20 Aralık 2023 Çarşamba

TKP: Maraş Katliamı’nın acısını sadece eşit ve özgür bir ülke dindirebilir + Maraş Katliamı'nın üzerinden 45 yıl geçti + 1978’de ne oldu? Maraş katliamına giden yol (soL)


TKP: Maraş Katliamı’nın acısını sadece eşit ve özgür bir ülke dindirebilir

Maraş Katliamı’nın üzerinden 45 yıl geçti. TKP yaptığı açıklamada, "Bu acıyı sadece eşit ve özgür bir ülke dindirebilir" ifadelerini kullandı.

İktidar, asker ve polis tam günler süren katliama seyirci kalmış, faşist çeteler aralarında çocukların da olduğu onlarca kişiyi katletmişti. 

Alevi kaynaklarına göre 500’e yakın, resmi rakamlara göre ise 111 yurttaş katledildi Maraş’ta. Binlerce kişi yaralandı, çocuklar katledildi, kadınlara tecavüz edildi. Katliamın 45. yılında, Türkiye Komünist Partisi (TKP) "Maraş Katliamı’nın acısını sadece eşit ve özgür bir ülke dindirebilir" başlığıyla bir açıklama yayımladı.

TKP'nin yaptığı açıklamanın tamamı şöyle:

"1978’de gerçekleştirilen Maraş Katliamı, düzenin yedeğindeki MHP’li paramiliter güçlerle giriştiği bir sindirme hareketinin sonucuydu.

Tarih 12 Mart darbesinden 12 Eylül darbesine doğru ilerlerken, “komünizm tehlikesine” karşı düzenin derinliklerinde peydahlanan kontrgerilla örgütü bireysel eylemlerden kitlesel eylemlere geçmeye karar vermişti. Maraş Katliamı bunun ilk sonuçlarından biridir.

Bu kitlesel katliamların hemen ardından seçilmiş hedeflere yönelik suikastlar başladı. Pek çok aydın birbiri peşi sıra öldürüldü. 1978-80 arasındaki üç yıl içinde suikastlarla ve katliamlarla Türkiye’nin yönü değiştirildi. Türkiye faili meçhul cinayetler, vahşi saldırılar ve gözü kara suikastlarla bir askeri darbenin eşiğine getirildi.

Maraş’ta devlet güçlerinin de dahil olduğu kışkırtmalar sonucunda Alevi kaynaklarına göre 500’e yakın, resmi rakamlara göre ise 111 yurttaş katledildi. Çocuklar katledildi, kadınlara tecavüz edildi, binlerce kişi yaralandı.

Sermaye diktatörlüğünün planlı kalkışması olan bu katliamın Ecevit hükümetini devirmek, Alevileri ve sol muhalefeti sindirmek, sıkıyönetim ilanı ve sonrasındaki bir darbe aracılığıyla iktidarı almak gibi çok sayıda hedefi olsa da gerisindeki asıl saik “komünizmle mücadele”ydi.

Bu saikle tehdit olarak gördüklerini öldürdüler, öldüremediklerini sindirdiler, sindiremediklerini bir daha ayağa kalkmasın diye çürüttüler. Bugünkü derin çürümüşlüğün gerisinde o günün cinayetleri ve katliamları var.

Maraş Katliamı’nın üzerinden 45 yıl geçti. 45 yıl sonra hala anısı taze, açılan yaralar kanamaya devam ediyor. Bu acıyı sadece eşit ve özgür bir ülke dindirebilir.

O güne dek, böyle bir ülke için mücadele edenleri ve kaybettiklerimizi saygıyla, minnetle anıyoruz."

                                                               /././

Maraş Katliamı'nın üzerinden 45 yıl geçti (soL-Arşiv)

İktidar, asker ve polis tam günler süren katliama seyirci kalmış, faşist çeteler aralarında çocukların da olduğu onlarca kişiyi katletmişti.

Alevi kaynaklarına göre 500’e yakın, resmi rakamlara göre ise 111 yurttaş katledildi Maraş’ta.

Binlerce kişi yaralandı, çocuklar katledildi, kadınlara tecavüz edildi.

19 Aralık 1978'de başlayan saldırılar 26 Aralık'a kadar iktidar, asker ve polis tarafından seyredildi. Katliamın bir numaralığı sanığı önce beraat ettirildi, sonra değiştirdiği soyadıyla milletvekili seçilip bir de "İnsan Hakları Komisyonu" üyesi oldu...

Maraş'ta katliam MHP’lilerin "Güneş Ne Zaman Doğacak" adlı Sovyetler Birliği karşıtı bir filmi bombalaması ve bu olayı Alevilerin, solcuların yaptığı söylentisini kentte yayması ile başladı. Oysa saldırının asıl faili AKP’nin Alevi açılımında dahi rol vermek istediği ülkücü Ökkeş Şendiller'di.

19 Aralık’ta başlayan saldırılar sonrası 21 Aralık'ta Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu adlı TÖB-DER üyesi iki solcu öğretmen, okul çıkışında katledildi.

Bununla yetinmeyen faşistler öğretmenlerin cenaze törenine dahi saldırdı, saldırıda ülkücü katiller yalnız değildi. Maraş müftüsü, Alevilere saldırının organizasyonunu yapan isimler arasında yer aldı.

Yaşanan vahşetin son noktası 24 Aralık’ta Alevi mahallelerinin otomatik silahlarla taranmasıyla başladı. Maraş tecavüzler, çocukların kurşuna dizilmesi ve daha yüzlerce insanlık dışı olaya sahne oldu.

Devlet ise olayları günlerce seyrettikten sonra kente geldi.

1991 yılına dek süren Maraş Katliamı Davası'nda, 804 kişi yargılandı ve çeşitli cezalar verildi. Dosya, Yargıtay'ın bozma kararının ardından, 1991'de yeni çıkarılan Terörle Mücadele Yasası'na dayanarak kapatıldı.

Katliamın ardında MİT ve MHP'nin yer aldığı birçok raporda yer aldı ancak tek bir adım dahi atılmadı.

Davanın bir numaralı sanığı Ökkeş Kenger uzun yıllar davam eden davanın ardından beraat ettirilen isimlerden olurken, daha sonra Şendiller soyadını aldı ve ilerleyen yıllarda da ANAP-BBP ittifakıyla Kahramanmaraş milletvekili seçildi. Hatta Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyeliğine getirildi. Bu isim daha sonra AKP tarafından "açılım yüzü" olarak gündeme getirildi.

Geçtiğimiz yıllarda katliama ilişkin verilen bir araştırma komisyonu kurulması önergesi, önergede yer alan "katliam" ifadesi nedeniyle gündeme bile alınmadı.

                                                               /././

 1978’de ne oldu? Maraş katliamına giden yol (Fatih Yaşlı)

'Maraş’ı tertipleyenlerin motivasyonu 'mezhepçilik'ten ya da 'Kürt düşmanlığı'ndan kaynaklanmıyordu; katliamın gerisindeki asıl saik 'komünizmle mücadele'ydi...'

1978 yılının Ekim ayında Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran partisinin il temsilcileri toplantısında yaptığı konuşmada yaklaşmakta olan felaketi adeta bir kehanette bulunur gibi haber veriyor ve şöyle diyordu:

"Doğu illerinin bazıları faşist açık ve gizli örgütlerin özellikle yuvalandığı ve güçlü olduğu iller haline getirilmişlerdir. Bu iller Güneydoğu bölgesini kuşatmaktadır. Ayaklandırma kışkırtmaları ve girişimleri için adeta özel olarak görevlendirilmişlerdir. Buralardan bölgedeki diğer illere ‘takviyeler’, ‘bindirilmiş kıtalar’ gönderilmektedir. Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Elazığ, bu çeşit illerdendir. Buralarda ayaklanmalar başlatılacak, sonra bu çeşit olaylar bir çayır yangını gibi diğer illeri sarıp genişleyiverecektir. Bu hengâmede Doğu ve Güneydoğu’daki tüm ilerici, sol güçler, demokratik toplumsal mücadele kırılıp bastırılacak ve giderek tüm ülkeyi kapsayan bir faşist cunta yönetimine en azından bölge bölge gidilecektir. Plan budur."

Peki ne olmuştu, buraya nasıl gelinmişti? Anlatmaya çalışalım.

1978’in hemen başında, aylar süren çalışmalar sonunda nihayet Ecevit yeni hükümeti kurmayı başarmıştı, ancak bu hiç de kolay olmamıştı. CHP 6 Haziran 1977 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmayı başarmıştı ama vekil sayısı tek başına iktidar olmaya yetmiyordu. Ecevit seçimlerin ardından hükümeti kurmak için çeşitli girişimlerde bulundu ama başaramadı ve 21 Temmuz günü 2. Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu. Ancak 2. MC’nin ömrü ilki kadar uzun olmayacak, Kasım ayındaki yerel seçimlerden CHP’nin büyük bir zaferle çıkmasının ardından Adalet Partisi’nden arka arkaya vekil istifaları gelecek ve başbakanlığını Demirel’in yaptığı hükümet muhalefetin verdiği gensoru önergesiyle düşürülecekti.

O esnada Ecevit istifa eden vekillerle temas kuracak, hükümet kurabilecek sayıya ulaşmak için transfer teklifinde bulunacaktı. Florya’daki Güneş Motel’de yapıldığı için “Güneş Motel hadisesi” olarak adlandırılan görüşmeler neticesinde AP’li 12 vekil transfer edilecek ve bu isimlere yeni kurulacak hükümette bakanlık sözü verilecekti. AP hükümetinin 31 Aralık günü düşürülmesinin ardından Ecevit yeni hükümeti kurmayı ve 5 Ocak 1978’de de Meclis’ten güvenoyu almayı başardı, 1974’den sonra ikinci kez başbakan oluyordu.

