TKP'nin çağrısıyla akademisyenler, sanatçılar ve demokratik kitle örgütü temsilcileri Ankara'da Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde bir araya geldiler.
TKP MYK üyesi Aydemir Güler'in açılış konuşmasıyla başlayan etkinlikte, seçim sonrası düzen siyasetinde yaşanan gelişmeler ve boşluklar, sosyalizm mücadelesinin önündeki güncel olanaklar ile TKP'nin öncülüğüyle başlatılan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin (THTM) kuruluş çalışmaları ele alındı.
Etkinlikte THTM'nin Cumhuriyetçilik, laiklik, kamuculuk ve antiemperyalizm paydasında buluşan tüm toplumsal kesimlere açık olduğu vurgulandı.
Ülkemizdeki ekonomik kriz, derin yoksulluk, laiklik karşıtı gelişmeler ve otoriter baskı ortamına karşı bir grup aydın, gazeteci, akademisyen, emekçi kesimi ile öğrenci gençliği temsilcileri, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi adı altında bir girişim başlattılar.
Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi Girişimi tarafından yapılan açıklamada, Meclis'in amacı "Toplumun değişik kesimlerinden, farklı ama birbirine dost ideolojik ve siyasi eğilimlere sahip kişiler olarak bir araya geliyoruz. Bizi bir araya getiren, emperyalizme ve sömürü düzenine duyduğumuz nefret; yurt sevgisi ve Cumhuriyetçiliktir. Laik, bağımsız, egemen, bir ülke, devletçi-planlı bir ekonomi ve tüm yurttaşlarımızın eşitlik ve kardeşlik içinde, refah ve aydınlığa kavuşacağı bir toplumsal sistem istiyoruz" ifadeleriyle tanımlandı.
Dün (19 Kasım 2023) İstanbul Kadıköy’deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde yapılan toplantıda, bu girişimin amaçları, çalışma tarzı ve örgütlenme süreci üzerine bilgi verildi. Toplantıda 30 dolayında çeşitli meslek sahibi, gazeteci, emekli katılımcılar yer aldı.
'AKP’DEN KURTULMAK MÜMKÜN MÜ?'
İlk konuşmayı Türkiye Komünist Partisi (TKP) Merkez Yürütme Kurulu üyesi Yiğit Günay yaptı. Yiğit Günay, öncelikle AKP iktidarının Türkiye’ye getirdiği açmazlardan söz etti ve “AKP iktidarından niye kurtulamıyoruz?” diye sordu.
TKP’li Günay, AKP’nin bir şekilde seçimler sonucu sandıktan çıkmayı başardığını ancak halk muhalefeti nedeniyle de zaman zaman sıkıntıya düştüğünü söyledi. Gezi olayları, TEKEL direnişi ve benzeri durumlarda AKP’nin sıkıntıya düştüğünü belirten Günay, siyasal iktidarın seçimlerdeki başarısına rağmen yine de ülkede önemli bir kesimin teslim olmadığını kaydetti.
Yiğit Günay, ardından şu soruyu sordu: “Ancak neden sonuç alamıyoruz”. Yanıtını da şöyle verdi: “Meclisteki düzen partileri bir şekilde AKP’ye meşruiyet kazandırıyor. Başta CHP olmak üzere muhalif partiler, ‘Biz sandıkta halledeceğiz’ diyorlar ama sonuç alınmıyor”.
2024 yılının çok daha zor geçeceğini belirten Yiğit Günay, Cumhuriyetçilerin, Kemalistlerin, bu düzenden rahatsız olan tüm halk kesimlerinin artık daha örgütlü, daha geniş kapsamlı bir karşı duruş sergilemesi gerektiğini söyledi.
SOSYALİSTLERİN HALKLA BULUŞMASI
Yiğit Günay, sosyalistlerin düzenden rahatsız olan kesimlerle buluşması, kendini sahipsiz hissedenlerle birlikte olması gerektiğini vurguladı. Günay, halk kesimlerinden oluşan temsilcilerle böyle bir girişimi başlattıklarını belirtti.
Yiğit Günay’dan sonra meclis girişiminin kurucularından gazeteci Mustafa Kemal Erdemol, söz aldı. Erdemol, “Halk Meclisleri, bu gidişata bir müdahaledir. Halkın bizzat kendisinin oluşturduğu bir meclis olmasını istiyoruz. Bu meclis, sokağın da sesi olacaktır” diye konuştu.
Mustafa Kemal Erdemol, halkın çeşitli sorunlarıyla ilgili komisyonlar oluşturulacağını ancak yol gösterici olmaktan ziyade halkın temsilcilerinin katılımı ile birlikte yol açılacağını ifade etti.
24 ARALIK’TA ANKARA’DA
Daha sonra katılımcıların sorularına geçildi. Katılımcılar, halkın somut sorunlarının çözümlenmesinde nasıl bir yol ve yöntem izleneceği, insanların böyle bir mecliste görev almasının hangi nedenlerle mümkün olacağı, diğer benzer örgütlerle nasıl ilişki kurulacağı, bu tür girişimlerin sürekliliğinin nasıl sağlanacağı gibi sorular yönelttiler.
