27 Ocak 2024 Cumartesi

Kadıköy sadece Kadıköy değil - Aydemir Güler / soL

 

Bu “Kadıköy” bizimdir. Önümüzdeki aylarda işimiz bu kimliği yükseltmek olacaktır. Kadıköy’de ve her yerde.

Kadıköy her zaman önemli. Sadece kendisi olsa da önemli. Ama Kadıköy Türkiye’nin korkunç dönüşümünün çarpıcı örneği. 

Fatih Mehmet Maçoğlu bu ilçeden TKP adayı olunca daha da önemli hale geldi. Artık Maçoğlu’nun adaylığı üstünden başlayan fantezi tartışmalar geçilmeli ve bu korkunç dönüşüm görünür hale gelmeli. On yıldır haklı olarak ülkede komünizmin itibarının simgesi haline gelen Maçoğlu, kuşkusuz bunu sağlayacaktır. “Köyünden çıkmasaydın iyiydi” hadsizliği aslında tam da bunu engelleme çabasıdır. 

Geçen hafta yazdım; yerel yönetimler iktidarla muhalefet arasında bir politik paylaşım coğrafyası. Yirmi yılı aşkın zamandır ülkenin merkezini elinde tutan AKP, büyükşehir diye anılan metropollerin modern merkez ilçelerinin önemli bir bölümüne hiç egemen olamadı; bir bölümünde modernleşmenin engellenemez ilerleyişi içinde geriye bile düştü. 

Bu yerelliklerin bir kısmı seçim rekabetinin konusu olmaya devam edebilir. Ancak AKP, 2024’te isterse en büyük zaferini kazansın, tablonun genel görünümü değişmeyecek. Türkiye’nin bütünü ile (büyükşehir belediye başkanlıklarına ek olarak) “ülkenin merkez ilçeleri” niteliğindeki belediyeler arasında AKP iktidarı açısından varlığı süren açı kapanmayacak. Şişli, Bakırköy, Kadıköy, Çankaya, Konak ve daha nicelerinin AKP tarafından yönetilmesi mümkün değil. Ve buraların toplamı da bir başka merkez anlamına geliyor.

Bu “merkezin” sakinlerine, memlekete çöken dinci gericiliğin giysisini giydirmek imkânsız. Öte yandan söz konusu nüfus, sermayenin asıl ilgi alanına giren AKP uygulamalarından kendini bağışık zannedebilmektedir. AKP’nin özü, Erdoğan’ın tabiriyle tüccar siyasettir, tüccar siyaset şeriatçı olmak zorunda değildir. Nitekim buralarda yerel yönetimlerin piyasa tarafından teslim alınmasında asıl seçmeni laiklikle tava getiren CHP işlevsel olmaktadır. Bir ihalenin “yandaş” müteahhide değil de bir modern burjuvaya gitmesinde büyük bir sorun yoktur. Bir marinaya AKP veya MHP’yle içli dışlı bir mafyanın çökmesi yerine pastanın bir TÜSİAD üyesinin payına düşmesi ehveni şer sayılmaktadır. Oysa soru sahillerin halka ait olup olmadığıdır. Üstelik birçok örnekte laiklerin oluşturduğu yerel yönetim şeriatçıların elindeki merkezi iktidarla el sıkışır. Laik patronla şeriatçı patronun sınıf kardeşliği bu uzlaşmaların temelini oluşturur.

Bir parti modern yaşam görüngülerini çoğaltırken, ötekinin hem gündelik yaşamı dinselleştirmesi hem de devasa kent rantından kendi politik gündemine ve tarikatlara kaynak aktarması önemsiz değildir, elbette. Ama uyuşturucu ekonomisinden Körfez sermayesine, on milyonlarca insanın acımasızca soyulmasından uluslararası kredilere, savaş sanayi kârlarından gelir garantili işletme sözleşmelerine kadar sayısız kapıyı tutan AKP belediyeleri soymadığında mahvolmayacaktır. Erdoğan rejimi tabii ki bütün kaynak ve olanakları merkezileştirmeyi veya bunlara el koymayı ilke saymaya devam ediyor. Ama bunca deneyimden sonra bunun sınırı olduğu kesinleşmiştir. Aslolan tüccar siyasettir…

Sonuç olarak CHP belediyeciliği AKP açısından sadece rakip değil bir zorunlu uzlaşmadır. Uzlaşma piyasacılık ortak paydasında kurulur. Yeri gelmişken akla takılabilir; AKP’nin benzer bir uzlaşmayı kabul etmediği coğrafya Kürt illeridir. Ancak bu, başlı başına ayrı bir yazının konusu olmayı hak edecek kadar karmaşık... Biz Kadıköy’de kalalım.
Gerçekten de ne sadece bir ilçeden ne de bir grup benzer belediyeden söz ediyoruz. Bu “merkez ilçelerin” yeterince piyasalaştırılmadığı durumda Türkiye’de neoliberal belediyeciliğin inandırıcılığı kalmaz. Modelin egemen ve meşru kılınması açısından AKP için buraların yeri doldurulamaz.