Ecevit kendi misyonunu radikal solu engelleme ve antikomünizm olarak çok açık bir şekilde ortaya koymuş olsa da hem devletin güvenlik aygıtı hem de faşist hareket, sosyalist solun böylesine güçlü olduğu bir dönemde “ortanın solu”ndaki CHP’nin iktidara gelmesinin sola çok daha geniş bir alan açacağını, sokakta elini güçlendireceğini ve devlet aygıtı içerisindeki yarılmayı derinleştireceğini düşünüyordu.

Bunun üzerine Ecevit iktidarını devirmek için sola yönelik faşist terörün şiddetlendirilmesine karar verildi. Farklı sol örgütlere yönelik silahlı saldırılardan kamuoyunda solcu olarak bilinen aydınlara yönelik suikastlara ve oradan da kitle katliamlarına uzanan bir genişlikte şiddet adım adım tırmandırıldı. Ancak mesele tek başına Ecevit hükümetini devirmek değildi. Şiddet aracılığıyla Ecevit’e sıkıyönetim ilan ettirmek ve oradan darbeye giden yolun taşlarını döşemek, yüzü sola dönük toplum kesimlerini yıldırıp sindirmek ve sağ seçmen nezdinde MHP’yi ciddi bir seçenek haline getirmek de hedefler arasındaydı.

İşte bu süreçte ilk büyük saldırı 16 Mart 1978’de geldi. İstanbul Üniversitesi’nde okuldan toplu çıkış yapan devrimci öğrencilerin üzerine bomba atıldı ve saldırıda 7 öğrenci yaşamını yitirdi. Aynı ayın 24’ünde kontrgerillaya ve MHP’ye yönelik soruşturmalarıyla bilinen ve MHP’li yöneticiler tarafından alenen hedef gösterilen Doğan Öz öldürüldü. Nisan ayında, tam da Boran’ın işaret ettiği illerden biri olan Malatya’nın sağcı kimliğiyle tanınan belediye başkanı Hamid Fendoğlu’nun evine bir bombalı paket gönderildi ve hemen ardından kentteki CHP bürolarına, sendikalara, solculara ve Alevilere yönelik bir saldırı dalgası başladı. Malatya’daki katliam girişiminde 8 kişi ölürken, 100’e yakın kişi de yaralanacaktı.

Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Bedrettin Cömert’in 11 Temmuz 1978’de katledilmesinin ardından 10 Ağustos’ta Ankara Balgat’ta solcuların gittiği kıraathaneler tarandı ve 4 kişi yaşamını yitirdi. Eylül ayında ise yine Boran’ın işaret ettiği illerden bir diğerinde, Sivas’ta, Alevilerin yoğun olarak yaşandığı ve devrimcilerin güçlü olduğu Alibaba Mahallesi’nde bir katliam gerçekleştirildi. 4 Eylül’de başlayan saldırılarda 12 kişi yaşamını yitirecek, 100’den fazla kişi de yaralanacaktı. 8 Ekim günü ise faşist terör Ankara’da sahneye çıkacak ve Bahçelievler’de TİP üyesi 7 öğrencinin canını alacaktı. Boran, katliamların gelişini haber vermişti ama silahsız öğrencilerin Ankara’nın göbeğindeki bir ev baskınında katledileceği bir vahşeti o da tahmin edememişti.

Bahçelievler’in ardından faşist terör tekrar kalemini, zekâsını ve bilgisini halk için kullanan bilim insanlarına yöneldi ve 20 Ekim günü İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Bedri Karafakioğlu öldürüldü. 26 Kasım günü vurulan Karadeniz Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Necdet Bulut ise yaşam mücadelesini 6 Aralık günü kaybetti.

İşte Maraş Katliamı’na böyle gelindi. 19 Aralık’ta “Güneş Ne Zaman Doğacak” adlı antikomünist bir filmin oynadığı sinemada salon ülkücülerle doluyken bir ses bombası patlatıldı. İki gün sonra ise TÖB- DER üyesi iki devrimci öğretmen ülkücüler tarafından öldürüldü. Öğretmenlerin cenaze töreni öncesi solcuların cuma günü camilere saldıracakları yönünde yalan haberler dolaşıma sokuldu, cuma günü ise kimi camilerde “bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır; çevremizde bulunan Alevileri ve CHP'li Sünni imansızları temizleyeceğiz” diye vaazlar veriliyordu.

TÖB-DER’li öğretmenlerin cenaze törenine yönelik saldırılar genişleyerek Alevilerin ve solcuların iş yerlerine yönelik saldırılara dönüştü ama bu saldırılara devrimciler tarafından karşılık verildi ve üç ülkücü öldü. Ertesi gün belediyeye ait hoparlörlerden "Kızıllar üç kardeşimizi şehit etti. Cenazeleri almak için hastane önünde buluşalım", "Kızıllar kentimizi bastı" şeklinde anonslar yapılıyor, “Aleviler içme suyuna zehir kattı, mahallerindeki camileri yaktı” diyerek Sünni-muhafazakâr-milliyetçi ve antikomünist kitleler kışkırtılıyordu.

Toplanan kalabalık Alevilerin yaşadığı ve hem CHP’nin hem de devrimcilerin güçlü olduğu mahallere yönelik saldırıya geçti ve aralarında CHP, TİP, TKP, TÖB-DER, POL-DER binalarının ve Sağlık Müdürlüğü'nün bulunduğu 210 ev ve 70 işyeri yakılıp yıkıldı, resmi sayılara göre 111 kişi katledildi, yüzlerce kişi de yaralandı.

MİT’in 17 Aralık 1979 tarihli raporunda katliamın MHP Maraş il örgütünde MHP Maraş yöneticileriyle Ülkücü Gençlik Derneği üyeleri tarafından planlandığı, Maraş’taki solcu ve Alevilere bir ders verilmesi için solcu Alevilerin yaşadığı mahallelere saldırılması kararı alındığı belirtiliyordu. Sonrasında TÖB- DER’li öğretmenlerin cenazeleri bahane edilmiş ve belirlenen semtlerdeki özellikle devrimcilerin yaşadığı evler öncelikle hedef alınmıştı. Katliamın sonrasında davanın müdahil avukatları da faşist terör tarafından hedef alındılar ve 3 Şubat 1980’de Halil Sıtkı Güllüoğlu, 3 Mayıs 1980’de Ahmet Albay ve 10 Eylül 1980’de Ceyhun Can katledildi.

Velhasıl Maraş’ta hedef alınanlar Türk ve Kürt fark etmeksizin Alevilerdi, katliam için sokağa çıkan kitleler de Sünni, muhafazakar ve milliyetçiydi doğru ama Maraş’ı tertipleyenlerin motivasyonu “mezhepçilik”ten ya da “Kürt düşmanlığı”ndan kaynaklanmıyordu; katliamın gerisindeki asıl saik “komünizmle mücadele”ydi ve Alevi kitlelerle devrimciler arasındaki bağlantıları koparmak, Ecevit hükümetini devirmek, sol muhalefeti sindirmek, özellikle taşradaki sağ tabanı konsolide etmek, sıkıyönetim ilanı ve sonrasındaki bir darbe aracılığıyla iktidarı almak gibi çok sayıda hedef iç içe geçmiş durumdaydı.

Bugünlerde memlekette tarih geriye doğru yazılırken, zamanın ruhuna uygun bir şekilde ve elbette ki bilinçli olarak her mesele “kimlikler” eksenine yerleştirilmeye çalışılıyor, kimlik-merkezli bakış her şeyin önüne geçiyor ve sınıf perspektifi unutturulmak isteniyor. Oysa Maraş, 12 Eylül’e doğru giden Türkiye’de yaşanan “iç savaş”ın ve o savaşın ana nedeni olan sınıf mücadelesinin somutlaştığı, o savaş ve mücadeleden kaynaklı bir tertip ve kanlı bir katliamdı, söz konusu kimliklerin hedef alınmasının ve katliamın nedeni de esas olarak bu mücadeleydi.

Geçmişi doğru anlamadan bugünü de yarını da doğru bir şekilde anlayamayacağımıza göre, Maraş’ı da hakiki bağlamına oturtmamız ve öyle hatırlamamız bir zorunluluk teşkil ediyor. Hafızasızlaştırmaya karşı sahici bir hafıza savaşı vermek tam olarak bunu gerektiriyor.

(soL)

TKP: İktidar ve iktidarın bakanı yapılan protokollerle suç işliyor - soL

 Bakan Tekin tarikat ve cemaatlerle protokol yapmaya devam edeceğini açıkça ilan etti, TKP "Çocuklarımızı ve gençlerimizi sizden koruyacağız. Tarikat ve cemaatleri dağıtacağız" dedi.

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada bakanlığın tarikat ve cemaatlerle protokol yapmaya devam edeceğini açıkça ilan etti. Tekin "Sizin 'tarikat, cemaat' dediğiniz, bizim 'STK' dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır. Ben bu protokollerle bize destek olanlara da teşekkür ediyorum. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz" ifadelerini kullandı.