Günay, Erdemol ve diğer ilgili kişiler de, temsilcilerle birlikte bu sorunlara çözüm aranacağını ifade ettiler. TKP yöneticisi Yiğit Günay, TKP’nin Temmuz 2023’te böyle bir meclisin kurulmasına önayak olduğunu ancak bu meclisin TKP’nin bir yan örgütü olmayacağını, en geniş katılımlı bir örgütlenmeyi amaçladıklarını söyledi.
26 Kasım 2023 tarihinde Maltepe Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde yapılacak toplantıda İstanbul Anadolu yakasındaki meclis temsilcilerinin seçiminin yapılacağı bildirildi. Bu toplantıda, Aytunç Erkin, Barış Terkoğlu, Cangül Örnek, Kemal Okuyan ve Murat Ağırel, birer sunum konuşması yapacak.
26 Kasım tarihinden itibaren birçok ilde gerçekleştirilecek halk toplantılarıyla temsilcileri belirlenmeye başlanacak olan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi, ilk kez 24 Aralık 2023 tarihinde Ankara’da tüm bileşenleriyle toplanacak.
/././
Kalkandelen: Sermaye sınıfı laikliği satmıştır (soL)
Gazeteci-yazar Zülal Kalkandelen bugün Divriği Kültür Derneği'nde düzenlenen söyleşide, sermaye sınıfının işçi sınıfının önünde barikat kurmak kurmak için laikliğe karşı çıktığını söyledi.İstanbul Beyoğlu'nda bulunan Divriği Kültür Derneği’nde gazeteci-yazar Zülâl Kalkandelen’in “Cumhuriyet’in 100. yılında Laiklik ve Kadın Hakları” başlıklı söyleşisi gerçekleştirildi.
Kadınlar açısından çok karanlık bir dönemden geçildiğini söyleyen Kalkandelen, TBMM’nin yeniden gündemine giren anayasa değişikliği tartışmalarının hedefinde medeni kanunun olduğuna işaret etti.
Laiklik karşıtlığının yükselişe geçtiğini kaydeden Kalkandelen, bu yükselişin sebeplerinden birinin de 6’lı masanın bu alandaki sessizliği olduğunu belirtti.
6’lı masanın parçası olan siyasi partilerin “özgürlükçü laiklik” kavramını yeniden gündeme getirdiğini hatırlatan Kalkandelen, bu kavramın daha önce Erdoğan tarafından kullanıldığına dikkat çekti.
Kalkandelen ”Laiklik, bilime dayanır ve dogmaları reddeder. Benim laiklikten anladığım, inanmama özgürlüğünün de garanti altına alınması ve bu sayede egemenlerin baskısının kırılması... Bunlar söylenmeyince birileri çıkıp ekonomide nas diyor. Her yere dini referanslar sıkıştırılıyor. Son 20 yılda yapılan şey bu" dedi.
Sermayenin laikliğe yaklaşımına dair ise Kalkandelen şunları söyledi:
"Şirketler görkemli reklamlar yayımladı, alkışlandılar, şimdi o da bitti. Laikliğe en büyük ihaneti sermaye sınıfı yapmıştır. Yuvarlamadan bunu söylemek zorundayız. Sermaye sınıfı laikliği satmıştır. Neden siyasal islama destek verdi sermayedarlar? İşçi sınıfının önünde barikat kurmak için laikliğe karşılar.”
Kalkandelen, sermaye sınıfına karşı çıkarken tarikatlara da karşı durulması gerektiğini, holdinglerle tarikatların farksız olduklarını, ikisinin de laik devlete karşı olduğunu belirtti.
Muhalefetin bu alandaki tutumunu ise Erdoğan’la benzeştiren Kalkandelen “Cumhuriyetin ilanından hemen sonra tarikat ve cemaat yapıları kapatılmıştır. Bugün kendisi avukat olan bir milletvekili, ana muhalefet adına konuşurken, 'tekke ve zaviyeleri kaldıran devrim kanunu kadük olmuştur' dedi. Erdoğan'ın söyleyebileceği bir şey ana muhalefet tarafından söyleniyor" diye konuştu.
Zülâl Kalkandelen konuşmasına şu sözlerle devam etti: “Kamuculuktan vazgeçemeyiz. Tam bağımsızlıktan vazgeçemeyiz. Laiklikten vazgeçemeyiz. Cumhuriyeti ayağa kaldırmanın yolu budur.”