Maçoğlu’nun adaylığıyla birlikte AKP’nin eskimiş tezi, bu kez CHP dünyasında güncellendi. Kadıköylüler zengindi, komünizme gelmezlerdi; dilimize yeni sokulan deyimle concondu! 

Erdoğan aynı kitleyi ahlaksız sayar, Gezi günlerinde Kadıköy vapurundan inenlerden iğrenirdi. Hadi o uzanamadığı ciğere mundar diyen kedi vakası olsun, ya CHP cenahına ne oluyor? Beğenilmeyen, hakaret edilen, Lut kavmi olarak resmedilen nüfus, eşzamanlı olarak CHP’nin tapulu arazisi ilan ediliyor!

Ama bunların topu uydurma. Koskoca bir ilçe, züppe zenginlerin sapkın ve çılgın eğlence partileri düzenleyerek yaşadığı bir yer olarak damgalanabilir mi! Kadıköy söz konusuysa, zenginlik yoğunlaşması Moda Burnu ile Bağdat Caddesinin sahil tarafında gözlemlenir. Bunun dışında beyaz yakalı emekçiler, giderek gelir düzeyi düşen hatta yoksullaşan geleneksel sakinler, emekliler, öğrenciler, hizmet sektörünün akıl almaz bir sömürüye maruz kalan genç proleterleri aynı yaşam alanını paylaşmaktadır. Kadıköy ve simgesi olduğu merkez ilçelerden, önce sanayi proletaryasının sonra da kent yoksullarının kovulduğu doğrudur. Ama kalanların tuzu kuru olduğu kuyruklu yalandır. 

Sözünü ettiğimiz yerleşimler bir mücadele alanıdır. İki tarafı olan bir mücadeledir bu: 

Bir tarafta kentli, kolektif bir toplumsal yaşamı inşa etmeye yatkın, bu yaşam alanının piyasacı/özel mülkiyetçi değil kamusal karakterine yönelen, emekçi, emeğe saygı gereği adalet duygusu gelişkin ve vicdanlı, kent yaşamının dayanması gereken bilimsellikle barışık, kültürel dünyası zengin bir dinamik var. 

Bu “Kadıköy” bizimdir. Önümüzdeki aylarda işimiz bu kimliği yükseltmek olacaktır. Kadıköy’de ve her yerde.

Diğer tarafta rantı yücelten, yağmacı, bu amaçla kamusal alanı daraltmak için bilinçli ve alçakça stratejiler geliştiren, bencil, saygısız, yerleşik ve emekçi nüfusu tasfiye etmenin yolunu arayıp duran, depremi bile bu tasfiyenin ilahi ve mükemmel mekanizması olarak gören ve parmağını sadece göstermelik kımıldatan, tiyatronun sinemanın yerine batakhaneleri, uyuşturucuyu ikame eden bir başka dinamik var. 

Bu, korkunç dönüşümün “Kadıköy”üdür. Her yerde, bütün benzerleriyle birlikte yıkılmalıdır. Önümüzdeki aylarda yıkıcıları örgütleyeceğiz, çoğaltacağız.

                                                              /././

Mademki yerel seçimler olacak…(Aydemir Güler)-20/01/2024-

Oysa halk belediyeyi bir örgütlenme pratiği, sömürü düzenine karşı bir mevzi olarak görebilir. Sömürü düzeninin bir parçasının, sömürenlerin elinden kopartılıp alınması zordur, ama mümkündür.

Türkiye’de Meclis’in ve dolayısıyla milletvekilliğinin önemsizleşmesi, başkanlık rejimine geçmeden önce başladı. Hangi görevde olursa olsun, Erdoğan’ın yetkileri fiilen arttıkça burjuva siyasetçileri de yüzlerini belediye başkanlığına döndü. Vekillikten belediyeciliğe…

Bunun politik açıdan ters bir durum olduğunu düşünebiliriz. Zira TBMM deyince, “Ankara” deyince bütün ülkenin yönetilmesine işaret etmiş olursunuz. En büyük belediye bile, eninde sonunda bir yerelliktir. Erdoğan da İstanbul denen devasa yerellikten merkezdeki Meclise geçmemiş miydi?  

