15 Ocak 2024 Pazartesi

Türkiye’deki Epstein yalısı - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 Uzaktaki hikaye sanıyorsun. Anlatılanları aklın almıyor. Oysa rezalet belki de yanıbaşındaydı.

Dünya Epstein skandalını konuşuyor. Epstein; ABD’de, kız çocuklarına yönelik cinsel istismar şebekesi kurmakla suçlanıyordu. Cezaevinde yargılanmayı beklerken intihar etti. İlişkilerinin kamuoyu ile paylaşılması, meseleyi yeniden gündem haline getirdi.

En merak edilen ise dosyada adı geçen Türkler. Bunlardan biri olan Banu Küçükköylü’nün, Adnan Oktar grubuyla ilişkisi olduğunu duyunca, şaşırmadım. Gerçekten de Oktarcıları tanıyanlar da bu ilişkiyi teyit ettiler. Anlattıklarına göre Küçükköylü, Oktar’ın prenslerinden Hasan Basri Güner’in sevgilisi olarak bir dönem gruba katılmıştı.

Ancak benzerlikler bunlardan ibaret değil. Derine inildikçe başkaları da dikkat çekiyor.

KOD ADI ‘YALI’

Epstein, Little St. James Adası’nı 1998 yılında 7.95 milyon dolara satın almış, burada davaya konu olan kasetli istismar düzenini kurmuştu. Aynı yıllarda, Türkiye’de, İstanbul Silivri’nin Fener Köyü’nde, Oktarcılar da 50 dönümlük bir arsa aldı. Arazide bugüne kadar görülmedik bir yapı yükselmeye başladı. Zemini akvaryum olan bölümler, bambaşka tasarımlı havuzlar, yapay göller, tavus kuşlarından develere türlü hayvanlar, yurtdışından getirilen çeşit çeşit ağaçlar, içinden sevilen içeceklerin aktığı taşlar, duvarlarında paha biçilmez tabloların asıldığı ve döşemesinde şatafatlı mobilyaların olduğu odalar…

"Dünyadaki cennet"e benzeyen yapının sahipleri sürekli değişen Oktarcı isimlerdi. Son sahipleri Metin Güçyetmez ve Yakup Balaban olarak görünüyordu. İlginçtir, biri cezaevinde öbürü firari, her ikisi de Epstein gibi "nitelikli cinsel saldırı ve cinsel istismar" ile suçlanıyor. Ancak elbette yapının gerçek sahibi Adnan Oktar’dan başkası değil.

Ada değil aslında çiftlik. Ama telefonlarda söz konusu yapıdan kodla, "yalı" diye bahsediliyordu. Epstein’ın iki numarası bir kadın, Ghislaine Maxwell’di. Oktar’ın da Didem Ürer.

Ancak Epstein’ın adasıyla Oktar’ın "yalısı" arasındaki en önemli benzerlik içerde kayıt alan kameralardı! Oktar’ın "yalı"sındaki odalarda, özel sistemlerle yerleştirilmiş gizli mikro kameralar vardı. Oktar yargılamaları sırasında açığa çıkanlara göre, bu binada yüzlerce kişi istismar edildi. Tıpkı ABD’deki gibi, çok sayıda ünlü isim burada ağırlandı, en özel anları kaydedildi.

Görüntüler iki işe yarıyordu. İstismara uğrayanlar kaydedilmenin korkusuyla susuyor, VIP kişiler ise kaset korkusuyla itaat ediyordu.

SEKS GÖRÜNTÜLERİ ŞANTAJI

Peki grup, 1998 yılında mikro kameraları nasıl elde etti? Aslında yanıtı, 1999’da polise verilen ifadelerle bulundu. Adını andığım Hasan Basri Güner, ABD’de kurduğu çeşitli bağlantılar ile çantalarca mikro kamera, uzaktan izleme dinleme ekipmanını Türkiye’ye getirmişti. O yıllarda bunlar devletin bile elinde yoktu. Anlatılana göre, Oktar’ın ABD’deki kuzeni Mete Oktar da Güner’e yardımcı olmuştu.

"Yalı" kod adlı binadaki olaylar ifadelere de yansıdı. Epstein dosyasındaki Banu Küçükköylü’yü gruba getiren ve sistemi kuran Hasan Basri Güner, ifadesinde şöyle anlattı:

"Adnan Hoca bu şekilde cinsel ilişkiye giren kadınların fotoğraf ve kamerayla çıplak ve uygunsuz görüntülerin çekilmesini, çekilmesi halinde bu kadınların aleyhimizde konuşamayacaklarını, bunları sır gibi saklayacaklarını söyledi. (…) Benim mesleğim ve eğitim durumum elektronik ve elektrik yüksek mühendisi olduğu için bana bir ekip kurmam talimatını Adnan Oktar verdi."

İfadelerde görüntüleri kaydedilen bazı isimler yer aldı. Örneğin politikada etkili bir iş kadını önce kendisi kaydedilmiş, ardından kızı da aynı erkekle kayıt altına alınarak "sus" şantajı yapılmıştı.

Grubun liderlerinden Kartal İş de ifadesinde Yalı’daki kayıtları anlattı:

"Bu kadınların hiçbirisi şimdiye kadar hakkımızda olumsuz konuşmalar yapamamış ve grubumuzun seks anlayışını dışarıya ifşa etmemiştir. Bunun nedeni de grupta seks yapan bu kadınların görüntüye alındığı söylenmektedir. Bunu bu ekibin başı olan Hasan Basri Güner daha iyi bilmektedir."

EL YAZILI İTİRAF

Adnan Oktar da 1999 yılında gözaltına alındığında, "Yalı" kod adlı çiftlikteki kasetlerin akıbetini kendi el yazısıyla anlattı:

"Daha önce birçok kişi hakkında gizli kamera çekimi yapılmıştı. Fakat bunların vicdana uygun olmadığını söylediğim için bu kasetler Silivri’de yakılarak yok edilmişti. Bu çekimlerin Serkan ve Hasan tarafından yapıldığını biliyorum"

Oktar’ın ifadesinde işaret ettiği kişiler, Serkan Ciminli ve Hasan Basri Güner’di.

Peki Silivri’deki "yalı" kod adlı seks şantajlarının ve istismar kayıtlarının olduğu merkez ne oldu? Oktar 2001 yılında ani bir karar aldı. Bir sabah bütün hayvanlar serbest bırakıldı. 5-6 dozer birkaç saat içerisinde "yalı" kod adlı çiftliği yerle bir etti. Böylece bütün suç delilleri ortadan kaldırılmıştı. Kasetler de yok edildi.

Sürecin mimarı Hasan Basri Güner örgüte yapılan son operasyonda firariydi. Sırlarıyla birlikte ortadan kayboldu.

Hikaye şimdilik bu kadar...

Dünya ABD’deki Epstein skandalı ile yatıp kalkarken, aslında Türkiye’de Epstein vakasının paralel hikayesi yaşanmıştı. Bir zamanlar politikacılarla içiçe olan, İslamcıların omuz omuza durduğu, 'cemaat' olarak saygı gösterilen Oktarcılar, faaliyetlerine 2018’e kadar devam etti. İstismarla suçlanan Epstein cezaevinde intihar ederken, aynı suçtan hüküm giyen Oktar yaklaşık 6 yıldır hapiste. Silivri’deki "günah yalısı"na yakın cezaevinde kalıyor.

İnsanın yakınında olan biteni anlaması, uzaktakini görmesinden daha zor belki de…

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

14 Ocak 2024 Pazar

Dünyanın en güzel kütüphanesi - Yenal Bilgici / duvaR


Barcelona’nın bir işçi semtindeki Gabriel García Márquez Kütüphanesi “dünyanın en iyi kütüphanesi” seçildi. Küçük, yerel, iddiasız bir kütüphane. Ama bir işi çok iyi yapıyor: İnsanları zahmetsizce bir araya getiriyor; yaşlısına gencine bir araya gelme imkânı sunuyor. Yeni kütüphanelerin düsturu bu: Bir araya gelelim… Güzel bir niyet hem önümüz seçim, belki bir iki yöneticinin aklına böyle böyle gireriz. 

