Erzurum’da bulunan tarihi kapılar, bakımsızlık ve ilgisizlik nedeniyle yok olmaya yüz tutmuş durumda.
Milattan Önce 4900 yıllarında kurulduğu tahmin edilen Erzurum, kapılarıyla özdeşleşmiş bir şehir. Erzurum'un tarihinde Harput Kapı, Erzincan Kapı, Kars Kapı, Gürcü Kapı, İstanbul Kapı, Tebriz Kapı, Kilise Kapı, Yeni Kapı, Kavak Kapı (Ardahan Kapı) ve Gavur Kapı vardı.
Şehrin savunulması amacıyla yapılan kapıların çoğu gitti, sadece adları kaldı. İstanbul Kapı, Kars Kapı, Harput Kapı ve Kavak (Ardahan) Kapı, günümüze kadar geldi. Onlar da ilgisizlik ve bakımsızlık nedeniyle yok olma tehlikesi altında.
Kavak Kapı
KAPILAR BAKIMSIZ
Günümüze kadar ulaşan Kavak Kapı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Erzurum Valisi Fosfor Mustafa tarafından 1865-1877 yılları arasında şehrin korunması amacıyla yapılmış. Ardahan tarafına açıldığı için halk arasında ‘Ardahan Kapı’ da deniyor.
Kapı T şeklinde bir plana sahip. Güney-kuzey doğrultusunda şehre girişin sağlandığı 26 metrelik geçit bulunuyor. Bu geçidin doğu ve batı uzantılarında girişi korumakla görevli birliklerin kalabileceği mekanlar bulunuyor. Araçların hâlâ geçiş noktası olarak kullandığı kapı, oldukça bakımsız durumda.
Tarihi yapının duvarlarına yazılar yazılmış. İçerisinde ateş yakıldığı için duvarları da isle kaplı. Mekanın içerisinde yer alan kuyuya atılan atıklar, kötü bir görüntü sunuyor.
İstanbul Kapı
ATATÜRK'ÜN ERZURUM'A GİRİŞ YAPTIĞI KAPI
Bir diğer kapı da İstanbul Kapı. Mustafa Kemal Atatürk'ün 3 Temmuz 1919'da Erzurum'a giriş yaptığı İstanbul Kapı da beklenen ilgiyi görmüyor.
Kapı, şehrin batısında, Gez Mahallesi çıkışında yer alıyor. 1867-1877 yılları arasında Fosfor Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Kapı T şeklinde bir plan kuruluşuna sahip. Doğu-batı doğrultusunda uzun tutulan geçidin her iki yanında odalar bulunuyor. Giriş ve yan odalar tonozla örtülmüş. Doğu kısmında yer alan odaya hem dışardan hem de içerden giriş sağlanıyor. Üst örtüde tuğla, diğer bölümlerde ise kesme taş kullanılmış.
Bir dönem oldukça bakımsız halde olan kapının çevresinde park ve kafe bulunuyor. İstanbul Kapı’nın iç mekanı ise bir nevi depo olarak kullanılıyor. Tarihi mekânın içini gezmek mümkün değil. Sadece dışarıdan görülebiliyor.
Harput Kapı
HARPUT KAPI VALİLİK BAHÇESİNDE
Günümüze kadar yaşayan kapılardan biri de Harput Kapı. Şimdilerde Erzurum Valiliği'nin bahçesinde kalan kapı, 1869-1873 yıllarında Erzurum Valisi Fosfor Mustafa tarafından yaptırılmış.
Şehir hafriyatlarının dökülmesi ile zamanla kaybolan Harput Kapı, 2017 yılında dönemin Erzurum Valisi Seyfettin Azizoğlu'nun çabalarıyla gün yüzüne çıkarıldı. Devre-i Muttasıla Kapısı olarak da anılıyor.
Şehrin doğusunda Mahallebaşı semtinde kalan Kars Kapı, 1867-1877 yılları arasında Fosfor Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Erzurum Şehitliği ve Gümüşlü Kümbet yanında yer alıyor.
KİLİSE KAPI GÜNÜMÜZE ULAŞMADI
Kilise Kapı, günümüze kadar ulaşamayanlardan. O dönem Gürcü Kapı’nın hemen arkasında yer alan Kongre Caddesi bölgesine verilen isim. Bölgede bulunan kiliseden dolayı bu ismin verildiği belirtiliyor.
Günümüze ulaşamayan kapılardan Tebriz Kapı, İran'dan gelen yolcuların giriş kapısı olduğu için bu ismi almış. Erzincan Kapı da Erzincan istikametinden gelen yolcuların kervanlarıyla giriş yaptığı yer. Gürcü Kapı ise Gürcistan'dan gelen kervanların giriş kapısı.
Yeni Kapı’nın ne zaman açıldığına ilişkin net bir bilgi yok. Taş Ambar'ların güneyinde açılmış ve dönemin Yoncalık Kışlası ile Yoncalık Mahallesi’ne gitmek için kullanılmış. 1737 yılında Sultan Birinci Mahmut döneminde görülen lüzum üzerine yapıldığı belirtiliyor.
Abdurrahman Zeynal
‘TOPLAM 10 KAPIMIZ VAR’
Yazar Abdurrahman Zeynal, Erzurum’un birinci surlarının etrafında Harput Kapı, İstanbul Kapı, Kavak Kapı ve Kars Kapı bulunduğunu söyledi. Bir de iç surların üzerinde bugün olmayan kapıların olduğunu anlatan Zeynal, şöyle devam etti: “Bunlar Erzincan Kapı, Gürcü Kapı, Tebriz Kapı. Ayrıca karayollarına çıkan yolda ihtiyaca binaen sur yıkılarak bir kapı açılmıştır. Bunun adı da Yeni Kapı’dır. Ruslar Erzurum’u 1828-1829 yılından sonra işgal edince surları sökmüşler ve Kilise Kapı’yı yapmışlar. Bugünkü Nazik Çarşı dediğimiz yere kapı yapılmış. Orada kiliseler olduğu için bu ismi vermişler. Gavur Kapı da bugünkü Dilaver Otel’den Bakırcı Mahallesi’ne açılan yerde bir kapı var. Bunu Ruslar açtığı için oraya halk ‘Gavur Kapı’ demiş. Toplam 10 kapımız mevcuttur. Bugün Erzurum Valiliği’nin bahçesinde yer alan kapı, Harput Kapı değildir. Muhtemelen orada başka bir bina vardı ve oraya geçiş vardı. Orijinal Harput Kapı, bugünkü İmam Hatip Lisesi ile Köy Hizmetleri’nin hizmet binalarının olduğu yerdeydi. 1960 öncesi yıkılarak yok edildi. Ama doğru yer oradır.”
'RANT GETİRMEDİĞİ İÇİN BAKILMIYOR'
Zeynal, kapıların ilgisizliğiyle ilgili ise şunları ifade etti: “Yalan yanlış bir sürü şeye sahip çıkarız. O konuda akıl yürütürüz, nutuk çekeriz ama var olan hiçbir şeyi korumayız. Bu bizim en büyük zaafımızdır. Çünkü buralar rant getirmiyor, pirim yapmıyor, ekonomiye katkısı yok. Bu sebeple onların işine gelmiyor. Kavak Kapı’nın içinde bulunduğu durumu çok gündeme getirdik. Ama hiç kimse kılını bile kıpırdatmadı. Tarihi mekana kafe açmak da bizim ayrı bir hastalığımız. Biz hakikatleri gizlemek üzere mahiriz. Hamaset yapıyoruz. Cehalet artı hamaset, eşittir felakettir. Şu anda biz 21. yüzyılda bu felaketi ülke çapında, Erzurum çapında yaşamaya devam ediyoruz.”
Yazar Muzaffer Taşyürek de askeri bölgede bulunan Kars Kapı’nın askeri hapishane olarak kullanıldığını kaydetti. Kapının askeriyenin taşınmasıyla sahipsiz kaldığını dile getiren Taşyürek, “Kavak Kapı da aynı şekilde askeri bölgedeydi. Askerin sorumluluğunun olduğu dönemde bakımlıydı, korunuyordu. Ama sivilin eline geçince tarihi eserlere karşı insanımızı bilinçlendirmediğimiz için duyarsızlık oldu. İnsanlar istedikleri gibi davrandı” dedi.