Ama o “eski Türkiye” idi. Artık milletvekilinin iyi bir aylık almak dışında ne işe yaradığını bilene pek rastlanmıyor. Eskiden bakanlar Meclis’in içinden çıkardı. Hatta 1920’de kurulduğunda mebuslar bakanları oylarmış… Şimdi iktidar için kararname diye bir maymuncuk var; onunla Meclis sollanıveriyor. Muhalefetin halini ise, bir keresinde Kılıçdaroğlu “oylamaya katılsak ne olacak, çoğunluk iktidarın elinde” gibisinden sözlerle tarif etmişti! 

Eh; belediye başkanlığı tabii daha cazip gelir... Üstelik “başkanlık rejimi” ilk önce Cumhurbaşkanlığında değil belediyelerde hayata geçirildi. Öyle ki belediye, başkanın tasarrufunda bir büyük ekonomidir. Ne de olsa, ekonomi veya para da mülkün temelidir…

*    *    *

Evet, yerel yönetim için seçime gidiyoruz. Yani söz konusu iktidar gücünün ele geçirilmesi için adayın yeterince oy toplaması gerekiyor.

Bu noktada Kılıçdaroğlu’nu bir kez daha anmak durumundayız. AKP ve diğer sağ partiler, seçmene çocuk kandırır gibi yaklaşır, parlak projelerle göz boyamaya bakarlar. Sağın dilinde “hizmet” vardır. Kemal Beyse belediyeciliğe oy isterken kalktı “rant” sözcüğünü devreye soktu. Buna göre CHP “kentin rantını” arttıracaktı; ama dikkat, bu rantın adil dağılımı gözetilecekti! 

Hizmet projeleri mi daha demagojik, kent rantını paylaşmak saçmalığı mı, karar veremiyorum! Ama neoliberalizmin ve piyasacılığın sakil kavramlarını alenen kullananlara teşekkür için acele etmeyin. Önce yapılması gereken, sakaletin karşısına emekçi halkın alternatifini çıkarmaktır. Ondan sonra teşekküre sıra gelebilir...

Halkın alternatifi ortaya konamazsa “muteber aday kriterleri” de piyasaya esir düşer. Örneğin belediye dediğin kurumun kasasında para bırakılmamalı, bütün kaynaklar harcanmalı, hatta bol bol kredi kullanıp borçlanılmalıdır. Nasılsa para kamunun, toplumun, halkın parasıdır! Adalet, olsa olsa parababaları sınıfının içinde tartışılabilir. Kentin rantı çoğalacaksa, fiyatlar, kiralar yükselmelidir. Daha fazla ticaret yapılmalı, yeni AVM’nin hesabı tutulmamalıdır. Belediyenin, işlerini kendi kadrolu çalışanlarıyla ve dayanışmayla yapması kentsel rantı çoğaltmaz ki! Öyleyse her iş taşerona verilmeli, taşeronlar kârlarına kâr katmalıdır. O paralar yerel ekonomiyi hızlandıracak, belediye sınırları içinde banknotlar havada uçuşacaktır. Uçurtma değil ki, kentin yeşil alanlarının üstünde uçabilsin o kâğıtlar. Kamusal işlevler, tanım gereği piyasa dışıdır. Dayanışma diyene “kaç paran var” diye sorulmalıdır! 

Bütün bunlar bir distopya değil gerçek. Olmuştur ve olmaktadır. Örneğin pandemi döneminde, sinemalar, tiyatrolar kapatılınca, müzisyenler açıkta, daha doğrusu intiharın eşiğinde kalınca, belediyenin en azından bir görevinin o yerellikteki sanat kurumlarının ayakta kalmasına yardım etmek olduğunu düşünenler çıkmıştı. Piyasacı belediye başkanları buna çok şaşırdı. İnsan para kazanamadığı bir işi yapmakta niye ısrar ederdi ki? Neden tiyatro zarar ediyorsa tiyatrocu kalınırdı? Nitekim inşaatçı vardır, kazanmayacaksa yolu yapmaz. Belediye başkanı da, belediye meclisi üyesi de bedavaya bu sıfatları sırtlanmaz. Sonuç olarak, pandemi döneminde gerçekten de, belediye başkanları sanatçılara “bana mı sordunuz” diyebilmiştir! Böylesi çok daha verimli sayılır. Kültür turistikleşirse piyasanın kabulüdür. 

