17 Ocak 2024 Çarşamba

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 17 OCAK 2024 -

 

İhanetin bedeli (Barış Pehlivan)

84.678.372.715 ABD doları ya da 1.486.900.741.243 Türk Lirası. 21 sayfalık raporun son sayfalarında okuyorum bunu. Rakamlar yan yana geldikçe bir kötülük de büyüyor.

73 gün kaldı seçimlere. En çok konuştuğumuz da en büyükşehir İstanbul oluyor. “Ekrem İmamoğlu mu Murat Kurum mu kazanacak” sorusunun altında ise başka bir kaderin seçimi yatıyor. Hayır, bu seçimlerin sonucunun 2028’i de etkileyeceğini hatırlatmayacağım.

İmamoğlu cephesinin kampanya döneminde “Murat Kurum” ve “ihanet” sözcüklerini sık sık yan yana kullanacağını öğreniyorum. Keza, Sözcü’den İpek Özbey’e yaptığı açıklamalarda İmamoğlu bunun sinyallerini vermeye başladı. Peki, Kurum ne yaptı da ihanetle suçlanıyordu?

Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı Erdoğan 2017’de çıktı ve “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz” dedi. Erdoğan’ın o itirafı hiç unutulmadı. İki yıl geçtikten sonra da İstanbul’un yönetimi değişti.

Şimdi, koca kent İstanbul’un kaderi yeniden oylanacak. Metafor yapmıyorum, “Gerçekten neyi oyladığımızı biliyor muyuz” sorusu üzerine düşünüyorum. Yanıt ararken de bilinen ama yeniden hatırlanması gereken bir rapora göz atıyorum.

İBB muhalefet tarafından kazanılınca kurum içinde birçok muhasebe yapıldı. “Nasıl devraldık” diye özetlenebilecek bu çalışmalardan biri de İstanbul’daki büyük proje alanlarına dairdi. İBB İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı, AKP’nin 20 yıllık iktidarı boyunca İstanbul karnesini masaya yatırdı ve şu sorulara yanıt aradı:

1- Proje üretilen alanlarda imar planı değişiklikleri ile fonksiyon değişimleri olmuş mu? Donatı alanlarında ve imara açılan alanlarda üretilen inşaat alanı ne kadar?

2- Mevzuata ve mimari projeye aykırı olarak üretilen inşaat alanı ne kadar?

3- Bu değişimler ve aykırılıklar ile bu alanlarda ne kadar maddi kazanç sağlanmış?

130 PROJEDE RANT

İşte bu sorulara yanıt için toplam 227 adet büyük ölçekli proje ve kentsel alanın geçmişten günümüze kontrolleri yapıldı. İnceleme sonunda önemli usulsüzlüklerin ve değişimlerin olduğu 130 projeye de mercek tutuldu. Peki, sonuç ne mi çıktı?

Basitleştirerek yazayım.

İstanbul’daki 78 arazi donatı alanıyken imara açılmış. Yani o arazilerde sağlık kurumlarından kültürel tesislere kadar birçok kamu hizmeti verilmesi gerekirken yerine konut, AVM veya otel yapılmış. Toplam 16 milyon 112 bin 518 metrekare inşaattan bahsediyorum. AKP’nin İstanbul’da bu yolla imara açtığı yerlerin 8’inin daha önce askeri alan olduğunu da öğreniyorum.

Bitmiyor. AKP döneminde 2 milyon 846 bin 621 metrekarelik 7 orman alanı da yapılaşmaya yani imara açılıyor. Ormana dikilen betonların sahiplerinden biri de damat Berat Albayrak’ın kurucusu olduğu NUN Vakfı’na ait okullar.

Yine aynı rapordan öğreniyorum ki incelenen 130 proje içindeki 44 araziye yapılabilecek inşaat alanı 3 milyon metrekareyken 10 milyon 500 bin metrekare inşaata izin verilmiş.

Sonuç ne mi?

İstanbul’a yapılan bu ihanetin parasal değeri 1 trilyon 486 milyar Türk Lirası. Raporun hazırlandığı sıradaki kura göre ise 85 milyar dolar. Bu da İstanbul’un 2020 yılındaki gayrisafi yurtiçi hasılasına değer bir para.

Murat Kurum, AKP’nin belediye başkan adayı seçilince “İstanbul’daki beş yıllık duraklama dönemini hep birlikte bitireceğiz” dedi. Duraklamadan ne anladıklarının farkında mısınız?

                                                  /././

Siyasal alalama (Öztin Akgüç)

Gerçek niyet ve amaçların aldatıcı söylemler arkasına gizlenerek propaganda yapılması en hafif tanımlamasıyla siyasal alalamadır.

Son günlerde “Filistin’e Destek İsrail’e Lanet” söylemleri ardına sığınarak şeriat propagandası yapılıyor. “Hilafet” isteniyor, tevhit bayrakları açılıyor, iktidar övülürken muhalefete sövülüyor. Türkiye’de hilafet, şeriat isteklerinin, slogan atmanın, bağırmanın nasıl Filistin’e destek verildiğini ve İsrail’e lanet yağdırıldığını anlamak, aradaki ilişkiyi, bağlantının nasıl sağlandığını anlamak güç. Gerçekten Filistin’e destek olunacaksa her türlü lojistik destek sağlansın, yardım yapılsın. Hatta gönüllü birlikleri oluşturulsun, Gazze’de savaşıma katılınsın. Slogan atıp, pankart açıp, bayrak sallandıkça ve İsrail şiddetle kınandıkça Tel Aviv’in de bombardımanı şiddetleniyor. Filistin’in kayıpları artıyor. 

Kilometrelerce uzakta, yürüyüş yapmakla, pankart açmakla, lanet okumakla ateşkes sağlanamayacağı gibi Filistin kayıplarının artması da ateşkes sağlamaz. Emperyalistlerin “insani facia yaşanıyor” yaklaşımının fiili etkisi olmaz. Emperyal güçler hümanist gözükür, takiye yaparak ödüller verir fakat insanca davranışta bulunmazlar. Barışı ve güvenliği korumak, uluslararasında ekonomik, toplumsal, kültürel işbirliğini sağlamak amacıyla kurulmuş Birleşmiş Milletler’den ateşkes kararının çıkmasını da engellerler. Ateşkes, ancak İsrail’in kayıplarının artmasıyla kamuoyundan gelecek baskılarla, emperyal güçlerin savaşı sürdürmenin çıkar yol olmadığını görmeleriyle sağlanabilir.

Söylem, eylem tutarsızlığı, gerçek kimliklerin, kimin hangi rengi ne zaman boyayacağının, bayrağı açacağının belirsizliği Ziya Paşa tarafından veciz şekilde, “Ümmîd-i vefâ eyleme her şahs-ı dagalde/ Çok hacıların çıktı haçı zir-i bagalde” olarak ifade edilmiştir. Kendilerini miliyetçi olarak yaftalayanların da hangi rengi boyayacakları, gerçek niyetlerini gösteren bayrakları ne zaman açacakları belli olmuyor. Türk bayrağı önünde “tevhit bayrağı” açılması gibi.

Tevhit, Tanrı’nın ululuğuna, tekliğine, eşsizliğine, tüm kudretin Tanrı’ya ait olduğuna, başka güç bulunmadığına inançtır. Günlük politika malzemesi yapılmamalı, kutsallık politikaya karıştırılmamalıdır.

Bu tür davranışları “siyasal alalama” olarak tanımlama hafif kalır. Takiye sözcüğü de tam betimleyemez; çıkar sağlamaya yönelik, gizli niyetleri farklı söylemler ardına saklayarak, dürüst davranmamayı “dalavere” diye tanımlamak yerinde olur.

Türkiye Süper Kupası’nın Riyad’da oynanması kararı federasyon başkanını, TFF’yi aşar. Emir, büyük yerden gelmiştir.

Mısır’da Müslüman Kardeşler olayına ilişkin Erdoğan’ın tutumu, ifadeleri Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerini gerdi. Gerginliği hafifletmek, ilişkiyi düzeltmek için Erdoğan’dan yüce gönüllü bir dizi davranış başladı. Riyad’ı ziyaret, kralın ölümünde ulusal yas ilanı, Kaşıkçı dosyasını uluslararası hukuka aykırı olarak suçlananın ülkesine göndermek gibi Süper Kupa’nın Riyad’da oynanması da jest dizisinin bir halkasıydı. Dursun Özbek’le Ali Koç’a, yalnız GS-FB’nin değil Türkiye’nin de itibarını korudukları için teşekkür borçluyuz.

Şeyh Sait İsyanı’nda da etnik temelli bir direnme alalamasıyla gündeme getirilmesi de bir açıdan yararlı olmuştur. Bağımsızlık savaşı yalnız emperyal güçlere karşı değil dini görüntü vererek emperyal güçlerle işbirliği yapanlara karşı da kazanılmıştır. Bu mücadele hâlâ savunulmaktadır. 

Türkiye’nin Kudüs değil ama Musul sorunu vardır. Misakı Milli sınırlarına dahil olan Musul, I. Dünya Savaşı’nın ateşkes antlaşmasına aykırı olarak 3 Kasım 1918’de İngilizler tarafından işgal edilmiş, Lozan Konferansı’nda sert tartışmalara neden olmuş, bir anlaşmaya varılamamıştır. Şeyh Sait Ayaklanması’nın ardında İngiltere desteği olduğu yadsınamaz.

Toplum, olayların ardındaki gerçek neden ve niyetleri görmeli, aldatıcı gösterilere, siyasal alalamalara, dalaverelere kapılmamalıdır.

                                                /././

ATATÜRK, HALİFELİĞİ ANLATIYOR (Sinan Meydan)

Şöyle bir hayal vardır ki hilafet sıfatını takındığımız zaman bütün İslam âlemi (bize) yardımcı olacaktır. Nedir yani? En felaketli anları geçirdiğimiz zaman ne yaptılar? Bizim aleyhimize gelip savaştılar.” (Mustafa Kemal Atatürk, 16 Ocak 1923, İzmit

Bu yıl, halifeliğin kaldırılmasının 100. yılı… Devlet başkanına (sultana/padişaha) dinsel dokunulmazlık kazandıran halifeliğin kaldırılmasıyla hem “ulusal egemenliğin” önündeki en büyük engellerden birine (diğeri saltanat) son verildi. Böylece cumhuriyetin istediği biçimde egemenlik “kayıtsız şartsız” ulusun oldu. Hem de cumhuriyetin laikleşmesi yolunda çok güçlü bir adım atıldı. 