THTM'ye katkı çağrısı
Aynı zamanda Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin (THTM) de ilk katılımcılarından olan Zülâl Kalkandelen THTM ile ilgili şunları söyledi:
"100 yıl sonra bize düşen cumhuriyeti hak ettiği yere taşımaktır. Bu da sosyalist değerlerle mümkün olabilir. Daha fazla bir şeyler yapmak zorundayım diye düşündüğüm bir anda bu oluşumla karşılaştım, THTM çok uzun zamandır düşündüğüm şeyleri söylüyordu. Uğur Mumcu'nun dediği gibi biz bu buluşmayı yaratmak durumundaydık. THTM'nin içinde yer alma kararı aldım. Halkın teşkilatının rantın teşkilatına dönüştüğü bir zamanda kuruldu bu örgütlenme, şimdi örgütlenmek gerekiyor. Örgütlü olmadan kazanamayız. Görüşlerinize yakınsa Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'ne katkınızı bekliyoruz.”
Söyleşinin ardından halk müziği sanatçısı Bedriye Alkan bir müzik dinletisi sundu.
/././
Fatih Yaşlı: Erdoğan ağzındaki baklayı çıkartmış olabilir (soL)
Fatih Yaşlı, Erdoğan'ın yüzde 50+1 oy şartının kaldırılmasına ilişkin açıklamasının son yargı krizinin suni bir kriz olabileceğini gösterdiğini belirterek "ağzındaki baklayı çıkartmış olabilir" dedi.Akademisyen ve soL yazarı Fatih Yaşlı, Türkiye Komünist Partisi (TKP) Etimesgut Örgütü’nün Eryaman Semt Evi'nde düzenlediği “Düzenin krizi ve halk ne yapmalı?” başlıklı söyleşiye konuk oldu.
Türkiye’de bir çoklu kriz konjonktürü oluştuğunu ve bu krizlerin düzenin farklı kesimlerinde farklı yansımalara yol açtığını belirterek sözlerine başlayan Yaşlı, 2008 yılında başlayan dünya ekonomik krizinin Türkiye’de zaten bozuk olan gelir dağılımını daha da kötü hale getirerek tam anlamıyla bir bölüşüm şoku yaşanır hale geldiğine değindi.
Yaşlı, ihracata dayalı büyüme stratejisinin Türkiye’deki iş ve sermaye çevrelerinin uluslararası piyasayla rekabet edebilmesi adına daha fazla kemer sıkarak iç talebi azaltma ve reel ücretlerin geriletilmesi politikalarıyla beraber 2024’te halkın daha fazla açlık ve yoksullukla sınanacağını belirtti.
Bu aşamada önümüzdeki yerel seçimlerin olduğu döneme iktidar partisinin ve düzen muhalefetinin bir meşruiyet krizi yaşayarak girdiğini söyleyen Yaşlı, ülkede yaşanan ekonomik krizin ağırlaşmasıyla birtakım toplumsal kıpırdanmaların ortaya çıkacağını, bu noktada halkın tepkisini sokağa taşımanın ve buradan doğacak enerjiyle düzen karşıtı siyaseti güçlendirmenin sol ve sosyalist çevrelerin ilk görevi olması gerektiğini dile getirdi.
AKP’nin 2018 yılında ilan ettiği yeni ekonomik modelin ülke ekonomisine bindirdiği yükün kur patlamaları, yüksek enflasyon, temel tüketim malzemelerinin fiyatlarındaki önlenemez artışlarla halkın derin yoksullaşmasıyla sonuçlandığını belirten Fatih Yaşlı, AKP'nin genel seçimleri kazanmasıyla birlikte Mehmet Şimşek’i ekonomi yönetiminin başına getirerek bu modelden vazgeçildiğini ilan ettiğini ve bunun halka daha fazla kemer sıkma ve reel ücretlerde gerileme olarak döneceğini vurguladı.
'Erdoğan'ın bu çıkışı MHP'den kurtulmak adına bir adım olabilir'
Son günlerde Anayasa Mahkemesi’nin seçilmiş milletvekili Can Atalay hakkında verdiği hak ihlali kararı ile Yargıtay’ın bu karara itirazı sonucunda ortaya çıkan yargı krizinin suni bir gündem olabileceğini söyleyen Yaşlı şunları kaydetti:
“Erdoğan’ın yüzde 50+1 oy alma şartının kaldırılmasının ülkenin önünü açmak için gerekli olduğunu dile getirmesi bugün yüksek yargıda yaşanan krizin aslında suni bir kriz olabileceğini göstermiştir. Erdoğan bu krize dayanarak Anayasa Mahkemesi’nin yetki alanının daraltılmasını ve yeni bir anayasa hazırlanmasını gündeme taşıyarak ağzındaki baklayı çıkartmış olabilir. Cumhur ittifakı içerisinde MHP’nin yargı ve emniyet çevresinde kadrolaşması, mafya ve suç örgütleriyle kurduğu ilişkiler açısından aldığı oy oranından daha fazla bir güç sahibi haline gelmiş durumda ve Erdoğan’ın bu çıkışı MHP’den kurtulmak adına bir adım olabilir. Bu anlamda MHP de elinde bulundurduğu güçten vazgeçmemek için bu anayasa değişikliği konusunda ayak direyebilir."
