25 Ocak 2024 Perşembe

KÜBA GERÇEĞİ (I+II+III+IV)

 Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.

Yanlış Bilinç (25/01/2024)

Yoksulun, sefaletini kalıcılaştırmak isteyen zenginin hakkını savunmasından daha acınası başka bir gösteri yoktur.

İngiltere’de This Morning isimli bir televizyon programı, yaptığı bir yarışmada ödül olarak kazanan kişinin elektrik faturasını dört ay boyunca ödeme kararı almış. Mesele şuydu ki, Avrupa’da yaşanan çekişmelerden dolayı ekonomik krizin derinleşmesi elektrik faturalarında astronomik bir artışa sebep olmuştu.

Bir İngiliz, programın aldığı bu kararı Black Mirror dizisine layık bir distopya olarak tanımlamış.

Toplumsal sorunların sıradanlaştırılması This Morning programı tarafından icat edilmedi; bu on yıllardır süregelen medyatik bir olay. Topluma kuvvetli bir şekilde dayatılan algıyla beraber, toplumsal meselelere çözüm aranışı kolektif bir aranış olmaktan çıktı. Tersine, piyangoyu kazanan birini, gerçek ya da metaforik olarak günümüzün kahramanı ilan ederek bu aranışı birey düzeyine indirgediler.

Temelde bu duruma hizmet eden ideolojik çerçeveye göre, bencillik insanın savunulmaya değer temel özelliklerinden biridir. Bunun aynı zamanda şeylerin doğasında olduğu da öne sürülür.

Şeylerin doğası meselesi biraz ilginç bir mesele. Aydınlanma çağı düşünürleri, gerçekleştirilmesi gereken toplumsal bir hedef olarak gördükleri doğal insanın üstünlüğü düşüncesine dayanarak, kralların ve soylu sınıfın kutsal nedenlerle toplumsal düzenin zaruri unsuru sayılması gerektiği fikrine saldırdılar.

Burjuva sömürüsünün varlığından doğal ve insan toplumuna içkin bir olgu gibi söz edenler şu gerçeği bir kenara not etmeliler: Bir gün geldi ve kralların kafaları devrimci burjuvazi tarafından kesildi. Üstelik bunu, soyluluk kurumu insanlık bronz çağa girdiğinden beri, yani toplumun tarihsel yolculuğunun büyük bir bölümü boyunca ayakta kalmış olmasına rağmen yaptılar. 

O zamanlar devrimci olan burjuvazi sömürüyü kolaylaştırmak için yüzyıllar içinde inşa edilmiş olan egemenlik düzenini alaşağı etmeyi ve bunu, ekonominin gerçek yüzünü tüm çıplaklığıyla afişe ederek yapmayı önerdi.

Soyluluğa ait ideolojik yapıların, tutkularının önünde bir duvar gibi dikilmesine katiyetle izin vermediler. Fethedilecek yeninin düşünürleri, asalak soyluların toplum düzeni ve refahı için vazgeçilmez oldukları fikrini rasyonel bir şekilde yerle bir ettiler. Krallık kurumsal olarak en eski ve köklü siyasi yapı olmasına rağmen bunu başardılar. 

Tüm toplumsal sistemler iktidarda bulunan sınıfı ayakta tutmak için kendi hâkim ideolojilerini yaratırlar. Bu doğrultuda egemen sınıf gerekli ve vazgeçilmez olduğunu, o olmadan toplumsal refahın mümkün olmayacağını ve dünyada kaosun hüküm süreceğini iddia ederek kendini meşrulaştırır.

Yine kendini meşrulaştırmak için, bir zamanlar yenilikçi, yani devrimci güç olarak oynadığı tarihsel rolü ebedileştirir. Bir yandan görkemli geçmişini unutulmayacak bir gösteri gibi sunarken, diğer yandan yarattığı ve artık düzeltemeyeceği evrensel distopyanın bakışlarını başka yöne çekmeye çalışır.

Fikirler arsasına dikilmiş bu totaliter bina, bir zamanlar yarattığı ve devrimciliği şüphe götürmez kavramlardan faydalanır ve onları kendi sisteminin değişmez doğruları olarak pazarlar. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik düşünceleri bir deprem gibi feodal sistemin egemen fikirlerini alt üst etmiş olsa da, her ideolojik sistemde olduğu gibi, bu düşüncelerin içeriği sınıfsaldı. 

Zafer kazanmış burjuvalar pratikte proleterlerin savunduğu özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarından bahsetmiyordu. Güçlülerin yarattığı belirsizlik sadece zorunluluk halinde kendi düşüncelerine herkesi eşit bir düzlemde dahil eder gibi görünür, ama aslında büyük çoğunluğu dışlar. Sözleri kapsayıcıdır ama dayatılan gerçek öyle değildir. 

Bu aldatmacanın işe yarayabilmesi için çeşitli unsurlara ihtiyaç duyarlar. Kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi gösterirler ve dolayısıyla kendi çıkarlarının ihlal edilmesi durumunda herkesin çıkarlarının ihlal edileceği algısını yaratırlar. Burjuvazi, toplumun devasa kitleleri kendi sömürülerinin farkına varmadan sömürü hakkını savunsunlar diye yanlış bir bilinç yaratır. Yoksulun, sefaletini kalıcılaştırmak isteyen zenginin hakkını savunmasından daha acınası başka bir gösteri yoktur.

Kabullenmiş bir şekilde, zenginlerin hep var olageldiğini söylerler bize. Ama bununla yetinmezler. Çoğunluğa boyun eğdirme yöntemlerine burjuvazinin yeni bir katkısı varsa – ki bu keşfettiği en şeytani şey olabilir – o da yoksula bir gün sömürülmekten kurtulup sömürenlerin tarafına geçebileceği aldatmacasını alttan alta işlemesidir. Burjuvazi boyun eğenlerden kendi uğradıkları sömürüye ortak olacak yardakçılar yaratır. 

Bu iki fikirden, yani, toplumun işleyebilmesi için zenginin var olması zorunluluğu ile bireyin sömüren tarafa geçip sömürülmekten kurtulabileceği ihtimalinden, sınıf uzlaşmacılığı fikrini savunan ve destekleyen çok kullanışlı bir ideolojik ajan doğar. Genellikle bu iki fikrin bileşiminden çıkan ve şimdilerde adına orta sınıf dedikleri, aşağı tabakadan yukarıya yükselmek için önemli bir yol kat ettiğini düşünen -ama daha da önemlisi bencil arzularına ulaşmak için ayrıcalıklı bir konumda olduğuna ikna olmuş- bu kesim, zengin olma hayallerini gerçekleştirmeye ramak kalmışken neden içinde yaşadığı sistemi ortadan kaldırsın ki?

Bu ideolojik yapının ne kadar etkili olduğu konusunda herhangi bir şüphesi olan varsa, en bariz örneklerden biri olan, geçtiğimiz günlerde yapılan Şili anayasası referandumuna bakabilir.   

Eğer bu hikâyenin bize uzak olduğunu düşünenler varsa, hiç aldanmasınlar. Bazı sinsi ideologların kapitalizme dönüş (acaba?) söylemlerinin arkasında, bu dönüşüm tamamlandıktan sonra ya bir burjuva ya da yukarıya gözünü dikmiş bir orta sınıf olacaklarına dair itiraf etmedikleri arzuları gizlidir.

Onlar Devrimin gerekenleri kendilerine çoktan verdiğini düşünenler adına konuşur ve onların ideologlarıdır: sağlık, güvenli bir çevre, üniversite kademesine kadar eğitim ve ardından kendi alanlarında toplumsal olarak mümkün olan kademeye yükselme… Ama bugün daha fazlasını istiyorlar. Hem de bu bencilliğin ancak varlıklarını mümkün kılan toplumsal düzeni yıkmakla mümkün olabileceğini umursamadan.

Devrimin totaliter yapısını, tüm sosyoekonomik sistemlerin totaliter olduğu gerçeğini yok sayarak bir kusur gibi sunmak isteyenler, aşırılık yanlılığıyla suçladıkları siyasetçileri eleştiren yazılarıyla, Marti’nin çağdaşı Jose Ignacio Rodriguez’i hatırlatıyorlar bana fazlasıyla.

Retamar’ın bir okumasında Rodriguez, Apostol’ü1 “savunduğu fikirlerden farklı bir fikir sunanları isyankar ilan ediyor (…) ve herkese, ve her durumda, kendilerine ulaşabildiği ölçüde, İspanya’dan nefret etmeleri, özerklik yanlısı Kübalılardan nefret etmeleri (…), zengin, görgülü ve muhafazakar insandan nefret etmeleri, (…) ve bencillikle suçladığı ve Amerika kıtasında yer alan diğer ülkelere kim hakimse onunla durmadan savaşacak, saygısız bir ırk olarak gördüğü Amerika Birleşik Devletlerinden nefret etmeleri konusunda öğütler veriyordu” şeklinde eleştiriyor.

İlhak politikasını savunan Rodriguez, yorulmak bilmeyen karşıdevrimci ideologların Marti ve programı hakkındaki görüşlerini önümüze serer: kararlı, boyun eğmeyen, totaliter, radikal, antiemperyalist. Özerlik savunucularıyla mücadeleye dair yapılan göndermede ise, Marti’nin radikal olduğunu, vatanın mutlak bağımsızlığının ve sıradan insanın gerçekleştireceği adaletin sağlanması için herhangi bir arabulucuyla uzlaşmayacağını vurgular.

Kabul etmedikleri için ya da cesaret edemedikleri için bazı şeyleri yüksek sesle söylemeyi reddedenler, toplumun eseri olan bireysel varlıklarını, tam da düzeltilmesi gereken bir deformasyon olarak göstermeye çalıştıkları bu tarihsel radikalliğe borçlular.

Devrimin, kurtuluşla gelen yeni gerçekliklerin anası olduğunu reddediyorlar. Kendileri onlardan bir kez faydalandılar ya, onlardan sonrası tufan. 

Yani herkes ılımlı politika savunucusu ya da sözüm ona uzlaşma yanlısı cumhuriyetin kurtarıcısı olarak sahneye çıkıyor. Sanki eğer bu seçenekler hayata geçirilseydi, kendilerinin hayata gelmek için en ufak bir şansları olacakmış gibi. 

Düzenbazlığı bırakın. Küba herkesin, sıradan insanların Kübası’dır, sıradan insanların Kübası ise Devrimde sosyalizmi kuran Küba’dır.

Ernesto Estévez Rams

24 Ekim 2022

Granma

(1)Küba’nın ulusal kurtuluş kahramanı Jose Marti’nin “Önder” anlamına gelen unvanıdır.

                                                                        /././

Küba kültürü kendini her an aşar (21/01/2024)

"Meşale daima yaratıda oldu, o meşaleyi izlemeliyiz; bedel ödesek de pahalı ve para eden şeylerin manalı, insani ve adil olandan üstün görüldüğü bir dünyada modası geçmiş görünsek de bunu yapmalıyız."

Küba kültürü aynı zamanda yoksullara, dışlananlara, daha önce baleden anlamazken, bugün eleştirmen hatta dansçı olabilen insanlara duyulan o inanç eylemidir.