Buraya kadarı iktidar yanlısıymış, muhalifmiş dinlememektedir. Buraya kadarı, yerel yönetimin içinde yaşadığımız sömürü düzeninin bir parçası olduğu acı gerçeğidir.

Devam edelim… 

*    *    *

İstisnaların kuralı bozmadığı bu rant - piyasa belediyeciliğinin içinden bir kritik çizgi daha geçmektedir. O da yerel yönetime siyasetin bulaşıyor olmasıdır. 

Bazı yerelliklerde çoğunluk muhafazakâr, başkalarında sosyal-demokrat, berikinde milliyetçi vb. olabilir. Keşke belediye başkanlığına seçilme kriteri, ne kadar belediye gelirinin, yani kamu kaynağının taşeronlara dağıtıldığı olsaydı! O zaman ideoloji, siyaset, parti bir kenara bırakılır, topluca “tüccar siyasetin” egemenliği altına girilirdi. Para da başlı başına objektif bir ölçü birimi olurdu. 

Lakin durum bu değildir ve memleket coğrafyası partiler arasında bölüşülmektedir. Örnek olsun, benim de oyumu kullanacağım Kadıköy’ü AKP’nin kazanma olasılığı sıfırdır ve hayli uzun süredir CHP yerel iktidar partisidir. Ancak piyasa işbaşındadır ve Kadıköy’de de AVM’ler, marinalar yayılmalı, binaların boyu arşa çıkmalıdır. Asfalt ve betonun zaferi en büyük şehrin en önemli ilçelerinden birinde ilan edilmeyecekse, piyasanın hali nice olur? Unutmayalım ki sistem bir bütündür. Yerel yönetimler partilere pay edilebilir, ama piyasa tanrısı merkezi ve yerel yönetim arasında tercihte bulunmaz. Bunlar birbirini dışlamamalı, işbirliği içinde rantı çoğaltmalıdırlar. Bu durumda muhalif belediyecilik birçok örnekte AKP’nin merkezi iktidarı ile CHP’nin yerel iktidarı arasında piyasacı bir ittifakın kurulması şeklinde somutlanmaktadır. 

Az önce dediğim gibi elbette istisnaları vardır. Kadıköy’de bile 2019’da önce olabilmiştir… 

*    *    *

Seçime daha var. Gelecek haftalarda burada yazmaya devam ederim. Ama artık bugünkü yazıyı bir sonuca bağlamanın zamanıdır.

Yerel yönetimin, çantasında hizmet projeleriyle podyuma çıkan “başkanın” iktidarı olması reddedilmelidir. Böylesi kabul gördüğünde seçmen çoğunluğu da “çöpümü kim daha iyi toplayacak” sorusuna yanıt arama durumuna düşer. Ahmaklaştırılan yoksullar çöplere bakarken, rant genişleyecek, zenginler arasında paylaşılmaya devam edilecektir! 

Oysa halk belediyeyi bir örgütlenme pratiği, sömürü düzenine karşı bir mevzi olarak görebilir. Sömürü düzeninin bir parçasının, sömürenlerin elinden kopartılıp alınması zordur, ama mümkündür. Bu, düzenin yıkılması anlamında bir devrim sayılmaz. Ama halkın örgütlenme yönünde atacağı her bir adım, devrimci bir değişimin hazırlığı demek değil midir?

Yerel yönetim seçimlerine mi gidiyoruz, madem öyle, emekçi halkın örgütlenmesinin zamanıdır. Komünist belediyeciliğin en büyük projesi budur.

                                                               /././

Aday derdi (Aydemir Güler)-13/01/2024-

Türkiye seçim bittiğinde, her şeyden önce daha örgütlü hale gelmelidir. Bu olmadan en büyük kazanım bile çöptür. 

Memleketin, oldum olası, adaydan yana derdi olmuştur. 2024 yerel seçimlerine doğru bir kez daha burjuva siyasetinin karşısına çıkan sorun, henüz partilerin ne yapacağı tam olarak şekillenmemişse de, bayağı ağır görünüyor. 

