdandır. Ancak gördüğünüz gibi, lafı uzatmamak konusunda kendisinden hiçbir şey öğrenemediğim çok açık!

Unutulmaya yüz tutmuş, çoğu dönem çalışmasının dipnotlarındaki atıflarla fark edilebilecek bu değerli kitap, yazının başında altını çizmeye çalıştığım heyecan verici 1920-1923 arasını konu ediyor. Bu yıllar arasındaki kritik eşikleri incelerken, genel olarak ‘muhalefetin’ niteliğini ele almaya çalışıyor. Önüne çok yalın ve can alıcı bir soru koyarak başlıyor işe: “İktisadi bakımdan geri, dinsel ideolojinin egemen ve halkın büyük çoğunluğunun geleneksel hilafet ve saltanat düzenine bağlı olduğu bir toplumda hangi koşullar altında yeni bir devlet biçiminin –cumhuriyetin- kurulabilmesi mümkün olmuştur?” Hakikaten, nasıl?

Yazarın Kurtuluş Savaşı yıllarının satır aralarına eğilmesinin nedeni yalnızca direniş hareketi niteliğinde oluşu değil, aynı zamanda siyasal rejim sorununun her an gündemde kalmasıdır. Siyasal rejim tartışması/mücadelesi, büyük ölçüde Meclis’teki muhalefetin eylemelerinde belirgin hale gelir. Ömür Sezgin, çalışmanın başından sonuna dek, çok temel bazı konularda muhalif olanların karşı çıkış yol/yöntem ve dillerini ele alarak, temel sorunun her zaman yeni bir siyasal rejim için verilen mücadele olduğunu ortaya koymaya çalışıyor.

Kitap BMM'nin (Büyük Millet Meclisi) kuruluşuyla başlıyor. Malumunuz, Misak-ı Milli kararlarını alan son Meclisi Mebusan’ın bazı üyeleri İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgali ardından tutuklanmış; Meclis 18 Mart’ta çalışmalarını süresiz olarak erteleme kararı almış ve 11 Nisan’da Padişah buyruğu ile feshedilmişti. 19 Mart’ta (işgalden üç gün sonra) Mustafa Kemal ‘Vilayet, müstakil liva ve kolordu komutanlarına’ gönderdiği tamim ile ‘selâhiyeti fevkaladeyi haiz bir meclisin’ Ankara’da toplanmasını talep eder. Meclisin 23 Nisan’da toplanmasına karar verilir ve bunun üzerine Mustafa Kemal 21 Nisan’da Heyet-i Temsiliye adına çeşitli kurumlara ivedi bir yazı gönderir. Sezgin, bu yazıyı ‘BMM’nin kuruluşu esnasında ülkede egemen olan görüşü göstermesi bakımından olduğu gibi aktarma gereği duymuş. İyi yapmış. Çünkü söz konusu ‘egemen görüş’ ve Mustafa Kemal’in örneğin İslam ideolojisine ve temsilcisi konumundaki halife-sultana bağlılığına yapılan aşırı vurgular, mücadelenin başlangıcındaki siyasal tercihleri/taktikleri sergilemesi açısından önemli. Zira sonrasındaki aylar ve yıllar, bu minval üzerine çekişmeyle devam ediyor. Yukarıda ‘Marksist’ olduğunu vurguladığım yazar, tahmin edilebileceği gibi bu mücadeleye ilişkin çözümlemelerini de aynı perspektifle, siyasal, sosyal ve ekonomik koşulları bütünlüklü biçimde göz önünde bulundurarak yapıyor. Kuşkusuz ve kaçınılmaz bir biçimde, 1960’ların sol içi bazı tartışma ve yanılgılarına da atıflarla. Bu yolu benimsediğinde, 1920’leri anlamanın yolu da öncelikle 19'uncu yüzyıl Osmanlı ıslahatçılığının niteliğini belirlemek oluyor. ‘Gelişen üretim güçlerinin siyasal düzeydeki yansıması anlamına gelmeyecek’ bir ıslahatçılık. Bir başka deyişle, “Çatışmanın devlet ile toplum arasında olmayıp devlet aygıtı içinde olduğu” gerçeği. Batı ile karşılaştırıldığında, Osmanlı-Türk modernleşmesinin niteliğini belirleyen bu farklılık sonraki on yıllara damga vuruyor. Sezgin’in ifadesiyle:

“...Saltanat rejimi ile toplum arasında temel bir çatışma söz konusu değildir. Ve bu nedenledir ki Meşrutiyet ve burjuva ideolojisi, saltanat ve dinsel ideoloji karşısında güçsüz kalmıştır. Bununla birlikte, burada açıklamadığımız belirli koşullar altında başarılı olabilmiştir. Böyle bir durumda, elbette zor unsuru öne çıkmış, bu da orduyu ve ordu içindeki çatışmaları belirleyici olmak düzeyine çıkarmıştır. Devlet katında gerçekleşen ‘burjuva devrimi’ (1908), ideoloji gereği halk kitlelerini siyasete katılmaya zorlamıştır... Ancak, kanımızca, daha sonraki gelişmeleri belirleyecek olan temel çatışma, 1908’in yukarıda işaret edilen niteliğinden kaynaklanan çatışmadır: siyasi düzeyde saltanat/meşrutiyet, ideolojik düzeyde ise dinsel ideoloji/aydınlanma ideolojisi çatışması.”