ATATÜRK HALKA GİTTİ

Atatürk, önemli devrimlerini yapmadan önce halkın nabzını tutmaya özen gösterdi. Bu amaçla yurt gezilerine çıktı. Yapacağı devrimleri halka anlattı, sorulara yanıt verdi ve kamuoyunu aydınlattı.

Atatürk, halifeliği kaldırmadan yaklaşık 1.5 ay önce de bir yurt gezisine çıktı. 14 Ocak 1923’ten 20 Şubat 1923’e kadar tam 35 gün süren Batı Anadolu gezisinde Eskişehir, Arifiye, İzmit, Bursa, Alaşehir, Salihli, Turgutlu, Manisa, Akhisar, Balıkesir ve İzmir’de gazetecilerle, yöneticilerle, komutanlarla ve halkla bir araya gelip görüş alışverişinde bulundu. 

Atatürk, Nutuk’ta, 35 gün süren bu Batı Anadolu gezisinin amacını şöyle açıklıyor: 

Padişahlığın kaldırılması, halifelik makamının yetkisiz kalışı üzerine, halk ile yakından görüşmek, düşüncesini ve eğilimini bir daha incelemek önemliydi... Halkı uygun yerlerde toplayarak uzun görüş alışverişinde bulundum. Halkın bana diledikleri gibi serbest sorular sormalarını istedim. Sorulan sorulara 6-7 saat süren konuşmalarla cevap verdim.

Atatürk, 15 Ocak 1923’te gittiği Eskişehir’de bazı yöneticilerle ve Eskişehir milletvekili ile 16-17 Ocak 1923 günlerinde de İzmit Kasrı’nda İstanbul’dan gelen gazetecilerle yaptığı İzmit Basın Toplantısı’nda ve İzmit’te halkla konuşmasında halifelik konusunda da ayrıntılı açıklamalar yaptı.

ŞÜKRÜ HOCA’YA YANIT

İzmit’e gittiğinde, Afyonkarahisar milletvekili Hoca İsmail Şükrü Efendi’nin Ankara’da “İslam Halifeliği ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir risale (kitapçık) yayımladığını haber alan Atatürk, hocanın halifelik konusundaki tezlerine İzmit’te yanıt verdi. (Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir İzmit Konuşmaları, Ankara, 1982, s. 61)

Atatürk, Nutuk’ta bu konuda şunları anlatıyor:

Gerçekten gerici bir grup, Afyonkarahisar milletvekili Hoca Şükrü’nün imzasıyla ‘İslam Halifeliği ve Büyük Millet Meclisi’ adıyla bir kitapçık yayımladı. Bu kitapçığın Ankara’da 15 Ocak 1923’te yayımlandığı ve bütün Meclis üyelerine dağıtıldığı bana İzmit’te bildirildi. Kitapçığın üzerine sadece 1339 (1923) yılı yazılmıştı. Ama kitapçığın, daha ben Ankara’da iken hazırlanıp basıldığı ve benim Ankara’dan ayrıldığım 14 Ocak 1923 gününün ertesinde ortaya çıkarıldığı anlaşılmıştır. Şükrü Efendi Hoca ve arkadaşları, ‘Halife Meclis’in, Meclis halifenindir’ gibi bir uydurma sözle Millet Meclisi’ni halifenin danışma kurulu ve halifeyi Meclis’in ve dolayısıyla devletin başkanı gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir…

Arz etmeliyim ki Şükrü Efendi Hoca ve onun imzasını ileri süren politikacılar, sultan veya padişah unvanını taşıyan bir hükümdar yerine, unvanı halife olan bir hükümdar koyarak konuşmalar ve iddialar ortaya atmışlardı… Bütün Müslümanları kapsayacak bu muazzam hükümdarın eline kuvvet olarak 300 milyon Müslüman ümmetinden yalnız 10-15 milyon Türk halkını lütfetmişlerdi…

Muhterem efendiler. Bu kadar bilgisiz, dünya durum ve gerçekleriyle bu denli ilgisiz olan Şükrü Hoca ve benzerlerinin milletimizi iğfal için ‘Müslümanlık Kuralları’ diye yayımladıkları safsataların esasen yeniden anlatılacak bir değeri yoktur. Fakat bunca asırlarda olduğu gibi bugün dahi kavimlerin cehaletinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasi ve şahsi amaç ve çıkar sağlamak için dini alet ve araç olarak kullanmaya kalkışanların içeride ve dışarıda bulunuşu bizi bu konuda söz söylemekten ne yazık ki şimdilik alıkoyuyor. İnsanlıkta, din duygu ve bilgisi, her türlü boş inançlardan ayrılarak gerçek bilim ve teknik ışığıyla arınıp olgunlaşıncaya kadar din oyunu aktörlerine her yerde rastlanacaktır.” (Gazi Mustafa Kemal, Nutuk/Söylev, C.II, Ankara, 1989, s. 938-939, 942-944)

1923’te halifeliği savunan Şükrü hocalara yanıt veren Atatürk, 300 milyonluk İslam dünyasını bir halifenin yönetmesinin akıl ve mantıkdışı bir hayal olduğunu belirtiyor. Halifeliği savunan Şükrü hocaların, halkın “cehalet” ve “bağnazlığından” yararlanan “din oyunu aktörleri” olduğunu söylüyor. Ne acıdır ki halifeliğin kaldırılmasından 100 yıl sonra bugün, Şükrü hocalar gibi “din oyunu aktörleri” Türkiye’de hâlâ sahne alabiliyorlar.

HİÇ GERÇEKLEŞMEMİŞ BİR HAYAL

Atatürk, halifeliğin neden “anlamsız”, “mantıksız” ve “hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir hayal” olduğunu Nutuk’ta şöyle açıklıyor:

Onların ileri sürdükleri gerekçe ve hükümlere göre halife adında hükümdar; Çin, Hint, Afgan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Asir, Mısır, Trablus, Cezayir, Fas, Sudan, kısacası dünyanın her tarafındaki Müslümanların ve Müslüman memleketlerin işlerinde söz sahibi olacaktı. Bu hayalin hiçbir vakit gerçekleşmemiş olduğu bilinmektedir. İslam cemaatlerinin birbirinden tamamen başka amaçlarla ayrıldıkları, Emevilerin Endülüs’te, Alevilerin Mağrip’te, Fatimilerin Mısır’da, Abbasilerin Bağdat’ta birer halifelik, yani saltanat kurdukları ve hatta Endülüs’te de her bin kişilik bir cemaatin ‘bir halifesi’ ile ‘bir minberi’ olduğu Hoca Şükrü imzalı kitapçıkta da yazılıdır.”  

Atatürk, şöyle devam ediyor: 

Bu tarihsel gerçeği bilmezlikten gelerek hemen hepsi yabancı devletlerin uyruğu olan ya da bağımsız olan Müslüman milletlere ve devletlere halife adıyla bir hükümdar atamak akıl ve gerçekle bağdaşabilir miydi? Özellikle böyle bir hükümdarın makamını korumak için bir avuç Türkiye halkını bu işe adayarak bağlamak, onu yok etme yönünde uygulanagelen önlemlerin en etkilisi olmaz mıydı? (…) ‘Halifeliğin devlet, halifenin devlet başkanı olduğunu’ söyleyenlerin amaçlarının halife unvanlı bir kişiyi Türkiye devletinin başkanlığına geçirmek olduğu kolaylıkla anlaşılabilirdi.” (Nutuk/Söylev, C.II, s. 944-945

YENİ TÜRK DEVLETİNDE HALİFELİK YOKTUR

Atatürk, Eskişehir’deki konuşmasında “Bağımsız bir Türkiye devleti varken ve egemenlik kayıtsız şartsız milletinken” Türkiye’de halifeliğe yer olmadığını söyledi. (İnan, s. 33

Eskişehir’de ve İzmit’te, halifeliğin tarihsel sürecini anlattı. “Bütün İslam dünyasının bir noktadan sevk ve idaresi, halife adında bir adam tarafından sevk ve idaresi görülmemiştir” dedi. İslam tarihide aynı anda birden fazla halifenin “Müminlerin emiri” olarak hükümet ettiklerini belirtti. Dünya Müslümanlarını “Ümmet” adı altında bir noktada birleştirmenin imkânsız olduğunu söyledi. “Dinen, hilafet denilen şey yoktur” dedi. Örneğin, Hz. Ömer’in halife değil, “Müminlerin Emiri” olduğunu belirtti. “Hilafet demek hükümet demektir.” Bizim bir hükümetimiz vardır. “Buna nazaran başkaca halife söz konusu olamaz” dedi. “Bu devletin halife ile ilgisi yoktur” diye de ekledi. Daha sonra da Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun, Türkiye’de halifeliğe yer vermediğini açıkladı. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. ‘Kayıtsız şartsız’ ifadesini buradan kaldırmadıkça Türkiye devleti herhangi bir kişiye veya herhangi bir makama, hâkimiyetini kapsayan hiçbir yetki veremez” dedi. (İnan, s. 33-34, 63-65, 67, 69)

Atatürk, İzmit Basın Toplantısı’nda, halifeliği kaldırma gerekçelerini de şöyle açıkladı: 

Dünya yüzünde bağımsız yeni bir Türkiye devleti vardır. Bu devleti kuran milletin bir TBMM’si vardır. Milletin, memleketin tek temsilcisi bu Meclis’tir. Türkiye devletinin başkanı da vardır. Bu şekil, dinidir, bilimseldir. Özellikle devletin bağımsızlığını en iyi koruyacak bir şekildir. Ve özellikle milli egemenliği gerçekleştirecek bir şekildir. Türkiye devleti başka bir makam tanımaz ve gerçekte başka bir makam yoktur. Yani halifelik makamının resmi bir niteliği yoktur.” (İnan, s. 63).

