‘Mesleki eğitim’ cinayeti! (Aziz Çelik)
Arda’nın MESEM kapsamında staj adı altında çalışırken iş cinayetine kurban gitmesi dikkatleri bir kez daha MESEM’lere çekti. MESEM’ler staj adı altında çocuk işçiliğine yasal kılıf sağlarken hem öğrencilerin sömürülmesine hem de kamudan sermayeye kaynak aktarılması anlamına geliyor. MESEM’ler devasa bir ucuz işgücü kaynağına dönüşmüş durumda. Arda, yüzbinlerce MESEM işçisinden biri. İşçi diyorum çünkü bu çocuklara fiilen ucuz işçi olarak çalıştırılıyor.
Hilal Tok’un Evrensel’deki haberine göre, Arda Tonbul henüz 7 aylık bir bebekken annesini kaybetmişti. İşçi bir ailenin işçi öksüz çocuğuydu Arda Tonbul. Babası yemekhane işçisiydi ancak menüsküs ameliyatı olduğu için işi bırakmak zorunda kalmıştı. Arda Tonbul, Alkop Anadolu Meslek Lisesi’nde okuyordu. Alkop Meslek Lisesi’nde hem MESEM öğrencileri var hem de Anadolu Meslek Lisesi öğrencileri. Alkop Meslek Lisesi, Hadımköy tarafında, Alkop Sanayi Sitesi içinde bir fabrika görünümünde olan bu lise, sitedeki iş yerlerine öğrenci ‘üretiyor’.
AKP İKTİDARINDA ÇOCUK İŞÇİ CİNAYETLERİ
Arda, iş cinayeti sonucu yaşamını yitiren ne ilk ne de son çocuk. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) tarafından SGK ve İSİG verilerinden derlenen bilgilere göre, AKP hükümeti döneminde (2002-2023) en az 931 çocuk iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirdi. Raporda “en az” vurgusu bilhassa yer alıyor. Çünkü bunlar sadece saptanabilen çocuk işçi cinayetleri. İSİG verilerine göre 2022 yılında iş cinayetlerinde 14 yaş ve altı 27 çocuk işçi, 15-17 yaş arası 37 çocuk işçi olmak üzere 64 çocuk işçi yaşamını yitirirken 2023 yılında 14 yaş ve altı 22 çocuk işçi, 15-17 yaş arası 32 çocuk işçi olmak üzere 54 çocuk işçi iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirdi.
Arda Tonbul’un ölümü ardından DİSK Birleşik Metal-İş sendikası tarafından yapılan açıklama olayın arka planını ortaya koyuyordu: “Daha 14 yaşında, metal sektöründe, normalde fabrikanın kapısından içeri adım atamayacak bir yaşta, 16 yaş altı çocukların ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması yasakken staj adı altında denetimsiz, kontrolsüz bir şekilde tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde çalıştırılması iş cinayetlerine davetiye çıkarıyor. Arda gibi yaklaşık bir buçuk milyon çocuk, devlet eliyle Meslek Eğitim Merkezleri (MESEM) aracılığıyla sermayeye ucuz emek olarak pazarlanıyor. Haftanın bir gününü okulda geçiren çocuklar, diğer günler staj adı altında, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinden yoksun şekilde fabrikalarda çalıştırılıyor.”
MESEM: UCUZ VE ÇOCUK İŞÇİLİĞE YASAL KILIF!
Nedir bu MESEM? Ne menem bir şeydir? “Mesleki eğitim” adı altında öğrencilerin ucuz işçi olarak çalıştırılması 2016 ve 2021 yıllarında yapılan iki yasa değişikliği ile ciddi biçimde arttı. Bu yasal düzenlemelerle meslek lisesi öğrencilerinin fiilen okuldan ayrılarak çocuk işçi olarak çalışmasının önü açılmış ve teşvik edilmiş oldu.
09.12.2016 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6764 sayılı Kanun ile Millî Eğitim Temel Kanunu ve Mesleki Eğitim Kanunu’nda değişiklik yapılarak çıraklık eğitimi örgün ve zorunlu eğitim kapsamına alınarak Mesleki Eğitim Merkezleri Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü’ne bağlandı. Kanunla ayrıca mesleki ve teknik ortaöğretim sırasında staja tabi tutulan öğrenciler ile mesleki ve teknik ortaöğretim sırasında tamamlayıcı eğitim ya da alan eğitimi gören öğrenciler iş kazası ve meslek hastalığı yönünden sigortalı sayılmaya başlandı. Bu öğrencilerin iş kazası ve meslek hastalığı sigorta primlerinin İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yani kamu kaynaklarından ödenmesi kararlaştırıldı.
