19 Aralık 2023 Salı

Sit alanında 2 bin 508 yataklı kasaba gibi otel + Demre-Kaş otoyolu için 66 bin ağaç kesilecek!+ AFAD’dan Finike’de 5 yıldızlı otel görünümlü eğitim tesisi (Yusuf Yavuz-soL)

 

Sit alanında 2 bin 508 yataklı kasaba gibi otel

Antalya’nın yağmadan korunabilmiş son cennetlerinden Gazipaşa’da muz bahçelerini söküp, arı kovanlarını kaldırarak yerine binlerce ton beton dökecekler…

AKP’nin logosundaki ampulün fikir babası olduğunu öne süren Green Park Otellerinin sahibi Adil Üstündağ’ın, Antalya Gazipaşa’daki korunan alan niteliğindeki Selinus sahilinde inşa etmek istediği 2 bin 508 yataklı otel projesi için yürütülen ÇED sürecinde 8 Ocak’ta İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantısı yapılacak.

Caretta caretta yuvalama kumsalı olan korunan alan vasfındaki sahilde 51 bin metrekarelik alan üzerinde yapılması planlanan kasaba büyüklüğündeki otel projesinin güncellenen ÇED raporunda, proje alanındaki muz ağaçlarının söküleceği, arı kovanlarının ise kaldırılacağı belirtiliyor. İmar planlarında otel ve günübirlik tesis alanı olarak ayrılan 3. derece doğal sit alanı statüsündeki sahil, Şubat 2022’de Cumhurbaşkanı Kararı ile ‘Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı’ olarak tescil edilmişti. Korunan alan vasıflı kıyıda 2508 yatak kapasiteli 5 yıldızlı otel inşa edilecek olması, koruma-kullanma dengesinin ‘kullanımdan’ yana bozulmasına yol açacağına işaret ediyor.

Antalya’nın Gazipaşa ilçesinde bulunan Selinus Sahilinde inşa edilmek istenen 2 bin 508 yataklı 5 yıldızlı otel projesi için yürütülen ÇED sürecinde İDK (İnceleme Değerlendirme Komisyonu) toplantısı aşamasına gelindi. Antalya’nın doğu sahillerinde betonlaşmadan büyük ölçüde korunabilmiş nadir alanlardan biri olan Selinus Kızılin bölgesi, barındırdığı kıyı ve denizel biyoçeşitlilik nedeniyle koruma altına alınmıştı.

Üstündağ yıllardır arazi topluyordu

Yıllardır sahil bölgesinde üreticilerden parça parça arazi topladığı bilinen İş İnsanı ve otel zinciri sahibi Adil Üstündağ’ın Selinus sahilinde hayata geçirmek istediği otel projesi için başlatılan ÇED sürecinde geçtiğimiz 8 Şubat’ta Gazipaşa ilçesinde halkın katılımı toplantısı yapılmıştı. 6 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş merkezli yıkıcı depremin hemen ardından otel projesi için ÇED toplantısı yapılması ilçe halkının tepkisini çekmişti.

Bakanlık 8 Ocak'ta İDK toplantısı yapılacağını duyurdu

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Adil Üstündağ’a ait Yeşilyurt İnşaat ve Turizm San. Tic. A.Ş. tarafından yapılması planlanan 5 yıldızlı otel projesi için 8 Ocak 2024 tarihinde İDK toplantısı yapılacağını duyurdu.

Otel için seçilen arazi korunan alan vasfında

Çevre Düzeni Planında ‘Turizm Alanı’ olarak ayrılan 3. Derece doğal sit alanı statüsündeki Selinus sahilinin ortasında yer alan parselin bulunduğu araziler, imar planlarında ise otel ve günübirlik tesis alanı olarak ayrıldı.  Şubat 2022’de Cumhurbaşkanı Kararı ile ‘Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı’ olarak tescil edilen sahilde 2508 yatak kapasiteli 5 yıldızlı otel inşa edilecek olması, koruma-kullanma dengesinin ‘kullanımdan’ yana bozulmasına yol açacağına işaret ediyor.

Mahalle nüfusu kadar yeni kullanım baskısı

İlçede son yıllarda tartışılan bir konu olan 5 yıldızlı otel projesinin 4 katlı olarak inşa edileceği, 841 oda ve 2508 yatak kapasitesine sahip olacağı belirtiliyor. Otel yapılmak istenen sahilin bağlı olduğu Cumhuriyet Mahallesi’nin nüfusunun 2933 olması dikkat çekerken korunan alan statüsündeki Selinus sahilinde kasaba büyüklüğünde bir kulanım baskısı oraya çıkacağından endişe ediliyor.

7 restoran, 13 mağaza, düğün salonu ve SPA merkezi

Toplam 51.260,08 m2’lik alana yayılacak olan otel için hazırlanan proje dosyasında, 7 restoran, 2 pastane, 13 adet mağaza 1 ibadethane ile SPA merkezi, düğün salonu, konferans ve gösteri salonu, çocuk oyun parkı, açık ve kapalı yüzme havuzları gibi ünitelerin inşa edilmesi planlanan otel projesi kapsamında ayrıca spor salonları, eğlence merkezi, diskotek ve kapalı otopark yapılacağı belirtiliyor.

'Muz ağaçları sökülecek, arı kovanları kaldırılacak'

Proje dosyasında, otel inşa edilmesi planlanan arazide bulunan muz serası ve muz ağaçlarının söküleceği, arı kovanlarının ise kaldırılacağı belirtilerek şu ifadelere yer veriliyor:

“Faaliyetin planlandığı tapu alanı içerisinde muz serası ve muz ağaçları bulunmakta olup faaliyete başlanılmadan önce sezonluk olarak dikimi yapılan muz serası ve muz ağaçlarının sökümü yapılacaktır. Arı kovanları geçici olarak konulmuş olup, kaldırılacaktır.”

İnşaat 3 yıl sürecek, 85 bin metreküp hafriyat çıkacak

Yaklaşık 3 yılda tamamlanması öngörülen otel inşaatı sırasında 85 bin 365 metreküp hafriyat malzemesi çıkacağı, söz konusu malzemenin Gazipaşa Belediyesi’nin göstereceği izinli hafriyat döküm alanına taşınacağı kaydedildi.

Otel inşaatın için caretta raporu hazırlandı

Caretta caretta türü deniz kaplumbağalarının yuvalama alanı ve koruma bölgesi olan Selinus sahilinde yapılmak istenen otel projesi için ÇED raporuna konulmak üzere bir rapor da hazırlandı. Yard. Doç. Dr. Burak Ali Çiçek tarafından hazırlanan ‘The Green Park Gazipaşa Otel Projesi Kapsamında, Projenin Deniz Kaplumbağaları Yaşam Döngüsü Üzerindeki Etkilerinin Belirlenmesi Raporu’ başlığını taşıyan raporda, “Otel ile sahil arasında Gazipaşa halkının kullandığı yol bulunmakta olup otelde konaklayan misafirler bu yolu kullanarak sahile gelecektir. Sahilde tesise ait şezlonglar uygun şekilde yerleştirilecek olup mümkün oldukça akşam çalışanlar tarafından toplatılacaktır. Bunun haricindeki tüm faaliyetler yatırımcı otel alanı içerisinde gerçekleşecektir” ifadelerine yer veriliyor.

'İnsan baskısına rağmen yuva sayılarında artış oldu'

Selinus kumsalının deniz kaplumbağaları için oldukça önemli olan kumsal eğimi ile doğal yapısının tarımsal faaliyetler, konaklamalı/günübirlik turistik faaliyetler ve altyapı çalışmaları ile ortadan kalktığı; ayrıca hali hazırdaki turizm faaliyetlerinin artarak devam ettiği tespitine yer verilen raporda, “İlginç olan bir durum ise, yıllar içinde artan olumsuzluklara ve insan baskısına rağmen Gazipaşa kumsalları yuva sayılarında görece olarak artış olmasıdır. Bu durum büyük olasılıkla geçmişte bölgede yapılan çalışmaların etkin olarak sürdürülememesi ile ilişkilidir” denildi.   

'Ses ve ışık kirliliğine dikkat edilmeli, gece çalışılmamalı'

Söz konusu otel projesinin kara tarafından olacağı için kumsal üzerinde olumsuz etkisinin olmayacağının tahmin edildiği görüşü savunulan raporda, “Ancak projenin kısmen inşaat döneminde ve özellikle işletme döneminde ‘ışık kirliliği’, ‘ses kirliliği’, ‘katı atık kirliliği’ ve artan insan varlığı ve aktiviteleri ile kumsal ile denizel ortamda yaratacağı fiziksel olumsuzlukları gidermek için dikkat edilmesi gerekmektedir. İnşaat döneminde, 1 Mayıs – 15 Ekim tarihleri arasında güçlü ışık kaynağına sahip ve gürültü çıkaran araç ve gereç ile gece çalışması yapılmamalıdır. İşletme döneminde, her sezon başında (1 Nisan’a kadar), uzman bir biyolog ile sözleşme yapılarak izleme çalışmaları yapılmalıdır” görüşüne yer verildi.

'Akşam müşterilerin kumsala girmesi engellenmeli'

Plaj temizlemede ağır mekanize temizleme araçlarının kullanılmaması gerektiği belirtilen raporda, Caretta carettaların etkilenmemesi için 5 yıldızlı otelin işletme aşamasında alınması gereken önlemler ise şöyle sıralanıyor:

“Akşam saat sekizden sonra kumsala müşterilerin girmesinin engellenmesi; Kumsala iskele, dalgakıran, geçici iskele vs. yapılmaması; Denizel alanda yüksek hızlı tekneler ile jet ski gibi süratli su taşıtlarının kullanımının sağlanmaması ve önüne geçilmesi. Bütün uygulamalarda, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın Deniz Kaplumbağalarını İzleme ve Değerlendirme Komisyonunun belirlediği genel kurallara uyulması önem taşımaktadır.”