Yazar, ilk büyük ayrışmayı böylece tespit edip iki hattın temsilcilerinin 1920’lere dek izini sürüyor. Dolayısıyla 1920’lerde kuruluş aşamasında ortaya çıkan ideolojik çatışmanın kökenleri ve aldığı yolu takip etmek mümkün hale geliyor. ‘Muhafazakâr’ ve ‘inkılâpçı’ iki ‘telâkkinin’ çarpışması. Bu çarpışmada, iki grup zaman zaman aynı kavramları sahipleniyor (hakimiyet-i milliye gibi) ki özellikle savaş/kurtuluş aşamasındaki ‘uzlaşma’ bu şekilde mümkün oluyor. Örneğin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da kuruluşunu hakimiyet-i milliye kavramına dayandırmıştır. Ancak bu durum ‘kurtuluş’ sürecinde geçerli. Sıra ‘kuruluşa’ geldiğinde, farklar belirginleşiyor. Ömür Sezgin’in sözcükleriyle, “...Mustafa Kemal ve taraftarları nazarında, hakimiyeti milliye, öngördükleri yeni iktidarın hukuksal dayanağıdır, ‘muhafazakârlar için ise hilafet ve saltanat makamının korunmasının garantisidir.” İşte bu iki görüş mecliste değişik zamanlarda ve farklı konular görüşülürken ortaya çıkmıştır. Sezgin ana hatlarıyla bu çatışmaları izliyor. Mustafa Kemal ve liderliğindeki grubun pragmatizmleri, atılan her adımda ittifak siyasetine gösterilen özen, zamanı geldiğinde ve güçlü hissedildiğinde radikal kararlarla o ittifakların dağıtılması ve verilen sert mesajlar, Mustafa Kemal’in daha önceki yazılarda söz ettiğim yönetim biçimi tercihleri (örneğin meşrutiyetten ve uzun süre güçler ayrılığından pek hazzetmemesi, hatta epeyce okuduğu Jean Jacques Rousseau’yu ‘deli’ olarak tanımlaması gibi!), saltanat ve hilafetin lağvedilmesi sürecindeki sabır ve kararlılığı, Meclis’teki ‘İkinci Grup’ ile yaşanan sert polemikler ve ciddi muhalefet, Lozan aylarındaki tartışmalar, Halk Fırkası’nın doğumu, 1923 seçimlerinde muhalefetin (İkinci Grup’un) tasfiyesi...

Sezgin, her kritik eşikte, adı bazen konulan bazen konulmayan ideolojik savaş yaşandığını ve yeni siyasal rejimin söz konusu çatışma içinde filizlendiğini anlatıyor. Bu arada, örneğin Bolşeviklik tartışmasına dair sayfalar özellikle ilgi çekici; çünkü bilindiği üzere Kurtuluş Savaşı yıllarında BMM ile Bolşevik devrimcilerle kurulan yakın ilişkiler (meşhur Taksim anıtında Mustafa Kemal’in arkasında iki Bolşevik komutan olduğunu unutmayalım!) hep tartışma/merak konusu olmuştur. Sezgin, Mete Tunçay’ın çalışmasına da yaptığı göndermelerle, savaş esnasında Anadolu’da ve BMM’deki Bolşevik etkisinin, hiç olmazsa kimi yazarlarca abartıldığı ölçüde olmadığı kanısında. Uzun uzadıya irdelenen konunun bir yerinde, Ömür Sezgin’in BMM’de Bolşevikliğin kimilerinin iddia ettiği gibi ‘egemen görüş’ olmadığını anlatabilmek için verdiği örneği aktarmak istiyorum. Bu, o dönemde Türkiye’nin ne halde olduğunu sergilemesi açısından da, 2000’li yılların terminolojisiyle/kavramlarıyla 1920’leri acımasızca eleştirmenin garipliğini fark etmek açısından da hoş bir örnek: “Ayrıca, frengi ile mücadelede kadınları ve genç kızları doktor muayene edebilir mi, edemez mi? konusunda tartışmaların haftalar, hatta aylar sürdüğü ve büyük kavgalara sahne olan bir Mecliste, herhalde Bolşevikliğin en önemli cereyan olduğu ileri sürülemez.”

Evet, Kurtuluş Savaşı, iki farklı ideolojiye sahip güçlerin belirli koşullarda uzlaşmasıyla gerçekleşti. Sonraki süreçte var olan uzlaşmazlıklar belirginleşti, mücadele sertleşti. Sorun yalnızca bir iktidar sorunu değil, siyasi rejim, yeni devlet biçimiydi. Ömür Sezgin, toplumsal yapıya hakim olan güçlerin siyasi düzeydeki temsilcilerinin neden etkisiz kaldığını anlamak için soruna, ‘siyasi, iktisadi ve ideolojik düzeyler’ arasındaki ilişkiler çerçevesinde yaklaşıyor.

Son sözü, Ömür Sezgin’in bugün için de çok şey ifade eden cümlelerine bırakalım: “...Ancak, yukarıda kısaca belirttiğimiz koşullar altında cumhuriyet yönetimi fiilen ve hukuken kurulmuş olmakla birlikte, henüz toplumun maddi yapısında, dolayısıyla ideolojik yapısında köklü değişiklikler söz konusu değildir. Yeni devlet biçimiyle geleneksel toplum yapısı arasındaki çatışma, cumhuriyetin ilanından sonra da, başka biçimler altında yeniden ortaya çıkmakta gecikmeyecektir.”

Anlamlı değil mi? Görünen o ki laik, demokratik ve eşitlikçi cumhuriyeti hâlâ kuramadık. Neden kuramadığımızı ve nasıl kurabileceğimizi yine ‘siyasi, iktisadi ve ideolojik’ düzeyler arsındaki ilişkiler bağlamında, tekrar tekrar düşünmekte, tartışmakta, sorgulamakta büyük yarar var.

Kitabı bir yerlerden tedarik edip okumanızı öneririm.

*Akademisyen

***

(Bu yazı ilk olarak 4 Ocak 2018’de Gazete Duvar’da yayınlanmıştır.)

soL (GÜNDEM-DOSYA) - 20 KASIM 2023

 Ankara'da aydınlar buluşması (soL)

TKP'nin çağrısıyla Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde düzenlenen etkinlikte Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin kuruluş çalışmaları ele alındı.

TKP'nin çağrısıyla akademisyenler, sanatçılar ve demokratik kitle örgütü temsilcileri Ankara'da Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde bir araya geldiler.

TKP MYK üyesi Aydemir Güler'in açılış konuşmasıyla başlayan etkinlikte, seçim sonrası düzen siyasetinde yaşanan gelişmeler ve boşluklar, sosyalizm mücadelesinin önündeki güncel olanaklar ile TKP'nin öncülüğüyle başlatılan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin (THTM) kuruluş çalışmaları ele alındı.

Etkinlikte THTM'nin Cumhuriyetçilik, laiklik, kamuculuk ve antiemperyalizm paydasında buluşan tüm toplumsal kesimlere açık olduğu vurgulandı.

                                                                          /././

Halk Temsilcileri Meclisi yola çıkıyor (Atilla Özsever-duvaR)

Bir grup aydın, gazeteci, emekçi ve öğrenci kesiminin temsilcilerinden oluşan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi Girişimi geniş katılımlı bir örgütlenme için harekete geçti. İstanbul’daki toplantıda Cumhuriyet’in temel değerlerine sahip çıkan, laikliği, eşitliği ve bağımsızlığı savunanların halkın temsilcilerinin de katılımı ile bir meclis oluşturması öngörüldü. 26 Kasım’da İstanbul’da temsilci seçimi yapılacak, 24 Aralık’ta da Ankara’da Türkiye çapında meclisin tüm bileşenleri bir araya gelecek.