'Muhalefet içindeki kriz tam anlamıyla çözülmüş değil'
Ana muhalefet partisinin durumuna da değinen Yaşlı toplumu pasifize eden ve sandığa yönlendiren Kılıçdaroğlu’nun yerine kurultayda görünüşte Özgür Özel’in fiiliyatta ise Ekrem İmamoğlu’nun yönetimi almasının tabanda yeni bir umut yarattığını dile getirdi.
Yaşlı şunları söyledi:
“Özgür Özel parti içinden gelen bir figürken Ekrem İmamoğlu klasik sağcı, popüler, cemaatlerle de sermaye çevreleriyle de arası iyi ve uyumlu bir siyasetçi. Bu da ilerleyen dönemde aralarında gerilim oluşturabilir. Bu anlamda baktığımızda muhalefet içerisindeki kriz de tam anlamıyla çözülmüş değil. Belki bir nebze Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu gençlik ve dinamizmleriyle buna bir çare bulabilir. Ama en nihayetinde sokağı örgütlemeyen bir CHP’nin tabanı ve seçmeniyle barışması mümkün değildir. Bu yüzden Özgür Özel’in son dönemde yaptığı açıklamalar ve 'anayasaya karşı çıkmak darbe girişimidir' diyerek yurttaşları direnmeye çağırması bir anlam ifade etse de yıllarca AKP’nin sokağı kriminalize etmesi ve CHP’nin topluma sandığı işaret etmesi yüzünden bugün sokağa çıkaracak insan bulamıyorlar.”
THTM'ye destek çağrısı
Etkinliğin sonunda katılımcıların sorularını yanıtlayan Fatih Yaşlı, bugün herhangi bir siyasi odak tarafından temsil edilmeyen sol, yurtsever, Atatürkçü kesimler ile sosyalistlerin birbirleriyle buluşması gerektiğini söyleyerek yurttaşları geçtiğimiz günlerde kuruluşu ilan edilen Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’ne (THTM) destek vermeye ve semt evlerinde bir araya gelmeye davet etti.
/././
Alman solundan siyaset dersleri (Anıl Çınar)
“Bizi niye ilgilendiriyor” diye düşünebilirsiniz. Ve haklısınız... Ne var ki, Alman solunun yalnızca Almanya’ya hükmetmediğini, hem Avrupa’ya hem de Türkiye’ye “yol gösterdiğini” unutmamak gerekiyor.
Birkaç ay oldu. Sol Parti (Die Linke) milletvekili Sahra Wagenknecht, yanındakilerle birlikte yeni bir parti için yola çıktıklarını ilan etmişti.
Birkaç gün önceyse Sol Parti, Federal Meclis'teki grubunu feshetme kararı aldı. Böylece, yalnızca Alman solunda değil, “meclis aritmetiği”nde de yeni bir aşama kat edilmiş oldu.
“Bizi niye ilgilendiriyor” diye düşünebilirsiniz. Ve haklısınız, biz de buradaki meclis aritmetiğinden, “düzen solu” diye tabir ettiğimiz toplamın maceralarından kusma noktasına geldik. Ne var ki, Alman solunun yalnızca Almanya’ya hükmetmediğini, hem Avrupa’ya hem de Türkiye’ye “yol gösterdiğini” unutmamak gerekiyor.
CHP’nin sosyal demokrat bir partiye dönüştürülmesinde, 90’lardaki geçiş döneminin yönetilmesinde ve bugün de “sosyalist enternasyonel” çatısı altındaki mentörlük ihtiyacının giderilmesinde Alman solu, vakıfları, mali kaynakları ve medyası büyük rol oynamıştı.
Ancak, Alman solunun yeniden yapılanması başka açılardan, siyaset mekanizmalarının liberalizmin krizine nasıl tepki verdiğini gözlemlemek ve önlem almak açısından da önemli.
Aslında, Almanya’da Sol Parti hiç değilse Ukrayna Savaşı’ndan beri krizle, düşünce ayrılıklarıyla boğuşuyordu. Hatırlanacaktır, Ukrayna Savaşı NATO’nun Atlantik kanadı üzerinden “yeniden kurulması”nı mümkün kılmıştı.
Yine bilindiği gibi, Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller ve Sol Parti Almanya’da NATO’culuğun sol üzerinden tahkim edilmesini mümkün kılan “ajanlar” olmuştu. Almanya’nın dış politikasındaki değişiklik Alman sermayesini Rusya’dan koparmanın yolunu sunarken, Almanya’nın yeniden silahlanmasını mümkün kılarken, Alman sermayesinin ihtirasları için “uzun vadede” belli bir rota oluşturmuş olsa da, eski kıtanın bu önemli emperyalist gücünü Atlantik’e tabi kılmış, aynı zamanda göçten ve savaştan ibaret olmayan bir krizle baş başa bırakmıştı.
