18 Aralık 2023 Pazartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 18 ARALIK 2023 -

 

Özgür Özel, Öcalan’ın bile gerisinde (Barış Terkoğlu)

Karşı olduğunu anlatamayan nerede durduğunu da gösteremiyor.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Gazeteci Candaş Tolga Işık’ın programına katıldı. Teşbihte hata olmaz, Şeyh Sait ile Mustafa Kemal arasında kalınca, özetle "kutumu açayım" dedi. Ağzımdan "CHP Genel Başkanı PKK liderinin de gerisinde" sözleri döküldü.

Şöyle anlatayım…

Terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan, İmralı’da hapsedildikten sonra görüşlerini çeşitli yollarla kamuoyuyla paylaştı. "Avukat Görüşme Notları" düzenli açıklandı. Mahkemelerde yaptığı savunmalar yayınlandı. Hatta kitapları çıktı. İmralı’da AKP Hükümetiyle yapılan müzakerelerin notları bile basıldı. Buralarda Öcalan’ın Şeyh Sait hakkında çok sayıda görüşü de yer aldı. 

ATATÜRK İLERİ SAİT GERİ

Örneğin 22 Eylül 2004 tarihli avukat görüşme notlarında şunları söyledi:

"İsyanların arkasında Sultan Vahdettin ve İngilizler vardı. Mustafa Kemal isyanlarda sadece Kürtleri görmüyor; ‘Cumhuriyet gidecek, Türkler ve Kürtler kalmayacak, yerine Sevr gelecek’ diyordu. O dönem Türklerin de işbirlikçi kesimleri var. Şeyh Sait, Kürt ulusal kurtuluşçusu değildi, din ağırlıklı feodal otonomiciydi. (…) Eğer bir yerde bir şey yenilmişse, geriyi temsil ettiği içindir. Mustafa Kemal o koşullarda ileri olanı temsil ediyordu. Kürtler gericiydi demiyorum, başındakiler gericiydi."

28 Ağustos 2009 tarihli notlarda ise şu ifadeleri kullandı: 

"Mustafa Kemal, İngiliz oyunlarını kısmen de olsa çözmüştü. İngilizler kendi politikaları için Türkiye'de Kürtleri devletin önüne attılar. Bunlar hep böyle yaptılar. Şeyh Said'i kullandılar. Şeyh Said'i kullanarak Musul ve Kerkük'ü aldılar, bu şekilde Mustafa Kemal'e de Kürtlere yönelme yolunu açtılar. İngiltere bu şekilde Şeyh Sait üzerinden politika geliştirdi."

28 Ekim 2009 tarihli görüşmesinde ifadeleri farklı değildi:

"Mustafa Kemal, Musul ve Kerkük'ü vermek istemiyordu ama İngilizlerin oyunları nedeniyle vermek zorunda kaldı. Şeyh Sait İsyanı-Dicle İsyanı bir provokasyondu. Bunun provokasyon olduğunu anlamadılar."

EMPERYALİZMİN KÜRT OYUNU

Kitaplar dedim ya…

Mesela hapiste çıkardığı "Bir Halkı Savunmak" kitabında Şeyh Sait isyanı için şu tespitlerde bulundu:

"Yakın dönem Osmanlı ümmet anlayışının derin etkisi altındadır. Sünni Nakşi tarikatının etkisi belirgindir. Osmanlı dönemindeki ayrıcalıklarının elden gitmesinin de rolü vardır. Önlerine Kürdistan'ı bir hedef koymaktan çok, Osmanlı halifesi ve saltanatını geri getirmek istemi daha güçlüdür. Dini devlet eğilimi açıktır."

"Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa" kitabının ikinci cildinde Sait’in emperyalizmin oyunlarına alet olduğunu anlattı:

"İran’da Simko İsmail, Irak’ta Mahmut Berzenci ve Türkiye’de Şeyh Sait önderlikleri, Kürt hareketlerinde en başarısız rolün sahipleri olmaktan kurtulamamışlardır. Çoğunlukla emperyalist ajanların basit oyunlarını ilişki sanıp oyunlarına alet olmuşlardır."

Öcalan, bu görüşünü, HDP milletvekillerinin de tanık olduğu çözüm görüşmelerinde, AKP Hükümeti’nin temsilcilerine de iletti. 14 Ekim 2013 tarihli İmralı Tutanakları’nda şu tespiti yer alıyor: "Şeyh Said İsyanının bilimsel bir yanı yok. Şeyh Said asla İn­giliz ajanı değil. Ama askerler vurduruldu, Şeyh Said İsyanı, savaş çı­karıldı. Sonrası kıyamet."

Uzatmayayım…

Kendisini onunla kıyaslarken "Şeyh Sait’i kullandılar, ben kendimi kullandırtmadım" dedi. İsyan sırasında Şeyh Sait’ten desteğini çekmiş Diyarbakırlılara selam gönderirken "Diyarbakır halkı 1925’te bir komployu boşa çıkardı" ifadelerini kullandı.

Öcalan’a göre Şeyh Sait bir İngiliz ajanı değildi ama isyanı İngiltere destekli bir provokasyondu. Bu sayede İngiltere, Musul ve Kerkük’ü Türkiye’den, doğal olarak da Türkiye’deki Kürtlerden koparmıştı. Sonucunda da yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni Kürt meselesinde tepkiselleştirmiş, katılaştırmıştı. İsyanının niteliği gericiydi. Koyun tüccarı olduğu için "Ticaret burjuvası sayılabilir" dediği Nakşibendi Şeyhi Sait, hilafet istiyordu. Zaten Öcalan’a göre şeyhlik kurumu da gericiydi.

ATATÜRK-SAİT ARASINDA CHP

Öcalan bunları söylerken, ne HDP’den Öcalan’a bir eleştiri geldi, ne AKP "düzgün konuş" dedi. Sadece Kürt-İslamcı Hüdaparcılar yani Hizbullahçılar, Öcalan’ı, Kemalist olmakla itham etti. Yayınlarında "bir Mustafa Kemal yetmezmiş gibi yeni bir Mustafa Kemal başımıza musallat etmek istiyorlar" diyerek Öcalan suçlandı.

İşin özeti böyle…

1925 çatışmasının özü iki şahıs arasındaki kişisel mesele değil, modern ve laik Cumhuriyet devrimi ile şeriatçı hilafet-saltanat yanlısı feodal isyan arasındaydı. Şeyh Sait, savunmasında şeriat için ayaklandığını söyleyecek, kadınların müzik eğitimi almasını bile ayaklanma bahanesi olarak anlatacaktı. Özgür Özel, belki ideolojik eksikleri, belki tarihsel bilgi yoksunluğu, belki kuruluş felsefesiyle mesafesi, belki siyasi duruş sorunları, belki de gündelik siyaset oportünizmi nedeniyle bu tartışmada taraf olamadı. Şeyh Sait’e karşı, terör örgütü kurucusu Abdullah Öcalan’dan bile daha geri tutum aldı. Gericiliğin iki ucu, “Kürt ama hilafetçi” ile “hilafetçi ama Kürt”, Şeyh Sait Bulvarı’nda buluşurken, Cumhuriyet’in kurucu partisi tarafsızlığı seçti. Terakkiperver Fırka’da mümkündü… Ama 1925 koşullarında Atatürk ile Şeyh Sait arasında taraf olamayan biri, CHP Genel Merkezi’nin kapısından giremezdi.

Aksini sanırız. Aslında tarih, bitmemişin öyküsüdür. Ne mutlu geçmişin ağaçlarından bugüne yaprak toplayanlara…

                                                   /././

2024’e girerken 3 ‘Büyük belirsizlik’ (Ergin Yıldızoğlu)

Son yıllarda çok tartışılan, “kurala dayalı liberal dünya düzeninde bozulma” 2024 yılında güçlenerek devam edecek. 

SORUNLAR BİRİKİYOR

ABD liderliğinde şekillenmiş Batı merkezli “kurala dayalı liberal dünya düzeninde” sorunlar birikmeye devam ediyor: “Küresel ısınma” sorunu, son COP28 toplantısında bir çözüm üretilemeden yeni yıla devredildi. Ukrayna-Rusya savaşının, Gazze’de başlayan soykırımın, İsrail’de dünyayı ateşe vermeye hazır faşist yönetimin, İran’ın birçok noktada vekâlet savaşı sürdürme, Yemen’de Husilerin Kızıldeniz ve Basra Körfezi gibi iki stratejik geçiş noktasında operasyon düzenleme kapasitelerinin, Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığının, Sudan’da iç savaşın, Batı Afrika’da birbirini izleyen Batı karşıtı askeri darbelerin yarattığı karmaşıklığın, Çin’in Tayvan üzerinde gittikçe artan baskısının ne yönde gelişeceği belirsiz. Bu ortamda, bu sorunların Avrupa Birliği’nin haziran parlamento seçimlerinden sonra, ABD dış politikasının kasım başkanlık seçimlerinin ertesinde alacakları biçimler de...

Geride bıraktığımız yıl içinde, artan sayıda Batılı analist, Batı merkezli “kurala dayalı liberal düzenin” artık geri döndürülemez biçimde dağılmaya başladığını kabul ediyordu. Bu dağılmanın ekonomik zeminini şimdilik bir kenara bırakarak, birikmiş sorunlar yumağına bir bütün olarak bakarsak, karşımıza hemen her noktada, artan bir sıklıkta Çin çıkıyor. 

ABD’nin, düzen kurucu hegemon olarak sorun çözme, mekân düzenleme gücü gerilerken açılan “boşluğu”, bir ekonomik diplomatik, teknolojik hatta askeri süper güç olarak yükselen Çin, yeni “vazgeçilmez ülke” olarak doldurmak için ABD ve Batı’nın geleneksel etki alanlarına girmeye başladı. 2024 yılında bu sürecin ABD açısından, yeni sorunlar getirerek hızlanacağını düşünüyorum. 

‘KÜRESEL GÜNEY’İN ÖNEMİ ARTACAK

“Küresel Güney” olarak tanımlanan, emperyalist dünya sistemi içinde, geleneksel “paylaşım alanları” olan ülkelerin, Çin’in yeni konumunu olumlu karşılamaları, Çin’i Batı karşısında bir “dengeleyici güç merkezi” olarak görmeleri, bu düşüncemi güçlendiriyor. Bu eğilim, 2023 yılında Fransız Devlet Başkanı Macron’“Küresel Güney’i kaybediyoruz” dedirtecek kadar belirginleşti: “Küresel Güney” ülkelerinin büyük çoğunluğu, Ukrayna savaşında Rusya karşıtı bir tutum almadılar, Batı Afrika’daki Batı karşıtı darbeleri hemen desteklediler, İsrail Gazze’yi bombalamaya başladığında, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinden farklı olarak “ateşkes” çağrısı yaptılar, BM oylamalarında gittikçe artan sıklıkta Çin ve Rusya ile davranmayı tercih ediyorlar. Bu eğilim de 2024 yılı boyunca güçlenir.