Aziziye ve Mecidiye tabyalarında fazla görülmese de Uzun Ahmet ve Toparlak Tabyası’ndaki taşların sökülüp götürüldüğünü gördüklerini anlatan Taşyürek, şunları söyledi: “Götürülüp inşaatta kullanılıyor. O civardaki köyleri gezerken evlerin duvarlarında tabyalardan sökülmüş taşları gördüm. Hatta bir tanesinin üzerinde tarihi yazı vardı. Eski eserler, sanat tarihiyle ilgili Kültür Bakanlığıyla ilgili kurumlar, bu alandakilere sahip çıkamıyorlar. Kapılarda aynı durumda. Muratpaşa Mahallesi’nde büyümüş bir insanım. Harput Kapı’ya gider, orada oynardık. O bölgeye moloz döküle döküle kapı molozların altında kaldı. Sonradan tesadüfen kazı yapılırken bulundu. Tarihi eserlerimize, tarihi mekanlarımıza karşı bir duyarsızlığımız var. Bunları sık sık okullarda öğrencilerimize, televizyonlarda, gazetelerde anlatmak zorundayız. Tarihi dokunun korunmasına azami dikkat göstermemiz lazım.”
Buzdağının üzerinde zenginliğin, ihtişamın, renkli gece hayatının ve akıl almaz paraların konuşulduğu sanal bir dünyadan söz ediyoruz ve bu dünyanın arka planında futbol ile hayatlarımıza dahil edilen fenomenler de yer almakta.
Son kırk yılın toplumsal bünyemizde yarattığı infialin sonuçlarını acı bir biçimde kusmaktayız. Değer yargılarımızı yerle bir ettikten sonra elimizde kalanlarla yola devam etmek durumundayız ve değişmenin hızının baş döndürücü olması nedeniyle de işimiz bir hayli zor. Kendi kendine yeterli ülke diye büyütülen Türkiye’nin içinden dünyanın parasını kendisine çeken ve zenginleşmenin bin bir yolunu keşfeden bambaşka bir Türkiye’ye geçiş yaptık. Her dönemin kendi zenginlerini yaratması alışkanlığımızı burada da fazlasıyla sürdürdük ve seksenlerin ikinci yarısından başlayarak her on yılda bir siyaset mekanizmasıyla abat olan kesimler hayatlarımıza dahil oldular. Bu noktada gündemi meşgul eden iki alanın birlikte ele alınması gerektiğini ve aslında birbirleriyle de çok yakından ilgili olduklarını göstermeye çalışacağım.
Gündemin ilk konusu Fatih Terim Fonu olarak adlandırılan ve son on beş gündür fazlasıyla konuştuğumuz hususu içermekte. Eski futbolcuların dahil olduğu bir ponzi davası ile karşı karşıyayız. Telaffuz edilen rakamların büyüklüğünü T24’teki köşesindeMustafa Durmuş hocamız çok güzel ortaya koymuştu: Sadece Arda Turan’ın kaptırdığı para 377 milyon liraya karşılık gelmekteydi. Futbolda dönen para miktarının büyüklüğü karşısında insanın nutkunun tutulmaması mümkün değil. Tabii bu durumun ortaya çıkmasının arkasında da son otuz yıl içerisinde ülkenin ekonomik alanda yaşadığı dönüşümün nüveleri bulunmaktadır. Futbol dünyası siyaset ile yaşadığı yalancı baharla birlikte ekonomi ve medya alanlarında yaşanan gelişmeler sonrasında bambaşka bir aşamanın içerisine geçiş yapıverdi. Bu nokta son derece önemli çünkü daha sonra Televoleleşme diye nitelendirmiş olduğumuz dönem ile hem zenginleşme hayatlarımızın içerisine dahil oldu hem de sporcu idoller aracılığıyla toplumsal hayatın içerisine değerler transfer edilmesi mümkün kılındı. Sosyal medya ile yaşayacağımız görünür olma halinin ilk biçimi ünlüler ile birliktelik biçiminde televizyon ekranları ve gazeteler aracılığıyla hayatlarımıza sokuldu. Artık geçmişte olmadığımız kadar başkalarının hayatlarına müdahil olur hale gelmiştik ve ünlüler ile olan beraberliğimizde futbol ve moda dünyası bu iş için biçilmiş bir zemini bize sunmaktaydı. Televole işte bu zeminin adıydı ve onunla futbol artık bu topraklarda başka bir kapının adı haline de dönüşecekti: Futbol artık hem zenginliğin hem de toplumsal hayat içerisinde statü kazanmanın alameti farikalarından bir tanesiydi. Bize özgü olan takım tutma ve tüm ülkede taraftarlarının olma meselesi bu yeni dönemdeki futbol gazeteleri ile futbol programları açısından müthiş bir kolaylık sağlamaktaydı. İşin bu tarafını fark eden medya yöneticileri de bunun üzerine oynamayı çok ama çok iyi becerdiler ve Televole mantığı ile takım taraftarlığı arasındaki ilişkiyi her fırsatta kullanmak suretiyle ülke içinde futbolun başka bir yere karşılık gelmesine omuz verdiler.
Türkiye’de paranın ve para dolayımıyla yaratılan zenginliğin takip edilmesi gereken yerlerden bir tanesi hiç şüphesiz futbolun yarattığı iktidardır. Çünkü futbol, bu ülkede en az futbol olandır ve futboldan çok daha fazlasına karşılık gelmesi nedeniyle de pek çok kapının açılmasına da vesile olabilmektedir. İşte o kapıdan geçmesini bilenler açısından futbolun 1990’ların ortasından itibaren gerek mafyatik ilişkilerle gerek siyasal bağlantılarla ve gerekse de ekonomik saiklerle fazlasıyla futbol dışı alanlarla birlikteliğinin söz konusu olduğunu göreceklerdir. Hatta eli bir adım daha yükselterek meşhur 2010-11 sezonunu sonunda yaşadığımız meşhur 3 Temmuz 2011 depremi ve beraberindeki olup bitenleri de yine bu açıdan değerlendirmemiz gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Olan bitenlere sürekli olarak Fenerbahçe-Galatasaray veya Trabzonspor-Beşiktaş gibi takımlar üzerinden bakmak yerine futbolun burada nelerin üzerini örtmekte olduğuna odaklandığımız takdirde taşlar yerine oturacaktır. Futbol, bu ülkede son otuz ila otuz beş yılın olmazsa olmaz malzemelerinin başında gelmektedir ve bunun farkında olan kesimler açısından son derece kullanışlı bir aparattır. Zaten böyle olduğu için de futbolun içerisindeki iş adamlarından, sanayicilere oradan çok sayıda medya mensubuna ve hukuk insanlarına kadar pek çok alanın varlığı hiç ama hiç tesadüf değildir! Araya siyasileri de eklemeyi hiçbir zaman unutmamalıyız çünkü onlar açısında da futbol, geniş kitleler ile bağlantı kurmanın en kolay yollarından bir tanesini teşkil etmektedir.
Bu kadar büyük paraların konuşulduğu bu meşhur dava hakkında konuşulmakta olanlar bile durumun bizde ne kadar tuhaf bir görünüm arz etmekte olduğunu ortaya koymaktadır. Tıpkı Polat’lar, Candan’lar vakalarında olduğu gibi para miktarı ve ihtişam kamuoyunun dikkatini bambaşka bir tarafa doğru cezbetmektedir. Bir tarafta milyonlarca insanın yerlerinde olmak için can attıkları bir hayat söz konusudur öte tarafta ise bu hayatların göze batan veyahut hala bünyede karşılık bulmayan yanları önümüze düşüvermektedir. Velhasıl kelam para miktarı arttıkça bu paranın yarattığı dedikodu ağı da beraberinde artmakta ve etkisi çok daha geniş kesimleri beraberine takıp sürükleyebilmektedir. İşte bu iki farklı gündemde de durum bu açıdan benzer bir görünüm arz etmektedir. Hem futbolcuların dolandırılması ki burada kelimeleri de doğru kullanmak gerekiyor gerçekten bir dolandırma mı söz konusu yoksa birilerinin çok daha kolay yoldan para kazanma arzuları mı? Burası yanıtlanması gereken soruların başında geliyor ve görünen o ki bu işin sonucunda olaya adı karışanlar, bir şekilde paralarını kurtaracaklar gibi gözüküyor.