1. Hayatımdaki en güzel dönüm noktalarından biriydi. Sekiz-dokuz yaşında var yoktum. Babam beni elimden tutup şehir kütüphanesine götürdü. Kısa bir konuşma ve bir iki sorunun ardından, kütüphane memuru elime bir kart tutuşturdu. Halk kütüphanesi üyelik kartı... Sekiz dokuz yıllık hayatımda ilk defa bir yere üye olmuştum. Sonradan hızla anlayacağım üzere, tecrübe edip edebileceğim en güzel üyelik de zaten buydu. Daha sonra oğluyla sınıf arkadaşı da olacağım kütüphaneci, beni kendi masasının hemen arkasında başlayan kitapların arasında serbest bırakana dek ne yaşadığımı henüz idrak edememiştim. Yüzlerce, hayır binlerce kitap… 

O kütüphane, o gün bana var olabilecek en güzel ev gibi gelmişti. Yıllar içinde başka güzel evler de gördüm. Kocamustafapaşa’da, Kadıköy’de, Üsküdar’da, irili ufaklı, bazıları neredeyse bir apartman dairesinden ibaret birçok semt kütüphanesi… Boğaziçi Üniversitesi’nin şimdi vedalaşılan canım kütüphanesi… Taksim’de Atatürk kitaplığı, sonra Amsterdam’ın OBA’sı…. Hepsi de bana göre birer inciydi; halen de öyleler.

Gabriel García Márquez Kütüphanesi-Barcelona

2. Kütüphaneye ilk gittiğim o gün, orada sadece kitap okunacağını düşünmüştüm. Etrafta benden başka kimse de yoktu zaten. Rafların arasından bir kitap aldım (ismini cismini şimdi hatırlamıyorum ama uzayda gezegen gezegen gezen bir çocuk hakkındaydı); bir sıraya oturdum ve okudum. O gün kütüphane kafamda bu şekliyle canlanmıştı: Hiçbir zaman sahip olamayacağımız binlerce kitap arasından seçim yapacak, sonra bir köşeye oturup sessizce okuyacaktık. Öyle de yaptım. Tabii daha sonraları, işin bununla kalmadığının da farkına vardım. 

Nereye giderseniz gidin, hiç kimse size hiçbir şey sormadan gidip oturabileceğiniz yerdir kütüphane. En azından kapıya turnikeler koymayan, üyelik dayatmayan yerlerde öyledir… Okursunuz, yazarsınız, çalışırsınız, isterseniz hiçbir şey yapmadan oturur etrafınıza bakarsınız. Kimi zaman yazarlar gelir gider; söyleşiler yaparlar. Çayı, kahvesi ucuzdur; hatta bazen bedavadır. Çorbanın bile çıktığı olur. İnterneti ücretsizdir. 

Amsterdam Halk Kütüphanesi (OBA)

Pandemi döneminde evden çıkabilmek için, iki saatlik randevularla, sınırlı sayıda kişiye bünyesinde çalışma imkânı veren kütüphanelere sığınmıştım. O dönem, kütüphaneyi bir sığınak olarak tahayyül etmeye başladım. Koca şehirde kendi evimden başka girebilecek yerim yoktu. Beni kabul eden tek yer orasıydı. İsabet…

İnsan bencil; bazı durumları ancak kendi ihtiyaç duyduğunda anlıyor. Bana pandemide sığınak olan kütüphane evsizler için her zaman bir sığınak… Hele kış soğuğunda. Sabahtan akşama dek kütüphaneye sığınan, bir nevi orada yaşayan evsizlerin sayısı hiç az değil. 

Benzersiz bir sığınak… Ve bir buluşma yeri… Kütüphanenin belki de en güzel fonksiyonu bu: Bir araya gelmek.

Şimdi sık sık gittiğim halk kütüphanesinde gazetelere gömülmüş yaşlılar, evsizler, ders çalışan üniversite öğrencileri, beraber ödev yapan liseliler, resimli kitapları büyük bir heyecanla karıştıran çocuklar, çocuklarına kitap seçen, bebeklerini kucağına oturtmuş ona kitap okuyan anne babalar… Herkes bir arada. Böyle güzel bir insan karışımını başka nerede bulabilirsiniz?   

Sahiden… Nerede bulabilirsiniz? Hangi mekân bu kadar farklı insanı aynı anda içine alır? Kim daha güzel bir fikir icat edebilir?

İskenderiye Kütüphanesi

3. Bir de şu soru tabii: Kim bizler için daha güzel bir ev tasarlayabilir?

İlk üye olduğum kütüphane, İskenderun Çocuk Kütüphanesi, küçük bir bahçe içinde, tek katlı, sade ve tatlı bir binaydı. Bir taşra kütüphanesinden bekleneceği üzere iddiasızdı. Yıllar içinde bir mekân olarak kütüphanenin, dünyanın dört tarafındaki mimarlar için de son derece çekici olduğunu anlayacaktım. Hevesli ve hırslı mimarlar için bir iddia mekânı… Brezilya’da, Finlandiya’da, Çin’de, Türkiye’de, aklınıza gelip gelebilecek her yerde, mimarlar, bir kütüphane tasarlayabilmek için sıraya girmiştir. Çünkü dedim ya, benzersiz bir fikirdir kütüphane. İskenderiye Kütüphanesi’nden beri de öyle olmuştur. Kütüphane, bir mekân olarak, herkese bir fırsat vermiştir. Hükümdarlar için gösteriş yapma, mimarlar için prestij kazanma, halk içinse fayda sağlama fırsatı… 

De Krook Kütüphanesi binası -Gent

Geçenlerde Guardian’da okuduğum bir makale, bu söz konusu faydanın bugünü ve yarını üzerine düşünmemde vesile oldu. Gelin bunu beraberce düşünelim. Makalenin yazarı Jon Henley, Belçika’nın Gent şehrindeki güzel kütüphaneden yola çıkarak, bu mekânları artık sadece kitap içeren yerler değil de zihinlerin, insanların buluşacağı, bir araya geleceği yerler olarak tasavvur etmek gerektiğini; mimarinin de şehir plancılığının da bu yönde ilerlediğini yazmış.

Henley, Gent’in De Krook isimli şehir kütüphanesini anlatmaya, fütüristik görünümlü binanın önündeki heykelden başlamış. Birbirine sokulmuş dört insan figürü… Belki aralarında konuşuyorlar, birbirlerini dinliyorlar, belki sadece bir arada duruyorlar. Hepsinin kafası birbirine değiyor. Bir aradalığın heykeli… 

De Krook Kütüphanesi önündeki insan heykelleri-Belçika, GEnt

Kütüphane görevlisi Els Van Rompay de şöyle diyor: “Heykel, bu kütüphanenin tam olarak ne anlama geldiğini anlatıyor. Kitaplar işin merkezinde dursa da burası bir kütüphaneden fazlası. Burası aynı zamanda öğrenmek, temas etmek, geliştirmek ve beraber hareket etmek için bir mekân. Ya da sadece var olmak için. Burası zihinlerimizin bir araya geldiği bir mekân.”

Yazıda başka çağdaş örnekler de verilmiş. Helsinki’nin Oodi isimli şehir kütüphanesi, Aarhus’un Dokk1’i, Oslo’nun Deichman Bjørvika’sı… Yazıda geçmese de Amsterdam’ın OBA Oosterdok’u bu örneklere dahil. Bunların hepsi çağdaş mimarinin örnekleri. Hepsi şehri açısından birer prestij unsuru. Yine hepsi sadece kitap barındırmaktan öte bir araya gelmeyi önceleyen, insanların sadece içinde olmaktan bile hoşnut olacağı şekilde tasarlanmış medeniyet merkezleri. Her gün binlerce insan buralara girip çıkıyor. Evsizler sığınıyor, öğrenciler çalışıyor, yaşlılar birbirlerini buluyor, anne babalar çocuklarına kitap seçiyor. Herkes bir arada. Dünyanın en güzel fikirleri…

4.

Bana kalırsa, bu fikrin bunca büyük ve görkemli olmasına da gerek yok. Her mahalleye sade, iddiasız ama işlevsel yapılar kondurulsa da yeter; hatta böylesi daha bile iyi. Çünkü madem fikirlerden bahsediyoruz, en güzel kütüphane bence fütüristik mimarisiyle, mimarının adıyla, şehre hakimiyetiyle göz dolduran değil, eve en yakın olandır. Yaşlılar için, çocuklar için, öğrenciler için, evsizler için yürüme, sığınma ve rahatça bir araya gelme mesafesindeki kütüphanedir. Çünkü kütüphane esasen bir görkem değil, bir rahatlık fikridir. Nefes almak için binlerce insanla buluşmaya ihtiyaç yok, semtimizden on-on beş kişiyle beraber nefes alsak da olur. Kütüphane, yereldir. 