Üstündağ 'Ampülü ben tamamladım' sözleriyle gündeme gelmişti

Gazipaşa’daki otel projesi için son yıllarda yerel halktan arazi topladığı bilinen İş insanı Adil Üstündağ, Selinus sahilinde otel inşa edebilmek için kamu kurumları ve ilçe belediyesi nezdindeki çabalarını da sürdürüyordu. Üstündağ, Ağustos 2003’te yaptığı bir açıklamada, “Ben Türkiye’nin ilk yerli oto ampul üreticisiyim. Şirketimin adı Akışık. Ak Parti’nin kuruluşu Merter Green Park Oteli’nde gerçekleşti. Ampul ve AK fikri de buradan çıktı. Hatta ampulün görünümünü de gerçeğe uygun olarak ben tamamladım” sözleriyle gündeme gelmişti.

                                                               /././

Demre-Kaş otoyolu için 66 bin ağaç kesilecek! 

Antalya’nın Demre ve Kaş ilçeleri arasında yapılmak istenen yeni yol projesinin güzergâhı üzerinde bulunan orman arazilerinde toplam 66 bin 73 adet meşe, çam ve sandal ağacın kesileceği ortaya çıktı.

Antalya'nın Demre ve Kaş ilçeleri sınırları içerisinde toplam 74 kilometrelik yol projesi için hazırlanan proje tanıtım dosyasında, güzergâh boyunca 26,75 hektarlık orman arazisinden geçileceği belirtildi. Her bir hektarda 2470 adet ağaç bulunduğu belirtilen raporda, kesilecek toplam ağaç sayısının 66 bin 73 adet olduğu bilgisine yer veriliyor.

Myra, Sura ve Hoyran antik kentlerinin yanı sıra çok sayıda doğal ve arkeolojik sit alanından geçen 2,1 milyar TL’lik yol projesinin neden olacağı ağaç katliamı ürkütücü boyutta. Yol için 3 bin 210 dekarlık orman arazisinde vasıf değişikliğine gidilerek karayollarına tahsisi yapılacak. Kaş-Kalkan arasındaki otoyol projesine karşı açılan davaların avukatı Av. Tuncay Koç, yol projesinin ihtiyaçtan çok Müteahhitlere servet aktarma projesi olduğu görüşünü savundu.

Antalya’nın batı ilçelerinde yapılması planlanan yeni bölünmüş yol projesiyle ilgili yürütülen ÇED sürecinde 4 Ocak 2024 tarihinde İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantısı yapılacak. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı bünyesinde yapılacak toplantının ardından ÇED sürecinde nihai karar aşamasına gelinecek.

Finike'nin portakal bahçeleri şimdilik kurtuldu

Karayolları 13. Bölge Müdürlüğü tarafından yapılması planlanan “Finike­-Demre-Kaş-Kalkan Devlet Yolu Projesi” için daha önce 2019 yılında başlatılan ÇED süreci, yöre halkının tepkilerinin ardından Haziran 2020’de sonlandırılmıştı. Otoyol projesinin başlangıç kesimi olan Finike’deki portakal bahçelerinin yok edilecek olmasına tepki gösteren ilçe halkı 25 bin civarında imza toplayarak ilgili kurumlara iletti. Bunun üzerine projeden Finike kesimi geçici olarak çıkarıldı.

Mahkemenin iptal ettiği Kaş-Kalkan yolu yeni projeye eklendi

Finike kısmı çıkarılan yol projesine, Kaş-Kalkan arasında yapılmak istenen ancak korunan alanları tahrip edeceği için açılan dava sonucu iptal edilen 28 kilometrelik kesim eklendi. Böylece Demre’nin Beymelek Mahallesinden başlayıp, Kaş’a bağlı Kalkan Mahallesi’nde sona erecek olan 74 kilometrelik yeni proje için Mayıs 2021’de yeni bir ÇED süreci başlatıldı.

ÇED toplantılarında iki ilçe halkı da karşı görüş bildirdi

Demre ve Kaş ilçelerinde 1 Temmuz 2021 tarihinde yapılan halkın katılımı toplantılarında her iki ilçede de yerel halk büyük bir yıkıma neden olması beklenen yol projesine karşı görüş bildirdi. Demre Belediyesi’nin de yazılı olarak proje güzergâhının yanlış olduğunu belirterek mevcut yolun sorunlu bölümlerinin iyileştirilmesinden yana görüş bildirmesi dikkati çekti.

Yeni proje için 4 Ocak 2024'te komisyon toplantısı var

Ancak bölgeden gelen tepkilere karşın yeni yol ısrarından geri adım atılmadı. Projeyle ilgili ÇED sürecinde 4 Ocak 2024 tarihinde İnceleme Değerlendirme Komisyonu toplantısı yapılacağı belirtilirken, güncellenen yol güzergâhı boyunca çok sayıda antik kent, tarım arazisi ve orman alanı zarar görecek.

Sürüş keyfini yükseltmek için 66 bin ağaç kesilecek

Yolla ilgili Proje Tanıtım Dosyasında (ÇED raporu) yer verilen bilgilere göre Demre ve Kaş ilçeleri sınırlarında toplam 66 bin 73 adet ağacın kesileceği belirtiliyor. Her bir hektarda 2 bin 470 adet ağaç bulunduğu belirtilen raporda, 26,75 hektarlık (267 bin 500 m2) yol güzergâhı boyunca kesilecek toplam ağaç sayısının 66 bin 73 adet olduğu bilgisine yer veriliyor.

Kesim yapılacak bölgenin 16 hektarlık kısmı kızılçam ormanı

Proje güzergâhının 50 m tampon içerisindeki orman alanının 321,15 hektarlık kısmında vasıf değişikliğine gidilerek karayoluna tahsisi yapılacağı belirtilen raporda, söz konusu alanın 7,77 hektarlık kısmı geniş yapraklı orman alanlarından, 16,50 hektarlık kısmı iğne yapraklı orman alanlarından, 2,48 hektarlık kısmı ise karışık orman alanlarından oluşuyor. Otoyol güzergâhı boyunca etkilenecek orman alanlarının toplam 26,75 hektar olduğu kaydedilen raporda, her bir hektarda 2470 adet ağaç bulunduğu belirtilerek “Yaklaşık olarak güzergâhta bulunan orman alanlarında kesilecek ağaç sayısı 66.073 adettir. Söz konusu karayolu projesi kapsamında ormanlık alanlarla ilgili olarak faaliyete başlanılmadan önce gerekli izinler alınacak olup, proje için güzergâh öncesi 1/1000 ölçekli ‘Ağaç Rölöve Planı’ hazırlanacaktır” ifadelerine yer verildi.

Maki türleri kesilecek ağaçlar listesinde yok

Kaş ve Finike Orman İşletme Müdürlükleri tarafından ÇED inceleme ve değerlendirme formları hazırlandığı kaydedilen raporda, otoyol projesinin etkileyeceği orman arazilerindeki ağaç türlerinin kızılçam, meşe, pırnal meşesi ve sandal olarak belirlendiği bilgisine yer verildi. Proje güzergâhında bulunan ve genel olarak maki olarak tanımlanan çok sayıda ağaç ve ağaççık türünün de kesilecek olmasına ÇED raporunda değinilmemesi dikkat çekiyor.

Kaş-Kalkan bölümü için iki ayrı davada iptal kararı çıkmıştı

Yeni ÇED raporunda Finike-Demre-Kaş bölünmüş yol projesiyle birleştirilen Kaş-Kalkan arasındaki 28 kilometrelik yol için daha önce iki ayrı dava açılmıştı. Kaputaş bölgesindeki doğal sit alanından geçen yol için Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu tarafından verilen uygun görüşün iptali için açılan davada yargı Mart 2018’de iptal kararı vermişti. Aynı şekilde projeyle ilgili verilen ÇED Gerekli Değildir Kararı da Temmuz 2019’da mahkeme tarafından iptal edilmişti.

'Müteahhitlere servet aktarma projesi'

Kaş-Kalkan otoyolu projesine karşı açılan davaların avukatı Tuncay Koç, söz konusu güzergahın Finike-Kaş arasındaki güzergahla birleştirilmesini bir rant girişimi olarak değerlendirdi. Finike-Kaş arasındaki yeni otoyol projesinin gerçek bir ihtiyacı karşılamaktan çok sadece yol Müteahhitlerine servet aktarma projesi olduğunu savunan Avukat Tuncay Koç, konuyla ilgili değerlendirmesinde şunları dile getirdi: 

“Dört yıl önce bu projenin Kaş ayağını iptal ettirmiştik. Orada da viyadüklere, tünellere gerek olmadığı, bu güzel tabiatın parçalanmaması gerektiği bilirkişi raporlarıyla sabitti. Daha da önemlisi, o dava için Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun verdiği yol iznini de dava etmiş ve iptal ettirmiştik. Üst mahkemenin bozmasıyla dosya tekrar alt mahkemeye geldi, keşif ve bilirkişi raporundan sonra tekrar iptal edildi. Ama üst mahkeme bu sefer de Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun ÇED içerisindeki kararın bir kesin işlem değil, ön işlem olduğu, icra edilemez nitelikte olduğu gerekçesiyle davamızı ikiye karşı bir oyla reddetmişti. Eğer o karar onansaydı, Kaputaş sit alanından yol geçemeyecekti. Proje tamamen kapanmış olacaktı. Dolayısıyla şimdi bu rant projesi ile yeniden karşı karşıyayız. Maliyetinin 2 milyar TL’den çok daha fazla olacağını düşünüyorum. Finike Kaş arasında doğal tabiatın, ormanların ve arkeolojik sit alanlarının ölmesi kararı olacaktır. Buna karşı Finike, Demre ve Kaş halkı mücadelesini verecektir.”

                                                         /././

AFAD’dan Finike’de 5 yıldızlı otel görünümlü eğitim tesisi

Antalya Finike’de deniz manzaralı eski taş ocağı arazisine AFAD tarafından 350 milyon lira harcanarak yapılmak istenen 100 odalı otel görünümündeki eğitim merkezi ilçe halkının tepkisini çekti.