25 Aralık 2021 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 7346 Sayılı Kanun ise öğrenci çocuk işçiliğini daha da “cazip” hale getirdi. Kanuna göre MESEM kapsamında staj yapacak 9, 10 ve 11. sınıf öğrencilerine asgari ücretin en az yüzde 30'u, 12. sınıftaki kalfalara asgari ücretin en az yüzde 50'si kadar ödeme yapılması kararlaştırıldı. Böylece MESEM kapsamında bir yandan öğrencilerin iş kazası ve meslek hastalıklarına karşı sigortalanması ve hem de ücret ödenmesi yasalaştı. Stajyer öğrencilerin sigorta ve ücretleri onları çalıştıran işverenleri tarafından değil İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ödeniyor. Böylece işverenler hiçbir maddi külfeti olmadan stajyerleri çalıştırabiliyor.
Mesleki Eğitim Merkezi öğrencileri haftada bir gün okulda teorik eğitim, dört gün ise işletmelerde “pratik” eğitim alıyor. Ancak uygulamada bu “pratik” eğitimin fiilen çalışma olduğu ve okuldaki bir günlük eğitimin dahi yapılmadığı biliniyor. MESEM’lere kayıt için bir yaş sınırı yok. Öğrencilerin okullarındaki kaydı devam ediyor ve kayıtlı oldukları bölümlerden mezun oluyorlar. Böylece hem öğrencilikleri devam ediyor hem de fiilen çalışmış oluyorlar.
Sonuçta yüz binlerce çocuk öğrenci eğitim çağındayken mesleki eğitim adı altında, eğitimden, akranlarından ve arkadaşlarından koparılıp sermayeye ucuz işgücü haline getirildi. Çocukların haftada bir gün okula gelmesi ise büyük ölçüde kağıt üzerinde bir uygulama. Haftanın dört günü çalışan bir çocuğun o yorgunlukla bir gün okula gelmesi ve verimli olması çok mümkün değil. Dahası akranlarıyla uyum sağlaması hiç mümkün değil.
ÇOCUK İŞÇİLİK, ÇIRAK VE STAJYERLİKTE PATLAMA!
Bu iki yasa değişikliğinden sonra sonra stajyer ve kursiyer sayılarında bir patlama yaşandı. Kanuni düzenlemeden sonra hem işveren hem de öğrenciler açısından Mesleki Eğitim Merkezi’ne çok ciddi bir talep geldiğini söyleyen dönemin Mili Eğitim Bakanı Mahmut Özer, 24 Mayıs 2023’te yaptığı bir açıklamada "Mesleki eğitim merkezlerindeki çırak ve kalfa sayısı 160 bin dolayında iken kanun değişikliğinden sonra [2021] mesleki eğitim merkezi programına kayıtlı öğrenci sayısı yüzde 784'lük artışla 1 milyon 405 bine ulaştı" dedi. Kanunun yaratmış olduğu 1 milyon 250 bin kişilik artış tablonun vahametini gösteriyor. Ortaokul mezunları da MESEM kapsamında çalışabildikleri için toplam 1 milyon 850 bin meslek lisesi öğrencisinin kaçının MESEM kapsamında çalıştığına ilişkin net veri yok. Ancak özellikle 2021 değişikliği sonrasında bu sayının ciddi biçimde arttığı ve çocukların -yoksulluk nedeniyle ailelerinin de teşvikiyle- okullarını bırakıp MESEM kapsamında çalışmaya başladıkları biliniyor.
Eski Bakan Özer, Mesleki Eğitim Merkezlerine kayıt yaptıran kadın sayısına dikkati çekerek, "Kanuni düzenlemeden önce mesleki eğitim merkezine kayıtlı 27 bin kadın öğrencimiz varken bugün itibarıyla yüzde 1559'luk artışla 449 bini geçti. Aynı süreçte erkek öğrenci sayısı 132 bin civarında iken bugün itibarıyla yüzde 624'lük artışla 955 bini geçti" açıklamasını yaptı.
81 ilde organize sanayi bölgelerinin tamamına mesleki eğitim merkezi açtıklarını belirten Bakan Özer, bu merkezlere kayıtlı öğrencilerin yaş gruplarına ilişkin ise şunları söyledi: "Merkezi eğitim merkezlerine kayıt yaptıran 1 milyon 405 bin 663 öğrencimizin 295 bin 189'u 18 yaş ve altında, 1 milyon 110 bin 474'ü ise 19 yaş ve üstünde yer alıyor." (Ayrıntılar için: https://tinyurl.com/yr6zz2aw ) Böylece Bakan Özer 300 bine yakın çocuk işçinin MESEM adı altında çalıştırıldığını itiraf etmiş oldu. 18 ve altı yaştakiler ILO tarafından çocuk olarak kabul ediliyor.