“Dünya düzenindeki bozulmayı” ve yeni bir “düzenin” kurulma olasılığını düşünürken “sabık” hegemon olarak ABD, 2023 yılında sık sık karşımıza bir belirsizlik kaynağı olarak çıktı. Belirsizlik öncelikle Trump’ın yeniden başkan seçilme olasılığıyla ilgili. ABD toplumunda kendisini adeta açıklanmamış bir “soğuk iç savaşın” tarafı olarak gören, hesap sormaktan, medyayı susturmaktan, “derin devleti” (güvenlik bürokrasisini) etkisizleştirmekten söz eden bir kesimin, Trump’la birlikte iktidara gelme olasılığı yüksek. Bu durum, ABD’nin özel olarak yukarda değindiğim “sıcak noktaların” hemen her birine yönelik politikalarında, genel olarak büyük güçler arası rekabet alanında, AB, Rusya, Çin ile ilişkilerinde bir “öngörülemezlik” yaratıyor.

Bu “büyük belirsizlik” içinde, 2024 yılına girerken öncelikle, üç grup sorunun yıl boyunca bizi meşgul edeceğini düşünüyorum: (1) Ukrayna savaşı biterken Avrupa ile Rusya arasındaki ilişikler/dengeler nasıl şekillenecek? Trump kazanırsa bu şekillenme/dengeler ne yönde etkilenecek? (2) Gazze savaşı nasıl bitecek? Sonrasında, ABD-İsrail ittifakında, İsrail ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerde yeni şekillenmeler yaşanacak mı? (3) Çin süper güç olarak yükselirken, ABD merkezli düzen dağılırken, bir ABD-Çin savaşı olasılığı güçlenecek mi? Küresel çapta daha belirgin ve “Küresel Güney’i” de içeren, biri ABD merkezli diğeri Çin merkezli bir bloklaşma şekillenecek mi?

                                                         /././

Herkesler kış depresyonunda mı? (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım öyle bir sessizlik, öyle bir kanıksamışlık içindeyiz ki! Ne oldu bize, hepimiz kış depresyonuna mı girdik? Sanki hükümet, partiler yok! Varsa yoksa bir futbol muhabbeti. Ne olmuş? Yöneticinin biri FIFA rozetli bir hakemi yumruklamış. Ayol neyimiz düzgün ki futbolumuz düzgün, şeffaf olsun. Karapara aklanan, şikeyle yola devam eden bir futbolumuz olduğunu hiç alakam olmadığı halde ben bile biliyorum. Benim futbol kahramanım Maradona’dır. Onu Vatikan’a Papa’yla tanıştırmak için götürmüşler. Papa Maradona da gelmiş ya, Vatikan’ın önünde bekleyen insanlara vaaz vermiş ve Tanrı’ya dua etmiş, “Yoksulları korusun” diye. Maradona, şaşırmış Vatikan’ın altın kaplı kubbelerine bakıp Papa’ya seslenmiş: “Yoksullar için dua edeceğinize, kubbelerinizdeki altınları eritip yardım edin!” Tabii etraf buz kesilmiş, hemen Maradona’yı oradan uzaklaştırmışlar.

Bu arada rahmetli babamın sevgili futbolcuları Metin Oktay ve Lefter’i unutmak olmaz. 6-7 Eylül olaylarına en çok şaşıran, herkesin taptığı ve bir günde yerin dibine geçirilen Lefter. Tek suçu Rum asıllı olmaktı. 

Bu kadar futbol muhabbeti yeter. Şimdi ben de kış depresyonundayım ya, öyleyse depresyonun dibine kadar hep birlikte inelim. Ve on yıl sonra ülkemizi düşünelim: Şöyle, on yıla kadar kentlerin merkezleri rant dalaveresi aracılığıyla zenginlere kalacak, Londra, Paris, New York gibi ayrıca yollarda, ATM gişelerinde uyuyan evsizleri daha sık görmeye başlayacağız. 

On yıl içinde artık uyduruk üniversiteler kapanacak, orta sınıf usul usul eridiği için paralı anaokulları, ilkokullar sadece zenginlerin gidebildiği, velilerin borusunun öttüğü okullar olacak. 

İçki, sigara, akaryakıt, doğalgaz, ev kirası öylesine pahalı olacak ki iki ya da üç aile rant uğruna iyice küçülen apartman katlarında birlikte yaşamaya başlayacak. 

Adamın biri küçük kutuların içinde tek tadımlık baklava satmaya başlamış. Bu iş iyice gelişecek, tek tadımlık pirzola, tek tadımlık pastırma, tek tadımlık incir, bir avuç fındık, bir avuç antepfıstığı satılmaya başlayacak. Çikolata tatmamış çocuk sayısında müthiş bir artış olacak. 

Artık emekli ikramiyesiyle ev alınamayacak, araba da! 

O kocaman şehir hastaneleri, bir süre sonra yoksullar için oda oda kiralanan sosyal konutlara dönüşecek. Arap ve Rus zenginlerinin alışveriş yaptıkları AVM’ler dışında pek çok AVM kışın yaşlıların, ev kadınlarının çoluk çocuk ısınmak için, yazın serinlemek için gittiği; alışverişin olmadığı mekânlar olacak. 

Ülkede her camiye dört imam, her kente on müftü de atansa elinden hiçbir iş gelmeyen genç nüfus işsizliği alabildiğine çoğalacak. Kurye işi bile bu işsizliği önleyemeyecek. 

Gelelim şu düğün merasimlerine. Anacığım bu büyük bir tüketim alanı. Söz kesimi var, kınası var, illaki yemekli, orkestralı düğünü var, ev döşemesi var, beyaz eşyası var, var oğlu var... Yetmedi çocuk geliyor, onun kız mı oğlan mı belirleme günü var, hediye günü var, doğum var hepsi para tuzağı... Eskiden kolaydı, köylüler hasadı kaldırdıklarında düğün yapabiliyorlardı, artık köylü mü kaldı? Hepsi kentlere göç etti. Güzelim meralar boş, kentte yuvarlanıp gidiyorlar. Mafyaya giremezsen düğün de yapamazsın işte bu kadar! Şimdilerde gençlere oda kiralayan pansiyonlar türemiş, banyo mutfak tuvalet ortak. Pek çok beyaz yaka çalışanının gücü anca buna yetiyor, evlenmek nerede? 

Gelelim gezip tozmalara, meyhanelere, restoranlara artık oraları da sadece zenginlerin, karapara aklayanların, bir yolunu bulup voli vuranların oldu. Etil alkol pahalandığı için tek çıkar yol, evde şarap yapmak. Üzüm de pahalı. Bazı meyhaneler, restoranlar kapılarına yazı asmış, “İçkini al gel mezeler bizden”. Bu iyi bir yol ama düşünün genç adam sevdiği kızı restorana götürmüş, çantasından şarap çıkarıyor. Eski bizim zamanımızın kızları bunu pek güzel bulurlardı ama yeni kuşaklar lüksü, zenginliği ve gösterişi seviyorlar, bu durumda masadan kalkan epeyce...

Bu yemek işleri iyice başını alıp gidince kentlerde tablada sadece pilav satanlar çoğalmış, benim elektrikçi arkadaşım “Pilav deyip geçme” diyor, “Adamlar 60 kilo pilavı bir günde bitiriyorlar”. Bir de öğrencilerin hücum ettiği ekmek içi patates şimdilik devreye girdi. Ama on yıl içinde öyle bir zaman gelecek ki kentlerimiz ünlü Stalingrad kuşatmasındaki gibi sadece patatesle doyacaklar.

Bu arada sokağa atılan kediler, köpekler çoğaldı dikkatinizi çekmiştir. Benim mahallede çoğu sokağa atılmış ev kedileri oradan oraya saldırıyorlar, eskiden bol keseden verilen mamalardan ötürü obez olan kedi sürüleri şimdilerde ortadan kayboldu; 

En büyük sarsıntı hizmet sektöründe olacak. Saç ekimi, implant tedavisi, estetik şimdilik yolunda gidiyor gibi ama merdiven altı laboratuvarlar, ne olduğu belli olmayan estetik salonları bu işin sonunu getirecek. Bu işler ucuz diye ülkemize gelen yabancılar memnun kalmadıklarında bunun dedikodusunu da yapacaklar. Bu on yıla kalmaz bitecek! 

Vay canına depresyon da depresyonmuş. Üzülmeyin İtalya’da yaşayan bir arkadaşımın dediği gibi “Ne İtalya batar ne Türkiye çünkü karapara var”.

                                                    /././

ABD’nin ‘iki cephe’ çıkmazı (Mehmet Ali Güller)

Emperyalist ABD, iki cephede birden savaşıyor: Ukrayna ve İsrail.

Ukrayna’da aslında Ukrayna ile Rusya değil, ABD/NATO ile Rusya savaşıyor. İsrail’de aslında sadece İsrail ile Filistin savaşmıyor, aynı zamanda ABD-İngiltere-İsrail ile Küresel Güney mücadele ediyor.

İKİ CEPHEDE DE SAVAŞI ABD BAŞLATTI

Denilebilir ki “Ukrayna cephesinde ilk kurşunu Rusya, İsrail cephesinde ilk kurşunu Hamas attı, dolayısıyla savaşı ABD başlatmadı.” Perdenin önündeki görüntü elbette öyle ancak:

- ABD, 2008’de Ukrayna’ya NATO üyeliği yolunu açarak “NATO’yu genişleterek Rusya’yı geriletme” stratejisini başlattı ve 2014’te Ukrayna’da iktidarı darbeyle değiştirerek sıcak savaşı başlattı. ABD darbesini kabul etmeyerek bağımsızlık isteyen Donbas cumhuriyetlerinde, 2014’ten Şubat 2022’deki Rusya müdahalesine kadar zaten savaş vardı.

- 7 Ekim’de ilk kurşunu Hamas atmış olsa da gerçek şu: Filistin toprakları işgal altında, Gazze ağır bir ablukada ve dar bir alana sıkışmış 2.3 milyon insanın belli periyodlarda patlamaması zaten olası değil. 7 Ekim’de olan budur. Ve bu patlamanın suçu ve sorumluluğu İsrail’in “sürekli işgal” ile genişlemesini destekleyen ABD’nindir. Biden’in “Ortadoğu’da İsrail olmasaydı, çıkarlarımız için bir İsrail kurmamız gerekirdi” sözleri, ABD ile İsrail arasındaki “ileri karakol” ilişkisine işaret etmektedir.

BIDEN ÜÇ YÖNDEN BASKI ALTINDA

Ancak ABD’nin emperyalist iştahıyla hegemonyası arasında artık doğru bir orantı yok: Amerikan hegemonyası zayıflıyor. ABD, bu nedenle Ukrayna ve İsrail cephelerinde üç yönlü baskı altında:

1) İki cephedeki askeri kuvvetler, Rusya’nın ve Filistinli direnişçilerin baskısı altında.

2) İki cephede de uluslararası güç dengesi ABD’nin aleyhine gelişiyor. BM oylamalarında ABD ve İsrail’in yanında sadece sekiz devlet kaldı; ikili yalnızlaştı.

3) İki cephe konusunda da ABD halkı ve devleti içinde ayrışma var. ABD Kongresi, İsrail’e ve Ukrayna’ya finans desteğini tıkamış durumda. Gerçi bu tıkamanın açık gerekçesi “güney sınırının güvenliği” sorunu olsa da hem kimi temsilciler meclisi üyelerinin hem de kimi senatörlerin açıklamalarına bakılırsa artık Amerikan halkının vergilerinin Ukrayna’da harcanması istenmiyor.

Nitekim Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’nin “Batı adına savaşıyoruz” diyerek ABD Kongresi’nden para istemesi, hatta “ABD’den acil destek gelmezse savaşı kaybedebiliriz” demesi durumu değiştirmedi: Zelenski Washington ziyaretinden çantası boş döndü. Benzer bir durum da AB cephesinde yaşandı: Macaristan AB’nin Ukrayna’ya 54 milyar dolarlık yardım paketini veto etti.