Antalya’nın Finike ilçesinde bulunan deniz kıyısındaki eski taş ocağı alanında100 odalı otel görünümünde bir eğitim merkezi yapmak için proje hazırlayan AFAD’ın girişimi ilçede tepkiyle karşılandı. Kale Mahallesi’nde bulunan 8387 metrekarelik alanın bir bölümünün Finike Belediyesi’ne ait olduğu ancak Finike Belediyesi’nin AFAD’ın tahsis talebine olumsuz yanıt verdiği öğrenildi. AFAD’ın 350 milyon TL’lik projesinin görsellerinde, toplam 100 odalı olacağı belirtilen tesiste, hamam ve sauna, fitness salonu, açık büfe restoran, helikopter pisti, iskele, basketbol sahası ve sosyal bahçe gibi ünitelerin yapılacağı belirtiliyor. AFAD’ın proje için seçtiği arazinin, daha önce Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın bölgede kurmak istediği ancak Bilal Erdoğan’ın Okçular Vakfı’na devredileceği iddiasıyla gündeme gelen geleneksel sporlar köyü için seçilen araziye bitişik konumda bulunması dikkat çekiyor. Binicilik ve okçuluk gibi sporları içeren etkinliklerin yer alacağı proje, Finike Belediyesi tarafından açılan davanın ardından yargı tarafından iptal edilmişti.

Finike-Demre karayolu üzerindeki eski taş ocağı arazisine AFAD tarafından yapılmak istenen eğitim merkezi ev sosyal tesis ilçede tepkiyle karşılandı. Deniz kıyısındaki 8387 metrekarelik arazide planlanan projenin 100 odalı bir otel görünümünde planlanması, sosyal tesisler ile deniz kıyısında bir de iskeleyi içermesi AFAD 5 yıldızlı otel mi yapıyor yorumlarına neden oldu.

Belediye projeye olumsuz görüş verdi

Bir kısmı Finike Belediyesi’ne ait olduğu öğrenilen arazide tesis yapmak için belediyeden tahsis isteyen AFAD’ın bu talebine olumsuz yanıt verildi. Meclis üyeleriyle yapılan görüşmenin ardından olumsuz görüş bildiren Finike Belediyesi AFAD’ın projesiyle ilgili görselleri sosyal medyadan ilçe kamuoyu ile paylaşarak “Saygıdeğer Finikeli vatandaşlarımız, Taş ocağı alanına yapılması düşünülen projenin görselleri bunlardır. Halkımız bu projenin neresini kullanacak ya da kullanabilir? Yorumu kıymetli vatandaşlarımızın takdirine bırakıyoruz. Kamuoyuna saygıyla duyurulur” ifadelerine yer verdi.

Finike Halk Platformu'ndan projeye tepki

İlçe halkının tepkisini çeken girişimle ilgili yorumlarını paylaşan Finike Halk Platformu, belediyenin bu alan için hazırladığı ve halkın kullanımına açık bir proje için izin verilmediğini anımsatarak “AFAD’ın Finike halkının topraklarına konma girişimine Finikeliler olarak izin vermeyeceğiz. Topraklarımızı savunma hakkımızı kullanacağız” görüşünü paylaştı.

100 odalı tesise fitness, hamam ve iskele

AFAD’ın hazırladığı projeyle ilgili görsellerde yapılmak istenen tesislerin otel görünümünde olması dikkati çekerken, yapılacak ünitelerle ilgili şu ifadelere yer veriliyor: “8000 metrekare alana sahip arsamız zamanında boşaltılmıştır. O yüzden ekstra bodrum kat oluşturmamak adına zemin katta teshin merkezlerini, teknik hacimleri çözdük. Zemin katta lobby giriş, eğitim odaları, konferans salonu, kapalı dalış eğitim havuzu, fitness salonu, hamam, sauna, teknik hacimler, ana mutfak ve depolar bulunmaktadır. Birinci katta açık büfe olarak restoran ve sosyal bahçe planlanmaktadır. Birinci katta 32 oda, 2. Katta 38 oda, 3. Katta 30 adet oda olmak üzere toplam 100 adet oda bulunmaktadır. Arkadaki dağın doğal açıklığını tırmanma duvarı olarak düşündük. Bir adet helikopter pisti, 1 adet mini futbol sahası, çok amaçlı basketbol sahası bulunmaktadır. Ön tarafta kayalıklardan inildiğinde bir iskele yapılarak acil durum botlarına ulaşım sağlanmaktadır. Bu sayede dalış eğitimleri denizde de verilebilecektir.”

Okçular Vakfı'na verileceği iddia edilen proje iptal edildi

AFAD’ın proje için seçtiği arazinin, daha önce Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın bölgede kurmak istediği ancak Bilal Erdoğan’ın Okçular Vakfı’na devredileceği iddiasıyla gündeme gelen geleneksel sporlar köyü için seçilen araziye bitişik konumda bulunması dikkat çekiyor. Binicilik ve okçuluk gibi sporları içeren etkinliklerin yer alacağı proje, Finike Belediyesi tarafından açılan davanın ardından geçtiğimiz Eylül ayında yargı tarafından iptal edilmişti.

Mahkeme projeyi hukuka aykırı bularak iptal etmişti

Milli Emlak ve Orman idaresinden Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’ne tahsis edilen toplam 89 bin metrekarelik alanda inşa edilmesi planlanan ‘Geleneksel Sporlar Köyü ve Geleneksel Sporlar Lisesi, Okçuluk, Binicilik ve Sosyal Tesisler’in Bilal Erdoğan’ın başında olduğu Okçuluk ve Ata Binicilik Vakfı’na verileceği iddiası tepki çekmişti. Finike Belediyesi ise tahsise konu arazide yapılan planların iptali için dava açtı. Davayı gören Antalya 2. İdare Mahkemesi, 7 Eylül 2023 tarihli kararında davaya konu planları iptal etmişti. Mahkemenin iptal kararında, davaya konu plan değişikliklerinin imar mevzuatı hükümlerine, planlama esaslarına, planlama tekniğine, şehircilik ilkelerine ve kamu yararına uygun olmadığı hükmüne yer verilmişti.

(Yusuf Yavuz/soL)





18 Aralık 2023 Pazartesi

KISA KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 18 ARALIK 2023 -

500 milyon dolarlık anlaşma iddiası: 'Birleşik Arap Emirlikleri İzmir Limanı'na ortak olacak' (soL)

Birleşik Arap Emirlikleri'nin İzmir Limanı'ndan hisse satın almak için anlaşmaya yaklaştığını ileri sürüldü. Abu Dabi merkezli AD Ports Group şirketinin İzmir Limanı'na ortak olmayı planladığı iddia edildi. Türkiye Varlık Fonu bünyesindeki limana yönelik yatırım iddiası, Mehmet Şimşek liderliğindeki yeni ekonomi yönetiminin dış kaynak arayışları sürerken geldi. Reuters'in haberine göre, şirketin yaklaşık 500 milyon dolarlık bir anlaşma yapılabileceği tahmin ediliyor. AD Ports şirketinin büyük çoğunluğunun sahibi Abu Dabi Varlık Fonu (ADQ). Abu Dabi Varlık Fonu'nun (ADQ) Başkanı, Şeyh Nahyan'ın erkek kardeşi ve Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Şeyh Tanun bin Zyed al Nahyan. AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın temmuz ayındaki Körfez ziyaretinde en az 50 milyar dolarlık anlaşmalar imzalandığı açıklanmıştı. Erdoğan son olarak, 15 Aralık'ta Birleşik Arap Emirlikleri Devlet Başkanı Şeyh Muhammed bin Zayed al Nahyan ile görüştü.

İsrailli inşaat şirketi Gazze’de konut satışı için reklama başladı: 'Uyan, rüya değil!' (soL)

İşgal altındaki Gazze Şeridi'nde Yahudi yerleşimciler için konut inşa etme planlarına başlandı. Batı Şeria’da yasadışı yerleşim yerleri inşa eden öncü şirketlerden Harey Zahav isimli inşaat şirketi, henüz enkaz altında dahi binlerce ölünün bulunduğu Gazze’de konut satışı için reklam yayımladı. Sahil şeridinde konutlar inşa etmeyi planlayan şirket o reklamlara da “Uyan, sahil evi rüya değil. Şimdi satış öncesi fiyatlarla” notunu düştü.

İnşaat şirketi mi, işgal gücü mü?

Personelini cepheye süren, Gazze'ye yağdırılan bombalara adını yazdıran şirket, hedefini şu sözlerle özetliyor: “Biz Harey Zahav olarak Gush Katif’e dönüşe zemin hazırlamak için çalışıyoruz. Bölgenin ıslahı, atıkların temizlenmesi ve işgalcilerin (Filistinliler) sınır dışı edilmesi için çalışanlarımız faaliyet gösteriyor. Yakın gelecekte kaçırılanların, askerlerimizin bir şekilde evlerine dönmesini ve Gazze Şeridi’nde tüm Gush Katif bölgesinde inşaatlara başlayabileceğimizi umuyoruz” ifadelerine yer verdi. Ayrıca yerle bir olmuş Gazze Şeridi’nin fotoğrafı üzerine resmedilmiş evler de dikkati çekti. İsrail, Gazze’nin daha önce işgal edildiği yıllarda Yahudi yerleşim bölgelerine “Gush Katif” ifadesini kullanıyor. İsrail’in 2005 yılında sona eren işgal yıllarında Gazze Şeridi’nin güneyinden orta kesimlerine kadar uzanan “Gush Katif” bölgesi, uluslararası hukuka aykırı inşa edilen 21 yerleşim yerinden oluşuyordu. İsrail, tek taraflı bir kararla Gazze Şeridi’nden çekildiği Ağustos 2005’te Gush Katif bölgesindeki yerleşim yerlerinde oturan yaklaşık 8 bin 600 Yahudiyi başka bölgelere tahliye etmişti. İsrail ordusunun, 73 gün önce başlattığı savaş kapsamında ise abluka altındaki Gazze Şeridi’ne giren askerler, ulaştıkları bölgelerde İsrail bayraklarını diktikleri fotoğraflar paylaşıyor.

