22 Ocak 2024 Pazartesi

Birgün KÖŞEBAŞI + 1 ÇEVİRİ 22/Ocak/2024 -

‘Mesleki eğitim’ cinayeti! (Aziz Çelik)

Kayıtlı öğrenci sayısı 1 milyon 405 bine ulaşan MESEM’ler ucuz ve çocuk işçiliğinin “yasal” kılıfı haline geldi. Çalıştırılan öğrencilerin ücret ve sigorta primleri kamu kaynaklarından ödeniyor. Hem öğrenci sömürüsü hem kamu kaynaklarının talan edilmesi söz konusu.

14 yaşındaki meslek lisesi öğrencisi Arda Tonbul’un feci bir iş cinayeti sonucu yaşamını yitirmesi mesleki eğitim adı altındaki ucuz çocuk işçiliği meselesini bir kez daha gün ışığına çıkardı. İstanbul Büyükçekmece’de staj adı altında çalıştırıldığı Özkanlar Metal adlı fabrikada Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) öğrencisi Arda Tonbul’un kafası 9 Ocak 2024 tarihinde sac büküm makinesine sıkıştı. 16 dakika boyunca kimsenin görmediği Arda, yedi gün sonra hayatı kaybetti.

Arda’nın MESEM kapsamında staj adı altında çalışırken iş cinayetine kurban gitmesi dikkatleri bir kez daha MESEM’lere çekti. MESEM’ler staj adı altında çocuk işçiliğine yasal kılıf sağlarken hem öğrencilerin sömürülmesine hem de kamudan sermayeye kaynak aktarılması anlamına geliyor. MESEM’ler devasa bir ucuz işgücü kaynağına dönüşmüş durumda. Arda, yüzbinlerce MESEM işçisinden biri. İşçi diyorum çünkü bu çocuklara fiilen ucuz işçi olarak çalıştırılıyor.

Hilal Tok’un Evrensel’deki haberine göre, Arda Tonbul henüz 7 aylık bir bebekken annesini kaybetmişti. İşçi bir ailenin işçi öksüz çocuğuydu Arda Tonbul. Babası yemekhane işçisiydi ancak menüsküs ameliyatı olduğu için işi bırakmak zorunda kalmıştı. Arda Tonbul, Alkop Anadolu Meslek Lisesi’nde okuyordu. Alkop Meslek Lisesi’nde hem MESEM öğrencileri var hem de Anadolu Meslek Lisesi öğrencileri. Alkop Meslek Lisesi, Hadımköy tarafında, Alkop Sanayi Sitesi içinde bir fabrika görünümünde olan bu lise, sitedeki iş yerlerine öğrenci ‘üretiyor’.

AKP İKTİDARINDA ÇOCUK İŞÇİ CİNAYETLERİ

Arda, iş cinayeti sonucu yaşamını yitiren ne ilk ne de son çocuk. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) tarafından SGK ve İSİG verilerinden derlenen bilgilere göre, AKP hükümeti döneminde (2002-2023) en az 931 çocuk iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirdi. Raporda “en az” vurgusu bilhassa yer alıyor. Çünkü bunlar sadece saptanabilen çocuk işçi cinayetleri. İSİG verilerine göre 2022 yılında iş cinayetlerinde 14 yaş ve altı 27 çocuk işçi, 15-17 yaş arası 37 çocuk işçi olmak üzere 64 çocuk işçi yaşamını yitirirken 2023 yılında 14 yaş ve altı 22 çocuk işçi, 15-17 yaş arası 32 çocuk işçi olmak üzere 54 çocuk işçi iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirdi.

Arda Tonbul’un ölümü ardından DİSK Birleşik Metal-İş sendikası tarafından yapılan açıklama olayın arka planını ortaya koyuyordu: “Daha 14 yaşında, metal sektöründe, normalde fabrikanın kapısından içeri adım atamayacak bir yaşta, 16 yaş altı çocukların ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması yasakken staj adı altında denetimsiz, kontrolsüz bir şekilde tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde çalıştırılması iş cinayetlerine davetiye çıkarıyor. Arda gibi yaklaşık bir buçuk milyon çocuk, devlet eliyle Meslek Eğitim Merkezleri (MESEM) aracılığıyla sermayeye ucuz emek olarak pazarlanıyor. Haftanın bir gününü okulda geçiren çocuklar, diğer günler staj adı altında, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinden yoksun şekilde fabrikalarda çalıştırılıyor.”

MESEM: UCUZ VE ÇOCUK İŞÇİLİĞE YASAL KILIF!

Nedir bu MESEM? Ne menem bir şeydir? “Mesleki eğitim” adı altında öğrencilerin ucuz işçi olarak çalıştırılması 2016 ve 2021 yıllarında yapılan iki yasa değişikliği ile ciddi biçimde arttı. Bu yasal düzenlemelerle meslek lisesi öğrencilerinin fiilen okuldan ayrılarak çocuk işçi olarak çalışmasının önü açılmış ve teşvik edilmiş oldu.

09.12.2016 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6764 sayılı Kanun ile Millî Eğitim Temel Kanunu ve Mesleki Eğitim Kanunu’nda değişiklik yapılarak çıraklık eğitimi örgün ve zorunlu eğitim kapsamına alınarak Mesleki Eğitim Merkezleri Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü’ne bağlandı. Kanunla ayrıca mesleki ve teknik ortaöğretim sırasında staja tabi tutulan öğrenciler ile mesleki ve teknik ortaöğretim sırasında tamamlayıcı eğitim ya da alan eğitimi gören öğrenciler iş kazası ve meslek hastalığı yönünden sigortalı sayılmaya başlandı. Bu öğrencilerin iş kazası ve meslek hastalığı sigorta primlerinin İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yani kamu kaynaklarından ödenmesi kararlaştırıldı.

25 Aralık 2021 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 7346 Sayılı Kanun ise öğrenci çocuk işçiliğini daha da “cazip” hale getirdi. Kanuna göre MESEM kapsamında staj yapacak 9, 10 ve 11. sınıf öğrencilerine asgari ücretin en az yüzde 30'u, 12. sınıftaki kalfalara asgari ücretin en az yüzde 50'si kadar ödeme yapılması kararlaştırıldı. Böylece MESEM kapsamında bir yandan öğrencilerin iş kazası ve meslek hastalıklarına karşı sigortalanması ve hem de ücret ödenmesi yasalaştı. Stajyer öğrencilerin sigorta ve ücretleri onları çalıştıran işverenleri tarafından değil İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ödeniyor. Böylece işverenler hiçbir maddi külfeti olmadan stajyerleri çalıştırabiliyor.

Mesleki Eğitim Merkezi öğrencileri haftada bir gün okulda teorik eğitim, dört gün ise işletmelerde “pratik” eğitim alıyor. Ancak uygulamada bu “pratik” eğitimin fiilen çalışma olduğu ve okuldaki bir günlük eğitimin dahi yapılmadığı biliniyor. MESEM’lere kayıt için bir yaş sınırı yok. Öğrencilerin okullarındaki kaydı devam ediyor ve kayıtlı oldukları bölümlerden mezun oluyorlar. Böylece hem öğrencilikleri devam ediyor hem de fiilen çalışmış oluyorlar.

Sonuçta yüz binlerce çocuk öğrenci eğitim çağındayken mesleki eğitim adı altında, eğitimden, akranlarından ve arkadaşlarından koparılıp sermayeye ucuz işgücü haline getirildi. Çocukların haftada bir gün okula gelmesi ise büyük ölçüde kağıt üzerinde bir uygulama. Haftanın dört günü çalışan bir çocuğun o yorgunlukla bir gün okula gelmesi ve verimli olması çok mümkün değil. Dahası akranlarıyla uyum sağlaması hiç mümkün değil.

ÇOCUK İŞÇİLİK, ÇIRAK VE STAJYERLİKTE PATLAMA!

Bu iki yasa değişikliğinden sonra sonra stajyer ve kursiyer sayılarında bir patlama yaşandı. Kanuni düzenlemeden sonra hem işveren hem de öğrenciler açısından Mesleki Eğitim Merkezi’ne çok ciddi bir talep geldiğini söyleyen dönemin Mili Eğitim Bakanı Mahmut Özer, 24 Mayıs 2023’te yaptığı bir açıklamada "Mesleki eğitim merkezlerindeki çırak ve kalfa sayısı 160 bin dolayında iken kanun değişikliğinden sonra [2021] mesleki eğitim merkezi programına kayıtlı öğrenci sayısı yüzde 784'lük artışla 1 milyon 405 bine ulaştı" dedi.  Kanunun yaratmış olduğu 1 milyon 250 bin kişilik artış tablonun vahametini gösteriyor. Ortaokul mezunları da MESEM kapsamında çalışabildikleri için toplam 1 milyon 850 bin meslek lisesi öğrencisinin kaçının MESEM kapsamında çalıştığına ilişkin net veri yok. Ancak özellikle 2021 değişikliği sonrasında bu sayının ciddi biçimde arttığı ve çocukların -yoksulluk nedeniyle ailelerinin de teşvikiyle- okullarını bırakıp MESEM kapsamında çalışmaya başladıkları biliniyor.

Eski Bakan Özer, Mesleki Eğitim Merkezlerine kayıt yaptıran kadın sayısına dikkati çekerek, "Kanuni düzenlemeden önce mesleki eğitim merkezine kayıtlı 27 bin kadın öğrencimiz varken bugün itibarıyla yüzde 1559'luk artışla 449 bini geçti. Aynı süreçte erkek öğrenci sayısı 132 bin civarında iken bugün itibarıyla yüzde 624'lük artışla 955 bini geçti" açıklamasını yaptı.

81 ilde organize sanayi bölgelerinin tamamına mesleki eğitim merkezi açtıklarını belirten Bakan Özer, bu merkezlere kayıtlı öğrencilerin yaş gruplarına ilişkin ise şunları söyledi: "Merkezi eğitim merkezlerine kayıt yaptıran 1 milyon 405 bin 663 öğrencimizin 295 bin 189'u 18 yaş ve altında, 1 milyon 110 bin 474'ü ise 19 yaş ve üstünde yer alıyor." (Ayrıntılar için: https://tinyurl.com/yr6zz2aw ) Böylece Bakan Özer 300 bine yakın çocuk işçinin MESEM adı altında çalıştırıldığını itiraf etmiş oldu. 18 ve altı yaştakiler ILO tarafından çocuk olarak kabul ediliyor.

Öte yandan son yıllarda çırak, stajyer ve kursiyer adı altında istihdam edilenlerin sayısındaki devasa artış ayrıca dikkat çekicidir. SGK verilerine göre 2009’da toplam 380 bin kayıtlı çırak, stajyer ve kursiyer varken bu sayı 2023 yılında 1 milyon 925 bine yükseldi. Çırak, stajyer ve kursiyerlerin toplam işçi sigortalılara oranı aynı dönemde yüzde 4’ten yüzde 10,2’ye yükseldi. Kuşkusuz bu artışla AKP hükümeti tarafından 2016 ve 2021 yıllarında yapılan değişikliklerin payı büyük.

YOKSULLUK VE ÇOCUK İŞÇİLİK

Devasa boyutlara ulaşan MESEM kapsamındaki öğrenci istihdamının nasıl denetlendiği ise meçhul. Bu öğrenciler gerçekten staj mı görüyor yoksa meslek mi öğreniyor yoksa fiilen ucuz işçi olarak mı çalışıyor, belli değil. Uygulamada fiilen işçi olarak çalıştırıldıkları biliniyor. Öte yandan özellikle çocuk yaştaki kişilerin kapılarından bile girmemeleri gereken tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde kontrolsüz bir şekilde çalıştırılması iş cinayetlerine davetiye çıkarıyor. Arda’nın ölümü bu denetimsizliğin sonucudur.