Gündemin ikinci kısmını oluşturan fenomenlerin iktidarına geçen yazımda da değinmiştim. Bu iki konu arasındaki bağlantı ise yukarıda televoleleşme dediğimiz noktada saklı. 1990’lı yıllar özel televizyonlar aracılığıyla toplumsal hayatın farklı kesimlerinin ekranlar karşısında ünlü olmalarının önünün açılmasına da vesile olmuştur. Ünlü olmak beraberinde kamuoyuna mal olmayı ve ilgiye mazhar olmayı da getirmektedir ki bu noktada yolu futbol/spor ile kesişen ünlülerin durumları çok daha ilgi çekecektir. Aradan geçen yıllar sonrasında devreye sosyal medyanın girişiyle birlikte hayatlarımızın içerisine dahil olan ve artık bütün yapıyı şekillendirmeyi başarabilen sosyal medya sonrasında ise durum çok daha farklı bir görünüm arz etmektedir. Fenomenlerin yarattığı gıpta etkisini hayatın her alanında fazlasıyla iliklerimize kadar hissediyoruz. Etrafımız bir örnek kızlardan ve erkeklerden geçilmiyor ve ilginç bir biçimde bu rol modeller geriden gelmekte olan binlerce kişiyi etkisi altında bırakmayı başarabiliyor. Herkesin ‘yırtmayı’ arzuladığı bir ülkede emek vermeden kısa yoldan bunun başarabilmek için önlerinde bulunan bütün düğmelere aynı anda basmayı arzu eden gençlerle karşı karşıyayız. Elimizdeki bütün göstergeler ve parametreler bu yeni zenginlik karşısında çaresizliğimizi daha da körüklemekteler. Eskiden okuyup adam olmak, iyi bir yere gelmek ve hayatını şekillendirmek için hayaller kurabilen bir ülkeydik bugün ise hayaller ve gerçekler arasındaki makas açıldığı için bir taraftan kapağı yurt dışına atmayı planlayanlar ile öte tarafta kalıp kısa yoldan köşeyi dönmek isteyenler arasında sıkışıp kalmış durumdayız. Arada geniş bir kitlenin varlığı söz konusu ancak onlar da bu gidişi nasıl sonlandırabileceklerini çözebilmiş değiller ve onlara çıkışta yardımcı olabilecek kişiler de kurumlar da ne yazık ki işlevlerini yerine getirmenin çok ama çok uzağındalar.
Buzdağının üzerinde zenginliğin, ihtişamın, renkli gece hayatının ve akıl almaz paraların konuşulduğu sanal bir dünyadan söz ediyoruz ve bu dünyanın arka planında futbol ile hayatlarımıza dahil edilen fenomenler de yer almakta. Bu iki alanın yarattığı akıl almaz etkinin boyutlarını ve yarattığı tahribatın büyüklüğünü görebilmemiz için söz konusu iki alanın dahil olduğu başta siyaset, medya ve ekonomi üçgeni olmak üzere toplumsal hayatın farklı veçheleri arasındaki bağlantıya odaklanmamız gerekecektir. Konuşmakta olduklarımızın aslında hepimizin akıllarından geçmekte olanlar olduğu gerçeği bu noktada bize yol gösterebilecek bir anahtar konumundadır. Buzdağının altında oluşan büyük kitlenin yarattığı infialin arkasında söz konusu duygu halinin etkisi bulunmaktadır. Fırsatını bulduğu anda aynı şeyleri yaşamak isteyen milyonlarca insanın olduğu yerde ahlakın, adaletin ve hakkaniyetin yerine bambaşka kavramlar alacaktır. Yaşadıklarımız da tam bu noktanın ete kemiğe bürünmüş halinden başka bir şeye karşılık gelmediği için önümüzdeki günlerde durum çok daha vahim bir hale bürünecektir.
Paçalarımızdan sızıyor derken anlatmak istediğim işte tam da bu hallerimize karşılık gelmektedir.
/././
Sahi kim kimi dolandırmış? (MUSTAFA DURMUŞ)
Bu "dolandırıcılık" vakasının özünde tüm etik değerleri çürütmüş olan kapitalizm ve onun ardında duran siyaset kurumu var. Asıl bu ikisi masaya yatırılmalı. Çok büyük paraların döndüğü ve giderek ticari bir sektör haline dönüşen futbol oyunu da artık bu çürümüş düzenin bir parçası
Birkaç gündür ulusal televizyon kanallarında Fatih Terim ve çok sayıda Galatasaraylı futbolcunun toplam 44 ila 80 milyon dolar arasında dolandırılmalarıyla ilgili program üzerine program yapılıyor. Tek başına Arda Turan'ın 13 milyon dolar dolandırıldığı ileri sürülüyor.
Futbolcuların cahilliği mi, aç gözlülüğü mü?
Programlarda genelde, söz konusu futbolcular "mağdur", dolandırıcılığa adı karışan banka müdiresi ise "vurguncu, dolandırıcı" olarak açıklanıyor. Futbolcuların cahilce davranmaları üzerinden, psikologlardan, sosyologlara, siyasetçilerden ekonomistlere ve hukukçulara kadar değerlendirmeler alınıyor.
Kuşkusuz, meselenin hukukun işlememesi, bankacılık sisteminin defoları, tefecilik, kolay para kazanma arzusu, vergi kaçırma isteği gibi birçok boyutu var ama bu tartışmalarda gözden kaçan çok daha önemli bir boyutu daha var.
Gelir ve servet bu kadar adaletsiz dağılınca…
Şöyle ki bir aylık net asgari ücret 11.402 TL. Bir örnek olarak, en fazla para kaptırdığı ileri sürülen Arda Turan'ın kaptırdığı para ise yaklaşık 377 milyon TL. Yani bir asgari ücretlinin ailesi ile birlikte geçimini sağlamaya yettiği düşünülen ama gerçekte açlık sınırının dahi altında kalan miktarın 33 bin katından fazla.
O halde asıl sorulması gereken soru şu olmalı: "Ne tür bir emek haftada ortalama 45-50 saat çalışan ve bugün sahip olduğumuz maddi ve gayri maddi her şeyi üreten bir emekçinin elde ettiğinin 33 bin katından fazla gelir elde edebiliyor? Futbolcular toplumsal üretime nasıl bir katkı veriyorlar ki milyonlarca dolar kazanabiliyorlar?
Covid-19 günlerini hatırlayalım. Ekmek, diğer temel gıda, maske, ilaç, hijyen, sağlık hizmetleri üretimi, tüm bunlar olmasaydı çok daha büyük bir felaketle karşı karşıya kalabilirdik. O günlerde kimse futbol maçları neden yapılmıyor diye sorgulamadı zira futbol (hele ki ticarileşmiş-sektörleşmiş futbol) varlığımızı sürdürebilmemiz için zorunlu bir ihtiyaç değil.
Diğer yandan, ekmeği pişiren, ilacı, maskeyi üreten işçiler, temel gıda maddelerini kapımıza kadar getiren kuryeler ve hastanelerde canları pahasına çalışan sağlık emekçileri bu tür emeğin ne kadar değerli olduğunu gösterdiler.
Yani ne kadar yetenekli olursa olsun bir futbolcu, bir asgari ücretli temizlik işçisinin, maden işçisinin, sağlık ya da eğitim emekçisinin bu topluma kattığı kadar değer katamaz. Bu yüzden de aradaki gelir farklılıkları bu denli yüksek olmamalıdır. Kaldı ki şu anda iddia/bahis başta olmak üzere her türlü kumarın da döndüğü, mafyalaşmış devasa bir ticari sektör var karşımızda.
Sadece futbolcular mı?
Kısaca asıl sorgulanması gereken husus ülkedeki inanılmaz boyutlara erişmiş olan gelir ve buradan hareketle de servet dağılımı adaletsizliğidir. Büyük kulüplerde oynayan futbolcular burada sadece bir örnek oluşturuyor. Ünlü şarkıcılar, borsadan büyük paralar kazananlar, rantiyeler, CEO'lar, sermayedarlar, patronlar bütün bu kesimler emekçilerin sırtından inanılmaz paralar kazanıyorlar. Çoğu kez de bu kazançtan ödemeleri gereken vergiyi bile tam olarak ödemiyorlar.
"Paran var mı derdin var" misali, "nereden buldun" uygulamasının yaklaşık 18 yıl önce kaldırıldığı bu ülkede, bu kadar kolay kazanılan ve hesabı da sorulmayan böyle büyük servetler, sahiplerini rahatsız edip, aç gözlülükle daha da büyütülmek istendiğinde, bazı "uyanıklar" çıkıyor ve bu servetlere gözlerini dikiyorlar.
Bunlar bazen devletin içindeki bazı güçleri de arkasına alan mafya ya da organize suç örgütleri, bazen de "kişilerin güvenini kazanmış" banka yöneticileri ya da kripto paracılar veya manipülasyon yapan borsa simsarları oluyor. Bu arada işçinin artı değerini sömürerek servetlerini büyütenler de, bu kötü örneklerin öne atılmasıyla, "temize çıkmış" oluyorlar.
Özcesi
Bu "dolandırıcılık" vakasının özünde tüm etik değerleri çürütmüş olan kapitalizm ve onun ardında duran siyaset kurumu var. Asıl bu ikisi masaya yatırılmalı. Çok büyük paraların döndüğü ve giderek ticari bir sektör haline dönüşen futbol oyunu da artık bu çürümüş düzenin bir parçası.
Bu yüzden de, bir zamanlar efsane kaptanı Metin Kurt'un "futbol borsada değil, arsada güzeldir" sözleriyle anılan Galatasaray Futbol Kulübü'nün, servetlerini nereye koyacağını bilemeyen bazı futbolcularla anılır olması sürpriz değil. Kaldı ki bu durum tüm büyük futbol kulüplerinin başına da gelebilirdi.