HALİFE TÜRK MİLLETİNİN SEMBOLÜ DEĞİLDİR

Atatürk, halifenin “tarihi bir sembol” olduğu iddiasına da yanıt verdi: “Bizim sembolümüz değildir… Kimse böyle sembol tanımıyor ki. Zannediyor musunuz ki Hintliler, Mısırlılar, Afganlılar vesaireler dini bir ilgi ile bize bağlıdırlar… Bunların bizden rica ettikleri şey, siz çalışın biz kurtulalım ve biz size hilafetten dolayı bağlıyız. Efendim, hilafetten dolayı bana bağlı olma! 70 milyonu kurtarmak için de 8 milyonu mahva teşebbüs etme. Mısır 14 milyon nüfusa sahiptir. Bizden daha fazla nüfusludur. Kendilerini kurtarmaya çalışsınlar. Efendiler, hilafet milletimize baş belasıdır. Osmanlı padişahlığı, hilafeti almadan önce Osmanlı döneminin en parlak aşamasını yapmıştır. Fakat bu hilafeti aldıktan birkaç yıl sonra düşüşe başlamıştır… Yani hilafet hiçbir şey kazandırmamıştır. Birçok musibetler getirmiştir.” (İnan, s. 70-71)

Atatürk, Türkiye’nin artık bütün İslam dünyasının sorumluluğunu üzerine alamayacağını belirtti. “Millete anlattım ki bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak göreviyle yükümlüymüş gibi düşünülen bir halifenin görevini yapabilmesi için Türkiye devleti ve onun bir avuç insanı halifenin buyruğuna verilemez. Millet bunu kabul edemez. Türkiye halkı bu denli büyük bir sorumluluğu, bu denli mantıksız bir görevi üstüne alamaz. Milletimiz yüzyıllarca bu boş görüşle hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup mahvolan Anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı korumak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için kaç insan yok oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu görüyor musunuz?” 

Atatürk şöyle devam etti:

Halifeye dünyaya meydan okutmak ve onun bütün Müslümanların işlerini elinde tutmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz, on katı nüfusa sahip büyük İslam kütlelerinden istemelidir. Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık kendi hayat ve saadetinden başka düşünecek bir şeyi yoktur. Başkalarına verecek bir zerresi kalmamıştır.” 

Atatürk, Nutuk’ta, hilafetçilerin “Boş bir istek için, bir ‘vehmü hayal’ için Türkiye halkını mahvetmek” istediklerini, “Hilafet ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin bundan ibaret olduğunu” söylüyor. “Bir Müslüman devleti olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü bu, devletin bağımsızlığını, milletin egemenliğini ortadan kaldırır” diyor. (Nutuk/Söylev, C.II, s. 946-949).

Atatürk, 1923’teki o yurt gezisinde gittiği yerlerde halka şöyle seslenmişti: “Kesin olarak dedim ki ‘Milletimizin kurduğu yeni devletin alın yazısına, işlerine, bağımsızlığına, unvanı ne olursa olsun, hiç kimseyi müdahale ettiremeyiz. Milletin kendisi kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza dek koruyacaktır.” (Nutuk/Söylev, C.II, s. 946-947

HALİFELİK İSTEĞİNİN ANLAMI 

Atatürk, 100 yıl önce, son derece gerçekçi ve bilimsel bir şekilde halifeliğe karşı çıktı: Halifeliğin İslam dünyasını birleştirmediğini, Türklerin halifelik hayaliyle İslam dünyasının sorumluluğunu üzerlerine almayacaklarını, halkın cehaletinden ve bağnazlığından yararlanan “din oyunu aktörlerinin” halifeliğe sahip çıktığını, halifeliğin Türk ulusunun tarihi sembolü olmadığını, halifelik isteğinin boş bir hayal için Türkiye’yi mahvetmek anlamına geldiğini, halifeliğin Türkiye’nin bağımsızlığına ve Türk ulusunun egemenliğine; cumhuriyete ve anayasaya aykırı olduğunu herkesin anlayacağı biçimde açıkladı.       

100 yıl önce TBMM halifeliği kaldırarak “ulusal bağımsızlığı” ve “ulusal egemenliği” güvenceye aldı.  Türkiye’de ümmetin ulusa, tebaanın yurttaşa, kulun bireye dönüşüm süreci hızlandı. Cumhuriyet laik nitelik kazandı. 100 yıl sonra bugün Türkiye’de hilafet istemek, Türkiye’nin bağımsızlığını, Türk ulusunun egemenliğini; kısacası Laik Cumhuriyet’i tehdit etmektir. Bugün hilafet istemek, Meclis yönetiminin dinsel dokunulmazlık kazandırılmış tek adam diktasına, ulusun ümmete, yurttaşın tebaaya, bireyin kula, Laik Cumhuriyet’in bir tür dinsel monarşiye dönüştürülmesini istemektir. Böyle bir istek, tarihsel akışa terstir, çağa aykırıdır, Türk ulusuna kötülüktür ve anayasal bir suçtur.   

Atatürk’ün, kulaklara küpe olması gereken şu cümlesiyle bitirelim: “Halifeliğin durumuna gelince, bunun bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek medeniyet dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?” (Nutuk/Söylev, C.I, s. 20-21).

                                                 /././

Halkın Teşkilatı, Ankara’dan yola çıktı! (Zülal Kalkandelen)

7 Ocak’ta Ankara’da önemli bir toplantı vardı. Benim de kurucuları arasında yer aldığım Halkın Teşkilatı, Türkiye çapındaki ilk toplantısını yaptı.

Halkın Teşkilatı derken laikliğin, kamuculuğun, Aydınlanmanın, antiemperyalizmin savunucusu olan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’ni (THTM) kastediyorum. Bu Meclis’in içinde Türkiye’nin kuruluşunu sağlayan en ilerici devrim olan Cumhuriyeti sahiplenen ve onu daha ileriye taşımak isteyen sosyalistler, komünistler, cumhuriyetçiler, Kemalistler var. Cumhuriyetçi birikimi sosyalist ilkelerle buluşturup Aydınlanmayı Anadolu’nun her köşesine yaymak için tutuşan yurtseverler var!

Ülkemizin dört bir yanındaki seçimlerle belirlenen 232 temsilciden 170’inin bir araya geldiği ilk Türkiye toplantısında heyecan ve kararlılık vardı.

NE İÇİN KARARLIYIZ?

Bağımsız ve egemen bir ülke için,

Laikliğin ayağa kaldırılması için,

Devletçi-planlı bir ekonomi için ve

Tüm yurttaşların eşit ve refah içerisinde yaşadığı bir toplumsal düzen için kararlıyız!

KARARLILIĞI ORTAYA KOYAN ÜÇ ÖNERGE

THTM’nin toplantıda kabul ettiği “ABD ve NATO üsleri derhal kapatılmalıdır” başlığını taşıyan birinci önergede, Türkiye’nin Soğuk Savaş yıllarından itibaren emperyalizmin bölgemizde yürüttüğü politikaların örtülü ya da açıktan parçası olduğu vurgulandı. THTM’nin “Türkiye’nin bağımsızlığının önünde engel teşkil eden hiçbir emperyalist vesayet kurumunun varlığının tartışmadan muaf tutulamayacağı” görüşünde olduğu, çünkü bu Meclis’in gündemini sermaye sınıfının hayal ve özlemlerinin değil, halkımızın huzuru ve güvenliğinin belirlediği açıklandı.

Bunun gereği olarak da THTM, “başta İncirlik olmak üzere ülkemizin sınırları içerisinde 16 farklı noktada konuşlanmış ABD üslerinin; ABD’ye ait olup çeşitli bölgelere dağılmış bulunan beş adet füze ve nükleer bomba kontrol merkezinin; ABD’ye ait olup yedi kritik şehirde faaliyet yürüten nükleer silah depolarının; Türkiye’de bulunan 15 NATO radarının varlığına bir an önce son verilmesi ve ülkemizde bulunan tüm ABD ve NATO askeri personelinin sınır dışı edilmesi gerektiğini” karar altına aldı.

Kabul edilen ikinci önerge, “Emeğe Yönelik Vahşi Saldırıya Karşı Direniş ve Örgütlenme Çağrısı”ydı. İktidarın uyguladığı emek karşıtı ekonomik politikaların, ana akım muhalefetin iddia ettiği gibi, hükümetlerin beceriksizliğinden ya da cumhurbaşkanının iş bilmezliğinden değil; sermaye sınıfını destekleyen kâr odaklı politikalardan yani sınıfsal özünden kaynaklandığının altı çizilerek şu karar alındı:

“THTM, bugün uygulanmakta olan ekonomi politikalarının gerçek yüzünü sergilemek, Mehmet Şimşek ve ekibi lehine bazı ‘muhalif’ kesimlerin de yardımıyla söylenen yalanları deşifre etmek, TÜSİAD başta olmak üzere sermaye örgütlerinin emekçilerin daha da yoksullaşmasına yol açan talep ve isteklerine karşı kamuoyunu oluşturmak, ekonomi yönetiminin halka hesap vermesini sağlamak ve işçi sınıfı başta olmak üzere halkın hayat pahalılığı, işsizlik ve eşitsizliğe karşı direncinin güçlenmesi için görev üstlenir.”

DEVRİMCİ YURTSEVERLERE SORUM VAR!

THTM, elbette Türkiye’nin en önemli sorunlarının başında gelen gericileşme konusunda da net bir duruş sergiledi ve “Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin görevden alınmalı ve laikliğe karşı faaliyetinden dolayı yargılanmalıdır” diyen üçüncü önerge de kabul edildi.

Bu doğrultuda tüm cumhuriyetçilere, Kemalistlere, ilericilere, solculara soruyorum: Halk neoliberal politikaların vahşi saldırısı altında ezilirken, toplum siyasal İslam’ın güdümünde gericiliğin karanlığına çekilirken, ülke emperyalist politikaların ağına çekilirken siz ne yapacaksınız?