Bakan Özer’e göre mesleki eğitim alanındaki yasa değişiklikleri ile “işveren üzerindeki maddi yük kaldırılarak çok cazip bir mekanizma oluşturuldu." Kuşkusuz bu mekanizma sadece işverenler açısından değil öğrenciler ve aileleri açısından da “cazip”! 2024 itibariyle net asgari ücretin yüzde 30’unun 5 bin 100 TL, yüzde 50’sinin 8 bin 500 TL olduğu düşünülecek olursa mesleki eğitimden ödenen ücretlerin yoksul aileler için oldukça cazip olduğu görülecektir. En düşük emekli aylığının 10 bin TL, dul aylığının 7 bin 500 TL ve yetim aylığının 2 bin 500 TL civarında olduğu bir ülkede MESEM kapsamında yapılan ödemeler işveren, öğrenci ve aileler için elbette “cazip”!

Kuşkusuz bu yaşadığımız tabloda 12 yıllık kesintisiz temel eğitimin 4+4+4 şeklinde bölünmesinin de payı büyüktür. 4+4+4 yoluyla 12 yıllık temel eğitim fiilen yok edildi ve çocuk işçiliğe yasal kılıf sağlanmış oldu. MESEM kapsamındaki artışın fiili okullaşma oranını ciddi biçimde düşürmesi de cabası! Çocuk işçiliği önlemenin yollarından biri 12 yıllık kesintisiz temel eğitimdir.

MESEM yoluyla yoksul ailelerin çocukları eğitimden koparılıp ucuz işgücü haline getirtilmekle kalmıyor daha çocuklar feci iş cinayetlerine kurban gidiyor. Hani diyorlar ya “meslek lisesi memleket meselesi” aslında meslek lisesi “hayat memat” meselesine dönüşmüş durumda. Devlet eğitimini sağlamakla sorumlu olduğu çocukları eğitimden ayırıp çocuk yaşta çalışmaya teşvik ediyor ve dahası çalışırken bu çocukların yaşamını güvence altına alamıyor. Arda’lar çocuk yaşta bu yüzden ölüyor. Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı’ndan dizelerle bitireyim:

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür

Devlet dersinde öldürülmüştür”

                                                             /././

 Seküler olan paralı, İslami olan parasız (Ozan Gündoğdu)

Türkiye’de orta sınıf olarak ifade edilen, kentli, meslek sahibi, ücretli kesimlerin en önemli gündeminde özel okul fiyatları var. O kadar ki, konu, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e de soruldu. Tekin, başlangıç fiyatını belirleme hakkının okulda olduğunu fakat ara zamların yönetmelik sınırları içinde belirlendiğini söyledi ve konuya ilişkin okulları uyardıklarını belirtti. Fakat okullar, yönetmeliğin etrafından dolanmanın yolunu bulmuş görünüyor. Zira okul ücreti değil belki ama yemekhane, servis, üniforma ve kitap fiyatları yüzde 100’ün üzerinde zamlanmış durumda.

Geçmişte, özel okul fiyatları ülke gündemini işgal edecek, Milli Eğitim Bakanı’na açıklama yaptıracak kadar gündem olmazdı. Çünkü zaten orta gelirin üzerindeki ailelerin tercihiydi özel okullar. Orta üst gelir ve altındaki aileler, çocuklarını devlet okullarına gönderir, “neden özele gönderemiyoruz” diye hayıflanmazdı. Büyük kentlerdeki özel okullar bir elin parmağını geçmez, küçük bir azınlığın talebi de tüm ülkeyi ilgilendirmezdi. Fakat özellikle son 10 yılda işler değişti.

HER 5 OKULDAN 1'İ ÖZEL

Milli Eğitim Bakanlığı’nın Örgün Eğitim İstatistiklerine bakınca tablo daha net ortaya çıkıyor. Verilere göre 2022/23 Eğitim Yılı’nda ana okulundan liseye kadar MEB kontrolünde toplam 75 bin 19 adet okul bulunuyor. Bu okulların 14 bin 281’i ise özel okul. Başka bir ifadeyle, ülkemizdeki her 5 okuldan 1’i şirketler tarafından işletiliyor. Orta sınıfın daha yoğun yaşadığı büyük kentlerde bu oran daha yüksek. Fakat eskiden böyle değildi? Ne oldu, nasıl oldu da, orta sınıflar özel okul müşterisi haline geldi?

Geçmiş verilere yakından bakıldığında, Türkiye’deki özel okul artışının son 10 yılda katlandığı görülüyor. 1999 yılını ele alalım. O yıl, Türkiye’deki toplam özel ilköğretim okulu sayısı 683. Yıllar içinde öğrenci sayısındaki artışa paralel biçimde özel okul sayısında da artış yaşanıyor. 1999’da 683 olan özel okul sayısı, 12 yıl sonra, 2011’de 931’e yükseliyor. 12 yılda özel okul sayısındaki artış yüzde 32. Okul sayısının yüzde 32 arttığı bu 12 yılda, öğrenci sayısı da yüzde 64 artışla 175 binden 287 bine yükseliyor.

EN ÖNEMLİ KIRILMA 4+4+4

2012’ye gelindiğinde sistem değişiyor ve 4+4+4 düzenine geçiliyor. Böylece 8 yıllık ilköğretim, 4’er yıllık ilkokul ve ortaokula bölünüyor. İlk 4 yılın ardından dileyen ailelere uzaktan eğitim imkanı tanınıyor. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın “Dindar ve kindar nesil” çıkışını yaptığı o yıl, müfredat değiştiriliyor, din derslerinin sayısı artırılıyor. İlk 4 yıllık eğitimden sonra uzaktan eğitim imkanı verilen ailelerin bir kısmı, kız çocuklarını okula göndermemeye başlıyor. Kızların net okullaşma oranı düşüyor. Cemaat ve tarikatlarla protokoller imzalanıyor. Ortaokullar imam-hatipleştiriliyor. Tüm bu gelişmeleri verilerle desteklemek mümkün fakat konumuz başka.

10 YILDA 2 KAT ARTIŞ

4+4+4 ile başlayan sistem değişikliği, kamusal eğitimden, özel okullara olan talebi artıyor. 1999’dan 2011’e dek yüzde 32 artan özel okullar, 2012’den itibaren patlama yaşıyor. 2012’de 992 olan özel ilkokul sayısı, 2022’ye kadar yüzde 108 artarak 2 bin 65’e yükseliyor. 2012’de özel ilkokul ve ortaokulda okuyan öğrenci sayısı 331 bin 675 iken, 2022’de bu sayı yüzde 118 artışla 725 bin 146’ya ulaşıyor.

Liselerdeki artış daha da hızlı. 2012’de toplam 907 adet özel lise varken, bu sayı 2014’te dershanelerin kapatılması sürecinde, 2504’e yükseliyor. Fakat izleyen yıllarda artış devam ediyor ve 2022’de özel lise sayısı 3085’e ulaşıyor. 10 yılda özel lise sayısındaki artış yüzde 240. Öğrenci sayısı da aynı dönemde 138 bin 881’den 420 bin 285’e yükseliyor. Böylece an itibariyle, özel ilkokul, ortaokul ve lisede okuyan öğrenci sayısı 1,2 milyona dayanıyor.

Velilerin bu ilgisinin nedeni zenginleşmeleri değil. Kişi başına düşen gelirin gerilediği son 10 yılda, özellikle orta sınıflar, zenginleşmek bir yana giderek yoksullaştılar. Özel okul müşterisi haline gelmeleri, zenginleşmelerinden ziyade, devlet okullarına dönük güvensizlikleri.

Eğitimin ideolojikleşmesi en önemli sorun alanı. Fakat sadece bu da değil, iş saatlerinin devlet okullarıyla olan uyumsuzluğu ve güvenlik endişeleri de velilerin, devletten özele kaçmalarına neden oluyor. Kamusal eğitimdeki bu gelişme de özel okul patronlarının işine geliyor. Tıpkı sağlıktaki gibi, nitelikli kamusal hizmet tasfiye edilince, kamusal olan piyasalaşıyor. Eğitim ve sağlık bir hizmet olmaktan çıkıyor ve paranın konuştuğu bir sektöre dönüşüyor.

Veliler artık müşteri olduklarını içselleştirmiş durumda. Zira parasız, bilimsel, kamusal eğitim talep etmek yerine, “ucuza eğitim” talep ediyorlar. Eğitimin herkes için bir hak olduğunu, bundan 20-30 yıl önce, bu ülkenin hemen tüm çocuklarının kamusal eğitimden geçtiği günleri unutmuş görünüyoruz. İktidar kamusal olana kendi ideolojisini dayatırken bu dayatma karşısında şikayet edenleri “istemeyen özele gitsin” diyerek kovuyor. Kamusal alan muhafazakarlaşırken, bu muhafazakarlaşmadan tedirgin olan toplum kesimlerine seküler olan “satılıyor”. Satın alabiliyorsanız ne ala, satın alamıyorsanız, buyrun İmam-Hatip’e…  

                                                           /././

Bir hazin uzay yolculuğu (Selçuk Candansayar)

Geçen hafta Alper Gezeravcı, SpaceX şirketinin uzay aracıyla, 14 gün kalacağı ve çeşitli bilimsel deneyler yapacağı, Uluslararası Uzay İstasyonu’na ulaştı. Gezeravcı, uzaya çıkan ilk “Türk" oldu.

“Ne güzel, Türkiye de uzay araştırmalarının bir ucunu somut olarak yakalamasını sağlayabilecek önemli bir adım attı. Emeği geçen herkese teşekkür ederiz”, diyemedi kimse! Öyle bir vaveyla koptu ki, projenin doğru mu yanlış mı olduğunu, yararlı olup olmayacağını tartışma olanağı bile olmuyor. Bu tartışmayı yapmaya çalışan bir avuç insan ise sesini duyuramıyor.

Tek başına bu “olay” bile, Türkiye’nin hızla akıldan koptuğunu gösteriyor. Aynı zamanda bir “toplum olma duygusunun” kalmadığını da kanıtlıyor. Tasada ve kıvançta ortak değiliz artık. Geçen hafta yazmaya çalıştığım da bu haldi. Herkesin herkesi düşman bellediği bir “kalabalık” oldu Türkiye.

RTE iktidarı, avaneleri ve medyası bu başarıyı 5 yıl önce kurulan Türkiye Uzay Ajansı’nın başarısı olarak gösterme derdinde. Muhalefet de sanki gerçekten böyle olmuş gibi, uzay yolcuğunu değersizleştirme yarışında. Yok uzay turisti, yok parayla seyahat, o paraya neler yapılırdı, yok Hindistan o paranın iki katına aya uzay aracı indirdi laflarının bini bir para.

Daha da trajik olan bir durum daha oldu. Gezeravcı, uzayda “konuşana” kadar onu “göklere çıkaran” taraftarları, konuştuktan sonra düşman oldu; düşmanları ise taraftar! Atatürk’ün sözünü söyleyip, yolculuğunu ona adayınca saflar anında değişti. Konuşmadan önce “Fetullahçı” kumpas davasının mağduru olduğunu söyleyenler, konuştuktan sonra kumpas dedikleri davadaki iddialara gerçek muamelesi yapar oldular.

Uzaya çıkan Türk mü, Türkiye’li mi? O Türk ama karşılayan kaptan hem kadın hem Kürt! Hayır, Kürt değil, kendisinin İran’lı Persim diye beyanı var!  Hayır, ailesi Maharabad’lıymış, Maharabad Kürt ilidir, o İran Kürdü tartışmalarını ne yapacağız peki?

On binlerce ölüme neden olan etnik kimlik sorunu, özgürlük, demokrasi sorunu/mücadelesinin geldiği aşama bu mu olacaktı yani?