Büyük medyanın, en ağır biçimde sömürülen milyonlarca asgari ücretlinin sorunlarına, maden ocaklarındaki ve inşaatlardaki iş cinayetlerine, kadın cinayetlerine, doğa katliamına ya da sözde tren kazaları sonucunda hayatlarını kaybedenlere bile bu dolandırıcılık olayı kadar zaman ayırmaması ise çürümüşlüğün bir başka göstergesi değil de nedir?
Erdoğan, yüksek zam talebi ile kiracısını üzen ev sahibine kürsüden çok sert cümlelerle yüklendi. Yandaş medya Erdoğan’ın bu ‘haklı’ serzenişini hemen manşete taşıdı. Meslektaşlarıma “hiç mi utanmanız yok?” diye bağırmak istiyorum, ama sanırım o noktayı çoktan geçtik.
Recep Tayyip Erdoğan 28 Mayıs 2023 tarihinde cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunu kazanarak bir kez daha başkan seçildi. Yani tam 5 ay önce bu göreve geldi. Ama öncesi de var. Tam 22 yıldır ülkeyi Erdoğan yönetiyor.
İktidar olmadan toplumun çok az bölümü için gündem olan kira artışları ve konut sorunu neredeyse memleketin en önemli meselesi oldu. Erdoğan bu meseleyi de vicdanı olmayan bir iki ev sahibine atarak işin içinden çıktı.
KİM UTANMALI?
Bırakın Erdoğan’ın iktidar olduğu son 22 yılı son beş aya baksak bile büyük bir utanç tablosu ile karşılaşacağımız muhakkak.
2023 Mayıs’ında yıllık enflasyon yüzde 38,21’den Ekim ayında 61,36’ya çıktı.
Mayıs ayında dolar kuru 21 TL’den işlem görürken şimdi 30 TL’ye dayandı.
Mayıs ayında politika faizi 8,5 seviyesindeyken MB’nin yeni yönetimi beş ay içinde faizi yüzde 40’a çıkarıldı.
Mayıs ayında tüketici kredisi faizi 34,12 seviyesinden Ekim ayında 59,05’e çıktı.
Mayıs ayında dizel yakıtın litre fiyatı 16,32 iken Ekim’de 32,8 TL’ye çıktı.
Mayıs ayından bu yana 174 kadın öldürüldü.
Ülkenin yüzde 60’ı yoksulluk sınırının altında yaşamaya başladı.
2024 yılının ilk dokuz ayında1409 işçi iş cinayetlerinde aramızdan ayrıldı. Sadece Mayıs-Ekim arasında 724 işçi öldü.
Zeren Ertaş kaldığı KYK yurdunun bozuk asansöründe can verdi. Aslında tüm KYK yurtlarında durumun aynı olduğunu Zeren’in ölümü sonrası öğrenebildik.
Gelir adaleti, eğitim ve sağlık hizmeti gibi konularda Avrupa sonuncusuyuz. Kara parada ve uyuşturucu rakamlarında ise lideriz.
Sosyal medya yıldızlarından, sporculara, vakıflardan, siyasi partilere ülkenin ünlü neyi, kimi varsa kayıt dışı para ve rüşvet batağının içinde. Tek kelimeyle ülkenin paçalarından pislik akıyor.
Yetmedi;
Mayıs ayında hâkimlerin ve savcıların suçluları cezaevinden parayla çıkardığını öğrendik. Üstelik bir başsavcının şikâyet dilekçesiyle.
Yine Anayasa Mahkemesinin Erdoğan-Bahçeli marifetiyle nasıl etkisiz hale getirildiğine şahit olduk.
Mayıs ayından bu yana onlarca uyuşturucu baronunun parayla ülke vatandaşlığına geçtiğini öğrendik.
Gezi bir öç alma davasına dönüştürülürken Hrant’ın katili dışarıya salındı.
Eski içişleri bakanının çemberin daraldığını görünce, şikâyet kılıfıyla iktidarı nasıl tehdit ettiğine tanıklık ettik.
VİCDAN ‘SOL’DADIR
80 yaşında bir insan, çalıştığı bir evin çatısında can verirken, “tüm emeklilere 5 bin TL verilecek” haberine sevinilen bir ülkede yaşamanın utancından daha büyük bir utanç ne olabilir?
Tablo bu ve bu tablodan utanacaklar da belli. Erdoğan-Bahçeli iktidarının bu utanç tablosuyla yüzleşmelerini ve kendilerini sorumlu görüp gereğini yapmalarını kimse beklemiyor.
Ama şurası kesin ki gizli protokoller yapan ya da partisinde paralel kasa iddiaları olan muhalefette bu ülkenin umudu olamaz.
Bugünlerin popüler ismi Meral Akşener CHP kongresini değerlendirirken “Her türlü erdemi solda, her türlü ahlaksızlığı da sağda gören, ateşli konuşmalar yapıldı” demişti. CHP kurultayındaki konuşmacıların ne ateşini ne samimiyetini ölçemeyiz, bilemeyiz. Bakıp göreceğiz. Ama bildiğimiz bir şey var. Akşener’in erdem ve ahlaksızlık konusunda ifade ettiği tasnif doğrudur.
SAĞI ANCAK SOL YENER
Sağı, sağla yenme politikalarının faşistlerden başka kimsenin işine yaramadığını, geçen hafta hem Arjantin hem Hollanda’da gördük. Türkiye’de muhalefet, bu gelişmelerden ders çıkarmalı.
Özgürlüğün, demokrasinin, eşitliğin, barışın ve bağımsızlığın yegâne savunucusu Sol’dur. Üstelik Sol, sadece kendisi için değil, tüm yerküre için bunu savunur. Türkiye’de de bu onlarca kez sınanmış ve Sol her sınavdan alnının akıyla çıkmıştır. Son beş ayda yaşananlar da göstermiştir ki Sol ayağa kalkmazsa ülke büyük bir bataklığın içine saplanıp kalacak. O yüzden, gerçek olmayan rakamlar üzerinden ittifak tartışmalarını artık bırakalım. Unutmayalım ki, her şeye rağmen ülkenin çoğunluğu hala iyilerden yana.
Öyleyse, ülkenin tüm gerçek vicdan sahipleri ile birlikte ayağa kalkmanın şimdi tam zamanı…
/././
Milyon dolarlık kağıt parçaları(Timur Soykan)
Fatih Terim Fonu vurgununda futbolcular, milyonlarca doları verip ne dekont ne de belge almış. Sadece kaşeli, imzalı A4 kağıt parçalarıyla yetinmişler. Selçuk İnan, 10 milyon dolar yazan antetli bile olmayan kağıdı savcılığa sundu. Bankacı Seçil Erzan, Emre Çolak’a ise sadece el yazısıyla not vermiş. 2 milyon dolar verip eşantiyon not kağıdında yazı alanlar bile var.
‘Fatih Terim Fonu’ ile Galatasaraylı futbolcular ve bazı iş insanlarının yaklaşık 44 milyon dolar dolandırıldığı iddiasında gariplikler ve soru işaretleri bitmiyor.
Arda Turan, Emre Belözoğlu, Muslera, Selçuk İnan, Emre Çolak’ın arasında olduğu futbolcular, Denizbank Levent Şube Müdürü Seçil Erzan’ın “Bankanın gizli bir fonu var. Bu fonda dolara aylık yüzde 35-40 faiz veriyoruz” diyerek kendilerini ikna ettiğini savunuyor. Milyonlarca dolar kaybettiğini söyleyen Galatasaraylı futbolcular, bu organizasyonu sadece Seçil Erzan’ın yapmış olamayacağını, Denizbank’ın CEO’su Hakan Ateş ve Denizbank Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Aydoğdu’nun da bu işin içinde olduğunu iddia ediyor.
‘TEFECİLİK SUÇLAMASI’
Denizbank’ın avukatları ise dolara aylık yüzde 35-40 gibi faiz oranına kimsenin inanmayacağını öne sürüyor ve çantalar dolusu para teslim eden futbolcuların aslında tefecilik suçu işlediğini savunuyor.
Elbette futbolcuların, milyonlarca doları banka hesaplarından havale etmeyip çantalarla elden teslim etmesi çok garip. Ama parayı teslim ettiklerine dair aldıkları kağıt parçaları daha da garip.
Mesela; Galatasaraylı, milli futbolcu Selçuk İnan, ifadesinde Fatih Terim’in adına ve Denizbank CEO’su ve Genel Müdür Yardımcısı’nın bu fonu yönettiğine inanarak bu yatırıma karar verdiğini söylüyor. Çanta dolu paraları, Denizbank Levent Şubesi’ndeki odasında Seçil Erzan’a verdiğini anlatıyor. Suç duyurusuna dekont sunmuyor ama delil olarak A4 kağıt veriyor.