Yaratma eylemini gerçekleştiren bizler için Küba kültürü her zaman susuzluğumuzu giderdiğimiz bir vaha olacaktır. Kimilerinin çizdiği kasvetli manzaranın tersine, toprakları her yetenekli insanın kendini geliştirebilmesi için elverişlidir. Çünkü yasalar ve kurumlar kültürün artık seçkinlere değil, kamuya ait bir varlık olması gerektiği düşünülerek oluşturulmuştur. Bu durum, sanatın artık talepkâr olmadığı, bize meydan okumadığı, eleştirmeyi ve sorgulamayı bıraktığı anlamına mı geliyor? Hayır, Küba’nın sanat dünyası, anın çok ötesine geçen ve entelektüel derinlikleri sayesinde sınırları aşan önermeler bakımından hep üretken olmuştur. Kendisini kuranlara yetişmek gibi zorlu bir görevi olan ehil öncülere güvenmesi boşuna değildir. Bu anlamda 20 Ekim sadece bir anma günü değil, her yıl yaratıcıların ellerinden çıkan ve ulusun mirasını zenginleştiren eserlerde, yapıtlarda somutlaşan bir tarihtir.

Küba, eserlerini yeni doğmakta olan bir vatanla beraber üretme cesareti gösteren bu yaratıcılarla ilerlemektedir. Her 20 Ekim'de tarihi olayları hatırlamak bir alışkanlığa dönüşüyor; fakat aslında tarih gündeliktir, her an üretilir ve gösterişli olmak zorunda değildir. Lezama'nın şiirlerinden oluşan bir dinletiyle, okuma yazmayı yeni öğrenen bir ilkokul çocuğunun elinden çıkan bir resim aynı şey midir? Her ikisi de bir yaratım olayıdır ve içinde yöntemlerin, stillerin, amaçların tanımlandığı yetenek sürecinin panoramasını oluşturur. Küba, tepeden aşağı, en sıradan insandan en gelişkin entelektüele kadar nasıl sesleneceğini hep bildi. Toplumumuzun bu kapsayıcı doğası bizi büyük ustaların projelerini bile kendimize aitmiş gibi hissettiğimiz bir sevgi topluluğuna dönüştürüyor. Bu nedenle sanat kamusal bir varlık, ortak bir alandır; hayal ile gerçeklik, ütopya ile başardıklarımız arasındaki sıkı mücadeledir. 

Küba kültürünün karanlık tarafları da var, elbette var; bunlar bir dönem belli sanatçılarla yaşanan yanlış anlaşılmalardan kaynaklandı. Tarihte biriken gerçekler bugün çıkardığımız derslerin çerçevesini oluşturuyor. Sert ama esnek olmak gerek, yaratıcı olmak gerek, yeniliklere ve ezber bozan dillere daima açık olmak gerek. Öncülük tam da bu nedenle, mirasın katılaşıp dinamizmini kaybetmesine izin vermemek için gerekli. 1920’lerde kendilerine “Azınlık Grubu” adını veren aydın çevresini oluşturan isimlerden biri olan Alejandro García Caturla, bu yüzden “güve yeniği olmuş ruhları uyandırmak” gerektiğini söylemişti, bestelediği en ilginç parçalardan birine de bu adı verdi. Bu çatlak ses, yenilikten ve kural tanımazlıktan duyulan bu keyif Küba kültüründe bir şekilde hep var olacak, çünkü bizim özümüz tam da bu. At üzerinde bir yurtseverlik şiiri yazmak, Paradiso gibi bir roman yazmak, Caturla'nınki gibi besteler yapmak üretimlerimizin kilometre taşlarından bazılarını oluşturur; bizi insanlaştıran ve ayağa kaldıran kıvılcımlardır bunlar. Ama sadelikte de bir güzellik vardır; nehirleri aşıp bir ormanın kuytusunda onu bekleyen öğrencileriyle buluşan sanat öğretmeninde, Martí'nin şiirlerinden bestelenen şarkıları seslendiren bir çocuk korosunda, hepimizin savunmak istediği gökyüzünün maviliğiyle süslenmiş sabahlarda… Ulusal kültür asla acılara gark olan bir ruh değildir, tersine bize en iyi çehreleri gösteren mutlu ve doygun bir ruhtur.

Kültür en ufak jestlerdedir; ama aynı zamanda büyük ve muazzam çaplı kitleleri kapsama uğraşında kendini gösterir. Bu nedenle her zaman devlet tarafından desteklenmeli, asla piyasaya kendini pazarlamak zorunda bırakılmamalıdır. Neyin değerli olduğunu satış rakamları değil, eserin kendisi, estetik ölçütler ve adil eleştiri belirler. Her şeyi kâr hesabına bırakmak, önceliği olanların zarar görmesine ve bizi en çok temsil eden, kural tanımazlıklarıyla bizi manevi ölümden kurtaran yaratıcıların sesinin kısılmasına neden olabilir. Kıtanın en iyi romanlarından birini yazan Carpentier bir asiydi; Soler Puig de öyle, Antonia Eiris de zamanında öyleydi; bir dönemin kapanıp yenisinin açılmasını sağlayan tüm o söylemler, ortak bir doku oluşturana kadar yavaş yavaş kaynaştılar. Bugün bunu konuşmak kolay gibi görünse de süreçler işlerken her şey zor, gerçekleştirilemez, geleceği yok gibi görünür. Küba kültürü aynı zamanda yoksullara, dışlananlara, daha önce baleden anlamazken, bugün eleştirmen hatta dansçı olabilen insanlara duyulan o inanç eylemidir. Bunu kaybetmek bizi daha az insan ve daha az Kübalı yapar. Kültürümüzü gözümüz gibi korumalıyız çünkü onun sayesinde daha uzağı görürüz, keşmekeşin ortasında kaybolmayız; biz biziz ve başka söylemlerin bizi boğmasına izin vermeyiz. 

Ve o kültür bir inanç eylemi olarak bizi besler, soframıza ekmek getirir; çünkü köylülerin hayatlarında, söylemlerinde ve yaşantısında da mevcuttur. Onelio Jorge Cardoso'nun eserlerinde ele aldığı gibi, Küba’nın varoluşu, ruhlara inanılan, ezgilerin söylendiği, mısraların okunduğu ve tohumların ekildiği kırsaldaki o sade anlarla bağlantılıdır. Hiçbir şey bize yabancı değildir, hiçbir şey dışarıda kalmaz, tersine içimizde yaşar, içimize işler ve besleyici bir yaşam kaynağı olur.

Biz farklılıklarla ve çatışmalarla, çarpışmalarla ve yurtseverlikle örgütlenmiş tek bir ulusuz. Bize Avrupalı şamdanlardan yayılan ışığın ötesinde bir ışık, bir aydınlanma, bir gelecek hak ettiğimizi söyleyen görkemli bağımsızlığımızı, kültürel dokumuza borçluyuz. 

Meşale daima yaratıda oldu, o meşaleyi izlemeliyiz; bedel ödesek de, pahalı ve para eden şeylerin manalı, insani ve adil olandan üstün görüldüğü bir dünyada modası geçmiş görünsek de bunu yapmalıyız.

Bu kültür 1940'ta katledilen Caturla’dır, ama aynı zamanda doğduğu Remedios kasabasında kasaba halkı ve Maria Antonieta Henríquez tarafından 1970’lerde açılan müzeyle yaşatılmasıdır; Machado rejimi tarafından hapse atılan Carpentier’in daha sonra Cervantes Ödülü'ne layık görülerek tüm dünyada tanınmasıdır. Bizi biz yapan yenilgilerimiz ve başarılarımız, karanlık ve aydınlık anlarımız, yaptıklarımız ve yapamadıklarımızdır.

Küba Kültür Günü hem bir anma hem bir efsanenin hayata geçmesidir; bizi sanatın fırça darbeleriyle tanımlayan ve hiçbir şeyin boşa olmadığının bir göstergesi olarak bize en iyi yorumcuları taşıyan bir hayaldir. O yol, o maneviyat bize tanıdıktır; onu yılda sadece bir günlüğüne değil gündelik yaşamda her an hissederiz.

Kültür bizi aşar, ama burada ve şimdi yaşar.

MAURİCİO ESCUELA OROZCO 20 Ekim 2022
Cubahor

                                                         /././


Raul Castro: Bu zorluklardan da hep yaptığımız gibi çıkacağız, savaşarak!

"Tarih bize teslimiyet ve bozgunculuğun nerelere götürdüğünü defalarca gösterdi. Kendimizi direnişle sınırlamayalım. Bu zorluklardan da hep yaptığımız gibi çıkacağız; savaşarak!"

Küba Devrimi’nin 65. yıldönümünde Raul Castro tarafından yapılan konuşma Küba Gerçeği tarafından Türkçe çevirisiyle yayımlandı.

Raul Castro'nun Santiago de Cuba şehrinde Céspedes Meydanı'nda yaptığı konuşmanın metnini soL okurları için paylaşıyoruz:

"Yurttaşlar,

Sosyalist devrimimizin zaferinin 65. yıldönümüne ulaşmış bulunuyoruz. Bu noktaya ulaşmak için pek çok zorlukla yüzleşmek zorunda kaldık; ancak buna değdi, zorlukların ortasında bile Devrimin çalışmaları ve sosyal fetihleri bunu doğruluyor.

Bu tarihi anma töreninde Kübalıların ilk aklına gelen Fidel olmuştur; özellikle de burada, onun ölümsüz naaşına değer veren kahraman Santiago de Cuba şehrinde. Ve aynı zamanda anavatanın bağımsızlığını elde etmek ve korumak gibi asil bir amaç uğruna şehit düşenler…

Fidel'in 1 Ocak 1959’da devrimin zaferini ilan ettiği yerde toplanmış bulunuyoruz; o devrim ki 10 Ekim 1868’de Anavatanın Babası Carlos Manuel de Céspedes tarafından başlatıldı ve o zamandan bugüne dek Küba’da gerçekleşen yegâne devrim oldu.

Tarihin cilvesine bakın ki, o zamanlar yeni doğmakta olan Yankee imparatorluğu Küba’nın askeri işgalini 1 Ocak 1899’da tamamladı ve bu sayede adamız üzerinde 60 yıl boyunca tam hakimiyet sürdü.

İşgalcinin o günlerdeki en utanç verici ve çirkin eylemlerinden biri, Tümgeneral Calixto García komutasındaki Kurtuluş Ordusu birliklerinin şehre girişini engellemekti; bu eylemleri olmasaydı İspanyolların bu kibirli ama hayli beceriksiz işgalcileri her bakımdan yenilgiye uğratacaklarına hiç şüphe yoktu. Bu nedenle Fidel, Santiago kapılarındayken Radio Rebelde’de yaptığı konuşmada "Bu kez mambiler Santiago de Cuba'ya girecek [...] 1895’te olanlar tekrarlanmayacak" dedi.

O unutulmaz 1 Ocak 1959 gecesini hatırlıyorum. Pek çok kişinin bildiği gibi, Başkumandan’ın kararıyla, bu şehirdeki yaklaşık 5.000 askerden oluşan Moncada Kışlası garnizonunun ve Donanma kuvvetlerinin teslim olma sürecini takviye etme göreviyle saatler önce Santiago’ya gelmiştim ve bu meydanı dolduran kalabalığın içindekilerden biriydim.