Evet, Hindistan, geçtiğimiz Ağustos ayında sadece iki katı bütçeyle aya araç indirdi, doğru. Ama Hindistan’ın uzay çalışmalarının geçmişi 70 yıl. Uzaya çıkan ilk Hintli 1957 yılında çıkmış. Üstelik Hindistan üretimi değil, bir Sovyet uzay aracıyla. Bunu da hiç dert etmemişler. Türkiye’nin 2023 uzay yolculuğunun gerisinde de 1973 yılında kurulan Türk Uçak Sanayi Anonim Şirketi (TUSAŞ) var. 1939 yılında kurulan Kayseri Uçak Fabrikası, 1942 yılında kurulan Etimesgut Uçak Fabrikası da TUSAŞ’ın öncülleri. TUSAŞ, ABD’nin insanlı ay seyahatinden sadece 5 yıl sonra kurulmuş. TUSAŞ’ı 1984 yılında kurulan Türk Havacılık ve Uzay Sanayi (TAI) izlemiş. Aselsan’ı, Roketsan’ı, üniversitelerin seksenlerde kurulan havacılık ve uzay mühendisliği bölümleri, doksanlarda başlayan ve her defasında daha teknolojik modellerin gönderildiği uydu programları ile koskoca TÜBİTAK ile Gezeravcı’nın arkasında on yılların birikimi var.

Peki, Gezeravcı’nın yapacağı bilimsel deneyler? Yazık değil mi o bilimcilere! Bu ülkede bilim nasıl ilerleyip, gelişecek? Neden o bilimciler anasından sosyaline kadar medyada yapıp ettiklerini anlatamıyorlar? Peki, Gezeravcı’nın ve yedeği T. Cihangir Atasever’in, ikisinin seçilme sürecini denetleyen, onları eğiten bilimcilerin emeklerine yazık değil mi?

Önce kendi “çipimizi” yapalım sonra yazılım alanına girelim demek ne kadar saçmaysa önce kendi uzay aracımızı yapalım sonra uzaya gidelim demek de o kadar saçma. Bilimsel ve teknolojik gelişimde geride kalan ülkeler, “bilimsel” ve “akıllı” stratejilerle öncülerin birikiminden yararlanarak, çok daha hızlı adımlarla önlerindeki ülkeleri yakalayabilirler.

Bir yanda kendinden öncesini “karanlık çağ” olarak tanımlayıp, bir yaptığını yüzmüş gibi pazarlayan, her şeyin başlatıcısı olma kibrinden kurum kurum kurulan iktidar ve yancıları, öte yanda onlar yapıyorsa kesin altında bir bit yeniği vardır, kesin sahtedir diye önyargı ile gerçeği birbirine karıştıran muhalefet. Sokaktaki sıradan insandan söz etmiyorum, siyasal alan, iktidarından muhalefetine paçalarından vasıfsızlık akan bir “çetenin” işgali altında. Sadece iktidar değil, muhalefet de çete tipi örgütlenmiş durumda.

Herkesin herkesi düşman bellediği ve herkesin “gerçeği, doğruyu” kendi çıkarına istismar edip, çarpıttığı bir toplum bir arada yaşayamaz. Akıldan savrulan ve fanteziye tutunan toplumlar er geç “gerçeğin katı duvarına” toslarlar.

Evet, içinde debelendiğimiz bu açmazın başlatıcısı, sorumlusu siyasal İslamcılar olabilir, doğrudur da. Ama onların başlattığına elinde tuzla koşan muhalefet de onlardan farklı değil.

Birbirlerini düşman zannedenlerin birbirlerinin tıpkısının aynıları olduklarını görmek ne hazin bir hal…

                                                             /././

İttifaklar dönemi kapanırken yerine ne konacak? (Yaşar Aydın)

Türkiye uzun süredir (yaklaşık 10 yıl) iki kutuplu bir siyasete hapsedildi. Bir tarafta Erdoğan etrafında inşa edilen Türk tipi başkanlık rejimini destekleyenler, diğer tarafta ise buna karşı çıkanlar. Bu iki kutup iki ana ittifak ortaya çıkardı. AKP ve MHP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı diğeri de 6’lı masaya dönüşen Millet İttifakı.

2023 14 Mayıs seçimleri iki ittifakın da çok uzun süredir hazırlandığı ve bir anlamda son kapışma haline gelen düelloya dönüştü. Ve en nihayetinde muhalefetin büyük hataları sonucu kazanan yine Erdoğan oldu. Bu sonuç bugün hala çok fark edilmese de 10 yıldır devam eden iki merkezli siyasetin sonuna işaret ediyordu. 

YENİDEN REFAH MESELESİ

Hem sağda hem solda hem Cumhur hem Millet içinde iki merkezli siyasetin devamından yana olan çok sayıda kışı, kurum ve parti var. Beyhude bir uğraş. Çünkü bu tarz ittifakın kurulamayacak olmasının nedeni tek başına partilerin tutumu değil raf ömrünü tamamlamış olması. Bunu görmek istemeyenler yerel seçim öncesi yine benzer ittifak modelleri üzerinden tartışma yapmayı sürdürüyor. Meselenin daha iyi anlaşılması için gelin biz muhalefet bloku üzerinden değil Cumhur İttifakı’nı hatta daha da daraltıp Yeniden Refah üzerinden anlatmaya çalışalım.

Öncelikle AKP-MHP ilişkisi bir ittifak olarak tanımlamak doğru değil. Bunu bir kenara yazalım. Bu iki parti rejimin ana kurucu iki ögesi durumunda. Rejim ancak ikisi bir arada oldukça ayakta durabilir. Bu nedenle bu iki bu parti ittifak değil rejimin ana taşıyıcı kolonları olarak görmek lazım.

Bu konuda anlaştıktan sonra şimdi Cumhur’da oluşan yeni durma Yeniden Refah üzerinden bakmaya başlayabiliriz.

Yeniden refah lideri Erbakan’ın dayattığı yeni biçimde “en temel meselede anlaşmak” bir arada durmak için yeterli. Erbakan için “en temel konu” rejimin İslamcı karakterinin değişmemesi. Bu durum baki kaldıkça çeşitli etaplarda işbirliği ve ittifaka hazır bir şekilde bekliyor olacak. Bunun dışında Erbakan’ın stratejisi kendi partisini büyütmek üzere kurulu.

Yerel seçim sürecinin iki lider açısından tıkandığı nokta da bu Erbakan’ın kısmı özerklik talebi aslında. Çünkü başka bir boyutuyla bu talep Erdoğan için tehdide dönüşmüş durumda. İşin tıkandığı yeri il ya da ilçe pazarlıkları değil tam da burası. Rejimi destekleyen partilerin yada kliklerin 2028’e giderken yol haritaları ve öncelikleri farklılaştı. Bu yeni durum ittifak modelinin de değişmesini zorunlu kılıyor. Erbakan’ın diğerlerinden farkı bunu açık biçimde ifade diyor olması.

ASLA YALNIZ YÜRÜMEZ

İktidar cephesinde yaşanan bu gelişmeleri muhalefet sadece “iç iktidar kavgası” olarak görürse büyük bir yanlışın içine tekrar düşüyor demektir. İttifaklar konusunda büyük panik yaşayan muhalefet Yeniden Refah’ı sadece Erdoğan’ı zorlayan pozisyonuyla değerlendiriyor. Oysa o çekişmede değişen durumu ve yeni durumda alınacak tavrı görmeyi başarması yerel seçimde iki belediyeyi almaktan daha kıymetli sonuçlar üreteme potansiyeli taşıyor.

Muhalefeti işbirliğini sadece sandıkta birlikte durmak olarak gören anlayış çökmüş durumda.

Karmaşık ittifak ve sandık modellemelerinin aksine Türkiye’nin içinde bulunduğu temel sorunlarına odaklanan bir sadeleşme çıkar yol olarak duruyor.

Ekonominin içine sürüklendiği bataklık karşısında asgari bir çıkış reçetesi, gericiliğe ve siyasal İslam’a karşı mücadele, demokratik ve barış içinde bir ülkenin önündeki engellerin ortadan kaldırılması konusunda ortak reaksiyon bu sadeleşmenin başlıkları olarak sıralanabilir. Bu anlayışla kurulacak işbirlikleri ve mücadele platformları bugün açısından her türlü ittifaktan daha güçlü sonuçlar yaratmaya adaydır.

Buradan son günlerin aktüel tartışma konusu haline gelen CHP’nin muhalefette yalnızlaştırma operasyonuna gelelim.

Bugün için toplumun temel meseleleri etrafında oluşacak işbirliği ve mücadele ortaklığı sonuç alınması neredeyse imkânsız hale gelen ittifak tartışmalarından çok daha anlamlı duruyor. Üstelik böyle bir süreç size iki sonucu birden sunma potansiyeline de sahip. Kısa vadede toplumun farklı kesimleri ile yan yana geliş size yerel seçimlerde yeni kapılar açacağı gibi orta ve uzun vadede de gerçek bir iktidar alternatifi olmanızın önünü de açar.

Başlıkları alt alta yazıp yüksek sesle okunsa bile ülkenin daha da sağcılaşarak kurtulmayacağını anlar hisseder. O zaman oradan uzaklaşmak neden yalnızlık olsun ki?

                                                        /././

Sağcıların kana susamış politikaları sınır tanımıyor (Muhammed SHABEER)

Avrupa Parlamentosu’nda “koşulsuz ve derhal” ateşkes çağrısı, sağcılar tarafından engellendi. Böylelikle Gazze’deki katliamın sürmesinin önü açıldı. Çatışmaların Suriye, Yemen, Lübnan, Irak ve İran üzerinden adım adım tüm bölgeye yayılma tehlikesi var.
               
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları 7 Ocak’ta üçüncü ayını geride bıraktı. (Fotoğraflar: AA)

Strasburg’da 18 Ocak günü yapılan Avrupa Parlamentosu oturumunda Gazze’de “kalıcı ateşkes” çağrısı yapan bağlayıcılığı olmayan bir karar alındı. Önkoşullar arasında Hamas’ın tamamıyla lağvedilmesi ve Hamas’ın elinde tutulan tüm rehinelerin koşulsuz olarak serbest bırakılması vardı. Karara 312 destek, 131 karşı oy verildi, 72 oy ise kullanılmadı. “Koşulsuz ve derhal” ateşkes çağrısından oluşması planlanan ilk taslak, sağcı Avrupa Halk Partisi (EPP) tarafından engellendi. Neticede ortaya konan koşullar, İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım yöntemlerini sürdürmek için ortaya attığı bahaneleri destekler nitelikte. İsrail’in öne sürdüğü “ön koşullar” arasında da Hamas’ın lağvedilmesi ve rehinelerin serbest bırakılması var.

Avrupa Parlamentosu’ndan çıkan karar İsrail’in askeri operasyonlarını ve Filistin’de uyguladığı yasadışı işgal politikalarını kınıyor. Ayrıca Avrupa’nın destek verdiği “iki devletli çözüm” çerçevesinin tekrar gündeme getirilmesi gerektiğini söylüyor. Fakat nihayetinde ortaya çıkan sonuç, AB Parlamentosu’nun İsrail’in sözde “öz savunma hakkına” destek verdiği anlamını taşıyor. Dolayısıyla süregelen katliam meşruiyet kazanıyor ve İsrail, Filistin devletini yok etmek, Filistinlilere soykırım politikaları uygulamak için daha da cüretkâr hale geliyor. Ekim ayında yapılan oturumlarda da Avrupa Parlamentosu kalıcı ateşkes çağrısı yapmakta başarısız olmuş, yalnızca “insani yardım” faaliyetleri için çatışmalara ara verilmesi yönünde karar açıklamıştı.

∗∗

Polis müdahalelerine rağmen son 100 gündür Avrupa çapında kitlesel eylemler yapılıyor. Avrupa Parlamentosu toplumsal baskıyı hissederek bir tür ateşkes çağrısı yapmak zorunda kaldı. Parlamento’daki sol blok (GUE-NGL) 18 Ocak günü yaptığı açıklamada “Bugün, Avrupa Parlamentosu’nun Avrupa halkının taleplerini yerine getirmek ve kararlı duruş sergilemek için bir şansı vardı. İnsanlar aylardır sokaklarda Gazze için ateşkes çağrısı yapıyorlar.