Ülkemizdeki ekonomik kriz, derin yoksulluk, laiklik karşıtı gelişmeler ve otoriter baskı ortamına karşı bir grup aydın, gazeteci, akademisyen, emekçi kesimi ile öğrenci gençliği temsilcileri, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi adı altında bir girişim başlattılar.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi Girişimi tarafından yapılan açıklamada, Meclis'in amacı "Toplumun değişik kesimlerinden, farklı ama birbirine dost ideolojik ve siyasi eğilimlere sahip kişiler olarak bir araya geliyoruz. Bizi bir araya getiren, emperyalizme ve sömürü düzenine duyduğumuz nefret; yurt sevgisi ve Cumhuriyetçiliktir. Laik, bağımsız, egemen, bir ülke, devletçi-planlı bir ekonomi ve tüm yurttaşlarımızın eşitlik ve kardeşlik içinde, refah ve aydınlığa kavuşacağı bir toplumsal sistem istiyoruz" ifadeleriyle tanımlandı.

Dün (19 Kasım 2023) İstanbul Kadıköy’deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde yapılan toplantıda, bu girişimin amaçları, çalışma tarzı ve örgütlenme süreci üzerine bilgi verildi. Toplantıda 30 dolayında çeşitli meslek sahibi, gazeteci, emekli katılımcılar yer aldı.

'AKP’DEN KURTULMAK MÜMKÜN MÜ?'

İlk konuşmayı Türkiye Komünist Partisi (TKP) Merkez Yürütme Kurulu üyesi Yiğit Günay yaptı. Yiğit Günay, öncelikle AKP iktidarının Türkiye’ye getirdiği açmazlardan söz etti ve “AKP iktidarından niye kurtulamıyoruz?” diye sordu.

TKP’li  Günay, AKP’nin bir şekilde seçimler sonucu sandıktan çıkmayı başardığını ancak halk muhalefeti nedeniyle de zaman zaman sıkıntıya düştüğünü söyledi. Gezi olayları, TEKEL direnişi ve benzeri durumlarda AKP’nin sıkıntıya düştüğünü belirten Günay, siyasal iktidarın seçimlerdeki başarısına rağmen yine de ülkede önemli bir kesimin teslim olmadığını kaydetti.

Yiğit Günay, ardından şu soruyu sordu: “Ancak neden sonuç alamıyoruz”. Yanıtını da şöyle verdi: “Meclisteki düzen partileri bir şekilde AKP’ye meşruiyet kazandırıyor. Başta CHP olmak üzere muhalif partiler, ‘Biz sandıkta halledeceğiz’ diyorlar ama sonuç alınmıyor”.

2024 yılının çok daha zor geçeceğini belirten Yiğit Günay, Cumhuriyetçilerin, Kemalistlerin, bu düzenden rahatsız olan tüm halk kesimlerinin artık daha örgütlü, daha geniş kapsamlı bir karşı duruş sergilemesi gerektiğini söyledi.

SOSYALİSTLERİN HALKLA BULUŞMASI

Yiğit Günay, sosyalistlerin düzenden rahatsız olan kesimlerle buluşması, kendini sahipsiz hissedenlerle birlikte olması gerektiğini vurguladı. Günay, halk kesimlerinden oluşan temsilcilerle böyle bir girişimi başlattıklarını belirtti.

Yiğit Günay’dan sonra meclis girişiminin kurucularından gazeteci Mustafa Kemal Erdemol, söz aldı. Erdemol, “Halk Meclisleri, bu gidişata bir müdahaledir. Halkın bizzat kendisinin oluşturduğu bir meclis olmasını istiyoruz. Bu meclis, sokağın da sesi olacaktır” diye konuştu.

Mustafa Kemal Erdemol, halkın çeşitli sorunlarıyla ilgili komisyonlar oluşturulacağını ancak yol gösterici olmaktan ziyade halkın temsilcilerinin katılımı ile birlikte yol açılacağını ifade etti.

24 ARALIK’TA ANKARA’DA

Daha sonra katılımcıların sorularına geçildi. Katılımcılar, halkın somut sorunlarının çözümlenmesinde nasıl bir yol ve yöntem izleneceği, insanların böyle bir mecliste görev almasının hangi nedenlerle mümkün olacağı, diğer benzer örgütlerle nasıl ilişki kurulacağı, bu tür girişimlerin sürekliliğinin nasıl sağlanacağı gibi sorular yönelttiler.

Günay, Erdemol ve diğer ilgili kişiler de, temsilcilerle birlikte bu sorunlara çözüm aranacağını ifade ettiler. TKP yöneticisi Yiğit Günay, TKP’nin Temmuz 2023’te böyle bir meclisin kurulmasına önayak olduğunu ancak bu meclisin TKP’nin bir yan örgütü olmayacağını, en geniş katılımlı bir örgütlenmeyi amaçladıklarını söyledi.

26 Kasım 2023 tarihinde Maltepe Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde yapılacak toplantıda İstanbul Anadolu yakasındaki meclis temsilcilerinin seçiminin yapılacağı bildirildi. Bu toplantıda, Aytunç Erkin, Barış Terkoğlu, Cangül Örnek, Kemal Okuyan ve Murat Ağırel, birer sunum konuşması yapacak.

26 Kasım tarihinden itibaren birçok ilde gerçekleştirilecek halk toplantılarıyla temsilcileri belirlenmeye başlanacak olan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi, ilk kez 24 Aralık 2023 tarihinde Ankara’da tüm bileşenleriyle toplanacak.

                                                       /././

Kalkandelen: Sermaye sınıfı laikliği satmıştır (soL)

Gazeteci-yazar Zülal Kalkandelen bugün Divriği Kültür Derneği'nde düzenlenen söyleşide, sermaye sınıfının işçi sınıfının önünde barikat kurmak kurmak için laikliğe karşı çıktığını söyledi.

İstanbul Beyoğlu'nda bulunan Divriği Kültür Derneği’nde gazeteci-yazar Zülâl Kalkandelen’in  “Cumhuriyet’in 100. yılında Laiklik ve Kadın Hakları” başlıklı söyleşisi gerçekleştirildi. 