CHP’nin iki büyük şehirdeki netliğine bile gölge düştü ve arka plandaki yangın dışarıdan da hissedilir hale geldi. Ama biz burada yalnızca uç örneğe değinelim: Hatay’da MHP-AKP “kökenli” belediye başkanının (kökenli dediysek, ideolojik kökenini değiştirdiğine dair bir işaret alınmış değildir…) deprem suçunun görmezden gelinip yeniden aday gösterilmesi tabloyu aydınlatıyor: Demek ki, parti örgütünün bir önemi bulunmuyor. Demek ki, deprem geçirmiş ve kaderine terk edilmiş bir toplumun tepkisi önemsenmiyor. Demek ki, mevcut şahıs bir biçimde halkın onayını alarak görev üstlenen bir belediye başkanından ziyade feodal beye benziyor; “orası ondan soruluyor.” 

Aslında bu berraklık CHP’de, hakkında konuşulmak istenmeyen gerçeği aydınlatıyor: CHP’de sadece iktidarı elinde tutanlar ve adaylar kazanmak ister! Zira bunların dışında kalanların önü kaybetme halinde açılacaktır. Hizipler birbirini çelmeler. Bu, ideolojik ve siyasal farklılığın bulunmadığı yerde olağan sayılır. Kadrolaşma dünya görüşü merkezli olsa, ilkelerden söz edilebilirdi. Kimse İmamoğlu’nun aslında profil olarak ANAP’lı, Yavaş’ınsa ülkücü olduğuyla ilgilenmediğine, “kazanacak aday” arayışı ve alttan alta örgüt içi çelmeleme taktikleri baskın olduğuna göre, soru daha da köklü olmalıdır: Bu bir siyasi parti midir, yoksa memleketin durumunu ve geleceğini asla umursamayan bir çıkar ilişkileri ağı mıdır?

CHP’ye haksızlık olmasın; bu soru burjuva siyasetinin bütününe yöneltilebilir. Kuşkusuz yeni bir olgu değildir, ancak giderek berraklaşmakta, berraklaşırken kriz üretmektedir.

AKP’ye gelince, onun da aday derdini aşacağı adres en büyüklerden başlayarak büyükşehir başkan adaylıkları olmalıydı. İmamoğlu’na İstanbul’u kazandıran o eski ve ilan edilmemiş koalisyon dağılmış durumdayken, AKP’nin onun karşısına çıkartacağı, sağ taban tarafından gücü takdir edilecek biri hayatı 2019’un öncesine pekâlâ döndürürdü. Ama en azından şimdilik, Murat Kurum’un rakibiyle aynı siklette olmadığını herkes kabul etmektedir. AKP’nin başkenti geri alması, CHP’nin hediye etmesi seçeneği dışında mümkün olmayacaktır. 

İyi de, erki bu denli merkezileştirmiş, bir ulufe dağıtım sistemi kurmuş, dağılan muhalefet karşısında çok daha derli toplu görünen iktidar partisi neden doğru dürüst aday bulamaz? Yüksek profilli kabul edilen isimler hiç yok değildir. Ama Ali Yerlikaya örneğinde olduğu gibi, bunlar partileri adına toplumsal bir misyonla değil, partinin içinde bir taraf olarak hareket etmektedir. Aslında ortada misyon falan yoktur.

MHP’nin koyduğu çıtayı aşamayan İyi Parti ise çökmektedir. Birkaç yıl önce modern kadın imajıyla siyasetin merkezine çok yaklaşan Akşener, ne faşist günlerine dönebilmekte, ne hayli verim vaat eden seküler-sağ inşasına öncülük edebilmektedir. Böyle giderse -ki gitmemesi için bir neden yok- İyi Parti seçim sonrasında dağılır. Oysa bu parti bütün özellikleriyle bir devlet partisi olarak kurulmuştu! Artık bu da yetmiyor. En az onun kadar devletli bir kimliği olan Zafer Partisi sırasını bekliyor…

Devam edersek, DEM parti neden geleneksel belediyelerini yeniden almak istediğini anlatmak gibi temel hatta ilkel bir soruyla başa çıkamamaktadır. Kayyum atamasının gayrimeşru sayılacağı bir politik ortam tesis edilmeden, kolay kolay başa da çıkamayacaktır. 