Yapılan açıklama şu ifadelere yer verildi: “Aşırı sağ, sağ ve liberal siyasetçiler kana susamış politikalarının sınır tanımadığını gösterdiler ve Avrupa Parlamentosu’nu kendi peşlerine takarak Binyamin Netanyahu liderliğindeki İsrail rejiminin, Filistin halkına karşı yürüttüğü kanlı savaşta işbirliği yapmaya karar verdiler. Gazze’de üç aydır devam eden ölüm ve yıkım operasyonlarından sonra gelen bugünkü oylama, şiddete ve baskıya onay verilmesi anlamına gelmektedir.”

Çıkan karardan sonra çeşitli solcu vekiller sağcıların “sabotajını” sert bir dille eleştirdiler. Belçika İşçi Partisi’nden Marc Botenga, “Avrupa Parlamentosu’nda çoğunluk derhal ateşkes yapılması için çağrıda bulunmayı reddediyor” dedi ve alınan kararın “İsrail’in suçlarına ortak olmak” anlamına geldiğini söyledi.

                                Yemenliler, ABD ve İngiltere’nin saldırılarını protesto etti.

∗∗

İrlandalı vekil Clare Daly de kararı yerden yere vurdu ve “Katliamın sürmesi için yeşil ışık yakıldı” dedi, çatışmaların bölgeye yayılması riskine işaret etti. Bölgesel çatışmalara Batı’nın askeri operasyonlar ile dahil olmasının Ortadoğu’yu savaş sarmalına sokmaktan başka bir işe yaramayacağını ifade etti.

Yunanistan Komünist Partisi vekilleri de kararı kınadı. Boyun Eğmeyen Fransa Partisi’nden Manon Aubry “Liberaller, sağcılar ve aşırı sağcılar kalıcı ateşkes çağrısını sabote ettiler. Netanyahu hükümetine milyonlarca avro değerinde silah satılmasını sağlayan ortaklık anlaşmalarını askıya almayı reddettiler” dedi.

Bu esnada İsrail, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde soykırım suçlamalarından yargılandı. Malezya, Kolombiya, Türkiye, Venezuela, Brezilya, Namibia, Nikaragua ve Bolivya gibi çeşitli ülkeler Güney Afrika’nın açtığı davaya destek verdiklerini açıkladı. İsrail’in uluslararası mahkemelerde yargılanması çağrıları Avrupa içinde de ağırlık kazandı.

İsrail’in, Gazze’de sürdürdüğü savaş halihazırda 24 bin 600 kişinin yaşamına mal oldu, 61 bin 800 kişi yaralandı. Neredeyse 2 milyon insan evini terk etmek zorunda kaldı. Birleşmiş Milletler ve birçok Küresel Güney ülkesini de içeren uluslararası kuruluşlar ateşkes çağrılarını defalarca yeniledi. Tüm bunlara rağmen İsrail, Filistin’de ABD’nin ve Avrupalı müttefiklerinin desteğiyle soykırım yöntemleri uygulamaya devam ediyor. Savaş şimdiden Batı Şeria, Suriye ve Lübnan’a yayıldı ve Yemen’deki Husilerin saldırılarının yanı sıra İran hükümetinin bölgedeki İsrail ve ABD kuvvetlerini hedef almasıyla tüm bölgeye yayılabilir. 

Çeviren: Fatih Kıyman - Kaynak: People’s Dispatch



(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 22 OCAK 2024 -

 


Genç kaymakamlar rahatsız (Barış Terkoğlu)

Dünya sallanıyor, ellerinle yaptığın yeksan oluyor. Depremi ancak o zaman fark ediyorsun.

Diyarbakır Kulp’ta yaşanan kavganın devletin derinliklerindeki savaşı açığa çıkaracağını kim bilebilirdi? Bahçelievler Camisi’nde cuma namazı öncesi hutbe okunuyordu. Diyanet’in hutbelerinin içeriğini isteyen önceden görebiliyor. Cemaatin içindeki kaymakam Burak Akeller gibi... Her şey imamın, hutbenin o bölümünü okumayıp atlamasıyla başladı: “Hain bir terör saldırısında vatan evlatlarımız şehadet makamına ulaştı. İnanıyoruz ki Rabbimizin rahmeti şehitlerimizin üzerinedir.” Anlatılana göre kaymakam Akeller, cemaatin içinden imama seslendi: “Hoca hutbeyi tam oku!” İmam, tepki üzerine şehitlerle ilgili bölümü okudu. Her şey orada kalsa duymayacaktık bile…

Namazdan sonra Akeller, imamın odasına gitti. Kaymakamın anlattığına göre “Neden” diye sormuş, imam ise “Bize de baskı oluyor” yanıtını vermişti. Kaymakam da imamı bağırarak azarlamıştı. İmamın söylediğine göre ise kaymakam bağırmakla kalmamış, camideki mikrofonla bacağına vurmuştu. O da hastaneden darp raporu almıştı. İşte devletin iki memuru arasındaki kavga, devlette adeta savaşa dönüştü.

İSLAMCI-ÜLKÜCÜ KADRO KAVGASI

İmam, Diyanet-Sen üyesiydi. Diyanet-Sen, Memur-Sen’e bağlıydı. Memur-Sen, AKP’nin devlet içindeki kadrolarının bağlı olduğu sendikaydı.

Kaymakam ise 36 yaşında, 2014’te üniversiteden mezun olmuş, 2016’da devlete girmiş, 2018’de kaymakam adayı olmuş genç bir bürokrattı. Yükselişinin aslında dönemle bir ilgisi var. Kaymakam Akeller, Gazi Üniversitesi’nde Ülkücü hareketin içindeydi. Mezun olduğu yıl, tam da Erdoğan-Gülen kavgasının devletin içine sıçradığı dönemdi. Devlete girdiği yıl ise darbe girişimi olmuştu. Akeller, MHP’nin iktidar ortağı olarak boşluğu doldurduğu dönemin sembollerinden biriydi. 

Kulp’ta HDP’li belediye başkanı seçimin ardından görevden alınmış, kaymakam kayyum atanmıştı. Akeller, bu sayede hem mülkiyeyi hem belediyeyi yöneten, Doğu Anadolu’daki çoğu genç ve Ülkücü mülkiye kuşağındandı.

İşte 2016 sonrasında sorun çözen bu iki yapı, İslamcılık üzerinden siyaset yapan memurlar ile Ülkücü mülkiyeliler, Kulp’taki hutbe krizinin ardından karşı karşıya geldi. Haber önce “Hutbeyi beğenmedi, imamı dövdü” diye servis edilmişti. Ancak olay, İslamcı kesimin mağduriyet rolü oynayacağı klasik hikâyelerden değildi.

İmama örgütü Diyanet-Sen ve Memur-Sen sahip çıktı. Cami önünde açıklama yapan sendika, “sözde devlet ve millet menfaatine yapılıyor denilen ama gerçekte terör örgüt ve odaklarının ekmeğine yağ süren eylem ve söylemlerin oluşturduğu tahribat” diyerek MHP’ye göndermede bulundu. 

Fakat karşı tepki daha sert oldu. Ülkücü mülkiyeliler, sosyal medyada hem imamı hem de Memur-Sen’i hedef aldı. Kaymakamlar, valiler, vali yardımcıları, MHP’li siyasetçilerle tek ses olup, kaymakam Akeller’e sosyal medyada destek mesajı yağdırdı. Bu sırada Memur-Sen Başkanı Ali Yalçın başta olmak üzere sendika yöneticilerinin geçmişte FETÖ liderine yazdığı övgü mesajları gündeme geldi. Yalçın’ın eski danışmanının FETÖ firarisi olduğu bilgisi MHP’nin kaynaklarından servis edildi. Ülkücü Kamu-Sen, AKP’li Memur-Sen’i “sözde sendika” diye suçladı. İmama darp raporu veren doktor da sorgulanıp DEM bağlantısıyla itham edildi.

DEVLET KRİZİNİN HABERCİSİ

Ağır hakaretlerle süren tartışmada iki taraf da birbiri için tasfiye çağrısı yaptı. Kendilerinden ses beklenen AKP’li siyasetçiler ise MHP’nin devletteki kadrolarıyla kendilerini destekleyen memurlar arasındaki savaşı sessizlikle izledi. DEVA ve Gelecek partililer bile konuşurken onlar sustu. Tıpkı AYM ile Yargıtay arasındaki krizdeki gibi…

Bir tarafta İslamcı memurlar öte yanda Ülkücü mülkiye. Bir tarafta Memur-Sen öte yanda Kamu-Sen. Bir tarafta seçim öncesinde “bölgenin hassasiyetleri” diyen iktidarın İslamcıları, öte yanda “Ya devlet başa kuzgun ya leşe” diyen iktidar ortakları. Bir tarafta atamalarda ilk üyeliğine bakılan ve bu sayede büyüdükçe oteller bile açan kamu sendikası; öte yanda yargıyı, istihbaratı, Emniyeti ve mülkiyeyi kontrol eden Ülkücü kadrolar.

Kulp’taki olay, AYM-Yargıtay krizi gibi belirginleşen devlet içindeki fay hatlarının daha da görünmesini sağladı. Şimdilik seçim sonrasına ertelenmesi beklenen Kulp krizi, teşbihte hata olmaz, 17-25 Aralık öncesindeki karşı karşıya gelişleri hatırlatıyor. Herkes sanki biraz “son kavgaya” hazırlanıyor.

Kırılıp dökülene bakıp her şey yeryüzünde sanırsın. Oysa sarsıntı, yerin dibinde başlayan ayrılığın işaretidir sadece.

                                                       /././

Küreselleşme, kaos ve soykırım (Ergin Yıldızoğlu)

Kaos, edebiyatta, bir düzenin, uyumun, mantığın çöküşünü simgeler. Bu basit tanımı küreselleşme sürecine uyguladığımızda karşımıza, süreci tanımlamaya olanak veren unsurların oluşturduğu düzenin, o unsurların aralarındaki uyumun, birlikte işleyişlerinin mantığının çöküşünü temsil eden bir “durum” çıkıyor. New York Times, Financial Times gibi Batı’nın ekonomik, siyasi arzularını, kaygılarını yansıtan yayınlar bu durumu, “kurala dayalı düzenin dağılması” olarak algılıyorlar.

DAĞILMANIN ANATOMİSİ

Küreselleşme, dünya çapında ekonomik, sosyal ve kültürel entegrasyonun, ABD hegemonyası ve onun benimsediği önceliklere göre artmasıydı. Finansal krizden bu yana bu süreç, yalnızca ekonomik, siyasi hatta kültürel basınçlar altında çözülmeye başlamadı aynı zamanda küreselleşme sürecinde değişen ekonomik kaynak ve güç dağılımı, yeni büyük ve orta düzey güçlerin yükselerek “kurala dayalı düzeni” sorgulamaya başlamasına yol açtı.

Ekonomik basınç, bir kriz yönetim modeli olan neoliberalizmin verimliliği hızla düşerken krizin semptomlarının kendilerini yeniden hissettirmeye başlamasından kaynaklanıyordu: Yatırılacak kârlı alanlar bulamayan bir sermaye fazlası ve sermaye açısından kullanılır olmayan bir nüfus fazlası artarken artık işlemeyen düzenleme altında yapılandırılmış mekânlar değişime direniyordu. 

Tarihte kapitalizm bu durumu hep “yaratıcı -yeniden yapılandırıcı- yıkım” ile aştı. Burada iki yol gözlemleyebiliriz: Sermaye fazlası ve nüfus fazlası, yıkılarak yeniden yapılandırılarak açılan alanlara gider ve/veya bizzat derin resesyonlar, savaşlar içinde yok olur. İkincisi, birincisini olanaklı kılacak, hatta yeni birikim olanakları yaratacak sanayiler/teknolojiler, ideolojiler, siyasi biçimler, egemen sınıfın seçenekleri, kapitalist devletin politikaları içinde öne çıkmaya başlar. Askeri-sınai-finansa kompleksi ile devlet arasındaki ilişkiler derinleşir, “süreç olarak faşizm”, ideoloji, hareket, örgütlenme ve devlet biçimi olarak gelişmeye başlar. İki yolun kesiştiği noktalarda, savaşlar, sabotajlar, suikastlar, etnik temizlik, soykırım gündeme gelir.