Kadınlar açısından çok karanlık bir dönemden geçildiğini söyleyen Kalkandelen, TBMM’nin yeniden gündemine giren anayasa değişikliği tartışmalarının hedefinde medeni kanunun olduğuna işaret etti.

Laiklik karşıtlığının yükselişe geçtiğini kaydeden Kalkandelen, bu yükselişin sebeplerinden birinin de 6’lı masanın bu alandaki sessizliği olduğunu belirtti.

6’lı masanın parçası olan siyasi partilerin “özgürlükçü laiklik” kavramını yeniden gündeme getirdiğini hatırlatan Kalkandelen, bu kavramın daha önce Erdoğan tarafından kullanıldığına dikkat çekti.

Kalkandelen ”Laiklik, bilime dayanır ve dogmaları reddeder. Benim laiklikten anladığım, inanmama özgürlüğünün de garanti altına alınması ve bu sayede egemenlerin baskısının kırılması... Bunlar söylenmeyince birileri çıkıp ekonomide nas diyor. Her yere dini referanslar sıkıştırılıyor. Son 20 yılda yapılan şey bu" dedi.

Sermayenin laikliğe yaklaşımına dair ise Kalkandelen şunları söyledi:

"Şirketler görkemli reklamlar yayımladı, alkışlandılar, şimdi o da bitti. Laikliğe en büyük ihaneti sermaye sınıfı yapmıştır. Yuvarlamadan bunu söylemek zorundayız. Sermaye sınıfı laikliği satmıştır. Neden siyasal islama destek verdi sermayedarlar? İşçi sınıfının önünde barikat kurmak için laikliğe karşılar.”

Kalkandelen, sermaye sınıfına karşı çıkarken tarikatlara da karşı durulması gerektiğini, holdinglerle tarikatların farksız olduklarını, ikisinin de laik devlete karşı olduğunu belirtti.

Muhalefetin bu alandaki tutumunu ise Erdoğan’la benzeştiren Kalkandelen “Cumhuriyetin ilanından hemen sonra tarikat ve cemaat yapıları kapatılmıştır. Bugün kendisi avukat olan bir milletvekili, ana muhalefet adına konuşurken, 'tekke ve zaviyeleri kaldıran devrim kanunu kadük olmuştur' dedi. Erdoğan'ın söyleyebileceği bir şey ana muhalefet tarafından söyleniyor" diye konuştu.

Zülâl Kalkandelen konuşmasına şu sözlerle devam etti: “Kamuculuktan vazgeçemeyiz. Tam bağımsızlıktan vazgeçemeyiz. Laiklikten vazgeçemeyiz. Cumhuriyeti ayağa kaldırmanın yolu budur.”

THTM'ye katkı çağrısı

Aynı zamanda Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin (THTM) de ilk katılımcılarından olan Zülâl Kalkandelen THTM ile ilgili şunları söyledi:

"100 yıl sonra bize düşen cumhuriyeti hak ettiği yere taşımaktır. Bu da sosyalist değerlerle mümkün olabilir. Daha fazla bir şeyler yapmak zorundayım diye düşündüğüm bir anda bu oluşumla karşılaştım, THTM çok uzun zamandır düşündüğüm şeyleri söylüyordu. Uğur Mumcu'nun dediği gibi biz bu buluşmayı yaratmak durumundaydık. THTM'nin içinde yer alma kararı aldım. Halkın teşkilatının rantın teşkilatına dönüştüğü bir zamanda kuruldu bu örgütlenme, şimdi örgütlenmek gerekiyor. Örgütlü olmadan kazanamayız. Görüşlerinize yakınsa Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'ne katkınızı bekliyoruz.”

Söyleşinin ardından halk müziği sanatçısı Bedriye Alkan bir müzik dinletisi sundu.

                                                           /././

Fatih Yaşlı: Erdoğan ağzındaki baklayı çıkartmış olabilir (soL)

Fatih Yaşlı, Erdoğan'ın yüzde 50+1 oy şartının kaldırılmasına ilişkin açıklamasının son yargı krizinin suni bir kriz olabileceğini gösterdiğini belirterek "ağzındaki baklayı çıkartmış olabilir" dedi.

Akademisyen ve soL yazarı Fatih Yaşlı, Türkiye Komünist Partisi (TKP) Etimesgut Örgütü’nün Eryaman Semt Evi'nde düzenlediği “Düzenin krizi ve halk ne yapmalı?” başlıklı söyleşiye konuk oldu.

Türkiye’de bir çoklu kriz konjonktürü oluştuğunu ve bu krizlerin düzenin farklı kesimlerinde farklı yansımalara yol açtığını belirterek sözlerine başlayan Yaşlı, 2008 yılında başlayan dünya ekonomik krizinin Türkiye’de zaten bozuk olan gelir dağılımını daha da kötü hale getirerek tam anlamıyla bir bölüşüm şoku yaşanır hale geldiğine değindi.

Yaşlı, ihracata dayalı büyüme stratejisinin Türkiye’deki iş ve sermaye çevrelerinin uluslararası piyasayla rekabet edebilmesi adına daha fazla kemer sıkarak iç talebi azaltma ve reel ücretlerin geriletilmesi politikalarıyla beraber 2024’te halkın daha fazla açlık ve yoksullukla sınanacağını belirtti.

Bu aşamada önümüzdeki yerel seçimlerin olduğu döneme iktidar partisinin ve düzen muhalefetinin bir meşruiyet krizi yaşayarak girdiğini söyleyen Yaşlı, ülkede yaşanan ekonomik krizin ağırlaşmasıyla birtakım toplumsal kıpırdanmaların ortaya çıkacağını, bu noktada halkın tepkisini sokağa taşımanın ve buradan doğacak enerjiyle düzen karşıtı siyaseti güçlendirmenin sol ve sosyalist çevrelerin ilk görevi olması gerektiğini dile getirdi.

AKP’nin 2018 yılında ilan ettiği yeni ekonomik modelin ülke ekonomisine bindirdiği yükün kur patlamaları, yüksek enflasyon, temel tüketim malzemelerinin fiyatlarındaki önlenemez artışlarla halkın derin yoksullaşmasıyla sonuçlandığını belirten Fatih Yaşlı, AKP'nin genel seçimleri kazanmasıyla birlikte Mehmet Şimşek’i ekonomi yönetiminin başına getirerek bu modelden vazgeçildiğini ilan ettiğini ve bunun halka daha fazla kemer sıkma ve reel ücretlerde gerileme olarak döneceğini vurguladı.  