Tarihin bu aşamasında, THTM gibi Türkiye’nin asıl ihtiyacı olan, devrimci yurtseverliğin gereklerini daha ilk toplantısında kayda geçiren bir oluşuma destek vermek hayatidir!

Cumhuriyet



Marat’nın Ölümü: Bir Fransız Devrimi kahramanının resmi - Abdullah Deveci* / duvaR


Marat’nın Ölümü: Bir Fransız Devrimi kahramanının resmi
Jacques-Louis David, Marat’nın Ölümü, 1793. Tuval üzerine yağlıboya, Belçika Kraliyet Müzesi.

Hekim, fizikçi, gazeteci ve meclis üyesi bir politikacı olan Marat, Fransız Devrimi’nin en etkili önderlerindendi. Onun öldürülmesi Jakobenleri derinden etkiledi.

Fransa’da 1789 yılında siyasal yapının değişmeye başladığı süreç, tüm insanlığı etkileyerek devletlerin yapılarının değişmesine yol açtı. Mutlakiyet rejimlerinin yıkılıp ulus-devlet yapılarının ortaya çıkmasının nedeni olduğu kadar, "sömürüsüz ve özgür bir dünya mümkün" diyenlerin köklerini bulduğu bir dönemdir bu çalkantılı yıllar. Ayrıca seküler düşüncenin bir akım olarak ortaya çıkması Fransız Devrimi’nin bir sonucu oldu. Kralın yetkilerinin sınırlandırılmasıyla başlayıp kralın ve tüm soyluların tasfiyesiyle sonuçlanan 1789’dan 1799’a uzanan bu süreç, I. Napolyon’un 1804 yılında imparatorluğunu ilan etmesiyle tam anlamıyla sona erdi. Bu dönem siyasal duruşlara göre farklı farklı değerlendirilir. Jakobenlerin iktidarda olduğu ara dönem de öyle. Kasım 1793 – Nisan 1794 tarihlerini arasında, kısa da sürse, Jakobenler devrimin en etkili gücüdür.

Destansı hikayelerin yanı sıra her kesimden çok sayıda kişinin giyotinle idam edilmesi dönemin ne kadar acımasız olduğu gösterir. Bu dönemde siyasi suikastler cinayetlerin bir başka yolu olmuştur. Jakoben Jean-Paul Marat’nın, Jiroden mensubu soylu bir kadın olan Marie-Anne Charlotte de Corday d’Armont tarafından öldürülmesi bu suikastlerden biridir. Hekim, fizikçi, gazeteci ve meclis üyesi bir politikacı olan Marat, Fransız Devrimi’nin en etkili önderlerindendi. Onun öldürülmesi Jakobenleri derinden etkiledi. Nicos Hadjinicolaou 'Sanat Tarihi ve Sınıf Mücadelesi' adlı kitabında şöyle aktarır:

1793’te Ulusal Konvansiyon Meclisi’nde yapılan toplantıda vatandaş Guirault, Marat’nın ölümü üzerine konuşurken Konvansiyon üyesi ressam Jacques-Louis David de oradadır. Guirault cinayetin korkunçluğundan bahsederken ressam David’e seslenir: Neredesiniz David? Vatan için can veren Le Peletier’yi resmeden yapıtı ebedileştiren sizdiniz... Bir tablo daha gerekiyor şimdi. David yürekten "Yaparım tabii!" der. Böyle bir diyalogdan sonra Fransız Devrimi’nin simge yapıtlarından biri olan "Marat’nın Ölümü" isimli resim ortaya çıkar.

JAKOBENLER VE MARAT

1789’dan sonra L’Ami du peuple (1789-1792, Halkın Dostu) isimli gazeteyi çıkartan Jean- Paul Marat yazılarıyla dikkati çekmiş ve çok da tepki almıştı. Marat bir jakobendi. Soyluların ayrıcalıklı konumlarıyla mücadele etmek için ulusal egemenlik ülküsüyle kurulan Jakoben kulüpleri 1789-1794 yılları arasında etkinlik göstermişti. Montesquieu’nün kölelik karşıtı görüşlerinden ve Rousseau’nun düşüncelerinden büyük ölçüde etkilenen Marat, Bastille’i basan yoksulların zenginler gibi yurttaş kategorisinde hakları olması için mücadele ediyordu. Ancak Marat’nın bağlı olduğu Jakobenizmin her dönem aynı olan siyasal ve ideolojik bir yapısından söz etmek mümkün değildir. Jakobenler 1789 yılından 1792 yılına kadar anayasal monarşi için çaba harcarken, 1793-94 yılları arasında Robespierre’in yönlendirmesiyle sert yöntemler uygulamıştı. 1871 yılında yaklaşık iki ay süren Paris Komünü’nü gerçekleştiren gelenek jakobenleri de kapsıyordu

Karl Marx, jakobenleri devrimciliğin ete kemiğe bürünmüş ilklerinden biri olarak görmüştür ancak, jakobenleri sınıfsal tutumları dolayısıyla hayalperest olarak niteler. 18. yüzyıl devrimcileri toplumdaki kirli maddi temeli görmeden politik üst tabakayı idealize etmişlerdi. Soylular tasfiye edilirken, burjuvaların iktisadi ilişkilerinin belirlediği ortam içinde jakobenler için devrim başarıyla sonuçlanmamıştı. Böylece Eski Yunan demokrasisinden esinlenen idealleri inşa etme çabaları daha başlarda yıkılmıştı.

Marat’nın özgürlük konusunda ilginç görüşleri vardı. Sınırsız düşünce özgürlüğüne karşıydı. Ona göre gerçek vatanseverler özgür olmalı, diğerlerinin böyle bir hakkı olmamalıydı. Böyle bir yaklaşımın nedeni siyasi ortamın çok sert olmasıyla ilgili olmalıdır. Bu yaklaşım sadece Marat ve jakobenlik ile ilgili de değildir. Hemen her siyasi grup benzer şekilde düşünüyor; bırakın düşünceleri yasaklamayı doğrudan yaşamlar ortadan kaldırılıyordu. Kısacası değişik toplumsal grupların bir arada yaşamaya ilişkin tutumları çok olumsuz ve oldukça sertti. Jakobenleri sertlikle eleştirenler onların uğradığı kıyımı unutuyorlardı. Marat cinayeti de bu kıyımlardan biriydi…

FRANSIZ DEVRİMİ’NİN KUTSAL ŞEHİDİNİN RESMİ: MARAT’NIN ÖLÜMÜ

Marat bir deri hastalığından muzdaripti. Hastalığını devrim öncesi kraliyet polisinden kaçtığı zamanlarda kanalizasyonlarda kaptığı söylenir. Dönemin doktorları farklı teşhisler koyarak hastalığının herpetik, egzama, çölyak ve şeker hastalığı nedeniyle oluşan cilt sorunları olduğu şeklinde açıklamalar yapmıştır. Küvetin içinde tasvir edilmesinin nedeni de muzdarip olduğu hastalıktan dolayıdır. Marat günün uzunca bir zamanını ılık ve kükürtlü suda geçiriyordu. Deri hastalığına eşlik eden bir de baş ağrıları vardı. Bundan dolayı başında sirkeli bir tülbent olurdu. Yazılarını küvetin üzerine koyduğu bir tablada yazıyor, misafirleriyle burada görüşüyordu.

Jironden yanlısı Charlotte Corday isimli kadın Marat’ya kendisiyle görüşme isteğini bildiren bir not gönderir. Resimde sol elinde tuttuğu bu notta “13 Temmuz 1793. Marie-Anne Charlotte de Corday’dan yurttaş Marat’ya. Mutsuz olduğum için sizin kaderinizi tayin etmeye hakkım var” okunmaktadır. Charlotte Corday içeri girdiğinde de sağ köprücük kemiğinin altından tek bir bıçak darbesiyle Marat’yı öldürür. Jacques-Louis David’in resmini yaptığı olay budur.

Ressam David’in bu resmi için söylenecek ilk söz, resmin ne kadar yalın olduğunun vurgulanması olabilir. Küvetin içinde göğsünden hançerlenmiş Marat, sağ elde üzerinde yazılar olan bir kağıt, yere düşmüş sol elinde tüy bir kalem. Yerde bir hançer, üzerinde Marat ve David yazılı basit bir etajer, etajer üzerinde mürekkep hokkası, tüy bir kalem ve üzerinde yazılar olan başka bir kâğıt… Neredeyse resmin yarısını kaplayan kahverengi ve yeşilin tonlarıyla boyanmış ve fon olarak kullanılan düz bir duvar…

Ressam David, Marat’nın sadece dava arkadaşı değil aynı zamanda yakın arkadaşıydı. David sadece olayı betimleyen bir resim yapmak istememiş, bu resmi yorumlayan pek çok araştırmacının söylediği gibi kutsal metinleri görselleştiren eski ustaların tarzında, Antik Yunan ve Roma’ya öykünen klasik bir dil kullanmıştı. Resimde, David dışında her şey natürmort gibi betimlenmiştir. Uşun Tükel şöyle aktarır: Şair ve daha fazlası olan Charles Baudelaire resme yarım yüzyıl sonra bakarken boşluktan bahseder. İnsan Marat’nın kahramanlığının farkına bu odanın soğuk havasında, bu soğuk duvarlarında, bu soğuk ve tabutu andıran küvette varır. Bir insanın çektiği acı ya da merhamet gibi duygular yoktur.

                       Caravaggio, İsa’nın Mezara Konuluşu (1603-1604), Pinacoteca Vaticana.

Caravaggio’nun "İsa’nın Mezara Konuluşu" resmi ile "Marat’nın Ölümü" resmi arasında benzerliklere araştırmacılar tarafından dikkat çekilmiştir. Vücut betimlemesinde özellikle de baş ve kolların duruşu David’in Caravaggio’nun bu resmini gördüğünü, oradaki gibi kutsal şehitliğin resmini yapmayı arzuladığını düşündürür. Dahası resimde, Marat’nın yüzünde acı ifadesinin olmaması, Marat’nın deri hastalığı belirtileri yerine pürüzsüz cildiyle verilmesi, mekanda dikkat çeken/ dağıtan bir kişi veya eşyaya yer verilmemesi, ışık huzmesinin Marat’nın yüzünü ve omuzlarını aydınlatması gibi Antik Çağ heykellerini anımsatan klasik tarzın bütün olanakları kullanılmıştır.