Türkiye Komünist Partisi (TKP), Bakan Tekin'in tarikat ve cemaatleri savunmasına tepki gösterdi, yapılan açıklamada, "Akla, bilime ve laikliğe karşı açık bir savaş yürüten iktidarı ve o iktidarın Bakanı'nı uyarıyoruz: Yaptığınız protokoller suçtur" denildi.

TKP'nin yaptığı açıklamanın tamamı şöyle:

"Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, tarikat ve cemaatlerle Bakanlık düzeyinde protokollerin yapıldığını ve yapılmaya devam edileceğini açıkça ilan etti! Akla, bilime ve laikliğe karşı açık bir savaş yürüten iktidarı ve o iktidarın Bakanı'nı uyarıyoruz: Yaptığınız protokoller suçtur!

Tarikatlar sivil toplum kuruluşu adı altında Cumhuriyet düşmanlığının ve karşı devrimin merkezidir. Eski feodal yapılarını bugünün kapitalist düzenine entegre etmiş, her türlü akçeli işin döndüğü gerici oluşumlardır. Emek ve din sömürüsü bünyelerinde birleşmiştir. Milli Eğitim Bakanı bu yapılarla protokol yaparak kamu kaynaklarının tarikatlara aktarımını sağlarken, karşılığında Cumhuriyet düşmanı bir nesil yaratma planı yapmaktadır. Bu halk düşmanı yapıda çocuklarımız geleceksizleştirilmektedir.

Çocuklarımızı ve gençlerimizi sizden koruyacağız. Tarikat ve cemaatleri dağıtacağız."

soL KÖŞEBAŞI - 20 ARALIK 2023 -

“Sizin tarikat, cemaat bizim STK dediğimiz yapılar…”(Fatih Yaşlı)

"Demek ki İlim Yayma Cemiyeti 1951’de tesadüfen kurulmuyor, demek ki her şey AKP ile başlamıyor; Cemiyet’in bugün üstlendiği işlev tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde bir anlam kazanıyor."

Tarih 11 Ekim 1951… Demokrat Parti’nin iş başına gelmesinin üzerinden yaklaşık bir buçuk yıl geçmiş. Türkiye’nin ilk imam-hatip okulu olan İstanbul İmam-Hatip Okulu, İslamcı çevrelerde “Celal Hoca” diye bilinen Celalettin Ökten’in öncülüğünde açılıyor. Açılıştan sadece altı gün önce Celal Hoca ve arkadaşları İlim Yayma Cemiyeti adlı bir dernek kuruyorlar. Derneğin asli hedefi, resmi olarak öyle söylenmese de laik eğitimde gedikler açmak ve paralel diyebileceğimiz bir dinsel eğitim kurumları ağı yaratarak eğitimde dinselleşmeye ivme kazandırmak. 

Bu doğrultuda Türkiye’nin her yerinde imam-hatip okulları açılmasını görev olarak benimsiyorlar ve elbette ki Menderes hükümetinden, özellikle de onun Milli Eğitim Bakanı olan Tevfik İleri’den cesaret alıyorlar. Zaten Celal Hoca daha önce CHP döneminde açılan imam-hatip kurslarında idarecilik yapmış; ancak bu kursların eğitimin dinselleştirilmesi için yeterli olmadığını görüyor ve imam-hatiplerin birer ortaokul kurumu olması gerektiğini düşünüyor. Aradığı fırsatı ise DP’nin iktidara gelmesiyle buluyor. Menderes döneminde İlim Yayma Cemiyeti büyüdükçe büyüyor, 1952’de “kamu yararına faaliyet gösteren dernek” statüsüne kavuşuyor ve imam-hatip okullarının Türkiye'nin her yerinde pıtrak gibi çoğalmasında çok büyük bir rol oynuyor.

İlim Yayma Cemiyeti ve imam-hatip okulları Menderes hükümetinin bir ürünü ama buraya giden yolun taşları 1940’ların ikinci yarısından itibaren bizzat CHP eliyle döşeniyor. Sembolik olduğu için işaret edelim: Aydınlanmacı bir eğitim anlayışının temsilcisi ve Köy Enstitüleri’nin en büyük destekçisi Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığı’ndan 1946’da istifa etmek zorunda kalıyor. Yerine milliyetçi-muhafazakâr bir isim olan ve Cumhuriyet’in ilk gerici Milli Eğitim Bakanı diyebileceğimiz Reşat Şemsettin Sirer geçiyor. Sirer döneminde Enstitüler resmi olarak kapatılmıyor ama işlevsizleştiriliyor; aydınlanmacı, laik kadrolar hem enstitülerde hem bakanlıkta tasfiye ediliyor, sindiriliyor, susturuluyor. 

Peki tüm bunların parti yönetiminden bağımsız olduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette ki hayır. Dönüşüm tek parti iktidarının ve Türkiye yönetici sınıfının 2. Dünya Savaşı’nın bitiminin hemen ardından başlayan Soğuk Savaş’ta tarafını ABD ve Batı bloğu olarak seçmesiyle başlıyor, bu seçim antikomünizmi Türkiye siyasetinin merkezine yerleştiriyor. Sol düşmanlığı ve komünizmle mücadele ise düşünen, sorgulayan yurttaşlara değil, milliyetçilik ve İslamcılıkla afyonlanmış ve sürüleştirilmiş kitlelere ihtiyaç duyuyor. 

Türkiye’nin IMF’ye, Dünya Bankası’na, NATO’ya üyelik başvurusu yapması ile Köy Enstitüleri’nin tasfiye edilip imam-hatip kurslarının açılmaya başlanmasının aynı döneme denk gelmesi bir tesadüf olabilir mi? İnönü’nün 1949’da 2. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan sürecin en önemli İslamcı figürlerinden biri olan Şemsettin Günaltay’ı başbakanlık koltuğuna oturtması yaşanan süreçten bağımsız ele alınabilir mi?  

“Zamanın ruhu” tam olarak bunları gerektiriyor. CHP’nin 1947’deki 7. Kurultayı’nın ardından ilkokul programlarına seçmeli olarak din dersi konuluyor, imam-hatip kursları açılması kararı alınıyor, kimi türbelere ziyaret serbest bırakılıyor, hac ziyareti için döviz tahsisatı başlatılıyor ve ilk ilahiyat fakültesi açılıyor. Türkiye’de düzenin Soğuk Savaş’a girişi Cumhuriyet’e ve onun kuruluş felsefesine ihanetle söz konusu oluyor; çünkü başka çaresi bulunmuyor. Düzenin bekası sol düşmanlığını, sol düşmanlığı gericiliği çağırıyor, düzenin bekası adına ve solla kavga için gericiliğe ihtiyaç duyuluyor.

İlim Yayma Cemiyeti’nden devam edelim. Cemiyeti kuranların bir kısmı aynı zamanda 1948’de Zonguldak’ta açılan ilk Komünizmle Mücadele Derneği’nden geliyorlar.  Dolayısıyla “ilmin yayılması” ile antikomünizm arasındaki bağlantıyı daha baştan görebiliyoruz. Cemiyet’in bir numaralı üyesi Yusuf Türel İskenderpaşa Dergahı’nın en önemli şeyhlerinden Mehmet Zahit Kotku’nun müritlerinden biri, kurucu üyelerden Seniyüddin Başak ise Said Nursi’nin avukatı; dolayısıyla Cemiyet’in kuruluşunda tarikat ve cemaat bağlantıları doğrudan rol oynuyor. Kotku döneminde İskenderpaşa Dergâhı bürokrasiyi gözüne kestiriyor ve muhafazakâr parlak üniversite öğrencilerini bünyesine katmaya çalışıyor; Turgut Özal ve Necmettin Erbakan, Kotku’ya intisap eden ve gelecekte Türkiye siyasetinde önemli roller oynayacak iki isim olarak karşımıza çıkıyorlar. Kotku, Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’ni ve o kapatıldıktan sonra Milli Selamet Partisi’ni kurmasında büyük rol oynuyor. “Gümüş Motor” da yine Kotku’nun teşviki ve dergâhın desteğiyle kuruluyor. Dergâhın tedrisatından daha sonra genç kuşak İslamcılar da geçiyor. Erdoğan, Arınç, Gül gibi AKP’nin kurucu kadrolarının önemlice bir bölümü İskenderpaşa Dergâhı’ndan geliyorlar.  

İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Dernekleri ile olan ilişkilerine zamanla başka ilişkiler de ekliyor ve böylece ortaya gerici bir network çıkıyor. Milli Türk Talebe networkün en önemli ayaklarından birini teşkil ediyor ve bu üçlü 1969’daki Amerikan 6. Filosu’nu protesto eden devrimci gençlere yönelik Kanlı Pazar’ı tertipliyorlar. Ancak aynı dönemlerde sokaktaki asıl paramiliter güç olma görevini ülkücüler üstleniyor ve İslamcılar yavaş yavaş sokaktan çekilmeye başlıyorlar. İşte bu dönemde komünizmle “fikri mücadele” adına İlim Yayma Cemiyeti üyelerinin de aralarında yer aldığı isimler Aydınlar Ocağı’nı kuruyorlar. Aydınlar Ocağı Milliyetçi Cephe hükümetinin kuruluşunda önemli bir rol oynuyor, 70’lerin sonuna doğru ise gelmekte olan darbenin akıl hocalığını üstleniyor. Ocağın üyelerinden Turgut Özal darbenin ekonomi yönetimini üstlenirken, ocağın ürettiği ideoloji olan Türk-İslam sentezi devletin gayri resmî ideolojisi haline geliyor ve Aydınlar Ocağı üyeleri 12 Eylülcüler tarafından başta eğitim olmak üzere bürokrasinin kilit noktalarına atanıyorlar.