İKİ GÜNCEL ÖRNEK 

Militarizm: Ukrayna savaşı başladıktan sonra özellikle Gazze soykırımı ile birlikte ABD ve İngiltere gazetelerinde sık sık, “Kurala dayalı düzen dağılıyor”, “Kutuplaşma başladı” saptamaları yoğunlaştı. Bu yorumlara göre “Batı’nın rakipleri hızla artıyor.” Bunlar “Batı’nın zayıflıklarını istismar ediyorlar”, “Kolay barış dönemi geride kaldı”, “Savunma harcamalarına, teknolojilerine ayrılan kaynakları artırmak gerekiyor.” 

İngiltere’nin yeni savunma bakanı Grant Shapps, göreve geldikten sonra yaptığı ilk konuşmasında, “gelecek beş yıl içinde Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore gibi ülkelerle savaş çıkmasını beklediğini” söyledi. Shapps’a göre dünya artık, bir “savaş sonrası” dönemden bir “savaş öncesi” döneme geçti: “Savunma harcamalarını artırmak gerekiyor.” Foreign Policy’de W. Hartung, Pentagon, savunma bütçesini büyütmek için, “Çin’in savaş harcamalarını özellikle abartıyor” diyordu.

Soykırım: Gazze soykırımı, kolaylık, var olan ekonomik ve kentsel yapısal şekillenmenin yıkımı, sermaye ve nüfus fazlası sorunları, mekân düzenleme paradigması içinde değerlendirilebilir (örneğin: NLR, Sidecart, Robinson & Nguyen, 15/01/24). Daha şimdiden İsrail’de kimi inşat firmaları, Gazze’de yeni yerleşim projeleri pazarlamaya başlamışlar. İsrail kapitalizminin, destekçilerinin “sermaye fazlası”, toprak rantı ve Akdeniz kıyısındaki enerji kaynakları rantı üzerinden değerlenmek üzere Filistin topraklarına yatırılabilir. İsrail nüfuz fazlasını yerleşimci olarak Gazze’ye gönderebilir. İsrail için sorunlu olan Filistin nüfusu imha edildikten sonra oluşacak işçi açığı, o topraklar üzerinde hiçbir iddiası, hakkı olmayan göçmen işçiler ile kapatılabilir. Körfezi, Akdeniz’e bağlamak üzere, 1960’larda tasarlanan ama Filistin sorunu yüzünden gündeme gelemeyen Ben Gurion kanal projesi de var.

Boşuna mı, General Dynamics, Raytheon gibi silah-havacılık şirketlerini hisselerinin değeri artıyor, Morgan Stanley’den Kristin Liwak, Gazze savaşı, “Savunma şirketleri portföyüne gayet iyi uyuyor” diyor.

                                                   /././

Barışı kim bozdu? (Mehmet Ali Güller)

NATO Askeri Komite Başkanı Oramiral Rob Bauer, önümüzdeki 20 yıl içinde Rusya ile “topyekûn bir savaşa” hazırlıklı olunması gerektiğini söyledi (cumhuriyet.com.tr, 19.1.2024).

Peki nereden çıktı bu, neden NATO ülkeleri çatışmaya hazırlıklı olmalı? Onu da söylüyor Bauer: “Barış içinde yaşamamızın kesin olmadığını anlamalıyız.”

O zaman haliyle şu soruyu sormalıyız: Peki barışı kim bozdu?

ABD BARIŞI ATOM BOMBASIYLA BOZDU

Barışı ABD bozdu, hem de II. Dünya Savaşı biterken ve dünya barışa hazırlanırken...

Emperyalist ABD, teslim olmaya hazırlanan Japonya’ya iki atom bombası atarak daha ilk günden barışı bozdu; çünkü o bombaları aslında Japonya’ya değil, kendisine rakip gördüğü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne (SSCB) atıyordu... Dolayısıyla ABD’nin SSCB’yle Soğuk Savaş’ı başlatmasının tarihi olarak o bombaların atıldığı tarihi işaretleyebiliriz.

Nitekim ABD, emperyalist iştahı ve dünya jandarmalığı hevesini kısa bir süre sonra, 1949’da NATO’yu inşa ederek de fiilen gösterdi. (Propaganda ettiğinin aksine NATO, Batı’nın Sovyet tehlikesine karşı kurduğu bir savunma örgütü değildir, tersine SSCB’ye karşı girişeceği çok yönlü saldırının aygıtıdır; nitekim Varşova Paktı NATO’dan 6 yıl sonra, 1955’te kuruldu!)

BARIŞ İÇİNDE YAŞAMANIN BEŞ İLKESİ

ABD’nin barışı bozan bu tutumu karşısında dünyanın büyük çoğunluğu Çin ve Hindistan’ın öncülüğünde, daha 1954’te “Barış içinde yaşamanın beş ilkesini” ortaya koydu.

Ama emperyalist ABD, barışı bozdu; Güney Amerika ve Ortadoğu’da suikastlarla, darbelerle bozdu; Laos’ta bozdu, Vietnam’da bozdu... Soğuk Savaş’ın ardından Yugoslavya’yı parçalayarak bozdu, Afganistan ve Irak’ı işgal ederek bozdu, Libya ve Suriye’ye saldırarak bozdu...

Emperyalist ABD, sözünde durmayarak, NATO’yu sürekli Rusya’ya doğru genişleterek barışı bozdu. (Ukrayna’daki savaşın asıl sorumluluğunun NATO’yu genişleten ABD’de olduğunu bugün pek çok ABD’li akademisyen ve uzman bile kabul ediyor.)

ABD’NİN NATO PLANLAMASI

Ve ABD, önce kendi ulusal strateji belgelerine, ardından da NATO belgelerine Rusya’yı Atlantik cephesi için “yakın tehdit”, Çin’i de “mücadele edilecek baş rakip” diye işaretledi.

Ve bunun gereği olarak da NATO’yu üç cephede, İsveç/Finlandiya hattından, Ukrayna’dan ve Gürcistan’dan Rusya’ya doğru genişletmeye çalışıyor.

Diğer yandan Çin’e karşı bölgede küçük ittifaklar kurarak bunları alt NATO örgütlerine dönüştürmeye çalışıyor. Avustralya’yı Çin’e karşı nükleer üsse dönüştürmeyi hedefleyen AUKUS ittifakı da Japonya ile Güney Kore liderlerinin son iki yıldır NATO zirvelerine üye gibi davet edilmesi de NATO’nun Japonya’nın başkenti Tokyo’da bir irtibat ofisi açmaya çalışması da bu amaçladır.

KÜRESEL GÜNEY’İN CAYDIRICILIĞI

Özetle, 79 yıl önce atom bombalarıyla barışı bozan ABD, 79 yıldır barışı bozan ülke olmayı saldırganlıklarıyla sürdürmektedir. Haliyle NATO Askeri Komite Başkanı Ora Bauer’in “Barış bozuldu, topyekûn savaşa hazırlanmalıyız” çıkışı bir savunma mesajı değil, saldırganlığın örtüsüdür. Ve tıpkı NATO Genel Genel Sekreteri Stoltenberg’in “NATO Asya’ya ilerlemiyor, Çin Batı’ya yaklaşıyor” denklemi gibi baş aşağı durmaktadır.

Bitirirken belirtelim: “Barış içinde yaşamanın beş ilkesi” hâlâ insanlığın önündedir ve çok kutuplu dünyayı adım adım inşa eden Küresel Güney inisiyatifi de ABD’nin bu saldırganlığı karşısında en büyük caydırıcılıktır.

(Cumhuriyet)

Lenin yüz yıl sonra - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

21 Ocak 1924’te dünyaya veda etti. Elli dört yaşındaydı. 19. yüzyılın büyük kültür dünyasını uygarlığın antik çağdan başlattığı bilgi ve düşünce birikimine bağlayan bir disiplinle kendini yetiştirmişti. Almanca ve Fransızcası mükemmeldi, İngilizcesi bunlara yakındı. Yaşamını okuyucu bilir. Sona gelirken çarpıcı olan nedir? Kısaca buna bakalım.

1914

Kapitalizm bağıra bağıra Avrupa sahnesinde büyük bir kavga başlattı: Büyük Savaş. İlk kez sivil halkı da vuracak, çalışan kitleleri birbirine kırdıracaktı. “Topyekûn” savaştı. Kazanan kapitalizm güçlenecek, kaybeden ağır bedel ödeyecekti. Sosyalistlerin 25 yıllık meclisi II. Enternasyonal “Dur” demeliydi.

Enternasyonal’in amiral gemisi Alman sosyal demokratları, kaptan da “ağır abi” Kautsky idi. Lenin’in saygısına sahipti. Ne oldu? 4 Ağustos’ta, Almanya ve Fransa’nın Enternasyonal’deki partileri, hükümetlerin Büyük Savaş için istediği kredilere “Evet” oyu verdiler! Rosa Luxemburg’un daha sonraki sözüyle, “kokmuş leşe” dönüşen Alman sosyal demokrasisi öncülüğünde, Avrupa işçi sınıfı emperyalizme entegre olmuştu. Tuş olmuştu! 

Uzun süredir ailesiyle birlikte Rusya dışında olan Lenin, haberi bir İsviçre gazetesinde okudu ve yıkıldı. Bu büyük kâbustu. 

‘MANTIK BİLİMİ’

Lenin iç içe iki darbe hissetti. Biri, gözü kara kapitalizmin uygarlığı hiçe sayması. Öteki, onca yıldır “diyalektik pratikten başlar”a demir atmış birikimin bu darbe karşısındaki aczi. Temelde, düşünce yetersizse siyaset bomboştur.

Orhan Hançerlioğlu’nun düşünce dünyasına ciddi ve nadir katkısı, “Düşünce Tarihi”nde (Remzi Kitabevi, 1972) bir vurgu yapmasıdır: “Platon’dan beri yüzlerce yıl, ikinci büyük evrensel sistemi kurabilmek yolunda Hegel’i hazırlamak için binlerce düşünür emek vermişlerdir. Hegel’in sistemi ‘gerçeğin’ önündeki son adımdır...” Felsefeciler bunları daha önce ve sonra vurgulamış, benimsemiş düşünürleri bilirler.

1914’ün iki darbesi Lenin’e bir hareket noktası veriyor. Çarpıcıdır. Eylülden aralık sonuna kadar Bern kitaplığına kapanarak Hegel’in “Mantık Bilimi” üzerinde çalışıyor. “Derin kazma”lıdır. “Anahtar” diyalektiktir. Onu yeniden bulup kilidi açmak zorundadır. Eskisinin (diyalektik, “madde”nin pratiğine bağlıdır, o kadar) kilidi açamayacağı 4 Ağustos’ta tokat gibi ortaya çıktı. O zaman Hegel’e başvuracağız. Marx da (1844) böyle yapmamış mıydı? 

Hummalı çalışması ölümünden sonra “Felsefe Defterleri” başlığıyla gün ışığına çıktı. Hegel’in uzun metni üzerinde alınmış notlardır. İçinde, kendi yazdığı kısa, önemli bir parça var: “Diyalektik Sorunsalı Üzerine”. Şöyle başlıyor: “Tek bir bütünün içinden bölünmesi ve içindeki çelişki taşıyan parçaların algılanması (cognition) diyalektiğin özüdür. Temellerinden biridir...(ve) Gelişme bu bölünen zıtların ‘mücadelesi’dir...”

Felsefecilerin alanına girmeyelim. Lenin diyalektikte odak noktasını gösteriyor: Bilgiye erişme, algılama, kavrama. Devrimci bakış bununla (özne) başlayarak “madde” (materyal, “nesne”) ile buluşacak ve yeni bütünlüğü içinde “yeni gerçeği” yaratacak. Çünkü, diye düşünüyor, insanın bilinci pozitif ve devrimci bir tarzda önündeki “realite”nin ötesine geçebilir. Şöyle diyor: “İnsanın bilinçliliği dünyayı yansıtmakla kalmaz; onu yaratır. Sıçrayarak!”