David bu resmi tamamladıktan sonra Fransız Devrimi Ulusal Konvansiyon Meclisi’nde dört ay kadar sergilendi. Bu Marat’nın Fransız Devrimi için ne kadar önemli olduğunu ve anısının ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Yıllar sonra 1917 Devrimi’ni gerçekleştirenler jakobenleri unutmadılar ve Sovyet savaş gemilerinden birine Marat ismini verdiler.

DAVID VE NEOKLASİSİZM

Fransız Devrimi ile mutlakiyet tasfiye edilirken vatandaşlık, yurtseverlik ve ulusal değerler gibi kavramların kullanılması yaygınlaşır. Bu değerlerin kökeni de Antik Yunan ve Roma’da aranır. Devrimin istediği meclis, bir zamanlar kralın emriyle üç grup halinde soylular, papazlar ve iş birliği yapabileceği burjuvalardan oluşan meclis değildi. Antik dönem meclisleri esin vericiydi ve her kesimden erkeklerin seçilebildiği bir yapı amaçlanıyordu. Sanat da eskisi gibi olmamalıydı. Siyasal yapıya kaynaklık eden değerler sanat alanında klasisizmin biçim dünyasıyla kendini gösteriyordu. Bu konuda 18. yüzyılın ikinci yarısında özellikle Winckelmann’ın özel yeri vardır. Winckelmann yazılarında Barok ve Rokoko üslubu yerine klasik biçimleri savunmuştu. Klasik biçimlerle uyumlu yeni değerlerin sanatsal üretimi devrim için de elzemdi. Bir önceki dönemin saray sanatı olan Rokoko üslubu "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" ülküsüne uymuyordu.

18. yüzyılın ortalarına doğru yapılan Pompei ve Herculaneum kazıları neoklasisizmi etkileyen gelişmelerdi. Kazılar, toplumda Antik Çağ’a karşı yeni bir ilgi ve bakış açısı oluşturdu. Entelektüel çevrede Antik Çağ büyük bir merakla araştırılıyor, tutku haline gelen antika koleksiyonculuğu için büyük paralar ödeniyordu. Hauser’e göre, "İtalya’ya gitmek, sadece görgülü yetişme şartı değil aynı zamanda bir gencin eğitimi için de gerekli" olan bir olaydı. Dönemin sanatçı, yazar ya da entelektüelleri İtalya’daki sanat yapıtlarını gördükten sonra, yeteneklerinin en üst düzeyine çıkacağına inanıyorlardı. Paris’teki David okulunun tüm etkisine karşın Antik Çağ’ın merkezi İtalya olarak görülüyordu.

İtalya’ya olan ilginin büyüklüğünü Goethe’de görmek ilginç olacaktır. Goethe, İtalya yolculuğunda antika eşyalar toplamış, Weimar’a dev heykeller getirmiştir. Goethe’nin büyük boyutlu "Tanrıça Hera" heykelinden dolayı "Hera Odası" olarak adlandırdığı oda, burjuva dekoru ile Antik Çağ merakı arasındaki bağlantıyı anlaşılır kılar. Ayrıca, İtalya gezilerinin ve Antik sanatın önemini David’in İtalya’da bir atölyesinin olmasından anlıyoruz. David’in "Le Serment des Horaces" (Horatius Kardeşlerin Yemini) adlı çok bilinen resmi bu atölyede sergilenmişti. Resim o kadar ilgiyle karşılanmıştı ki önüne çiçekler konmuştu. David’in bu başarısı, devrimci niteliğe sahip bir başkaldırı, klasik ideal ve ilerici atılım olarak görülmüştü. Yeni dönemin en başından itibaren neoklasik üslupta resim yapan David, zamanla neoklasik üslubun en önde gelen sanatçısı olmuştur. Onun, Robespierre’in düzenlediği festivaller ve oyunlar için dekorlar ve giysiler de tasarladığını biliyoruz.

Jacques Louis-David, Le Serment des Horaces(1794), Paris Louvre Müzesi.

Antik Çağ sadece plastik sanatlarda değil mimaride de esin kaynağı idi. Paris Madeleine Kilisesi ve Paris’in Koruyucu Azizesi Sainte-Genevièv’e ithaf edilen bir kilise olarak yapılan ama 1789’da açıldıktan kısa bir süre sonra önemli bilim, sanat ve devrim önderlerinin gömüldüğü bir anıt mezar yapısına dönüşen panthéon gibi yapılar antik çağ pagan tapınaklarından esinlenerek yapılmıştır. Émile Zola, Victor Hugo, Jean-Jacques Rousseau, Voltaire, Marie ve Pierre Curie gibi Marat da burada gömülüdür.

Devrimin sanatı, klasisizmin yeniden canlandırılmasıyla oluşan neoklasik biçim dünyası tüm Avrupa’ya yayılır. Resim sanatında Rubens-Poussin klasik üslubu zamanla akademik bir karakter kazanır. Hauser’e göre, 18. yüzyılın sonunda Avrupa’da egemen olan tek ve en önemli sanat olan neoklasik sanat artık burjuva sanatı olacaktır. Süslemeciliğin (dekorasyon) yerine ifadeciliğin yeğlendiği beğeni şimdiye kadar bu denli belirgin olmamıştı. Artık soyluların ve sarayın istek ve beğenisine göre yapılan sanat tarihe karışmıştı...

Paris Panthéon (1758-1789).

David sonraları Birinci Cumhuriyet’i bitiren Napolyon’un baş ressamı olur. David’den yaklaşık bir kuşak sonra yazıları ve etkinlikleriyle dikkati çeken Anarşist Proudhon, devrimin başlarındaki David ile 1800 sonrası Napolyon’un ressamı David’in aynı sanatçı olmadığını söyler. Sanatçının “Napoleon Saint-Bernard Dağında” resmi (1800) ile devrimin ilk yıllarında yaptığı “Tenis Kortu Yemini” (1792) ve “Marat’nın Ölümü” resimlerini karşılaştıran Proudhon’a göre, Napolyon için yapılan resim bir dalkavukluk örneğidir. “Marat’nın Ölümü” resminden övgüyle söz eden Proudhon, “David’in tanık olduğu gerçekliği yeniden üretmek amacıyla yapmış olduğu, son derece dokunaklı ve düşünce derinliğine sahip böyle bir tabloya nasıl bir eleştiri getirilebileceğini bilmiyorum. Bu resimle halkın dostu Marat’yı düşünmemiz istenmekte” demektedir.

Eninde sonunda mesele görme biçimindedir. Peter Weiss’in dediği gibi: Kültürün kendi mülkiyetinde olduğu bilinciyle dünyaya bakanlar önce tanrıları, hükümdarları görürler. Çünkü onlar kendi taraflarındadır. Marat’nın resminde büyük insanlığı görmek gibi başka bir biçimde görme pekala mümkündür.

Abdullah Deveci* / duvaR

*Sanat Tarihçisi, Eskişehir Okulu

2024 ve sonrası: Daha mı iyi daha mı kötü? - Mustafa Durmuş / T24

 

Türkiye'de enflasyon Avrupa ülkelerindekinden 10 kattan daha yüksek seyrediyor ve bu enflasyonun sadece yüksek bütçe açıkları, pompalanmış tüketim harcamaları gibi değil, aynı zamanda yüksek kur ve yükselen faizlerden kaynaklı maliyet yönlü nedenleri de ve politik nedenleri de var

1) Enflasyon beklentileri

Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, bu yılki yeni yıl mesajında şunları söyledi: "Küresel krizlerin artarak sürdüğü bir dönemde biz farkımızı bir kez daha göstererek üreten, istihdam eden, büyüyen, gelişen Türkiye'nin yıldızını yükselteceğiz. Evet, 2023 hedefleri başlangıçtı. Asıl çıkışımızı 'Türkiye Yüzyılıyla 2024'le birlikte başlatıyoruz. Bu mücadeleyi de sizlerin desteğiyle zafere ulaştıracağımıza yürekten inanıyoruz." (1)

"Ayinesi iştir kişinin…"

AKP 22 yıldır ülkeyi tek başına yönetiyor ve başında önce Başbakan sonra da Cumhurbaşkanı sıfatıyla R. T. Erdoğan var. Nitekim bundan 11 yıl önce hazırlanan 10'uncu Kalkınma Planı'nın Temel Amaç ve İlkelerini açıklayan ikinci bölümünde şu ifadeler yer alıyordu:

"2023 yılında GSYH'nin 2 trilyon dolara, kişi başına gelirin 25 bin dolara yükseltilmesi; ihracatın 500 milyar dolara çıkarılması; işsizlik oranının yüzde 5'e düşürülmesi; enflasyon oranlarının kalıcı bir biçimde düşük ve tek haneli rakamlara indirilmesi hedeflenmektedir." (2)

Planda böyle yazılsa da, geldiğimiz durum itibarıyla işsizliğin iki kat, resmi enflasyonunsa defalarca kat yüksek olduğu çok açık. Dahası iktidar blokunun elinde kalan tek savunma göstergesi olan "ekonomik büyüme verileri" açısından da büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Toplumun büyük çoğunluğunun ekonomik refahı ise, bırakın artmasını, daha da azaldı.