Gabriel García Márquez Kütüphanesi-Barcelona

Sözgelimi, bu sonbaharda “dünyanın en güzel kütüphanesi” seçilen Barcelona’daki Gabriel García Márquez Kütüphanesi… Burası Sant Martí de Provençals’ta, işçi mahallesinde bir kütüphane. Kelimenin tam anlamıyla bir semt kütüphanesi. Küçük ve diğer dev örneklere nazaran, görünüşte iddiasız bir kütüphane. Márquez’in büstünü geçtikten sonra, içinde ağaçlarla, bitkilerle bir nefes alanı. Alametifarikası esasen inşaat tekniği; sıfır karbon ayakiziyle inşa edilmiş. Her şey geri dönüşümlü malzemeden. Tek bir ağaç bile kesilmemiş. Her şeyden öte bu mekân, gri semtin içine güneş ışığı gibi doğmuş. İnsanları bir araya getirmiş. Uluslararası Kütüphaneler Birliği de onu “insanlarla mekânı bir araya getirme konusunda rol modeli” olduğu için ödüllendirmiş. 

Kütüphanenin direktörü Neus Castellano, Hollanda’nın NRC gazetesine, oranın nasıl birçok insanın evi olduğunu anlatıyor: “Burası insanların kendilerini güvende hissettikleri bir ev. Bu civarda yaşayan ve yalnızlık çeken çok yaşlı insan var. Kütüphaneye gelip düzenlediğimiz atölyelere katılıyorlar. Örneğin, bazı bilgisayar programlarının nasıl kullanılacağını, yalan haberi nasıl anlayabileceklerini öğrendikleri atölyelerimiz var. Aslında bunlardan faydalanan epey gencimiz de mevcut.” Şiir atölyeleriyle, yazar akşamlarıyla, semti için var olan, düşük bütçeli, yerel bir kütüphane. Çin’deki, Finlandiya’daki, ABD’deki devlerin arasından yerellikle sıyrılıp dünyanın en iyisi seçilen bir kütüphane… Kendini, Sant Martí mahallesinde yaşayanların evinin devamı olarak tanımlayan bir kütüphane…Tam da dediğim gibi: En iyi kütüphane, eve en yakın kütüphane… 

Yerel demişken… Seçimler kapıda. “İnsanca yaşamak için; çocuklar, yaşlılar, öğrenciler, evsizler, anne-babalar, herkesi bir araya getirmek için, fikirleri buluşturmak için zaten görevimiz de bu olduğu için, yeni kütüphaneler kuracağız” diyenleri görür müyüz?

Öyle büyük işlere, dev binalara gerek yok. Her semte güneş gibi doğacak bir tatlı mekân yeter. Emin olun o mekân, birçokları için dünyanın en güzel evi haline gelecektir.

Yenal Bilgici / duvaR

İstanbul’a ihanet - Özlem Yalım / duvaR

 Kamusal alanların, deprem anında toplanma merkezi olan bölgelerin dahi imara açıldığı, havalimanı ve üçüncü köprü ile bağlantı otobanı sebebiyle kentin kuzey ormanlarının ve buradaki doğal hayatın katledildiği, Kanal İstanbul projesinin başlatıldığı on yıllar boyunca bu kent ihanete uğrayıp duruyor. AKP yönetimi bu uygulamaları sistematik ve etaplı olarak gerçekleştiriyor.

31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel seçimler için siyasi partiler adaylarını açıkladı. AKP tarafından İBB adayı olarak gösterilen Murat Kurum, ismi açıklandığından bu yana ilginç söylemleri ile dikkat çekiyor. Önceki yerel seçimlerde İstanbul, Ankara ve İzmir’i kaybeden merkezi hükümet için İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ni geri kazanmak hayati önem taşıyor. Son seçimlerde tüm kafa bulandırma çabalarına rağmen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Ekrem İmamoğlu ve ekibi, beş yıldır yürüttüğü projelerle gündemden bir an bile düşmeyen, tempolu, azimli yerel yönetim örneği sergilerken, Kurum gibi bir adayın en önemli ve belki de tek özelliği, Türkiye’nin AKP döneminde ağırlaştırdığı rant ekonomisinin icracılarından biri olması.

Neredeyse bir yıl önce yaşanan deprem felaketi sonrasındaki gelişmeler ve deprem sonrası yapılaşma öne sürülerek çok kısa bir süre önce yapılan kanun değişikliği ile yürürlüğe giriveren rezerv alan yasası, Türkiye’nin rant vahası olarak İstanbul’u bir kez daha öne çıkarıyor. Kurum’un adaylığına belki de AKP’nin İstanbul yerel yönetimini kazanması halinde kentte yürütmeyi planladığı politikaların bir habercisi olarak bakmalıyız.

               AK Parti İBB adayı Murat Kurum ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Tarihler 2017 yılını gösterdiğinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan katıldığı Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi”nde sonrasında epey yankı uyandıran şu sözleri dile getirmişti:

“Kadim şehirlerin en önemli güzelliği, ana karakterlerini kaybetmeden yeniyi bünyelerinde eritmesi, özlerinden katarak yeniden yoğurmasıdır. İstanbul bu açıdan gerçekten müstesna bir şehirdir. Ama biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum.”

1994-1998 yılları arasında dört yıl süre ile İstanbul’u yöneten Erdoğan’ın o dönemde bıraktığı en önemli izlerden biri 2,5 trilyonluk Akbil skandalı olmalı. 14 yıl hapsinin istendiği bu davada hatırlanırsa, 29 sanığa beraat kararı verilirken Erdoğan ve diğer üç kişi hakkındaki yargılama durdurulmuştu.

Kuşkusuz bu skandal, İstanbul’a değil, İstanbulluya ihanetti. AKP yönetimi süresince alınan sayısız karar ise mevcut hükümetin İstanbul’a sayısız ihanetleri ile dolu. Kamusal alanların, deprem anında toplanma merkezi olan bölgelerin dahi imara açıldığı, havalimanı ve üçüncü köprü ile bağlantı otobanı sebebiyle kentin kuzey ormanlarının ve buradaki doğal hayatın katledildiği, Kanal İstanbul projesinin başlatıldığı on yıllar boyunca bu kent ihanete uğrayıp duruyor. AKP yönetimi bu uygulamaları sistematik ve etaplı olarak gerçekleştiriyor. Örneğin İstanbul’da askeri alanların önce millet bahçesi yapılacağı açıklanmış, sonra bu alanların bir kısmı “yeni konut üretilebilir” anlamına gelen rezerv alan ilan edilmiş olmasına rağmen bu konutların lüks sitelere ve alışveriş merkezlerine dönüştüğünü gözlemlemiştik. 6 Şubat 2023 depremini takiben İstanbul’da yapılacağı açıklanan “uydu kent”in yine bu askeri alanlarda kurulacağı müjdesini Murat Kurum’dan almıştık. Rezerv alan tanımındaki “yeni” ibaresinin bir gecede kaldırılması ile birlikte, kentin sahip olduğu bu tür kıymetli alanlar, hatta her an devletin işaret edeceği herhangi bir alan “rezerv alan” ilan edilebilecek ve buraya istenilen yapı inşa edilebilecek. Yavaş yavaş ve emin adımlarla örülen bir dizi stratejik altyapının icrası için açıkçası Kurum hiç de şaşırtıcı bir aday değil. Deprem sonrası TOKİ konutlarının sağlamlığına ve ayakta kalarak yıkılmamış olmasına ilişkin yürütülen medya kampanyasını göz ardı etmek, kafaları kuma gömmekten başka bir şey olamaz.

TOKİ konutları kuşkusuz bir kente yapılabilecek ihanetlerin başında geliyor. Kısa bir süre önce kaleme aldığım bir yazımda, TOKİ konutlarını ekonomisi can çekişen bir toplumun tek umudu, tüm olumsuzluklarına rağmen çıkmaz sokağı olarak tanımlamıştım. Hızlı üretimi ve neredeyse tek tip tasarımı ile sanayideki seri endüstriyel üretim mantığı ile konut üreten TOKİ, insanların yaşamsal ihtiyaçlarını, günlük kullanım konforlarını, kültürel farklılıklarını, bölgelerin iklim özelliklerini hiçe sayan tekdüze ve çok katlı yapıları ile kentlere hançer gibi saplanıyor. Topluma hızlı ve ekonomik sosyal konut üretmek amacı ile kurulan ve Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’na bağlı olarak çalışan bu toplu konut idaresi, konut sahibi olmak isteyen dar ve orta gelirlinin kapılarını aşındırdığı bir kuruluş olmakla birlikte hakkında açılan tazminat davaları ve memnuniyetsizlikleri de bol bir merci.