Öte yandan son yıllarda çırak, stajyer ve kursiyer adı altında istihdam edilenlerin sayısındaki devasa artış ayrıca dikkat çekicidir. SGK verilerine göre 2009’da toplam 380 bin kayıtlı çırak, stajyer ve kursiyer varken bu sayı 2023 yılında 1 milyon 925 bine yükseldi. Çırak, stajyer ve kursiyerlerin toplam işçi sigortalılara oranı aynı dönemde yüzde 4’ten yüzde 10,2’ye yükseldi. Kuşkusuz bu artışla AKP hükümeti tarafından 2016 ve 2021 yıllarında yapılan değişikliklerin payı büyük.
YOKSULLUK VE ÇOCUK İŞÇİLİK
Devasa boyutlara ulaşan MESEM kapsamındaki öğrenci istihdamının nasıl denetlendiği ise meçhul. Bu öğrenciler gerçekten staj mı görüyor yoksa meslek mi öğreniyor yoksa fiilen ucuz işçi olarak mı çalışıyor, belli değil. Uygulamada fiilen işçi olarak çalıştırıldıkları biliniyor. Öte yandan özellikle çocuk yaştaki kişilerin kapılarından bile girmemeleri gereken tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde kontrolsüz bir şekilde çalıştırılması iş cinayetlerine davetiye çıkarıyor. Arda’nın ölümü bu denetimsizliğin sonucudur.
Bakan Özer’e göre mesleki eğitim alanındaki yasa değişiklikleri ile “işveren üzerindeki maddi yük kaldırılarak çok cazip bir mekanizma oluşturuldu." Kuşkusuz bu mekanizma sadece işverenler açısından değil öğrenciler ve aileleri açısından da “cazip”! 2024 itibariyle net asgari ücretin yüzde 30’unun 5 bin 100 TL, yüzde 50’sinin 8 bin 500 TL olduğu düşünülecek olursa mesleki eğitimden ödenen ücretlerin yoksul aileler için oldukça cazip olduğu görülecektir. En düşük emekli aylığının 10 bin TL, dul aylığının 7 bin 500 TL ve yetim aylığının 2 bin 500 TL civarında olduğu bir ülkede MESEM kapsamında yapılan ödemeler işveren, öğrenci ve aileler için elbette “cazip”!
Kuşkusuz bu yaşadığımız tabloda 12 yıllık kesintisiz temel eğitimin 4+4+4 şeklinde bölünmesinin de payı büyüktür. 4+4+4 yoluyla 12 yıllık temel eğitim fiilen yok edildi ve çocuk işçiliğe yasal kılıf sağlanmış oldu. MESEM kapsamındaki artışın fiili okullaşma oranını ciddi biçimde düşürmesi de cabası! Çocuk işçiliği önlemenin yollarından biri 12 yıllık kesintisiz temel eğitimdir.
MESEM yoluyla yoksul ailelerin çocukları eğitimden koparılıp ucuz işgücü haline getirtilmekle kalmıyor daha çocuklar feci iş cinayetlerine kurban gidiyor. Hani diyorlar ya “meslek lisesi memleket meselesi” aslında meslek lisesi “hayat memat” meselesine dönüşmüş durumda. Devlet eğitimini sağlamakla sorumlu olduğu çocukları eğitimden ayırıp çocuk yaşta çalışmaya teşvik ediyor ve dahası çalışırken bu çocukların yaşamını güvence altına alamıyor. Arda’lar çocuk yaşta bu yüzden ölüyor. Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı’ndan dizelerle bitireyim:
“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür”
/././
Seküler olan paralı, İslami olan parasız (Ozan Gündoğdu)
Türkiye’de orta sınıf olarak ifade edilen, kentli, meslek sahibi, ücretli kesimlerin en önemli gündeminde özel okul fiyatları var. O kadar ki, konu, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e de soruldu. Tekin, başlangıç fiyatını belirleme hakkının okulda olduğunu fakat ara zamların yönetmelik sınırları içinde belirlendiğini söyledi ve konuya ilişkin okulları uyardıklarını belirtti. Fakat okullar, yönetmeliğin etrafından dolanmanın yolunu bulmuş görünüyor. Zira okul ücreti değil belki ama yemekhane, servis, üniforma ve kitap fiyatları yüzde 100’ün üzerinde zamlanmış durumda.
Geçmişte, özel okul fiyatları ülke gündemini işgal edecek, Milli Eğitim Bakanı’na açıklama yaptıracak kadar gündem olmazdı. Çünkü zaten orta gelirin üzerindeki ailelerin tercihiydi özel okullar. Orta üst gelir ve altındaki aileler, çocuklarını devlet okullarına gönderir, “neden özele gönderemiyoruz” diye hayıflanmazdı. Büyük kentlerdeki özel okullar bir elin parmağını geçmez, küçük bir azınlığın talebi de tüm ülkeyi ilgilendirmezdi. Fakat özellikle son 10 yılda işler değişti.