Almanya’nın ve Avrupa’nın “Rusya ile terbiye edilmesi”nin tarihi belli. Bunun yanında, iki dünya savaşı ve çeşitli maceralar atlatmış bir Almanya’nın “ürkekliği” de… Ayrıca, Almanya’nın Sovyet sonrası dünyadaki yeni düzene entegrasyonunda solun özel bir görev üstlenişinin tarihi ve bakiyesi de belleklerimizde.
Yani Alman solu bir “emperyalist sol” olarak NATO’culukla uğraşmadı sadece. Alman işçi sınıfının sosyalizm tehlikesi karşısında “korunması” için uygulanan sosyal demokrat politikalardan artık kopartılması için de çalışmıştı. Yeni sosyal demokrasi kitle gücünü seçimlerin ve parlamentonun belirleyiciliğinde edilgenleştirirken alabildiğine liberalleşmiş, sola ait alanı başkalaştırmıştı.
Sol başkalaşacak, solla anılan değerler unutturulacak ve bu tarihsel hesap da böylece kapatılmış olacaktı…
Liberalizmle açıktan flörtün, emperyalist Avrupa Birliği’nde, emperyalist Almanya’nın “kaynak bolluğu”nda yönetilebilir sonuçları olacağını düşünmüş ve tasarlamış olabilirlerdi. Halbuki kapitalizmin dünyanın hiçbir yerine istikrar ve huzur getiremeyeceği görülmüştü veya biliniyordu. Dahası fazla huzurun ve istikrarın yönetilebilir bir toplum yaratmanın önüne engeller çıkaracağı bir kez daha anlaşılmıştı.
Bunun anlamı belliydi. Yugoslavya parçalanırken, Irak bombalanırken bu “en gelişmiş” ülkelerin halklarının biraz korkuya ihtiyacı olduğu anlaşılacak, Avrupa’nın “açlık oyunları”na olan ihtiyacı hatırlatılacaktı.
Böylece göçler, savaşlar ve kültürel çürüme sayesinde, kazanılmış hakların gaspı da olanaklı hale gelmişti. Ama bu, Avrupa toplumunu çürütürken siyaset alanının farklı tepkiler üretmesine de neden olacaktı. Bu belki de yüz küsur yıllık deneydi, deneyimdi. Liberalizm arsızca at koştururken sağ radikalizm ve faşizm yeniden sahneye davet edilecekti.
Öyleki, Alman siyasetinin son birkaç yılına damga vuran AfD’nin, Almanya’nın faşist partisinin oyları yükselmekle kalmadı. AfD mevziler elde ettikçe, Alman siyasetindeki dengelerin değişeceğinin haberini de vermekteydi.
Wagenknecht bunun ne anlama geldiğini “AfD’ye kayan radikal oylara talibiz” diyerek izah edenlerden biri oldu. Evet, Wagenknecht’in kuracağı parti için yapılan oy tahminleri, Sol Parti’den ve genel olarak sol hükümetlerin politikalarından bunalan oyların yeniden toparlanmasını sağlayacak gibi görünüyor. Bunun bir parçası da AfD’ye kayan oylar…
Halbuki, sağ ile sol arasında bu derecede sıçramaların başka bir anlamı olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor.
Bunun anlamı, solun kendine ait alanı liberalleştirmesi, sağcılaştırmasından ibaret değildir. Krizlerle boğuşmaya alışmış ve buna göre yapılanmış bir düzende solun tamamen “yüzer gezer”, dilerseniz “popülist” bir pozisyona saplanıp kalmasının sınırlarıyla da ilgilidir.
Bir başka ifade ile, siyasette pivot ayağının önemi yeniden, bu sefer devrimci bir tehlikenin ürünü olarak değil, ama liberalizmin krizi sonucu ortaya çıkmıştır.
Wagenknecht ekibi, eski partilerinin liberalizme ve NATO’culuğa saplanışından, Alman halkının savaşa, göçe ve sol hükümetlerin marifeti olan bir dizi başlığa tepkisinden, sağın yükselişinden siyaset dersleri çıkarmıştır. Tecrübeli ekibi, bu derslerle Alman sermayesinin ihtiyaçlarının nasıl uyuşturulacağı gibi bir “program sorunu” beklemektedir.
Kimileri bu programı “milliyetçi ve sosyalist” diye anmakta, kimileri “göçmen düşmanı ve Rus dostu” şeklinde. Kimileri de Alman solundaki yeni organizasyonun sağdan oy çekmeyeceği, aksine AfD’yi güçlendireceğini düşünmekte, bu düşünceye de AfD’nin yasaklanması tehlikesi eşlik etmekte.
Bizim çıkarmamız gereken ders ise, solun kendine ait alanı göstermelik veya başka şekillerde ama yeniden yaratma basıncını hissedeceğidir.