Hem İlim Yayma Cemiyeti hem de Aydınlar Ocağı üyesi olan Nevzat Yalçıntaş İslam Kalkınma Bankası Araştırma ve Eğitim Enstitüsü’nün yönetiminde yer alıyor. Sabahattin Zaim ise Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi’nde konuk öğretim üyeliği yapıyor. Abdullah Gül’ü İstanbul Üniversitesi’ne alan da Fehmi Koru ve Şükrü Karatepe ile birlikte cemiyet ve ocak üyelerinin kurduğu Milli Kültür Vakfı bursuyla Exeter Üniversitesi’ne yollayan da Sabahattin Zaim. Ahmet Davutoğlu, Mehmet Şimşek, Ekmeleddin İhsanoğlu, Durmuş Yılmaz gibi isimlerin de yolları bir dönem Exeter’dan geçiyor. Buranın bir tür gerici yetiştirme çiftliği olduğunu söyleyebiliyoruz.   

Tüm bunlar olurken Arap sermayesi ile bağlantı kurulması da ihmal edilmiyor, bunun önünü ise Turgut Özal açıyor. Başta Yalçıntaş ve Zaim olmak üzere, Türkiye İslamcılığıyla Arap sermayesi arasındaki bağlantıyı sağlayan isimler, daha sonraları AKP’nin kuruluşunda ve finansal açıdan desteklenmesinde büyük rol oynuyorlar. Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal, Erdoğan’ın “akil adamlar”ından biri oluyor. Yine Erdoğan’ın kızının nikâhının villasında kıyıldığı Al Baraka Türk’ün ortaklarından Mustafa Topbaş’ın, aynı zamanda Ülker’le de “AK Gıda” adı altında bir ortaklığı bulunuyor. Topbaş aynı zamanda Cüneyd Zapsu’nun BİM isimli marketler zincirinin de satılmadan önceki ortaklarından biri, Zapsu ise Recep Tayyip Erdoğan’ı Türkiye burjuvazisine ve elbette ki ABD’ye “takdim eden” isim.  

Artık tabloyu tamamlayalım: Geçtiğimiz cumartesi İlim Yayma Cemiyeti tarafından kurulan İlim Yayma Vakfı’nın 50. yıl ödül töreni yapılıyor. İlim Yayma Vakfı’nın başında ise Bilal Erdoğan bulunuyor. Törende Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da bir konuşma yapıyor. İlim Yayma Cemiyeti’nin 1951 yılında açtığı ilk imam-hatip okulunun adı ise uzunca bir süredir Recep Tayyip Erdoğan Anadolu İmam Hatip Lisesi. Burada gören gözler için ibretlik bir sembolizm bulunuyor. 

Bize kimi zaman “Cumhuriyet’in çökertilmesinden size ne” diye soruyorlar. Oysa bu çöküşün muhatabı doğrudan biziz. Sermayenin ve Türkiye yönetici sınıfının Cumhuriyet’e ihanetinin temelinde sol düşmanlığı, sol korkusu, antikomünizm var. Cumhuriyet’i bizden duydukları korkuyla yıktılar. Sol düşmanlığı adına kendilerine açılan kapılardan girenler ise önce hükümet, sonra devlet oldular ve bugün kendi rejimlerini inşa ediyorlar. 

Bu rejim inşasının somut olarak gözlemlenebileceği yerlerden belki de en önemlisi eğitim alanı. 4+4+4’le başlayan süreç bugün din dersinin anaokullarına inmesiyle, her okula imam atanmasıyla, müfredatın bütünüyle dinselleştirilmesiyle devam ediyor. Milli Eğitim Bakanı Meclis kürsüsünden tarikat ve cemaatlerle imzalanan protokolleri savunuyor, birlikte çalışmaya devam edeceklerini söylüyor.

Demek ki İlim Yayma Cemiyeti 1951’de tesadüfen kurulmuyor, demek ki her şey AKP ile başlamıyor; Cemiyet’in bugün üstlendiği işlev tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde bir anlam kazanıyor. Türkiye’de dinsel bir rejim inşa edildiğini, bunu da en çok Türkiye kapitalizminin istediğini, emeğin sömürüsü için en çok din sömürüsüne ihtiyaç duyulduğunu söylemeden, emek mücadelesi ile laiklik mücadelesini birleştirmeden ve bunun üzerine güçlü bir siyaset kurmadan tek bir adım dahi atmak mümkün görünmüyor. 

                                                               /././

Din ve ahlak (Kadir Sev)

"Dinsel içerikli eğitime hız verildikçe; ülke kaynakları, tarikat ve cemaatlere boca ediliyor. Ancak, yolsuzluklar azalacağına artıyor."

Bu memlekette, 2022 yılı sonu itibariyle, 89 bin 302 cami, 16 bin 672 Kur’an kursu var. Diyanet İşleri Başkanlığında 141,218 personel çalışıyor. Başkanlık 2021 yılında 13,039 milyar TL; 2022 yılında 23,552 milyar TL olmak üzere yalnızca iki yılda 36,592 milyar lira harcadı. Her yaştan milyonlarca yurttaş, imam-hatip ortaokulu ve liselerinde; Kur’an kurslarında; İlahiyat vb Fakültelerinde eğitim gördü. Anaokullarında bile dinsel dogmalar öğretiliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, Dinsel içerikli eğitim konusunda Diyanet İşlerinden geri kalmıyor. Bakanlığın örgüt yapısı içinde tanımlanan, Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, İmam-Hatip Ortaokul ve Liselerini yönetiyor. Normal eğitim yapılan okullara da cami işlevi tanımladılar. Seçmeli süsü verdikleri din konuları, Anayasasında laik olduğu yazılı Türkiye Cumhuriyeti’nin Eğitim Bakanlığında zorunlu olarak okutuluyor. Aslında, dayatılıyor demek daha doğru…

Bunlarla yetinmiyorlar, Sivil toplum adını taktıklarını öğrendiğimiz tarikat/cemaatlerin kurduğu vakıf ve derneklerle protokoller imzalayıp eğitime ortak ediyorlar.

Kur’an kurslarının çoğu, etkinliklerini merdiven altlarında sürdürdükleri için katılanların ne kimlikleri ne sayıları bilinebiliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürlüğü 3.437 imam hatip ortaokulu ve lisesini yönetiyor. Ayrıca Açık Öğretim İmam Hatip lisesinde 98,822 öğrenci eğitim görüyor.

Yükseköğretim kurumlarında (Üniversiteler), İlahiyat; Dini İlimler; İslami İlimler; Uluslararası İslam ve Din Bilimleri Fakülteleri ya da yüksek okulları ve benzeri adlarla kurulan 100 dolayında eğitim biriminde en azından on binlerce öğrenciye eğitim verdiriliyor.

Uzatmayalım. Yazının temel tezi şu: Yerli yabancı tekeller rahatça soygun yapsın diye, devlet kuralsızlaştırıldı; yasal-sosyal ve kültürel ortam hazırlandı. Emperyalizme engelsiz ve daha geniş bir alan açmak (sunmak) uğruna ülkenin kaynakları, zenginlikleri ve geleceği çalınıyor; çocuklarımızın yaşamları karartılıyor. Siyasete etkili biçimde müdahil olacak örgütlenmeler kotarmak için acele etmeliyiz. Yukarıda sıralanan olumsuzluklar her gün giderek boyutlanıyor-yaygınlaşıyor - derinleşiyor. Dönülemeyecek noktaya doğru hızla yol alıyoruz.

Dinsel içerikli eğitimi, toplumun ahlaklı olması adına gerçekleştirdiklerini söyleyenler, hepimizi aldatıyor. Dünya üzerinde ahlaksızlığın öğütlendiği bir öğreti yoktur. Din ile ahlak arasında sıkı bir bağ olduğunu söyleyenler, savlarını kanıtlayacak bilgi-belge-olay-belirti bulamazlar. Aramaya girişenler, kaçınılmaz olarak yaşam pratiğinin bu savları boşa çıkaracak çok sayıda örnekle dolu olduğunu göreceklerdir.

Son söz olarak şunları söyleyelim: dinsel içerikli eğitime hız verildikçe; ülke kaynakları, tarikat ve cemaatlere boca ediliyor. Ancak, yolsuzluklar azalacağına artıyor. Daha kötüsü de var: Uyuşturucu trafiğinin bildiğimizin çok ötesinde boyutlandığı anlaşılıyor. 

Dinsel eğitim ahlaklı olmayı sağlayabilseydi, kara paranın meşrulaştırılması işlevi gören "varlık barışı” yasalarının her yıl çıkarılması gerekmezdi. Üstelik olayın gerçek boyutunun ortaya çıkmasını önlemek için bu yasalar karşılığında Ülkeye ne tutarlarda para girdiği sır gibi saklanmaz; Bütçe görüşmeleri sırasında milletvekillerinin bu konudaki soruları yanıtsız bırakılmazdı. Bütçe açıklarının hangi kaynaklardan karşılandığı bilinir, “net hata noksan” adı verilen, hesaplarda muhasebeleştirilmesi gerekmezdi.

İyi haftalar!...

                                                             /././

Bir Volkan Algan romanı: Sınıf aynasındaki suretler (Orhan Gökdemir)

İşçiysen ya da işsizsen, çaresizlikten baba evine sığınmışsan, büyük bir aşkla bağlandığın eşin çalışıyor ve sen evde pinekliyorsan bu bir sınıf hikayesidir işte.