HER 5 OKULDAN 1'İ ÖZEL
Milli Eğitim Bakanlığı’nın Örgün Eğitim İstatistiklerine bakınca tablo daha net ortaya çıkıyor. Verilere göre 2022/23 Eğitim Yılı’nda ana okulundan liseye kadar MEB kontrolünde toplam 75 bin 19 adet okul bulunuyor. Bu okulların 14 bin 281’i ise özel okul. Başka bir ifadeyle, ülkemizdeki her 5 okuldan 1’i şirketler tarafından işletiliyor. Orta sınıfın daha yoğun yaşadığı büyük kentlerde bu oran daha yüksek. Fakat eskiden böyle değildi? Ne oldu, nasıl oldu da, orta sınıflar özel okul müşterisi haline geldi?
Geçmiş verilere yakından bakıldığında, Türkiye’deki özel okul artışının son 10 yılda katlandığı görülüyor. 1999 yılını ele alalım. O yıl, Türkiye’deki toplam özel ilköğretim okulu sayısı 683. Yıllar içinde öğrenci sayısındaki artışa paralel biçimde özel okul sayısında da artış yaşanıyor. 1999’da 683 olan özel okul sayısı, 12 yıl sonra, 2011’de 931’e yükseliyor. 12 yılda özel okul sayısındaki artış yüzde 32. Okul sayısının yüzde 32 arttığı bu 12 yılda, öğrenci sayısı da yüzde 64 artışla 175 binden 287 bine yükseliyor.
EN ÖNEMLİ KIRILMA 4+4+4
2012’ye gelindiğinde sistem değişiyor ve 4+4+4 düzenine geçiliyor. Böylece 8 yıllık ilköğretim, 4’er yıllık ilkokul ve ortaokula bölünüyor. İlk 4 yılın ardından dileyen ailelere uzaktan eğitim imkanı tanınıyor. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın “Dindar ve kindar nesil” çıkışını yaptığı o yıl, müfredat değiştiriliyor, din derslerinin sayısı artırılıyor. İlk 4 yıllık eğitimden sonra uzaktan eğitim imkanı verilen ailelerin bir kısmı, kız çocuklarını okula göndermemeye başlıyor. Kızların net okullaşma oranı düşüyor. Cemaat ve tarikatlarla protokoller imzalanıyor. Ortaokullar imam-hatipleştiriliyor. Tüm bu gelişmeleri verilerle desteklemek mümkün fakat konumuz başka.
10 YILDA 2 KAT ARTIŞ
4+4+4 ile başlayan sistem değişikliği, kamusal eğitimden, özel okullara olan talebi artıyor. 1999’dan 2011’e dek yüzde 32 artan özel okullar, 2012’den itibaren patlama yaşıyor. 2012’de 992 olan özel ilkokul sayısı, 2022’ye kadar yüzde 108 artarak 2 bin 65’e yükseliyor. 2012’de özel ilkokul ve ortaokulda okuyan öğrenci sayısı 331 bin 675 iken, 2022’de bu sayı yüzde 118 artışla 725 bin 146’ya ulaşıyor.
Liselerdeki artış daha da hızlı. 2012’de toplam 907 adet özel lise varken, bu sayı 2014’te dershanelerin kapatılması sürecinde, 2504’e yükseliyor. Fakat izleyen yıllarda artış devam ediyor ve 2022’de özel lise sayısı 3085’e ulaşıyor. 10 yılda özel lise sayısındaki artış yüzde 240. Öğrenci sayısı da aynı dönemde 138 bin 881’den 420 bin 285’e yükseliyor. Böylece an itibariyle, özel ilkokul, ortaokul ve lisede okuyan öğrenci sayısı 1,2 milyona dayanıyor.
Velilerin bu ilgisinin nedeni zenginleşmeleri değil. Kişi başına düşen gelirin gerilediği son 10 yılda, özellikle orta sınıflar, zenginleşmek bir yana giderek yoksullaştılar. Özel okul müşterisi haline gelmeleri, zenginleşmelerinden ziyade, devlet okullarına dönük güvensizlikleri.
Eğitimin ideolojikleşmesi en önemli sorun alanı. Fakat sadece bu da değil, iş saatlerinin devlet okullarıyla olan uyumsuzluğu ve güvenlik endişeleri de velilerin, devletten özele kaçmalarına neden oluyor. Kamusal eğitimdeki bu gelişme de özel okul patronlarının işine geliyor. Tıpkı sağlıktaki gibi, nitelikli kamusal hizmet tasfiye edilince, kamusal olan piyasalaşıyor. Eğitim ve sağlık bir hizmet olmaktan çıkıyor ve paranın konuştuğu bir sektöre dönüşüyor.