O halde bu basıncın düzen solu ve meclis muhafeleti olarak bir kez daha halkın üzerine çökmesine engel olunmalıdır. Bunun ilk kuralıysa, düzen değişikliğini başa yazmaktan ve solu sol yapan şeye sahip çıkmaktan geçmektedir. Yani sınıfının, işçi sınıfının sesi olmaktan.
/././
Karayel (Engin Solakoğlu)
Tatlıoğlu doğruyu söylüyor. Montrö’nün önemi tartışılmaz. Yalnız şu tartışılır: Bu çekişmedeki iki taraftan hangisinin samimiyetine inanabiliriz?Kuzeybatıdan esen yele Karayel diyoruz. Uzun yıllar yaşadığım Ankara’da özel bir anlam atfedildiğini duymadım ama büyüdüğüm İstanbul'da ciddiye alınan bir rüzgârdır. Kışın estiğinde kar habercisi sayılırdı eskiden. İstanbul, düzenin müteahhit partileri tarafından sayısız gövdeli ve sayısız kollu karbon monoksit püskürten bir canavara dönüştürüldüğünden beri Karayel bile yetmiyor artık kar yağdırmaya. Her ne ise başımızda kardan çok daha önemli sıkıntılar var.
Bu hafta Filistin konusuna geri dönmek niyetindeydim. İsrail’in etnik temizlik ve soykırım amaçlı saldırısı sürüyor çünkü. Gazze’de ölü sayısı 13 bini bulmuştu ben bilgisayar başına otururken. Milyonu aşkın insan İsrail Ordusu Tsahal tarafından bir aşağı bir yukarı sürülmekte, bu arada hastaneler, okullar bombalanmakta. Bir yandan da İsrail’in ürettiği yalanların yavaş yavaş ifşa olduğuna da tanık oluyoruz.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, birtakım İslam ülkeleriyle birlikte yürütülen bir “diplomatik ve insani” bir girişimden söz ediyor. Bu iki tanımlamaya bakınca Hamas’ın ve İsrail’in elindeki tutsaklarla ilgili bir girişim olabileceği tahmine müsait. Öte taraftan sözünü ettiği İslam ülkelerinin de Türkiye’nin de İsrail’le ticareti sürüyor. TKP bu hafta bu konuda bazı sorular sordu. Şu bağlantıda bulabileceğiniz sorular son derece somut. Bunlara Akepe düzeninin aynı somutlukta yanıtlar getirebileceği ise fena halde kuşkulu.
Oysa sorun tutsaklar ya da savaşın durması değil, Filistinlilerin meşru haklarının iade edilmesi. Bunların en başında da yaşam hakkı geliyor. Bu konuya daha çok değineceğiz önümüzdeki günlerde. Büyük insanlığın mensubu olma iddiası taşıyorsak emperyalizmin cinayetleri ve yalanlarıyla mücadele etmek gibi bir görevimiz var demektir.
Filistin doğrudan Türkiye’nin “beka” sorunu olmayabilir. Karadeniz ise neresinden bakarsanız bakın, Türkiye’deki düzenin adından ve niteliğinden bağımsız olarak hata affetmeyecek bir mesele.
Arada dikkatimiz dağılıyor ama 2022 yılının Şubat ayından beri Karadeniz ara ara çeşitli vesilelerle hatırlatıyor kendini. Rüzgâr bir anda Karayel’e dönüyor. Geçen gün Deniz Kuvvetleri Komutanı bir törende konuştu. Oramiral Ercüment Tatlıoğlu, soL Portal’ın aktardığı şekliyle Karadeniz’de 2008 yılından beri yaşanan krizleri anımsattıktan sonra özetle “NATO’yu veya Amerika’yı Karadeniz’de istemiyoruz” demiş.
İfadeleri ilk bakışta garip geliyor. Zaten Türkiye’nin NATO’cu muhalefetinin temsilcileri fırsatı kaçırmamışlar, “Koskoca komutanın Türkiye’nin NATO’ya üye olduğundan haberi yok” diyerek açıklamayı hicivle karışık eleştirmişler.
Peki NATO Karadeniz’de yok mu? Elbette var. Salt Türkiye üye olduğu için değil, Bulgaristan ve Romanya da sahildar devlet oldukları için Karadeniz’de NATO’nun olmadığını söylemek mümkün değil. Aslında Oramiral Tatlıoğlu’nun söylemek istediği anlaşılıyor NATO’nun yanına ABD’yi de koyduğunda. Türkiye Karadeniz’de ABD ve onun pişekârı İngiltere’yi istemiyor. Çok da iyi ediyor.
Tatlıoğlu’nun görüşünü açıklarken verdiği örnek de ilginç. Deniz Kuvvetleri Komutanı mayınlardan söz ediyor. Ukrayna-Rusya savaşı vesilesiyle Karadeniz’e 400’den fazla mayın bırakıldığını, bunlardan 17’sinin sahillerimize geldiğini, 15’nin tespit ve imha edildiğini, tespit edilemeyen 2 mayının ise Cide ve Ereğli sahillerinde patladığını ve tehlike yarattığını söylüyor.