BIDEN’IN NETANYAHU ELEŞTİRİSİNİN ANLAMI

ABD Başkanı Biden’ın Netanyahu’ya dönük geçen haftaki eleştirilerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. “İsrail dünyanın desteğini kaybetmeye başladı. Netanyahu, İsrail tarihinin en muhafazakâr hükümetini değiştirip güçlendirmeli” diyen Biden, iç ve dış basınç nedeniyle manevra yapıyor, yönetiminde restorasyonla İsrail’i kurtarmaya çalışıyor.

İsrail ise ABD’nin “en kısa zamanda ateşkes” mesajına “Tek başımıza kalsak da savaşa devam edeceğiz” yanıtı vererek ABD’deki ayrışmadan yararlanabilmeye oynuyor.

11 ay sonra yapılacak başkanlık seçimi de dahil birçok parametresi olan bu ayrışma konusuna rağmen asıl gerçek şudur: ABD’nin siyasi desteği, silah desteği, askeri danışman desteği, bir ucu Kürecik’te bulunan bölgesel istihbarat ağı desteği olmasa, İsrail yönetimi Gazze’de etnik temizliğe soyunamazdı!

Kısacası Ukrayna ve İsrail cephelerinde gerçekte Sömürgeci Kuzey ile Gelişen Küresel Güney mücadelesi yaşanmaktadır. Taktik düzlemdeki günlük gelişmelere ve perdenin önünde görünene göre değil, stratejik düzlemdeki büyük saflaşmaya göre konumlanmak gerekir.

                                                        /././

ABD kışkırtmasına karşı sosyalist dayanışma (Mehmet Ali Güller)

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in iki günlük Vietnam ziyaretini, kritik önemi nedeniyle üç boyutta değerlendirebiliriz:

1) Öncelikle ziyaretin ABD’nin Filipinler üzerinden Güney Çin Denizi’nde kışkırtıcılığını yükselttiği bir süreçte yapılması önemliydi. Çin, Güney Çin Denizi’nde en uzun sınırı olan Vietnam’la savunma ve deniz alanlarını da içeren 37 anlaşma imzalayarak ABD’ye “bölgedeki etkisini” göstermiş oldu.

Çin’in hem Filipinler ile hem de Vietnam ile Güney Çin Denizi’ndeki sorunları “bölgesel” düzeyde tutma ve ABD’nin bu alanı kışkırtma zemini olarak kullanmasını önleme siyasetleri bakımından da Çin-Vietnam işbirliği kritik önemde.

ABD’YE ‘KAYA GİBİ SAĞLAM’ MESAJ

2) ABD, Çin’i çevrelemeyi esas alan Asya-Pasifik stratejisinde Hindistan’dan sonra Vietnam’ı önemli bir faktör olarak görüyor. ABD bu nedenle Vietnam’la ilişkilerini geliştirmeyi hedefliyor. Biden bu amaçla eylül ayında Vietnam’ı ziyaret etmiş ve ABD-Vietnam ilişkilerini “kapsamlı stratejik ortaklığa” yükseltmişti. Yine ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki Japonya da kasım ayında Vietnam’la ilişkilerini “kapsamlı stratejik ortaklığa” yükseltmişti.

Şi’nin ziyareti ise Çin ile Vietnam’ın ilişkilerini “kapsamlı stratejik işbirliğinin derinleştirilmesi temelinde ortak geleceğe sahip Çin-Vietnam topluluğu” seviyesine yükselterek Vietnam’ın “en önemli ilişkisinin adresini” göstermiş oldu. Nitekim Vietnam Devlet Başkanı Vo Van Thuong, iki ülke ilişkilerinin “tarihte ilk kez bu kadar kapsamlı, sağlam ve dostane” düzeyde olduğunu belirtti ve “Çin-Vietnam ilişkileri kaya gibi sağlam, dış güçlerin ara bozma çabalarına karşı dayanıklıdır” dedi.

3) Şi’nin Vietnam ziyaretinin üçüncü boyutu ise iki sosyalist ülkenin dayanışması bakımından önemliydi. Nitekim Şi, Vietnam Devlet Başkanı Vo Van Thuong tarafından Çin devlet başkanı olarak ama Vietnam Komünist Partisi (VKP) Genel Sekreteri Nguyen Phu Trong tarafından da ÇKP genel sekreteri olarak davet edildi.

Bu kapsamda yapılan görüşmelerde de iki ülkenin “sosyalizm gemisinde birlikte yol alması” mesajı verildi.

ÇKP ile VKP’nin dayanışmayı ve işbirliğini yükseltmesi, 21. yüzyılda sosyalizm bayrağını yükseltmenin de önemli bir kaldıracı olacaktır.

REUTERS’IN ÇİN’LE SAVAŞ SENARYOSU

Çin-Vietnam işbirliğinin önemini anlamamızı sağlayacak asıl etken ise Anglosakson dünyanın planlarıdır.

Örneğin Reuters haber ajansı, “Hint Okyanusu bir Tayvan savaşında neden Çin’in aşil topuğu olabilir?” başlıklı bir senaryo/analiz yayımladı. Dört elçi ve sekiz analistle yapılan çalışmaya göre varılan sonuç(!) şu: Çin, Basra Körfezi’nden yola çıkan günde petrol taşıyan 60 gemiyi Hint Okyanusu boyunca koruyacak güçte değil, bu gemiler vurulduğunda Çin enerji sorunu yaşar ve dolayısıyla savaş kabiliyeti zayıflar, bu rakipleri açısından olası bir savaşta avantaj oluşturacak bir durumdur (harici.com.tr, 14.12.2023).

Batı’nın böyle senaryolar üzerinde durması, bu senaryonun içeriğinin ne kadar olası olduğu gerçeğinden daha önemlidir bazen. Zira bu senaryo çalışmaları, aynı zamanda bir planlama hazırlığına da işaret eder.

ABD-İngiltere ikilisi, NATO’yu Asya-Pasifik bölgesine genişleterek, Çin’i bölgedeki müttefikleriyle çevreleyerek, Çin ile Afrika-Ortadoğu/Batı Asya yolu arasında düğümler oluşturarak Çin’i hedef almaya çalışıyorlar.

İşte bu şartlarda Çin’in Vietnam’la işbirliğini derinleştirmesi ve “ortak toplum” hedefi ortaya koyması kritik önemdedir.

                                                     /././

SPK’den, soyguna yardım ve yataklık (Miyase İlknur)

Hükümetin ekonomi politikaları ücretli ve emeklileri yoksulluk sınırının da altına iterek açlık sınırında yaşamaya mahkûm ederken küçük tasarruf sahiplerini de soygun çarkının girdabına sürüklüyor.

Parasını enflasyona karşı korumaya çalışan küçük tasarruf sahipleri faiz indirimi ve dövizin baskılanmasıyla parasını park edeceği iki alana sıkıştı. Biri gayrimenkul piyasası, diğeri ise borsa.

Bir yandan enflasyona endeksli inşaat maliyetlerinin yüksekliği, diğer yanda hükümetin TC vatandaşlığını gayrimenkul yatırımı karşılığında satma politikası nedeniyle konut ve arsa yatırımı yerliler için ham bir hayal.

Bu durumda küçük tasarruf sahipleri konut alamayınca ya parasıyla gidip zam gelmeden tüketim maddesi aldı ya da gözü kapalı borsaya daldı.

Finansal okuryazarlığın sınırlı olduğu ülkemizde, yatırımcıyı korumakla görevli olan SPK gerçekten bu görevini yerine getiriyor mu?

Aslında bu görevini yerine getirmek için yeterli enstrüman var. Kanun ve yönetmeliklerle borsayı güvenli bir liman haline getirebilir. Elbette borsa riskli bir piyasadır. Banka faizi gibi garantili bir gelir vaat etmez yatırımcıya. Ancak yine de sağlam ve düzenli kâr eden şirketlerin kote edildiği bir piyasa olması gerekir.

Konjonktürel riskler, bölgesel veya küresel krizler, beklenmedik afetler ya da bizim hükümetin ekonomi politikalarındaki gelgitleri en iyi yönetilen kârlı şirketleri bile olumsuz etkiledi. Ancak bunlar gelip geçici durumlardır.

Sorun şu; SPK’nin, bilançoları fiktif olarak şişirilmiş, henüz ortada olmayan hayali yatırımını göstererek halka açılmak isteyen şirketlere bile onay vermesi Ali Fuat Taşkesenlioğlu döneminde, halka açılma izni verilen fos şirketleri daha önce yazmıştık. Halka arz olacak şirketlerin SPK’de iş takipçiliğini yapanlar bedeli mukabilinde bu şirketlere kolaylıkla arz onayını almakta hiç de zorluk çekmiyordu. Öyle ki matruşka şirketlere bile halka arz onayı verildi. Bir şirket halka açılıyor, sonra bu şirketin ortak olduğu tabela şirketler kuruluyor ve onlara da halka arz izni alıyordu. 

Sonrasında, halka arz onayı alan şirketler, anlaştığı aracı kurumlar üzerinden borsada yapay bir şekilde hissesini gün gün, tavan tavan yükseltip oltaya takılan küçük yatırımcılara en tepeden malı kilitler. Tepeden bu hisseleri alan küçük yatırımcı aylarca bekledikten sonra “Lanet olsun” deyip kol kesip çıkar borsadan.

SİMİTÇİ-DÖNERCİ-MİDYECİ

Bazı cingöz şirket sahipleri, şirketini halka açarak piyasadan faizsiz para çekmekle yetinmeyip bir yıl geçmeden toplu hisse satışı için yine SPK’nin kapısını çalar. SPK, buna da onay verir. Milyon milyon lot satışı yapan patron, yine piyasadan para çeker ama hissesinin fiyatı da yerlerde sürünür. Şirkete güvenip hisseyi satın alan yatırımcı ayvayı yer. Şirketini halka arz ettikten aylar sonra bu kez bedelli hisse satışı yapmak için izin isteyen yüzsüz patronları da gördük.

Hükümetin sıkı para politikası nedeniyle krediye erişim zorluğu çeken irili ufaklı pek çok şirket, ihtiyacı olan parayı piyasadan hem de faizsiz çekmek için halka arz kuyruğuna girdi. Yabancının çıktığı, zaten hacimsiz olan borsada SPK onayıyla simitçi, dönerci, midyeci, gazozcu, pizzacı, okul servisçisi halka açılıyor. Hepsine de halka arz onayı verildi. Köklü kurumların hissesini elinde bulunduranlar da satışa geçip bu hisselere yöneliyor.

Manipülatörlerin cirit attığı, fiyatların suni olarak şişirilip suni olarak düşürüldüğü borsada SPK göstermelik olarak birilerine işlem yasağı getirerek görevini yaptığı imajını veriyor. Manipülatörler de kendi ismiyle hisse alım satımı yapacak kadar salaktı sanki.

Son günlerde bilançolar iyi geldiği halde en kârlı şirketler bile yerlerde sürünüyor. Mehmet Şimşek, herhalde yabancı fonların Türkiye’ye yatırım yapması için tahvil fiyatlarını yükseltip borsada fiyatları yabancının alacağı şekilde düşük tutmak için söz mü verdi acaba?