10 MİLYON DOLAR YAZILI A4
Antetsiz, tarih yazılmamış A4 sayfasında sadece ‘Denizbank Levent Büyükdere Cd. Şb.’ bankanın kaşesi ve Seçil Erzan’ın imzası var. Kağıtta bazı işlem kodlarının ardından bakiyenin 5 milyon 475 bin dolar olduğu ve işlem tarihinin 4 Eylül 2022 olduğu yazılmış. Vade tarihi ise; 33 gün sonra 7 Ekim 2022. Nominal ödenecek tutar olarak ise 10 milyon 159 bin dolar. Yani Selçuk İnan’ın 33 gün için 4 milyon 684 bin dolar faiz alacağı anlatılıyor.
Selçuk İnan’ın avukatı suç duyurusunda, Seçil Erzan’ın imzaladığı 4 kağıt sunmuş. Bir diğer A4 kağıtta da ne tarih ne antet ne de belge niteliği var. Bakiyenin 2.5 milyon dolar, işlem tarihinin 30 Eylül 2022, vade tarihinin 31 Ekim 2022 olduğu yazıyor. A4 kağıtta nominal ödenecek tutar olarak 3 milyon 675 bin dolar belirtilmiş. Yani Seçil Erzan, Selçuk İnan’ın 2.5 milyon dolarına 31 günde 1 milyon 175 bin dolar faiz vaat etmiş. Suç duyurusunda Selçuk İnan’ın, toplam 1.5 milyon dolar alacağının kaldığı anlatıldı.
Denizbank’ın avukatları Selçuk İnan’ın Denizbank’ın başka şubelerindeki hesaplardan bu paraları çekerek Seçil Erzan’a getirdiğini öne sürüyor. “Neden banka hesaplarından hemen göndermedi?” diye soruyorlar. Ayrıca kimsenin böyle bir faize inanmayacağını savunan avukatlar, “Bu tefecilik suçudur, paralarını kurtarmak için banka yönetimine iftira atıyorlar” iddiasında bulunuyor.
3 MİLYON DOLAR VERDİ, EL YAZILI KAĞIT ALDI
Futbolcu Emre Çolak’ın avukatının suç duyurusuna eklediği kağıtlar daha vahim. Eski Galatasaraylı futbolcu Emre Çolak, yurt dışına transfer olmuştu. Aralık 2022’de Seçil Erzan arayarak eski takım arkadaşlarının girdiği fonu anlattı ve büyük faiz oranları teklif etti. Emre Çolak, kardeşi Emrah Çolak’ın hesabına 3 milyon 210 bin dolar gönderdi. Emrah Çolak bu parayı çekip Seçil Erzan’ı aradı. Seçil Erzan “Ben müsait değilim parayı Ali’ye ver” dedi. Emrah Çolak, Seçil Erzan’ın Denizbank Levent Şubesi’ndeki odasında 3 milyon 250 bin doları Ali’ye teslim ettiğini söyledi. Karşılığında hiçbir belge almadı. Daha sonra Seçil Erzan, Emrah Çolak’a el yazısı olan bir kağıt parçası verdi. Bankacılık kodları olan kağıtta “3 milyon 210 bin dolar. 26 Şubat 2023. 1 milyon 28 bin dolar. 4 milyon 238 bin dolar nominal” yazılmıştı. Yani Emre Çolak’ın 3 milyon 210 bin dolarına bir ayda 1 milyon 28 bin dolar faiz alacağı vaat edilmişti.
Emre Çolak, 3 milyon 210 bin dolar verdiğini ve paranın tamamının gittiğini ifade etti.
TERCÜMAN: ELİMDE BİR KAĞIT OLSUN
Seçil Erzan, Galatasaray’ın tercümanı Musa Mert Çetin’i de Ekim 2022’de aradı. Parasını Fatih Terim Fonu’na yatırmaya yüksek faiz oranlarını söyleyerek ikna etti. Musa Mert Çetin, kardeşinden de para alarak 77 bin doları Seçil Erzan’a teslim etti ve hiçbir belge almadı. Ama aylar sonra parasını alamayınca bundan çok pişmandı. Avukatının suç duyurusuna eklediği WhatsApp sohbetinde Musa Mert Çetin şöyle yazmıştı:
“Çok üzülerek söylüyorum ama benim de sisteme güvenim kalmadı. En azından elimde bir kağıt olsun, ben kendim için bir kağıt istiyorum canım. Zaten en baştan beri sen diyordun; kağıt vereyim diye. Ben de istiyorum canım. Kardeşimden, dayımdan aldım tüm paramı verdim.”
Seçil Erzan ise şöyle yanıt verdi:
“Mertcim konuşuruz. Nasıl istersen öyle olur.”
Ama hiçbir belge vermedi ve tercüman 77 bin dolar kaybetti.
ÇİZGİLİ, EŞANTİYON DEFTERDE 3 MİLYON DOLAR
Çorlu’da kuyumculuk yapan Bülent Çeviker’in alacağı ile ilgili Seçil Erzan’dan aldığı yazı da ibretlik. Bu kez ‘Castrol’ eşantiyonu çizgili deftere Seçil Erzan yazmış ve imzalamış. Kaşe de yok. 31 Mart 2023 tarihi yazılmış ve 3 milyon doların 3 Nisan 2023 tarihinde hesaba havale edileceği belirtilmiş.
Bülent Çeviker ifadesinde Seçil Erzan’ın kendisini ‘Fatih Terim Fonu’ diyerek kandırdığını savundu. 31 Mart 2023 tarihinde 2 milyon dolar vermesi halinde sadece 3 gün sonra 1 milyon dolar faiz vereceğini söylediğini iddia etti. Bunun üzerine 2 milyon doları eşi İnci Çeviker, Seçil Erzan’ın yönlendirdiği Ali Yörük’e verdi. Ama parayı alamayınca Seçil Erzan’ı aradılar. Kaşeli ve sahte imzalı üç belge aldılar. Seçil Erzan’a daha sonra ulaşamayınca bankanın genel merkezine giderek durumu anlattılar. Büyük dolandırıcılık onların şikayetiyle ortaya çıktı ve ünlü futbolcuların başvurularıyla devam etti.
/././
Uyuşturucu trafiği ve metamfetamin(Timur Soykan)
Bütün dünyanın kâbusu olan bir şey metamfetamin. Türkiye’de de sokak aralarında satıldığını, internetten bile ulaşıldığını duyuyoruz. Çok tehlikeli bir uyuşturucu, eroin kadar tehlikeli ve bağımlılığa yol açıyor.
Türkiye uyuşturucu trafiğinde önemli bir rota haline geldi. Afganistan’dan çıkan eroinin Avrupa’ya ulaşmasında Balkan rotası en çok kullanılan rotadır. Dünyadaki eroinin yüzde 60’ı buradan gidiyor. Türkiye onlarca yıldır eroin rotasının kalbi olan bir ülke. Avrupa’nın Meksika’sı da denebilir. Her geçen gün etkisini artıran bir gerçek eroin gerçeğidir. Hem üretim artıyor hem de Türkiye’den geçen miktar artıyor.
Biz bunu nereden biliyoruz? Yakalamalardan biliyoruz. Bu konuda özveriyle çalışan narkotik ekiplerini de elbette ki alkışlamak gerekiyor. Ancak bu yakalama oranları ele geçenlerin de oranının yüksek olduğunu gösteriyor. Genellikle yüzde 10’unun yakalandığını düşünürsek miktarın ne kadar yüksek olduğu tahmin edilebilir. Türkiye’de son yıllarda yakalanan eroin 20 tonun üzerine çıktı. Pandemi döneminde eroin yakalamalarında büyük bir düşüş yaşandı ve 13 tona düştü. 2021’le ilgili analizde ise 22 ton 202 kilo olduğu görülüyor. Yüzde 61 çok önemli bir artıştı.
Kokainle ilgili duruma baktığımızda, Avrupa’da kokainle ilgili çok büyük yakalamalar oldu. Hollanda, Belçika limanlarında tonlarca yakalandı. Bunun nedeni Latin Amerikalı uyuşturucu baronlarının kullandığı bir sistemin çözülmesiydi. Bundan sonra da rotanın Türkiye’ye kaydırılmak istediğini görüyoruz. Mersin, Kocaeli, Ambarlı limanlar üzerinden bu baronların kokaini Avrupa ve tabii Türkiye-Ortadoğu pazarına sokmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bunu anladığımız tarih, 2020’de Kolombiya’da yakalanan kokainin Türkiye’ye gitmek için yola çıktığının açıklanmasıydı. Sonrasındaki yakalamalarda da bu açığa çıktı. Örneğin Mersin’de 1,3 ton kokain bir kerede yakalandı.