Rektör ve ailesi otelde oda bulamadı, şikayetini İstanbul Üniversitesi'nin resmi sayfasından yaptı (soL)

İstanbul Üniversitesi Rektörü Zülfikar, Konya'da ailesiyle birlikte saatlerce bekletildikleri oteli üniversitenin web sitesinden yaptırdığı resmi duyuruyla şikayet etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/rektor-ve-ailesi-otelde-oda-bulamadi-sikayetini-istanbul-universitesinin-resmi-sayfasindan)

Teğmenlerin 'Atatürk fotoğrafı' kavgasında cemaat izi: 'Hubb-i fillah' adlı WhatsApp grubu (soL-Özel)

Tuzla Piyade Okulu’nda 10 Kasım'da Atatürk fotoğrafı takmayan teğmenlerin ‘Hubb-i fillah’ adlı bir WhatsApp grubu kurdukları, haftasonları bir evde toplandıkları öğrenildi. Tuzla Piyade Okulu'nda 10 Kasım töreninde Atatürk fotoğrafı takmayan teğmenlerin daha önce cemaat yapılanması içinde oldukları gerekçesiyle şikayet edildiği ancak herhangi bir işlem yapılmadığı ortaya çıktı. 10Haber'den Ersin Eroğlu’nun haberine göre, Atatürk fotoğrafı takmayan teğmenlere tepki gösteren teğmenler bu grubu geçen yıl Kara Harp Okulu’nda görevli komutanlara bildirdi.(Şikayet edildiler ancak işlem yapılmadı) Teğmen grubunun bir cemaat yapılanması içinde olduğunu, 15 Temmuz "FETÖ"cü darbe girişiminin ardından Harbiye’de böyle bir yapılanmaya izin verilmemesi gerektiğini söylediler. Kara Harp Okulu’nda şikayet edilen teğmenlerle ilgili bir işlem yapılmadı. Atatürk fotoğrafı takmayan teğmenlerin “Allahü teâlâ için sevmek” anlamına gelen ‘Hubb-i fillah’ adlı bir WhatsApp grubu kurduğu, bu grup üzerinden yapılan yazışmalarda haftasonları bir eve gittikleri, bir ağabeyden kitap aldıkları ve bir “dava”dan bahsettikleri bilgisine ulaşıldı.

Renkli konseptlerin arkasındaki emek sömürüsü: Starbucks + Starbucks: Sorun Yahudi sermayesi olması değil (soL)

 Renkli konseptlerin arkasındaki emek sömürüsü: Starbucks 

Starbucks emekçileri çalışma koşullarını ve maruz kaldıkları mobbingi anlattı.

Kurulduğu andan itibaren zenginliğini işçilerin emeğini ve alın terini sömürerek artıran Starbucks’ın renkli ve coşkulu görünen reklamların arkasında emekçilerin zor şartlar altında çalıştırılması ve haklarının gasp edilmesi yatıyor. Patronların Ensesindeyiz Ağı, Starbucks'ta yaşanan emek sömürüsünü şirketin çalışanlarına sordu.

ABD ve dünya çapında yaptığı hızlı çıkış ve ''sıfır reklamlı büyüme'' politikasıyla ''mucize şirket'' olarak değerlendirilen Starbucks’ta çalışma koşullarını Starbucks emekçileri anlattı.

Kahve sektöründe en düşük mesai saatinin Starbucks'ta olduğu öne sürülüyor. Ancak işçilerin anlattığına göre, ''8 saat çalışıyorsun ama açılış ve kapanıştayken kapılar kapanıyor ve sen saatlerce temizlik, ürün yerleştirme falan yapıyorsun. Yani en az 10 saat çalışıyorsun ama ücret 8 saat olarak yatıyor.''

Uzayan mesai saatlerine karşın, Starbucks emekçileri hırsız muamelesine maruz kalıyor: ''Starbucks, çalışanlar vitrindeki bir iki ürün dışında hepsini değiştiriyorlar, ürünler günlük yani. Sonra da o ürünleri çöpe atıyorlar ama çöpe vitrinden aldığın gibi atamıyorsun kameralar önünde açıp tüm ürünleri çöp poşetinin içerisinde karıştırman lazım. Neden, çünkü personel çöpten alıp yiyemesin diye.''

Starbucks çalışanları çalışma koşullarını ve maruz kaldıkları mobbingi şu sözlerle özetliyor:

-Starbucks’ta çalışmaya başladığınızda ilk karşılaştığınız durum nedir? Çalışmaya başlayan yeni kişilere eğitim verildiği söyleniyor, doğru mu?

Starbucks’ta yaklaşık 1 sene 7 ay kadar çalıştım. Girerken kurumsal ve alanında önde olduğu için güzel bir çalışma yeri olduğunu düşündüm. Fakat bu konuda beklentilerimin hepsi boşa çıktı. İşe başlamadan önce tecrübem var diye kimse hiçbir şey öğretmedi. Bahsedilen eğitimi almadım. Sadece içeceklerin miktarı ve kullandıkları kasa programını gösterdiler ve gün boyu benimle ilgilenmediler. Her şeyi izleyerek öğrendim. Halbuki eski çalıştığım yerlerden çok farklı bir sistemleri vardı. 6 ay kadar kimse yapmam gerekenlere dair hiçbir laf etmedi. Büyük oranda standartlarının olduğu bir kafe sektörüydü. Asla kendinize göre süt ısıtmalar, kendinize göre bez kullanmak bile yasaktı, yapamazsınız. İşe girdikten 6 ay sonra bana standartlarının olduğunu, 20 saniyede içeceklerin çıkması gerektiğini ve standartlara uyarak yaparsak bunun zaten 20 saniyede olabileceğini söylediler. Uzun bir süreç kimse böyle bir şeyden bahsetmedi. Aksine kendileri de benden farksız yapmıyordu. Ama ben onlar gibi yapınca standardın bu olmadığını ve doğrusunu göstermeye çalıştıklarını farkettim.

'Molalarımız dinlenmenize yetmiyor ve mental olarak rahatlayamıyoruz'

6 ay sonra bambaşka bir çalışma stiline döndü benim için her şey. Bazen yoğunlukta standartlara uyulup uyulmadığını hatırlamıyorsunuz. Çünkü molalarımız dinlenmemize yetmiyor ve mental olarak rahatlayamıyoruz. Bilen bilir Starbucks’ın sıra yoğunluğunu. İşe başladığımda ilk günler sadece ayakta dikildim ve temizlik yaptım. Barista sıfatıyla işe girersiniz ama kendinizi ya çöp atarken ya da arkada bulaşık yıkarken bulabilirsiniz. Daha sonrasında hafta sonu yoğunluğunda kahve yetiştirmeye çalışırken bile orada 4-5 senedir çalışan vardiya müdürü gibi bir kişi tarafından mobbinge, her defasında aşağılanmaya maruz kaldım. Tuvalet molama giderken neden telefonuma bakıyormuşum diye mağaza müdürüne şikayet edildim.

-Çalışanlar arasındaki durumdan bahsedebilir misiniz? İş tanımınızda olmayan işleri yapmak zorunda kalıyor musunuz?

Çalışanlar arasında asla hak hukuk yok herkes size ağzına geleni söylüyor ve iş paylaşımı çok adaletsiz. Kasada yer alan kişi bir kez bile çöp atmaya gitmedi. Tüm gün çöpleri ben atmaya gittiğim için şikayetçi olduğumda yaşça benden küçük olan sözde mağaza müdürü beni kenara çekti ve uyardı. Temizlik adı altında lambaları, makinelerin en ıncık cıncık yerlerini sildirirler, her yerin ayrı silinme yöntemi bile vardır. Kendilerine özel temizlik suları vardır. Bunların kimisi soluduğunuzda bile sizi öldürebilecek cinstendir, kimisi de cildinize değerse cilt kanserine yol açabilir. Temizlik o kadar uzuyor ki gün sonu kasa akşam 10.00’da da kapansa (her gün bu tekrarlanıyor) asla kirli olmayan bir şeye tüm gün orda bulunduğu için yıkamak gerekiyor ve eve gitmemiz ‘nasıl olsa servis var’ mantığında gece 2'leri bulduğu oluyordu.

'Mesai içindeyken herhangi bir yakınımıza bir şey olsa ve telefon gelse haberimiz asla olmayacak'

Dünyanın 1 numaralı kafesi olduğu söyleniyor. Birçok kuralları var mesela küpe takmanız yasak, piercing takmanız yasak, tırnaklarınız etlerinizin altında olmak zorunda, saçlarınız toplu olmak zorunda , sakal traşı olmak zorunda. Pantolonunuzun şekli yırtmaçlı, taşlı olmamalı, bol pantolon giydirmiyorlar, cepleriniz dikili olmak zorunda, telefonunuza el koyuluyor. Mesai içindeyken herhangi bir yakınımıza bir şey olsa ve telefon gelse haberimiz asla olmayacak. Bazı müdürler molalarda bile telefonumuzu almamıza karşıydı. 45 + 15 dakika mola hakkımız vardı. Lakin içeride 20 kişi de çalışsa molanızı bölüp içeriye desteğe çağırılıyorduk.

-Starbuck’ın çalışanlarına tanıdığı yan haklar var mı? Haklarınız veriliyor mu?

Yemek paramız üç kuruş ve Sodexo’ya yatıyor. Günde 2 tall içecek hakkınız var evet ama, 3 ay deneme süreciniz bittikten sonra yiyeceklerde kullanılan çalışan indiriminden ve primden yararlanabiliyorsun. Yani 3 ay babamın hayrına orada kendimi paralamam bekleniyor.

Hakkımız geri verilmiyor, aksine siyah önlüklü olan herkes arkada oturup ya da dışarıya çıkıp istediği gibi mola yaparken, biz içeride her şeye yetişmeye çalışıyorduk. 20 saniyede 1 içeceğin hazır olması gerekiyordu. Hazırlayamıyorsan görevinden alınıp temizlik yaptırılıyordu. Kendinizden vazgeçtiğiniz koşullarda çalıştığınız bu iş hayatında size layık gördükleri ücret de kuru bir asgari ücret üstüne verdikleri 1000 TL yemek 1000 TL primdi. Vardiya müdürü olmak isteyen kişiyi de müdürün sevmesi gerekiyor, işini ne kadar doğru yaparsa yapsın müdürle arası iyi değilse, sınavı kazansa da müdür olamayabiliyor. Kariyeriniz müdürünüzle ilişkinize bağlı.