                                                    /././

Çalan her telefona inanmayın (Murat Ağırel)

Yazılarımda, televizyon programında, sosyal medyada her yerde elimden geldiğince dolandırıcıların yöntemlerini anlatmaya çalışıyorum. Ancak uyarıları dinlemesine rağmen dolandırılan da çok fazla kişi var.

Banka dolandırıcıları her gün yeni yöntemler keşfediyor. Örneklerle açıklamaya devam etmek, sizleri uyarmak istiyorum.

Adı: Ercan

0534 966 04 27 numaralı telefondan aranıyor. Arayan kişi kendisinin Yapı Kredi Bankası görevlisi gibi tanıtıyor ve bankadan kullanmış olduğu ev kredisinin bittiğini ve bu kredi kapsamında kendisine yapılan sağlık sigortasının devam ettirilip ettirilmeyeceğini soruyor. Bakın dolandırıcı, Ercan Bey’in ev kredisi kullandığını biliyor, kredi ödemelerinin bittiğini biliyor. Ercan Bey, sağlık sigortasının iptal edilmesini istiyor. Banka adına aradığını söyleyen kişi “İptal işlemlerini yapabilmem için telefonunuza gelen kodu bana bildirmeniz lazım” diyor. Ercan Bey, “Telefonla konuşurken gelen mesajlara aynı anda bakamam” diyor. Telefondaki dolandırıcı, “Bize kendi numaranızın dışında bir numara verin, biz oradan arayalım siz de telefonunuza rahatça bakın” diyor. Ne yazık ki Ercan Bey bir yakınının telefonunu veriyor ve o numaradan konuşmaya devam ediyor. 

Aslında Ercan Bey’e gelen kodlar, kredi başvurusu ve paranın başka hesaplara aktarılmasında kullanılan havale veya EFT onay kodu. Bu konuşma devam ederken Yapı Kredi Bankası Müşteri Hizmetleri numarasından aranıyor Ercan Bey ama iş işten geçmiş oluyor. Ercan Bey emekli ve 7500 TL maaş alıyor. Dolandırıcılar tarafından kendi adına Yapı Kredi Bankası’ndan çekilen kredinin taksitlerini her ay 4000 TL olarak ödüyor. Kalan 3500 TL ile hayatını devam ettirmeye çalışıyor.

Diğer vatandaşımız Şükrü Kaya.

0216 444 31 23 numaralı telefondan aranıyor. Numaranın Kuveyt Türk Müşteri İletişim Merkezi olduğunu düşünerek açıyor. Gerçekten de bankanın müşteri merkezi numarası 444 0 123. Dolandırıcılar benzer bir numara almışlar. Telefonu açan Şükrü Kaya’ya, “Kredi kartınız hazır nereye göndermemizi istiyorsunuz” diye soruluyor. Kaya, “Şubeye bırakın” diyor. “Hesabınızdan kesintiler oluyor kredi iadesi vb. gibi olmaması için sizden onay istiyoruz” diyorlar. “Bankacılık şifrenizi girin, gelen şifreyi söyleyin” diyorlar. İstediklerini alan dolandırıcılar banka hesabındaki paraları başka bir hesaba aktarıyor.

YAPMANIZ GEREKENLER

Diğer bir yöntem ise yeni...

Çok sevdiğim bir dostum aradı. Durumu anlattı. Kendisine “Garanti Bankası’ndan arıyoruz” diyorlar. “Hesabınızda şüpheli işlem tespit edildi, adınıza MediaMarkt adlı teknoloji mağazasından 79 bin TL’lik alışveriş yapılıyor bu işlem size mi ait” diye soruyorlar. Paniğe kapılan arkadaşım “Hayır, bana ait değil” diyor. Telefondaki dolandırıcı, “Hemen iptal işlemini yapıyorum” size bir kod gelecek diyor. Arkadaşım kendisine gelen kodu karşı tarafa bildiriyor. Telefondaki ses, “İşleminizi yapıyorum” diyor ve o esnada arkadaşım durumu anlıyor ve telefonu kapatıyor. Hemen bankayı arıyor. Ancak çok geç. Kredi kartından gerçekten MediaMarkt adlı elektronik mağazasından 79 bin TL’lik alışveriş yapılmış gözüküyor. 

Kimi dolandırıcılar sizi aramaya dahi gerek duymuyorlar. Sizler arkadaşınızdan gelen bir habere ait video linkini açtığınızda aslında “trojan” denilen basit bir bilgisayar virüsü saldırısına maruz kaldığınızı anlamıyorsunuz. O virüslü linki tıkladıktan sonra internette yaptığınız her hareket, girdiğiniz her şifre virüs sahibi kişiler tarafından kayıt altına alınıyor.

Yıllarca zar zor kazandığınız alın teri paralarınızın gitmesini veya borç içerisinde yüzerken sırtınıza bir borç daha yüklenmesini istemiyorsanız “Sizi sigortadan arıyoruz, para iadesi yapacağız” diyen kişiler ile konuşmayın ve herhangi bir bilgi vermeyin. 

Ne yapacağınızı da anlatayım...

Bankaların resmi müşteri hizmetleri yetkilisi olmayan kişiler ile konuşmayın. Telefonda sizden kod veya şifre isteyen kişilere inanmayın ve en yakın şubeye gidin. Başınıza dolandırıcılık olayı geldiği zaman ilk önce adınıza yapılan işlemlerin dolandırıcılık olduğunu bankaya bildirin ve yazılı olarak kayıt altına alın. Sonra banka hareketlerinizin ıslak imzalı dökümlerini alın ve en yakın karakola, daha sonra da bir avukat eşliğinde savcılığa bildirin. 

Aman dikkat edin her telefona inanmayın.

                                                     /././

Talana dur diyecek milletvekilleri aranıyor! (Zülal Kalkandelen)

Kamuoyunda “Mülksüzleştirme Yasası” olarak adlandırılan yasa, 7 Kasım 2023 gecesi 237 AKP ve MHP milletvekilinin kabul oyu ile TBMM’den geçti. Ret oyu veren sadece 82 muhalefet milletvekili vardı. Oylamaya katılmayan 281 milletvekilinin 195’i muhalefet milletvekiliydi.

Yapılan kanun değişikliği ile “yeni yerleşim yeri olarak” ifadesi tanımdan çıkarıldı, rezerv yapı tespitiyle ilgili neredeyse bütün kısıtlamalar ortadan kaldırıldı. Böylece yeni veya var olan yerleşim alanları, afet riski altında bulunmayan alanlar da rezerv yapı alanı olarak belirlenebilecek.

Yeni düzenlemeye göre; üçte iki olan anlaşma şartı yerine, maliklerin salt çoğunluğu ile alınan karara dayanarak kentsel dönüşüm yapılması mümkün...

İLK HEDEF HATAY OLDU

Yasanın 9 Kasım 2023’te Resmi Gazete’de yayımlanmasının hemen ardından Hatay’ın Defne ve Antakya ilçelerinde “rezerv alan” uygulaması yürürlüğe girdi. Samandağ’da ise yasa değişikliğinden de önce, 2012 tarihli 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’a göre rezerv alan belirlendiği ortaya çıktı. Yüzlerce vatandaş, ev ve dükkânlarının Hazine’ye devredildiğini telefonlarına gelen mesajla öğrendi.

Şimdi diyorlar ki oturduğun bina kentsel dönüşüm için belirlenen rezerv alan ilan içinde kalırsa, kentin başka bir bölgesinde, uzak bir yerinde yapılacak yeni binalarda sana ev verebiliriz ama yeni evin satış fiyatını ödemezsen elinden gider. Sürekli artan malzeme fiyatlarıyla yapılacak evin satış parasını ödeyemeyenler kredi almaya zorlanacak, o parayı bulamayanın evi elinden gidecek.

Kredi buldunuz diyelim, kira yardımı yapılması zorunlu tutulmadığından kiraların anormal derecede arttığı bir ortamda nerede ev bulacaksınız? Ayrıca Hatay özelinde konuşursak o bölgede bu kredileri, fahiş kiraları ödeyebilecek kaç Türk vatandaşı bulunur!

AMAÇ SERMAYEYE YAĞMA ALANI AÇMAK 

Emeklileri, dar gelirlileri, küçük ve orta mülk sahibi insanları kent merkezlerinden kentlerin dış çeperlerine sürüp kent merkezlerini Katarlılara, zengin Araplara, Ruslara, iktidarın seçkinlerine açmak için yürütülen bir yağma projesidir bu. 

Yıllarca çalışıp birikimiyle kendine bir yer edinmiş olanların emeğinin hakkına el konulması ve rezerv alan bahanesiyle sermaye sınıfına yeni yağma alanları açılması riskini yaratan bu yasanın temelinde kamu yararının değil, rant hırsının olduğu görülmelidir. Yerleşim alanlarında mülkiyet sermayeye devredilirken park ve orman gibi kamusal alanların da özelleştirilmesi tehlikesi var!

Ne yazık ki muhalefetin bu yasaya TBMM’de yeterince karşı çıkmayarak, oylamaya tüm güçleriyle katılmayarak, konuyu kamuoyunun gündeminde tutmayarak ortaya koydukları tutum, bu operasyonun içinde onların da olabileceğini düşündürüyor.

Talan yasasının iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvuru süresinin bitmesine üç hafta kaldı. Umarım süre bitmeden ana muhalefet partisi harekete geçip AYM’ye başvurur!

(CUMHURİYET)



Birgün KÖŞEBAŞI - 18 ARALIK 2023 -

 

Değişen dünyada sosyal demokratlar niye yanıt üretemiyor (İbrahim Varlı)

Dünyanın en köklü partilerinden SPD’nin kongresi, partinin ne tür hastalıklardan mustarip olduğunu gösterdi. Neoliberal politikalar SPD’ye iktidar kaybettirdiği gibi, sermayenin sözcülüğüne de itti. Sağa sapan, kimliğinden uzaklaşan, ilkeli bir politika sürdüremeyen “sosyal demokratlar” geçmiş hatalarından dersler çıkarmadıkları gibi, yeni hatalara da imza atmayı sürdürüyorlar.

Sadece Avrupa’nın değil dünyanın da en eski-köklü partilerinden olan Social Demokratische Partei yani Almanya Sosyal Demokrat Parti (SPD) geçen hafta sonu kongresini/konferansını gerçekleştirdi. Eşbaşkanlar Saskia Esken ve Lars Klingbeil'in yeniden seçildiği kongrenin sloganı “Almanya. Daha iyi, Daha adil”di.  

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in de katılarak Almanca bir konuşma/sunum yaptığı kongre, 1863 yılında kurulan ve 160’ıncı yılını kutlayan SPD’nin kapsamlı röntgenini çekmesi açısından önemliydi. Kongredeki tartışma başlıkları, sunumlar, alınan kararlar ve yönelimler “sosyal demokratlar”ın ne tür hastalıklardan mustarip olduklarını gösterdi.  

DÜMEN KİMİN ELİNDE? 

Sosyal demokratlar 26 Eylül 2021’den bu yana iktidarda olsalar da, uzunca bir süredir “kimlik” krizinde. Gerek siyaset yapma tarzı, gerekse partinin kimliği üzerinde süregiden tartışmalar alevlenmiş durumda. Parti içindeki farklı kanatların kendi aralarındaki rekabette “realist-pragmatist” kanat etkin, dümeni ortada tutmaya çalışsalar da mevcut durum itibarıyla gemi daha fazla sağa yelken kırıyor. 