Veliler artık müşteri olduklarını içselleştirmiş durumda. Zira parasız, bilimsel, kamusal eğitim talep etmek yerine, “ucuza eğitim” talep ediyorlar. Eğitimin herkes için bir hak olduğunu, bundan 20-30 yıl önce, bu ülkenin hemen tüm çocuklarının kamusal eğitimden geçtiği günleri unutmuş görünüyoruz. İktidar kamusal olana kendi ideolojisini dayatırken bu dayatma karşısında şikayet edenleri “istemeyen özele gitsin” diyerek kovuyor. Kamusal alan muhafazakarlaşırken, bu muhafazakarlaşmadan tedirgin olan toplum kesimlerine seküler olan “satılıyor”. Satın alabiliyorsanız ne ala, satın alamıyorsanız, buyrun İmam-Hatip’e…
/././
Bir hazin uzay yolculuğu (Selçuk Candansayar)
Geçen hafta Alper Gezeravcı, SpaceX şirketinin uzay aracıyla, 14 gün kalacağı ve çeşitli bilimsel deneyler yapacağı, Uluslararası Uzay İstasyonu’na ulaştı. Gezeravcı, uzaya çıkan ilk “Türk" oldu.
“Ne güzel, Türkiye de uzay araştırmalarının bir ucunu somut olarak yakalamasını sağlayabilecek önemli bir adım attı. Emeği geçen herkese teşekkür ederiz”, diyemedi kimse! Öyle bir vaveyla koptu ki, projenin doğru mu yanlış mı olduğunu, yararlı olup olmayacağını tartışma olanağı bile olmuyor. Bu tartışmayı yapmaya çalışan bir avuç insan ise sesini duyuramıyor.
Tek başına bu “olay” bile, Türkiye’nin hızla akıldan koptuğunu gösteriyor. Aynı zamanda bir “toplum olma duygusunun” kalmadığını da kanıtlıyor. Tasada ve kıvançta ortak değiliz artık. Geçen hafta yazmaya çalıştığım da bu haldi. Herkesin herkesi düşman bellediği bir “kalabalık” oldu Türkiye.
RTE iktidarı, avaneleri ve medyası bu başarıyı 5 yıl önce kurulan Türkiye Uzay Ajansı’nın başarısı olarak gösterme derdinde. Muhalefet de sanki gerçekten böyle olmuş gibi, uzay yolcuğunu değersizleştirme yarışında. Yok uzay turisti, yok parayla seyahat, o paraya neler yapılırdı, yok Hindistan o paranın iki katına aya uzay aracı indirdi laflarının bini bir para.
Daha da trajik olan bir durum daha oldu. Gezeravcı, uzayda “konuşana” kadar onu “göklere çıkaran” taraftarları, konuştuktan sonra düşman oldu; düşmanları ise taraftar! Atatürk’ün sözünü söyleyip, yolculuğunu ona adayınca saflar anında değişti. Konuşmadan önce “Fetullahçı” kumpas davasının mağduru olduğunu söyleyenler, konuştuktan sonra kumpas dedikleri davadaki iddialara gerçek muamelesi yapar oldular.
Uzaya çıkan Türk mü, Türkiye’li mi? O Türk ama karşılayan kaptan hem kadın hem Kürt! Hayır, Kürt değil, kendisinin İran’lı Persim diye beyanı var! Hayır, ailesi Maharabad’lıymış, Maharabad Kürt ilidir, o İran Kürdü tartışmalarını ne yapacağız peki?
On binlerce ölüme neden olan etnik kimlik sorunu, özgürlük, demokrasi sorunu/mücadelesinin geldiği aşama bu mu olacaktı yani?
Evet, Hindistan, geçtiğimiz Ağustos ayında sadece iki katı bütçeyle aya araç indirdi, doğru. Ama Hindistan’ın uzay çalışmalarının geçmişi 70 yıl. Uzaya çıkan ilk Hintli 1957 yılında çıkmış. Üstelik Hindistan üretimi değil, bir Sovyet uzay aracıyla. Bunu da hiç dert etmemişler. Türkiye’nin 2023 uzay yolculuğunun gerisinde de 1973 yılında kurulan Türk Uçak Sanayi Anonim Şirketi (TUSAŞ) var. 1939 yılında kurulan Kayseri Uçak Fabrikası, 1942 yılında kurulan Etimesgut Uçak Fabrikası da TUSAŞ’ın öncülleri. TUSAŞ, ABD’nin insanlı ay seyahatinden sadece 5 yıl sonra kurulmuş. TUSAŞ’ı 1984 yılında kurulan Türk Havacılık ve Uzay Sanayi (TAI) izlemiş. Aselsan’ı, Roketsan’ı, üniversitelerin seksenlerde kurulan havacılık ve uzay mühendisliği bölümleri, doksanlarda başlayan ve her defasında daha teknolojik modellerin gönderildiği uydu programları ile koskoca TÜBİTAK ile Gezeravcı’nın arkasında on yılların birikimi var.