Karayel istikametinde taraflardan birinin nükleer silah sahibi olduğu berbat bir savaş sürüyor ama gündem şehveti içinde unutuyoruz. Savaşın daha en başında bir mayın vaveylası kopmuş, ben de bunu yazmıştım. Üstelik o yazıda da anlattığım gibi, İstanbul Boğazı’na yaklaştıkları için gündem olma hakkını elde eden o cisimler Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın bahsettiği mayınlar değillerdi. O sıradaki tartışma en çok bunların kime ait olabileceği üzerinde yoğunlaşmıştı. Benim tezim, mayınları donanması rakibine göre daha zayıf olan tarafın döşemiş olmasının daha akla yakın geldiği şeklindeydi.
Oramiral Tatlıoğlu’nun “Karadeniz’i Ortadoğu’ya çevirmesinler” biçiminde bir tembihle devam edip “Dolayısıyla Karadeniz’e herhangi bir ülkenin veya NATO’nun girmesini istemiyoruz” kesinliğiyle biten sözleri mayınların kime ait olduğu konusunda Deniz Kuvvetleri’nin net bir fikri olduğunu gösteriyor.
Erhan (Nalçacı) Hoca’nın da Temmuz ayında yazdığı gibi NATO’nun, aslında ABD’nin bir şekilde Karadeniz’e girmek niyetinde olduğu açık. Bunun önündeki engelin ne olduğu da ortada.
İsviçre’nin Montrö kentinin çok ünlü bir caz festivali var, daha az bilinen bir stand-up gösteri festivali var, bir de kentin adıyla anılan Marmara ve Boğazlar Sözleşmesi var. Dünyada en büyük ve en güçlü donanmaya sahip olduğu bilinen, Okyanusların her köşesine selamsız sabahsız dalıveren ABD’nin Karadeniz’de at koşturmasına işte bu Montrö Sözleşmesi izin vermiyor.
Oramiral Tatlıoğlu bu konuşmayı yaptıktan birkaç saat sonra ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir paylaşımı düştü önüme. ABD Dışişleri’nin Kamu Diplomasisi’nden sorumlu Bakan Yardımcısı Liz Allen bizlere Varna Limanı’ndan sesleniyordu. Allen 51 saniyelik videoda Karadeniz’in NATO Müttefikleri ve dünyanın geri kalanı için ne kadar ‘kritik” olduğunu anlatıyordu.
Allen’ın söyledikleri ve söylemedikleri de gösteriyor ki ABD denen emperyalist canavarın kalın derisinde bir ürtiker etkisi yaratıyor bu sözleşme. Kaşındırıyor, deli ediyor. Bundan birkaç yıl önce bu sözleşmenin önemini anımsattılar diye yaşını başını almış Amiralleri içeri tıkmaya kalkışan Akepe iktidarı sürüyor. Gelin görün ki, Deniz Kuvvetleri Komutanı şimdi Montrö Sözleşmesine uyulması gerektiğinin altını çiziyor. Buna karşılık, emekli Amiraller o adli görünümlü haksızlığa uğradığında arkalarında durduğu izlenimi veren ana muhalefet partisinin bir vekili şimdi Montrö’yü hatırlatan Oramiral Tatlıoğlu’nu eleştiriyor.
Tatlıoğlu doğruyu söylüyor. Montrö’nün önemi tartışılmaz. Lozan’la birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarının uluslararası dayanağıdır. Yalnız şu tartışılır: bu çekişmedeki iki taraftan hangisinin samimiyetine inanabiliriz? Öyle ya, Amiraller Bildirisi 2021 yılının Nisan ayında yayınlandığında taraflar tam da şimdi bulunduklarının aksi istikametindeydiler.
Açık söyleyeyim her iki tarafa da güvenmek için fazla sebebimiz yok.
Bir kere CHP cenahının kronik NATO’culuğunun öyle kurultayla filan değişmesi ihtimali yok. Bir gün Montrö’ye sahip çıkarken ertesi gün NATO ittifakının “yüksek menfaatleri” söz konusu olduğunda geri adım atacakları, bu iki tutum arasındaki çelişkiyi halkın anlamayacağına da inandıkları kesin.
Gelelim karşı tribüne. Deniz Kuvvetleri’nin kurumsal aklında ve belleğinde Montrö ve Karadeniz konusunun ne kadar önemsendiğini biliyorum ama geçtiğimiz 21 yılın ülkenin bütün kurumlarını ne kadar yıprattığı da sır değil.
Akepe iktidarı Montrö konusunda direnir mi? Direnebilir mi? Montrö’nün delinmesinin fiyatı nedir? Akepe iktidarı uygun bir bedel karşılığında ABD saldırganlığını Karadeniz’e taşımaya yol verdiğinde Deniz Kuvvetleri ya da diğer kurumlar içerisindeki yurtseverlerin Türkiye halkının güvenliğini ve barışı önceleyen bir tutumu koruyabilmeleri mümkün müdür? Bu kesimler Karadeniz ve Montrö karşılığında emperyalizmin başka bölgelerde, örneğin güneyimizde vereceği ödünlerle ikna edilebilirler mi?