                                                   (Lenin ile eşi Krupskaya)

ÖNCE EMPERYALİZM

Buradan hareketle, diyebiliriz ki üç kapı açıyor. Biri, kapitalizmin rekabetçi dönemini geride bırakıp tekelci aşamaya geçişiyle, kısaca, emperyalizm oluşudur. Emperyalizm olan kapitalizmi tanıyacaksın. Doğru bilgilerle. 1915’te “Emperyalizm: Kapitalizmin Son Aşaması”nı yazıyor. Bu bir ekonomi kitabı olmanın ötesindedir. Şunu ortaya koyuyor: Emperyalizm aşaması şüphesiz kapitalizmi güçlendirecektir. Ancak, iç çelişkileriyle yeni bir durum ortaya çıkacaktır: Tekelci aşama ve “Büyük Savaş”la, baskı altındaki ulusların emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi filiz verecek ve büyüyecektir. 

Bu ikinci ve önemli kapıdır. Sosyalist düşüncenin ağır topları Kautsky, Plehanov, Rosa ve Buharin ulusal bağımsızlık hareketlerine kapıyı kapatmışlardı. Bunları bağnazlık, dar kafalılık, gericilik olarak görmüşlerdir. Ulusal bağımsızlık mücadelelerinin emperyalizme karşı ilerici ve kitleleri harekete geçirecek özelliğini gören, vurgulayan, savunan çizgi 1915’te Lenin’le ortaya çıktı. Mücadele çekirdeğinde sosyal devrim taşır. Lenin’in deyişiyle, “Tarihin diyalektiği öyledir ki emperyalizme karşı ‘reel’ mücadelede bağımsız faktör olarak (tek başlarına) güçsüz bulunan küçük uluslar bu mücadeleyi mayalandırmada rol oynarlar.” Eklemeye gerek var mı “Milli Mücadelemiz”in dünya çapındaki değerine hakkını veren ilk kişi de o olmuştur.

‘EKİM’

Ve üçüncü kapı. “Ekim”in ikinci adamı Troçki şöyle demiş: “Devrimde her birimizin yerine bir ötekini koyabilirdiniz. Lenin hariç!” Ve şunu vurguluyor: “Yaptığı, cebirsel (“algebraic”) esasları aritmetik gerçeklere dönüştürmekti!”

1917’deki “cebirsel esaslar”ın iki belgesi var. İlki “Uzaktan Mektuplar”. Lenin, İsviçre’de “Şubat Devrimi”nin haberini aldıktan sonra yazıyor. İkincisi, “ekim”e uzanacak devrim sürecinin “cebirsel esasları”nın ana belgesi “Nisan Tezleri”dir. 

“Nisan Tezleri”ne şöyle bakalım: 1917 yılı şunu berraklaştırdı: Rusya kapitalizmi aczini emperyalizmin parçası olma hamlesiyle gidermek için savaştaydı ve gerçek gün gibi aydınlanmıştı: O bir “zayıf halka” idi! Tarih bu müstesna tabloyu sunuyor. Kapitalizmi aşmak lazım. Eğer ustası varsa, o usta o tarihte bunu işliyor. Adeta çok yönlü diyalektikle bambaşka bir “yeni gerçeği” eliyle tutabilecektir. 1914’ten itibaren tazelediği düşünce bütünlüğü, halkın kendine özgü bir bütünlük içinde hissettiği, yaşadığı “devrimci durum”la birleşecek, kendi pratiğini yaratacaktır. “Ekim”in “aritmetik gerçeği”ne yürünmeyecek, sıçranacaktır. “Nisan Tezleri” bu yol haritasını veriyor. Bu yoldan erişilecek “ekim”, yüz yıl sonra bakınca nadir bir sanat yapıtı gibidir.

MUTLU BİR ADAM

Morgan Philips Price, 1885 doğumlu. Trinity College’ı bitirdikten sonra gazetecilik yapmış. Sibirya’yı ve Rusya’yı yıllarca dolaşmış. Rusçaya hâkim. 1917’yi, Manchester Guardian’ın muhabiri olarak orada kırda, kentte ve tam zamanında Petrograd’da, John Reed gibi izliyor. 1921’e kadar kalıyor. Döndükten sonra İngiliz İşçi Partisi’ne girecek, ileriki yıllarda milletvekili olacaktır. Rusya yıllarındaki yazıları, haberleri “Dispatches From the Revolution, Russia 1916-18” başlıklı kitapta derlenmiş.

Nadir bilgiler taşıyan kitabından bir alıntı yapalım: “Çiçerin, Lenin’le Kremlin’deki odasında görüşmemi sağladı (...) Dikkatimi çeken, konuşmasındaki tedbirli gerçekçilikti. Bolşeviklerin iktidarından sonra yaptığı konuşmalarda da bu vardı. Dünya devrimi hemen kapıdadır gibi bir yanılgısı yoktu (...) Onu dinlerken devrimin önünde birçok engelin yığılı oluşunu gördüğü, bildiği anlaşılıyordu... Almanların dayattığı Brest-Litovsk barışının kabulü için nasıl çetin mücadele ettiğini ve arkadaşlarını ‘basmakalıp deyişlere esir’ olup hiç pratik olmadıkları için suçladığını biliyordum (...) İlgili sorularımı yanıtlarken düşüncesi okunuyordu: Eğer Orta Avrupa’daki Alman imparatorluk sistemi çökerse Sovyet Cumhuriyeti yeni ve büyük tehlikeler karşısında kalacaktır. Gözleri Karadeniz kıyılarına bakıyor, açık boğazlardan geçecek Müttefik gemilerinin tanklarla donanmış, eğitimli kıtalarla güney Rusya’ya çıkacağını sanki görüyordu... Korkarım, Orta Avrupa’da sosyal devrim bize yardıma gelme bakımından çok yavaş gelişiyor, diyordu. (...)  Lenin’i ilk kez geçen yıl (1917) Nisan’ında Petrograd’daki Köylüler Kongresi’nde görmüştüm. Beni etkilememişti (...) Ama, şimdi 15 ay kadar sonra Kremlin’deki konuşmamızda görüyorum ki karşımda dünya çapında bir devlet adamı var. Rusya’daki devrimi kurtarmak için ödün de vermiştir, arkadaşlarını da buna zorlamıştır. Bu istediği şey değildi, ama neyin mümkün olduğunu, neyin olmadığını gören bilgeliğe sahipti (...) Ondan şunu hissederek ayrıldım: Sadece alçakgönüllü değil, mutlu bir adamdı. Alçakgönüllüydü, çünkü iyi bir Marksist olarak kendi kişiliğinin önemine aldırmıyordu. Bunda şüphesiz yanılıyordu. Çok önemliydi. Sadece Rusya için değil. Mutlu adamdı, çünkü tüm tehlikelere karşın büyük bir hareketi, kader kendisine izin verdiği sürece yönetmenin zevkine sahipti...”

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

Merkez Bankası'nda iplerin gerilmesinde Bilal Erdoğan iddiası + Liyakat diye diye mahvettiler: Ekonomiyi bu hale getirenlerin sorunu siyaset + AKP usulü MB başkanı: Bir yanı Nakşibendi bir yanı kapitalist enternasyonal (soL)

 Merkez Bankası'nda iplerin gerilmesinde Bilal Erdoğan iddiası 

Merkez Bankası'nda müdür olan Yusuf Kenan Bağır’ın görevden alındığı ancak Kartal İmam Hatip'ten arkadaşı Bilal Erdoğan'ın etkisiyle 2 gün sonra göreve iade edildiği iddia edildi.

Merkez Bankası’nda yaşananların perde arkasına ilişkin tartışmalara AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'a ilişkin bir iddia da eklendi.

Politikyol.com'dan Altan Sancar'ın haberine göre Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan ve ailesinin odağında olduğu iddialara bir yenisi eklendi.

Merkez Bankası kaynakları, banka içindeki tartışmaların büyüyeceğine işaret ediyor. Bankanın Veri Yönetişimi ve İstatistik Genel Müdürü ve Bilal Erdoğan’ın okul arkadaşı Dr. Yusuf Kenan Bağır’ın görevden alındığını ve iki gün sonra görevine döndüğü öğrenildi.

28 Mayıs seçimlerinin ardından Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanlığı’na getirilmesi sonrası, ABD’den gelen Hafize Gaye Erkan da Merkez Bankası’nın başına getirilmişti. İkilinin görevine başlamasının ardından ardı ardına gerçekleşen faiz artırımları ile yeni bir sürece girildiğinin işaretleri olarak yorumlanmıştı.

Erkan, Merkez Bankası başkanlığı sürecinde ekonomiye dair çalışmalarına ek olarak ailesiyle de gündeme gelmişti. Son olarak Erkan’ın babası Erol Erkan’ın bir çalışana tokat attığı, bankanın sosyal tesislerinin aileye tesis edildiği iddia edilmişti.

Tartışmalar devam ederken, aileden ardı ardına açıklamalar gelmiş ve hukuki sürecin başlatılacağına dikkat çekilmişti. Hatta Erkan’ın annesi bankanın bir çalışanı ile olan mesajlarını paylaşarak da tartışmalara dahil olmuştu.

Tokat atılan personel banka çalışanı bir garson

PolitikYol’un banka kaynaklarından edindiği bilgilere göre, baba Erkan’ın tokat attığı iddia edilen banka çalışanı bir garson. Garson ile yemeğe dair yaşanan tartışma sonrası baba Erkan’ın tokadına karşılık itiraz eden garsonun bağlı bulunduğu birimin genel müdürü de görevden alındı ve tartışma büyüdü.

Bilal Erdoğan iddiası

Öte yandan tokat iddiasının gündeme gelmesinden kısa süre önce ise Erkan, bankanın Veri Yönetişimi ve İstatistik Genel Müdürü Dr. Yusuf Kenan Bağır’ı iki gün süreyle görevden aldı. Bağır’ın adı telefon rehberinden dahi silindi, ancak Bağır iki gün içinde görevine iade edildi. Banka kaynaklarının iddiasına göre Bağır’ın göreve yeniden iade edilmesinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın adı etkili oldu. Çünkü Bağır, Bilal Erdoğan ile aynı dönemde Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde okudu ve Bilal Erdoğan ile arkadaşlığı bulunuyor. Bu görevden almanın da banka içinde iplerin gerilmesine yol açtığı iddiası konuşulmaya devam ediyor.

                                                       /././

 Liyakat diye diye mahvettiler: Ekonomiyi bu hale getirenlerin sorunu siyaset

Ülkenin tüm önemli dönemeçlerinde 'kurtarıcı' olarak gözümüze sokulan ABD tahsilli ekonomi patronları, her zaman emekçi halka düşman oldu, sermayeye arka çıktı.

Türkiye'de uzun yıllar pek çok siyasetçi ve bürokrat özellikle de ekonomi alanında olanları, "ABD'de eğitim aldı", "yurtdışı tahsili var" denilerek göreve getirildi. Övgü konusu yapılan bu isimlere sonsuz güven duyuldu. Muhalefet partileri arka çıktı, "Ülkeyi refaha çıkaracaklar" denildi.

Oysa ülkeyi kurtaracak diye "pazarlanan" bu isimler, her zaman emekçi halkın başına dert oldu.

Gayrimenkul zengini ekonomi profesörü

İlk örneğimiz yakın tarihin önemli isimlerinden, adı katliamlar ve yolsuzluk haberleriyle anılan "ekonomist" Tansu Çiller. Kolejli Çiller, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nü bitirdikten sonra ABD yolcusu oldu. Orada akademik hayatını devam ettiren Çiller, Türkiye'de profesör oldu, mezun olduğu üniversitede dersler verdi.

Siyasi hayatına CHP'de başlayan Çiller'in ismi TÜSİAD'da yaptığı çalışmalar ve özellikle de Anavatan Partisi'nin ekonomi politikalarına yönelik eleştirel raporlarıyla duyuldu. Ülkenin ilk ve tek kadın başbakanı olmadan önce 1991-1993 yılları arasında Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak patronlara arka çıktı.