Peki, Gezeravcı’nın yapacağı bilimsel deneyler? Yazık değil mi o bilimcilere! Bu ülkede bilim nasıl ilerleyip, gelişecek? Neden o bilimciler anasından sosyaline kadar medyada yapıp ettiklerini anlatamıyorlar? Peki, Gezeravcı’nın ve yedeği T. Cihangir Atasever’in, ikisinin seçilme sürecini denetleyen, onları eğiten bilimcilerin emeklerine yazık değil mi?
Önce kendi “çipimizi” yapalım sonra yazılım alanına girelim demek ne kadar saçmaysa önce kendi uzay aracımızı yapalım sonra uzaya gidelim demek de o kadar saçma. Bilimsel ve teknolojik gelişimde geride kalan ülkeler, “bilimsel” ve “akıllı” stratejilerle öncülerin birikiminden yararlanarak, çok daha hızlı adımlarla önlerindeki ülkeleri yakalayabilirler.
Bir yanda kendinden öncesini “karanlık çağ” olarak tanımlayıp, bir yaptığını yüzmüş gibi pazarlayan, her şeyin başlatıcısı olma kibrinden kurum kurum kurulan iktidar ve yancıları, öte yanda onlar yapıyorsa kesin altında bir bit yeniği vardır, kesin sahtedir diye önyargı ile gerçeği birbirine karıştıran muhalefet. Sokaktaki sıradan insandan söz etmiyorum, siyasal alan, iktidarından muhalefetine paçalarından vasıfsızlık akan bir “çetenin” işgali altında. Sadece iktidar değil, muhalefet de çete tipi örgütlenmiş durumda.
Herkesin herkesi düşman bellediği ve herkesin “gerçeği, doğruyu” kendi çıkarına istismar edip, çarpıttığı bir toplum bir arada yaşayamaz. Akıldan savrulan ve fanteziye tutunan toplumlar er geç “gerçeğin katı duvarına” toslarlar.
Evet, içinde debelendiğimiz bu açmazın başlatıcısı, sorumlusu siyasal İslamcılar olabilir, doğrudur da. Ama onların başlattığına elinde tuzla koşan muhalefet de onlardan farklı değil.
Birbirlerini düşman zannedenlerin birbirlerinin tıpkısının aynıları olduklarını görmek ne hazin bir hal…
/././
İttifaklar dönemi kapanırken yerine ne konacak? (Yaşar Aydın)
Türkiye uzun süredir (yaklaşık 10 yıl) iki kutuplu bir siyasete hapsedildi. Bir tarafta Erdoğan etrafında inşa edilen Türk tipi başkanlık rejimini destekleyenler, diğer tarafta ise buna karşı çıkanlar. Bu iki kutup iki ana ittifak ortaya çıkardı. AKP ve MHP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı diğeri de 6’lı masaya dönüşen Millet İttifakı.
2023 14 Mayıs seçimleri iki ittifakın da çok uzun süredir hazırlandığı ve bir anlamda son kapışma haline gelen düelloya dönüştü. Ve en nihayetinde muhalefetin büyük hataları sonucu kazanan yine Erdoğan oldu. Bu sonuç bugün hala çok fark edilmese de 10 yıldır devam eden iki merkezli siyasetin sonuna işaret ediyordu.
YENİDEN REFAH MESELESİ
Hem sağda hem solda hem Cumhur hem Millet içinde iki merkezli siyasetin devamından yana olan çok sayıda kışı, kurum ve parti var. Beyhude bir uğraş. Çünkü bu tarz ittifakın kurulamayacak olmasının nedeni tek başına partilerin tutumu değil raf ömrünü tamamlamış olması. Bunu görmek istemeyenler yerel seçim öncesi yine benzer ittifak modelleri üzerinden tartışma yapmayı sürdürüyor. Meselenin daha iyi anlaşılması için gelin biz muhalefet bloku üzerinden değil Cumhur İttifakı’nı hatta daha da daraltıp Yeniden Refah üzerinden anlatmaya çalışalım.
Öncelikle AKP-MHP ilişkisi bir ittifak olarak tanımlamak doğru değil. Bunu bir kenara yazalım. Bu iki parti rejimin ana kurucu iki ögesi durumunda. Rejim ancak ikisi bir arada oldukça ayakta durabilir. Bu nedenle bu iki bu parti ittifak değil rejimin ana taşıyıcı kolonları olarak görmek lazım.
Bu konuda anlaştıktan sonra şimdi Cumhur’da oluşan yeni durma Yeniden Refah üzerinden bakmaya başlayabiliriz.