Kente yapılabilecek diğer bir ihanet ise imar barışı uygulaması. Bu uygulamanın sadece kentleri değil, Türkiye’nin tartışmasız güzellikteki kıyı beldelerini de yavaş yavaş yok ettiğini belirtmeliyim. Düşünün toplumun bir kısmı yüzde 20 peşinat ödeyip bir de kredi borcu altına girerek 180 ay vade ile iki göz oda bir ev için yıllarca çalışıp didinirken, birileri de kentin bir köşesine bir gecede keyfince kondusunu oturtuyor. Ne vergisini ödüyor, ne kaçak kullandığı elektriği suyu… Gel zaman git zaman, önce elektiriği suyu bağlanıyor, önüne temiz yol çekiliyor. Sonra imar barışı adı verilen bir uygulama ile açıkça konduğu arazinin tapu sahibi oluveriyor. Bugün İstanbul’un Haliç sırtlarından Beykoz’una, Ataşehir’inden Kartal’ına kadar hemen hemen tüm bölgeleri bu şekilde zenginleşmiş ailelerle doludur. Bir dönemin Yeşilçam filmlerinde pompalanan “taşı toprağı altın” kent vurgusu bu şekilde büyük kente göç etmiş yüzbinlerin zaman içerisinde ve haksızca rant zengini olmasını sağlarken, İstanbul ve İstanbulluların ihanet hanesine bir çarpı daha atılıp durur.

Fikirtepe kentsel dönüşüm

İstanbul’un 2005 yılından bu yana bitmek bilmeyen Fikirtepe kentsel dönüşüm hikayesi de böyle bir gecekondu dönüşümünün merkezidir. 1984 yılında buradaki gecekondular yasallaştı ve 1991 yılında sahibi olmadıkları arazilere bir gecede kondu oturtanlar tapu sahibi oluverdi. 2010 yılında yapılan yasal düzenlemelerle  bölge İstanbul’daki rantın en görünür noktası haline dönüştü. 90’lı yılların başından bu yana devam eden Fikirtepe süreci, aslında mevcut hükümetin iş bilmezliğinin de net bir göstergesi niteliğinde. On yıllar süren bu süreçte, toplum, müteahhitler, meslek kuruluşları, devlet kurumları ve bir takım yatırımcılar tam bir kaos içerisinde. Öyle ki kimin mağdur, kimin hak sahibi olduğu bile ayırt edilemez hale gelinmiş. Deprem konutu olarak başlayan süreç, ilk etapta açıklananların tersine çok katlı yapıların lüks konutlar ve ticaret merkezleri olarak inşa edildiği, kimi yerlerde yaşamın başladığı, yeni etaplarda ise halen devam ettiği bir biçimde sürüyor. Bu hayırsız sürecin en hayırlı bölümü, yani son aşaması yine Murat Kurum’un baş rolünde olduğu bir dönem ile denkleşiyor. Erdoğan 2021 yılında müjdeyi veriyor: “İstanbul’un en ihmal edilmiş bölgesini en prestijli bölgesi haline getirdik.” Bu gelişme, belli ki kimilerini çok mutlu eden, çok zenginleştiren bir gelişme. İhanetin her zaman iki tarafı var; ihanet eden ve edilen. Fikirtepe hikayesi bu çerçeveden bakıldığında sabun köpüğü bir beyaz dizi gibi, bol ihanetli, bol mağdurlu, ama sonuçta filmlerdeki gibi hep fabrikatörler kazanıyor.

İstanbul Havalimanı için tahrip edilen Kuzey Ormanları 

Uzman raporlarının dikkate alınmadığı, kayıtlara göre 13 milyon ağacın kesildiği, denizden çıkarılan kumlar ile Karadeniz’in bitki örtüsünün bile tahrip edildiği İstanbul Havalimanı projesi, kentin tarihine geçmiş en okkalı ihanet hikayelerinden bir başkasını oluşturuyor. Göletlerin kurutulduğu, ormanda yaşayan canlıların başka diyarlara sürüldüğü, pek çok türün yok olma eşiğine getirtildiği, kentin tümünü etkileyen iklim değişikliklerine sebep olan, göç yolları üzerine kurularak sadece ülkemizdeki değil dünyadaki doğal yaşama hançer vuran İstanbul Havalimanı'nı, tüm ulaşım zorluklarına, işletim aksaklıklarına rağmen her seferinde bu ihanete ortak olduğumuzu hissede hissede kullanıyoruz.

Hepimizin bildiği gibi İstanbul’a ihanetin son perdesi yine de asla İstanbul Havalimanı ve Kuzey Marmara Otoyolu etrafında gelişen rant değil, bundan daha elim bir çılgın projemiz daha var. 12 yıldır hayatımızda olan Kanal İstanbul projesi, rotasındaki arazilerdeki rantı akıl almayacak biçimde arttırdı, kentte yeni rant zenginleri oluştu. Bu zenginleşen kesimin bir kısmını bizzat hükümette görev yapan siyasiler oluştururken, açıkça bir gayrimenkul projesi olan kanalda yatırım yapanların arasında bol miktarda yabancı sermaye de bulunuyor. İhale süreçlerinde mehter marşı ile bir ileri bir geri ilerleyen bu kapsamlı projede toplum, çevre gönüllüleri, bilim insanları ve mevcut İBB başkanı İmamoğlu olmak üzere muhalefetin eleştirileri duymazlıktan geliniyor. Belirli ihalelere ilişkin haberler geçtiğimiz yıl önümüze düşse de projenin kendi sitesinde açıklanan “çalışma takvimi” 2019 yılında son buluyor. Bu son aşama, “Ayrıntılı Laboratuvar Çalışmaları ve ÇED Süreci” olarak başlıklandırılmış. Hükumet tarafında tam bir sessizlik var. Kim bilir belki Murat Kurum kilitlenmiş bu projeyi de çözecek bir bürokrat olarak İBB adaylığına layık görülmüştür.

Plato’ya göre ihanet, koşulsuz bir adaletsizliktir. Adil bir toplum güven duyar. Aristotales’ya göre ihanet, daha içsel, bireysel bir yaklaşımla tanımlanır, karşıtı: erdemlilik, iyi niyetliliktir. Stoacı bir filozof olan Seneca, ihanet karşısında özdenetim ve direncin önemini vurgular. Kişinin başkalarının eylemlerinin kendi karakterini tanımlamasına izin vermemesi ve iç huzurunu korumaya odaklanması gerektiğini öne sürer.

Canım John Fowles’un Hitler hakkında dediği gibi, kötü adam aslında kendine ihanet etmiyor, asıl trajedi tek bir adamın kötü olmaya cesaret etmesi değil. Dönemin Alman halkına ithafen söylediği gibi, milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret edememesi.

İstanbul’a ya da Türkiye’nin her neresinde olursa olsun, kente ihanet edenler de toplumun her kesimindeki bireylerin kendilerinden başkası değil. Şu ya da bu şekilde ihanet projelerinin içinde yer alanlar, evi arsası değerlenecek diye sistemi hiçe sayanlar, zaten adaletsizlik kol gezdiği için bana ne diyerek kenara çekilenler, inşaat ihaleleri ile cepleri dolan müteahhitler, yeni projeler için ağızlarının suyu akan mimarlar ve mühendisler… Eğer bir kente ihanet edenler varsa ve olacaksa, onlar bu ihanete sahne hazırlayanlar ve göz yumanlar, başkası değil.

Tüm bunlar çerçevesinde İmamoğlu karşısında halen Murat Kurum kazanırsa, İstanbul’u da İstanbulluyu da ilginç bir dönem bekliyor olacak. Birileri bir bardak su, birileri de görünen o ki çorba içecek.

Özlem Yalım / duvaR

Kuzey Ormanları'na yeni tehdit: Milyonlarca ağaç kesilecek - T24

 “İstanbul’un nefesini ve su kaynağını yok etmeye devam ediyorlar”

İstanbul’un su ve oksijen kaynağı Kuzey Ormanları’ndan geçen otoyol için kesilen 13 milyon ağacın ardından, iktidar, Gebze-Çatalca arasına 120 kilometrelik demiryolu yapımı planlıyor. Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden geçecek olan hat için milyonlarca ağaç kesilecek.

15 milyona yakın ağacın yok edildiği Kuzey Otoyolu Projesi, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, İstanbul Havalimanı’nın ardından Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden geçecek 120 kilometrelik Gebze-Çatalca demiryolu projesini duyurdu.

Dört yıllık proje 

Cumhuriyet'ten Şeyda Öztürk'ün haberine göre, ihalesi bu yıl, tamamlanması ise 2028’de beklenen projeyle birlikte alanda ayrıca birçok yol inşa edilecek. Bakan Uraloğlu’nun açıklamasına göre tren projesi kapsamında 29 viyadük, 11 aç-kapa yapısı ve 21 tünel yapılacak.