MHP ve başka sağ partilerse AKP’nin patinaj çekmesiyle boşalacak alanlara gözlerini dikmiş bulunuyorlar. AKP emekçilere, emeklilere yönelik politikalarının bir bedelini ödeyecektir. Buradan kazançlı çıkanın, halkın çıkarlarını gerçekten savunan düzen dışı güçler olması yerine, iktidar blokunun içinde kalması, Erdoğan’ın da işine gelir. Sadece emek başlığı da değil, AKP çok şeriatçı olduğu ve yeterince şeriatçı olamadığı için, kimine göre Filistin konusunu fazla uzattığı veya Filistin’de samimi davranmadığı, gerekeni yapmadığı için, Türkiye’yi tarikatlara boğduğu için, ama aynı zamanda tarikatlara gösterilen direnci kıramadığı için, belki aya yumuşak iniş yapamadığı için, göçmen sorununda kulağının üstüne yattığı için vb. vb. gibi birçok gerekçeyle de kısmi bedeller ödeyebilir. Bunlar diğer sağcıların beslenme alanıdır. Bu partiler herhangi bir dünya görüşünden hareket ettikleri için değil, hangi kırıntılara göz diktiklerine göre pozisyon alıyorlar. İyi de, bunlara parti diyebilir miyiz?

*    *    *

Parti dünyanın ve ülkenin meselelerinde bir taraf olmaktır. Ne dediği bilinmelidir. Elbette burjuva siyaseti esastan demagojiktir, ama bunun bir sınırı olmalıdır.

Parti bir toplumsal örgütlenme olmalıdır. Çıkar ilişkilerinin mekânı, bu ağlara girmek isteyenlerin adresi olmamalıdır. Elbette sömürü toplumunda sömürüyü arttırmak isteyenler de, bir nefes alma kanalı arayanlar da siyasal yapılara yönelirler. Ama parti denen kurumun, halkı kapsamak, topluma seslenmek yerine, açıkça dar faydacılık, istismar üstünden tanımlanması başka bir şeydir.

Parti kendisine bağlananların, üyelerinin katkıda bulunduğu, parçası oldukları bir kolektif olmalıdır. Elbette demokratik mekanizmalar bu düzende temelden yalandır. Ama yalan söylemekten bile vazgeçilmesi, feodal beylikler çağına dönülmesi acayip değil midir?

Bu tablo, burjuva siyasetinin halktan kaçırılmasının, toplumun örgütsüzleştirilmesinin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Lakin sadece toplum değil partiler de örgütsüzleşiyor. Toplum partilere yabancılaşıyor. 

Önümüzde, çoktan yaşanmaya başlayan umutsuz bir kaçış seçeneği var. Ancak Türkiye ölçeğinde büyük, yüksek düzeyde politize olmuş bir ülkede, ne kadar çok insan bireysel çıkış kovalarsa kovalasın, geriye kalanlar toplumsal bir çözüme ihtiyaç duyacaktır. Sorunlar ne kadar ağırsa bu arayış da o denli güçlenecek. 

Seçim sürecinin sol için açığa çıkardığı en temel mesele aslında toplumun örgütsüzlüğüne ilaç bulmaktır. Bu ilacı sol geliştiremezse, düzen yukarıdaki gibi kalmayacak, politize kitlelerin çare arayışına karşıdevrimciler, sağcılar yanıt verecektir. 

Sol, seçim derken önce bu noktaya konsantre olmalıdır. Türkiye seçim bittiğinde, her şeyden önce daha örgütlü hale gelmelidir. Bu olmadan en büyük kazanım bile çöptür. 

Aydemir Güler / soL

Avrupa göçmenleri Afrika’da toplama kamplarına göndermeye hazırlanıyor - Erhan Nalçacı / soL

 

Ama gidenlere söylemesi bizden, kendinizi Ruanda’da toplama kampında bulursanız bir gün şaşırmayın sakın! 

İçinde yaşadığımız dünya giderek daha çok bir kâbusu andırıyor. Tarihin akışı içinde dünya bu hale gelmiş değil de sanki içinden kötülük fışkıran bir yazarın yazdığı distopya gibi.

Gazzellilerin dünyanın en büyük güçlerinin desteği ve gözetiminde uğradığı katliam, Ukrayna’nın kendi esirlerini taşıyan uçağı füzeyle düşürmesi, her gün kıyılara patates çuvalı gibi vuran göçmen cesetleri…

Uzaktan seyrediyoruz diye kendinizi güvende sanmayın sakın, bunların yaşandığı bir dünyada hiç kimse güven içinde değil.

Bu güvensizlik sorunu kapitalist dünya çok boyutlu ve derin bir kriz yaşarken emperyalist devletlerin sermaye sınıflarının giderek daha çok iblisleşmesiyle ilişkili. Bu sınıf dünyada şurada burada iktidardayken emekçi sınıfların büyük bir güvenlik sorunu var demektir.