Başbakan olarak ekonomiyi doğrudan ya da dolaylı olarak yönlendiren Merkez Bankası, SPK gibi tüm kamu kuruluşlarını kendine bağladı. 

Çiller'in İngilizcesi ve yaşam tarzı ilgi odağı olurken ekonomiden sorumlu bakanken artan serveti ve milyonlarca dolarlık gayrimenkulu uzun süre gizlendi. Durum ortaya çıkınca tepkiler üzerine 95 seçimlerinden önce ABD'deki malvarlığını Zübeyde Hanım Şehit Anaları Vakfı'na bağışlayacağını açıklamasına rağmen daha sonra bundan vazgeçti.

Geçtiğimiz yıl yeniden siyasete döneceği ve ekonominin emanet edileceği konuşulan Çiller, Türkiye'nin başına neler gelebileceğini görüyorum. Onun için bir merkez sağa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bunun kurulmasına yardımcı olabilirim" demişti.

AKP'ye desteğini gizlemeyen Erdoğan'ın dostlarından eski başbakanın kaçak arazisi görmezden gelinmiş, İstanbul Havalimanı’na yakın bölgedeki arazileri ihya edilmişti.

                           Çiller, 2022'de yaptığı açıklamada 'Merkez sağın kurulmasında başı çekebilirim' demişti

AKP'nin yolunu açan 'kurtarıcı' sahnede

Geçtiğimiz yıl ölen Kemal Derviş ise 2000'li yıllarda hayatımıza giren başka bir liyakatlı. Önce İngiltere'de ardından ABD'de ekonomi alanında eğitimini sürdüren Derviş, 1977'de Dünya Bankası’na girdi. Bu kurumda 1996 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan sorumlu başkan yardımcılığına yükseldi. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Başkanlığı görevinde bulundu.

2001 krizine doğru yuvarlanan ülkemizde DSP ve MHP’nin bulunduğu koalisyon hükümeti döneminde IMF programını yürütmesi için Türkiye’ye gönderilerek bakan tayin edilmişti. ABD ile dirsek teması içinde yeni bir siyasi senaryonun sahneye konulması için zemin hazırlayan ve AKP'ye yol açan Derviş, bir kurtarıcı olarak sunuldu. 24 Ocak Kararları’nın yarım bıraktığı işi tamamlayan Kemal Derviş sayesinde özelleştirmelerin önü açıldı, büyük şirketler komik bedellerle sermayeye peşkeş çekildi.

Aynı zamanda Sadrazam Halil Hamid Paşa'nın 7. kuşaktan torunu olan Kemal Derviş, döneminde milyonlarca emekçi büyük bir yoksullaşma içerisinde girdi, işsizlik arttı. Umutsuz yığınlar böylelikle çareyi AKP'de aradı. 

             Eski Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş, 8 Mayıs 2023'te 74 yaşındayken öldü

Eskinin bakanı yeni muhalif: Babacan

Bir diğer yolu ABD'den geçen kolejli de Ali Babacan. ODTÜ'yü 4.0 not ortalamasıyla bitirmesi çok övülen Babacan, 1992-1994 yılları arasında ABD'de de finans sektörünün üst düzey yöneticilerine danışmanlık yapan özel bir şirkette danışman olarak çalıştı. Türkiye'ye dönünce Ankara'da ticaretle uğraşırken yolu Melih Gökçek'le "kesişti".

Aile dostları Abdullah Gül, siyasete atılmasında önemli bir rol oynadı. Ve hızla AKP MKYK üyeliğine seçildi. Ardından 2002 seçimlerinde Ankara birinci bölgeden milletvekili yapıldı. 58. ve 59. hükûmetlerde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevinde bulundu. O da emekçiye "ekonomiyi düzeltecek" diye lanse edildi. Özelleştirmelere tam gaz devam etti. Ekonominin eski patronu Derviş'ten de övgü aldı.

AKP iktidarı boyunca bütün kritik ekonomik adımlarda imzası olan Babacan, patronları kolladı sermayeye kaynak aktarmayı sürdürdü. Ülke o dönemde borçlanmaya devam ederken AKP sağ cepten alıp sola cebe koydu, Babacan'sa IMF'ye borcun sıfırlanacağını iddia ediyordu.

Bugün kurduğu DEVA partisinde AKP'ye "muhalefet" ettiğini söyleyip geçtiğimiz günlerde bakanlık yaptığı dönemde özelleştirmenin ucunu kaçırdığını ifade etse de, her fırsatta eski partisinin gittiği yolu kendinde "düzeltmeyi", çözüm önerileri paketi açıklamayı ihmal etmedi.

                                 Ali Babacan bugünlerde DEVA Partisi Genel Başkanlığı yapıyor

Sermayenin en gözde iki ismi: Ekonomiyi patronlar için yönetiyorlar

Bugünlerde sermayenin en gözde isimleri Mehmet Şimşek'le Hafize Gaye Erkan.

2023'te yapılan seçimlerin hemen ardından Hazine ve Maliye Bakanı ile Merkez Bankası Başkanlığı yapan isimler değiştirildi. İkisinin de ABD'de eğitim alması, liyakat sahibi atamalar oldukları söylenerek övgüler düzüldü.

Muhalefetin de alkışladığı bu isimler ABD ve Avrupa'daki çevreleri nedeniyle patronlara güven verdi. Önce İngiltere'ye giden ardından da uzun süre ABD'de yaşayan Bakan Mehmet Şimşek göreve gelir gelmez kollarını sıvayıp derhal yurtdışında kaynak bulmaya girişti. Patronlara daha fazla kaynak aktarılırken, emekçilerin payına kemer sıkmak düştü.

Mehmet Şimşek, ikinci kez bakan olmasıyla birlikte yeniden çok konuşulan "Her zamanki gibi fakir aile ve taziye ziyaretleri gerçekleştirdik" yazılı paylaşımını sildi 

2013'te "Foreign Policy" Dergisi tarafından dünyanın en etkili 500 kişisinden biri olarak gösterilen Şimşek, geçtiğimiz günlerde patronlara seslenerek, "Muazzam teşvikler getirdik, devam edeceğiz" demişti.

Bitirme tezi NATO Helikopter Projesi olan Boğaziçi Üniversitesi mezunu Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan da ABD'de eğitim gördü. 2016 yılında "Turk of America" dergisinin özel sayısında ABD'deki en etkin 40 Türk genci sıralanan Erkan, 9 yıl boyunca Goldman Sachs dahil birçok finans kuruluşunda çalıştı. TCMB'ye ilk kadın başkan olarak atandığında Yönetim Kurulu üyesi olduğu ABD'li finans tekeli Marsh McLennan’daki görevinden istifa edip etmediği gündem oldu. Daha da önemlisi yurtdışı tahsilli Erkan'ın ABD’de üst düzey yöneticisi olduğu çöken First Republic Bank’ın müşterileri tarafından "bankacılık yasalarını ihlal etmek, yanlış ve yanıltıcı beyanlar vermek" suçlamalarıyla hakkında toplu dava açıldığı ortaya çıktı.

Erkan First Republic Bank'ta yaklaşık sekiz yıl boyunca İcra Kurulu Eş Başkanı, Başkan, Yönetim Kurulu Üyesi, Baş Yatırım Sorumlusu, Baş Mevduat Sorumlusu ve Eş Risk Sorumlusu gibi görevlerde bulunmuştu.

Merkez Bankası Başkanı aynı zamanda CFR (Council on Foreign Relations) üyesi. CFR, ABD merkezli Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı ve çok sayıda sermaye tabanlı vakıf tarafından fonlanıyor. Dev şirketlerle siyasetçileri bir araya getiren CFR, içinden ABD başkanları, bakanlar ve CIA yöneticileri çıkardı. CFR’nin üyeleri arasında ABD Başkanı Joe Biden, iş adamları Henry Ford, David Rockefeller, Gianni Agnelli, Eduard Şevardnadze, Mihail Gorbaçov, Madeleine Albright ve Rahmi Koç gibi isimler var.

Gaye Erkan'ın en son "İstanbul, Manhattan’dan pahalı olur mu? Biz İstanbul’da ev bulamadık. Müthiş pahalı. Annemlere yerleştik, onların yanında kalıyoruz", "Apartman görevlimiz olan Sadık Abi’ye de çoğu zaman fiyatları soruyorum. Onu sorguya çekiyorum. Ben ‘indi’ diyorum. O ‘inmedi’ diyor. Sürekli 'Fiyatlar inmedi, istersen git şu soğanın fiyatına bir bak' diyor" sözleri tepki çekmişti.

                                  Hafize Gaye Erkan'ın görevden alınabileceği iddia ediliyor

Ailesi başına dert açtı

Adını Nakşibendi şeyhinden aldığı, bir yanında tarikat bağları olduğu iddia edilen Hafize Gaye Erkan'ın koltuğu bugünlerde biraz sallantıda. Bir TCMB çalışanın CİMER'e yaptığı şikayetle Hafize Gaye Erkan’ın babası Erol Erkan'ın personeli tokatlayıp işten çıkardığı, görevlilere emirler yağdırdığı, başkan yardımcısının odasına yerleştiği, kendisine makam aracı ve özel koruma tahsis edildiği gündeme geldi.

Bankada özel bir mutfak yaptırıldığı, Erkanların evine 3 öğün yemek gittiği söylenirken, Erkan'ın annesinin de yetkisi olmadığı halde banka çalışanlarına talimat verdiği öne sürüldü.

Ailesiyle ilgili iddialar arka arkaya gelince bu durumdan Erdoğan'ın da rahatsız olduğu, yaklaşık bir aydır ABD'de olduğu için eleştirilen Erkan'ın görevden bile alınabileceği kulislerde konuşuluyor.

'AKP Türkiye’de 20 yıldır piyasacılığın açık ara en has temsilcisi'

Yerel seçimler öncesi işçi adayları öne çıkan TKP'nin Merkez Komite üyesi Savaş Sarı'dan tabloyla ilgili görüş aldık. "Hep 'İşçiler yönetemez' deniyor, liyakat sahibi isimler böyle ortaya atılıyor. Siz işçi adaylar gösteriyorsunuz. Onların bu isimlerden iyi yöneteceklerine inanıyor musunuz?" diye sorduğumuz Sarı, "Turgut Özal, Kemal Derviş, Ali Babacan, Mehmet Şimşek ve şimdi de Gaye Erkan. Bu isimler Türkiye’de yaşanan ağır piyasacı saldırının gerçekten de önemli isimleri. Ortak özellikleri halkın karşısında sermayenin has aktörleri olarak faaliyet yürütmüş ve yürütüyor olmaları" dedi.

Savaş Sarı şöyle konuştu:

"Bu liyakat tartışmalarının nerdeyse hepsinde aslında başka bir kural kabul ettirilmeye çalışılıyor bizlere. Önce buna dair birkaç söz söylemek gerek. Ülke ile ilgili tüm meselelerde çözümün piyasacı bir yaklaşımla sağlanacağına dair bir iddia ile karşı karşıyayız. Sermayenin çıkarlarını temsil edecek, onun gönlünü hoş tutacak ve yeri geldiğinde de sermaye adına “radikal” kararların altına imza atacak deneyim ve bilgi birikimine sahip olmaya liyakat deniyor. Hatırlarsanız 2023 genel seçimleri öncesinde AKP iktidarının ekonomi alanına ve faizlere dair karar ve uygulamalarına ilişkin yürüyen tartışma ve eleştirilerde de baskın olan piyasacı ekonominin kurallarına uyum şartı idi. AKP genel seçim sonrasında ekonominin başına Mehmet Şimşek’i, Merkez Bankası’nın başına ise Gaye Erkan’ı getirerek aslında piyasacılıktan şaşmama kural ve şartına bağlılığını bir kez daha göstermiş oldu. AKP Türkiye’de 20 yıldır piyasacılığın açık ara en has temsilcisi. "

"Liyakat kavramına tekrar dönecek olursak, Türkiye ekonomisinin son elli yılında liyakatli diye parlatılan dört beş ismi anmak bugün liyakat propagandası yapanların neyi kastettiğini anlamamız açısından yeterli olacaktır. Turgut Özal, Kemal Derviş, Ali Babacan, Mehmet Şimşek ve şimdi de Gaye Erkan. Bu isimler Türkiye’de yaşanan ağır piyasacı saldırının gerçekten de önemli isimleri. Ortak özellikleri halkın karşısında sermayenin has aktörleri olarak faaliyet yürütmüş ve yürütüyor olmaları. Dünya Bankası, MESS, TÜSİAD gibi iş deneyimi ve referansları bu anlamda önemli. Bir beceri ise evet gerçekten halkın ve memleketin canına okumayı beceren isimler bunlar. Bu nedenle düzen medyası, düzen partileri, onların akıl hocaları liyakat dediler mi aman korkun."