İşçi sınıfına dahil olanlar yazmaz. Yazanlar da işçi sınıfına dahil değildir. Böyle bir olanaksızlıktır işçinin romanının az yazılmasının nedeni. Bu durumda, işçi sınıfına dahil olmamakla birlikte yüzünü sınıfa dönmüş yazarlara ihtiyaç vardır.


 Volkan Algan o kapıdan sessizce giriş yapan genç yazarlarımızdan biri. Son verimi başrolünde sınıfın olduğu bir roman. “Birbirimizden Yansır Suretimiz”de yansıyan suretler işçi ile yazıcısının sureti.  

Olay İstanbul’un işçi mahallelerinde geçiyor, haliyle. Kasabadan dekorundan kurtulduğumuz ender anlardan biri bu aynı zamanda. “Mekân ve hikâye aynı anda canlanıyor benim gözümde” diyor bir söyleşisinde yazar. Haklı, sınıfı ve işçi karakterini mekândan ayıramayız. Mekânı sınıf belirler ve mekân sınıfı belirler. Sahil kasabasında olmaz işlerimizdendir, demek istiyorum.  

Yanlış anlaşılmasın, “Birbirimizden Yansır Suretimiz”de başrolde mekân değil işçi sınıfı var. Sınıfın sıradan üyelerinin maceraları anlatılıyor romanda. Özgür, Metin ya da Çağlar değil mesele yani. Tabii bu karakterler üzerinden takip ediyoruz olayları. Onların hikayelerinden oluşuyor roman ama aslında anlatılan senin hikayen!

Haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi

Roman boyunca İstanbul’da Haliç kıyısındayız. Ülkenin ilk işçi havzalarından biri burası, temsil değeri çok yüksek. Aynı zamanda Türkiye sermayesinin serpilip geliştiği en önemli bölgelerden biri. Buradaki atölyelerin ölülerini yağmalayarak yükseldi o sermaye birikimi. Tabii bu mücadele, o bölgeyi işçi hareketleri için de önemli bir merkez haline getiriyor. Haliç’in son 50-60 yılda yaşadığı dönüşümle, sınıf hareketinin tarihsel serüveni arasında bir paralellik var. 

Haliç’in hikayesi iki sınıfın hikayesi demek ki. Bir ucunda Osmanlı’nın ilk Müslüman mahallesi Eyüp, ilk gecekondu bölgesi Alibeyköy var. Diğer ucunda Cibali Tütün Fabrikası ve tarihi İstanbul. Özal’ın İstanbul’a musallat ettiği Bedrettin Dalan üzerinden bir silindir gibi geçmeden önce kıyaya kadar atölye gecekondular tarafından kuşatılmıştı bölge. Öyle ki Alibeyköy-Eyüp otobüsleri içinde üç-beş işçinin çalıştığı o atölyeleri yalayarak yol açardı kendine. O otobüsleri dünyanın en usta şoförleri kullanırdı sanırım. Ve hepsi ağzına kadar tıka basa işçi dolu olurdu. Gün doğarken Alibeyköy’den Eyüp’ten yoksulluk alır, gün doğarken aynı yere yorgunluk boşaltırdı Haliç otobüsleri. Dalan Haliç’e Adnan Menderes’in yaptığını yaptı. Gecekondu atölyeleri göçe zorladı. Boşalan mekanları yıktı, sermayeye alan açtı. Bu yıkım “Haliç’i temizleme” iddiasıyla meşrulaştırılmıştı. Halbuki sanayi atıklarının Haliç’e boşaltılmasına yol veren de temsilcisi olduğu sermaye düzeniydi. 

O günde bu yan Haliç’i işçiden arındırma girişimi sürüyor. Eyüp artık siyasal İslamcı iktidar için hac yeri. Öbür Ucundaki Cibali Tütün Fabrikasından kalanlara ise sermayenin “Has” adamları çöktü. Geri kalanı turistik bir hikâyeden ibaret. 

İşçilerin ölümü doğallaşınca

Romanı yazılmayanlar daha çok ölür. Gözden çıkarılmış bir sınıftır işçi sınıfı. Her gün ölüyorlar haliyle. “Bu kitabın fikri bir gazete haberinden çıktı. İstanbul’da bilindik bir şantiyede ölen güvenlik görevlisi gerçek bir başlangıç noktasıydı” diyor Volkan Algan. Yönünü sınıfa dönmeyenin böyle bir noktadan yola çıkması imkansızdır zaten.  Böylece her gün onlarcasına rastlayıp, dikkat etmeden geçip gittiğimiz bir cinayet haberi bir romana dönüştü. Bütünüyle yazıcının yönünü sınıfa dönmesiyle ilgilidir. 

Haliyle bu sıradan haberin önüne ve ardına bakmalıdır yazıcı. Sınıfın nereden gelip nereye gittiğini anlamalıdır bir başka deyişle. Böyle olunca birkaç kuşak, babalar ve oğullar, arkadaşlar, dün ve bugün sahneye giriş yapar. Mekanlar eşlik eder kuşaklara. Böylece yeni bir “bugün” oluşur. Toplamına roman diyoruz. 

Bir yetim özgürlük

“Bir kuşak öncesi Özgür’ün, Çağlar’ın Metin’in babaları, fabrikaların siren seslerinin nispeten neşeyle öttüğü yıllar, 1980 öncesi, özelleştirmelerin yağmur gibi yağmadığı, işçilerin ekmek mücadelesinde sendikalarla direniş örgütlediği yıllar. Ve babalarıyla boyun eğmemeyi öğrenen oğullar, tercihleri ve ödedikleri bedeller. Hayatta olmasa da duvardaki bir fotoğraf çerçevesinden oğullarını, torunlarını izleyen dedeler.” 

Demek ki sadece bir tarih, sadece bir mekân yetmez sınıfın tarihini anlatmak için. Birkaç kuşağı, o birkaç kuşak içinde babaları ve oğulları sahneye çağırmak gerekir.  

Algan da “Babalar ve Oğullar” hikayesi olarak yapmış kurgusunu. Oğulların babalardan öğrendikleri bir yana, sınıf da oğullara babalardan mirastır. Sınıflar arası geçişkenlik imkansıza yakındır çünkü. Babalar hangi sınıfa dahilse oğullar da o sınıfa dahil olur. Çağlar’ın dediği gibi, biz dededen bu yana işçiyiz…

Tabii sadece bu değil; “Babam, onunla ne yapacağımı bilmediğim bir özgürlük bırakıp gitti bana…” Bu da denkleme dahildir. Çok hoş. Bu ülkede babalar oğullarından daha özgür yaşadı. Bu da ülkenin tarihinin dışında anlamlandırılamaz. 1960’lı, 1970’li yıllar Türkiye’de solun büyük yükseliş yıllarıydı. 27 Mayıs’ın açtığı kapıdan sızan özgürlük rüzgârı büyümüş, bir sol dalgaya dönüşmüştü. Sokağın sola meylettiği zamanlardı, dağ taş sanki isyana durmuş, bin yıllık esarete son vermek için ayaklanmıştı. “Sosyal uyanışın, ekonomik gelişmeyi aştığı” yıllardı. Öyle ki düzenin panik içinde planladığı ve yürürlüğe koyduğu 12 Mart duvarı da akışa engel olamayacaktı.

Cumhuriyet ayakta, laiklik sokaktaydı. Gericilik sokakta yenilmiş, sindirilmişti. Köylü çocukları köylerinden çıkıp büyük şehirlerin üniversitelerinin yollarını tutmuştu. Geriye ellerinde dergiler ve kitaplarla döneceklerdi. Marx vardı o kitapların yazarları arasında, orak çekiçli dergiler vardı. Belki de ülke tarihinde ilk defa babalar ile oğullar arasındaki devamlılık radikal bir biçimde kesintiye uğramıştı. 

1960’lı, 1970’li yıllar çocukların babalarından öğrendiği yıllar değildi, çocukların babalarına öğrettikleri yıllardı. Yükseliş yıllarında öğreten sokaktır, haliyle kimse babasından öğrenmeyi düşünmez. O halde böyle zamanlarda babalarından öğrenen çocuklar kuşaklarının en ışıltısızları ve en korkaklarıdır.

Ve 12 Eylül geldi bu büyük dalgayı kapattı. Sonra özgürleşmiş o babalar çocuklarına bilmedikleri bir özgürlük bırakarak çekip gitti. 

“’Babam, onunla ne yapacağımı bilmediğim bir özgürlük bırakıp gitti bana…” Çünkü direnişten kalan bir özgürlüktü o. Demek ki onu ancak direnişle taçlandırabilirsin. Sınıf geri çekildiğinde özgürlük de anlamsızlaşır. İşçiysen ya da işsizsen, çaresizlikten baba evine sığınmışsan, büyük bir aşkla bağlandığın eşin çalışıyor ve sen evde pinekliyorsan bu bir sınıf hikayesidir işte. Babadan kalan özgürlük elinde, şantiye kapılarında iş aramaya çıkabilirsin ancak. Ya da örgütlenirsin, bu zinciri kırmak için senin gibi olanlarla yan yana gelirsin. 

Özgür tek başına özgür olabilir mi?