Uraloğlu, “Gebze-Çatalca demiryolu güzergâhı, Marmaray hattının Çayırova mevkisinden ayrılarak, Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan sonra kuzeye yönelerek, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nü geçerek İstanbul Havalimanı’na ulaşıyor ve devamında Halkalı-Kapıkule hattına bağlanıyor” dedi. Çevreciler projeye ilişkin, “İstanbul’un nefesini ve su kaynağını yok etmeye devam ediyorlar” uyarısında bulundu.

Kuzey Ormanları Savunması’nın sosyal medya hesabında da “Kuzey Ormanları’na yeni yıkım ‘müjdesi’. Ulaştırma ve altyapı bakanı, 3. Köprü’den geçecek demiryolunun 120 km uzunluğunda olacağını, hatta yük ve yolcu taşıması yapılacağını ifade etti. Kuzeyde orman kalmayana kadar devam...” mesajı paylaşıldı.

"Tek bir ağaca bile dokunulmamalı"

Konuya ilişkin Cumhuriyet’e açıklamalarda bulunan Kuzey Ormanları Savunması’ndan Başar Alipaça, Kuzey Ormanları’nda 10 yıl içerisinde ikinci yıkımın yapılacağına dikkat çekti.

Mega projelerin İstanbul’un kuzeyini beton ve asfalta boğduğunu vurgulayan Alipaça, “Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Kuzey Marmara Otoyolu ve İstanbul Havalimanı’nın açtığı derin yaralar hâlâ İstanbul kuzeyini betona ve asfalta çevirmeye devam ederken bunun üzerine bir yara daha açmak Kuzey Ormanları’nın en önemli mevkilerinin büyük ölçüde tamamen yok olmasına sebep olmak demektir” ifadelerini kullandı.

Kuzey Ormanları’nın İstanbul’u kuraklık başta olmak üzere doğal afetlere karşı koruyacak tek savunma gücü olduğunu söyleyen Alipaça şöyle konuştu:

“Kuzey Ormanları ve kırsalında katı bir inşaat yasağı getirilmesi gerekirken, iktidar küresel sermaye güçlerine hareket kolaylığı sağlayacağım diyerek yine kendi ormanlarında yıkım yapmaya hazırlanmaktadır. İstanbul temiz hava ve suyunu karşıladığı ormanların en az beşte birini kaybetmiş ağır hasta bir şehir durumdadır. İstanbul’un daha fazla ‘çılgın’ projeye değil, yaralı da olsa önemli büyüklükteki orman varlığını korumaya ihtiyacı vardır. Buranın yakın bir gelecekte yaşanmaz bir şehir haline gelmemesi için değil bir yara daha açmak, tek bir ağaca daha dokunulmamalıdır.”

(T24)


13 Ocak 2024 Cumartesi

Mehmet Eymür de hesap vermeden gitti: Bir işkenceci öldü diyeler… + Bir kitabın hikayesi: Kimdir bu Mehmet Eymür?

Mehmet Eymür de hesap vermeden gitti: Bir işkenceci öldü diyeler…(Orhan Gökdemir) 

12 Mart’tan bu yana devletin özeti iki Mehmet’ten ibarettir. MİT’te Mehmet Eymür, poliste Mehmet Ağar. Mafyayı koruyup kollayanlar onlardır. Bugün ölen de o devletin temsillerinden biridir.

Ergenekon operasyonu Mehmet Eymür’ün yurtdışından yayın yapan “Atin” adlı sitesinde “Ergenekon lobi” adlı bir belgenin yayınlanması ile başlamıştı. Belge birkaç yıl fantastik bir metin olarak ortalıkta dolaştı durdu. Neden sonra gözaltılar, davalar başlayınca anlaşıldı belgenin önemi.

Mehmet Eymür ismi rast gele bir isim değil. Ülkenin son kırk yılına damgasını vurmuş iki örgütten birinin en bilinen ismi. Üstadı Hiram Abas vurulup sahneden çekilince ona kaldı MİT Meydanı.

Emniyetteki rakibi Mehmet Ağar da Şükrü Balcı’nın varisiydi. Ergenekon’un başlama vuruşu yapılana kadar didişip durdular. Ergenekon başlayınca Eymür Fethullahçıların, Ağar AKP’nin yanında saf tuttu. Bu sayede ikisi de Ergenekon’a sanık olarak dâhil olmaktan kurtuldu. Ergenekon’u “derin devlet” veya “kontrgerilla” sananlara hatırlatalım, bu iki Mehmet olmadan öyle bir dava mümkün değildir. 

Bizde, kontrgerilla türü örgütlenmeler Amerikan yardımı ile birlikte geldi. Polis, ordu ve elbette istihbarat teşkilatı bizzat Amerikalılar tarafından eğitildi, yönlendirildi. Böylece Komünizmle mücadele için kışkırtılmış ve aşırı motive olmuş bir yeni devlet aygıtı oluşturuldu.

Burada örgütlenmenin temel esprisi ne pahasına olursa olsun Komünist yayılmanın durdurulması ve eğer başarısız olunursa, bir Komünist işgale karşı yeraltında bir direniş hareketi oluşturulmasıydı. Örgütü oluşturmak için harekete geçenler, bu mücadele için en hazır güç olarak sağ ve radikal sağ örgütlenmeleri buldular. Mafya ise kendisine göz yumulması karşılığında her türlü hizmete hazırdı. ABD, mafyanın buradaki rolünün ne kadar önemli olduğunu İtalya’ya asker çıkarırken iş birliği yaptığı İtalyan mafyasından öğrendi. Bu silahlı, gözü kara ve devletimsi güç, kolay ikna ediliyor, hızlı bir şekilde mobilize oluyor ve komünizmle mücadelenin gerektirdiği şiddeti profesyonelce kullanıyordu. Öte yandan mafyanın kontrolünde olan uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile oluşan muazzam kara para, “örtülü operasyonlar”ın finansmanı için gereken paranın bulunmasında, yerel meclislerin çıkaracağı muhtemel sorunlardan kurtulma şansı sağlıyordu.

Bu yolla uluşturulan kayıtsız güç, kaydı olmayan yasaları oluşturmakta da gecikmedi. Terör, Dünya tarihinde ilk defa, devletin gücünü kullanan odakların kontrolünde uygulanıyordu. İtalya’da Gladio ve P-2 örgütlenmeleri açığa çıkarıldığında, Süper NATO’nun süper işlerinin büyük kısmının terör eylemlerine girişmek ve bu eylemleri solcular yapıyormuş gibi göstermek olduğu anlaşıldı. Öte yandan, Vatikan’ın da boylu boyunca içinde olduğu, bankaların, uluslararası tekellerin, popüler politikacıların, CIA’in, ABD ordusunun kontrolünde yerel askeri güç odaklarının, iş adamlarının, gazetecilerin içinde olduğu karanlık ve kuşkusuz sağ bir güç odağının izleri seziliyordu. İtalya’nın en güçlü adamı Aldo Moro’ya kadar uzanan siyasal cinayetler işlenmiş, paravan sol örgütlerle eylemlere girişilmiş (Kızıl Tugaylar’ın sonradan Gladio’ya bağlı olduğu anlaşıldı), yaratılan dehşet havasında sağın iktidarı garanti altına alınmıştı.

P-2 ve Gladio, bütün Avrupa’yı ve yakın çevre ülkelerini sarmış olan yepyeni bir örgütlenmenin laboratuvarıydı. Türkiye, bu savaşın sıcaklığını ancak 1960’lı yılların sonunda hissetti. 12 Mart muhtırası ile oluşan sıcak havada polis, istihbarat örgütü ve asker ile mafya arasında karmaşık bağlar kuruldu. Mafya bu ilişkiyi kendi çıkarı için kullanmak istedi, devlet memurları için ise bu kaçamaklar o kadar önemli değildi. Önemli olan mafyanın sağladığı yeni olanaklardı. Faik Türün, Fuat Doğu, Şükrü Balcı, Hiram Abas; ikinci kuşakta Mehmet Eymür, Mehmet Ağar, Nuri Gündeş gibi resmi kişilikler bu yeni memur tipinin en önde gelen örnekleri oldular. 1970’li yıllar devletle iş tutmayanın mafya olamayacağının anlaşıldığı yıllardı. Hemen hemen önde gelen bütün mafya babaları ceplerinde devletin kimliklerini taşıyorlardı. İçlerinden bir kısmı, Süper NATO’ya paralel uluslararası ilişkiler de geliştirmişlerdi. Saint Pierre meydanında gerçekleşen suikast, sert bir hiyerarşi içerisinde Süper NATO’dan Süper NATO’ya ve mafyadan mafyaya yeni bir ağ kurulduğunu gösteriyordu.