Gerçekleşme, hedeflenenin yüzde 50 gerisinde kaldı

Öyle ki bu planın hazırlandığı 2013 yılında cari fiyatla GSYH (milli gelir)  850,5 milyar dolar ve kişi başı gelir 12,582 dolar idi.  2022 yılı sonunda GSYH cari fiyatla 906 milyar dolara çıkarken (10 yılda toplamda sadece 55 milyar dolarlık bir artış oldu), kişi başı gelir 10,659 dolara geriledi. 2023 yılında ise sayıların 1,067 milyar dolar ve 12,415 dolar olacağı tahmin ediliyor. (3)

2024-2026 yıllarını kapsayan üç yıllık Orta Vadeli Programa (OVP) göre GSYH büyüklüklerinin sırasıyla: 2024'te 1,119 milyar dolar ve 2025'te 1,205 milyar dolar, 2026'da 1,318 milyar dolar ve kişi başı gelirin sırasıyla: 2024'te 12,875 dolar, 2025'te 13,717 dolar ve 2026'da 14,855 dolar olması bekleniyor. (4)

Özetle, 22 yıllık AKP iktidarının yönetimi altında geçirmekte olduğumuz Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gerçekleşeceği söylenen 2 trilyon dolarlık toplam milli gelir büyüklüğü hedefinin yüzde 47, kişi başına gelir hedefinin yüzde 51 ve 500 milyar dolarlık ihracat hedefinin yüzde 49 gerisindeyiz. Dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmek ise artık hayal edilemeyecek kadar uzak bir hedef haline geldi.

Artan gelir ve servet dağılımı adaletsizliği, derinleşen yoksulluk, patlayan yolsuzluklar, hukuksuzluk, anayasa tanımazlık, demokratik hak ve özgürlüklere ve insan haklarına ilişkin yaygın ihlaller, haksız soruşturma ve tutuklamalarsa bu süreçte siyasal ve sosyal alanda yaşanan kötüleşmeden bazılarını oluşturuyor.

Yüksek enflasyon

Sıradan insanların hayatını en çok etkileyen enflasyonla başlayalım. TÜİK'e göre tüketici fiyatları endeksi (TÜFE), Aralık'ta aylık yüzde 2,9 ve yıllık yüzde 64,8 seviyesine yükseldi. Gıda, ulaştırma, sağlık ve eğitimde enflasyon ise yıllık enflasyon yüzde 71 ile yüzde 82 arasında oldu. ENAG'a göre, aylık artış yüzde 4,1 ve yıllık artış yüzde 127,2 oldu. İTO'nun açıkladığı verilere göre ise, İstanbul 2023 yılını yıllık yüzde 74,9 enflasyonla geride bıraktı.

Yani birbirinden ciddi anlamda farklılıklar gösteren üç enflasyon verisi ile uzunca bir süredir karşı karşıyayız. Ancak enflasyonun üç haneli olduğunu aslında pazara, çarşıya çıkanlar, kiracılar, elektrik, doğal gaz faturasının ödemekte zorlananlar çok iyi biliyor.

Ekonomi yönetimi enflasyondaki bu durumu "enflasyon beklentilerinin henüz iyileşmemesi" ile açıklıyor ve faiz artırımı ve vergi artışları gibi talep kısıcı önlemleri artırarak sürdürüyor.

"Beklentiler Yaklaşımı" aslında son zamanlarda IMF'nin de benimsediği bir yaklaşım. Buna göre, "insanlar fiyatların artacağına inanırlarsa, fiyat artışlarından zarar görmemek için bugünden daha fazla şey satın almaya yönelirler, bu da aşırı talebe ve dolayısıyla fiyatların yükselmesine neden olur". Nitekim IMF ekonomistleri, 2020'den bu yana "yakın vadeli enflasyon beklentilerinin" gelişmiş ekonomilerde fiyat artışlarının en büyük, gelişmekte olan piyasalarda ise ikinci en büyük etkeni olduğunu iddia ediyorlar. (5)

Enflasyon psikolojik değil

Yani bu yaklaşım altında yükselen enflasyon, tüketicilerin "irrasyonel beklentilerinin sonucu" olarak açıklanıyor, böylece enflasyon teorisi psikolojiye indirgeniyor. Oysa aşağıdaki grafiğe bakıldığında, şirket kârlarındaki artışın ve ithalat faktörleri gibi etkenlerin (arz tıkanıklıklarından kaynaklanan yüksek maliyetler gibi) yükselen enflasyonun ana etkenleri (başta şirket kârları olmak üzere) olduğu kolayca görülebilir. (6)

Zincir marketlerin fiyatlama davranışları enflasyon nedeni

Türkiye'deki yüksek enflasyonun ardındaki gerçek faktörleri anlamaya yardımcı olabilecek bir çalışma ise yakınlarda Merkez Bankası bünyesinde yapıldı.

Bu çalışmada, Türkiye'de gıda perakende sektöründe faaliyet gösteren zincir marketlerin fiyatlama davranışları betimsel olarak inceleniyor, günlük olarak düzenli veri temin edilebilen ve Türkiye genelinde yaygın olan zincir marketlerden derlenen saha verileri kullanılıyor ve tüketici fiyat endeksi sepetinde görece yüksek ağırlığa sahip ve birbirine benzer gıda ürünleri gibi ürünlerin fiyat dinamikleri analiz ediliyor.

Çalışmadan elde edilen bulgular, marketlerin kendi markalı ürünlerinde fiyat değişikliklerini eşzamanlı/yakın zamanlarda yaptıklarını ve zaman içinde marketler arası fiyat farklılıklarının azaldığını ve fiyat seviyelerinin birbirlerine belirgin bir şekilde yakınsadığını ortaya koyuyor. (7)

Nitekim aşağıdaki grafik TÜFE sepetinde yüksek ağırlığa sahip UHT süt, dana eti, tavuk eti, kuru fasulye ve nohut ürünlerinin A, B, C ve D zincir marketi fiyat seviyelerinin nasıl birbirlerine yakınsadığını gösteriyor. (8)

Özetle, perakende gıda piyasasının yüzde 85'inden fazlasını kontrol eden A101,  Ekomini, BIM, Şok ve Migros gibi zincir marketlerin bir oligopol piyasası gibi çalışarak fiyat belirledikleri ortaya çıkıyor. Bu da en azından manşet enflasyonun ortalama 10 puan üzerinde çıkan gıda ve alkolsüz içecekteki enflasyonun ardındaki asıl faktörün bu şirketlerin fiyatlama davranışlarından kaynaklanan yüksek kâr marjları olduğunu gösteriyor. Bu aynı zamanda "işçi ücretlerine yapılan zamların enflasyona neden olduğu" biçimindeki iddianın da içinin boş olduğunu ortaya koyuyor.

O halde bu noktada bu şirketlerin mevcut iktidar bloku tarafından, küçük üretici, tüketici ve küçük köylü aleyhine olmak üzere neden yıllardır desteklenip büyütüldüğünü de sorgulamak gerekiyor.

Maddi temeli olmayan beklenti yol gösterici olmaz

Bizdeki ekonomi yönetiminin de sıkı sıkıya sarıldığı Beklentiler Yaklaşımına geri dönelim. İşin özü, "her beklentinin maddi temeller üzerinden şekillendiği ya da bir başka anlatımla beklentilerin gerçek nedenleri takip ettiğidir".  Bu konuda aşağıda verdiğimiz iki örnek yeterlidir.

Örneklerin ilki küresel ısınmanın neden olduğu kuraklık ile ilgili ve yine bir IMF araştırmasından. Buna göre, Panama Kanalından her ay yaklaşık 1.000 gemi geçiyor ve bu gemilerle toplamda 40 milyon tondan fazla mal taşınıyor (küresel deniz ticareti hacminin yaklaşık yüzde 5'i). Ancak son zamanlarda Atlantik ve Pasifik Okyanusları arasındaki bu hayati bağlantıdaki su seviyeleri, kanalın 143 yıllık tarihindeki en kötü kuraklık nedeniyle kritik seviyelere düştü. Kanalı besleyen Gatún Gölü'ndeki yetersiz yağış nedeniyle uygulanan kuraklık kısıtlamaları, sevkiyatta gecikmelere neden oldu ve 2023 yılında 15 milyon tonluk bir azalmaya yol açtı. Panama, Nikaragua, Ekvator, Peru, El Salvador ve Jamaika'daki limanlar, toplam deniz ticaret akışlarının yüzde 10 ila yüzde 25'inin etkilenmesiyle en çok zarar gören limanlar oldular. Ancak kuraklığın etkileri Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika'ya kadar hissediliyor. (9)

Böylece kuraklıktan kaynaklı uluslararası meta ticaretindeki daralmanın bu metaların fiyatlarını artırması, bunun da ithalattan kaynaklı enflasyonu yükseltmesini doğal karşılamak gerekiyor.

Savaşlar ve çatışmalar enflasyon nedeni

İkinci örnekse savaşların ya da jeopolitik gerginliğin fiyatlar üzerindeki etkisi ile ilgili.

Savaşlar ya da çatışmalar yüzünden ortaya çıkan sevkiyattaki aksamalar, birçok ülkeye giden ve birçok ülkeden gelen mal trafiğini etkilediğinden, potansiyel olarak dünya çapında çok daha büyük etkilere sahip. Bu noktalara alternatif güzergâhlar bulmak imkânsız olmasa da zor. Bu durum belki de en etkileyici biçimde 2021 yılında Süveyş Kanalı tıkanıklığında, bir konteyner gemisinin kanal boyunca sıkışması ve yaklaşık bir hafta boyunca günlük 9,6 milyar dolarlık ticareti engellemesiyle ortaya çıkmıştı. (10)

Nitekim Holland ve Xie bir makalelerinde, "Batı, Süveyş'e giderken ya da Süveyş'ten gelirken Bab'dan geçen dünya ticaretinin yüzde 10'unun aksamasının maliyetine katlanmak zorunda kalacak" diye yazıyorlar. Onlara göre tehlike, "küresel ticaretin çarklarına büyük bir avuç dolusu kum dökülmesidir ki bu da büyüme ve birçok piyasa için kötü haberdir." Aşağıdaki grafik ise Hamas-İsrail çatışmasını ilk gününden bu yana uluslararası konteyner taşımacılığı fiyatlarının nasıl arttığını gösteriyor. (11)

Orta Doğu'da savaşın yayılma ihtimali artıyor

Ayrıca, İsrail hükümetinin bazı üyelerinin savaşı Lübnan'a ve kuzeyde İsrail güçleriyle çatışan İran destekli Hizbullah'a doğru genişletmekten yana olduğu biliniyor.