Angela Merkel’li dört dönemlik CDU/CSU iktidarının üç döneminde “koalisyon ortağı” olunmasının yarattığı sağ sapma, hücrelere kadar sirayet etmiş durumda. Ve haliyle Hristiyan Demokratlar’ın yerine işbaşına gelmek iyi değerlendirilemedi, haliyle işler sarpa sarmış durumda. Kamuoyu araştırmaları SPD’nin aşırı sağcı AfD’ye geçildiğini, partinin oy oranlarının yüzde 14’lere kadar gerilediğini gösteriyor. 

Düşen oylar, koalisyon içindeki çatlaklar, savaş eleştirileri, bütçe açığı, kriz varken sanki bunların hiçbiri yokmuşçasına kongrede yapılan “umutlu” konuşmalar, birbirlerine sıralanan “övgüler” dikkat çekti. Kimi yayın organları “Olağan kurultayda sosyal demokratlar biraz 'moral' buldu” dese de kimilerine göre, sosyal demokratlar “tehlikeli” bir yanılsama içerisinde. 

TEHLİKELİ YANILSAMA! 

“SPD şansölyesini kutluyor, şansölye partisini övüyor ve birlikte tehlikeli bir yanılsamaya kapılıyorlar…”  

Der Spiegel’dan Marina Kormbaki, “Sosyal Demokratlar kendilerine karşı dürüst değiller” başlıklı analizinde yukarıdaki ifadeleri kullanıyor. 

Üç gün süren SPD federal parti konferansına göre SPD'de her şey yolunda. Berlin'de kendisiyle barışık bir parti imajı çizildi. Şansölye Scholz, belki de yeni bir seçime gidilmesini gerektirecek “borç krizi” ve diğer sorunlara rağmen oldukça iyimser konuştu. Bir saate yakın konuşması salondaki 600 delege tarafından beş dakika ayakta alkışlanarak karşılandı. 

DIŞARIDA YANGIN VAR, BURADA HER ŞEY GÜLLÜK GÜLİSTANLIK  

Kormbaki, bunun kuşkulu ve aldatıcı bir durum olduğunu söylüyor. Çünkü partinin gerçek durumuyla keskin bir tezat oluşturuyor. Pek çok alanda işler yolunda gitmiyor.  

Sadece Spiegel yazarı değil partinin gençlik kanadı da benzer görüşte. Partinin gençlik örgütü Genç Sosyalistler'in (Jusos) Başkanı Philip Türmer’in “Dışarıda yangın var, siz burada güllük gülistanlık bir dünyadan söz ediyorsunuz” diyerek Scholz'a itiraz etmesi dikkate değer. Almanya gibi bir ülkede yoksulluğun arttığını, insanların gıda yardımı veren Tafel'lardan geçindiğini söyleyen Türmer, sosyal adaleti sağlayacak bir politika yürütmesini isterken önemli bir yere vurgu yapıyor. 

HİÇBİR ŞEY YOLUNDA GİTMİYOR  

Kormbaki’ye göre de SPD'de hiçbir şey yolunda gitmiyor. ARD Deutschlandtrend'in son anketine göre oy oranı yüzde 14 ve başbakanın itibarı da rekor düzeyde düşük. “Trafik lambası” koalisyonuna güvensizlik hâkim ve dağılması artık ihtimal dışı bir senaryo değil. Üstelik önlerinde büyük bir bütçe açığı da var. Dahası, Sosyal Demokratlar önümüzdeki yıl yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde büyük bir hezimetle karşı karşıya. Sosyal Demokrat Parti (SPD) son aylarda iyice derinleşen krizden çıkmanın yollarını arıyor. 

Alman sosyal demokratlar krizden çıkabilecek mi? Kongrede alınan kararlara ve yapılan tartışmalara bakılacak olunursa oldukça zor görünüyor. Üstelik kriz bugüne de özgü değil. Krizin kökeni Gerhard Schröder'in mimarı olduğu “Reform Agenda 2010”e kadar gider. 

Neoliberal ekonomik politikalar SPD’ye iktidar kaybettirdiği gibi, sermayenin sözcülüğüne de itti. Bu reform uzunca yıllar protesto edildi. Almanlar her pazartesi “Agenda 2010 eylemleri” düzenledi. Sosyal devleti budayan, ülkeyi neoliberal zihniyete teslim eden “reform” tarifsiz bir hasara neden oldu. 

İKİNCİ ENTERNASYONAL’İN İZİNDE 

Sağa sapan, kimliğinden uzaklaşan, ilkeli bir politika sürdüremeyen “sosyal demokratlar” geçmiş hatalarından dersler çıkarmadıkları gibi, yeni hatalara da imza atmayı sürdürüyorlar. 

Savaş politikaları/militarizm: Bunların en önemlisi savaş politikası. Alman sosyal demokratlar “atalarının” izinden giderek bir kez daha tarihi bir yanlışa ortak oldular. Birinci Paylaşım Savaşı’na destek sunan dönemin sosyal demokratları gibi, bugün de benzer şekilde bir başka savaşa destek verdiler. ABD’nin peşine takılarak Ukrayna savaşında cepheye koştular. Kongrede kabul edilen “Geçiş Sürecindeki Dünyaya Sosyal Demokrat Yanıtlar” başlıklı pozisyon belgesi ile savaş politikaları kutsandı. Scholz, kongrede de kimse kalmasa dahi Ukrayna’nın yanında yer alacaklarını ilan etti. 2021 seçim programında yer alan Avrupa'da barışın “Rusya'ya karşı değil, ancak Rusya ile birlikte” sağlanabileceği çizgisi terk edildi. Bu tespitin “bir hata” olduğu ileri sürülerek “U dönüşü” yapıldı, “Avrupa'nın güvenliği için Rusya'nın dizginlenmesi” çizgisine gelindi. 

Neoliberal politikalar: Özel, Scholz ile görüşmesinde, “Milyonlarca insanı en temel haklarından yoksun bırakan neoliberal anlayışın yerine sosyal demokrat bir ekonomik düzen inşa etmeliyiz” dese de bu inşayı gerçekleştirebilecek bir iradenin olmadığı ortada. SPD, neoliberal politikaların sürdürücüsü, sermayenin “sadık” bir dostu. Böyle olunca da bir diğer hayal kırıklığı da SPD'nin adil toplum ve adil gelir dağılımı politikasında başarısız kalması nedeniyle yaşanıyor. 

Hegemonya sevdası: Partinin yeniden silahlanma ve askeri güce odaklanması da alınan kararlardan birisiydi. Scholz, eş başkanlar ve diğerleri yaptıkları konuşmalarda bu çizgiyi teyit ettiler. Partinin Almanya'nın dünyada öncü bir rol oynamasını savunduğu ve askeri operasyonları barış politikasının bir aracı olarak kullandığı açıkça sunuldu. Scholz, Almanya'nın Rusya'ya karşı mücadelesinde Ukrayna'yı gerekirse yıllarca desteklemeye devam edeceğini belirtti. Hatta Almanya'nın “diğerleri zayıflarsa” daha da fazlasını yapmaya hazır olacağını vurguladı. 

Egemen dış politika: ABD'nin Rusya politikasına boyun eğildi, savaşa müdahil olundu. Washington'ın tüm silahsızlanma ve silah kontrolü anlaşmalarını iptal etmesi ve NATO'nun nükleer ilk vuruş doktrinine başvurması desteklendi. 

Kabul edilen belgede ayrıca “egemen bir Avrupa’nın” yeni döneme verilecek en önemli siyasi yanıt olduğu belirtildi. AB'nin savunma politikası ve silah endüstrisindeki “verimsiz ve etkisiz bölünmüşlüğün” üstesinden gelinmesi gerektiği kaydedildi. 

Göç yaklaşımı: Koalisyon, sınır dışı edilmeleri sıkılaştırmak ve yardımları kesmek istiyor. Partinin Geri Dönüş İyileştirme Yasası, sığınma politikasındaki sağa kaymanın işareti. İltica politikası konusunda parti içinden açık bir muhalefet var. Partinin sol kanadı ve gençlik örgütü, başvurusu reddedilen ilticacıların sınır dışı edilmesine itirazlarını sürdürüyor. 

SAĞ DEĞİL, SOL SAPMA 

Berlin’deki konferansta SPD, sosyal demokrat özünü arasa da pek de başarılı olduğu söylenemez. Kendisine yabancılaşan, sokakla bağı kopan, militarizmin bayraktarlığını yapan Alman sosyal demokratlarının mevcut akılla öze dönüş yapmaları zor görünüyor.  

Özel, tüm dünyanın bir “dönüm noktasında” olduğunu “21. yüzyılı barışın, sosyal adaletin, demokrasinin, eşitliğin yüzyılı yapmak biz sosyal demokratların görevi” dese de bu görevin mevcut “sosyal demokratlarca” gerçekleştirilmesi uzak bir ihtimal. Sadece Alman değil Avrupa ve dünyadaki sosyal demokrat partilerin yaşadığı savrulmalar göz önüne getirildiğinde bu “görevin” yerine getirilme şansı yok. Sosyal demokratların aslına rücu ederek, sola sapmalarından başka çıkar yolu da yok. 

                                                                       /././

Yabancı geliyor, borsadan kaçın (Ozan Gündoğdu)

Kimileri ‘Yabancı gelsin diye borsayı düşürdüler’ dese de aslında yabancı geldiği için borsa düştü. Yabancılar manipülasyonun döndüğü hisselere girmiyor. Tezgâhı kuranlar ziyafet çekti, hesabı da küçük yatırımcıya kesti.

Aralık ayının ilk haftasında Borsa’ya 562 milyon dolar yabancı sermaye geldi. Yabancılar, kasımın son haftasında da 376 milyon dolarlık hisse senedi alımı yaptı. Normal şartlar altında, 1 milyar dolara yakın yabancı sermaye girişi olan bir Borsa İstanbul’da endeksin sert şekilde artmasını bekleriz. Fakat yabancı geliyor ama borsa düşüyor. Bu durumu anlamak zor ama anladığımızda Borsa’daki tezgâh da açığa çıkıyor. Soru basit; yabancı gelince kimler gidiyor? 

Bundan sadece 4 yıl kadar önce, Berat Albayrak’ın ekonomi yönetiminde, düşük faiz ikliminde, TL kredileriyle döviz talep edilmeye başlanmış, artan döviz talebi, Merkez Bankası rezervlerinden karşılanmaya çalışılmıştı. Faizler düştükçe, Londra’da TL pozisyonu olan fonlar, TL cinsinden borçlanıyor, döviz alıyordu. Merkez Bankası da Londra’ya TL kredi veriyor, böylece kendi kurşununu kendisine sıkması için dağıtmış oluyordu. Bu tezgâh Londra simsarlarına kolay paranın adresi gibi görünüyordu. Ama her şey, Ağustos 2020’de değişecekti. 

4 Ağustos 2020’de TCMB, Londra swap kanalını kapadı. Bu sayede TL satmak ve böylece TL karşılığında döviz almak da imkânsız hale gelmişti. “Londra’ya TL vermeyelim, onlar da TL ile döviz alamasınlar” şeklinde özetlenebilecek bu fikir, döviz kurlarındaki baskıyı azalttı, bu haliyle amacına ulaştı ama TL’ye ihtiyacı olanlar ne yapacaktı? TL cinsinden borçlarının vadesi gelen fonlar, TL’ye erişemeyince, Borsa İstanbul’daki hisselerini satarak TL elde etmeye çalıştı. Ağustos 2020’den itibaren yabancıların Borsa’daki payı giderek azaldı. Yabancı yatırımcı Borsa’dan kaçmamıştı, deyim yerindeyse kovulmuşlardı. 