“Umutsuzluğun, tepkisizliğin, alışılmışlığın, boş vermişliğin karışımı. Yine de tüm bu sorunların içinde, onların çözümü üzerine hiç düşünmeksizin-böyle bir ihtimali aklına getirmeksizin- yaşayabilmek adına ne büyük bir güç veriyordu hepimize. Olmayan bir güveni aramak yerine, hiçbir şey aramamak, hayatın zorluklarına karşı duyarsızlık silahını çekmek, sorunlarla birlikte sorunsuz yaşamak, hayat böyleydi mahallede.”

Özgür karakteri yaşadığımız mahallede, bugünde yaşıyor bir bakıma. Sorunları çok, çıkış umudu yok. Yaşadığı mahalle, babası, arkadaşları Özgür’ü oluşturan değerler ve toplumsal koşullar çok tanıdık. Sorunlarının çözümü sandığı sıradan bir şantiyenin güvenlik kulübesine Çağlar’ın anlattıklarını dinlesin diye yaratılmış bir karakterdir o. Romanda da gerçek hayatta da. Ta ki Çağlar’ın anlamaya ve direnmeye karar verene kadar. 

Romanın asıl mekânı olan o şantiyenin bekçi kulübesinde iki kişi var. Çağlar konuşuyor, Özgür dinliyor. Çağlar konuşurken gözlerimiz Özgür’de, çünkü Çağlar’ın Özgür’ü değiştirmesine bağlı her şey. Özgür’ü anlamak bu kitabın ve bu hayatın temel meselelerinden biri çünkü. 

Özgür, “hayat boyu var olmak için mücadele ettiği halde, bir gün duraksasa bu dünyadan hiç geçmemiş gibi izi kalmayacaklardan olmayacaktık biz…” dediği anda başlar her şey aslında. Geleceğe bir yol arayan Özgür’ün bir çıkar yol arayışına giriştir roman. Haliyle Özgür’ün hikayesi romanın son sayfasını kapattıktan sonra da devam ediyor.

Aşkta, acıda, kimsesizlikte, dostlukta, örgütlülükte, işsizlikte, özgürlükte ve çaresizlikte yazılmış ender romanlarımızdan biri “Birbirimizden Yansır Suretimiz.” Bir sınıfa giriş romanı bu. Daha geride yazılmamış romanlar, kâğıda dökülmemiş dizeler var elbette. Yepyeni şarkılar, marşlar düzülecek onlara dair. Hepsi birlikte o büyük hesaplaşma anına giriştir. Ama biliyoruz, onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman başlayacak her şey. 

(soL)



Ziraat’e, Next Level kazığı: ‘Biz böyle para kazanıyoruz’ - Bahadır Özgür / duvaR

 

                                                    Ekim 2023, Next Level AVM açılışı

AKP’li vekilin eşinin yaptığı, Erdoğan’ın açtığı, Sedat Peker’in “rüşvetin üssü” dediği Ankara Next Level AVM, 2019’da kredi borcu karşılığı Ziraat Bankası’na devredilmişti. Neredeyse tamamı Ziraat kredisiyle yapılan AVM için yandaşın 2019’da 412 milyon lira borcu silinmişti. Ziraat, AVM’yi bu ay 1 milyar liraya satışa çıkardı. Dolar bazında bakıldığında arada tam iki katı zarar var.

Onlarca kez örneğini gördüğümüz, ‘rant AKP’liye, zarar bize’ tezgahının bir yenisini daha yaşıyoruz. Sözde çiftçinin bankası olan ama tamamen iktidar yandaşlarının ‘kredi sebili’ haline getirilen Ziraat Bankası’nın, borç-varlık takasıyla aldığı Ankara’daki Next Level AVM satışa çıkarıldı. Değerleme raporuna bakılırsa, alış ve satışa çıkarılan bedel arasında dolar bazında neredeyse iki katı zarar söz konusu.

Next Level AVM, inşaat rantıyla milyonlarca dolarlık kamu kaynağını bir yandaşa aktararak besleyip büyütmenin abidesi gibi. Üstelik Sedat Peker’in ifşalarıyla beraber burasının türlü rüşvet ve mafyatik ilişkinin de üssü haline geldiği iddia edilmişti. Yani başından sonuna, AKP iktidarının işleyiş biçimini görebileceğimiz bir yer. Adı bile, geçmişle kıyaslandığında bu iktidar döneminde olan biten her şeyin seviye farkına işaret ediyor sanki: Next Level!

Next Level’ın, Ziraat’in eline geçene kadar gelişen sürecini kısaca hatırlayalım. Zira, sosyal konut yapma iddiasının, kamu bankası kaynaklarının, imar planlarının nasıl uç uca eklenerek bir yandaşın çıkarına ‘rant evreni’ oluşturulduğunun en güzel örneklerinden birisi…

Ufuk Üniversitesi’ne ait Ankara Otogarı’nın karşısında bulunan, Başkent’in en değerli arazilerinden birisi için TOKİ anlaşma yaptı. Buna göre arazi TOKİ eliyle satılacak ve gelir paylaşımı yöntemiyle kamuya, sosyal konut yapımı için ciddi kaynak yaratılacaktı. İhaleyi 200 milyon 730 bin lira ile ikinci sıradaki Pasifik Gayrimenkul kazandı. 60.2 milyon liralık arsa payı TOKİ ve üniversite arasında paylaşıldı. Hasılat 200.7 milyon liranın üzerine çıkarsa TOKİ yüzde 31 daha pay alacaktı. Dönemin TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar, ihale sonrasında gururla şöyle diyordu: “Biz işte böyle para kazanıyoruz. Para için her türlü fırsatı değerlendiriyoruz.”

AÇILIŞI ERDOĞAN YAPTI, KAPANIŞI ZİRAAT

İhaleyi alan Pasifik İnşaat, Melih Gökçek döneminde belediye ihalelerine abone bir şirketti. Sahibi Rize’nin Güneysu ilçesinden olan Fatih Erdoğan’dı. AKP Milletvekili Asuman Erdoğan’ın eşiydi. Ağabeyi Mehmet Erdoğan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın tanıdığıydı. Rize Ticaret Borsası yöneticisi ve Erdoğan’ın mitinglerde attığı çayları üreten Orçay’ın da sahibiydi. Uzatmayalım; artık her zerresine aşina olduğumuz malum ilişkiler yani.

Pasifik Gayrimenkul’ün ilk büyük işi olan Next Level AVM’nin açılışı, Ekim 2013 yılında bizzat Erdoğan tarafından yapıldı. Şirketin o dönemki açıklamalarına göre toplam yatırım tutarı 500 milyon liraydı. Kısa sürede de ofislerin, iş yerlerinin ve özellikle rezidans dairelerinin yüzde 75’ini satmıştı. Lakin 2019 yılının Aralık ayı geldiğinde Ziraat Bankası’nın, Next Level AVM’ye el koyduğu haberi düştü. Fatih Erdoğan ise Sabah gazetesine verdiği röportajda el koyma olmadığını, bir ‘varlık-borç takası’ gerçekleştiğini söylüyordu. Açıklamalarına göre 412 milyon liralık kredi borcu karşılığında Next Level’ın AVM bölümündeki ofisler ve iş yerleri Ziraat Bankası’na devredilmişti.

Rakamlara bakılırsa Pasifik tüm inşaatı Ziraat kredisiyle gerçekleştirmiş görünüyordu. Üstüne yüzde 75’ini satıp olağanüstü kâr elde etmişti. Kamu bankasına ise tek kuruş ödememişti. Elde kalan iş yerlerini verip defteri kapatmıştı.

İşte Ziraat Bankası da Ziraat GYO’ya devrettiği Next Level AVM’nin kendi payına düşen kısmını satacak. İhale 25 Aralık 2023 günü düzenlenecek. Şartnameye göre teklifler toplanacak, uygun olanlar seçilip pazarlık usulü satış gerçekleşecek. Bu satış için Ziraat GYO’nun adına Next Level AVM’nin ekspertizini yapan Marka Kurumsal Gayrimenkul Değerleme şirketinin raporuna göre, Ziraat’in elindeki varlıkların piyasa değeri 1 milyar 27 milyon lira olarak belirlendi. Ancak bu miktar Ziraat’in, AVM karşılığı sildiği borcun o dönemki dolar kuru karşılığı üzerinden hesaplandığında büyük zarar demek.

DOLAR BAZINDA BÜYÜK ZARAR

Ziraat Bankası’nın 2019 yılında Pasifik Gayrimenkul’ün sildiği borcu 412 milyon liraydı. Bunun karşılığında Next Level’ın C Bloku’nda satılmamış olan 14 bölüm devralındı. Merkez Bankası dolar kurunun 5.7 lira olduğu hesaba katılırsa, bu bölümlerin değeri 73 milyon dolara tekabül ediyordu. Üstelik Ziraat’in kendi raporundan alınmış aşağıdaki fotoğrafta da görüleceği gibi, Pasifik iyi kazanç getiren A ve B bloktaki rezidans ile ofisleri zaten yüksek fiyata sattı. Ziraat’e düşen kısım ise hemen hepsi restoran ve kafe olarak kullanılan iş yerleri ile bir de çocuk oyun alanı.