Bu sorun bir yanıyla da şimdiye kadar işledikleri suçlarla hesaplaşacak gücü biriktirememizle ilişkili şüphesiz. 

İngiltere sermayesi göçmenleri işlemleri tamamlanana kadar Ruanda’da bir toplama kampında tutmaya niyetleniyor. 

Ruanda’nın yerini çoğumuz ilk seferde çıkaramayacaktır. Aşağıdaki Afrika haritasında İngiltere’den 7 bin km uzaktaki Ruanda’nın yerine bir kez göz atalım:

Ruanda Afrika’nın ortasında Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Uganda ve Tanzanya arasındaki haritada pembe renkle gösterilen 13 milyon kadar nüfusuyla denizle bağlantısı olmayan yoksul bir Afrika ülkesidir. Yazıda adı anılacak Madagaskar adası da haritada  gözüküyor.

Bütün ayrıntısını burada vermeyeceğimiz süreç 2022’den beri sürüyor. İngiliz hükümeti ve meclisleri gerekli kanunları hazırlayıp yürürlüğe koymaya çalışıyorlar, bir yandan da Ruanda ile anlaşmalar imzalıyor, toplama kampının masrafını karşılamayı garanti ediyorlar.

Ancak hem ülke içindeki yürürlükteki yasalarla hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının engelleyici hükümleri ile karşı karşıyalar. Bu kadar insanlık dışı bir kararı kolaylıkla yürürlüğe koyamıyorlar. Ruanda’ya içinde göçmenlerle birlikte gidecek ilk uçak 2022 Haziran’ında AİHM kararı nedeniyle havalanamadı.

Sermayenin temsilcileri AİHM’den çıkalım demeye başladılar. Başbakan Sunak ise ulusalcı kesilerek yabancı bir mahkemenin kararını tanımayacağız diye demeç verdi.

Almanya’da ise göçmen haklarını azaltan yasa yeni kabul edildi ve açıkça söylemeseler bile Almanya’daki göçmenleri Kenya, Senegal, Fas ve diğer Afrika ülkelerinde tutmak için ön görüşmeler yaptıkları biliniyor.

İtalya göçmenleri için Arnavutluk’ta bir toplama kampı inşası için çalışıyor.

Kapitalizm ve sermaye her yerde aynı. Avustralya dünyanın öte ucunda göçmenleri yasal işlemleri tamamlanan kadar adacıklarda tutuyor, uzayan işlemler sonucunda intihar eden göçmenler sorunuyla yüzleşiyor.

Göçmen sorunu emperyalizmin kendi eliyle yarattığı bir sorun olarak karşımıza çıktı. Dünyanın yüzlerce yıl acımasızca sömürülmesi, bir yanda zenginliğin bir yanda yoksulluğun inşası büyük bir eşitsizlik uçurumu oluşturdu. Günümüzde göçe kalkan kitleler ne kadar siyaset dışı olurlarsa olsunlar farkında olmadan bu eşitsizliğe karşı isyan ediyorlar.

Ayrıca Batı emperyalizmi sadece ülkeleri yoksul bırakmadı, onlara saldırdı, yıllarca sürecek düşmanlık tohumları ekti, iç savaşlara ve katliamlar yol açtı, özgürlük ve eşitlik mücadelelerini engelledi. Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Filistin… Afrika’da, Asya’da kendilerinin destekleyip büyüttükleri cihatçı sorunu…
1800’lerin sonunda oluşmaya başlayan tekelci sermaye de şüphesiz değişime uğruyor, ancak bu değişim içerikle ilgili, sınıfın kötücül karakteri özünde aynı olarak korunuyor.

Alman emperyalizmi tehcir yoluyla katliamı Afrika sömürgelerinde icat etti. 

1940’larda henüz Avrupa’da toplama kampları kurulmadan önce Yahudileri Madagaskar Adasında toplamaya karar vermişlerdi, ancak İngiliz donanmasından çekindikleri için yapamadılar. Toplama kampları 6 milyon Yahudi’ye, komünist ve rejim muhalifine, engellilere mezar oldu.

Sermaye sınıfının özünü unutmak bugün çok büyük bir siyasi sapma kaynağıdır. Ayrıca tekelci sermayeyi yurt dışında bir fenomenmiş gibi düşünmekte öyle. NATO genişlemeli, güçlenmeli diye İsveç’in NATO’ya katılıma oy verenler de bu sınıfın temsilcileridir.