12 Eylül’ün ardından oluşturulan yeni hukuk sistemi de işte bu ilişkileri korumak ve sürdürmek üzere şekillendirilmişti. Devleti kutsayan bu yeni anlayış içinde, siyasal cinayetler doruğa çıktı, “faili meçhul cinayet” “devlet tarafından işlenen cinayet” anlamına geliyordu artık. Zamanın Başbakanı Tansu Çiller’in bütün bu ilişkileri ortaya çıkaran Susurluk kazasının ardından söylediği “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözü, ülkenin içinden geçtiği 40 yılın birikimini özetliyordu. 

“Şerefli kurşun atanlar”, aynı zamanda uyuşturucu kaçakçısı, mafyöz ve yasadışı kişilerdi. Türkiye’nin son 40 yılında “şeref”in politikacı, polis müdürü, istihbaratçı vb. için bir şifre kelime haline gelmesinin sırrı budur. Şeref devlet güçlerinin hızla mafyalaştığını, mafyanın da hızla devletleştiğini gösteriyordu. 

Eymür kayda geçiyor

Bu karşıdevrim operasyonunun içinde oluşan tiplerden birinin, Eymür’ün sicilini kayda geçirmek biz “nasip” oldu. Talat Turhan’la ortak işlerimizdendir. 

Talat Turhan ile 1990’lı yıllarda tanıştım. 12 Eylül’ün halesindeki Türkiye, ikinci on yılda adeta bir sıcak savaş yaşamaktaydı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, gün ortasında sokak ortasında işlenen cinayetler, muhalif gazetelerde patlayan bombalar, gözaltılar, işkenceler… Kürt Sorunu en sert zamanlarındaydı. Kürt diyenin içeri tıkıldığı, gazetelerin dergilerin kapatıldığı, sansür sürgün kararnamelerinin çıkarıldığı dönemlerdi. Talat Turhan 1970’li yıllarda yüz yüze geldiği devletin o karanlık yüzünün peşindeydi. Israr ediyor, her gün yeni bilgi ve belgelerle ortaya çıkıyor, anlatıyor, bu nedenle hakkında açılan davalarla boğuşuyordu.

Sanırım ilk görüşmemiz gazetecilik faaliyeti nedeniyleydi. Yazı istedim veya röportaj yaptım. Sonra görüşmelerimiz devam etti. Evine konuk oldum, uzun sohbetlerine katıldım. 1990’lı yıllar kapanmak üzereydi, ortalık biraz durulmuş görünüyordu ama dönemin aktörleri hala etkin görevlerdeydi. Ortak bir tanıdığımızın cenazesinde karşılaştık, “Orhan birlikte kitap yazalım” dedi. “Onur duyarım Ağabey” dedim. “Ben Kemalist’im senin için sakınca olur mu?” dedi. “Ağabey ben de Marksist’im senin için sakıncası yoksa benim için hiç yok” dedim.

Mehmet Eymür üzerine çalışmaya bu konuşmadan sonra başladık. Arşivlerini açtı. İnanılmaz bir titizlikle oluşturulmuştu o arşivler; kupürler tarih sırasına göre dizilmiş, arkalarına önlerine notlar alınmış, dosyalanmıştı. Doğrusu, geriye pek az şey bırakıyordu o dosyalar. 1999’da “Eymür” kitabı öyle ortaya çıktı.* Arkasından Mehmet Ağar’ı yazmayı planlamıştık. Ancak araya uzun mesafeler ve benim ekmek kavgalarım girdi. “Orhan sen yaz” dedi, arşivinin bir bölümünü evime taşımama izin verdi. Mehmet Ağar’ın sicilini kayda geçiren “Pike” de böyle ortaya çıktı. Bu iki kitap uzun yıllar boyunca davalarla boğuşmama neden oldu. Talat Turhan’la birlikte mahkeme kapılarında uzun zamanlar geçirdik. Talat Ağabey için bunlar adeta yaşamının doğal bir parçası gibiydi, sonra ben de alıştım.

O davalardan ikisi “Eymür” kitabıyla ilgiliydi. İlki “MİT Raporu’nun ekleri”nde adı geçen mafyozlardan birinin şikâyeti ile açılmıştı. Yani dava konusu olan belge polis raporuydu, devletin resmî belgesiydi. Ünlü MİT Raporu’ndan dolayı ceza alma onuru bizimdir. İkincisini Eymür bizzat açtı. Kendisine “CIA ajanı” dediğimizi iddia ediyordu. Oysa bir gazeteye verdiği demeçte “CIA için çalışırım” anlamına gelen laflar etmişti, oradan alıntı yapmıştık. Hem CIA ile çalışsa ne çalışmasa ne? CIA zaten MİT’in içindeydi. Teşkilatın merkezinde ofis açmıştı, para yardımı yapıyor, alet edevat sağlıyor, yönlendiriyordu. Tabii bu da mahkûm edilmemize engel olmadı. Devletin yargısı, “Eymür söylemiş olsa bile siz alıntı yapamazsınız” diyordu bize. Talat Turhan onda da ısrar etti, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı, kazandı. 

Talat Ağabey 12 Mart’ta, Ziverbey İşkence hanesinde o karanlıkla yüzleşmişti. İşkence merkezinde, karanlıkta saklananlardan biri de Mehmet Eymür’dü. Uzun yıllar inkâr etti işkence yaptığını. Sonra dayanamadı, bir gazeteciye döküldü, “yaptım, devletin çıkarınaysa yine yaparım” dedi. Bizim “Eymür”de yazdıklarımız böylece birinci ağızdan doğrulanmış oldu. Devletin ve elemanlarının işkence yaptığı, işkencenin bir devlet politikası olduğu delilleriyle ortadadır artık.

Kızıldere Katliamı'ndan beri solun peşinde

Ne demişlerdi 12 Mart’ta; Burada anayasa yok, yasa yok! Tek yasa vardır biliyoruz; devlet sebeb-i hikmeti olan egemenlerin çıkarını korumak. O nedenle 12 Mart’ın tezgâhlarında yarım bırakılan iş, 12 Eylül’de tamamına erdirildi. Halkın çocukları bir kez daha işkencelerden geçirildi, kaybedildi, öldürüldü. Tarikatlar el altından desteklendi, topluma din enjekte edildi. TİB (Toplumla İlişkiler Başkanlığı) devreye sokuldu, ölüm timleri oluşturuldu, yargısız infazlar yapıldı, Hizbullah gibi ne idiğü belirsiz örgütler peyda oldu. Sonra bir de baktılar ki kontrol ellerinden kayıp gitmiş! 12 Eylül’ün kucağında büyüttüğü gayrı meşru çocuklar onları tasfiye edip yerine yenilerini koymaya başladığında cumhuriyet de son nefesini vermişti. Kontrgerilla, kendi halkına karşı örgütlenmiş cumhuriyetin intiharıydı.

İki Mehmetler, Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar bu çürümenin birer temsilcisi. Önde giden birer devlet elemanı olarak bu tarihi temsil etme kabiliyetleri var. Devleti birlikte çürüttüler, bütün gövdesiyle yasa dışına itilmesine yardımcı oldular, tetikçiliğini yaptılar. İkisi de devletin kendi halkına karşı yaptığı operasyonların bilgisine sahiptir. Devlet kimi neden öldürmeye karar vermişse, hangi kirli işin arkasında kim varsa bilirler. Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, Ankara DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır. Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır. Solla mücadele ederken aynı zamanda birbiriyle mücadele ederler. Sebebi devletin yönetim biçimi üzerindeki görüş ayrılığı değil, karanlıkta oluşan pastanın paylaşılması mücadelesidir. Talat Turhan’ın deyişiyle işkenceciler aynı zamanda işkembecidir!

Eymür, 1996'da MİT'ten atıldı. Ardından “Kontrterör Dairesi” lağvedildi. MİT'ten ayrıldıktan sonra ABD'ye yerleşip, internet sitesi üzerinden yayın yapmaya başladı. Orada sanıyorum, kendine yaslanacak yeni güç odakları aradı. Fethullahçı çetenin yayını Zaman Gazetesi'nin eski özel haber müdürü Faruk Mercan’ın Eymür'ün sekreterliğini yapmaya başlaması o tarihlerdedir. Faruk Mercan, patronu Eymür hakkında sınırsız övgülerden ibaret bir iki kitap hazırlayıp yayımladı hatta. 

Son numarası kendini var eden rejimi yok etmek oldu. Yozlaşmış cumhuriyetten arda kalanları Fethullahçı çeteyle birlikte çökerttiler. Firari Fethullahçı Savcı Zekariya Öz'le pek sıkı fıkıydı, ihtiyaç oldukça kapısını aşındırıyor, dava hakkında bilgilerini aktarıyordu. Her şeyi biliyordu, bir tek devlet içindeki çeteleri bilmiyordu; sustuğu, sakladığı tek konu budur. 