Fidel beni görünce kürsüye çıkmamı ve orada bulunanlara hitaben konuşmamı emretti; ben de kayıtlara geçmemiş kısa birkaç kelam etmekle yetindim; ama bunun bir önemi yok. Ama o gün bizi uyaran Fidel'in sözleri büyük önem taşıyor: “Devrim şimdi başlıyor; Devrim kolay bir iş olmayacak, Devrim zor ve tehlikelerle dolu bir girişim olacak”. Sekiz gün sonra, başkente muzaffer girişi esnasında söylediği şu sözlerle ısrarını sürdürdü: “Sevincimiz muazzam. Ama daha yapılacak çok şey var. Gelecekte her şeyin kolay olacağını zannederek kendimizi kandırmayalım; belki de gelecekte her şey daha zor olacak” dedi.

Başarıları gözümüzde büyütmememiz ve en zor seçenekle yüzleşmeye hazırlanmamız için yaptığı erken bir uyarıydı bu ve hayat onun ne kadar haklı olduğunu gösterdi. Kat ettiğimiz yol kolay olmadı; Devrimimizi yok etmek ve herkese eşit fırsatlar sunan adil ve insancıl bir toplum inşa etmenin mümkün olduğuna dair diğer halklara ilham veren bu örneği ortadan kaldırmak için gerçekleştirdiği başarısız girişimler boyunca askeri istilaya, terörizme ve dünya uluslarının ezici çoğunluğu tarafından kınanan acımasız ve zalim bir ablukaya bile başvuran düşmanın sürekli ve sapkın saldırganlığını göğüslemek zorunda kaldık.

Birleşik Devletler Hükümeti'nin daimî düşmanlık ve abluka politikası, ekonomimizin içinde bulunduğu zorlukların başlıca nedenidir. Düşman bunu gizlemek için milyonlarca dolar dökse de, çok büyük çabalar sarf etse de bu gerçeklikten şüpheniz olmasın. Çıkarları için ya da sadece hizmetkâr ruhuyla kendi vatanlarına karşı hareket eden bazı kişiler düşmanı destekliyorlar. Bazıları ise onun yalanlarla bezenmiş yanlış yönlendirilmelerine teslim oluyor ve günlük zorluklardan bunalmış olmanın da etkisiyle bir ölçüde bilinçsizce oyuna katılıyorlar. Bu sonunculara karşı sabrımızı yitirmemeli, onları dinlemeli, bizden yana olan gerçeğin güçlü silahıyla onları ikna edene kadar açıklama yapmalıyız.

Bu söylediklerim hiçbir şekilde eksiklik ve hatalarımızın farkında olmadığımız anlamına gelmiyor, ki bu eksiklik ve hatalar hiçbir zaman ilkesel düzeyde olmamıştır. Bu 65 yıl boyunca devrimci liderliğin temel niteliği, eksiklikleri ancak birlikte ortadan kaldırabileceğimiz bilinciyle halkla tartışırken sergilediği şeffaflık ve özeleştiri ruhu olmuştur.

Yoksul ve sürekli saldırıya maruz kalan bir ülkede sosyalizmi inşa etmenin bilinmezliklerle dolu yolunda yürürken kendi yapıp eyleme yöntemlerimizi yaratmak zorunda kaldık; bu, Küba’daki devrim sürecinin her zaman muazzam bir yaratıcı kapasiteye sahip olduğunun da kanıtıdır.

Bugün sağlıklı bir gururla söyleyebiliriz ki ne dış saldırılar ne doğanın vurduğu darbeler ne de kendi hatalarımız devrimin bugünkü 65. yıldönümüne ulaşmamızı engelleyemedi. İşte buradayız ve burada olacağız! 

Bu her şeyden önce kahraman halkımızın artık kanıtlanmış direnci ve özgüveni sayesinde; Küba Devrimi'nin Başkumandanı Fidel Castro Ruz’un bilge liderliği sayesinde; halkın liderlerine duyduğu güvene layık bir mirasçı haline gelen partinin varlığı sayesinde ve ulusun birliği sayesinde mümkün oldu.

Yoldaş Díaz-Canel birkaç dakika önce yaptığı konuşmada Kübalıların bu 65 yıl boyunca yaşadığı, Moncada’nın, Granma’nın, Sierra’da ve ovalarda verilen mücadelenin zorlu ve unutulmaz anlarından gerçek zaferin elde edilmesine uzanan o destanı ele alırken işte bu özelliğimize atıfta bulunuyordu.

Zorluklar ve tehlikeler ne kadar büyükse, çaba, disiplin ve birlik o kadar gereklidir. O ya da bu şekilde elde edilen bir birlik değil, Fidel’in 22 Ocak 2008 tarihli yazısında çok yerinde bir şekilde tanımladığı ilkelere dayanan bir birlik: “Birlik mücadeleyi, riskleri, fedakarlıkları, tartışma ve analiz yoluyla ulaşılan hedefleri, fikirleri, kavramları ve stratejileri paylaşmak demektir. Birlik, devrimci bir militanla hiçbir alakası olmayan ilhakçılara, satılmışlara ve yozlaşmışlara karşı ortak mücadele anlamına gelir”. Ve bunlara bir başka temel fikri daha ekledi: “Devasa taktik düşünceler denizinde stratejik çizgileri sulandırmaktan ve var olmayan durumları hayal etmekten kaçınmalıyız”.

İşte bizim birliğimiz böyle bir şey. Bu birlik sihirle ortaya çıkmadı; onu sabırla, tuğla tuğla örerek birlikte inşa ettik. Küba Devrimi'nde her samimi yurtsevere yer oldu; tek koşul, adaletsizlik ve baskıya karşı koymaya, halkın iyiliği için çalışmaya ve onun kazanımlarını savunmaya hazır durumda olmaktı.

Partimiz bu düşünce ve eylem ocağında şekillendi; otoriterlikten ve dayatmalardan uzak durarak, farklı fikirleri dinleyip tartışarak ve ortak çabanın parçası olmak isteyen herkese katılım hakkı tanıyarak. Alçakgönüllülük, dürüstlük, gerçeğe bağlılık, sadakat ve adanmışlık kilit önemde oldu. Direnme ve kazanma yeteneğimiz sosyalizme ve onun eserlerine, birliğe ve devrimci ideolojiye dayanıyor.

Birlik bizim ana stratejik silahımız; bu küçük adanın her zorluktan zaferle çıkmasını sağlayan o oldu; Marti’nin “vatan insanlıktır” düsturunu sahiplenen halkımızın enternasyonalist duruşunun ve dünyanın başka topraklarında gösterdiği hünerlerin arkasında o var. Birliğimizi gözümüzden bile çok sakınalım! Bunun böyle olacağından hiç şüphem yok. Mücadeleci gençliğimiz Pinos Nuevos’un bunu güvence altına alacağına inancım tam.

Parti, hükümet, kitle örgütleri ve tüm halkımızın oluşturduğu birlik ve bunun bir parçası olan Devrimci Silahlı Kuvvetler’in ve İçişleri Bakanlığı’nın savaşçıları, düşmanın sistematik yalan üretiminden terörizme uzanan tüm yıkıcı planlarını bir kez daha çökertecek olan kalkandır.

Bugün memnuniyetle söyleyebilirim ki, Küba Devrimi 65 yıl sonra zayıflamak bir yana, daha da güçleniyor; üstelik on yıl önce yine böyle bir günde ve tam da bu yerde söylediğim gibi, halktan başka hiç kimseye verecek hiçbir hesabı olmadan… 

Yoldaşlar,

Bugün partimizde, hükümetimizde ve en üst düzey görevlerde bulunanlardan tabanda mücadelenin ön saflarında yer alan on binlerce öncüye kadar toplumumuzun diğer örgüt ve kurumlarında liderlik sorumluluğunu üstlenenlere duyduğum güveni ifade ederken devrimi gerçekleştiren tarihsel neslin duygularını ifade ettiğimi biliyorum. Onların çok büyük çoğunluğu en zor koşullarda eylemleriyle mevcut zorlukların üstesinden gelmek ve halkımızla birlikte ilerlemek için gereken devrimci kararlılığı ve iradeyi gösteriyor.

Kapasite yetersizliği, donanımsızlık ya da sadece yorgunluk nedeniyle bile olsa o anın gerektirdiği görevi yerine getiremeyecek olanlar, yerlerini görevi üstlenmeye istekli başka yoldaşlarımıza bırakmalıdır.

Tüm kadrolarımızı, bunca ihtiyacın ortasında bile yurttaşlarımızın güvenini ve örnek gösterilecek desteğini haklı çıkarmak için daha fazla ne yapılabileceği konusunda her gün düşünmeye, ne naiflik ne de zafer sarhoşluğu göstermemeye, bürokratik yanıtlar vermekten, rutine teslim olma ve duyarsızlığın her türlü tezahüründen kaçınmaya, gökten bir şey yağacağını hayal etmeden elimizdekilerle gerçekçi çözümler bulmaya çağırıyorum. Aynı şekilde, onca görevin ve günlük zorlukların arasında kendinizi geliştirmek için zaman bulun; bilgi her zaman önemli bir silah olmuştur, günümüzde daha da fazla öyle.

Mevcut zorluk ve güçlükler büyük olabilir; ama devrimin ortaya çıkardığı eserler daha da büyük. Düşmanın rezilliklerine karşı en iyi ve en kesin savunmayı onlar oluşturuyor; bu eserler Küba'nın her köşesinde hem maddi hem de manevi olarak kendini hissettiriyor.

Devrim Küba’ya ve Kübalılara onur kazandırdı. Siyaset elit bir kesimin tımarhanesi olmaktan çıkıp bütün bir halk kendi kaderinin öznesi haline geldiğinde iktidar kavramı da yeni bir boyut kazandı. İşte bu nedenle yoksulların devrimini, yoksullar tarafından ve yoksullar için yapılan bu devrimi savunmak ve ileriye taşımak zorundayız.

Tarih bize teslimiyet ve bozgunculuğun nerelere götürdüğünü defalarca gösterdi. Kendimizi direnişle sınırlamayalım. Bu zorluklardan da hep yaptığımız gibi çıkacağız; savaşarak! Baraguá'nın, Moncada'nın, Granma'nın, Girón'un kararlılığıyla ve Başkumandan tarafından bize aşılanan sarsılmaz inançlarla…

Bugün bu daha çok çalışmak ve en önemlisi de işimizi iyi yapmak anlamına geliyor. Anavatanın şanlı tarihine olan bağlılığımızı, şehitlere olan hürmetimizi göstermenin en iyi yolu budur.

Başbakan yoldaş Manuel Marrero'nun birkaç gün önce Halk İktidarı Ulusal Meclisi’nde çok net bir şekilde açıkladığı gibi, içinde bulunduğumuz karmaşık ve ertelenmesi mümkün olmayan ekonomik savaşta mevcut durumdan çıkmamızı ve gelişmemizi sağlayacak koşulları yaratabilmemiz için bazı fedakarlıklar gerektirse bile üretkenlik, düzen ve verimlilikte ilerlememiz zorunlu.