'Erdoğan'ın bu çıkışı MHP'den kurtulmak adına bir adım olabilir'

Son günlerde Anayasa Mahkemesi’nin seçilmiş milletvekili Can Atalay hakkında verdiği hak ihlali kararı ile Yargıtay’ın bu karara itirazı sonucunda ortaya çıkan yargı krizinin suni bir gündem olabileceğini söyleyen Yaşlı şunları kaydetti:

“Erdoğan’ın yüzde 50+1 oy alma şartının kaldırılmasının ülkenin önünü açmak için gerekli olduğunu dile getirmesi bugün yüksek yargıda yaşanan krizin aslında suni bir kriz olabileceğini göstermiştir. Erdoğan bu krize dayanarak Anayasa Mahkemesi’nin yetki alanının daraltılmasını ve yeni bir anayasa hazırlanmasını gündeme taşıyarak ağzındaki baklayı çıkartmış olabilir. Cumhur ittifakı içerisinde MHP’nin yargı ve emniyet çevresinde kadrolaşması, mafya ve suç örgütleriyle kurduğu ilişkiler açısından aldığı oy oranından daha fazla bir güç sahibi haline gelmiş durumda ve Erdoğan’ın bu çıkışı MHP’den kurtulmak adına bir adım olabilir. Bu anlamda MHP de elinde bulundurduğu güçten vazgeçmemek için bu anayasa değişikliği konusunda ayak direyebilir."

'Muhalefet içindeki kriz tam anlamıyla çözülmüş değil'

Ana muhalefet partisinin durumuna da değinen Yaşlı toplumu pasifize eden ve sandığa yönlendiren Kılıçdaroğlu’nun yerine kurultayda görünüşte Özgür Özel’in fiiliyatta ise Ekrem İmamoğlu’nun yönetimi almasının tabanda yeni bir umut yarattığını dile getirdi.

Yaşlı şunları söyledi:

“Özgür Özel parti içinden gelen bir figürken Ekrem İmamoğlu klasik sağcı, popüler, cemaatlerle de sermaye çevreleriyle de arası iyi ve uyumlu bir siyasetçi. Bu da ilerleyen dönemde aralarında gerilim oluşturabilir. Bu anlamda baktığımızda muhalefet içerisindeki kriz de tam anlamıyla çözülmüş değil. Belki bir nebze Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu gençlik ve dinamizmleriyle buna bir çare bulabilir. Ama en nihayetinde sokağı örgütlemeyen bir CHP’nin tabanı ve seçmeniyle barışması mümkün değildir. Bu yüzden Özgür Özel’in son dönemde yaptığı açıklamalar ve 'anayasaya karşı çıkmak darbe girişimidir' diyerek yurttaşları direnmeye çağırması bir anlam ifade etse de yıllarca AKP’nin sokağı kriminalize etmesi ve CHP’nin topluma sandığı işaret etmesi yüzünden bugün sokağa çıkaracak insan bulamıyorlar.”

THTM'ye destek çağrısı

Etkinliğin sonunda katılımcıların sorularını yanıtlayan Fatih Yaşlı, bugün herhangi bir siyasi odak tarafından temsil edilmeyen sol, yurtsever, Atatürkçü kesimler ile sosyalistlerin birbirleriyle buluşması gerektiğini söyleyerek yurttaşları geçtiğimiz günlerde kuruluşu ilan edilen Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’ne (THTM) destek vermeye ve semt evlerinde bir araya gelmeye davet etti.

                                                                  /././

Alman solundan siyaset dersleri (Anıl Çınar)

“Bizi niye ilgilendiriyor” diye düşünebilirsiniz. Ve haklısınız... Ne var ki, Alman solunun yalnızca Almanya’ya hükmetmediğini, hem Avrupa’ya hem de Türkiye’ye “yol gösterdiğini” unutmamak gerekiyor.

Birkaç ay oldu. Sol Parti (Die Linke) milletvekili Sahra Wagenknecht, yanındakilerle birlikte yeni bir parti için yola çıktıklarını ilan etmişti.

Birkaç gün önceyse Sol Parti, Federal Meclis'teki grubunu feshetme kararı aldı. Böylece, yalnızca Alman solunda değil, “meclis aritmetiği”nde de yeni bir aşama kat edilmiş oldu.

“Bizi niye ilgilendiriyor” diye düşünebilirsiniz. Ve haklısınız, biz de buradaki meclis aritmetiğinden, “düzen solu” diye tabir ettiğimiz toplamın maceralarından kusma noktasına geldik. Ne var ki, Alman solunun yalnızca Almanya’ya hükmetmediğini, hem Avrupa’ya hem de Türkiye’ye “yol gösterdiğini” unutmamak gerekiyor.

CHP’nin sosyal demokrat bir partiye dönüştürülmesinde, 90’lardaki geçiş döneminin yönetilmesinde ve bugün de “sosyalist enternasyonel” çatısı altındaki mentörlük ihtiyacının giderilmesinde Alman solu, vakıfları, mali kaynakları ve medyası büyük rol oynamıştı.

Ancak, Alman solunun yeniden yapılanması başka açılardan, siyaset mekanizmalarının liberalizmin krizine nasıl tepki verdiğini gözlemlemek ve önlem almak açısından da önemli.

Aslında, Almanya’da Sol Parti hiç değilse Ukrayna Savaşı’ndan beri krizle, düşünce ayrılıklarıyla boğuşuyordu. Hatırlanacaktır, Ukrayna Savaşı NATO’nun Atlantik kanadı üzerinden “yeniden kurulması”nı mümkün kılmıştı.

Yine bilindiği gibi, Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller ve Sol Parti Almanya’da NATO’culuğun sol üzerinden tahkim edilmesini mümkün kılan “ajanlar” olmuştu. Almanya’nın dış politikasındaki değişiklik Alman sermayesini Rusya’dan koparmanın yolunu sunarken, Almanya’nın yeniden silahlanmasını mümkün kılarken, Alman sermayesinin ihtirasları için “uzun vadede” belli bir rota oluşturmuş olsa da, eski kıtanın bu önemli emperyalist gücünü Atlantik’e tabi kılmış, aynı zamanda göçten ve savaştan ibaret olmayan bir krizle baş başa bırakmıştı.

Almanya’nın ve Avrupa’nın “Rusya ile terbiye edilmesi”nin tarihi belli. Bunun yanında, iki dünya savaşı ve çeşitli maceralar atlatmış bir Almanya’nın “ürkekliği” de… Ayrıca, Almanya’nın Sovyet sonrası dünyadaki yeni düzene entegrasyonunda solun özel bir görev üstlenişinin tarihi ve bakiyesi de belleklerimizde.