Bütün uyuşturucu türlerinde çok ciddi artış var. Eroinin üretilmesi için ihtiyaç duyulan kimi kimyasallar da Avrupa’dan Afganistan’a, Irak’a ülkemiz üzerinden geçirilmek isteniyor. Burada narkotik raporlarına baktığımızda metamfetamin konusunun özellikle dikkat çektiğini söyleyebiliriz. Bütün dünyanın kâbusu olan bir şey metamfetamin. Türkiye’de de sokak aralarında satıldığını, internetten bile ulaşıldığını duyuyoruz. Çok tehlikeli bir uyuşturucu, eroin kadar tehlikeli ve bağımlılığa yol açıyor. Pek çok hastalığa da davetiye çıkarıyor. Bu madde çok ucuza satılıyor, kristal şeklinde satılıyor ve kimi kod isimlerle satılıyor. Bunun tahribatı çok yüksek. İran’dan sıvı halinde gelen metamfetaminin kristalleşme işleminin İstanbul’daki laboratuvarlarda yapıldığı narkotik raporlarında da belirtildi. İranlı mafya gruplarının kaçakçıların, bu maddeyi sokağa indirdikleri de belirtiliyor. Bu laboratuvarlara çeşitli baskınlar yapılıyor. Ancak ülkemizin bu konuda bir pazara dönüştürüldüğünü de görmemiz gerek. Birkaç ilde değil 82 ilde yakalanıyor ve bu da nasıl yayıldığını gösteriyor. Bu maddenin yaratacağı kâbusun her geçen gün büyüdüğünü, bununla topyekûn bir seferberlikle mücadele edilmesi gerektiğini söylemek durumundayız. (26/11/2023)
/././
Batı’da savaş yorgunluğu: Biden-Scholz Planı(İbrahim Varlı)
Batı’nın Ukrayna'ya desteği aşınmaya başlarken "savaşın dondurulması" seçeneği sık dillendirilmeye başlandı. Foreign Affairs’e göre yüksek yoğunluklu savaş süresiz devam ederse bu Kiev'in lehine olmayacak.
ABD Başkanı Biden, 20 Şubat’ta Kiev’i ziyaret etmişti. (Fotoğraflar: AA)
Ukrayna'ya askeri ve ekonomik destek sağlamaya devam etme yönündeki siyasi istek hem ABD'de hem de Avrupa'da aşınmaya başladı. Bu koşullar, Ukrayna ve ortaklarının izlediği mevcut stratejinin kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesini gerektirmektedir. Amerikan Dış İlişkiler Konseyi’nin dergisi Foreign Affairs Batı cephesinde oluşmaya başlayan savaş yorgunluğunu bu sözlerle dile getiriyor.
Bir süredir benzer satırları pek çok yayın organında hatta liderlerin söylemlerinde görmek mümkün. Özetle savaşın “pat” halini aldığı, tarafların hamlelerinin durumu değiştirmekten uzak, mevcut durumun bu nedenle sürdürülemez olduğu dillendiriliyor. Benzer yorgunluğun Rusya kanadında da olduğunu söyleyelim.
Şaşırtıcı değil. İki yıla yaklaşan savaş ağır bir fatura çıkarmış durumda. Batılı güç merkezleri yaşananlardan pek çok yanıyla memnun olsalar da savaşın yol açtığı yan etkiler bu güçlere mevcut pozisyonu sorgulatmaya itiyor.
‘KOLEKTİF EMPERYALİZM’
Elbette ki, bu sorgulama, savaşı uzun yıllara yayarak Rusya’yı zayıflatma hesapları içerisindeki “kolektif emperyalizm”in ana stratejisinde bir değişiklik manasına gelmiyor. Rusya-Ukrayna savaşındaki gelişmeler gidişatın daha da uzayacağının sinyallerini verse de söz konusun olan taktiksel birtakım hamleler.
Soğuk Savaş sonrası dönemin en önemli jeopolitik kırılması olan Ukrayna Savaşı’nın ortaya çıkardığı sonuçlar, sadece Avrupa’yı değil, küresel sistemi derin şekilde etkiledi. Savaşın yıkıcı etkileri tüm dünyada kalıcı hasarlar yaratırken, artçı sarsıntıları tüm hesapları alt üst etti.
Ukrayna Savaşı 642. gününde.
TRANSATLANTİK ÇATLAK
Hesaplar çarşıya uymadı. Savaşın ilk gününden bu yana Ukrayna’ya sınırsız destek sunan Batı cephesinde işler sarkmaya başladı. Rusya’nın kuşatılması, silah endüstrisinin kârları, ittifakların yeniden dizayn edilmesi gibi etmenler ABD için istenilen durum olsa da Transatlantik İttifak içerisinde bu konuda iki eğilim mevcut.
Avrupa kanadı: İttifakın Avrupa kanadı savaşın bir an önce sona ermesinden yana tavır sergiliyor. Almanya-Fransa aksı iç kamuoylarının da basıncıyla bir orta yol arayışında. İspanya-İtalya gibi Akdeniz ülkeleri desteğe rağmen başından bu yana savaşa belli bir mesafede.
Anglo-Sakson cephe: ABD ve İngiltere savaşın uzamasından daha da yana. Bu yönde politikalar izliyorlar. Ancak “Anglo-Sakson emperyalizmi” içerisinde de çatlak sesler oluşmaya başladı. Amerika’da Cumhuriyetçiler itirazlarını artırıyor. Cumhuriyetçi Parti'de büyük miktarlarda daha fazla yardım sağlanmasına yönelik muhalefet büyüyor ve şu ana kadar Biden yönetiminin yeni fon talepleri engelleniyor.
UKRAYNA İÇİN GİZLİ PLAN
Batı’nın planlarına dair Alman Bild gazetesi 25 Kasım günü “Ukrayna için gizli plan” bşalığıyla çarpıcı bir haber yayınladı. Haberde ABD Başkanı Joe Biden ve Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un devreye girdiği kaydediliyordu.
A Planı: Ukrayna'nın Rusya karşısında daha fazla silaha ihtiyacı olduğunu, ancak Batı'nın 'başka planları' bulunduğunu yazan Bild’e göre, Ukrayna'ya en fazla silah sevkiyatı yapan iki ülke olan Almanya ve ABD, Kiev’i dolayı yoldan “silah sevkiyatı üzerinden” Moskova ile müzakere masasına oturtma niyetinde.
B Planı: Şayet “A planı” tutmazsa, taraflar arasında anlaşma olmaksızın savaşı donmuş bir çatışmaya dönüştürmeyi amaçlayan “B Planı” devreye sokulacak.
Kiev yönetimini A Planı’na ikna etmek için de “Ukrayna’ya mevcut cephe hatlarını koruyabileceği kadar silah sevkiyatı yapılacak.” Biden-Scholz Planı’na göre bu sayede de Ukrayna lideri Volodimir Zelenski, durumun çıkmaza girdiği cephede savaşı ilerletmenin mantıklı olmadığı sonucuna varacak!
SAVAŞ FONLARI TÜKENİYOR
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Stratejik İletişim Koordinatörü John Kirby, 11 Ekim'deki açıklamasında "ABD'nin Ukrayna'ya sonsuza dek askeri yardım sağlamayacağını" söyledi. Kirby 15 Kasım'da ise, üzerinde anlaşmaya varılan fonların tükenmesi nedeniyle Kiev'e yapılan yardımın azaltıldığını belirtti. Batılı destekçileri arasında oluşmaya başlayan Ukrayna yorgunluğu, Kiev'e destek akışını olumsuz etkiliyor.
Zamanı geldiğinde müzakere masasında mümkün olan en güçlü konumda olabilmek için yığınak yapılırken bu planlar Ukrayna cephesinde büyük rahatsızlık nedeni. Mevcut planlardan haberdar olan Kiev yönetimi ile Batılı savaş sponsorları arasında krize varan anlaşmazlıklar var.
Planları reddeden Zelenski geçen çarşamba günü Reuters'a verdiği söyleşide, ABD'deki durumun farkında olduğunu fakat bunun Kiev'in savaşa yönelik politikasını değiştirmeyeceğini şu sözlerle dışa vurdu: “Cumhuriyetçilerden gelen bazı sesler artık gerçekten tehlikeli. Tabii ki halkımız bu tür seslerden korkuyor. Eğer ABD Kongresi'nin ya da Beyaz Saray'ın pozisyonu değişirse, o zaman siz olmadan da savaşırız.”
STRATEJİYİ DEĞİŞTİRMEK
Ukrayna'nın bu yılın başlarında başlayan karşı saldırısı durmuş gibi görünüyor. Richard Haass ve Charles Kupchan yazılarında hem ABD hem de Avrupa’da savaşın sürdürülebilirliği konusunda isteksizlik yaşanırken Ukrayna ve ortaklarının izlediği stratejinin kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerektiğini vurguluyor.