Ziraat’in Nisan 2021'de yaptırdığı değerleme raporunda bu bölümlerin fiyatı 433 milyon 660 bin lira olarak tespit edildi. Yine dönemin kuru dikkate alındığında 53.5 milyon dolardı. Aralık 2022’deki değerlemedeki 650 milyon lira fiyat, 34.9 milyon dolara denk geliyordu. Son olarak 11 Eylül 2023’te bir değerleme yapıldı ve satışın başlangıç bedeli olarak da belirlenen miktar 1 milyar 27 milyon lira oldu. Raporda baz alınan kur ile hesaplandığında ihalenin başlangıç bedeli 38.1 milyon dolar demek. Yani Next Level ancak bunun iki katına satılırsa kamunun zararı olmayacak. Ticaret Bakanı Ömer Bolat daha birkaç gün önce 450 AVM’nin borçları yüzünden 70 tanesinin bankaların eline geçtiğini açıkladı. Böyle bir ortamda kim Next Level’ın restoran bölümlerine bu parayı verir?

PASİFİK’E ‘YÜRÜ YA KULUM’ DEDİLER!

Ziraat Bankası işe yaramaz AVM’yi bünyesine katarken, Pasifik Gayrimenkul ise bu ilk projelerinden sonra inanılmaz bir hızda büyüdü. Ankara’da Emlak GYO ile beraber Merkez Ankara isimli 15 milyar liralık bir proje, İstanbul Beşiktaş’ta jandarma lojmanlarının yerine yine Emlak GYO ile beraber milyarlık lüks rezidanslar dikiyor. Bunun dışında çoğu kamu ile ortak başka inşaatları da var. Geçen yıl Emlak GYO’nun satışa çıkardığı Bodrum Türkbükü’ndeki 7.7 milyar lira değerindeki araziyi de aldı. Ayrıca Pasifik Eurasia adlı bir lojistik şirketi de kurup, TCDD’nin Bakü-Tiflis-Kars hattında Çin’e kadar uzanan yük taşımacılığında tek operatörü de oldu. Ve bütün şirketlerini art arda borsaya açarak yüklü miktarda fon da topladı.

Kısaca aynı tezgah yine tıkır tıkır işledi: Zarar kamuya, kâr, rant AKP’li sermayeye kalıyor.

Bahadır Özgür / duvaR

Kısa vadeli dış borç stokundan bir Merkez Bankası analizi - Mustafa Durmuş / T24

 

Son birkaç yıldır neoliberal otoriter/faşizan bir rejimin inşasında Merkez Bankası'nın da önemli bir rol oynadığına tanık oluyoruz. Bu durum, muhtemelen ülke tarihinde bir ilk

Bu yılın ilk 10 aylık kısa vadeli dış borç stoku verileri geçen hafta açıklandı.

Kısa vadeli dış borç stoku, "herhangi bir tarih itibarıyla kullanımı gerçekleştirilmiş olan ve bir ekonomide yerleşik kişilerin yerleşik olmayanlara borçlu olduğu; kullanım tarihinden itibaren 1 yıl içinde anapara ve/veya faiz ödemesi/ödemeleri yapılmasını gerektiren cari, şartlı olmayan yükümlülüklerin bakiyesi" (1) olarak tanımlanıyor.

Bu stok şu kalemlerden oluşuyor: Merkez Bankası (TCMB) nezdindeki mevduatların kısa vadeli kısmı, bankaların ve diğer sektörlerin kısa vadeli kredileri (yurt dışında ihraç edilmiş tahviller dâhil), diğer sektörlerin kısa vadeli ticari kredileri, yurt dışında yerleşik gerçek ve tüzel kişilerin (bankalar hariç) yurt içinde yerleşik bankalardaki döviz cinsinden mevduatlarını gösteren Döviz Tevdiat Hesabı (DTH), yurt dışında yerleşik bankaların yurt içinde yerleşik bankalardaki döviz cinsinden mevduatları gösteren banka mevduatı ve yurt dışında yerleşik gerçek ve tüzel kişilerin (bankalar dâhil) yurt içinde yerleşik bankalardaki TL cinsinden mevduatları.

220 milyar dolarlık bir kısa vadeli borç stoku

TCMB'nin bültenlerinde iki farklı kısa vadeli dış borç stoku sayısına yer veriliyor. Örneğin son bültende, ilki 2022 yılsonuna göre hesaplanan 170,7 milyar dolar, ikincisi ise orijinal vadesine bakılmaksızın vadesine 1 yıl veya daha az kalmış dış borç verisi kullanılarak hesaplanan kalan vadeye göre kısa vadeli 219,9 milyar dolara yer veriliyor (2). Bu borçların yüzde 50'sinden fazlasının ABD Doları cinsinden olduğunun altını çizelim.

Bu sayılardan hangisi dikkate alınırsa alınsın, ülkenin kısa vadede geri ödenmesi ya da çevrilmesi gereken ciddi bir dış borç stokunun bulunduğu çok açık. Bu da, yıllık 50 milyar doları aşan bir cari açık ile birlikte değerlendirildiğinde, ülke ekonomisinin yabancı kaynağa ne denli bağımlı hale getirildiğinin bir kanıtını oluşturuyor.

TCMB'nin payı yüzde 40'a yükseldi

Ayrıca kısa vadeli dış borç stokunun bileşimindeki değişim devletin Merkez Bankası (TCMB) aracılığıyla ekonomideki rolünün giderek artmakta olduğunu gösteriyor.

Öyle ki geçen yılın son çeyreği ile bu yılın Ekim ayı arasında kısa vadeli borç stoku toplamda yüzde 15 oranında (21,6 milyar dolar), bankaların kısa vadeli kredileri yüzde 5 oranında (3,4 milyar dolar) ve diğer sektörlerin ithalat borçları biçimindeki kısa vadeli borçlanması yüzde 10 oranında (5,2 milyar dolar) arttı. Buna karşılık Merkez Bankası'nın borçlanmasındaki artış yaklaşık yüzde 40 oldu (13 milyar dolar).

Tablo 1: Kısa Vadeli Dış Borç Stokundaki Değişim(Kaynak: TCMB. * Mevduat: TCMB nezdindeki mevduatlar, yurt dışında yerleşik vatandaşlarımıza ait Kredi Mektuplu Döviz Tevdiat Hesapları ve Süper Döviz Hesapları ile diğer merkez bankalarıyla yapılan ikili para takası (swap) anlaşmaları sonucu gerçekleşen mevduat takasları ve yurt dışı bankalarca TCMB nezdinde açılan depo hesaplarını göstermektedir. ** Kısa Vadeli Kredi: Türkiye'de yerleşik bankaların yurt dışında yerleşik banka ve ticari kuruluşlardan sağladıkları kısa vadeli döviz veya Türk Lirası kredileri ile repo yoluyla sağlanan yurt dışı kaynakları ve fonları kapsamaktadır. *** İthalat Borçları: İthalat işlemlerinde ödemenin malın teslimi gerçekleştikten sonraki bir dönemde yapılmasından kaynaklanan kısa vadeli borçları göstermektedir).

TCMB 2016'dan bu yana aktif olarak devrede

Aslında Merkez Bankası'nın dış finansman kaynağı elde etmedeki rolü 2016 yılından bu yana belirgin biçimde arttı.

Bu durum aşağıdaki Tablo 2'den de görülebilir. Öyle ki 2016 yılında TCMB'nin payı binde 4 iken bu pay son 7 yıl içinde sürekli olarak arttı ve 2023 yılında yüzde 40'a yaklaştı.

Tablo 2: TCMB Borçlanmasındaki Değişim (2016/4Ç-2023 Ekim)

Her iki tablodan da çıkartılacak ilk sonuç, TCMB'nin iktidar bloku tarafından çok yoğun bir biçimde (dışarıdan kaynak temini için) kullanıldığı ve böylece dış finansman riskinin de kamuya yıkıldığıdır.

TCMB'nin faiz ödemeleri yüzde 55 arttı

İzlenen bu stratejinin kaçınılmaz bir sonucu ise dış borç faiz ödemelerindeki artışlar oldu.

Nitekim TCMB politika faizi oranlarının indirilmeye başlandığı 2021 Eylül'ündeki kısa vadeli faiz ödemesi 5,567 milyar dolardı. 2022 yılının Şubat ayına kadar bu 5,652 milyar dolara gerilese de, Mart ayında 5,732 milyar dolara çıktı ve bu yükseliş düşük faiz politikasının sürdüğü 2023 yılının Mayıs ayına kadar devam etti. Bu ay bir yıl içinde ödenecek faiz miktarı 8,231 milyar dolar oldu. Haziran ayında faiz oranlarının tekrar yükseltilmesiyle birlikte ödenecek faiz miktarı giderek büyüdü ve Aralık ayının 8'nci günü itibarıyla 8,615 milyar dolara çıktı. Yani bu süreçte ödenen faiz 3,048 milyar dolar arttı (yüzde 55 artış). (3)

Kuşkusuz bu gelişmede "NAS" adı altında meşrulaştırılan düşük faiz politikasının enflasyonu hızla yükseltmesinin, bu durum karşısında dövize yönelimin artmasının ve bunun da döviz kurlarını fırlatmasının rolü çok büyük.

Swaplar eriyen rezervleri yerine koymanın yapay çözümü oldu

Çünkü kurdaki yükselişi önleyebilmek gerekçesi ile TCMB'nin döviz rezervleri yoğun biçimde kullanıldı. Bu amaçla son 2 yılda TCMB ticari bankalara 250 milyar dolardan fazla döviz sattı (ayda ortalama 12 milyar dolar). Buna rağmen swaplar/takaslar dışarıda tutulduğunda net rezervler hala – 64 milyar dolar civarında seyrediyor.