Yani Alman solu bir “emperyalist sol” olarak NATO’culukla uğraşmadı sadece. Alman işçi sınıfının sosyalizm tehlikesi karşısında “korunması” için uygulanan sosyal demokrat politikalardan artık kopartılması için de çalışmıştı. Yeni sosyal demokrasi kitle gücünü seçimlerin ve parlamentonun belirleyiciliğinde edilgenleştirirken alabildiğine liberalleşmiş, sola ait alanı başkalaştırmıştı.

Sol başkalaşacak, solla anılan değerler unutturulacak ve bu tarihsel hesap da böylece kapatılmış olacaktı…

Liberalizmle açıktan flörtün, emperyalist Avrupa Birliği’nde, emperyalist Almanya’nın “kaynak bolluğu”nda yönetilebilir sonuçları olacağını düşünmüş ve tasarlamış olabilirlerdi. Halbuki kapitalizmin dünyanın hiçbir yerine istikrar ve huzur getiremeyeceği görülmüştü veya biliniyordu. Dahası fazla huzurun ve istikrarın yönetilebilir bir toplum yaratmanın önüne engeller çıkaracağı bir kez daha anlaşılmıştı.

Bunun anlamı belliydi. Yugoslavya parçalanırken, Irak bombalanırken bu “en gelişmiş” ülkelerin halklarının biraz korkuya ihtiyacı olduğu anlaşılacak, Avrupa’nın “açlık oyunları”na olan ihtiyacı hatırlatılacaktı.

Böylece göçler, savaşlar ve kültürel çürüme sayesinde, kazanılmış hakların gaspı da olanaklı hale gelmişti. Ama bu, Avrupa toplumunu çürütürken siyaset alanının farklı tepkiler üretmesine de neden olacaktı. Bu belki de yüz küsur yıllık deneydi, deneyimdi. Liberalizm arsızca at koştururken sağ radikalizm ve faşizm yeniden sahneye davet edilecekti.

Öyleki, Alman siyasetinin son birkaç yılına damga vuran AfD’nin, Almanya’nın faşist partisinin oyları yükselmekle kalmadı. AfD mevziler elde ettikçe, Alman siyasetindeki dengelerin değişeceğinin haberini de vermekteydi.

Wagenknecht bunun ne anlama geldiğini “AfD’ye kayan radikal oylara talibiz” diyerek izah edenlerden biri oldu. Evet, Wagenknecht’in kuracağı parti için yapılan oy tahminleri, Sol Parti’den ve genel olarak sol hükümetlerin politikalarından bunalan oyların yeniden toparlanmasını sağlayacak gibi görünüyor. Bunun bir parçası da AfD’ye kayan oylar…

Halbuki, sağ ile sol arasında bu derecede sıçramaların başka bir anlamı olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor.

Bunun anlamı, solun kendine ait alanı liberalleştirmesi, sağcılaştırmasından ibaret değildir. Krizlerle boğuşmaya alışmış ve buna göre yapılanmış bir düzende solun tamamen “yüzer gezer”, dilerseniz “popülist” bir pozisyona saplanıp kalmasının sınırlarıyla da ilgilidir.

Bir başka ifade ile, siyasette pivot ayağının önemi yeniden, bu sefer devrimci bir tehlikenin ürünü olarak değil, ama liberalizmin krizi sonucu ortaya çıkmıştır.

Wagenknecht ekibi, eski partilerinin liberalizme ve NATO’culuğa saplanışından, Alman halkının savaşa, göçe ve sol hükümetlerin marifeti olan bir dizi başlığa tepkisinden, sağın yükselişinden siyaset dersleri çıkarmıştır. Tecrübeli ekibi, bu derslerle Alman sermayesinin ihtiyaçlarının nasıl uyuşturulacağı gibi bir “program sorunu” beklemektedir.

Kimileri bu programı “milliyetçi ve sosyalist” diye anmakta, kimileri “göçmen düşmanı ve Rus dostu” şeklinde. Kimileri de Alman solundaki yeni organizasyonun sağdan oy çekmeyeceği, aksine AfD’yi güçlendireceğini düşünmekte, bu düşünceye de AfD’nin yasaklanması tehlikesi eşlik etmekte.

Bizim çıkarmamız gereken ders ise, solun kendine ait alanı göstermelik veya başka şekillerde ama yeniden yaratma basıncını hissedeceğidir.

O halde bu basıncın düzen solu ve meclis muhafeleti olarak bir kez daha halkın üzerine çökmesine engel olunmalıdır. Bunun ilk kuralıysa, düzen değişikliğini başa yazmaktan ve solu sol yapan şeye sahip çıkmaktan geçmektedir. Yani sınıfının, işçi sınıfının sesi olmaktan.

                                                               /././

Karayel (Engin Solakoğlu)

Tatlıoğlu doğruyu söylüyor. Montrö’nün önemi tartışılmaz. Yalnız şu tartışılır: Bu çekişmedeki iki taraftan hangisinin samimiyetine inanabiliriz?

Kuzeybatıdan esen yele Karayel diyoruz. Uzun yıllar yaşadığım Ankara’da özel bir anlam atfedildiğini duymadım ama büyüdüğüm İstanbul'da ciddiye alınan bir rüzgârdır. Kışın estiğinde kar habercisi sayılırdı eskiden. İstanbul, düzenin müteahhit partileri tarafından sayısız gövdeli ve sayısız kollu karbon monoksit püskürten bir canavara dönüştürüldüğünden beri Karayel bile yetmiyor artık kar yağdırmaya. Her ne ise başımızda kardan çok daha önemli sıkıntılar var.

Bu hafta Filistin konusuna geri dönmek niyetindeydim. İsrail’in etnik temizlik ve soykırım amaçlı saldırısı sürüyor çünkü. Gazze’de ölü sayısı 13 bini bulmuştu ben bilgisayar başına otururken. Milyonu aşkın insan İsrail Ordusu Tsahal tarafından bir aşağı bir yukarı sürülmekte, bu arada hastaneler, okullar bombalanmakta. Bir yandan da İsrail’in ürettiği yalanların yavaş yavaş ifşa olduğuna da tanık oluyoruz. 