Bu zorluklara bir yanıt bulmak tüm Kübalı devrimcilerin kaçınılmaz görevi. Böylesi önemli bir günde tüm halkımıza, anavatanın ihtiyaç duyduğu bu ortak çabaya hep alışkın olduğumuz üzere bilinç ve sorumlulukla katılması çağrısında bulunuyorum.

Emin olduğum ve 1 Ağustos 2010 tarihinde Küba Parlamentosu’nda dile getirdiğim bir şeyi burada tekrarlamak istiyorum: “Zorluklar biz Kübalı devrimcilerin geceleri uykusunu kaçırmaz; bizim bildiğimiz tek yol iyimserlikle ve zafere olan sarsılmaz inancımızla mücadeleye devam etmektir”.

Devrimin sadık ve emin koruyucuları olan Devrimci Silahlı Kuvvetler ve İçişleri Bakanlığı bu yüce çabaya kararlılıkla katılacaktır. Şunu kesinkes teyit edebilirim ki, dün eğer İsyancı Ordu’nun muzaffer kollarından özgür, güzel, güçlü ve yenilmez yeni vatan doğduysa, bugün [Devrimci Silahlı Kuvvetler’in ve İçişleri Bakanlığı’nın] savaşçıları da herhangi bir tehdit ya da zayıflık karşısında parti ile birlikte devrimin can damarı olmaya devam etmekten imtina etmeyecektir. 

Değerli yurttaşlar,

Başkumandanın otuz yıl önce Küba Devrim Savaşçıları Derneği’nin kuruluşunda yayınladığı mesajda belirttiği gibi: “... Devrimde kuşaklar arası çelişkilerin olmamasının basit bir nedeni var: Çünkü devrimin evlatları arasında iktidar kıskançlığı veya iktidar hırsı olmaz.”

“Biz eski savaşçıların hiçbiri mevkilere yapışıp kalmıyor, ona hizmet ettiğimiz için kendimizi vatanın alacaklısı olarak görmüyoruz; biz gücümüz yettiği sürece, ne kadar mütevazı olursa olsun, bize verilen görevde olacağız”. 

Fidel'in sözleri böyle; bugün söylenmiş gibi gibiler.

Böylesine önemli bir günde şunu teyit edebilirim: Bizim en büyük gurur ve mutluluk kaynağımız her türlü sevinç, öfke ya da üzüntü anında Fidel'in yanında yer almış olmak; ondan birliğin tayin edici önemini, düşmanlarımızın önümüze koyduğu engeller ne kadar aşılmaz, karşımıza çıkan tehlikeler ne kadar büyük görünürse görünsün sağduyumuzu ve zafere olan inancımızı kaybetmemeyi, her türlü olumsuzluktan ders çıkararak onu zafere dönüştürecek gücü ortaya koymayı öğrenmiş olmak.

Onun öğretilerine ve yarattığı örneğe sadakatle, işte buradayız! Kahraman Santiago de Cuba'dan tekrar ilan ediyoruz: Bir sıra neferi olarak halkla birlikte, düşmana ve kendi hatalarımıza karşı ayağımız üzengide, palalarımızı kuşanmaya hazırız. Bu topraklarda şu mambi haykırışları daima yankılanacak:

Yaşasın Özgür Küba!

1 Ocak 2024, Santiago de Cuba"

                                                               /././

Küba: Devrimin sporunu neden savunmalı? (12/10/2023)

Mesele sporun politikleştirilmesi değil; mesele Küba’da sporun, doğal yetenek ve kalıtımın ötesinde, 1959’dan itibaren geliştirilen politikaların ürünü olduğunun anlaşılmasıdır.

“Bir Kübalının ringde neden ‘vatan yahut ölüm’ dediğini, madalyaların neden Fidel’e adandığını veyahut da mütevazı bir köyden gelen bir babanın evladının madalyalarını neden müteşekkir bir şekilde Kumandanın fotoğrafının yanına astığını merak ettiğinizde…”

Pandeminin olanca koşuşturmacası ve uykusuz geçen gecelerinin ortasında Olimpiyat Oyunları gelip çattı ve hem Küba’ya hem de dünyaya biraz da olsa ışık saçtı. Yine de birçokları sporcularımızın devrimden bahsetmesini veya mutlulukları esnasında madalyalarını Fidel’e adamalarını anlamıyor, hatta kınıyor. Bazıları “ödlekler” diyor sporcularımıza, başkaları daha beter şeyler, ama en çok da spor alanında siyasetten bahsedilmesini eleştiriyorlar (elbette kendileri arada bir ringlerde ‘Vatan yahut Yaşam’1 diye bağırarak politikaya başvurmaktan çekinmiyorlar).

“Ancak dürüst olmak gerekirse, bunca şeyin arasında, Mijaín Lópes’in babasının neden oğlunun madalyalarını asmak için Fidel’in resmini seçtiğini anlamak için en azından birazcık çaba harcamamız gerekiyor. Kübalı olmaktan gururluyuz elbette ama bu arada Latin Amerikalı da olduğumuzu, Küba’da sporun devrimden önceki tarihinin -özellikle de 20’inci yüzyıldan itibaren- sıradan bir Latin Amerika ülkesinin tarihi olduğunu çoğunlukla unutuyoruz.”

Küba devrimin başarıya ulaşmasından evvel yedi tane olimpiyata katıldı (1960 Oyunları dahil) ve bu olimpiyatlarda toplam yalnızda 12 madalya kazandı. Bunlardan beşi altındı ve tümü de eskrim dalındaydı (eskrim gibi bir sporu yapma imkanına kimlerin sahip olduğunu söylemeye sanıyorum gerek yok). Küba bu yedi olimpiyatın yalnızca üçünde madalya kazandı (1900, 1904 ve 1948). 1900’de Ramón Fonst’un adaya ve Latin Amerika’ya ilk iki madalyayı kazandırmasıyla Küba iyi bir açılış yaptı. Sonraki oyunda Küba dokuz madalya kazandı, ki bu sayı mevzubahis yedi oyunda elde edilen en yüksek madalya sayısıydı.

Bu ödüller de aynı şekilde tamamen eskrimden geldi (dört atlet kazandı bunları; ancak ilginç bilgidir, bu dördünün yalnızca ikisi Kübalı, diğer ikisi ABD’liydi). 1948’e kadar Küba bir daha olimpiyat podyumuna çıkmayı başaramadı; bu yıl, yelken dalında yarışan bir baba-oğul, pek de elitist olmayan yıldız kategorisinde getirdiler madalyayı (oyunlara kendi yatlarını ve her şeylerini kendileri kiralayarak gitmişlerdi).

Sonuçta 60 yılda Küba yalnızca iki spor dalında madalya kazandı; ikisi de gördüğünüz gibi pek “halka ait” dallardı: eskrim ve yelken. 1960’a kadar Küba’yı olimpiyatlarda yalnızca 124 atlet temsil etmişti. Madalya kazananların tümü beyaz sporculardı ve hiçbiri başkent dışından değildi (dört Havanalı ve Küba adına yarışan iki ABD’li). Yani 1960 yılına kadar, Küba sporunu temsil eden ABD’lilerin sayısı, ülkenin orta ve doğusundan gelenlerden fazlaydı.

1964 Tokyo Oyunları’ndan 2020 Tokyo Oyunları’na kadar Küba toplam 13 olimpiyata katıldı ve sonuncusu henüz tamamlanmamış olduğu halde 82’si altın, 225 madalya kazandı. Bu sürede Küba’yı 1820 atlet temsil etti (hesaplayalım, 1820-124=?); bu sporcular atletizm, basketbol, beyzbol, boks, bisiklet, eskrim, halter, güreş, yüzme, kano, atıcılık, tekvando, yelken, voleybol ve judo dallarında podyuma çıktılar. Küba, 1904’ten sonraki ilk altın madalyasını 1972 yılında devrimin yetiştirdiği sporcu kuşağıyla kazandı.

“Evet, Küba’nın yeniden zirveye ulaşabilmesi için 68 yıl geçmesi gerekti; o günden bu yana tüm olimpiyat oyunlarında en az üç altın madalya kazanıldı. Kadın sporcuların ilk madalyası için de devrimi beklemek gerekti; 1968’de dört Kübalı kadın 4x100 metre bayrak yarışında gümüş madalyayı kazandı.”

Küba, bahsi geçen 13 oyunun hepsinde madalya kazandı; 1976’dan beri gerçekleşen olimpiyat oyunlarının her birinde en az on madalya kazandı. Bunu daha önceki olimpiyatların hiçbirinde başaramamıştı. Dahası, 1992 Barcelona Oyunları’nda Küba rekor kırarak 14’ü altın olmak üzere toplam 31 madalya elde etti. Bu sonuçla tüm ülkeler arasında beşinci oldu; yalnızca eski Sovyetler Birliği’nin birleşik ekibi, ABD, Almanya ve Çin gibi güçlü ekiplerin gerisinde kaldı.

Bu sonuçlar sayesinde Küba, İspanyolca konuşulan ülkeler arasında en fazla madalya kazanan ülke konumunda (evet, İspanya dahil). Yalnızca altın madalyalar düşünülürse, ada bu açıdan da birinciliğini koruyor; Küba kendisinden sonra gelen sekiz Latin Amerika ülkesinin toplamından daha fazla altın madalyaya sahip (Brezilya, Arjantin, Meksika ve diğer beş Latin Amerika ülkesinin altın madalyalarının TOPLAMINDAN söz ediyoruz). Aslına bakılırsa, bu listede üçüncü sırada bulunan Arjantin’in toplam madalya sayısı (75) Küba’nın altın madalya sayısından (82) daha az. Bugün Küba, olimpiyat tarihinin en başarılı on altıncı ülkesi konumunda.

Bu soğuk rakamların yanına Juantorena, Ana Fidelia, Iván Pedroso, Sotomayor, Savón, Stevenson, Karayip Esmerleri (ki aralarından Regla Torres, 20’nci asrın en iyi voleybolcusu), ve elbette Latin Amerika’nın aynı dalda dört altın madalya kazanmış tek sporcusu olan, 2004’ten beri namağlup olimpiyat şampiyonu Mijaín López’in isimlerini eklemek gerek.

“Sadece bu son oyunlarda Küba, devrimden önce kazandığı toplam madalyadan daha fazlasını kazandı. Dahası, Tokyo 2020’deki Küba delegasyonundaki madalya sahipleri sekiz farklı ilden, altın madalya sahipleri beş farklı ilden geliyor. Devrimden önceki tablonun tam aksine bu gençlerin yalnızca biri Havana’dan, o da mütevazı mahalle Güinera’dan.”

Bu yazıyı devrim öncesi olimpiyat hikayeleri arasında halkın hafızasına en fazla kazınmış olanı anmadan bitirmek olmaz. Félix “Andarín” Carvajal, eskrimci ve yelkenci hemşehrilerinin aksine olimpiyatlara beş parasız gitmişti. Çok yoksul bir ailenin oğlu olarak 14 yaşından itibaren maratona ilgi duymuştu. Okuma yazmayı yetişkinlikte öğrendi; 29 yaşında hayalleriyle birlikte San Luis’e geldi. INDER2 gibi bir kurum vasıtasıyla değil, Küba’da para toplayarak gerçekleştirdi yolculuğunu.