                                                             /././

Starbucks: Sorun Yahudi sermayesi olması değil 

Starbucks, İsrail’in Filistin’e dönük saldırıları sonrası Yahudi sermayesi olmasıyla gündeme geldi. Asıl gizlenen emekçilerin sırtından zenginleşen bir patron ve işçi düşmanlığı.

Kurulduğu günden bu yana işçi direnişlerinin içerisinde olan, patronların işçi düşmanı uygulamalarını ifşa eden mücadele ağı Patronların Ensesindeyiz (PE) her ay gündemine bir şirketi almaya devam ediyor. PE'nin bu ayki gündeminde, İsrail’in Filistin’e dönük saldırıları sonrası protestolarla adını duyuran ve en son Adana'daki şubesi kurşunlanan Starbucks kahve zinciri var.

Dosyada Yahudi sermayesi olmasıyla gündeme gelen Starbucks şirketinin "gerçek sorununun" patronunun etnik kimliği olmadığına vurgu yapılıyor. Asıl meselenin emekçilerin sırtından zenginleşen bir patron portresi ve işçi düşmanı uygulamaları olduğu gözler önüne seriliyor.

Starbucks kısa zamanda nasıl zenginliğine zenginlik kattı?

Türkiye pazarına 2003 yılında giren neredeyse AKP ile yaşıt olan Starbucks'ın sahip olduğu en büyük pazar Türkiye’nin de içinde olduğu Ortadoğu pazarı. Sanıldığının aksine İsrail’de ise şubesi bulunmuyor. Ancak bunun nedeni elbette Starbucks’ın Filistin direnişine yönelik tutumu değil. Starbucks, Ortadoğu ülkelerindeki pazarını kaybetmemek için, gelen tepkiler sonucunda İsrail’deki şubesini kapatma yönünde adım atıyor. Tabii ki ‘pazar uyumsuzluğu’ mazeretini göstererek...

Aynı firma, Suudi Arabistan’da kadınların mağazalara girişini yasak hale getirirken, batı pazarındaki reklamlarında lezbiyen bir çifte yer veriyor. Her türlü ‘cinsiyet, ırk ve mezhep özgürlüğünü’ savunduğunu reklam eden firma, yalnızca sendikalı oldukları için işçilerini işten çıkarmakta bir beis görmüyor.

Gelinen noktada Starbucks, 30 milyar doları aşkın net geliri ve 38 binden fazla mağazası ile dünya devi haline gelmiş bir mağaza zinciri. Ancak bu büyümenin arkasında işçilerini maruz bıraktığı yoğun emek sömürüsü yatıyor. Şirket, olabildiğince az sayıda işçiyi uzun saatler boyu çalışmaya mecbur bırakırken, sendikalaşma gündemi ortaya çıktığında da en saldırgan biçimlerde yanıt veriyor. Başka bir deyişle, Starbucks, piyasanın kuralları neyi gerektiriyorsa ona göre adım atıyor.

ABD kökenli olmasına rağmen 86 farklı pazarda faaliyet gösteren, dünya çapında 38 binden fazla mağazaya sahip dev bir şirket haline gelen Starbucks’ın Türkiye’deki işçi sayısı ise çok büyük ölçekli bir fabrikaya denk düzeyde. 8 bini aşkın işçi Starbucks’ta çalışmayı sürdürüyor.

Starbucks’ın 2020 yılında pandemi nedeniyle yaşadığı düşüşü saymazsak net geliri her yıl artmayı sürdürüyor. Küresel kahve zincirinin 2022 yılındaki net geliri 26,58 milyar dolar oldu. Tüm dünyadaki Starbucks mağazalarının sayısı ise 35 binin üzerinde. Starbucks, mağaza sayısını 2030 yılına kadar dünya genelinde 55 bine çıkarmayı da hedefliyor ki, bu da günde ortalama sekiz yeni mağaza anlamına geliyor.

İşçilerin çalışma koşullarını görmezden gelen Starbucks, geçtiğimiz aylarda hissedarlara getiri sağlamak için üç yıl içinde 3 milyar dolar tasarruf etme planı doğrultusunda verimliliği artırmaya dönük adımları duyurdu. ‘Verimliliği ve iş ortağı kültürünü canlandırmayı planlıyoruz’ söylemlerinin ardında ise yoğun bir sömürü mekanizmasının gizlendiği görülüyor.

2008 krizinde 6 bin 700 kişi işten çıkarıldı!

Şirket, ABD ve dünya çapında yaptığı hızlı çıkış ve ‘sıfır reklamlı büyüme’ politikasıyla ‘mucize şirket’ olarak değerlendiriliyordu. Starbucks, Afrikalı ve Latin Amerikalı üreticilerden yok pahasına aldığı kahveyi, yeni bir “trend” yaratarak çok geniş bir kitleye sunarak inanılmaz kâr rakamları kaydetti. Şirketin bu kârlılığı, son yıllarda görülen en hızlı büyüme performanslarından birini de beraberinde getirdi üstelik ‘sıfır reklam’ politikasıyla, yani hiç reklam yapmadan. Ancak, kendi segmentindeki şirketlerin en büyük maliyetlerinden biri olan reklam maliyetinden bile azade olan Starbucks, 2008 kriziyle birlikte 6 bin 700 çalışanını işten çıkarmaktan geri kalmadı.

Starbucks’ı bir de işçilerden dinleyin: Mobbing, aşağılama, kısıtlama...

26 yaşındaki Vildan, Ankara’da bir fakültede yaptığı yüksek lisans sırasında, şehirde yaşamayı sürdürebilmek için, Starbucks’ta yarı zamanlı çalışmaya başlamış. “Lisans mezunuydum ama çalışabileceğim bir yer yoktu ve önünden geçerken girmiştim mağazaya” diyor. Önce tesadüfen güvenlik görevlisi, ardından mağaza müdürü ile konuşmuş ve üç gün sonra işbaşı yapmış.

Vildan, vardiya saatlerinin 18.00 - 23.00 olarak belirlendiğini ama bu saatlerin mağazadan mağazaya değişiklik gösterebildiğini söylüyor ve ekliyor: “Mesai beş saat gibi görünse dahi, kapanış yapıldığı, tüm mağazayı temizlediğimiz için çıkış 01.30’u buluyor. Eve servisle bırakılıyorsunuz ama pek çok zaman eve gidince duş bile alamadan uyuyup kalırsınız”.

Üstelik mesai bitimindeki bu iki saatlik ek çalışma bir angarya ve işçiler, bu saatler için ücretlendirmenin olmadığını belirtiyor.

Eylül, iki yılı aşkın süredir Starbucks’ta çalışıyor. İşe girerken, kurumsal bir firma olduğunu ve alanında öne çıktığını düşünerek, güzel bir çalışma ortamı olacağını varsaymış ama hiç de beklediği gibi olmamış. “Tecrübeliyim diye hiç kimse bir şey öğretmedi. Sadece içeceklerin miktarı ve kullandıkları kasa programını gösterdiler ve gün boyu ilgilenmediler. Her şeyi izleyerek öğrendim” sözleriyle özetliyor işe başladığı dönemi.

İlk günler sadece ayakta dikildiğini ve temizlik yaptığını söyleyen Eylül, çalışma ortamını ve mobbingi şu sözlerle anlatıyor:

“Barista sıfatıyla işe girersiniz ama kendinizi ya çöp atarken ya da arkada bulaşık yıkarken bulabilirsiniz. Daha sonrasında hafta sonu yoğunluğunda kahve yetiştirmeye çalışırken bile orada 4-5 senedir çalışan vardiya müdürü gibi bir kişi tarafından mobbinge, her defasında aşağılanmaya maruz kaldım. Tuvalet molama giderken neden telefonuma bakıyormuşum diye mağaza müdürüne şikâyet edildim. Oysaki tuvalette de insanlara hizmet verdiğimi unutmuşum.”

Kıyafete yönelik pek çok kısıtlamanın söz konusu olduğunu, telefon kullanmanın yasak olduğunu belirten Eylül, durumu şu sözlerle özetliyor: “Birçok kuralları var mesela küpe takmanız yasak, piercing takmanız yasak, tırnaklarınız etlerinizin altında olmak zorunda, saçlarınız toplu olmak zorunda, sakal tıraşı olunmak zorunda, pantolonunuzun şekli yırtmaçlı, taşlı olmamalı, bol pantolon giydirmiyorlar, cepleriniz dikili olmak zorunda, telefonunuza el koyuluyor. Mesai içindeyken herhangi bir yakınımıza bir şey olsa ve telefon gelse haberimiz asla olmayacak.”

“Starbucks: Sorun Yahudi sermayesi olması değil” başlığıyla yayınlanan dosyanın tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

soL



soL KÖŞEBAŞI - 18 ARALIK 2023 -

 

Savaş ekonomisi (Anıl Çınar)

Erkan, 2026’yı bekleyin diyor… Yani, emekçilere uzuun bir savaş açtık demek istiyor. Bu o kadar böyle ki Gaye hanım düşman kampta tanınmamak için tertibatını bile düzenliyor. 

Nedir savaş ekonomisi? 

Savaş ekonomisinin mantığı bütün kaynakların tek bir amaç için, düşmanla savaşabilmek için seferber edildiği bir ekonomi yaratmaktır.

Lakin, bunun için önce bir düşmanınız olmalı ve ona savaş ilan etmelisiniz.

Türkiye’nin böyle bir düşmanı bildiğimiz kadarıyla yok. Halbuki Türkiye açıkça ilan edilmemiş bir savaş ekonomisine adım atmış bulunuyor.

“Açıkça ilan edilmemiş”…

Aslında Merkez Bankası Başkanı’nın sözlerine bakacak olursak bu düşmanın kim olduğu bayağı ilan ediliyor.

Gaye Erkan enflasyonda yol alıyoruz diyor. Sonra, halk için asıl önemli başlıklarda yani ulaşım, yemek ve kiralarda gerilemenin yavaş olacağını araya sıkıştırıyor.

“Vatandaş zaten daha ne kadar kemer sıkacak ki?” diyor. Sonra usulca “vatandaşın kemerini yeterince sıkmıştık ve şimdi daha fazla sıkacağız”la devam ediyor.