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, birtakım İslam ülkeleriyle birlikte yürütülen bir “diplomatik ve insani” bir girişimden söz ediyor.  Bu iki tanımlamaya bakınca Hamas’ın ve İsrail’in elindeki tutsaklarla ilgili bir girişim olabileceği tahmine müsait. Öte taraftan sözünü ettiği İslam ülkelerinin de Türkiye’nin de İsrail’le ticareti sürüyor. TKP bu hafta bu konuda bazı sorular sordu. Şu bağlantıda bulabileceğiniz sorular son derece somut. Bunlara Akepe düzeninin aynı somutlukta yanıtlar getirebileceği ise fena halde kuşkulu.

Oysa sorun tutsaklar ya da savaşın durması değil, Filistinlilerin meşru haklarının iade edilmesi. Bunların en başında da yaşam hakkı geliyor. Bu konuya daha çok değineceğiz önümüzdeki günlerde. Büyük insanlığın mensubu olma iddiası taşıyorsak emperyalizmin cinayetleri ve yalanlarıyla mücadele etmek gibi bir görevimiz var demektir.

Filistin doğrudan Türkiye’nin “beka” sorunu olmayabilir. Karadeniz ise neresinden bakarsanız bakın, Türkiye’deki düzenin adından ve niteliğinden bağımsız olarak hata affetmeyecek bir mesele. 

Arada dikkatimiz dağılıyor ama 2022 yılının Şubat ayından beri Karadeniz ara ara çeşitli vesilelerle hatırlatıyor kendini. Rüzgâr bir anda Karayel’e dönüyor. Geçen gün Deniz Kuvvetleri Komutanı bir törende konuştu. Oramiral Ercüment Tatlıoğlu, soL Portal’ın aktardığı şekliyle Karadeniz’de 2008 yılından beri yaşanan krizleri anımsattıktan sonra özetle “NATO’yu veya Amerika’yı Karadeniz’de istemiyoruz” demiş. 

İfadeleri ilk bakışta garip geliyor. Zaten Türkiye’nin NATO’cu muhalefetinin temsilcileri fırsatı kaçırmamışlar, “Koskoca komutanın Türkiye’nin NATO’ya üye olduğundan haberi yok” diyerek açıklamayı hicivle karışık eleştirmişler.  

Peki NATO Karadeniz’de yok mu? Elbette var. Salt Türkiye üye olduğu için değil, Bulgaristan ve Romanya da sahildar devlet  oldukları için Karadeniz’de NATO’nun olmadığını söylemek mümkün değil. Aslında Oramiral Tatlıoğlu’nun söylemek istediği anlaşılıyor NATO’nun yanına ABD’yi de koyduğunda. Türkiye Karadeniz’de ABD ve onun pişekârı İngiltere’yi istemiyor. Çok da iyi ediyor.

Tatlıoğlu’nun görüşünü açıklarken verdiği örnek de ilginç. Deniz Kuvvetleri Komutanı mayınlardan söz ediyor. Ukrayna-Rusya savaşı vesilesiyle Karadeniz’e 400’den fazla mayın bırakıldığını, bunlardan 17’sinin sahillerimize geldiğini, 15’nin tespit ve imha edildiğini, tespit edilemeyen 2 mayının ise Cide ve Ereğli sahillerinde patladığını ve tehlike yarattığını söylüyor. 

Karayel istikametinde taraflardan birinin nükleer silah sahibi olduğu berbat bir savaş sürüyor ama gündem şehveti içinde unutuyoruz. Savaşın daha en başında bir mayın vaveylası kopmuş, ben de bunu yazmıştım. Üstelik o yazıda da anlattığım gibi, İstanbul Boğazı’na yaklaştıkları için gündem olma hakkını elde eden o cisimler Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın bahsettiği mayınlar değillerdi. O sıradaki tartışma en çok bunların kime ait olabileceği üzerinde yoğunlaşmıştı. Benim tezim, mayınları donanması rakibine göre daha zayıf olan tarafın döşemiş olmasının daha akla yakın geldiği şeklindeydi.

Oramiral Tatlıoğlu’nun “Karadeniz’i Ortadoğu’ya çevirmesinler” biçiminde bir tembihle devam edip “Dolayısıyla Karadeniz’e herhangi bir ülkenin veya NATO’nun girmesini istemiyoruz” kesinliğiyle biten sözleri mayınların kime ait olduğu konusunda Deniz Kuvvetleri’nin net bir fikri olduğunu gösteriyor. 

Erhan (Nalçacı) Hoca’nın da Temmuz ayında yazdığı gibi NATO’nun, aslında ABD’nin bir şekilde Karadeniz’e girmek niyetinde olduğu açık. Bunun önündeki engelin ne olduğu da ortada.

İsviçre’nin Montrö kentinin çok ünlü bir caz festivali var, daha az bilinen bir stand-up gösteri festivali var, bir de kentin adıyla anılan Marmara ve Boğazlar Sözleşmesi var. Dünyada en büyük ve en güçlü donanmaya sahip olduğu bilinen, Okyanusların her köşesine selamsız sabahsız dalıveren ABD’nin Karadeniz’de at koşturmasına işte bu Montrö Sözleşmesi izin vermiyor. 

Oramiral Tatlıoğlu bu konuşmayı yaptıktan birkaç saat sonra ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir paylaşımı düştü önüme. ABD Dışişleri’nin Kamu Diplomasisi’nden sorumlu Bakan Yardımcısı Liz Allen bizlere Varna Limanı’ndan sesleniyordu. Allen 51 saniyelik videoda Karadeniz’in NATO Müttefikleri ve dünyanın geri kalanı için ne kadar ‘kritik” olduğunu anlatıyordu. 

Allen’ın söyledikleri ve söylemedikleri de gösteriyor ki ABD denen emperyalist canavarın kalın derisinde bir ürtiker etkisi yaratıyor bu sözleşme. Kaşındırıyor, deli ediyor. Bundan birkaç yıl önce bu sözleşmenin önemini anımsattılar diye yaşını başını almış Amiralleri içeri tıkmaya kalkışan Akepe iktidarı sürüyor. Gelin görün ki, Deniz Kuvvetleri Komutanı şimdi Montrö Sözleşmesine uyulması gerektiğinin altını çiziyor. Buna karşılık, emekli Amiraller o adli görünümlü haksızlığa uğradığında arkalarında durduğu izlenimi veren ana muhalefet partisinin bir vekili şimdi Montrö’yü hatırlatan Oramiral Tatlıoğlu’nu eleştiriyor. 