Finansman konusunda önce Estrada Palma’dan3 yardım istedi ama reddedildi. Bu yüzden köy köy gezip gösteriler yaparak para topladı ve bu paralarla New Orleans’a varmayı başardı. Oradan San Luis’e yürüyerek gitmek zorunda kaldı; yürüyüşü on günden uzun sürdü. San Luis’e yarıştan kısa süre önce varmasına rağmen yarışta uzun süre liderliği korudu (ki, ayağında botlar ve yarıştan hemen önce pantolondan kestiği bir şortla koşuyordu).

Ancak olimpiyat arzusundan daha güçlü bir şey vardı: açlık. Yol üstünde birkaç elma ağacı gördü; elmaların açlıktan bayılmasını engelleyeceğini düşünmüştü ama elmalar midesini bozdu. Bu yüzden Andarín birkaç kez yarışa ara verip tuvalete gitmek zorunda kaldı; bu yüzden ancak dördüncü olabildi. Bu makalenin yazarı olarak, yelkencilerin ve eskrimcilerin benzer zorluklardan geçmediklerine kalıbımı basarım.

“Bir Kübalının ringde neden ‘vatan yahut ölüm’ dediğini, madalyaların neden Fidel’e adandığını veyahut da mütevazı bir köyden gelen bir babanın evladının madalyalarını neden müteşekkir bir şekilde Kumandanın fotoğrafının yanına astığını merak ettiğinizde bu verileri getirin aklınıza. Mesele sporun politikleştirilmesi değil; mesele Küba’da sporun, doğal yetenek ve kalıtımın ötesinde, 1959’dan itibaren geliştirilen politikaların ürünü olduğunun anlaşılmasıdır. Tarihini bilmeyenler onu tekrarlamaya mahkûm olurlar; Küba’yı temsil eden Amerikalılar olma arzusundakilerin sonlarının bazen Andarín’inki gibi olduğu unutulmamalıdır.

Ivette González Salanueva
7 Ağustos 2021, Lo Que Somos


Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 25 OCAK 2024 -

 

Soylu’ya gol atan karar (Barış Terkoğlu)

Yendim sanıyorsun. Ama zorbalıkla kazanılan zaferden hayır gelmiyor.

Boğazda balık sezonu gibi... Terör sezonu başladı. Her seçim döneminde olduğu gibi, ortalık “sensin terörist” nidalarından geçilmiyor.

Kuşkusuz işin mucidi Süleyman Soylu’ydu. İçişleri Bakanlığı’nın resmi sayfasını açtım. “505 kişi İmamoğlu döneminde alınmış ve bunların bizatihi işe girmelerinde engel durum söz konusu, bu kadar açık ve net” sözleri halen bakanlık sayfasında duruyordu. Soylu, “Dağda terörist olarak bulunanları, devlete ve kamuya girmesi mümkün olmayan kişileri...” diye bildiğiniz sözleriyle devam ediyordu.

Elbette Soylu rüyasını anlatmıyordu. Kastettiği, İBB’de çalışan binlerce kişi içinde, sabıka kaydı temiz olsa dahi, geçmişte yargılaması olanlar ya da hakkında istihbari iddialar bulunanlardı.

Çok değil, iki ay sonra seçim olurken ne yapıyor acaba o “teröristler” dedim. Soylu’dan sonra bir şeyler değişmiş mi diye merak ettim.

ARŞİV ARAŞTIRMASI MAHKEMELİK

Biz dün ne yediğimizi unuturken önümdeki mahkeme kararı soruma yanıt vermiş.

Şöyle anlatayım.

Ş.B. isimli vatandaş İBB iştiraki olan İsper AŞ’ye iş başvurusunda bulunmuş. Hani “Su saatlerini teröristler okuyacak” deniyordu ya, öyle değil. Sosyal tesislerdeki garsonluk ilanına başvurmuş.

Her şey de iyi gitmiş. 1 Kasım 2022’de girdiği mülakatı da geçmiş. 29 Kasım’da kendisinden istenen evrakları da teslim etmiş. İş sözleşmesi imzalanmış. Hekim muayenesine bile girip, sağlam raporu almış. Kendisine 24 Aralık’ta işe başlayacağı söylenmiş. İşsizlikten kurtuldum diye seviniyormuş.

Derken...

İçişleri Bakanlığı kaynaklı “güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması” olumsuz sonuçlanmış. Soylu ile daha önce yaşananlar nedeniyle yoğurdu üfleyerek yiyen İBB bürokratları, 9 Aralık 2022’de Ş.B’ye, “Güvenlikten geçemedin” diyerek işe alınmadığını bildirmiş.

Herkes arkasını dönüp gider ya...

Ş.B. öyle yapmamış. Hakkını aramaya karar vermiş. Bunun için mahkemeye gitmiş. “İşe giriyordum ama güvenlik soruşturmam olumsuz çıktı, işe alınmamam açıkça hukuka aykırı” iddiasında bulunmuş. Mahkemeye, “Herhangi bir terör örgütü ile ilişkim ve ilgim yoktur, bu anlamda aldığım hiçbir ceza da bulunmamaktadır” demiş.

‘İŞE AL’ DEDİ

Sonuçta...

İstanbul 11. İdare Mahkemesi Ş.B’nin dosyasını incelemiş. Gerçekten de “arşiv araştırması”nda bir kayıt çıkmış. Ş.B., 20 Kasım 2005’te İstanbul’da gerçekleşen bir olay nedeniyle “terör örgütü propagandası” ile suçlanarak yargı önüne çıkarılmış. O dönem yargılandığı İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi, “kovuşturmanın ertelenmesi” kararı vermiş. Üç yıl içinde yeni bir dava açılmadığı için hakkındaki terör davası da düşmüş. Kısacası Ş.B’nin geçmişinde bir terör yargılaması varmış ama herhangi bir ceza almamış. Dosyası da kapanmış.

Sonuç olarak idare mahkemesi şu karara varmış: “Davacının arşiv araştırmasının olumsuz sonuçlandırılmasını gerektirecek bir durumun olmadığı değerlendirildiğinden dava konusu istihdam edilmeme işleminde hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır.”

Güvenlik soruşturması nedir, arşiv araştırması nedir tane tane anlatan mahkeme, “İşe giremezsin” kararını iptal etmiş. İBB’ye de özetle “Ş.B’yi işe al” demiş. 12 Ocak’ta da kararını İBB’ye tebliğ etmiş. Usule göre, İBB en geç 30 gün içinde mahkeme kararını yerine getirmek zorunda. Elbette itiraz edip süreci uzatabilir de.

SOYLU’YA DERS VERDİ

Projeleri anlatmayı bir kenara bırakıyoruz. Dün terörist ilan ettiğimiz Suudilerle, BAE ile, İsveç’le, Finlandiya’yla sarmaş dolaş olurken bir seçim kazanmak için ülkenin yarısını terörist ilan ediyoruz. “Sana belediye restoranında garsonluk bile yok” diyoruz. 20 yıl önce ceza almadığı bir olayı bile önüne çıkarıyoruz. Eski FETÖ övücüleri, Hizbullah, İBDA-C ve PKK hükümlüleri “Değiştim” dedikten sonra cumhurbaşkanının uçağına binerken, iş muhalife gelince “Açlıktan ölsün” diyoruz. Sonunda bir mahkeme çıkıp buna “Dur” diyor.

Dava Ş.B. davası gibi görünse de aslında Süleyman Soylu davası. Yerel seçime aylar kala, mahkeme, Soylu usulü devlet yönetme sistemine adeta ders vermiş. Seçim meydanlarının hikâyesi değişir mi bilmem ama aylarca tartıştığımız “İBB’deki teröristler” meselesi için emsal bir karar alınmış.

Hukukun zorluğu, haklı olanı güçlü olana karşı savunmaktan geliyor. Belki gücünün kaynağı da budur.

                                                     /././

İsrail’de faşizm - Gazze’de soykırım (Ergin Yıldızoğlu)

İsrail’de “süreç olarak faşizm” yaklaşık bir yıl içinde ülkeyi, bir soykırım noktasına taşıdı.

FAŞİZM VE PROVOKASYON

İsrail, 2022’de genel seçimlere giderken, Likud lideri Binyamin Netanyahu yolsuzluk iddialarıyla yargılanıyordu; eğer yeniden başbakan olamazsa hapse düşecekti. Likud 2022 seçimlerinde, 120 iskemleli Knesset’te (meclis) 32 iskemle kazanabildi. Netanyahu yeni hükümeti, ancak, dinci faşist, yerleşimci hareketin Smotrich, Ben-Gvir gibi liderleriyle, onların tüm taleplerini kabul ederek kurabildi.

İsrail, Yahudiler açısından, geniş hak ve özgürlüklere sahip liberal demokratik rejimle yönetiliyordu. Ancak bu, Filistin halkı açısından ırk ayrımına dayalı bir “apartheid” rejimiydi. Yeni hükümet, hemen “süreç olarak faşizmin” önündeki engelleri kaldırmaya girişti; yasama, yürütme, yargı arasındaki dengeleri yürütmeden yana bozmaya, dengeleme-denetleme kurumlarını etkisizleştirmeye başladı. Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te yerleşimcilerin Filistinlileri hedef alan saldırıları, konut ve arazi gaspları hızlandı. 

Faşist politikacıların elinde “tutsak” Netanyahu savunma bakanlığının mali merkezini Smotrich’e; iç güvenlik örgütünün, polisin yönetimini, geçmişte terörizmden yargılanmış bir faşist olan Ben-Gvir’e verdi. Dinci tarikatlar, ırkçı faşist akımlar da eğitim sistemini yeniden şekillendirmeye giriştiler.

“Süreç olarak faşizm” hızlanırken İsrail halkının direnişi de artıyordu. 9.8 milyon nüfuslu İsrail’de, yüz binler sokakları, meydanları dolduruyordu. Polis göstericilere karşı giderek daha sert davranırken Tel Aviv’de bir milyondan fazla insanın katıldığı bir miting gerçekleşti. Netanyahu rejiminin üzerindeki basınç giderek artıyordu. Rejimin içindeki güç rekabeti devlette yeni çatlaklar oluşturuyordu. Ordu ve istihbarat örgütleri Netanyahu rejiminin devlette başlattığı değişikliklerden hoşnut değildi. 

Hamas’ın, 7 Ekim saldırısını, bu koşulları değerlendirerek, İsrail ile Arap ülkeleri arasında başlayan yakınlaşmayı sabote etmek, Filistin sorununu yeniden gündemin merkezine sokmak için planladığı söylenebilir. Ancak büyük bir Hamas saldırısına ilişkin istihbarat olduğu halde önlem almayan, Nova müzik festivalini iptal ederek alanı boşaltmayan İsrail devletinin (Yaniv Kubovich, Haaretz, 05/12/2023), bu saldırının adeta bir “pogrom”a, dolayısıyla süreç olarak faşizme hizmet etmesi beklenen büyük bir provokasyona dönüşmesindeki rolünü de görmek gerekir.