Böylece savaş Orta Doğu'da yayılma riski taşırken, ABD öncülüğündeki "Uluslararası Koalisyon Güçlerinin" geçtiğimiz Perşembe gecesi Yemen'deki Husi hedeflerine yönelik saldırılarıyla Kızıldeniz ve Aden Körfezi'ne de sıçradığını gösteriyor. Öyle ki Yemen'e ve halkına yönelik saldırılar düzenlendi, uçaklar ve donanma birçok şehri vurdu, havaalanlarını ve diğer altyapıyı bombaladı.

Nitekim BM Genel Sekreteri A. Guterres, Gazze'de devam eden savaşın ortasında Kızıldeniz'deki çatışma durumunun daha da tırmanmasını önlemek için ülkelere çağrıda bulundu.  BM Güvenlik Konseyi, Gazze'deki savaş 100'ncü gününe yaklaşırken önce Gazze'den zorla göç ettirme tehditlerini, ardından da Kızıldeniz ve çevresinde tırmanan çatışmaları ele alarak Orta Doğu'da kötüleşen durumla ilgili iki toplantı düzenleme kararı aldı. (12)      

Bu savaş Kızıldeniz'den geçişi çok daha çok tehlikeli hale getireceğinden, en azından bir süre için Uzak ve Orta Doğu'dan mal ve hammadde nakliyatının maliyetinin artması kaçınılmazdır. Zira Süveyş kanalı devre dışı kalabilir.  Bu durum, hali hazırda düşmekte olan enflasyonun tekrar yükselişe geçeceği endişesi ile Avrupa ülkelerindeki faiz indirimine yönelik alınan kararların ertelenmesine, hatta faiz oranlarının tekrar yükseltilmesine dahi neden olabilir. 

Sonuç olarak

Tüm bu olgular, "beklentilerin" ancak daha sonra, yani insanlar fiyatların keskin bir şekilde artmaya devam edeceğini anlamaya başladıklarında kötüleşmeye başladığını kanıtlayan maddi temellerdir.

Bu yüzden de örneğin iklim değişikliğinin neden olduğu kuraklıklara önlem almadan ya da jeopolitik gerilimlerin yol açtığı çatışmaları ortadan kaldırmadan veya ülke içindeki kutuplaştırıcı, savaşçı-militarist, anti demokratik politikalara ve uygulamalara son vermeden ekonomide enflasyon beklentilerini iyileştirmek, buradan hareketle de enflasyonu aşağıya çekebilmek mümkün değildir.

Türkiye'de ise enflasyon Avrupa ülkelerindekinden 10 kattan daha yüksek seyrediyor ve bu enflasyonun sadece yüksek bütçe açıkları, pompalanmış tüketim harcamaları gibi değil, aynı zamanda yüksek kur ve yükselen faizlerden kaynaklı maliyet yönlü nedenleri de ve politik nedenleri de var.

Bu yüzden de bu yıl da resmi enflasyon yüzde 60-70 bandında olmak üzere yüksek seyretmeye devam edecektir. Bu bağlamda faiz artırımları biçimindeki talep kısmaya yönelik önlemlerin enflasyonu düşürücü etkileri sınırlı kalacağı gibi, bu önlemler kaçınılmaz olarak üretimi ve ekonomik büyümeyi yavaşlatacak, şirket iflaslarını, işsizliği ve yoksulluğu artıracak ve ekonomik krizin faturasının bir kez daha yoksul halklara kesilmesiyle sonuçlanacaktır.

Devam edecek…

Mustafa Durmuş / T24


Dipnotlar:

(1) https://www.aa.com.tr/tr/gundem/cumhurbaskani-erdogan-2023-hedefleri-baslangicti-asil-cikisimizi-turkiye-yuzyili-ile-2024te-baslatiyoruz (31 Aralık 2023).

(2) https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2022/08/Onuncu_Kalkinma_Plani-2014-2018.pdf, s. 27 (25 Temmuz 2023).

(3) Age; TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, IV. Çeyrek: Ekim - Aralık, 2022, https://data.tuik.gov.tr (28 Şubat 2023); Orta Vadeli Program (2024-2025-2026) Tablo 1.1, s. 41.

(4) Orta Vadeli Program (2024-2025-2026) Tablo 1.1, s. 41.

(5) https://thenextrecession.wordpress.com/assa-2024-part-one-the-mainstream-growth-uncertainty-inflation-confusion-climate-paralysis (8 January 2024).

(6) https://www.imf.org/en/Blogs/Articles/charts-spotlight-inflation-economic-growth-globalization-and-climate-change (12 January 2024).

(7) Muhammed Bahça, Tunç Bayram, Huzeyfe Torun, "Gıda Perakende Sektöründe Fiyat Belirleme ve Değiştirme Dinamikleri, TCMB Ekonomi Notları Sayı: 2023-10 (5 Aralık 2023).

(8) Agr., s. 5.

(9) https://www.imf.org/en/Blogs/Articles/climate-change-is-disrupting-global-trade (15 November 2023).

(10) https://theconversation.com/red-sea-crisis-suez-canal-is-not-the-only-choke-point-that-threatens-to-disrupt-global-supply-chains (15 January 2024).

(11) https://www.bloomberg.com/news/newsletters/2023-12-30/bloomberg-new-economy-how-geopolitics-might-crash-a-2024-soft-landing (30 December 2023).

(12) https://news.un.org/en/story/2024/01/1145497(15 Ocak 2024).

2024 yılında vergiler canımızı yakacağa benziyor… - Murat Batı / T24

KKM ödemeleri Merkez Bankası'na aktarılmasaydı bu devasa açık daha da fazla olacaktı ki Allah yüzümüze baktı ve 1 trilyon 375 milyar TL açık ile yılı kapattık

Bütçe verileri 15 Ocak günü sabah saatlerinde açıklandı ve bütçe, 2023 yılında devasa bir açık verdi. 2023 yılında oluşan açık, 2023 yılı bütçe kanununda hedeflenen 660 milyar TL’lik açığını ikiden fazla katladı. Hatta KKM ödemeleri Merkez Bankası'na aktarılmasaydı bu devasa açık daha da fazla olacaktı ki Allah yüzümüze baktı ve 1 trilyon 375 milyar TL açık ile yılı kapattık. Bu arada bu açık 2022 yılına oranla yüzde 864 artış göstermiş.

Diğer taraftan 2023 yılında tahsil edilen vergilerin yüzde 53’ü KDV ve ÖTV’den alınmış. Bu oran ziyadesiyle fazla. Hatta yıllık beyanla ödenen gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 1 bile değil. Bunun genel olarak anlamı, gelir vergisinin çoğu ücretliler üzerinde kalmış olmasıdır. Ev alım-satımı yapan, kira geliri elde eden ya da ticari kazanç elde eden ile avukat ve doktorlar gibi serbest meslek kazancı elde edenlerden alınan gelir vergisinin ücretlilere nazaran çok daha düşük olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.  

2023 yılı vergi gelirleri analizini bu yazıda yazmıştım. 

2024’te yeni vergiler olacak mı?

2024 yılı Bütçe Kanunu'nda yer alan 2024 yılı vergi tahsilat hedefleri aslında 2024 yılında vergilerde (yapısı ve oranları) oynanma derecesi hakkında bize fikir verecektir. 

O nedenle öncelikle aşağıdaki tabloda 2023 yılı tahsil edilen tutarlarla 2024 yılında hedeflenen tutarları karşılaştıralım.

Görüldüğü üzere 2023 yılında tahsil edilen tutara oranla 2024 yılında tahsil edilmesi hedeflenen toplam vergi hasılatı yüzde 85’tir. 2023 yılı Bütçe Kanunu'nda da hedeflenen vergi hasılatı ise 3 trilyon 674 milyar TL idi ama Temmuz ayında ek bütçe yapıldı ve 1 trilyon 150 milyar 496 milyon TL’lik bir hedef daha konularak 2023 yılında tahsil edilmesi hedeflenen toplam vergi geliri 4 trilyon 824 milyar TL oluverdi. Önemli bir husus ise hedeflenen vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 94’ünün tahsil edilmiş olmasıdır. 

O yüzden 2023 tahsilat tutarları baz alınarak analiz yapmamız bizi biraz daha doğru sonuçlara ulaştıracaktır. Şimdi başlayalım. Bakalım başımıza neler gelecek…

Dahilde alınan KDV

2023 yılı Bütçe Kanunu'nda hedeflenen dahilde alınan KDV tutarı 635 milyar TL idi ve bu tutarın yüzde 80’i tahsil edildi. Ancak 2023 yılında tahsil edilen tutara nazaran yüzde 230 oranında tahsilat öngörülmüş. 2023 bütçe kanunundaki -başlangıç- hedeflenen 635 milyar TL’ye oranla ise yüzde 164 öngörülmüş. İki oran da çok yüksek. Temmuzda yapılan ek bütçeyle de dahilde alınan KDV hedefine 310 milyar TL daha eklendi ve böylece 2023 yılında hedeflenen dahilde alınan KDV tutarı 945 milyar TL oldu.

Dahilde ve ithalde KDV hedefleri aynı oldu…

2023 yılında dahilde KDV hedefi 635 milyar TL, ithalde alınan KDV’nin tahsilat hedefi ise 932 milyar TL idi. Yani yaklaşık 300 milyar TL bir fark vardı. Yapılan ek bütçeyle de dahilde alınan KDV hedefine 310 milyar TL daha eklendi ve fark kapatıldı.

2024 Bütçe Kanunu'nda da dahilde alınan KDV hedefi -enflasyon beklentisinden kaynaklı- ithalde alınan KDV hedefi ile eşitleniverdi. Yani 2024 yılında hedeflenen dahilde alınan KDV 1 trilyon 670 milyar 600 milyon TL, ithalde alınan KDV hedefi ise 1 trilyon 671 milyar 360 milyon TL’dir. 

Yani aradaki fark sadece 760 milyon TL’dir. Bu mevzuya eğilmek gerekiyor kanısındayım.

Ancak bunun anlamı ya KDV oranlarının artacağı ya istisnaların azaltılacağı ya KDV iadelerinin azaltılacağı ya da -ki olacak olan bence bu- enflasyonun ve fiyat artışının devam edeceğidir. Şeytanın avukatlığını yapmayayım ama öyle görünüyor. 