Tatlıoğlu doğruyu söylüyor. Montrö’nün önemi tartışılmaz. Lozan’la birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarının uluslararası dayanağıdır. Yalnız şu tartışılır:  bu çekişmedeki iki taraftan hangisinin samimiyetine inanabiliriz? Öyle ya, Amiraller Bildirisi 2021 yılının Nisan ayında yayınlandığında taraflar tam da şimdi bulunduklarının aksi istikametindeydiler. 

Açık söyleyeyim her iki tarafa da güvenmek için fazla sebebimiz yok. 

Bir kere CHP cenahının kronik NATO’culuğunun öyle kurultayla filan değişmesi ihtimali yok. Bir gün Montrö’ye sahip çıkarken ertesi gün NATO ittifakının “yüksek menfaatleri” söz konusu olduğunda geri adım atacakları, bu iki tutum arasındaki çelişkiyi halkın anlamayacağına da inandıkları kesin. 

Gelelim karşı tribüne. Deniz Kuvvetleri’nin kurumsal aklında ve belleğinde Montrö ve Karadeniz konusunun ne kadar önemsendiğini biliyorum ama geçtiğimiz 21 yılın ülkenin bütün kurumlarını ne kadar yıprattığı da sır değil.  

Akepe iktidarı Montrö konusunda direnir mi? Direnebilir mi? Montrö’nün delinmesinin fiyatı nedir? Akepe iktidarı uygun bir bedel karşılığında ABD saldırganlığını Karadeniz’e taşımaya yol verdiğinde Deniz Kuvvetleri ya da diğer kurumlar içerisindeki yurtseverlerin Türkiye halkının güvenliğini ve barışı önceleyen bir tutumu koruyabilmeleri mümkün müdür? Bu kesimler Karadeniz ve Montrö karşılığında emperyalizmin başka bölgelerde, örneğin güneyimizde vereceği ödünlerle ikna edilebilirler mi?

Bu soruların yanıtlarını tam bir kesinlikle verebilecek durumda değilim. Bununla birlikte ister iktidarda ister sözde muhalefette olsunlar artık yoksulluk değil, açlıkla boğuşan Türkiye emekçilerinin Karadeniz’de bu ülkenin varlığına kastedecek bir savaşı kışkırtanların değirmenine su taşımaya kakışanlardan hesap soracaklarından eminim. 

Burası bizim ülkemiz, bizi öldürenlerin de değil, öldürtmeye kalkışanların da.

                                                                    /././

Kaş Belediyesi’nden Patara’da 28 milyonluk arazi satışı (Yusuf Yavuz)

Mülkiyeti Kaş Belediyesi’ne ait olan, Patara antik kentinin de yer aldığı Gelemiş Mahallesi’ndeki iki ayrı arazi ihale yoluyla satışa çıkarıldı.

Antalya’nın Kaş ilçesinde dünyaca tanınan Patara antik kentini de barındıran Gelemiş Mahallesi’nde bulunan iki ayrı parsel arazi Kaş Belediyesi tarafından ihale yoluyla satılacak…

Geçmişte köy tüzel kişiliğine ait olan araziler, Büyükşehir Yasası ile ilçe belediyesine geçen Patara’daki arazilerin satışıyla ilgili karar, geçen Nisan ayında Kaş Belediye Meclisi’nde onaylanmıştı. 22 Kasım Çarşamba günü Kaş Belediyesi’nde gerçekleştirileceği duyurulan pazarlık usulü satış ihalesi kapsamında toplam 7 bin 744 metrekarelik iki ayrı parsel satışa çıkarılırken, iki parselin toplam satış bedeli 28 milyon 700 bin TL olarak açıklandı.

Mülkiyeti Kaş Belediyesi’ne ait olan Gelemiş Mahallesi’ndeki (Patara) iki ayrı arazi 22 Kasım’da ihale yoluyla satışa çıkarılıyor. Kaş Belediyesi’nin ihaleyle ilgili yaptığı duyuruya göre Patara antik kentinin de yer aldığı Gelemiş Mahallesi’nde bulunan 76/1 (2764 m2) ve 80/1 (4.980 m2) nolu parseller için toplam 28 milyon 700 bin TL satış bedeli belirlendi. İki parselin toplam büyüklüğü 7 bin 744 metrekare. Pazarlık usulü satış ihalesiyle satılması planlanan parseller, düşük yoğunluklu tercihli kullanım alanı (TK) olarak ayrılan bölgede, ikinci konut olarak inşa edilen kooperatiflerin bitişiğinde yer alıyor.

Geçmişte köy tüzel kişiliğine ait olan arazilerin 2012’de çıkarılan Büyükşehir Yasası ile Kaş Belediyesi’nin mülkiyetine geçtiği belirtiliyor. Söz konusu parsellerin de içinde bulunduğu Patara’daki toplam 43 bin metrekarelik 4 ayrı parselin satışı için hazırlanan teklif, geçtiğimiz Nisan ayında Kaş Belediye Meclisi’nde oy çokluğu ile onaylanmıştı.

Kaş Belediyesi’nin CHP’li Meclis Üyesi Meral Çiyan Şenerdi, Meclis oturumunda arazi satışına karşı çıkarak “Bu araziler bize emaneten verilmiş. Önümüzdeki dönem Büyükşehir Yasasının değiştirilip bu arazilerin tekrar köy tüzel kişiliğine geri verilmesi gündeme gelebilir. Hiçbir şekilde kamu toprağının satılmamasından yanayım” ifadelerini kullanmıştı.

Kaş Belediye Başkanı AKP’li Mutlu Ulutaş ise arazi satışının oylandığı Meclis oturumunda ilçedeki konut ihtiyacına değinerek şunları dile getirmişti: “Konut ihtiyacı için imarlı arsa gerekiyor. Şimdi bizim belediyemizin burada imarlı arsaları var. Yakınında oluşturulmuş konutlar var. Belediyenin imarlı alanları buralar ama değerlendirmiyoruz, sadece tutuyoruz. Belediye olarak kendimizin yapabilme gücü varsa yaparız ama yoksa kat karşılığı olarak veririz, yüzde 50, yüzde 60 neyse oran, ihaleye çıkar. Bu kadar yer alıyoruz, belediyemize mülkiyet kazandırıyoruz, buraları da işletmemiz lazım. Belediyenin burada finansal olarak bir sıkıntı yaşamaması hem de kendi kendine yeten bir belediye olabilmesi için bu çarkı sağlıklı bir şekilde çevirmemiz lazım.”

(derleyen: mstfkrc)