Erkan, 2026’yı bekleyin diyor…

Yani, emekçilere uzuun bir savaş açtık demek istiyor.

Bu o kadar böyle ki Gaye hanım düşman kampta tanınmamak için tertibatını bile düzenliyor. 

Sanki bir padişah, sanki bir müfettiş… Markete de pazara da sık gidiyorum diyor: “Ama beni tanıyamazlar. Saçımı topluyorum, at kuyruğu yapıyorum. Eşofmanlarımı da giyiyorum. Kimse tanımıyor.” 

Hayır… Sınıfının insanı, sınıfının bir yüzü Gaye Erkan. O da sınıfı gibi sinsi, burnunun büyüklüğünden ettiği lafı bile göremeyecek kadar da akılsız…

Demek ki bu başka bir savaş ekonomisi. Bu savaşta saldıran taraf, enflasyonla, teşviklerle, özelleştirmelerle zenginleşmiş sermaye sınıfı.

Yani bu savaşı düşman sınıfımız, patronlarımız ilan ediyor. Size grev yaptırmayacağız, üç kuruş zamla oyalayacağız, seçimlerle reklamlarla aklınızı alacağız diyor.

Nitekim hakkını arayan Özak tekstil işçisine Urfa’da jandarmayla saldırılıyor. Patronların mülküne, AKP’nin ve MHP’nin oyun alanına dönüştürülmüş sendikalardan ayrılmak isteyene çıkış kapısı gösteriliyor.

Asgari ücret trajikomik bir pazarlığın konusu yapılıyor, insanın en temel hakkı olan barınma hakkı önce piyasanın insafına sonraysa Gaye Erkan’ın esprilerine terk ediliyor.

Bu düşman emekçinin, işçinin aklıyla alay etmeyi de ihmal etmiyor!

Elbette, ne Mehmet Şimşek ne de Gaye Erkan bu memleketin bir çocuğu. Gafları,“sakarlık”ları her şeyi ilan ediyor. 

Ancak bu isimler Türkiye’de ne ilktiler ne de son olacaklar. Ayrıca, savaşta sıkılan merminin hesabı olmaz denirmiş. Mermiye değil, silahı verenin kim olduğuna bakmak gerekirmiş.

O halde tekrar etmeliyiz. Türkiye’nin ekonomisi bu düşman sınıfın çıkarları için, Türkiye’nin büyük holdingleri ve patronları için seferber edilmiştir. 

Emekçinin geçim derdi, hayatta kalma çabası, kölelik şartlarında çalışmak zorunda oluşunun asıl kaynağı ne göçmenlerle ne cehaletle ne liyakatle ne de başka bir şeyle ilgilidir. 

Türkiye’nin sorunlarının asıl kaynağı kendi servetine, kendi holdinglerinin kârına dokunulmasını istemeyen bu asalak sınıftır. Bu asalak sınıfın üyeleri TÜSİAD toplantılarında, futbol kulüplerinde, türlü hayır ve reklam işlerinde boy göstermektedir.

Bugünkü Türkiye’nin ekranları, gazeteleri, sosyal medyası işte bu sınıfın üyelerine, bu sınıfı zengin eden düzene laf söylemeden muhaliflik icra eden şovmenlerle dolmuş durumda. 

Demek ki ekranlarda esip gürlemekle, hedef şaşırtmakla olmuyor bu işler. Ortada bir savaş varsa, ciddiye almak gerekiyor.

Bunun için de önce düşmanını iyi bellemek.

                                                               /././

Bazı tartışmaların çözümü (Aydemir Güler)

Asıl çözüm, farklı görüşlerin kapışmasından değil sosyalizmin yeniden oyun kuracak bir güce ulaşmasından elde edilebilir. Bu yönde sıçrama olduğunda bazı tartışmalar şaşırtıcı hızla önemsizleşecektir.

Güncel siyasal ayrımlar, nesnelse, yapıntı değil gerçek olduklarını sürekli hissettiriyorlarsa tarihsel derinliğe sahip oldukları düşünülmelidir. Ne kadar derine inilmesi gerektiği konusunda rivayet muhteliftir…

Örnek olsun; Alevi dinamiğinin 16.yüzyılda bir Yavuz Sultan Selim sorunuyla bağını kolayca kurabiliyoruz, ama kuşkusuz dahası da var. İslam’ın siyasal, ideolojik ve kurumsal hegemonyasının bir dizi reaksiyona neden olmasıyla konunun ilişkisi eskidir. Bölgenin kadim bir halkı olarak Kürt başlığının da kökleri tartışmalıdır. Milliyetçi ideolojiler ulusu ezelden beri var olan bir kategori sayarlar. Bunu bütün ulusal formasyonlar için geçebiliriz, ama bugünkü Kürt sorununu kavramak için, yine de hayli gerilere gitmekte yarar olacaktır. Velhasıl güncel akımların birbirlerinden ayrı hatta karşıt konumlanışlarının, kural olarak “tarihsel” kaynakları vardır.

Ancak çelişkiler, ilk günah gibi, doğdukları biçimde donup kalmazlar. Bir dizi faktörle biçimlenen bir “dönemsel bağlam” geçmişten gelen çelişkileri yeniden yapılandırır. Deyim yerindeyse, bu bir yeniden formatlama işlemidir. Toplumsal dinamikler söz konusu olduğunda eski büsbütün silmeyecektir. Yeni bir bağlam oluştuğunda bir süreliğine üstü örtülen, önemsizleşen unsurlar yeniden sivrilebilir. 

Elbette bu değişimlerin sosyal ve ekonomik temelleri vardır. Yeniden yapılanmanın noktasını ise siyasal mücadele koyar. Haliyle siyasal mücadeleyi tarihin derinliklerinde değil güncelliğin içinde verebilirsiniz. Dolayısıyla muhtelif rivayetlerde ne denirse densin, bunlar ne kadar yerinde olursa olsun, tartışma bugüne dairdir. 

Yine aynı örneklerden gidersek; Aleviliğin siyasal merkezle sorunlu ve gelgitli ilişkisi Cumhuriyetle birlikte özgün bir bağlama oturmuş, söz konusu kesim hukukta, kurumlarda, ideolojide karşılığı net olan laik yurttaşlığa tutunmuş, Atatürk sempatisi dokulara işlenmiştir. Kürt toplumuysa merkezi devletin güçlenmesiyle itildiği tali ve ezilmiş konumunun, bir de defalarca kana bulanması sonucu Cumhuriyetle ilişkisini kaçınılmaz biçimde “sorunlu” olarak hisseder olmuştur. 

Bu örneklerde bağlamı belirleyen bir burjuva devrimi olarak Cumhuriyet ve onunla paralel modern ulus-devlettir. Burjuva devrimi devraldığı toplumsal dinamiklerin geçmişini önemsizleştirmiş, kendi tanım çerçevesini belirginleştirmiştir. Sonra; her şey gibi bu da evrilir…

Sol, 1960-80’e denk düşen yükseliş çağında bütün bu yapılara, ister istemez yeni bir bağlam sunmaya çalıştı. Aleviliğin komünal gelenekleri dağ köyündeki cemde gizlenmekten çıkıyor ve modern kentlerde formatlanmayı bekliyordu. Solun Alevi emekçilere kültürel ve politik olarak açtığı kanallar karşılık buldu. Siyasi mücadelenin koyduğu “dönemsel noktada” Nâzım Hikmet’in Bedrettin Destanı’nın, Ruhi Su’nun ses verdiği türkülerin, Birinci TİP’in sunduğu çıkış yolunun katkısı vardır. Solun cumhuriyetçi karakteri, komünal geleneklerin işçi sınıfı mücadelesinde yeniden doğmasını kolaylaştırdı. Köylü çocukları öncü işçi oldular, devrimci genç oldular. Sosyalizm kavgası verenlerse bu topraklarda tahmin ettiklerinden çok daha derin kökleri olduğunu kavradılar. 

Kürt kimliği de 1960’lara, o güne kadarki durumdan farklı olarak, ağalarla değil eğitimli demokrat aydınlarla girdi. Şeyhlerden Meclise milletvekili, toprak ağalarından kapitaliste ortak devşirmenin ötesinde pek de bir açılımı olmayan egemen düzen hazırlıksızdı. Sonuç olarak “arkaik yerelin modern merkeze tepkisi” dönüşüm geçirdi. Yoksul ve aydın Kürtler ezilenlerin sömürü düzenine karşı mücadelesinin bir unsuru oluyordu. Cumhuriyetle “sorun” bitmiş değildi, ama sosyalist çözüm o sorunu başlı başına bir hesaplaşma nedeni olmaktan çıkarıyordu. 

Evrim ve mücadele sürdü. Türkiye kapitalizminin yeni gözdesi İslamcılık örnek verdiğim akımlara yeni bir bağlam dayattı. Her etki, tepkisiyle birlikte varlık kazanır. Bu anlamda yukarıdaki “nokta koyma” deyimini mutlaklaştırmak yanlış olur. Solun kucakladığı Alevi ve Kürt dinamikleri de Alevici ve Kürtçü tepkiler üretmişti. Sosyalizmin çözümünün parçası olmak yerine kendi özerk çözümlerini aradılar… Bugün de İslamcı kuşatması da birçok tepki görüyor. Ancak verili durum ne olursa olsun, dinci gericilik 21.yüzyıl başında Türkiye’de çeşitli toplumsal, ideolojik, politik akımlara güncel bir bağlam sunmuş bulunmaktadır. Bugünkü mesafeler, ilişkiler, karşıtlıklar, tarihsel kökenlere sahip olsalar da, somut olarak bu bağlamın ürünüdür. 

Yükseliş çağımız, Türkiye sosyalizminin kendisini toplumsal bir deneye tabi tutabildiği en önemli zaman aralığıydı aynı zamanda. O yıllarda sosyalizm bu yazıda bahsi geçen iki akımla yeni bir ilişki kurmuş, güçlü bir davette bulunmuştu. Sosyalizmin domine ettiği bu ilişki sayesinde, bütün bileşenlerin kimlik kartına yeni tanımlar işlendi. Dinci gericilik bu tanımları kazımak için büyük bir uğraş verdi. Ancak kısa sayılmayacak bir mesainin sonunda 2023 itibariyle sular durulmuş olmaktan uzaktır. 