Gelir vergisi 

Gerçek kişilerin elde ettikleri gelirlerin büyük bir kısmı gelir vergisine tabidir. Ancak bu gelirler ya geliri elde kişi tarafından vergi idaresine beyan edilir ve ödenir ya da vergi stopajı yapılarak vergi dairesine ödenir. Gelir vergisi hasılatının çok büyük kısmı stopaj yoluyla alınmaktadır. Stopaj sadece ücretlilerin maaşlarından değil, dükkân kiralamalarından, mevduat faizi, repo gibi finansal işlemlerden vesaire de alınır. Ancak stopajın da büyük bir kısmı ücretlerden alınır. 

Ancak görünen o ki kendi gelirini beyan edip ödeyen kişi sayısı ve dolayısıyla da bu yolla ödenen gelir vergisi pek yüksek değil. 2023 yılında toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 0,90 oranındadır. Mehmet Şimşek bu konuya el atacak diye düşünüyorum ki bunu ben de defalarca yazmıştım.

Kurumlar vergisi

2024 yılında genel olarak kurumlar vergisi oranı yüzde 25, banka ve finans kurumları için ise yüzde 30 uygulanacak. Ancak hemen heyecana kapılmayın çünkü kurumlar vergisi oranı arttıkça vergi hasılatı da aynı oranda artmamaktadır. 2024 yılında hedeflenen tahsilat artışı yüzde 67 kadar olacak. 

ÖTV

2023 Bütçe Kanunu'nda hedeflenen ÖTV tahsilat tutarı 513 milyar TL idi, sonrasında ek bütçeyle 308 milyar TL daha hedef konuldu ve yaklaşık 821 milyar TL ÖTV tahsilat hedefi oldu.  ÖTV’den 2023 yılında yapılan tahsilat ise 928 milyar 195 milyon TL’dir. Yani hedeflenenin 107 milyar TL fazlası tahsil edildi. 

Bunun birkaç nedeni var ve bu nedenleri ayrı bir yazı konusu yapacağım. Ancak 2024 hedefinde gözden kaçan bir husus var ki o da motorlu araçlardan alınacak ÖTV’nin 2023’e oranla yüzde 12,91 kadar artacağı hususudur. Bu hedefte belirtilen orandan çok daha fazla bir tahsilat olacaktır kanısındayım. Buna da ayrı bir dikkat edilmesi gerekmektedir.

Diğer vergiler 

2023 yılı tahsilat tutarına oranla BSM'nin (kambiyo vergisi) yüzde 61,50, özel iletişim vergisinin (deprem vergisi) yüzde 125,52, konaklama vergisinin yüzde 89,08, harçların yüzde 95,67, damga vergisinin yüzde 76,63, şans oyunları vergisinin yüzde 93,36 oranında artması hedefleniyor. 

Bunların büyük kısmı müstakbel enflasyondan dolayı hedeflendi dersek hata yapmamış oluruz. Orta Vadeli Programda (OVP) hedeflenen enflasyon yüzde 36 ama bu veriler başka bir şey söylüyor.

Murat Batı / T24 



Tasarruf genelgesi çöktü - Çiğdem Toker / T24

 

Ağustos ayından itibaren yılsonuna gelinceye kadar altıya yediye katlanan kırtasiye harcamalarına dikkatinizi çekmek istedim. Tasarruf Genelgesi'nin yayımlandığı Haziran ayında, yaklaşık 235 milyon TL olan devletin kırtasiye harcaması, Aralık ayına gelindiğinde yaklaşık 7 kat artarak 1 milyar 607 milyon TL'yi geçmiş.
Boğaziçi Üniversitesi yönetiminin yaptığı bazı ihale ve alımlara yer verdiğim son iki yazımda, kamu kaynaklarının yasalara uygun ve düzgün kullanımı açısından bu alımların, soru işaretleri barındırdığını belirtmiş ve eklemiştim:

Tasarruf tedbirleri konusunda valiler ile toplantı yaparak tavsiyelerde bulunan Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in kadrajına acaba üniversite rektörlükleri giriyor mu?

Tabii ne Şimşek'ten ne de Boğaziçi Üniversitesi yönetiminden herhangi bir yanıt geldi. Ama zaten cevap gelse şaşırırdım. "Yazar yazar, nasıl olsa bir şey olmaz" diye düşünüyor olabilirler. Düşünsünler. Yıllardır aynı fikirde olmadığım için yıllardır yazmayı ve sormayı sürdürüyorum.

Son yazımda değindiğim, Şimşek'in geçen hafta Salı günü valiler ile ilgili yaptığı toplantının ayrıntılarını, Ayşegül Kahvecioğlu imzasıyla dün Milliyet'te okuduk. Şimşek valilerden kamuda tasarruf tedbirlerine hassasiyetle uymalarını isteyerek, şöyle demiş:

"Ben defterlerimi son sayfasına kadar kullanıyorum. Beyaz kağıt falan kullanmıyorum. Harcadığımız para babamızın parası değil, milletin parası. Gösterişten uzak, mütevazı bir kamu anlayışına mecburuz."

Boşuna değil

Şimşek'in böyle konuşması boşuna değil. Bizim gördüğümüzü o da görmüş olmalı. Geçen sene, seçimlerin ardından, bu göreve atandıktan hemen sonra imzasıyla yayımladığı Tasarruf Genelgesi'nden söz ediyorum. Bakan Şimşek, bütçe gerçekleşmelerine baktığında, yayımladığı genelgeye fazla itibar edilmediğini saniyesinde fark etmiştir.

Gerçekten de 2023 yılı Aralık ayı bütçe gerçekleşmeleri açıklandığında, bütün bir senenin harcamalarını bizler de görme olanağı bulduk. Bu köşenin sürekli okurları hatırlayabilir. Şimşek, Hazine ve Maliye Bakanlığı'na atandıktan sonra 2021 yılında yayımlanmış tasarruf konulu genelgeye atıfta bulunarak, depremden kaynaklanan maliyet dışında bütün harcamaların gözden geçirilmesini istemişti. Tasarruf tedbirleri için ivedi adımlar atılmasını, takibin de tavizsiz yapılmasını isteyen Bakan Şimşek'in yazısında, kamu idarelerinden özellikle tasarruf tedbiri alınması istenen harcama kalemleri şunlardı:

- Taşınmaz ve taşıt kullanımı

- Haberleşme giderleri

- Basın ve yayın giderleri

- Kırtasiye alımı

- Temsil, tören ağırlama giderleri

Bu genelge yayımlandıktan sonraki ay olan Temmuz ayı bütçe verilerini geçen sene 16 Ağustos 2023 tarihli yazımda işlemiştim. Maliye'nin açıkladığı verilere bakarak, Tasarruf Genelgesi'ne uyulmadığının ortada olduğu görülüyordu.

Şimdi aynı analizi Temmuz-Aralık dönemi için, yani geçen yıl sonuna kadarki verilere bakarak yapma olanağımız var. 2023 yılı bütçe harcamaları ortaya çıktı çünkü.

İki gün önce açıklanan Aralık 2023 bütçe verilerine bakıldığında, yine yukarıda andığım, Şimşek'in özel önem verdiği harcama kalemleri açısından, durumun hiç iç açıcı olmadığı görülüyor.

Söz konusu verileri baz alarak Temmuz-Aralık dönemine ilişkin harcama kalemlerinden ayrı bir tablo yaptım. Bu tablodaki aylık artış ve azalışlara bakarak, Şimşek'in tasarruf genelgesine kamu idarelerinin ne kadar uyduğunu (!) siz de değerlendirebilirsiniz.

Ağustos ayından itibaren yılsonuna gelinceye kadar altıya yediye katlanan kırtasiye harcamalarına dikkatinizi çekmek istedim. Tasarruf Genelgesi'nin yayımlandığı Haziran ayında, yaklaşık 235 milyon TL olan devletin kırtasiye harcaması, Aralık ayına gelindiğinde yaklaşık 7 kat artarak 1 milyar 607 milyon TL'yi geçmiş.

İşte Bakan Şimşek'e valilerle toplantısında "Ben defterlerimi son sayfasına kadar kullanıyorum. Beyaz kağıt falan kullanmıyorum" dedirten tablo da muhtemelen budur.

Yine valilere, makam aracı olarak TOGG kullanmalarını öneren Şimşek'in bu önerisinin ipuçlarını da son bütçe verilerinde görüyoruz. Tasarruf Genelgesi'nde dikkat edilmesini önerdiği taşıt kiralama harcamaları, o günden bu yana aylık 158 milyon TL daha eklenerek, Aralık ayında 372 milyon TL'yi aşmış.

Rekor, temsil ağırlama harcamasında

Tasarruf Genelgesi'nde yer alan önceliklere göre belirlediğim seçilmiş beş harcama kalemindeki en yüksek artış, hangisinde olabilir?

Bu sorunun cevabı, "temsil, tanıtma, ağırlama harcamaları" sevgili okurlar. Haziran 2023'te, yani Şimşek göreve gelince yayımladığı genelge ayında, yaklaşık 37 milyon TL olan temsil ve ağırlama harcamaları, yılın sonuna gelindiğinde, yaklaşık 17 katlık bir artış ile 620 milyon 770 bin TL'ye çıkmış.

Evet 17 kat artış.

Şimşek, ekonomiyi "düze çıkarma" konusunda Erdoğan'dan tam yetki almıştı. O günden beri de bir siyasetçi değil, bir teknokrat gibi açıklama yapmaya fazlasıyla özen gösteriyor. Ama belli ki Tasarruf Tedbirleri genelgesine uyulmasını sağlamakta zorluk çekiyor.

Hazine ve Maliye Bakanı olarak Şimşek'in, bunun nedenlerini bilmemesine ise imkan yok. Ama bu nedenleri kamuoyuyla paylaşması zor. Gözü kulağı aylardır "üç kuruşluk artış"ta olan milyonlarca emekliye gerçeğin tamamını söylemenin bedeli büyük olur çünkü.

Çiğdem Toker / T24