Dedi ki giderayak, "Kızıldere'de roketatar ve havan mermileriyle katliam yaptık ama yargısız infaz sayılmaz. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını Ordu yaptı, haberimiz vardı. İşkence yaptım, pişmanlık duymuyorum. Ulaş Bardakçı’yı, Mahir Çayan’ı biz öldürdük. Ziverbey’de işkence yaptık çünkü inatçı tipler vardı. İnsanları alıp kaybettik, hepsi istihbarat operasyonuydu. Mafyayı kullandık, yine kullanırız..." Konuşan Eymür değil devlettir. Bugün ölen de o devletin temsillerinden biridir. Hesap vermeden gitmeyi başaranlar listesine ekliyoruz adını. 

                                                      /././                             

Bir kitabın hikayesi: Kimdir bu Mehmet Eymür? (soL)

'Bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz. Hic Rhodus, hic salta!'

           *Talat Turhan ve Orhan Gökdemir'n birlikte kaleme aldığı "İç Savaşın MİT'çisi Eymür" kitabı

Yazarımız Orhan Gökdemir, bugün köşesinden son dönemdeki 'itiraflarıyla' gündem olan MİT'çi Mehmet Eymür'ü yazdı.

Eymür hakkında Talat Turhan'la birlikte yazdıkları kitabı anımsatan ve o kitap nedeniyle yargılandıklarını hatırlatan Gökdemir, "Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır, Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır" dedi.

Gökdemir'in "Eleman'ın anlattığı" başlıklı yazısının bir bölümü şöyle:

...Devlet kimi neden öldürmeye karar vermişse, hangi kirli işin arkasında kim varsa bilirler. Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır, Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır. Malumunuz, aynı zamanda birbiriyle mücadele ederler. Sebebi devletin yönetim biçimi üzerindeki görüş ayrılığı değil, karanlıkta oluşan pastanın paylaşılması mücadelesidir. Talat Turhan’ın deyişiyle işkenceciler aynı zamanda işkembecidir!

Eymür, 1996'da MİT'ten atıldı. Ardından “Kontrterör Dairesi” lağvedildi. MİT'ten ayrıldıktan sonra ABD'ye yerleşip, internet sitesi üzerinden yayın yapmaya başladı. Orada sanıyorum, kendine yaslanacak yeni güç odakları aradı. Fethullahçı çetenin yayını Zaman Gazetesi'nin eski özel haber müdürü Faruk Mercan’ın Eymür'ün sekreterliğini yapmaya başlaması o tarihlerdedir. Faruk Mercan, patronu Eymür hakkında sınırsız övgülerden ibaret bir iki kitap hazırlayıp yayımladı hatta. Bir ara kanal kanal dolaşıp ahkam kesiyordu, 15 Temmuz şeyinden bu yana kaçaktır. 

Doğu Perinçek’in üzerine atıp kurtulmaya çalışıyor ama Ergenekon soruşturmasına dayanak yapılan “Ergenekon lobi” belgesi de ilk kez 2002 yılında Eymür’ün “atin.org” adlı sitesinde yayımlandı. Firari Fethullahçı Savcı Zekariya Öz'le pek sıkı fıkıydı, ihtiyaç oldukça kapısını aşındırıyor, dava hakkında bilgilerini aktarıyordu. Her şeyi bilirler, bir tek devlet içindeki çeteleri bilmezler, gelenekleridir.

                                                                     ***

Diyor ki şimdi; Kızıldere'de roketatar ve havan mermileriyle katliam yaptık ama yargısız infaz sayılmaz. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını Ordu yaptı, haberimiz vardı. İşkence yaptım, pişmanlık duymuyorum. Ulaş Bardakçı’yı, Mahir Çayan’ı biz öldürdük. Ziverbey’de işkence yaptık çünkü inatçı tipler vardı. İnsanları alıp kaybettik, hepsi istihbarat operasyonuydu. Mafyayı kullandık, yine kullanırız... “Eymür”de not edilenler de zaten bunlardan ibarettir.  

Anlattıklarında fazlası ve yeni olan şu; “Yaptığınız işkencelerden pişmanlık duyuyor musunuz?” diye soruyor gazeteci. “Duymam, çünkü aşırı bir şey yapmadık. Daha çok taktikleri kullanmak istedim. Bizim hanım arkadaşları bağırtırdık. ‘Kızını aldık’ derdik sonra suçluya. Bağıran bizim arkadaşımız. ‘Konuşacaksan konuş sıkıntıya girecekler yoksa’ derdik mesela. Tiyatro yapardık biraz.” Cevabı budur. Biliyoruz, “sıkıntıya girecek” lafı mizansendir, aslı “kızın elimizde, konuşmazsan tecavüz edeceğiz”dir, tanıkların anlatımlarından biliyoruz. 

                                                                       ***

Bu karanlığın ortasında gazetecilik yapmaya, halka karşı işlenen suçları takip etmeye, tarihe not düşmeye çalışıyorduk. Kendi adıma bu not düşme işini daha çok önemsiyordum. Kitaplar yayımlanınca “Neden Eymür’le konuşmadın, Ağar’ı neden aramadın” diyen gazeteci dostlarım oldu. “Benim hakkımda rapor hazırlarken beni aramadıkları için” diye geçiştirdim. “Nesnellik” bu tür durumlarda bir gazeteci hastalığıdır, insan işkenceciye karşı nesnel olur mu?

Yazının tamamını okumak için: Eleman’ın anlattığı (Orhan Gökdemir)- 6/11/2011

'Yalnız Ahmet-Mehmet meselesi değil bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz.'

Talat Turhan ile 1990’lı yıllarda tanıştım. 12 Eylül’ün halesindeki Türkiye, ikinci on yılda adeta bir sıcak savaş yaşamaktaydı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, gün ortasında sokak ortasında işlenen cinayetler, muhalif gazetelerde patlayan bombalar, gözaltılar, işkenceler… Kürt Sorunu en sert zamanlarındaydı. Kürt diyenin içeri tıkıldığı, gazetelerin dergilerin kapatıldığı, sansür sürgün kararnamelerinin çıkarıldığı dönemlerdi. Talat Turhan 1970’li yıllarda yüz yüze geldiği devletin o karanlık yüzünün peşindeydi. Israr ediyor, her gün yeni bilgi ve belgelerle ortaya çıkıyor, anlatıyor, bu nedenle hakkında açılan davalarla boğuşuyordu.

Sanırım ilk görüşmemiz Toplumsal Kurtuluş dergisi için oldu. Yazı istedim veya röportaj yaptım. Sonra görüşmelerimiz devam etti. Evine konuk oldum, uzun sohbetlerine katıldım. 1990’lı yıllar kapanmak üzereydi, ortalık biraz durulmuş görünüyordu ama dönemin aktörleri hala etkin görevlerdeydi. Ortak bir tanıdığımızın cenazesinde karşılaştık, “Orhan birlikte kitap yazalım” dedi. “Onur duyarım Ağabey” dedim. “Ben Kemalist’im senin için sakınca olur mu?” dedi. “Ağabey ben de Marksist’im senin için sakıncası yoksa benim için hiç yok” dedim.

Mehmet Eymür üzerine çalışmaya bu konuşmadan sonra başladık. Arşivlerini açtı. İnanılmaz bir titizlikle oluşturulmuştu o arşivler; kupürler tarih sırasına göre dizilmiş, arkalarına önlerine notlar alınmış, dosyalanmıştı. Doğrusu, geriye pek az şey bırakıyordu o dosyalar. 1999’da “Eymür” kitabı öyle ortaya çıktı. Arkasından Mehmet Ağar’ı yazmayı planlamıştık. Ancak araya uzun mesafeler ve benim ekmek kavgalarım girdi. “Orhan sen yaz” dedi, arşivinin bir bölümünü evime taşımama izin verdi. “Pike” de böyle ortaya çıktı. Bu iki kitap uzun yıllar boyunca davalarla boğuşmama neden oldu. Talat Turhan’la birlikte mahkeme kapılarında uzun zamanlar geçirdik. Talat Ağabey için bunlar adeta yaşamının doğal bir parçası gibiydi, sonra ben de alıştım.