YABANCI GİDİNCE BORSA COŞTU 

Fakat ilginç olan da şuydu; yabancının Borsa İstanbul’dan çıkması, borsaya adeta can vermişti. Londra swap piyasasının kapatılıp Borsa’daki yabancının adeta kovulduğu Ağustos 2020’den itibaren, Borsa’ya can geldi. Halbuki tam tersi beklenirdi, yabancı çekildiğinde borsa çökerdi. Ama öyle olmadı. Dönemin ekonomi yönetiminin ilacı bireysel yatırımcılardı. Eğer kaçan birkaç yabancı fonun yerine milyonlarca bireysel yatırımcı gelirse açık kapabilirdi. Fakat sorun şuydu; 30 küsür yıldır Borsa’ya ilgi göstermeyen vatandaş ne olacaktı da Borsa’ya girecekti? Onun da cevabı halka arzlardaydı. SPK, halka arz şartlarını hafifletecek, borsaya açılmak istenen şirketlere kolaylık tanınacaktı. Böylece 2020’de 8 şirket halka arz edilirken, bu sayı 2021’de 52’ye, 2022’de 40’a, 2023’te 49’a yükseldi. Bu şekilde, 2020’de 2 milyon olmayan bireysel yatırımcı sayısı, 2023’te 8,5 milyona dayanacaktı. Aradaki nedenselliği anlamak zor olabilir ama “Halka arz edilen şirket sayısı artınca, bireysel yatırımcı sayısı nasıl artıyor” sorusunun cevabı, bugünü anlamamızı kolaylaştıracak. 

NE KADAR HALKA ARZ O KADAR RANT 

Bir örnek olarak E-Bebek’i ele alalım. Şirket, yüzde 24,84’ünü halka arz etmeye niyetlenmiş, bu payının 1,86 milyar TL’ye karşılık geldiğini hesaplatmış, SPK’ye onaylatmış. 1,86 milyar TL’lik E-Bebek hisseleri 40 milyon lota bölünmüş. Lot başına 46,5 TL düşüyor. 29 Ağustos-1 Eylül arasında talep toplanıyor ve 2 milyon kişi E-Bebek hissesi almak istiyor. Eşit dağıtım yöntemiyle, herkese 20 lot düşer. Lot fiyatı 46,5 TL ise,20 lot için 930 TL vermelisiniz. 30 lot alamazsınız, zira eşit dağıtım söz konusu. Bu aşamada, henüz hisse tezgâhta değil, alınıp satılamıyor. Bu hisselere verebileceğiniz para en fazla 930 TL. Bu parayı da gençler harçlık çıkarmak için yatırıyor. Borsa’daki 8,5 milyon yatırımcının 5 milyonu 10 bin TL’den daha az paraya sahip. 

930 TL vererek 20 lot E-Bebek hissesini 1 Eylül’de aldınız. Hissenizin BİST’teki ilk işlem tarihi olan 7 Eylül’ü bekliyorsunuz. İşlem başladığı anda zaten lot fiyatı 51,5 TL’den açılıyor. Daha açılışta lot başına 5 TL kârdasınız. 7 Eylül’de 51,5 TL olan lot fiyatı, 1 hafta sonra 14 Eylül’de 82,25 TL’ye kadar çıkıyor. Sizin 930 TL de, bu sayede 1645 TL’ye yükseliyor. Tabii doğru yerde satarsanız… 

İşte bu 800–900 TL’lik kazanç beklentisiyle milyonlar borsaya akın etti. Fakat bu akın, tezgâhın görünen yüzüydü. Halka arz edilen şirketlerin çoğu, toplamda 5-10 milyon dolarlık değerlemelere sahipti. Bu kadar küçük şirketlerin hisselerini toplamak, bu hisseler üzerinde manipülasyon yapmak da bir o kadar kolay olacaktı. Üstelik, bu manipülasyonlara engel olacak yabancı sermaye de yoktu. Kapılar tutulmuş, bireysel yatırımcılar çağırılmış, “yerli ve milli” bir ziyafet başlamıştı. 

YERLİ VE MİLLİ ZİYAFET 

2021’in başından, 2023’ün aralık ayına dek, 141 şirket halka arz edildi. Bu halka arzlarda, hisse tezgâha düştükten 1-2 gün içinde hisseleri toplayıp, tahtayı ele geçiren yatırım fonları Borsa’ya tümüyle hâkim hale gelmişti. Bu sayede, halka arzlarla bazı yatırım fonları fahiş kârlar elde etti. Yıllık getiri oranları yüzde 2000’in üzerine çıkan fonlar oluşmaya başlamıştı. (En yüksek getirili fonlar için aşağıdaki tabloya bakılabilir) 

Tezgâh çok basit işliyordu. Basitleştirerek adım adım gidelim. 

1- Hissenin başlangıç fiyatını mümkün olduğunca ucuz belirle. 

2- Hisseleri, 700–800 liralık kâr beklentisi olan garip gurebaya dağıt. 

3- Hissenin işleme başladığı gün bu garip gurebadan hisseleri topla. 

4- Tahtanın kontrolünü ele geçir. 

Böylece halka arz edilen bir şirketin hisselerinin yüzde 70-80’i, 4-5 gün içinde birkaç fonun eline geçiyor, bu fonlar arzu ettikleri fiyatlamayı yapabiliyordu. Küçük yatırımcılar da bu fonların peşine düşüyor, paralarını katlamaya uğraşıyordu. 

Misal, Dap Gayrimenkul Geliştirme A.Ş… 15-18 Şubat 2022 arasında talep toplanmış, lotlar 18,5 TL’ye dağıtılmış. 24 Şubat 2022’te hisse işlem görmeye başlamış. Yaklaşık 20 milyon dolara hisselerin tümünü alabiliyorsunuz. Dolayısıyla 2-3 yatırım fonu, tahtayı kontrol edebiliyor. İnişli çıkışlı 1 yılın ardından, mayıs ayında hisseyi şişirmeye başlıyorsunuz. 15 Mayıs 2023’te hisse fiyatı 19,1 TL. 6 ay sonra, 15 Kasım’da hisse fiyatı 86,8 TL. 6 ayda yüzde 384 kar. SPK dahil kimse ne oluyor diye sormuyor? Aylık yüzde 50’nin üzerinde getiri. Peki 15 Kasım’da 86,8 TL olan hisse fiyatı 15 Aralık’ta ne kadar? Cevap; 27 TL. 1 ay önce 100 bin TL tutarında DAPGM hissesi alan birinin bugünkü parası 33 bin TL. 

BORSA YABANCI GELİYOR DİYE DÜŞÜYOR 

Son 1 aydır, borsaya yabancı girişi yeniden başladı. 4 yıl önce yabancı giderken yükselen borsa, şimdi yabancı gelince düşüyor. Kimileri ‘Yabancı gelsin diye borsayı düşürdüler’ dese de aslında olan yabancı geldiği için borsanın düşmesidir. Zira yabancı sermaye, manipülasyonun bu kadar aleni döndüğü hisselere girmiyor. Tezgâhı kuranlar, ziyafeti çekti, hesabı da küçük yatırımcıya kesip masadan kalktı. Mayıs’tan Kasım’a kadar yüzde 200-300 değer kazanan hisseler, yabancı gelince, birkaç haftada yüzde 50’den fazla kaybetti. Enflasyonla kendi çapında mücadele etmek için borsaya giren milyonları artık zor günler bekliyor. 

                                                               /././

Cumhuriyet’in Mizahı (Vecdi Sayar)

“Gülmek devrimci bir eylemdir. Dik dur ve gülümse” demiş Che Guevara. İzmir Uluslararası Mizah Festivali’nin gündeminde mizahçı gözüyle insan hakları ve 100. yılda Cumhuriyet dönemi mizahı vardı.

Cumhuriyet’in Mizahı

Mizah içermeyen bir sanat dalı düşünebilir misiniz? Tiyatrodan sinemaya, edebiyattan görsel sanatlara tüm alanlar mizahın gücünden yararlanmıştır. Toplumumuzda mizahın kökenleri çok eskilere gider. Dede Korkut masallarından Nasreddin Hoca fıkralarına, Karagöz’den Ortaoyunu’na her dönemde mizah baş tacı edilmiştir. Yüzbinlere ulaşan tirajları ile mizah dergilerimiz, gişe rekoru kıran filmlerimiz okurun ve izleyicinin mizahçılara ve mizah ürünlerine verdiği değerin kanıtı değil de nedir?   Okurların, izleyicilerin gözdesi olan mizahçıları baş tacı etmeyenler de olmuştur elbet; tarihimizin farklı dönemlerinde mizahçıları baskılarla, yasaklarla, hapislerle sindirmek isteyen politikacılardan ve bürokratlardan söz ediyorum. İşte onlara karşı dik durabilen ve gülümseyen mizahçıları anmak boynumuzun borcu. Başlangıcından bu yana İzmir Uluslararası Mizah Festivalinde bunu yapmaya çalışıyoruz.  

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği festivalde ‘Aziz Nesin Mizah Ödülleri” vermemiz bu büyük ustaya saygımızın sonucu. Dünyanın dört bir yanında kazandığı ödüllerle ülkemizin gurur kaynağı, mizah yapmak isteyen tüm sanatçılara ilham kaynağı olan Aziz Nesin’in Rıfat Ilgaz, Mim Uykusuz, Sabahattin Ali gibi ustalarla giriştiği Markopaşa serüveni mizahın bir başkaldırı, bir direniş olduğunu gösteren en güzel örneklerden biridir. Ne yazık ki son yıllarda bu geleneğin izinden giden mizahçıların sayısı azaldı. Siyasetin baskılarına boyun eğen mizahçılar suya sabuna dokunmayan işlerle para kazanma derdine düştü.  

Ustalar ve gençler  

İstisnalar yok mu peki; elbette var. İşte bu festival onların festivali… 7 yıl içinde kimler gelip geçmedi ki İzmir Mizah Festivali’nden; Müjdat Gezen’den Ali Poyrazoğlu’na, Köksal Engür’den Mehmet Esen’e, Yüksel Aksu’dan Reis Çelik’e, Ahmet Gülhan’dan Müfit Can Saçıntı’ya, AST oyuncularından Metin Uca’ya, Umur Bugay’dan Aydın Engin’e nice mizahçı; Turhan Selçuk (Abdülcanbaz), Tonguç, Tan Oral,  sergileri… Bu yıl, Arnavut-İtalyan çizer Agim Sulaj, Niyazi Yoltaş ve 17 genç karikatürcü ‘İnsan Hakları’ temasını işleyen karikatürleriyle katıldılar festivale. Eflatun Nuri ustayı anmayı ihmal etmedik, tıpkı geçen yıllarda Aziz Nesin’i, Muzaffer İzgü’yü, Haldun Taner’i, Şair Eşref’i, Rıfat Ilgaz’ı, Ferhan Şensoy’u, Levent Kırca’yı, Turgay Yıldız’ı, Kemal Sunal’ı, Cemal Nadir’i, Oğuz Aral’ı, Charlie Chaplin’i, Ernst Lubitch’i, Peter Bacso’yu unutmadığımız gibi.           