Yeniden refah lideri Erbakan’ın dayattığı yeni biçimde “en temel meselede anlaşmak” bir arada durmak için yeterli. Erbakan için “en temel konu” rejimin İslamcı karakterinin değişmemesi. Bu durum baki kaldıkça çeşitli etaplarda işbirliği ve ittifaka hazır bir şekilde bekliyor olacak. Bunun dışında Erbakan’ın stratejisi kendi partisini büyütmek üzere kurulu.
Yerel seçim sürecinin iki lider açısından tıkandığı nokta da bu Erbakan’ın kısmı özerklik talebi aslında. Çünkü başka bir boyutuyla bu talep Erdoğan için tehdide dönüşmüş durumda. İşin tıkandığı yeri il ya da ilçe pazarlıkları değil tam da burası. Rejimi destekleyen partilerin yada kliklerin 2028’e giderken yol haritaları ve öncelikleri farklılaştı. Bu yeni durum ittifak modelinin de değişmesini zorunlu kılıyor. Erbakan’ın diğerlerinden farkı bunu açık biçimde ifade diyor olması.
ASLA YALNIZ YÜRÜMEZ
İktidar cephesinde yaşanan bu gelişmeleri muhalefet sadece “iç iktidar kavgası” olarak görürse büyük bir yanlışın içine tekrar düşüyor demektir. İttifaklar konusunda büyük panik yaşayan muhalefet Yeniden Refah’ı sadece Erdoğan’ı zorlayan pozisyonuyla değerlendiriyor. Oysa o çekişmede değişen durumu ve yeni durumda alınacak tavrı görmeyi başarması yerel seçimde iki belediyeyi almaktan daha kıymetli sonuçlar üreteme potansiyeli taşıyor.
Muhalefeti işbirliğini sadece sandıkta birlikte durmak olarak gören anlayış çökmüş durumda.
Karmaşık ittifak ve sandık modellemelerinin aksine Türkiye’nin içinde bulunduğu temel sorunlarına odaklanan bir sadeleşme çıkar yol olarak duruyor.
Ekonominin içine sürüklendiği bataklık karşısında asgari bir çıkış reçetesi, gericiliğe ve siyasal İslam’a karşı mücadele, demokratik ve barış içinde bir ülkenin önündeki engellerin ortadan kaldırılması konusunda ortak reaksiyon bu sadeleşmenin başlıkları olarak sıralanabilir. Bu anlayışla kurulacak işbirlikleri ve mücadele platformları bugün açısından her türlü ittifaktan daha güçlü sonuçlar yaratmaya adaydır.
Buradan son günlerin aktüel tartışma konusu haline gelen CHP’nin muhalefette yalnızlaştırma operasyonuna gelelim.
Bugün için toplumun temel meseleleri etrafında oluşacak işbirliği ve mücadele ortaklığı sonuç alınması neredeyse imkânsız hale gelen ittifak tartışmalarından çok daha anlamlı duruyor. Üstelik böyle bir süreç size iki sonucu birden sunma potansiyeline de sahip. Kısa vadede toplumun farklı kesimleri ile yan yana geliş size yerel seçimlerde yeni kapılar açacağı gibi orta ve uzun vadede de gerçek bir iktidar alternatifi olmanızın önünü de açar.
Başlıkları alt alta yazıp yüksek sesle okunsa bile ülkenin daha da sağcılaşarak kurtulmayacağını anlar hisseder. O zaman oradan uzaklaşmak neden yalnızlık olsun ki?
/././
Sağcıların kana susamış politikaları sınır tanımıyor (Muhammed SHABEER)
Strasburg’da 18 Ocak günü yapılan Avrupa Parlamentosu oturumunda Gazze’de “kalıcı ateşkes” çağrısı yapan bağlayıcılığı olmayan bir karar alındı. Önkoşullar arasında Hamas’ın tamamıyla lağvedilmesi ve Hamas’ın elinde tutulan tüm rehinelerin koşulsuz olarak serbest bırakılması vardı. Karara 312 destek, 131 karşı oy verildi, 72 oy ise kullanılmadı. “Koşulsuz ve derhal” ateşkes çağrısından oluşması planlanan ilk taslak, sağcı Avrupa Halk Partisi (EPP) tarafından engellendi. Neticede ortaya konan koşullar, İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım yöntemlerini sürdürmek için ortaya attığı bahaneleri destekler nitelikte. İsrail’in öne sürdüğü “ön koşullar” arasında da Hamas’ın lağvedilmesi ve rehinelerin serbest bırakılması var.