Yazarlara göre Ukrayna ve Batı'nın, amaçlarla mevcut gidişat arasında göze çarpan bir uyumsuzluk var ve sürdürülemez bir gidişat söz konusu.
Kiev'in savaş hedefleri: Rus kuvvetlerinin Ukrayna topraklarından çıkarılması ve Kırım da dahil toprak bütünlüğünün tam olarak yeniden sağlanması.
Rusya’nın hedefleri: Kontrol altına alınan Donbass ve Kırım’da mevcut statükonun olduğu gibi sürdürülmesi. Buraların Rusya’ya ait toprak parçaları olduğunu kabulü. Kiev'in NATO'ya girmesinin engellenmesi.
Kiev yönetimi stratejik olarak yakın gelecekte ve muhtemelen sonrasında da bu hedefine ulaşamayacak durumda.
TOPRAK KARŞILIĞI BARIŞ MI?
Öyleyse ne yapmalı?
Haass ve Kupchan’a göre Washington'un ulaşılabilir hedefler belirleyen ve araç ve sonuçları uyumlu hale getiren yeni bir politika oluşturma çabalarına liderlik etme zamanı geldi. ABD, Ukrayna'nın Rusya ile ateşkes müzakeresine hazır olması ve eşzamanlı olarak askeri vurgusunu saldırıdan savunmaya geçirmesine odaklanan bir strateji konusunda Ukrayna ve Avrupalı ortaklarıyla istişarelere başlamalı.
Kiev, toprak bütünlüğünü yeniden tesis etmekten veya Rusya'yı ekonomik ve hukuki olarak saldırganlığından sorumlu tutmaktan vazgeçmeyecek, ancak kısa vadeli önceliklerini daha fazla bölgeyi özgürleştirmeye çalışmaktan, toprakların yüzde 80'inden fazlasını savunma ve onarmaya değişmesi gerektiğini kabul edecek.
Kiev'i ikna etmek zor: Zelenski'yi ve Ukrayna halkını rotayı değiştirmeye ikna etmek kolay bir iş olmayacak. Ancak gerçek şu ki, Ukrayna zamanla Batı desteğini kaybetme riskiyle de karşı karşıya. Ukrayna için en rasyonel olan şey Rusya'nın kontrolü altındaki toprakları geri almak için uzun vadeli bir askeri çatışmaya girmektense, ülkenin geri kalan kısmında “müreffeh ve güvenli bir demokrasi” inşa etmek çok daha mantıklı.
Ukrayna'nın Batı'daki dostları, Ukraynalılar için acı bir hap olacak bu durumu tatlandırabilir ve tatlandırmalıdır. Zaten Amerikan müesses nizamının önemli isimlerinden eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, “yıkıcı bir dünya savaşı riskinin düşürülmesi” amacıyla müzakere edilmiş bir barışa yönelmenin vaktinin geldiğini her fırsatta dillendiriyor. Müzekere edilmiş barış için de “Ukrayna'nın topraklarının bir kısmından vazgeçmesi”ni öeren Kissinger’a Kiev’in tepkisi sert olsa da bu önerme tekil değil.
Savaş itirafları: Savaş alanındaki mevcut durum bardağın yarısı dolu, bardağın yarısı boş bir tablo ortaya koyuyor. Ukrayna, Batı’nın da büyük desteğiyle Rus güçlerini Kiev’e sokturmadı. Aynı zamanda Rusya'nın geçen yıl ele ele geçirdiği toprakların bir bölümünü geri alma becerisi sergiledi. Ancak diğer taraftan ise savaşın muazzam insani ve ekonomik maliyetleri ve Rusya'nın, Ukrayna topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirmeyi başardığı gerçeği yer alıyor. Foreign Affairs’e göre Ukrayna'nın çokça müjdelenen karşı saldırısına rağmen Rusya, 2023 yılı boyunca aslında Ukrayna'dan daha fazla toprak elde etti. Genel olarak, her iki taraf da önemli ilerleme kaydedemedi. Bir çıkmaza girildi.
O zaman ne yapılması gerekiyor? Foreign Affairs yazarlarına göre Batı için seçeneklerden biri bugüne kadar yaptıklarından daha fazlasını gerçekleştirmek, Ukrayna'ya muazzam miktarda silah sağlayarak Ukrayna'nın güçlerinin eninde sonunda Rusya'yı yenebilmesini sağlamak. Sorun şu ki, Ukrayna ordusu, ne kadar uzun ve zorlu savaşırsa savaşsın, Rusya'nın müthiş savunmasını kırabileceğine dair hiçbir işaret göstermiyor. Ateşkes gerçekleşse de gerçekleşmese de Ukrayna'nın savunma stratejisine yönelmesi gerekiyor. Yüksek yoğunluklu bir savaş süresiz olarak devam ederse zaman Ukrayna'nın lehine olmayacak. Rusya'nın ekonomisi savunma sanayii üzerine kurulu. Moskova yüksek teknolojik kapasiteye sahip. Rusya'nın kullanabileceği geniş bir insan gücü havuzu da var.
SAVAŞI DONDURMAK
Bugünlerde Gazze'deki saldırıların gölgesinde kalsa da Ukrayna savaş cephesinde değişen bir şey olmasa da diplomasi koridorlarında alttan alta farklı senaryolar ısıtılmaya çalışılıyor. The Moscow Times’tan İlya Kusa da B Planı olan "savaşın dondurulması"na şu satırlarla dikkat çekiyor: "Ortadoğu'da büyük bir savaş tüm bölgeyi istikrarsızlaştıracak ve bu sadece ABD ve Avrupalı müttefiklerinin dikkatini Ukrayna'dan uzaklaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda küresel ekonomiyi ve enerji piyasalarını da sarsacaktır. Kiev'in tek umudu, Gazze Şeridi'ndeki çatışmanın Batı'nın dikkatini dağıtmaması veya Rusya ile savaşın donmuş bir çatışmaya dönüşmesi riskini artırmaması. Ukrayna liderliğinin buna hazırlıklı olmadığı kuvvetli bir olasılık."
/././
Sultanizm değil faşizm(Oğuz Oyan)
Faşizm yolunda ilerleyen süreç AKP döneminde hızlanarak çalışıyor. Ergin Yıldızoğlu’nun “süreç olarak faşizm” olarak adlandırdığı siyasi yöneliş, Merdan Yanardağ’ın “İslamo-faşizm” olarak nitelediği formatta ilerliyor.
Arjantin’de sağ popülizm ile halk (sosyal haklar) düşmanlığını ve ABD/emperyalizm yanlılığını birleştiren bir söylemle devlet başkanlığı seçimini ikinci turda kazanan siyasi-pervasız Javier Milei’den sonra bu defa da Hollanda’da ırkçı-faşist kimliğini hiç gizlemeyen Geert Wilders’in partisinin genel seçimlerden birinci çıkması ve ufukta onun başbakanlığında aşırı sağ çıkışlı bir koalisyonun kurulma olasılığının belirmesi, yeni yorumları gerektiriyor.
Faşizan Sağın Yükselişi
Bir kere, kapitalist sistem içinde dünyanın (Kuzey ve Güney’in) farklı coğrafyalarında ortaya çıkan faşizan-popülist yönelimlerin dönemin ruhuna uygun ortak paydaları olduğunu fark edebilmek gerekiyor. En genel ortak payda olarak da kapitalizmin bugünkü neoliberal düzenleme evresinde, ekonomik temel ile siyasi/hukuki üstyapı arasındaki uyumsuzlukların giderek çoğalması ve burjuva demokratik modelin (güçler ayrılığı eksenli modelin) bugünkü birikim rejiminin ihtiyaçlarını karşılamakta sadece yetersiz değil aynı zamanda sistemin egemen gücü sermaye tarafından bir ayak bağı olarak da görülmeye başlanması anlaşılabilir. Bu da sistemin üstyapısında yeni siyasi/idari/hukuki dönüşüm arayışlarını pekiştirmektedir.
İkincisi, gelir, servet ve refah eşitsizliklerinin giderek derinleştiği, emekçi sınıflar yanında dünya kaynaklarının da aşırı sömürüldüğü, iklim krizinin pervasızca tetiklendiği bu çıkışı olmayan birikim rejiminde, ülkelerin/toplumların ve dünya ekonomik/siyasi sisteminin yönetilmesi giderek güçleşiyor. Bu koşullarda, sisteme yönelik sınıfsal tepkilerin mutlaka önlenebilmesi gerekiyor. Bu da ülkelerin/halkların ve emekçi sınıfların birbirine düşürülmesinden; milliyetçiliklerin, ırkçılığın, yabancı düşmanlıklarının körüklenmesinden; emekçi sınıfların kazanılmış haklarının hukuken geriletilmesinden ve hak arama pratiklerinin fiilen baskılanmasından geçiyor. Bütün bunlar da bir sınıfsal baskı rejimi olan faşizme giden süreçleri besliyor.