Bu soruların yanıtlarını tam bir kesinlikle verebilecek durumda değilim. Bununla birlikte ister iktidarda ister sözde muhalefette olsunlar artık yoksulluk değil, açlıkla boğuşan Türkiye emekçilerinin Karadeniz’de bu ülkenin varlığına kastedecek bir savaşı kışkırtanların değirmenine su taşımaya kakışanlardan hesap soracaklarından eminim.
Burası bizim ülkemiz, bizi öldürenlerin de değil, öldürtmeye kalkışanların da.
/././
Kaş Belediyesi’nden Patara’da 28 milyonluk arazi satışı (Yusuf Yavuz)
Mülkiyeti Kaş Belediyesi’ne ait olan, Patara antik kentinin de yer aldığı Gelemiş Mahallesi’ndeki iki ayrı arazi ihale yoluyla satışa çıkarıldı.Antalya’nın Kaş ilçesinde dünyaca tanınan Patara antik kentini de barındıran Gelemiş Mahallesi’nde bulunan iki ayrı parsel arazi Kaş Belediyesi tarafından ihale yoluyla satılacak…
Geçmişte köy tüzel kişiliğine ait olan araziler, Büyükşehir Yasası ile ilçe belediyesine geçen Patara’daki arazilerin satışıyla ilgili karar, geçen Nisan ayında Kaş Belediye Meclisi’nde onaylanmıştı. 22 Kasım Çarşamba günü Kaş Belediyesi’nde gerçekleştirileceği duyurulan pazarlık usulü satış ihalesi kapsamında toplam 7 bin 744 metrekarelik iki ayrı parsel satışa çıkarılırken, iki parselin toplam satış bedeli 28 milyon 700 bin TL olarak açıklandı.
Mülkiyeti Kaş Belediyesi’ne ait olan Gelemiş Mahallesi’ndeki (Patara) iki ayrı arazi 22 Kasım’da ihale yoluyla satışa çıkarılıyor. Kaş Belediyesi’nin ihaleyle ilgili yaptığı duyuruya göre Patara antik kentinin de yer aldığı Gelemiş Mahallesi’nde bulunan 76/1 (2764 m2) ve 80/1 (4.980 m2) nolu parseller için toplam 28 milyon 700 bin TL satış bedeli belirlendi. İki parselin toplam büyüklüğü 7 bin 744 metrekare. Pazarlık usulü satış ihalesiyle satılması planlanan parseller, düşük yoğunluklu tercihli kullanım alanı (TK) olarak ayrılan bölgede, ikinci konut olarak inşa edilen kooperatiflerin bitişiğinde yer alıyor.
Geçmişte köy tüzel kişiliğine ait olan arazilerin 2012’de çıkarılan Büyükşehir Yasası ile Kaş Belediyesi’nin mülkiyetine geçtiği belirtiliyor. Söz konusu parsellerin de içinde bulunduğu Patara’daki toplam 43 bin metrekarelik 4 ayrı parselin satışı için hazırlanan teklif, geçtiğimiz Nisan ayında Kaş Belediye Meclisi’nde oy çokluğu ile onaylanmıştı.
Kaş Belediyesi’nin CHP’li Meclis Üyesi Meral Çiyan Şenerdi, Meclis oturumunda arazi satışına karşı çıkarak “Bu araziler bize emaneten verilmiş. Önümüzdeki dönem Büyükşehir Yasasının değiştirilip bu arazilerin tekrar köy tüzel kişiliğine geri verilmesi gündeme gelebilir. Hiçbir şekilde kamu toprağının satılmamasından yanayım” ifadelerini kullanmıştı.
Kaş Belediye Başkanı AKP’li Mutlu Ulutaş ise arazi satışının oylandığı Meclis oturumunda ilçedeki konut ihtiyacına değinerek şunları dile getirmişti: “Konut ihtiyacı için imarlı arsa gerekiyor. Şimdi bizim belediyemizin burada imarlı arsaları var. Yakınında oluşturulmuş konutlar var. Belediyenin imarlı alanları buralar ama değerlendirmiyoruz, sadece tutuyoruz. Belediye olarak kendimizin yapabilme gücü varsa yaparız ama yoksa kat karşılığı olarak veririz, yüzde 50, yüzde 60 neyse oran, ihaleye çıkar. Bu kadar yer alıyoruz, belediyemize mülkiyet kazandırıyoruz, buraları da işletmemiz lazım. Belediyenin burada finansal olarak bir sıkıntı yaşamaması hem de kendi kendine yeten bir belediye olabilmesi için bu çarkı sağlıklı bir şekilde çevirmemiz lazım.”
(derleyen: mstfkrc)