O davalardan ikisi “Eymür” kitabıyla ilgiliydi. İlki “MİT Raporu’nun ekleri”nde adı geçen mafyozlardan birinin şikâyeti ile açılmıştı. Yani dava konusu olan belge polis raporuydu, devletin resmî belgesiydi. Ünlü MİT Raporu’ndan dolayı ceza alma onuru bizimdir. İkincisini Eymür bizzat açtı. Kendisine “CIA ajanı” dediğimizi iddia ediyordu. Oysa bir gazeteye verdiği demeçte “CIA için çalışırım” anlamına gelen laflar etmişti, oradan alıntı yapmıştık. Hem CIA ile çalışsa ne çalışmasa ne? CIA zaten MİT’in içindeydi. Teşkilatın merkezinde ofis açmıştı, para yardımı yapıyor, alet edevat sağlıyor, yönlendiriyordu. Tabii bu da mahkûm edilmemize engel olmadı. Devletin yargısı, “Eymür söylemiş olsa bile siz alıntı yapamazsınız” diyordu bize. Talat Turhan onda da ısrar etti, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı, kazandı. 

Talat Ağabey 12 Mart’ta, Ziverbey İşkencehanesinde o karanlıkla yüzleşmişti. İşkence merkezinde, karanlıkta saklananlardan biri de Mehmet Eymür’dü. Uzun yıllar inkâr etti işkence yaptığını. Birkaç gün önce bir gazeteciye döküldü, “yaptım, devletin çıkarınaysa yine yaparım” dedi. Bizim “Eymür”de yazdıklarımız böylece birinci ağızdan doğrulanmış oldu. Devletin ve elemanlarının işkence yaptığı, işkencenin bir devlet politikası olduğu delilleriyle ortadadır artık.

                                                          ***

Ne demişlerdi 12 Mart’ta; Burada anayasa yok, yasa yok! Tek yasa vardır biliyoruz; devlet sebeb-i hikmeti olan egemenlerin çıkarını korumak. O nedenle 12 Mart’ın tezgâhlarında yarım bırakılan iş, 12 Eylül’de tamamına erdirildi. Halkın çocukları bir kez daha işkencelerden geçirildi, kaybedildi, öldürüldü. Tarikatlar el altından desteklendi, topluma din enjekte edildi. TİB (Toplumla İlişkiler Başkanlığı) devreye sokuldu, ölüm timleri oluşturuldu, yargısız infazlar yapıldı, Hizbullah gibi ne idiğü belirsiz örgütler peyda oldu. Sonra bir de baktılar ki kontrol ellerinden kayıp gitmiş! 12 Eylül’ün kucağında büyüttüğü gayrı meşru çocuklar onları tasfiye edip yerine yenilerini koymaya başladığında cumhuriyet de son nefesini vermişti. Kontrgerilla, kendi halkına karşı örgütlenmiş cumhuriyetin intiharıydı, o kitaplarda dediğimiz budur.

İmamlar geldi, karanlığı devraldı. Güya “derin devlet”i de ortadan kaldıracaklardı. Oysa devletin çürümesine neden olan bütün ilişkiler yerli yerinde. Devlet halkına düşman, ordu halkın ordusu değil, kolluk kuvvetleri Ortaçağ bakiyesi yapılanmaların elinde. Yani kontrgerilla artık devletin ta kendisidir.

                                                          ***

İki Mehmetler, Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar bu çürümenin birer temsilcisi. Önde giden birer devlet elemanı olarak bu tarihi temsil etme kabiliyetleri var. Devleti birlikte çürüttüler, bütün gövdesiyle yasa dışına itilmesine yardımcı oldular, tetikçiliğini yaptılar. İkisi de devletin kendi halkına karşı yaptığı operasyonların bilgisine sahiptir. Devlet kimi neden öldürmeye karar vermişse, hangi kirli işin arkasında kim varsa bilirler. Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır, Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır. Malumunuz, aynı zamanda birbiriyle mücadele ederler. Sebebi devletin yönetim biçimi üzerindeki görüş ayrılığı değil, karanlıkta oluşan pastanın paylaşılması mücadelesidir. Talat Turhan’ın deyişiyle işkenceciler aynı zamanda işkembecidir!

Eymür, 1996'da MİT'ten atıldı. Ardından “Kontrterör Dairesi” lağvedildi. MİT'ten ayrıldıktan sonra ABD'ye yerleşip, internet sitesi üzerinden yayın yapmaya başladı. Orada sanıyorum, kendine yaslanacak yeni güç odakları aradı. Fethullahçı çetenin yayını Zaman Gazetesi'nin eski özel haber müdürü Faruk Mercan’ın Eymür'ün sekreterliğini yapmaya başlaması o tarihlerdedir. Faruk Mercan, patronu Eymür hakkında sınırsız övgülerden ibaret bir iki kitap hazırlayıp yayımladı hatta. Bir ara kanal kanal dolaşıp ahkam kesiyordu, 15 Temmuz şeyinden bu yana kaçaktır. 

Doğu Perinçek’in üzerine atıp kurtulmaya çalışıyor ama Ergenekon soruşturmasına dayanak yapılan “Ergenekon lobi” belgesi de ilk kez 2002 yılında Eymür’ün “atin.org” adlı sitesinde yayımlandı. Firari Fethullahçı Savcı Zekariya Öz'le pek sıkı fıkıydı, ihtiyaç oldukça kapısını aşındırıyor, dava hakkında bilgilerini aktarıyordu. Her şeyi bilirler, bir tek devlet içindeki çeteleri bilmezler, gelenekleridir.

                                                        ***

Diyor ki şimdi; Kızıldere'de roketatar ve havan mermileriyle katliam yaptık ama yargısız infaz sayılmaz. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını Ordu yaptı, haberimiz vardı. İşkence yaptım, pişmanlık duymuyorum. Ulaş Bardakçı’yı, Mahir Çayan’ı biz öldürdük. Ziverbey’de işkence yaptık çünkü inatçı tipler vardı. İnsanları alıp kaybettik, hepsi istihbarat operasyonuydu. Mafyayı kullandık, yine kullanırız... “Eymür”de not edilenler de zaten bunlardan ibarettir.  

Anlattıklarında fazlası ve yeni olan şu; “Yaptığınız işkencelerden pişmanlık duyuyor musunuz?” diye soruyor gazeteci. “Duymam, çünkü aşırı bir şey yapmadık. Daha çok taktikleri kullanmak istedim. Bizim hanım arkadaşları bağırtırdık. ‘Kızını aldık’ derdik sonra suçluya. Bağıran bizim arkadaşımız. ‘Konuşacaksan konuş sıkıntıya girecekler yoksa’ derdik mesela. Tiyatro yapardık biraz.” Cevabı budur. Biliyoruz, “sıkıntıya girecek” lafı mizansendir, aslı “kızın elimizde, konuşmazsan tecavüz edeceğiz”dir, tanıkların anlatımlarından biliyoruz. 

                                                        ***

Bu karanlığın ortasında gazetecilik yapmaya, halka karşı işlenen suçları takip etmeye, tarihe not düşmeye çalışıyorduk. Kendi adıma bu not düşme işini daha çok önemsiyordum. Kitaplar yayımlanınca “Neden Eymür’le konuşmadın, Ağar’ı neden aramadın” diyen gazeteci dostlarım oldu. “Benim hakkımda rapor hazırlarken beni aramadıkları için” diye geçiştirdim. “Nesnellik” bu tür durumlarda bir gazeteci hastalığıdır, insan işkenceciye karşı nesnel olur mu?

Paranoyak olduğumuz sanılmasın diye not ediyorum, delilleri var. “Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından 2008-2009 tarihleri arasında, Genelkurmay Başkanlığı santralı ve TBMM ile iş adamları, gazeteciler ve polislerin de arasında bulunduğu 1000 kişinin sahte isimlerle dinlendiği ortaya çıktı.” Bu “VIP Dinleme Skandalı” haberinin girişidir. Adı geçen tarihlerde işsiz bir gazeteciydim, devletimiz sağ olsun buna rağmen “VIP muamele”yi esirgememişti bizdin. Dinlerler, not düşerler, açılan davalarda dosyanın arasına koyarlar, hakimleri ve savcıları böyle yönlendirirler.  

Bizim de buna karşı kitaplarımız vardır, araştırırız, buluruz, halkımız için not ederiz. Çoğu hakkımızda rapor tutanlar hakkında tutulmuş uzun raporlardır, nesnel değillerdir, sınırsız bir öfkeyle yazılmışlardır. Başlangıçta hepsi uydurma sanılsa da zamanla doğrulanırlar. Çünkü bizde halka yalan söylemek en büyük suçtur. 

İşte “Eleman” anlatıyor bir bir, ne yazdıysak doğruluyor. Vurmuşlar arkadaşlarımızı, öldürmüşler, işkence yapmışlar yoldaşlarımıza. Yalnız Ahmet-Mehmet meselesi değil bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz. Hic Rhodus, hic salta!

(soL)