Üçüncüsü, bir zamanlar siyaset sahnesini –konjonktürün elvermesiyle– Keynesci/bölüşümcü politikalarla işgal eden sosyal demokrasinin, daha sonra sermayenin neoliberal politikalarına angaje olarak boşalttığı alanları sağ popülist-faşizan hareketlerin doldurması, kırk yıldır süren bir dönüşüm süreci olarak çalışıyor. Sovyetlerin çöküşü sonrasında dünyada rakipsiz kalan kapitalist sistemin siyaset yapıcılarının da sağ siyasetlere savrulmada daha fütursuzca davranabilme olanakları ortaya çıkmış bulunuyor. Bu nedenle, “Dünyanın bütün demokratları birleşin” türünden naifliklerin/koflukların, sermayenin anti-demokratik gelişmelerde oynadığı tayin edici rolün yadsınmasının veya görmezden gelinmesinin ne gibi çarpıtmalara yol açtığının görülebilmesi gerekiyor. Bunun için, “demokrat” kimliği yapıştırılanların, Filistinlilerin militarist-dinci-faşist İsrail rejimi tarafından katledilmesi karşısındaki suskunluğu hatta işbirlikçiliği, bir turnusol kâğıdı işlevi görmüş olmalı. “Sosyal-demokrat” etiketli SPD’nin başkanı ve Almanya’nın şansölyesi Olaf Scholz’un İsrail’in katliamları konusundaki aktif destekçiliği, Ukrayna savaşını bahane ederek Almanya’nın yeniden militarizasyonunu hedeflemesi, hatta ABD’nin Pasifik (Çin) politikalarına destek açıklaması, sahte sola ve onun uluslararası örgütlerine (Sosyalist Enternasyonal ve türevlerine) güvenilemeyeceğinin işaretlerinden sayılmalı.
Nihayet, dördüncüsü, ABD ve genel olarak Batı (G-7) hegemonyasının giderek zayıfladığı bu süreçte, Güney’in en güçlü temsilcisi ve yeni hegemonya adayı olarak Çin’in sahneye çıkması ve Batı’da bir hegemonya transferi “tehlikesinin” paranoyaya dönüşmesinin tetiklediği küresel savaş tehditleri büyüyor. Böyle bir hegemonya transferinin Anglosakson ülkeler (Büyük Britanya-ABD) arasında olduğu gibi pasifik yoldan gerçekleşmesi mümkün görünmüyor (Kaldı ki, İngiltere hegemonyasının iki küresel savaşla kırıldığını, yeni hegemon gücün ortaya çıkmasında katalizör güç olarak kullanılan Alman militarizminin bu savaşlarda yenilgiye uğratılmasında ABD’nin oynadığı hesaplı askerî/iktisadi rolün kullanıldığını, yani gerçekte pasifist bir geçişten de tam olarak söz edilemeyeceğini eklemek gerekebilir).
Burada sayılan ve sayılmayan tüm nedenlerle, dünya çapında örnekleri sıklaşmaya başlayan despotik siyasi rejimlerin ve henüz bu aşamaya geçmemiş “demokrasilerdeki” ırkçı-faşist hareketlerin/partilerin yükselişi, insanlığın geleceğine yönelik tehlike çanlarının hiç susmamasına yol açıyor. Bu cehennemi döngüden çıkışın tek mümkün yolu olan sosyalizmin bir iktidar alternatifi olarak geniş kitlelerin bilincinde henüz yer etmemiş veya öncelik kazanmamış olması da kötümserlikleri besliyor. Ama gene de sosyalizmin güçlenmesi ve uluslararası dayanışmasının pekiştirilmesinden başka çözüm yolu bulunmuyor.
“Sultanizm”, Bilimsel bir Kavram Kategorisi Değil
Buraya kadar yazılanlar, dünya sahnesinde giderek yaygınlaşan çeşitli faşizan eğilimlerin genel bir kategorizasyonunun yapılmasının şart olduğunu söylüyor. Başka deyişle, bunu yapmaktan bizi alıkoyabilecek partikülarist yaklaşımların kısırlığına ve çarpıtıcı özelliklerine dikkati çekmemize vesile oluyor. Bu partikülarist yaklaşımlarından biri de Türkiye’yi bu genel yönelişlerin dışına çıkararak ona tamamen kendine özgü (sui generis/nevi şahsına münhasır) bir nitelik atfetmek olurdu. AKP/Erdoğan rejimini “neo-patrimonyal sultanizm” olarak adlandırmak tam da buna denk düşüyor.
“Neo-patrimonyal sultanizm” kavramı, Osmanlı’dan sonra Türkiye’yi de bir “sui generis” vaka olarak değerlendirme yanlışını içeriyor. Kavramı Osmanlı’nın ayrıksılığını tanımlamak için ilk kullanan M. Weber’dir. Marksizme alternatif kavramlar ve analizler üretme çabasında çok heveskâr olan Weber ve Sombart ekolünden çok da hayırhah çalışmalar çıkmasını beklemek herhalde hayalcilik olurdu. (Bu konuda Maurice Dobb 1946’da ilk kez yayınlanan Kapitalizmin Gelişmesi Üzerine İncelemeler başlıklı kitabında –Türkçesi, Belge Yayınları, 1992– bu sosyologlar hakkında erkenden eleştirel konumunu yansıtmıştı. Biz de şu çalışmamıza gönderiyoruz: Vergi-Ordu Sistemleri ve Geçiş Tartışmaları, Yordam Kitap, 2023, s.203-210). Daha sonra siyasal İslamcılarda demokratikleştirici bir keramet gören ve bizdeki “ikinci cumhuriyetçilerin” esin kaynaklarından biri olan Şerif Mardin’in sarıldığı bir kavramdır “patrimoniyal sultanizm”. Osmanlı toplumu incelemelerinde sui generis’çi/partikülarist yorumu benimseyenler ile Asyagil Üretim Tarzı savunucuları arasındaki yakınlaşmaların nesnel ve öznel koşulları da böylece hazırlanmıştı. Son yıllarda, AKP/Erdoğan rejimini açıklayıcı “bilimsel bir kavram” olarak yeniden piyasaya sürülmesi ise oldukça anakroniktir. Bu kavram, sosyal bilimciyi siyasal üstyapının (sosyolojik yapıyla uyumlu veya uyumsuz) özgünlüğüne kilitlemekte, ardındaki sınıfsal dayanakları, sermayenin belirleyiciliğini arka plana itmektedir.
Kuşkusuz her ülkenin kaçınılmaz tarihsel ve toplumsal özgünlükleri bulunur. Bunlar inkâr edilemez ve analiz dışı bırakılamaz. Ama sosyal bilimlerin, toplumların gelişme dinamiklerinde belirli dönemlerde uluslararası ölçekte ortaya çıkan eğilimlerle benzeşen yönelişlerini çözümleme araçlarının bu “sui generis” yakıştırmalarıyla önemli ölçüde aşındırıldığını da görmezden gelemeyiz. Çünkü bu “sui generis” metodolojisinin sınırları dışına çıkılamadığında/çıkılmak istenmediğinde, “bilimsel görecilik” sahneye çıkabiliyor ve giderek “bilinemezcilik” gibi postmodern kavramlara yer açılabiliyor. Sınıfsal analiz yöntemine yer bırakmadan, süslü kavramların ardına sığınıp “özgün analiz” yapmanın cazibesine kapılarak gerçekte derinliği olmayan analizlere savrulmanın telafisi bulunmuyor. Marksist analizin tam olarak karşı çıktığı da bu bilimdışı kavramlar, ön kabuller ve yöntemlerdir.
Sonuç
Faşizm yolunda ilerleyen süreç AKP döneminde hızlanarak çalışıyor. Ergin Yıldızoğlu’nun “süreç olarak faşizm” olarak adlandırdığı siyasi yöneliş, Merdan Yanardağ’ın “İslamo-faşizm” olarak nitelediği formatta ilerliyor. Bu neo-faşist sürecin belirli bir aşamada duracağını, kazanımlarını yeterli görerek mevcut siyasi sistemi daha fazla zorlamayarak bir uzlaşma arayacağını düşünmek ham hayaldir. Yeni CHP yönetiminin bu süreçle baş etmesini beklemenin de şu an için ham hayal olarak gözükmesi gibi.
Sosyalist sol, neo-faşizm yolunu kararlılıkla tıkayabilecek yegâne güçtür. Bu gücünün farkında olması ve gücünü büyütmesi gerekiyor. Elbette toplumdaki tüm Cumhuriyetçi, laik ve bağımsızlıkçı unsurları da kavrayarak…(26/11/2023)