Eriyen rezervleri yerine koyabilmek için de, başta diğer merkez bankaları ve içerdeki bankalarla olan TL/dolar takaslarına yüklenildi. Yani Merkez Bankası TL vererek bankalardan kısa vadeli döviz ve altın aldı. Vadenin sonunda TCMB aldığı döviz karşılığında bankalara yüzde 30'a yaklaşan döviz faizi öderken, bankalar aldıkları TL için TCMB'ye politika faizi civarında TL cinsinden faiz ödediler.

Sonuç: Merkez Bankası siyasal iktidarın ekonomi politik aracı

Kısaca son birkaç yıldır neoliberal otoriter/faşizan bir rejimin inşasında Merkez Bankası'nın da önemli bir rol oynadığına tanık oluyoruz. Bu durum, muhtemelen ülke tarihinde bir ilk.

Öyle ki siyasal iktidarın tam kontrolündeki Merkez Bankası aracılığıyla, ekonomik kriz nedeniyle tehdit altında olan kredi bağımlısı kapitalizme yönelik kredi tahsis mekanizmaları ele geçirildi. Önce 2021 Eylül-2023 Mayıs arasında olduğu gibi düşük faizlerle bankacılık sistemine sağladığı ucuz para ile banka, "son borç verici makam" olarak giderek kredinin toplumsal tabanı haline geldi. Banka, devletin kontrolünde olmak üzere, kredinin biçimlerini ve koşullarını belirleyen, onu kontrol eden en önemli organa dönüştü.

Ardından kriz derinleştikçe büyük sermaye, Merkez Bankası ve Hazine başta olmak üzere devletin kalan bölümü arasındaki organik bağ daha da güçlendi. Bu üçlü adım adım kendi aralarındaki temel bağlardan birinin finans/krediler/borç olduğunu kavramaya başladı.

Bu nedenle de, Merkez Bankası Başkanı Erkan'ın son açıklamalarından (4), onun bile yüksek kiralardan şikâyet ettiğini, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile birlikte Saray'a rağmen rasyonel iktisat politikalarını hayata geçirmeye çalıştığını ileri sürmek, devleti yönetenler arasında boş yere çelişki aramaktan öte bir anlama gelmiyor.

Yüzünü daime piyasalara, yabancı sermayeye, finans kapitale dönmüş olan bir Maliye Bakanı ve Merkez Bankası Başkanı bu kesimlerin çıkarlarının en temel güvencesini oluşturan tekçi otoriter rejim ile neden kavga etsinler ki?

Mustafa Durmuş / T24


Dipnotlar:

(1) TCMB, KVDB Metaveri, pdf.s. 5,8.

(2) https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/tr/tcmb+tr/main+menu/istatistikler/odemeler+dengesi+ve+ilgili+istatistikler/kisa+vadeli+dis+borc+istatistikleri (16 Aralık 2023).

(3) TCMB, Uluslararası Rezervler ve Döviz Likiditesi, Aralık 2023, https:// tcmb.gov.tr; https://evds2.tcmb.gov.tr/index.php?/evds/serieMarket/collapse_42/5092/DataGroup/turkish/bie_ulusdovlk (15 Aralık 2023).

(4) https://hurriyet.com.tr/yazarlar/ahmet-hakan/vatandasin-kemeri-zaten-sıkı (16 Aralık 2023).

Dolaylı vergiler nasıl azaltılacak? - Murat Batı / T24


Ülkelerin gelişmişlik düzeyi düşük olduğu için mi dolaylı vergilerin payı yüksek yoksa dolaylı vergilerin payı yüksek olduğu için mi gelişmişlik seviyesi düşüktür?

Ülkemizde vergilerin kaynağını, gelirharcama ve servet oluşturmaktadır. Kaynağı gelir olan vergiler, gelir vergisi ve kurumlar vergisi; kaynağı servet olan vergiler emlak vergisi, motorlu taşıtlar vergisi, veraset ve intikal vergisi ve değerli konut vergisi; kaynağı harcama olan vergiler ise katma değer vergisi (KDV), özel tüketim vergisi (ÖTV), harçlar, BSMV, gümrük vergisi gibi vergilerdir. Kaynağı servet ve/veya gelir olan vergilere dolaysız (vasıtasız); kaynağı harcama olan vergilere ise dolaylı (vasıtalı) vergiler denilir.

Hem temmuz ayında hem de geçen gün TRT Haber'de Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz dolaylı vergilerin payının düşürüleceğini belirtti ancak bunun nasıl olacağına ilişkin pek bir bilgi vermedi.

Aşağıdaki tabloda 2010 ila 2024 yılları arasındaki dolaylı ve dolaysız vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları görülmektedir.  

2010 ila 2024 yıllarında dolaylı ve dolaysız vergilerin toplam vergileri içindeki oranları[1]

Yukarıdaki tabloya göre son 15 yılda dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 64 ile yüzde 69 arasında bir seyir göstermektedir. Dolaysız vergilerin payı yüzde 31 ile yüzde 36 arasındadır.

Son 15 yılın ortalamasına baktığımızda dolaylı vergilerin payı yüzde 66,4; dolaysızların payı ise yüzde 33,6'dır.

AB ve OECD ülkeleri ortalamaları

AB ve OECD ülkeleri dikkate alındığında –bu yerlerde sosyal güvenlik primleri ile mahalli idare vergi gelirleri dâhil- dolaylı vergilerin payı aşağıdaki şekildedir.  

Görüldüğü üzere AB ve OECD ülkeleri arasında Türkiye'nin dolaylı vergilerin payı diğer ülkelere oranla yine de oldukça yüksek görülmektedir.

Bunun nedeni ne olabilir sorusunun cevabını ülkelerin gelişmişlik seviyesinde aramak gerekiyor. Şöyle ki…

Gelişmiş ülkelerde dolaysız vergilerin dolaylı vergilere oranla payı daha fazladır. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin vergi sepetindeki ağırlığı ise tüketim vergilerindedir. Bu durum, aynı zamanda tersine artan oranlı bir görünüm de arz edeceğinden gelir dağılımını bozucu bir etki gösterecektir.

O zaman yapılması gereken şeylerden biri dolaylı vergi payını dolaysıza nazaran azaltmak olacaktır. Lakin öncelikle şu soruyu cevaplamak gerekecektir; ülkelerin gelişmişlik düzeyi düşük olduğu için mi dolaylı vergilerin payı yüksek yoksa dolaylı vergilerin payı yüksek olduğu için mi gelişmişlik seviyesi düşüktür?

Bu sorunun cevabını ülkemiz açısından bulmak için 1960'lara gitmek gerekmektedir.

1960'lı yıllarda ve öncesinde yapılan vergi mevzuat değişikliklerinin sayısının epey fazla olmasından ve biraz da aceleyle yapılmasından dolayı aksaklıklar ile hatalar sıklıkla görülmeye başlanmış. Dönemin Maliye Bakanı vergi sistemini bütünüyle incelemek ve önerilerde bulunmak üzere bir Vergi Reform Komisyonu oluşturmak istemiş ve 1961 yılında İstanbul'da çalışmalara başlanmasını uygun görmüştür.

Ancak çok farklı görüşler ortaya çıkınca dönemin hükümeti konuya el atmış ve Federal Almanya Büyükelçiliği'nden mezkûr konunun tartışılıp bilimsel argüman üretilmesi için bir uzman komisyon talebinde bulunmuştur. OECD'nin Avrupa Prodüktivite Ajanı tarafından finanse edilen Alman uzmanlar Türkiye'ye mezkûr sorunu tartışmak üzere gelmişlerdir. Ve ilk çalışmaları sonrasında dolaylı vergilerin genel vergi hasılatı içindeki payının artırılmasının Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke için yerinde olacağına karar vermişlerdir.

Görüldüğü üzere dönemin uzman ekibi de ülkemiz sosyolojik/vergi kompozisyonunun dolaylı vergilere daha uygun olduğunu ve ülkenin gelişmek seviyesinin düşük olmasından dolayı dolaysız vergi yapısının dokumuza uygun olmadığına ancak dolaylı vergilerin varlığının dokumuza daha uygun olduğuna karar vermişler. Ve o dönem ekseriyetle dolaylı vergiler önermişlerdir.

Ezcümle o tarihten bu yanadır dolaylı vergilere hep sırtımızı yasladık ve bu nedenle de dolaylı vergilerin payı maalesef hiç düşmedi. 1960'lı yıllarda konulan azgelişmişlik teşhisi hiç mi tedaviye cevap vermedi? İşte Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek'in bu soruya öncelikle cevap bulması gerekmektedir.

Cevdet Yılmaz dolaylı vergilerin payını düşüreceğini belirtirken KDV ve/veya ÖTV oranlarını düşürecek mi yoksa bu vergilerden elde edilen tahsilata hiç dokunmayıp gelir ve kurumlar vergisini artırarak mı bu oranı değiştireceği hususu henüz net değil. Ama ben de dolaylı vergilere dokunmadan dolaysız vergi hasılatını artırarak toplam vergi geliri içindeki dolaysızın payını artırarak bu hedefi gerçekleştireceğini düşünüyorum. Yani azgelişmiş kalmaya devam mı edeceğiz?

Bu nedenle cevap bulmamız gereken soru şudur "ülkelerin gelişmişlik düzeyi düşük olduğu için mi dolaylı vergilerin payı yüksek yoksa dolaylı vergilerin payı yüksek olduğu için mi gelişmişlik seviyesi düşüktür?"

Murat Batı / T24

[1] Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerinden tarafımızca oluşturulmuştur.