FAŞİZM VE SOYKIRIM

Gerçekten de 7 Ekim provokasyonu İsrail’de siyasetin gündemini radikal biçimde değiştirdi. Rejim hızla Gazze’yi bombalamaya, zırhlı araçlarla işgal etmeye başladı. 23 Ocak gününe kadar 10 bini, çocuk en az 26 bin Filistinli öldü, yaklaşık 70 bin Filistinli yaralandı. Yaşam alanları, hastaneler, camiler, kiliseler bombaların altında yok oldu. Bu yıkım İsrail’i, Uluslararası Adalet Divanı’na taşıyacak bir soykırım girişimine dönüştü. Ancak bu sırada, hükümet karşıtı muhalefet dalgası, faşizme karşı “isyan ateşi”“pogrom”un yarattığı derin korkunun, öfkenin, acıların yanı sıra, yükselen milliyetçi ırkçı propagandanın etkisi altında büyük ölçüde söndü. Dinci faşist liderler hükümet içinde yeni bir inisiyatif kazanarak Gazze’yi işgal edip, yıkıp yakıp boşaltıp yerleşimlere açmaya projelerini uygulamaya soktular. İsrail’de Yahudi halk üzerinde de denetim, sansür, hareketleri kısıtlama, muhalif entelektüellere saldırılar gibi baskılar artmaya başladı. Artık Gazze’deki savaşı eleştirenler vatan haini muamelesi görüyordu. Böylece, Martinikli antiemperyalist filozof, şair, siyasetçi Aimé Césaire’ın “Faşizm sömürgelerde uygulanan rejimin ana vatana taşınmasıdır” tespitini bir kez daha doğruluyordu.

İsrail deneyimi de faşist hareket bir kez devlete ulaştıktan sonra, parlamentarizmin, genel seçimlerin rejime meşruiyet kazandırmaktan, süreci ilerletmekten başka bir işe yaramadığını; faşizmin, savaşlarla, provokasyonlarla artan baskıyla, şiddetle muhalefeti yıldırarak yoluna devam edeceğini gösteriyor. Geçenlerde, İsrail’in saygın gazetelerinden Haaretz’de bir yorumcu sürecin ilerleme hızına bakarak uyarıyordu: “İsrailli demokratlar bir iç savaşa hazır olmalıdır!”

                                                              /././

TBMM’deki NATO cephesi (Mehmet Ali Güller)

Son seçim öncesi bu köşede birkaç kez yazdım: Türk siyaseti, “başkanlık modeli” ile iki ittifaklı sisteme sıkıştırıldı. Ancak iki ittifak da en temel konularda aynılar; ekonomide neoliberaller, dış politikada Atlantikçiler.

İsveç’in NATO üyeliğinin TBMM’de onaylanması, bunu bir kez daha ortaya koydu: İsveç’in katılım protokolü, AKP-MHP ve CHP-DEVA oylarıyla kabul edildi.

Böylece iktidar açısından “eyyy İsveç” diye başlayan süreç, yine “tamam ABD, tamam NATO” denerek tamamlanmış oldu. 23 Ocak 2024’te İsveç’in NATO üyeliğine onay veren CHP’liler ise bir gün sonra 24 Ocak 2024’te Uğur Mumcu’yu anma mesajlarında “kahrolsun ABD, kahrolsun NATO, kahrolsun Gladyo” sloganları atıyorlardı!

Yani AKP “eyyy” ile alt sınıfları kandırırken CHP de “kahrolsun” diyerek orta sınıfları oyalıyor. Siyasetin asıl çıkmazı işte buradadır.

ATLANTİK SÜRECİ VE TÜRK-İSLAM SENTEZİ

12 Eylül’ün Türk-İslam sentezi ideolojisinin siyasetteki cisimleşmiş hali olan AKP-MHP ittifakı açısından elbette şaşırtıcı bir durum yok.

Siyasal İslamcıların büyük bölümü hiç antiemperyalist olmadı zaten. Çünkü siyasal İslamcılar, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı Kuvayı Milliye saflarında dövüşen Müslümanların ideolojik devamı değil, o Müslümanlara karşı emperyalizmin yedeğindeki hilafet ordusunda şeyhülislam fetvasıyla harekete geçenlerin devamıydı. Ve Atlantik sürecinde, emperyalizmin “yeşil kuşak” programı içinde “komünizmle mücadele” hedefinde değerlendirildiler.

Diğer yandan Atlantik süreci, Türk milliyetçilerinin bir bölümünün de değişiminin zeminiydi. Kurtuluş Savaşı’nın ideolojisi “antiemperyalist Türk milliyetçiliği” idi; Atlantik süreci Türk milliyetçiliğini NATO stratejisinde biçimlendirdi, “komünizmle mücadelede” kullandı ve Türk milliyetçilerinin bir bölümü emperyalizmle işbirliği halinde “ülkücü milliyetçi” oldu. İşte ülkücü milliyetçilerin “milliyetçilik sınırı” bu nedenle hep NATO’dur; NATO’ya kadar milliyetçidirler.

SIRADA MONTRÖ BASKISI VAR

İsveç’in NATO üyeliği bir İsveç siyaseti değil, ABD siyasetidir; ABD’nin NATO’yu genişletme programının gereğidir. ABD, NATO’yu İsveç ve Finlandiya’ya genişleterek hem Rusya’yı “çevreleme sınırını” uzatmış oluyor ama hem de geleceğin en stratejik mücadele alanı olan Arktik Okyanus’ta kendisine NATO üzerinden alan kazandırıyor.

Önemine işaret ettik: Arktik bölge, buzulların erimesiyle 1) yeni petrol ve doğalgaz rezervleri, 2) zengin maden rezervleri ve 3) yüzde 40 daha kısa Kuzey Rota demek. ABD bu nedenle Arktik’ten Doğu Akdeniz’e inen bir “yeni demir perde” inşa ediyor. Arasında Baltık, Doğu Avrupa ve Karadeniz var.

Hiç sürpriz değil işte... AKP, MHP, CHP ve DEVA’nın elbirliğiyle ABD’nin genişleme stratejisine onay verdiği gün, ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) Müsteşarı Celeste Wallander, “Ukrayna’daki durumu göz önüne alarak Washington yönetiminin Montrö Sözleşmesi’nin aşamalı olarak yürürlükten kaldırılması ve boğazların yeniden açılması konusunda Türkiye ile birlikte çalışmaya istekli olduğunu” açıklıyordu. (Harici, 24.1.2024)

ÇÖZÜLMESİ GEREKEN ÇELİŞKİ

ABD, Türkiye’yi komşularıyla karşı karşıya getirecek “NATO genişleme programı” uyguluyor, terör örgütlerine (PKK/PYD ve FETÖ) destek veriyor, İncirlik’ten İsrail’e Gazze’yi daha iyi vursun diye C-130’la Güney Kıbrıs üzerinden bomba taşıyor, İsrail’e Kürecik radarından istihbarat desteği sağlıyor, Karadeniz’i Türkiye’nin çıkarına aykırı olarak uluslararası deniz yapmaya ve bunun için de Montrö’yü yürürlükten kaldırmaya uğraşıyor, Türkiye’ye askeri ve ekonomik yaptırım uyguluyor...

TBMM’deki siyasal İslamcı, ülkücü milliyetçi ve Atlantik cumhuriyetçisi partiler ise ABD’nin programına tam destek veriyor. Türk milleti ile milletin Meclis’indeki partilerin ABD/NATO tutumları arasında büyük çelişki var ve çözülmesi gerekiyor.

(Cumhuriyet)

NATO oylaması partileri böldü: AKP ve CHP'de kaçak, DEM'de anlaşmazlık, Saadet grubunda bölünme- ASLI İNANMIŞIK, YALÇIN CUĞ / soL-Özel

 

soL'a konuşan vekillerin aktardıkları, NATO oylamasının birçok partide fikirsel ayrılıklara yol açtığını ortaya koyuyor.

İsveç, Rusya-Ukrayna savaşının ardından NATO'ya katılma talebinde bulunmuştu. İsveç'in askeri ittifakta yer alabilmesi için gerekli onay Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden çıktı. 

Dün gece yapılan oylamaya 599 milletvekilinden 346'sı katıldı, 287'si kabul, 55'i ret oyu verdi. 4 milletvekili de çekimser kaldı.

İsveç'in NATO üyeliği için Macaristan meclisinden de onay alması gerekiyor. Macaristan Parlamentosu şu anda kış arasında. Meclisin Şubat ortasında toplanması bekleniyor.

Parti temsilcileri ne demişti, Meclis'te ne oldu?

İsveç'in Türkiye'ye verdiği taahhütleri yerine getirdiğini söyleyen AKP, kabul oyu vereceklerini zaten duyurmuştu. AKP milletvekili Fuat Oktay dün yaptığı açıklamada, "Finlandiya ve İsveç tarafından bu konularda atılan adımların diğer dost ve müttefiklerimize de örnek teşkil etmesini bekliyoruz" dedi. Ancak AKP İstanbul Milletvekili İsmail Erdem ve AKP Kocaeli Milletvekili Cemil Yaman ret oyu verdi. Mardin Milletvekili Muhammed Adak ise çekimser kaldı.

Geçtiğimiz haftalarda Meclis'te basın toplantısı düzenleyen İsmail Erdem, "İsveç'in, Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı düşmanlık besleyen tüm terör örgütlerine mesafe koymadığı, Kur'an-ı Kerim'in devlet gözetiminde yakılmasına müsaade ettiği sürece NATO'ya girişi yapılmamalı. Şahsım adına söylüyorum, AK Parti Milletvekili olarak İsveç'in NATO'ya girişine karşıyım. Ayrıca NATO'nun şu anki varlığı da sorgulanmalı" açıklamasında bulunmuştu.

Gerçekleştirilen oylamada neden partisinin tutumunun aksine bir oy kullandığını sorduğumuz Erdem, aktardığımız basın toplantısını hatırlattı ve "Benim şahsi kanaatim. Ama devletimizin devlet politikası var. Ona saygılıyım, saygı duyarım. Böyle şahsi bir düşüncemdi, şahsi bir karar" demekle yetindi.

MHP'de fire yok, tüm vekiller 'NATO genişlesin' dedi

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yse 11 Temmuz 2023 tarihinde partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada İsveç için “İsveç PKK’nın Avrupa’daki mağarasıdır. Kandil Dağı neyse Stockholm aynısıdır” ifadelerini kullanmıştı. Bahçeli dün partisinin, TBMM Genel Kurulu'nda İsveç'in üyeliğine ilişkin düzenlemeyi destekleyeceğini belirtti. MHP'den oylamada ret oyu veren olmadı, oylamaya katılan tüm MHP'li vekiller NATO'nun genişlemesine onay verdi.

İYİP: 'İlkesel olarak NATO'nun genişlemesine karşı değiliz'

Erdoğan'ın İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliklerine yönelik tutarsız açıklamalarını hatırlatan İYİP'li Koray Aydın, "Bunca sözden sonra hiçbir şey olmamış gibi davranılmasını kabul etmeyiz. İyi Parti çelişkili dış politikaya onay vermeyecektir" dedi.