'Halkın örgütlü iradesi yönetimde söz sahibi olduğunda ortaya çıkacak gücün çok değerli olacağını düşünüyoruz'

"TKP birbirinden kopmaz iki temel doğru üzerinden Türkiye’nin sorunlarına ve onların çözüm yollarına yaklaşıyor. Halkın, emekçilerin sorunlarına ve ihtiyaçlarına çözüm üretmeyi merkeze alan, işçi sınıfının çıkarlarını temsil eden bir yaklaşımı merkeze koyuyoruz. Bunun hayata geçebilmesinin olmazsa olmazı olarak da emekçi halkın her aşamada yönetime katılmasının ve söz sahibi olması gerektiğini savunuyoruz. Bu herkesin her işi yapabilmesi ve her konudan anlaması anlamına gelmiyor tabi ki. Önemli olan emekçi halkın çıkarlarını temsil edecek, onun refahını gözetecek deneyim ve bilgi birikimine sahip meslek sahibi kişilerin ortaya çıkmasını, cesaretlenmesini ve inisiyatif almasını sağlayacak koşulları, örgütlülük ve iradeyi kuvvetlendirmek."

"Komünistlerin ve TKP’nin bu açıdan çok güçlü bir geçmiş ve bugünü var. Bugün Türkiye’de merkezi olarak planlanan, devletçi bir ekonomik sistemi hayata geçirecek fazlası ile birikimli ve deneyimli dost ve partililerimiz var. Hele bir de halkın örgütlü iradesinin Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olduğu koşullarda ortaya çıkacak nitelik ve gücün çok değerli olacağını düşünüyoruz." (20/01/2024)

                                                          /././

AKP usulü MB başkanı: Bir yanı Nakşibendi bir yanı kapitalist enternasyonal (Orhan Gökdemir)

Yani yeni Merkez Bankası Başkanı'nın bir yanında tarikat bağları var. Öbür yanı ise 'kapitalist enternasyonal'e dayanıyor. Adını Nakşibendi şeyhinden alan Hafize Gaye aynı zamanda CFR üyesi.

Hafize Gaye Erkan. Biyografisine göre Malatya kökenli. Aslına bakılırsa bir Bağdat Caddesi çocuğu. ANAP’ın önde gelen isimlerinden Yusuf Bozkurt Özal'ın yeğeni Hüsnü Doğan ile kuzen. “Hafize” ilk adı da Turgut Özal'ın annesi Hafize Özal'dan yadigâr. 1982 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Hafize Gaye Erkan'ın babası Elazığlı Makine Mühendisi Erol Erkan, annesi ise Matematikçi Gamze Erkan. Hafize Gaye, ailenin tek çocuğu. Ailenin hali vakti yerinde, Bağdat Caddesinde oturabilecek kadar bir gelire sahipler. Erol Erkan’ın amcasının oğlu Hüsnü Doğan Turgut, Korkut, Yusuf Bozkurt Özal kardeşler ile hala-dayı çocukları. Hafize Hanım'ın erkek kardeşi İsmail Doğan 1948 yılında ölünce, kardeşinin oğlu dört yaşındaki Hüsnü Doğan'ı annesi Hatice’nin ricası üzerine yanına almış. Hüsnü Doğan, iki yıl aile ile birlikte kalmış. Hüsnü Doğan'ın politik kariyeri aile ile çok iç içe geçmiş.

Özal Ailesi Malatya'nın Çırmıktılı-Yeşilyurt ilçesinin Ünlüoğulları ailesinden banka memuru Mehmet Sıddık Özal’dan geliyor. Mehmet Sıddık Beyin eşi Tunceli Çemişgezekli, ilkokul öğretmeni, Kürt kökenli Hafize Hanım. 1 Temmuz 1905 Çemişgezek Mezire Köyü doğumlu olduğu bilinen Hafize Sevgi Özal'ın köyünün asıl adı Tuma Mezire. Köydeki S. Kevork Kilisesi’nin bitişiğindeki bir oda okul olarak kullanılmış. 1900 tarihinde kilise restore edilirken bir odası ayrılıp okul yapılmış.  Turgut Özal’ın ne zaman Kürt açılımı yapmaya niyetlense “Benim anneannem de Kürt’tü” demesi bundan.  Hafize Hanım, Hasan Celal Güzel başta olmak üzere birçok ANAP’lının da öğretmenliğini yapmış.

3 bin 200 dolar cep harçlığıyla

Hafize Gaye Erkan üniversite sınavında Türkiye 26. Olmayı başarmış. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü'nden mezun olmuş. Boğaziçi Üniversitesi bitirme tezi NATO Helikopter Projesi. İncirlik üssünde meydana gelebilecek bir kriz anında hangi helikopterin hangi üsse nereye ineceğini en ince ayrıntısında kadar detaylandırmış. Tüpraş Rafinerisi’nin verimini artıracak bir bilgisayar destekli üretim projesi de var iddiaya göre. Erkan’a aralarında Stanford, Princeton, Boston, Cornell, California'nın olduğu 9 üniversiteden burs teklifi gelmiş bu çalışmaları üzerine. Erkan, tercihini Princeton'dan yana kullanmış. Böylece her yıl sadece 2 kişiye verilen 'onursal doktora' bursu karşılığında, bir ev, ayda 3 bin 200 Dolar cep harçlığı ve ABD Ulusal Bilim Vakfı'ndan araştırmaları için sınırsız bütçe imkânına sahip olmuş.

2014 yılında First Republic Bank'a katılmadan önce 9 yıl boyunca Goldman Sachs dahil birçok finans kuruluşunda çalışmış. ABD'deki mortgage krizinin ardından, Türkiye'deki TMSF'nin (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) ABD'deki karşılığı olan FDIC, 2009 yılında First Republic Bank'ın mali kontrolüne müdahale etmiş. Gaye Erkan, Başkan olarak atanmadan önce First Republic Bank'ta Kıdemli Başkan Yardımcısı, Yatırımdan Sorumlu Başkan Yardımcısı ve Riskten Sorumlu Eş Başkan ve Mevduattan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapmış. First Republic Bank co-CEO’su olduğu döneme ait davanın dilekçesi 24 Nisan 2023’de verilmiş. First Republic Bank, bu sene iflas etmiş ve JP Morgan tarafından devralınmıştı. Hürriyet'in ABD Temsilcisi Razi Canikligil, "Merkez Bankası başkanlığına atanan Hafize Gaye Erkan hakkında, ABD’de yöneticisi First Republic Bank’ın müşterileri tarafından bankacılık yasalarını ihlal etmek, suçlamasıyla toplu dava açıldı" bilgisini paylaşmıştı.

Finans kapitalin silahşörleri

Öylesine hızlı yükseldi ki 2016 yılında "Turk of America" dergisinin özel sayısında, San Francisco Silikon Vadisi'nden New York finans dünyasına, spordan sanata, film endüstrisinden mühendisliğe kadar ABD'deki en etkin 40 Türk genci sıralandı. Listenin ilk sırasında, aktif büyüklüğü 60 milyar dolar olan First Republic Bank'ın kıdemli üst düzey yöneticisi Hafize Gaye Erkan'a yer verildi. Mart 2022'de Fortune 500 firması, Marsh McLennan'ın Yönetim Kurulu'na katılan Erkan, 2019'dan şirketin 2021'de LVMH tarafından satın alınmasına kadar Tiffany & Co. Yönetim Kurulu'nda görev yaptı. Ayrıca Princeton Üniversitesi Yöneylem Araştırması ve Finans Mühendisliği Bölümü Danışma Konseyi'nde görev yapıyor. First Republic Bank'ta yaklaşık sekiz yıl boyunca İcra Kurulu Eş Başkanı, Başkan, Yönetim Kurulu Üyesi, Baş Yatırım Sorumlusu, Baş Mevduat Sorumlusu ve Eş Risk Sorumlusu gibi görevlerde bulundu.

Hafize Gaye, Batur Biçer ile evli. Batur Biçer, 1997 yılında Tarsus Amerikan Koleji'nden sonra Boğaziçi’nden mezun. Çiftin “Aslan Selim” adında 9 aylık bir oğlu var. Batur Biçer ve Hafize Gaye Erkan'ın beraberliklerinin başlangıcı ise Boğaziçi Üniversitesi'ndeki öğrencilik yıllarına dayanıyor. 2005 yılında ABD'de Princeton Üniversitesi'nde finans mühendisliği konusunda doktora yapan Batur Biçer, Barclays Capital, Goldman Sachs ve Citigroup'da başkan yardımcılığı görevlerinde bulunmuş. Şu anda, Napier Park Global Capital'de Genel Müdürlük görevinde.

İlk Hafize Zait Kotku’nun müridiydi

Turgut Özal'ın Başbakanlığı sırasında vefat eden annesi Hafize Özal da, Bakanlar Kurulu izni ve yine dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in onayı ile aynı cami avlusunda toprağa verildi. Özal ailesinin Süleymaniye Camii'ne gömülme isteğinin ardında Nakşibendi Şeyhi Mehmet Zait Kotku'nun da kabrinin burada bulunması var. Müridler için şeyhin yanına gömülmek büyük bir onur. Dönemin SHP Denizli Milletvekili Adnan Keskin, bu karar üzerine Danıştay'a itirazda bulunmuştu. Yasaya göre, Bakanlar Kurulu'nun, bir kimsenin genel mezarlıklar dışında bir yere defnine izin verebilmesi için, ‘‘O kişinin ülkeye olağanüstü hizmetler yapmış bir kişi olması’’ gerektiğini dile getiren Keskin, 1988 yılında Danıştay'a başvurarak Hafize Hanım'ın ‘‘Yasada belirtilen ülkeye olağanüstü hizmet yapmış nitelikte birisi olmadığı’’ gerekçesiyle Bakanlar Kurulu kararının iptalini ve mezarın taşınmasını talep etmişti. Keskin'in başvurusu iki yıl sonra ‘‘Dava açma ehliyeti olmadığı’’ gerekçesiyle reddedilmişti.

Yani yeni Merkez Bankası Başkanı'nın bir yanında tarikat bağları var. Öbür yanı ise “kapitalist enternasyonal”e dayanıyor. Adını Nakşibendi şeyhinden alan Hafize Gaye aynı zamanda CFR (Council on Foreign Relations) üyesi. CFR, ABD merkezli Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı ve çok sayıda sermaye tabanlı vakıf tarafından fonlanıyor. Dev şirketlerle siyasetçileri bir araya getiren CFR, içinden ABD başkanları, bakanlar ve CIA yöneticileri çıkardı. CFR’nin üyeleri arasında ABD Başkanı Joe Biden, iş adamları Henry Ford, David Rockefeller, Gianni Agnelli, Eduard Şevardnadze, Mihail Gorbaçov, Madeleine Albright ve Rahmi Koç gibi isimler var.

Yusuf Bozkurt Özal ölünce özel izinle Süleymaniye Camii avlusuna defnedildi. Bu avluya gömülen ilk kişi Nakşi Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’ydu. Kotku avluya 12 Eylül döneminde ve Kenan Evren'in izniyle defnedilmişti. (15/06/2023)