Avrupa Parlamentosu’ndan çıkan karar İsrail’in askeri operasyonlarını ve Filistin’de uyguladığı yasadışı işgal politikalarını kınıyor. Ayrıca Avrupa’nın destek verdiği “iki devletli çözüm” çerçevesinin tekrar gündeme getirilmesi gerektiğini söylüyor. Fakat nihayetinde ortaya çıkan sonuç, AB Parlamentosu’nun İsrail’in sözde “öz savunma hakkına” destek verdiği anlamını taşıyor. Dolayısıyla süregelen katliam meşruiyet kazanıyor ve İsrail, Filistin devletini yok etmek, Filistinlilere soykırım politikaları uygulamak için daha da cüretkâr hale geliyor. Ekim ayında yapılan oturumlarda da Avrupa Parlamentosu kalıcı ateşkes çağrısı yapmakta başarısız olmuş, yalnızca “insani yardım” faaliyetleri için çatışmalara ara verilmesi yönünde karar açıklamıştı.
∗∗∗
Polis müdahalelerine rağmen son 100 gündür Avrupa çapında kitlesel eylemler yapılıyor. Avrupa Parlamentosu toplumsal baskıyı hissederek bir tür ateşkes çağrısı yapmak zorunda kaldı. Parlamento’daki sol blok (GUE-NGL) 18 Ocak günü yaptığı açıklamada “Bugün, Avrupa Parlamentosu’nun Avrupa halkının taleplerini yerine getirmek ve kararlı duruş sergilemek için bir şansı vardı. İnsanlar aylardır sokaklarda Gazze için ateşkes çağrısı yapıyorlar.
Yapılan açıklama şu ifadelere yer verildi: “Aşırı sağ, sağ ve liberal siyasetçiler kana susamış politikalarının sınır tanımadığını gösterdiler ve Avrupa Parlamentosu’nu kendi peşlerine takarak Binyamin Netanyahu liderliğindeki İsrail rejiminin, Filistin halkına karşı yürüttüğü kanlı savaşta işbirliği yapmaya karar verdiler. Gazze’de üç aydır devam eden ölüm ve yıkım operasyonlarından sonra gelen bugünkü oylama, şiddete ve baskıya onay verilmesi anlamına gelmektedir.”
Çıkan karardan sonra çeşitli solcu vekiller sağcıların “sabotajını” sert bir dille eleştirdiler. Belçika İşçi Partisi’nden Marc Botenga, “Avrupa Parlamentosu’nda çoğunluk derhal ateşkes yapılması için çağrıda bulunmayı reddediyor” dedi ve alınan kararın “İsrail’in suçlarına ortak olmak” anlamına geldiğini söyledi.
∗∗∗
İrlandalı vekil Clare Daly de kararı yerden yere vurdu ve “Katliamın sürmesi için yeşil ışık yakıldı” dedi, çatışmaların bölgeye yayılması riskine işaret etti. Bölgesel çatışmalara Batı’nın askeri operasyonlar ile dahil olmasının Ortadoğu’yu savaş sarmalına sokmaktan başka bir işe yaramayacağını ifade etti.
Yunanistan Komünist Partisi vekilleri de kararı kınadı. Boyun Eğmeyen Fransa Partisi’nden Manon Aubry “Liberaller, sağcılar ve aşırı sağcılar kalıcı ateşkes çağrısını sabote ettiler. Netanyahu hükümetine milyonlarca avro değerinde silah satılmasını sağlayan ortaklık anlaşmalarını askıya almayı reddettiler” dedi.
Bu esnada İsrail, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde soykırım suçlamalarından yargılandı. Malezya, Kolombiya, Türkiye, Venezuela, Brezilya, Namibia, Nikaragua ve Bolivya gibi çeşitli ülkeler Güney Afrika’nın açtığı davaya destek verdiklerini açıkladı. İsrail’in uluslararası mahkemelerde yargılanması çağrıları Avrupa içinde de ağırlık kazandı.
İsrail’in, Gazze’de sürdürdüğü savaş halihazırda 24 bin 600 kişinin yaşamına mal oldu, 61 bin 800 kişi yaralandı. Neredeyse 2 milyon insan evini terk etmek zorunda kaldı. Birleşmiş Milletler ve birçok Küresel Güney ülkesini de içeren uluslararası kuruluşlar ateşkes çağrılarını defalarca yeniledi. Tüm bunlara rağmen İsrail, Filistin’de ABD’nin ve Avrupalı müttefiklerinin desteğiyle soykırım yöntemleri uygulamaya devam ediyor. Savaş şimdiden Batı Şeria, Suriye ve Lübnan’a yayıldı ve Yemen’deki Husilerin saldırılarının yanı sıra İran hükümetinin bölgedeki İsrail ve ABD kuvvetlerini hedef almasıyla tüm bölgeye yayılabilir.
Çeviren: Fatih Kıyman - Kaynak: People’s Dispatch