Ülkemiz sanatının yanı sıra, dünyanın farklı köşelerinden mizah ürünlerine de yer veren İzmir Mizah Festivali’nde bu yıl ‘Oyun İşleri’ tiyatrosunun kurucusu Şükrü Veysel Alankaya’dan dünya edebiyatının ustalarından Gogol’ün “Palto”sunu izledik. Sesini ve bedenini kullanmaktaki yeteneği kadar uyarlama ve sahnelemedeki başarısı ile övgüyü hak eden genç tiyatrocuyu ayakta alkışladı sanatseverler. Gogol’ün, yoksulluk ve bürokrasi eleştirisi içeren, mizahi dokunuşlarla trajik bir öykü anlatan “Palto”su gibi acıları anlatırken mizaha başvuran bir başka yapıt da bu akşam izleyeceğimiz İtalyan kökenli Fransız yönetmen Alain Ughetto’nin, kendi ailesini, kendi köyünün öyküsünü anlattığı “Köpekler ve İtalyanlar Giremez” adlı animasyon filmi. Yoksulluk, savaş ve ayrımcılık temalarını işleyen, ‘İnsan Hakları’ temalı festivalimize çok yakışan bu filmi kaçırmamanızı öneririm.       

Mizah bir tür mü? 

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılını kutladığımız 7. Festivalin ana temalarından biri de ‘Cumhuriyet’in Mizahı’ idi. Festivalin panellerinin önemli bir bölümü bu tema çerçevesinde gerçekleşti. İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayınları iki kitap yayınlandı bu tema çerçevesinde. Dr. Efdal Sevinçli’nin ‘İzmirli Karikatürler 1908-1928’ Sergi kataloğu ve “Cumhuriyet’in Mizahı -1”. Değerli eleştirmen Ömer Türkeş Cumhuriyet edebiyatını, Dr. Yasin Kayış dönemin mizah dergilerini, mizah tarihçisi Turgut Çeviker Cumhuriyetin karikatürcülerini, Prof. Oğuz Makal sinemamızın mizah anlayışını ele alan makaleleri ile kitaba katkıda bulundular. 

Ömer Türkeş’in yazısında temas ettiği önemli bir nokta, mizahın ayrı bir edebi tür olmadığıydı. Kariyerlerinde mizah kitapları da olan önemli yazarlarımızdan örnekler veren Türkeş, edebiyat ile mizahın ayrı türler olarak ele alınmasının yanlışlığını anlatırken, “Mizah hikâyesi apayrı bir kökten türemiştir ve gelişmesi basının koşullarına bağlıdır” diyen Ferit Öngören’den farklı düşündüğünü ve “mizahı eğlendirici bir vakit geçirme işleviyle sınırlandırmadan ele almak niyetinde olduğunu” vurguluyor. Türkeş, ‘mizah yazarı’ olarak tanınan Yusuf Ziya Ortaç’ın romanlarında mizahın araçlarından yararlanmadığını, taşlama ve yergi yazılarıyla Osmanlı dönemi mizahına damgasını vurmuş Refik Halit Karay’ın ise edebi eserlerinde mizaha az ya da dolaylı olarak yer verdiğini, Memduh Şevket Esendal, Reşat Nuri Güntekin, Orhan Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Haldun Taner gibi ustaların eserlerinde ince bir mizahın, ironinin ve durum komedisinin varlığını anlatıyor.      

Dr. Yasin Kayış, Osmanlı’dan günümüze süreli mizah dergilerinin serüvenini ele aldığı yazısında, renkli bir mizah yayıncılığına sahip olan Cumhuriyet’in ilk yıllarının önemli mizah yayınları arasında Zümrüdüanka, Kelebek, Papağan, Yeni Kalem, Cem, Karagöz, Akbaba, Yeni Köroğlu, Karikatür’ün yer aldığını, siyasi karikatürlerin ön planda olduğunu vurguluyor. 1940’larda Şaka ve Amcabey dergileri katılıyor kervana. 

Çok partili yaşam ve sansür  

Tek partili dönemde siyasi iktidar çizgisi ile çatışmayan, hatta zaman zaman devlet desteği alan karikatür dergilerinde 1946 sonrası çok partili dönemde muhalif tavırların öne çıkması kaçınılmazdır. Markopaşa ile başlayan yasaklar günümüze dek sürer. Yasin Kayış, 1922-1977 yılları arasında yayını sürdüren Akbaba’nın uzun ömrünü, Yusuf Ziya Ortaç’ın iktidarlarla kurduğu ‘gayri ahlaki’ ilişkilere  bağlayarak, ‘Düşündüğünü söyleyen, ilkeli davranan basın mensuplarıyla yayınların karşılaştığı yaptırımlar ve ödenen bedeller ise sayısız örnekle Türkiye’nin basın tarihinde yer almıştır” der. 

Yazısız karikatürün öncüsü 50 kuşağının en önemli dergisi Dolmuş’taki siyasi karikatürlerin iktidar kanadında rahatsızlık yarattığını, dergiye karşı soruşturmalar ve davalar açıldığını, toplatma kararları verildiğini söyleyen yazar, 60’lı yılları “mizah yayıncılığının en kısır dönemi” olarak nitelendirerek, “Darbe sonrası özellikle basında ve muhalif camiada kısa süreliğine de olsa II. Meşrutiyet dönemindeki ‘Hürriyet’in İlanı’ havası hâkim olmuştur” dedikten sonra, genel seçimlerde seçmenin DP çizgisindeki partilere yönelmesinin mizahçıları bunalıma sürüklediğini, topluma yeni bir şey söylemekte zaafa uğrattığını söylüyor. Kayış’ın araştırması, 70’lere damgasını vuran ‘Gırgır Olayı’ndan ‘Gırgır Takımadalarına ve Leman’a, oradan 21. Yüzyılın ana akım ve ana akım dışı yayınlarına uzanıyor. 

Cumhuriyet döneminde karikatür sanatımızın serüvenini ana hatlarıyla ele alan Turgut Çeviker, “Karikatürcülerin Abdülhamid ve Menderes’ten sonra AKP döneminde de büyük zulüm gördüğünü” vurgulayarak, karikatüristleri sever gözüküp, kuyularını kazanların iktidarlardan, mizahtan - özel olarak karikatürden - hoşlanmayan AKP iktidarına uzanan süreçte karikatür dergilerinin ve mizahçıların karşılaştıkları güçlükleri anlatıyor. 

Kitabın son bölümünde Prof. Dr. Oğuz Makal’ın ‘Cumhuriyetle Gelen Güldürü Sineması’ yazısı yer alıyor. Sinemamızda Batı sinemasına yakınlaşma çabalarını, geleneksel güldürünün izinde gidenleri, tiplemelerin ortaya çıkışını, Sinemamızda Arzu Film etkisini, değişen sinema ortamını ve günümüzün ‘baharatlı şekerlemeleri’ni anlatan Makal, son dönemde ‘güldürürken eleştiren/sorgulayan’ komedi filmleri olmamasının nedeninin ‘çelişki ve hayal kırıklıklarıyla yüklü’ toplumsal sistemde aranması gerektiğini vurguluyor. Sahne sanatlarında, müzikte ve görsel sanatlarda mizahı irdeleyecek ikinci cildi 8. Mizah Festivali kapsamında yayınlanacak olan ‘Cumhuriyet’in Mizahı -1’ kitabını ‘İZBB Yayınları’ndan edinebilirsiniz.

(BİRGÜN)

Ücretliler için vergi dilimi özünde yüzde 27’den başlayacak - Murat Batı / T24

 

Ücretler önce vergi dilimine sokulmakta ardından asgari ücret de kümülatif olarak aynı dilime sokulmakta ve ücret istisnası hesaplanmaktadır.

Ücret geliri elde eden kişiler bu gelirleri üzerinden gelir vergisi öderler. Ancak ücretliler gelir vergisini genel olarak tek bir oran üzerinden ödemezler. Artan oranlı da denilen dilim usulü bir tarife üzerinden hesaplar ve öderler.

Bu tarife, Gelir Vergisi Kanunu (GVK) m.103’te düzenlenmiştir. Normal koşullarda bu tarife aşağıda da göreceğiniz üzere yüzde 15’lik orandan başlar ve yüzde 40 dahil bir oranda sona erer.

Yukarıda da görüldüğü üzere şayet üzerinden vergi hesaplanacak tutar -ki buna matrah denir- 70 bin TL dahil tutara kadar ise yüzde 15; 70 bin 1 TL ile 150 bin TL arasında ise yüzde ilk 70 bin TL’ye yüzde 15, 70 bin TL’yi aşan kısmına ise yüzde 20 uygulanır ve bu şekilde devam eder. Böylece matrah yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere hangi aralığa isabet ediyorsa o aralığa kadarki tüm oranlar uygulanır.

Örneğin matrah 180 bin TL ise

70.000 TL * yüzde 15 = 10.500 TL

80.000 (150.000-70.000) * yüzde 20 = 16.000 TL

30.000 TL (180.000-150.000) * yüzde 27 = 5.100 TL

Buna göre hesaplanan gelir vergisi (10.500+16.000+5.100) 31.600 TL olacaktır.

2024 yılında bu tarife kuvvetle muhtemel şöyle olacak

Yukarıda yer alan bu tarife/dilimler açıklanan yeniden değerleme oranı kadar artırılacak. Bu yıl için yeniden değerleme oranı yüzde 58,46 olarak açıklandı. Bugün/yarın bir gelir vergisi genel tebliği yayımlanacak ve son şekli ilan edilecektir. Ancak Cumhurbaşkanı bu son şeklinden önce -ki yüzde 50 oranında artırma yetkisi var- bir Cumhurbaşkanı kararı yayımlar ve bunun daha farklı şekilde uygulanacağını da sağlayabilir ama buna pek ihtimal vermiyorum.

Biz, basamakları yeniden değerleme oranı kadar artıralım (yüzde 5’i aşmayan kesirler dikkate alınmayıp silinecek (GVK mük. m.123)) ve 2024 yılında ücretliler için uygulanacak tarifeyi şimdiden açıklayalım.

“Minik” bir sorun var

1 Ocak 2022’den itibaren net asgari ücrete kadar olan ücretler gelir vergisinden, brüt asgari ücrete kadar olanlar ise damga vergisinden istisna edildi. Yani asgari ücretten ne gelir ne de damga vergisi alınmaktadır. Asgari ücretten fazla ücret alanlar ise asgari ücrete kadar olan ücretleri için ne gelir ne de damga vergisi ödemektedirler. Asgari ücreti aşan kısmı için ise hem gelir hem de damga vergisi ödemektedirler.

Ancak bu sistem şöyle işliyor; GVK m.23/18 uyarınca asgari ücretten fazla olan ücretler önce yukarıdaki vergi tarifesine (GVK m.103) tabi tutulup (istisna uygulanmadan) gelir vergisi hesaplanmakta ardından net asgari ücret de ayrıca vergi dilimine tabi tutularak istisna edilecek tutar hesaplanmaktadır. Ardından hesaplanan gelir vergisinden istisna edilecek bu tutar düşülmekte kalan tutar gelir vergisi olarak vergi idaresine yatırılmaktadır.

Diğer bir ifadeyle GVK m.23/18’de yer alan asgari ücrete kadar olan ücret istisnasına asgari ücret de toplanarak yani kümülatif olarak vergi dilimine girmekte ve dolayısıyla da istisna edilen vergi tutarı da azalmaktadır.