"İyi Parti, ilkesel olarak NATO'nun genişlemesine karşı değildir" şerhini düşen Aydın, İsveç'in "karşılık güven esasında sınıfta kaldığını" belirterek ''hayır'' oyu kullanacaklarını duyurdu. İsveç'in NATO üyeliğine ''evet'' demek için şerhlerini sıralayan İYİP'li Kürşad Yılmaz ise "Türkiye'nin F-16 talebine acilen onay verilmeli" dedi.

Saadet grubunda Saadet-Gelecek çatlağı

Saadet Partisi Antalya Milletvekili Şerafettin Kılıç, oylamadan hemen önce yaptığı basın açıklamasında parti üyelerinin NATO'nun İsveç üyeliğine hayır oyu vereceğini açıkladı. Kılıç, "Görevde oldukları süre boyunca yaptıkları en istikrarlı şey; Avrupa Birliği ve ABD’nin verdiği ödevleri eksiksiz yerine getirmektir. İsveç’in NATO üyeliği de o ödevlerden birisidir" dedi.

Gelecek Partisi'nden Saadet Partisine geçen milletvekilleri Ankara Milletvekili Mustafa Nedim Yamalı, Antalya Milletvekili Serap Yazıcı Özbudun kabul oyu verdi. Bursa Milletvekili Cemalettin Kani Torun, Denizli Milletvekili Sema Silkin Ün, İstanbul Milletvekili Doğan Demir ise oylamalara katılmadı.

CHP'de ret oyu veren Akbulut: 'İsveç'in samimiyetine inanmıyorum'

CHP adına konuşan Oğuz Kaan Salıcı ise oylamanın yalnızca İsveç'in üyeliği değil, NATO'nun genişleme stratejisi olduğunu belirterek, "NATO'nun caydırıcılığının" artmasını savundu. NATO'nun genişlemesinden yana olduklarını vurgulayan Salıcı, "CHP olarak İsveç'in NATO'ya katılımına evet diyeceğiz" dedi.

Öte yandan CHP'de de çok sayıda vekil oylamaya katılmadı. Oylamaya katılan yalnızca bir CHP'li vekil ret oyu verdi. soL'a konuşan Burdur Milletvekili İzzet Akbulut, "İsveç'in samimiyetine inanmıyorum o yüzden hayır verdim" dedi. Akbulut oylamaya 110 CHP'li vekilin katılmadığının da altını çizdi.

Çekimser kalan CHP'li Çan: 'AKP'nin argümanları beni tatmin etmedi'

Samsun Milletvekili Murat Çan ise "çekimser" kaldı. Neden oylamaya katılmasına rağmen çekimser oy verdiğini sorduğumuz Çan şunları söyledi:

"Milletvekili olmamın gereği olarak oylamaya katılmalıyım. Bunun için seçildik, oylamadan kaçmayız. Ancak bu kanun teklifini getiren AKP'nin argümanları beni tatmin etmedi. Biz, NATO'ya üye bir ülke olarak NATO'nun genişlemesinden rahatsızlık duymayız. Bu nedenle de ret oyu vermedim. Ama AKP'nin süreçteki yalpalamaları, İsveç'in teröre dönük ikircikli tavrı, Türkiye'nin taleplerine yönelik ağır aksak gidiş yüzünden ayrıca iktidarın bunu suistimaline de güvenemediğimden, dolayısıyla bütünüyle duruma şahsen ikna olmadığımdan çekimser oy kullandım."

DEM Parti’den protesto ve 6 hayır oyu

Gerçekleştirilen oylamada DEM Parti milletvekillerinin çoğunluğu oy kullanmazken, yalnızca 6 DEM Partili milletvekili hayır oyu kullandı. Hayır oyu kullanan milletvekillerinin, 14 Mayıs’ta gerçekleştirilen 28. Dönem Milletvekili Seçimi sonucunda Meclis’e ittifak kapsamında giren başka parti kökenli milletvekilleri olması dikkat çekti.

TBMM Genel Kurulu’nda konuşma yapan ancak oy kullanmadan salonu terk eden DEM Parti Grup Başkanvekili ve Kars Milletvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit ile Dem Parti Diyarbakır Milletvekili Cengiz Çandar, süreci soL’a değerlendirdi.

Koçyiğit: Mutabakat çıkmadığı için serbest bıraktık

DEM Parti Grup Başkanvekili ve Kars Milletvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, Finlandiya’nın NATO’ya üyelik gündeminde de süreci protesto ettiklerini, çünkü söz konusu sürecin “hayır ve evet oyu meselesi” olmadığını düşündüklerini aktardı.

Koçyiğit, partisinin oylamaya ilişkin kararı hakkında “Bu konuda MYK’mizde bir mutabakat çıkmadığı için grubumuzu serbest bıraktık, özel bir karar çıkmadı” dedi.

'Süreci bir bütün olarak protesto ettik'

“Özellikle İsveç’in NATO’ya katılımında Kürtlerin kirli bir pazarlığın aracı olarak kullanılması bizim açımızdan en temel meselelerden birisi” diyen Koçyiğit, sözlerine şöyle devam etti:

“Türkiye, Kürt sorununu çözmüyor ama Kürt kartını masada tutarak her yerde Kürt pazarlığı yapıyor. İsveç’in de buna çanak tutan yönelimleri ve yaklaşımları oldu. Bütün bu nedenlerle biz de süreci bir bütün olarak protesto ettik. Bu meselenin 'evet-hayır'a indirgenen bir süreç olmadığını düşünüyoruz.

Yoksa Türkiye zaten NATO’da olan bir ülke. Keşke Türkiye’nin NATO’dan çıkmasını oylasak da biz de ‘Evet, Türkiye NATO’dan çıkmalı’ deseydik.”

'Bazı arkadaşlarımız kaldı ve oy verdi'

Koçyiğit, TBMM Genel Kurulu’nda gerçekleştirilen oylama sürecine ilişkin şöyle konuştu:

"Sol partilerin, sosyalist partilerin bir kısmı katılım gösterdi. Türkiye’nin sürece müdahil olma şekli ise Kürt halkı, Kürt halkının kazanımları ve yaşamları üzerinedir. Biz bunu kabul etmiyoruz. Onun için de kürsüden sözümüzü söyleyip, bazı arkadaşlarla beraber süreci protesto ederek çıktık. Bazı arkadaşlarımız da kaldılar ve oy verdiler."

'Ya boykot ederdik ya da hayır derdik'

Koçyiğit, “DEM Parti milletvekilleri arasında evet oyu kullanmak isteyen isimler oldu. Peki siz oy verecek olsanız, neyi tercih ederdiniz?” sorumuza ise şu cevabı verdi:

“Bu çok spekülatif olur. Sonuçta biz MYK kararına bağlıyız. MYK’mizden evet kararı çıksaydı ‘evet’, hayır kararı çıksaydı ‘hayır’. Evet kararı çıkması ihtimali 0’dı, öyle bir karar çıkmazdı zaten. 

"MYK’de, hayır kararı ve boykot eğilimleri üzerinden bir tartışma yürütüldü. Bir kısım arkadaş ‘Çıkalım sözümüzü söyleyelim ve bu kirli pazarlığın parçası olmayarak boykot edelim’ dedi, bir kısım arkadaş da ‘Kalalım ve hayır oyu verelim’ dedi. Ya boykot ederdik ya da hayır derdik, üçüncü bir seçenek yoktu.”

Çandar: Ortak bir karara varılamadı

DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Cengiz Çandar ise Parti Merkez Yürütme Kurulu’nun kullanılacak oya ilişkin ortak bir karara varamadığını belirtti. Çandar, sonuç olarak toplantıda, oylamaya katılmama kararının çıktığını aktardı.

“Diğer partiler, partinin bileşenlerine mensup birkaç milletvekili isterse hayır oyu verirlerse versinler. Ama biz katılmayacağız oylamaya’ diye bir eğilim ortaya çıktı” diyen Çandar, söz konusu karara uyarak oy kullanmadığını ifade etti.

'DEM hayır oyu verdi diye bir şey yok'

Bazı haber organlarında DEM Parti’nin oylamada hayır oyu verdiğine dair haberlerin çıktığını ancak söz konusu haberlerin doğru olmadığını ifade eden Çandar, sözlerine şöyle devam etti:

“DEM Parti’de çeşitli sol partilere mensup bazı milletvekilleri, onlar hayır oyu verdi. Onların hayır vermesine DEM Parti Merkez Yürütme Kurulu izin verdi. Onun dışında katılmama kararı çıkmıştı, ona uyduk.”

'Kritik bir durum olsaydı evet oyu verirdim'

DEM Parti’nin söz konusu kararı, oylamanın "evet" lehine çıkacağını bilerek aldığını aktaran Çandar, “Bizim oyumuzun değiştireceği bir durum yoktu, evet oyu kesindi” dedi.

Çandar, bir oyun bile çok önemli olacağı bir durum yaşansaydı kendisinin evet oyu kullanacağını belirtti. Çandar’ın konuya ilişkin ifadeleri şöyle: 

“Çok açık söyleyeyim bunu, bir oyun bile çok önemli olacağı, kritik bir durum olsaydı o zaman ben evet oyu verirdim. Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılma konusunda Türkiye’nin bu konuda aldığı pozisyon ortaya çıktığından beri defalarca yazılar yazdım, konuşmalar yaptım ve İsveç’in NATO’ya katılmasından yana olduğumu, bunun doğru olduğunu ifade ettim. Kendimle çelişemem.”

Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) üç milletvekili oylamaya katılıp "hayır" oyu verdi, dördüncü milletvekili Can Atalay hâlâ hapiste. EMEP milletvekili İskender Bayhan oylama öncesinde NATO karşıtı bir konuşma yaptı ve oylamada "hayır" oyu kullandı.

ASLI İNANMIŞIK, YALÇIN CUĞ / soL-Özel

Mehmet Eymür ve bir dönemin istihbaratçıları: Bildikleri ve soruşturulmayanlar - Gökçer Tahincioğlu / T24

Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin üzerinden 31 yıl geçti. Eymür’ün açıkça siyasilere suikast planladığını söylediği, o dönemin istihbaratçıları hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Eymür, “Öldü, geçti, gitti” diyerek, üzerinden geçilecek biri değil.

Mehmet Eymür'ün cenazesine gönderilen çelenkler

Türkiye’nin son 50 yılında bir biçimde sürekli gündeme gelen, 13 Ocak’ta hayatını kaybeden eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün cenazesine gönderilen, Sedat Peker, Alaattin Çakıcı ve Meral Akşener yazılı çelenkler yaşamının da özeti gibiydi.

İmzasının olduğu 1. ve 2. MİT raporları, eski Başbakan Tansu Çiller’le yakın biçimde çalışması, Ergenekon operasyonundaki rolü, ölümünün ardından yüzeysel biçimde yeniden tartışıldı.

Eymür’le, 2021 yılının Ekim ayının sonunda, derinlemesine bir söyleşi yapma talebimi kabul etmesi üzerine tanıştım.

Söyleşi için Ankara’dan İstanbul’a geldiğimde, hâlâ nerede buluşacağımızı bilmiyordum. Görüşmeye kısa bir süre kala, rahat olacağımızı söylediği, gerçekten kimsenin 2,5 saat boyunca gidip gelmediği bir adresi verdi.