Sosyalizm, suların durulmasını değil devrimi arar. Oysa düzen içi akımlar istikrar yaratmak zorundadırlar ve bu görev açısından bakıldığında dinci gericilik başarılı olamamıştır. Konumuzla ilgili kısmi başarılarıysa bizim açımızdan ağır sorunlar anlamına gelmektedir.

Aleviliğin tarihsel derinliğe sahip komünal, eşitlikçi, aydınlanmayla barışık bir dinamik olmaktan İslamın bir mezhebi olmaya doğru gösterdiği kayma, gericiliğin kısmi başarısı sayılabilir. Kürt dinamiğinde Cumhuriyet karşıtlığının güçlenmesi de İslamcılığın memlekete attığı format çerçevesinde, kurduğu dönemsel bağlam içinde yaşanan bir olgudur. 

Bunları neden mi yazdım? Söz konusu akımlardan, sosyalizmin geçmişte oluşturduğu bağlamın dışına hatta karşısına taşan örnekler çıkabiliyor. Buradan güncel polemiklerin ve tarih değerlendirmelerinin feyz almaması mümkün değildir. Elbette tartışılacak… Ama benim bu yazıyı bağlayacağım yer şu olacak: Asıl çözüm, farklı görüşlerin kapışmasından değil sosyalizmin yeniden oyun kuracak bir güce ulaşmasından elde edilebilir. Bu yönde bir sıçrama olduğunda bazı tartışmalar şaşırtıcı bir hızla önemsizleşecektir. Öte yandan sıçrama olmadığı sürece tartışmaların bir verim sağlama olasılığı pek düşüktür.

                                                        /././

Genişleme mi, genleşme mi? (Engin Solakoğlu)

Biz ne desek inanmayanlara, Komünistleri “aşırılıkla”, “çarpıtmayla”, “sabit fikirlilikle” suçlayan bu tayfaya en güzel yanıtı yine Avrupa Birliği verdi. Brüksel’e teşekkürler!

Fizik, Kimya gibi bilim dallarındaki bilgim ortaokul seviyesinde dahi sayılmaz. Vektörleri bilirim, biraz da elektrik konusunu. Genleşme teriminden hayal meyal anımsadığım ise ısı uygulanan maddenin hacmen büyümesi gibi bir şeyler. Tren raylarının soğukta büzüşüp sıcakta genleşmesi benzeri örnekler kalmış aklımda.

Benim gençliğim, daha doğrusu genç memurluğum Avrupa Birliği çılgınlığı içinde geçti. Salt siyasetçiler de değil, toplum önüne çıkan kim varsa söze “Avrupa Birliği’ne girmekte olduğumuz şu günlerde...’ diye başlardı. Örnek olsun, “Avrupa Birliği’ne girmekte olduğumuz şu günlerde, sırtımıza çok kaşırsak yara olur!” 

Dönemin ruhu Avrupa Birliği’ne dair her ayrıntıyı bilmeyi, en azından öğrenmeye çalışmayı gerektiriyordu. Patron örgütü TÜSİAD’ın briyantin destekli sözcüleri “Avrupa’nın bir ilkeler, değerler ve kurallar bütünü olduğunu”  tekrarlayıp dururlardı. Bunlar yerine getirildiğinde üyelik sadece bir zaman meselesiydi. Avrupa kucağını açmış bizleri bekliyordu. Maastricht kriterleri ve Kopenhag kriterleri bunlardan belki de en önemli ikisiydi. Şimdi dar akademik çevrelerden başka kimsenin aklına gelmeyen bu iki kavramı açıklamakla başlayalım. Bunlar çok basitleştirerek söylersek Avrupa Birliği denen kulübe girebilmek için yürütülecek müzakere sürecine başlayabilmek için aranan boy ve kilo ölçütleriydi. 

Daha teknik bir açıklama isterseniz, Maastricht kriterleri şöyle tanımlanıyor: İlgili ülkenin enflasyon oranı Birlik içinde en düşük enflasyona sahip üç ülkenin yıllık enflasyon oranı ortalamasının 1,5 puandan fazla geçmemelidir. Devlet borçlarının GSYİH’ya oranı %60’ı geçmemelidir. Bütçe açığının GSYİH’ya oranı %3’ü geçmemelidir. Uzun vadeli faiz oranları, bu alanda en iyi performans gösteren 3 üye ülkenin ortalama faiz oranını 2 puandan fazla aşmamalıdır. Son olarak da ilgili ülkenin parası son iki yılda diğer üye ülkelerin paraları karşısında devalüe edilmemiş olmalıdır.

Kopenhag kriterleri ise demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, azınlık haklarına saygı ve işleyen piyasa ekonomisi olarak sıralanan 5 temel şartı barındırır.

Türkiye’nin Avrupa sevdası devam ederken önce Maastricht kriterleri (büyük ölçüde) tutturulmuş, Kopenhag kriterleri ise uzun pazarlık ve değerlendirmelerden sonra 2004 yılının aralık ayında düzenlenen AB Zirvesi’nde “yeterince” yerine getirilmiş sayılmıştı. Hani şu, Erdoğan heyetinin Ankara’ya dönüşünde gündüz vakti havai fişek patlatılan 17 Aralık 2004 Zirvesi’nden söz ediyorum.

O günler geride kaldı. AB zirveleri artık ülke gündeminde yer almıyor ve kısa haberlerle geçiştiriliyor. Geçen hafta düzenlenen zirvenin ise kısmen bir istisna oluşturduğu söylenebilir. Bu zirvenin önemli özelliği AB’nin bir süredir uzak durduğu genişleme konusuna yeniden dönmüş olmasıydı. 

Birliğe uzun zamandır “genişlemeyelim de derinleşelim” kaygısı hakimdi. Bunun önemli nedenlerinden biri AB içindeki halkların genişleme meselesine doğrudan refah kaybı ve ilave göçmen yükü  gözlüğüyle bakmalarıydı. Avrupalı siyasetçiler de aşırı sağın yükseldiği, Avrupa Federalizmi düşüncesinin kan kaybettiği bir siyasi atmosferde bu topa girmek istemiyorlardı. 

15 Aralık 2023 Zirvesi’nde alınan kararlar bu denklemin değiştiğini gösteriyor. Takip etme ihtiyacı duymayanlar için hatırlatalım. AB, Ukrayna ve Moldova’yla üyelik müzakerelerini başlatma, Gürcistan’a ise adaylık statüsü verme kararı aldı. Üstelik de Ukrayna’ya dair kararı alırken bizim hiç de yabancısı olmadığımız türden mükemmel bir şark kurnazlığına imza attı. 

Bırakalım sıradan mevzuatı, Anayasası dahi seçmece usulü uygulanan bir ülkede yaşadığımız için sızlanıyoruz durmadan. Bu sızlanmalarımıza kimi zaman “Efendim, medeni bir ülkede, bir AB ülkesinde böyle bir şey olabilir mi?” türünden retorik sorular eşlik ediyor. Avrupa Birliği üyeliğinin medeniyette bir eşik atlama, kurallı, kaideli yaşama geçme anlamına geldiğine inananları, bunu savunan briyantinlileri, briyantinsizleri çok dinledik. Biz ne desek inanmayanlara, Komünistleri “aşırılıkla”, “çarpıtmayla”, “sabit fikirlilikle” suçlayan bu tayfaya en güzel yanıtı yine Avrupa Birliği verdi. Brüksel’e teşekkürler!

Öncelikle anımsatalım. Bir ülkeyle müzakere açma kararı oybirliğiyle alınıyor. Öyle herhangi bir parlamento tüzüğünde filan olabileceği gibi “katılanların oybirliğiyle” değil, üyelerin oybirliğiyle. Avrupa Birliği’nin patronları, Atlantik ötesindeki büyük patronunun talimatını yerine getirebilmek için gayet Akepevari bir manevra yaptılar. Ukrayna’yla ilgili karar alınırken, müzakerelerin başlamasına karşı olan ve Kopenhag kriterlerinin tekinin bile uygulanmadığı Macaristan’a “al sana üçbeş milyar Avro cep harçlığı, git Konsey bahçesinde bir sigara (Sigara sağlığa zararlıdır. İçmeyin, içirmeyin!) iç, çağırınca gelirsin” dediler. Her ne kadar AB yetkilileri bunun AB hukukuna uygun olduğunu iddia etseler de, TÜSİAD sözcüsü bile olsanız böyle bir palavrayı sindirebilmenizin mümkün olmaması gerekir. Bunun bırakın AB hukukunu Monopoly oyununda bile geçerli kabul edebilecek tarafı yok.

Bu işin usul tarafı. Bir de içerik yönü var. Ukrayna ve Moldova Maastricht ve Kopenhag kriterlerini yerine getirdiler mi? Burada tek tek verileri sıralayarak kimseyi yormayacağım ama kesinlikle hayır. Bu arada Kıbrıs örneğinde bir kez çiğnenen sınır bütünlüğü olmayan bir ülkenin üyeliğe alınmayacağı, herhangi bir savaş ya da çatışmanın AB’ye ithal edilmeyeceği prensibi ikinci kez görmezden gelindi. Ne de olsa emir büyük yerdendi. 

Ukrayna savaşta. Bırakın kutsal inek mertebesindeki piyasa ekonomisini, enjeksiyon olmadan işleyen herhangi bir ekonomisi dahi yok. Muhalif siyasi partilerin çoğu kapatıldı. Öldürülmeyen muhalif liderler zindanda çürüyor. Bunlar yargı değil, olgu bu arada. Rusçayı ana dil olarak konuşanlar bırakın korunmayı sokaklarda işkence bile görüyorlar. Hukuk devleti yerine düşman hukuku devrede. Buyurun size Kopenhag kriterleri!