Buna göre asgari ücret tutarı ne kadar yükselirse hazinenin bundan kaynaklı mahrum kalacağı gelir ve damga vergisi de o kadar fazla olacaktır. Hatta geçen gün Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz TRT Haber’de bu istisnadan dolayı 2024 yılında 590 milyar TL vergiden vazgeçtiklerini söyledi.

Tarifenin ilk iki dilimi anlamsız (mı?)

Görüldüğü üzere ücretler önce vergi dilimine sokulmakta ardından asgari ücret de kümülatif olarak aynı dilime sokulmakta ve ücret istisnası hesaplanmaktadır.

Buna göre net asgari ücretin yıllık tutarı üzerinden gelir vergisi alınmamaktadır.

Şöyle ki 2024 yılı için net asgari ücretin 17.013 TL olduğunu varsayarsak bu tutarın 12 aylık yani 204 bin TL’si üzerinden (GVK m.23/18 uyarınca istisna nedeniyle mahsup edileceğinden) gelir vergisi alınmayacaktır. Net asgari ücret varsayalım 18.000 TL olursa bu kez bu tutarın 12 aylık yani 216 bin TL’si üzerinden gelir vergisi alınmayacaktır. 2024 yılında belirlenecek asgari ücretin önemi bu anlamda oldukça büyüktür.

Yukarıda 2024 yılında uygulanacak vergi tarifesinde de görüldüğü üzere yüzde 27’lik dilime 230 bin TL alt sınırla girilmekte ve bu tutarın tamamına yakını istisnaya tabi olduğundan yaklaşık (matrahı) 19 bin TL ve üstünde maaş olanlar -özünde- hemen hemen vergi diliminin ilk iki basamağına hiç uğramadan doğrudan yüzde 27 ile gelir vergisine tabi tutulacaklar. Uygulamada elbette yüzde 15 ile başlanıyor ama aynı oran ve basamak istisna edilecek tutara da uygulandığından gerçekte Hazineye olumlu etkisi pek yoktur.

Bu istisnanın uygulanma şekli dekot değimiz bir yöntemle yapılmakta ve böylece tarifenin ilk iki diliminin işlevi genel olarak yok edilmektedir. Özellikle sendikalar ve bazı siyasiler dilim güncellemesi talep ederken bu mevzuyu ısrarla gözden kaçırmaktadırlar.

Konunun daha doğru izah edilmesi anlamında bu arkadaşlara önerim şudur; bu istisnanın şu an uygulanma şekli olan dekot sisteminden, matrahtan indirim sistemine geçilmesi önerilmelidir. Yani çalışanın aldığı maaş önce vergi dilimine tabi tutulmakta ardından istisna uygulanmaktadır. Bu durum çalışanın hem daha erken vergi dilimine girmesine hem de daha yüksek vergi oranıyla karşı karşıya kalmasına neden olmaktadır. Bu yüzden ücreti vergi dilimine tabi tutmadan önce istisnanın uygulanması önerilmelidir.

Diğeri ise gelir vergisinin ilk diliminin net asgari ücretin yıllık tutarının üzerinde belirlenmesi önerilmelidir.

Murat Batı / T24

17 Aralık 2023 Pazar

Adaleti enkazda bırakıp AKP’li belediyeyi kurtardılar! - Bahadır Özgür / duvaR

 

Depremden önce, “Bu bina imar projesine aykırı. 51 suç kaydı olan müteahhide, aynı belediye yetkilileri sürekli kanuna aykırı ruhsatlar verdi” diye dava açılan Kule Apartmanı, depremde yıkıldı. 85 kişi öldü. Şimdi bu usulsüzlüğe imza atan AKP’li belediyenin yetkilileri ağır cezadan kurtarılırken, adalet yine enkazda kaldı.

Depremde yakınlarını yitirenlerin adalet arayışı da enkaz altında kalıyor. İşte bu davalardan birisi de Antakya’daki Kule Apartmanı dosyası. Ama bu dosyanın önemli bir özelliği daha var. Henüz deprem olmadan, “Müteahhidin 51 imar suçu var. Yaptığı binalar sakat. Belediye yetkilileri aynı müteahhide sürekli usulsüz ruhsatlar veriyor” denilerek dava açıldı. O bina, 6 Şubat depreminde 85 kişinin mezarı oldu. Depremden önce yargılanması gereken AKP’li belediyenin yetkilileri ise bugün de ağır cezadan kurtarılıyor.

Başından sonuna davanın hikayesini adım adım takip edelim şimdi. Bakın, yozlaşmış müteahhit-bürokrasi-siyaset çarkı depremi nasıl felakete çevirmiş.

51 İMAR SUÇU OLAN MÜTEAHHİT

Antakya’da Kule Apartmanı, yeni yapılmış lüks konutlardan birisiydi. Binanın müteahhidi Ömer Cihan, Cihan İnşaat’ı 2011 yılında kurmuştu. Buradan daire almış yakınları bulunan avukat Ebru Ulaş, binada ciddi usulsüzlükler olduğundan şüphelendi. Ve İmar Kanunu’na aykırılıktan AKP’li Antakya Belediyesi’ne şikayetçi oldu. Sonrası, bile isteye bir felaketin taşlarının döşenmesi…

Şikayet üzerine zabıta binada inceleme yapıyor. Avukatın söylediği gibi başından itibaren mimari projeye aykırı çıkıyor. Derhal yıkım kararı alınıyor. Ancak belediyenin açtığı yıkım ihalesine ne hikmetse kimseler girmiyor. Belediye de “yıkım gerçekleştirilemedi” diyerek, meseleyi kapatıyor.

Müteahhit Ömer Cihan’ın tam 51 imar suçu kaydı var.

Avukat Ulaş mahkemeye gidiyor. Müteahhit hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunuyor. 6 Ekim 2022’de görülen davada bina içinde değişiklikler yapıldığına hükmediliyor. Müteahhit Cihan, ‘imar kirliliği’nden 1 yıl hapse mahkum oluyor. Ardından ceza iniyor iniyor, sadece 12 bin TL para cezasına dönüşüyor. Avukat karara itiraz ediyor. Çünkü mahkemeye sunulan bilirkişi raporu, binaya sonradan eklemeler yapılmadığını, açıkça inşaatın başından itibaren yasalara aykırı olduğunu kanıtlıyor.

Dolayısıyla işin ucu belediyeye uzanıyor. Avukatlar mahkemenin bilirkişi raporuna rağmen cezayı hafifletip 'imar kirliliği'ne indirdiğini söylüyorlar. Sanık hakkında benzer suçlamalarla tamı tamına 51 dava açıldığını, cezalar aldığını, bunların çoğunda izin belgelerini veren görevlilerin hep aynı kişiler olduğunu belirterek, mahkeme heyetini Hakimler Savcılar Kurulu’na şikayet ediyorlar.

Nitekim müteahhidin yaptığı, yargıya taşınan ve depremde de ağır hasar alan Ferah Apartmanı için düzenlenen bilirkişi raporunda da benzer imar suçlarının işlendiği tespit ediliyor. Belediyenin usulsüzlüklere rağmen verdiği izinlerin altındaki imzalar da aynı zaten. Suçlanan kişiler Antakya Belediye Başkan Yardımcısı Nuriye Elçin Eryetli, İmar ve Şehircilik Müdür Vekili Muhammet Cevdet Havayıoğlu, İnşaat Mühendisi Nigar Nilay Havayıoğlu, Fen İşleri Müdürü Mehmet Bök ve Makine Mühendisi Mustafa İnan. Ne var ki, şikayetlere rağmen yine adım atılmıyor ve 6 Şubat depreminde Kule Apartmanı yerle bir oluyor.

SAVCI: BU SUÇ AĞIR CEZALIK

Depremin ardından 51 imar suçu işlemiş müteahhit Ömer Cihan, Manavgat’ta bir otelde kalırken yakalanıp tutuklanıyor. Ebru Ulaş, depremzede Sultan Uçar adına belediye görevlilerinin yargılanması için ihbarda bulunuyor. Hatay Cumhuriyet Başsavcılığı Memur Suçları Soruşturma Bürosu’nda incelenen ihbar ve deliller sonucunda Cumhuriyet Savcısı Muharrem Atakan Kalyon, 7 Aralık 2023 tarihli şu kararı veriyor:

“Tüm dosya kapsamı mevcut delillerle değerlendirildiğinde, her ne kadar şüpheliler üzerlerine atılı suçlamaları kabul etmeseler de, ihbarcının iddiası ve iddiayı destekler bilirkişi raporu nedeniyle şüphelilerin atılı eylemi gerçekleştirdikleri değerlendirilmiştir… Şüpheliler, 22.01.2019 tarih ve 29 sayılı yapı kullanma belgesini gerçeğe aykırı düzenleyip yapı sahibinin haksız menfaat sağlamasına neden olarak Kamu Görevlisinin Resmi Belgede Sahteciliği suçunu işlemişlerdir. Yukarıda izah edilen nedenlerle şüphelilerin yargılamalarının yapılarak yukarıda yazılı sevk maddeleri gereğince ayrı ayrı cezalandırılmalarına, işlemiş oldukları kasıtlı suçlar nedeniyle hapis cezasına mahkumiyetleri halinde Türk Ceza Kanunu'nun 53. maddesinde belirtilen hakları kullanmaktan yoksun bırakılmalarına, karar verilmesi kamu adına iddia ve talep olunur.”

AĞIR CEZA: BİLMEDEN YAPMIŞLAR!

Belediye yetkililerinin yargılanacağı Hatay 7. Asliye Ceza Mahkemesi ise işlenen suçun ‘resmi evrakta sahtecilik’ olduğunu belirterek, yargılamanın ağır cezada olması gerektiğine karar vererek dosyayı Hatay 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne havale ediyor. Kule Apartmanı dolayısıyla suçlanan belediye görevlilerinin benzer suçtan yargılandığı bir başka dosya da bu mahkemeye direkt gönderiliyor. Peki sonrasında ne oluyor?

Hatay 4. Ağır Ceza Mahkemesi, belediye yetkililerine atfedilen ‘resmi evrakta sahtecilik’ suçunu kabul etmiyor. Suçun bilmeden işlendiğini, ortada sadece ‘görevi ihmal’ vakasının olduğunu, haliyle ağır ceza gerektirmediğini ifade ederek dosyası belediye yetkilileri hakkındaki iki dosyayı da asliye mahkemesine gönderiyor.

‘İBRETLİK BİR KARAR’

Davanın avukatı Ebru Ulaş, “ibretlik bir vaka” yorumunu yapıyor karar için.  Deprem olmadan başlattıkları adalet mücadelesinde bina yıkılmadan bütün delilleri ortaya koyduklarını, savcının da bunları kabul ettiğini belirterek suçun ‘görevi ihmal’ düzeyine indirilmesi konusunda şunları söylüyor:

“Aynı memurlar müteahhit Ömer Cihan’ın 2017-2019 arasında yaptığı üç bina için de usulsüz ruhsatlar düzenliyor. Bu sayede her apartmanda 400-500 metrekare fazladan inşaat elde ediyor. Üç defa işlenen aynı suçtan elde edilen imar rantının parasal değeri 20 milyon lirayı buluyor. Ağır ceza mahkemesinin kararı gerçekten tarihe geçecek bir karar.”

Bahadır Özgür / duvaR