Aslında aylar önce ilk kez aradığımda niyetim iki konuyu sormaktı. Yanıt verip vermeyeceğinden de emin değildim.

Birincisi, Ankara’daki faili meçhul cinayetler davasında, eski bakan Mehmet Ağar ve eski özel harekât polisleri hakkındaki o dönem verilmiş beraat kararının istinaf mahkemesi tarafından bozulmasıydı… Zira Eymür, yıllarca önce bu cinayetlerin bu isimler tarafından işlendiği yönünde kısa bir ifade vermişti ancak daha sonra kapısını çalan olmamıştı. Mezarının yeri bile bilinmeyen Tarık Ümit ile yaptığı görüşmelerin notlarını bile teslim etmişti ama soruşturma genişletilmemişti.

İkincisi ise üzerinde çalıştığım “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” romanı ile ilgiliydi. Hem MİT’teki yıllarından dolayı cinayetle ilgili bilgisi olup olmadığını merak ediyordum hem de askeri istihbaratçı babası Mazhar Eymür’ün Trakya’da kurduğu merkezle Sabahattin Ali’nin öldürülmesi arasında bir bağlantı olup olmadığını sormak istiyordum.

* * *

Beklediğimin aksine, ilk yaklaşımı söyleşi konusunda olumsuz değildi. Ancak hayatını kitaplaştırmak isteyenler olduğunu, uzun bir söyleşinin bu nedenle doğru olmayacağını söylemişti. Yine de kapı aralıktı. Söylediği gibi, bir sonraki ay yeniden aradım. Ve yine söylediği gibi bir sonraki ay yeniden. Geçiştirdiğini, konuşmayacağını düşünürken, buluşma için tarih verdi. Ben uzun söyleşi talebimi yinelediğimde de olumlu yaklaştı. Yine de kuşkuluydum. Bu nedenle beni tanıyıp tanımadığını, geçmişten bu yana haberlerimi bilip bilmediğini sorma gereği duydum, “Size aklımda ne varsa sorarım” notunu da düşerek.

“Biliyorum sizi ve sorabileceklerinizi” diye yanıt verdi, “İstediğinizi sorun” diye ekleyerek.

İki bölüm olarak yayımladığımız söyleşinin linklerini buraya bırakıyorum. Konuştuklarını anımsamak isteyenler olabilir:


BİRİNCİ BÖLÜM - Eski MİT yöneticisi Eymür: Devlet görevlileri 18 kişiyi para için öldürdü; Çiller cinayetleri biliyordur, ama Ağar kim bilir nasıl takdim ediyordur!

İKİNCİ BÖLÜM - Eski MİT yöneticisi Eymür: Başka türlü konuşma imkânı yoksa işkence olabilir, çünkü çok inatçı tipler var!


Hemen belirteyim, Sabahattin Ali cinayetinin kendisiyle ilgili bilgisinin olmadığını, babasının kurduğu merkezle olay arasında bağlantı kuramadığını söyledi ancak genel bir bilgi vermeyi de ihmal etmedi:

“Bunların sandığınız gibi kaydı tutulmaz. Bunlar aktarılır, arz edilir ve arz edildikten sonra bir pusula varsa da yok edilir.”

O söyleşiden geriye, Eymür’ün sistematik işkenceyi ve kendisinin de sorguda işkence yaptığını açıkça söylemesi kaldı en çok. Söyleşi yayımlandıktan sonra katıldığı televizyon programlarında, kendisini çok sıkıştırmam üzerine böyle bir yanıt verdiğini söyledi. Sıkıştırdığım, ısrarla sorduğum doğruydu ancak söyleşinin sonunda yanıtlarını açık ve aynı biçimde yayımlayacağımı ifade ettiğimde bir itirazı da olmamıştı. Aslında o konuda da göründüğünden rahattı. Söyleşideki sözleri bunun anahtarı:

“Ama çok büyük bir kavganın içerisine giriyorsunuz. O kavgada galip gelmeniz lazım.”

Söyleşiyi kabul etmesinin nedeni de aslında açıktı. Mehmet Ağar ve Doğu Perinçek’le hesaplaşmak. Kendisinden faili meçhul cinayetler dahil, aktardığı konuların yeniden sorulmasını sağlamak…

Elbette uzun konuşmamızda aktardığı, yayımlanmamasını istediği bölümler de vardı. Bazı başlıklara ise ustaca girip çıkıyordu.

Elinde halen gündemi sarsacak belgelerin bulunduğunu ve istese açıklayabileceği bu belgeleri ilgili makamlara en tepeden teslim etmesi nedeniyle takdir gördüğünü de araya sıkıştırıyordu misal.

Yakın zamanda ortalığın yeniden karışacağını, bunu fikren değil bilgiye sahip olduğu için aktardığını söyleyip, geriye çekiliyordu.

50 yıllık süreçte aktardığı bilgilerin tamamının devletin çıkarları doğrultusunda açıkladığı konular olduğunun altını çiziyordu. Devletin aleyhinde olabilecek hiçbir bilgiyi aktarmayacağını vurgulayarak…

Devletin, yasal çizginin dışına çıkılan eylemler dahil, her türlü eylemi meşruydu ona göre… Mafya ile JİTEM’cilerle ilişkisi konusunda, “Temiz adamla bizim niye işimiz olsun” diyor ancak polisin ve bürokratların, siyasilerin bu ilişkilerde olmaması gerektiğini söylüyordu.

Eymür, “Öldü, geçti, gitti” diyerek, üzerinden geçilecek biri değil.

Muazzam arşivi, açığa çıkıp çıkmayacağı belirsiz notları, yakın çevresine aktardıkları hâlâ önem taşıyor.

Taşıdığını da her fırsatta belli ediyordu zaten.

Ancak birilerinin bu konuda haklı olarak tedbir alacağını, gerekeni yapacağını da vurgulayarak…

Ama asıl mesele açıktan söylediklerinin bile özellikle hedef aldığı isimler yönünden dikkate alınmamış olmasıydı. Öfkelendiği de buydu zaten ve dikkate alınmasını istiyordu. “İki Mehmet değil, tek Mehmet var” diyerek, kendisinin hakkıyla “devlet görevi” yaptığını söyleyerek. Anlattıkları içinde belki haklı olduğu tek konu da bu etkin yürütülmeyen soruşturmalar ve davalardı.

* * *

Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin üzerinden 31 yıl geçti.

Bugün ailenin avukatları halen öldürüldüğü gün görevli olmamasına rağmen olay yerine gelen, burada bulduğu bataryayı birine verdiği söylenen Yavuz Ataç’ın mahkemede dinlenmesi için talepte bulunuyor.

45 yıl önce öldürülen Abdi İpekçi davasında yine aynı isimlere denk geliyorsunuz bir biçimde.

Eymür’ün açıkça siyasilere suikast planladığını söylediği, o dönemin istihbaratçıları hakkında hiçbir işlem yapılmadı.

JİTEM gibi yapıları kuranlar, Susurluk çetesinin sahipleri, uyuşturucu kaçakçıları ile mafya ile iş tutanlar, bu isimleri cinayetlerde kullananların hiçbiri hesap vermedi.

Ve tamamı, bütün bu yapılanları vatanı sevmekle açıkladı, vatanı çok seven insanların hayatları çalınırken…

Gökçer Tahincioğlu / T24



24 Ocak 2024 Çarşamba

Şehit Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ile 5 mesai arkadaşı anıldı: 'Şehadetine yol açanlar, hiçbir zaman emellerine ulaşamayacak' - Cumhuriyet

 Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan ve mesai arkadaşı 5 polis memuru, şehit edilmelerinin 23'üncü yıl dönümünde düzenlenen törenle anıldı. Törende konuşan İl Emniyet Müdürü Fatih Kaya, “Sakarya'nın has evladı, Diyarbakır'ın Gaffar babası, Şehit Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan, görev yaptığı süre içerisinde halkımıza devletimizin kucaklayıcı, aynı zamanda güçlü ve şevketli yüzünü göstermiş, gönülden gönüle bir kardeşlik köprüsü inşa etmiştir” dedi.

Yenişehir ilçesi Sezai Karakoç Bulvarı'nda, 24 Ocak 2001'de düzenlenen silahlı saldırıda Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan ile koruma polisleri Atilla Durmuş, Mehmet Kamalı, Sabri Kün, Mehmet Sepetçi ve Selahattin Baysoy şehit oldu.


Ali Gaffar Okkan ve arkadaşları, 23'üncü yıl dönümünde şehit edildikleri yerde düzenlenen törenle anıldı. Törene İl Emniyet Müdürü Fatih Kaya, şube müdürleri, ilçe kaymakamları, Diyarbakır ve Sakarya’daki sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ile çok sayıda kişi katıldı. Programda dualar okunurken, Okkan ve arkadaşlarının vuruldukları yerde yapılan anıta karanfiller bırakıldı. Töreni, bazı kişiler evlerinin penceresinden takip ederek dua etti. Pencere ve balkonlara şehit Ali Gaffar Okkan’ın fotoğraflarının asıldığı da görüldü.


"DİYARBAKIR HALKI GAFFAR BABASINI BAĞRINA BASMIŞTIR"

Burada konuşan İl Emniyet Müdürü Fatih Kaya, Okkan’ın Sakarya'nın has evladı, Diyarbakır'ın Gaffar babası olduğunu ifade ederek, “Şehit Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan, görev yaptığı süre içerisinde halkımıza devletimizin kucaklayıcı, aynı zamanda güçlü ve şevketli yüzünü göstermiş, gönülden gönüle bir kardeşlik köprüsü inşa etmiştir. Şehit Emniyet Müdürümüz Ali Gaffar Okkan’ın Diyarbakır halkıyla kurduğu gönül bağı karşılıksız kalmamış, Diyarbakır halkı Gaffar babasını bağrına basmış, evlatlarına onun ismini vererek vefasını göstermiştir. Devlet millet kaynaşmasını hedef alarak Ali Gaffar Okkan ve silah arkadaşlarının şehadetine yol açanlar emellerine ulaşamamışlar ve hiçbir zaman ulaşamayacaklardır. Merhumun bu kadim topraklar üzerine attığı sevgi tohumları gönüllerde yeşererek yaşadığımız huzur ve güven ortamını pekiştirmiştir. Ali Gaffar Okkan insanların kalbine dokunmayı başarmış ve onların samimi sevgisini kazanmıştır. Bugün bizler de onun mirasını takip ederek halkımızın sevgi ve desteğiyle görevimizi ifa etme bilincinde ve kararlılığındayız. Merhum Emniyet Müdürümüzün doğduğu Sakarya ve şehit edildiği Diyarbakır illerinde görev yapmanın şahsım için ayrı bir onur vesilesi olduğunu özellikle ifade etmek isterim. Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere Ali Gaffar Okkan ve silah arkadaşlarıyla ülkemizin bekası ve milletimizin can, mal ve namusunu korumak için canını feda eden tüm şehitlerimizi ve ebediyete ihtihal etmiş gazilerimizi rahmetle anıyor, hayatta olan gazilerimize şükranlarımızı sunuyorum” diye konuştu.

(Cumhuriyet)