Bu köşenin müdavimleri için tekrar olacak ama yineleyelim: AB bu genişleme kararıyla ABD emperyalizminin uzantısı olma işlevini layıkıyla yerine getirmiş oldu. Yıllardır iddia edildiği gibi insan hakları, demokrasi gibi kavramların sermaye çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir anlam taşımadığını, Maastricht’in Hollanda’da geniş meydana sahip bir şehir, Kopenhag’ın ise Galatasaray’ın geçenlerde oynadığı bir futbol takımından ibaret olduğunu gösterdi. Bir zamanlar ABD hegemonyasına insancıl alternatif diye yutturulan AB’nin gerçekte ne olduğunu anlamamız için daha ne gerekir bilemem. Sonuçta AB genişliyor mu, genleşiyor mu belli değil. 

O “insancıl” AB bu zirvede bir şey daha yaptı. Daha doğrusu yapmadı. 2 ayı aşkın süredir her gün yüzlerce insanın barbarca katledildiği, yakın dönemin gördüğü en büyük soykırım girişimi hakkında ortak bir bildiri dahi yayınlayamadı. İspanya, İrlanda, Malta gibi birkaç ülkenin bu yöndeki girişimi sonuçsuz kaldı. İsrail’in Filistin halkına karşı işlediği suçlar “insan hakları ihlali” kapsamında dahi değerlendirmedi. Ne diyelim? Çok yakıştı.

Aman şimdi birileri çıkıp “AB bize haksızlık etti, haçlı hilali şey etti, üyelik önce bizim hakkımızdı” filan diye saçmalamasın! Çelik ve Kömür Birliği olarak yola çıkan AB, ABD’nin ve sermayenin çıkarlarını koruma, kollama ve genişletme örgütü olarak yoluna devam ediyor. Türkiye’nin emekçi  halkının Avrupa’dan elde edeceği hiçbir kazanç yok. 

Küsmece, darılmaca yok! Yüzyıl önce nasıl belirlediysek kendi kaderimizi, bu kez daha da iyisini  yapar, gericiliği ve sömürüyü tarihin çöp sepetine yine yollarız. İşbirlikçileri marifetiyle Türkiye’yi ucuz üretim üssü, zahmetsiz sömürü merkezi ve göçmenler için çalışma kampı haline getiren AB bizden ırak olsun, başka ihsan istemez!

                                                           /././

AKP İsrail karşıtlığında samimi olabilir mi? (Erhan Nalçacı)

Kendisini emperyalist devletler liginde görürken kendisi emperyalizm tarafından teslim alınmış bir ülke İsrail’in katliamlarını ancak seyreder.

Gazze’de İsrail katliamı sürüyor, enkaz altında kalan kayıplar henüz dâhil değil ama yarısı çocuk 20 bin kişi İsrail bombaları ile can verdi. Dünyada İsrail’in dışında hiçbir devletin böylesine bir cinayet işleme özgürlüğü bulunmuyor.

Gazze halkının %85’i evden yoksun kaldı. İsrail’in Gazze halkını sürmek istediği hastaneleri, okulları bombalamalarından belli oluyor, Gazze’de bir yaşam alanı bırakmıyorlar.

AKP 7 Ekimden beri İsrail’e sert çıktı, katliamı lanetledi, ateşkes ve sürecin yönetilmesi için garantör devlet olmayı önerdi. Henüz ulaşmasa da Mısır üzerinden Gazze’ye insani yardım gönderdi. Birleşmiş Milletler oylamalarından ateşkesten yana oy kullandı.

Bu karşıtlığın samimiyetini yakın tarih içinde test edelim:

1-İsrail karşıtı tek Arap devleti olan Suriye’ye karşı komploya Türkiye de katıldı

Hemen bütün Arap devletleri ABD emperyalizminin etkisinde İsrail karşıtlığından vazgeçerlerken Suriye yalnız kalmıştı. 2011 yılında ABD yönetiminde Suriye’ye karşı başlayan komplo jeo-stratejik amaçlar güdüyordu ve muhtemelen İsrail ile birlikte planlanmıştı. Suriye petrolü, doğalgazı olan zengin bir ülke değildi ama bir direnç odağıydı.

ABD Suriye’de bir iç savaş örgütlemek için sadece kullanışlı hale getirdiği cihatçı örgütleri kullanmadı, bölgedeki müttefikleri olan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ı da devreye soktu.

Suriye topraklarının bir kısmı zaten İsrail işgali altındaydı. Şimdi Türkiye, ABD ve Cihatçı çetelerin işgali altında. İsrail istediği haydutlukta bombalayabiliyor Suriye’yi. 

Ve Suriye ABD ve diğer Batı emperyalizminin üyeleri tarafından haksız ve utanç verici bir ekonomik abluka altında tutuluyor.

Suriye komplosuna katılan İsrail karşıtlığında samimi olamaz. Bu başa yazılmalı.

2-ABD emperyalizmine karşı çıkmadan İsrail’e karşı çıkılamaz

Dünyanın hemen her yerindeki tekelci sermaye iktidarları dünyayı görülmemiş bir ahlaksızlığa sürükledi.
Her yıl Birleşmiş Milletler’de ABD’nin Küba’ya  60 yıldır uygulandığı insanlık ve hukuk dışı ablukası oylanır ve çoğunlukla ABD ve İsrail dışındaki bütün devletler ablukanın kaldırılması yönünde oy kullanırlar.

Böylece ellerini ve vicdanlarını temizlediklerini düşünürler. Ancak dönüp ABD ve İsrail’e karşı bir yaptırım öngörmezler, ilişkilerini bozmazlar, müttefiklik, mali ilişkiler ve ticaret devam eder gider. 

Şimdi de Birleşmiş Milletler’de ateşkes oylamasında ABD ve İsrail’in yanı sıra hayır oyu ve durumu kurtarmak için çekimser oy veren ülkeler oldu. Türkiye de dâhil çoğunluk olumlu oy kullandı.

Ama Türkiye hala ABD’nin müttefiki. Hala ABD ve NATO üsleri, radarları, nükleer silahları Türkiye’de konuşlu. Hala dünyanın bu en haydut, en kalleş, en ırkçı, en kanlı devleti ile müttefik olmanın düzen siyasilerinin ahlakını lekelemediği düşünülür.

Türkiye hala ABD’den F-16 alma peşindedir, hala NATO’nun en büyük ordularından biri olmakla övünür, NATO’ya fiili olarak İsrail’in bulunmasına ses çıkarmaz.

3-Kategorik olarak emperyalizme karşı olmadan da İsrail karşıtı olunamaz

Öte yandan ABD bugün tek emperyalist odak değil. ABD hegemonya kaybettikçe irili ufaklı bütün sermaye iktidarları kendi için emperyalist bir tutum geliştirmeye başladı.

İsrail’e dönük kuvvetli bir yaptırım çıkmamasının bir nedeni de bu. Hemen hiçbir devlet halkların özgürlüğünden ve eşitlik içinde gelişiminden yana değil.

Türkiye ve İsrail’de egemen sınıf kendi tekelci sermayeleri. Her ikisi de yayılmacı bir siyaset güdüyorlar. Bazen rekabet oluyor ama öte yandan sınıf kardeşliği var aralarında.

Örneğin, Türkiye’nin Filistin sorununda garantörlük önermesi bölgedeki hegemonyasını artırmayı amaçlamasıyla ilişkilendiriliyor.

Emperyalizme karşı çıkmak bugün düzene karşı bir isyandır, bunu yapamayanlar, sadece lafla protesto ediyorlar.

4-İsrail ile ekonomik ilişkileri sürdürürken inandırıcı bir karşıtlığı yükseltemezsiniz

AKP yönetime geldiğinde İsrail ve Türkiye arasındaki ticaret hacmi 1,4 milyar dolar kadarmış. Yirmi yıl içinde %500’den fazla artarak 9 milyar dolara kadar yükselmiş. İsrail demir-çelik ithalatının %65’ini Türkiyeli şirketlerden yapıyor örneğin. İsrail Türkiye’nin ihracatında 10. sırada bulunuyor.

Bu yükseliş ne “One Munite”den ne Mavi Marmara baskınından etkilenmemiş ve yükselmiş AKP yönetimi boyunca. Şimdi de Gazze katliamı ticareti etkilemiyor gözüküyor.

Gazze olayından önce Erdoğan ile Netanyahu’nun yurt dışında buluştuğu ve Erdoğan’ın İsrail petrol ve doğal gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıma projesini ısıttığı söyleniyor. 

Oysa İsrail devletinin ırkçı, baskıcı ve işgalci özelliği Gazze katliamı ile ortaya çıkmadı ki. Kurulduğundan beri Filistin halkını işgal ettikleri topraklarda yok etmek istiyorlar.

Diğer yandan bütün yukarıda saydıklarımızı bir kenara koyup Erdoğan’ın öfkesinin özellikle Müslüman Kardeşler ve Hamas hamiliği üzerinden gerçek olduğunu düşünelim.

Burası ele aldığımız konuyu ve günümüz Türkiye’sini anlamak için çok önemli. Erdoğan’ın Türkiye’yi yönetecek gücü yok. Çok güçlüymüş gibi gözükmesinin nedeni tekelci sermayenin mutlak diktatörlüğünden kaynaklanıyor. 

İnönü, Menderes, Demirel, Ecevit, her neyse Türkiye’nin daha önceki bütün yöneticileri Erdoğan’dan güçlüydüler. Çünkü elleri altında yönetebilecekleri ve karar alabilecekleri bir kamu mülkü vardı, şimdi devlete ait neredeyse hiçbir şey kalmadı, neyi yöneteceksiniz.

Bakın, Erdoğan yüksek faize karşıydı. Şimdi Türkiye Batı emperyalizminin mali sermayesi tarafından yönetiliyor, yüksek faiz denilen uluslararası bankaların memesi Türkiye’yi esir aldı. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek mali sermayenin bir ajanı olarak bulunuyor. Son kamu mülklerini de peşkeş çekmek, birilerinin alıp yediği borcu emekçi halka ödetmek için görev başında.

Bu koşullarda yönetim ne İsrail karşıtlığı yapabilir ne de ABD karşıtlığı. Kendisini emperyalist devletler liginde görürken kendisi emperyalizm tarafından teslim alınmış bir ülke İsrail’in katliamlarını ancak seyreder.

 (soL)