Son olarak Ruanda’ya göz atalım. Emekçi sınıflar müdahale etmediği sürece İngiliz sermayesi toplama kampını kuracaktır çünkü orada.

Önce Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrası Belçika sömürgesi olan Ruanda şu anda İngiliz Milletler Topluluğu üyesi. Bu küçük ülke ne elmasıyla ne petrolüyle tanınıyor. Ama 1994 katliamıyla biliniyor. Sanki korku evi gibi. Sömürgeciler Ruanda’daki iki kabileyi Hutu ve Tutsileri kolay yönetebilmek için bireylerin kimlik kartlarına hangi kabileden geldiğini yazdılar, azınlık olan Tutsileri kayırdılar. Hutulu çetelerin ılımlı Hutulara ve Tutsilere saldırısı başladığında Birleşmiş Milletler (BM) Barış Gücünü çektiler ülkeden. Unutmayalım Sovyetler Birliği’nin olmadığı ve ABD’nin eline geçen bir BM’den bahsediyoruz o yıllarda. Sekiz yüz bin civarı insan üç ay içinde Ruanda’da en vahşi yöntemlerle katledildi.

Şimdi esas kriminal olan İngiliz emperyalizmi tam da toplama kampını kuracak ülke bulmuş.

Şunu bu köşeden defalarca yazdık. Bir insan en iyi siyasi mücadeleyi kendi ülkesinde verir diye. Bugün güven yaratan tek şey ülkeden kaçmak değil emekçi sınıflar içinde örgütlenmektir.

Ama gidenlere söylemesi bizden, kendinizi Ruanda’da toplama kampında bulursanız bir gün şaşırmayın sakın! 

Erhan Nalçacı / soL

Türk-Sultan-İslam Sentezi - Orhan Gökdemir / soL

 

Türkçülük çaresizliktir, varlığını İslamcılık ve Osmanlıcılığın çöküşüne borçludur.  “İslam eşittir şeriat” olunca Türkçülük imkansızdır haliyle.

Milliyetçi bir partimizin, adı lazım değil, İstanbul Büyükşehir adayı seçim çalışmalarına başladı. Hayır, çarşı-pazar dolaşmadı, miting de yapmadı. Fatih Camii’nde sabah namazı kılmak, sonra camiye adını veren padişahın türbesine yüz sürmek seçim çalışması sayılıyor artık. Bu şaşkın milliyetçilerimize laikliği hatırlatacak değiliz. “Şeriat islamdır, cahiller bilmez” dedi reisi de birkaç gün önce, malum. Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık hepsi birbirine karıştı. Haliyle namazsız, duasız, türbesiz adım atamıyorlar artık. Bir tür tuhaf “Türk-Sultan-İslam Sentezi” ile karşı karşıyayız. 

Oysa millet ümmetin antitezi olarak ortaya çıktı. Milletin asla uyuşmayacağı bir başka şey ise bir kralın-sultanın-çarın tebaası olmak. Ümmet varsa millet olmaz, tebaa isen tabiyetinin bir anlamı yoktur, bu kadar basit. 

Hatırlayacaksınız, mevcut Şehremini Ekrem İmamoğlu da böyle başlamıştı çalışmalarına. Cami cami, türbe türbe dolaşıp, “tilavet” ile miting açmıştı. Makamına da imam onayı ile oturmuştu ki, eylemlerinin tamamı, kendisi gitmiş testisi yadigâr kalmış laikliğe aykırıdır. Hal böyleyken, ümmetçi iktidar çevrelerine göre her ikisi de dinsizdir. Bunu ümmet sayılmak için yeterince “dinli” olmadıkları şeklinde anlayabiliriz. Demek ki milliyetçilikleri ve dincilikleri yok hükmündedir. Dinciler dinsiz ve milliyetçiler milliyetsizdir. Sağcılık artık bir boş kümeden ibarettir.

***

Milliyetçiliğin gemi azıya aldığı o tanıdık dönemlerden birinden geçiyoruz madem, tarihini hatırlatalım. Avrupa uluslarının keşfedilmesinin şunun şurasında iki yüz yıllık bir tarihi var. Bizdeki “Türkçülüğün” ömrü daha kısa, 150 yıl önce keşfedildi o da. Daha önce “Türk” Osmanlı resmi tarihinde hakaret niyetine kullanılıyordu. Bakın Peçevi veya Neşri Tarihi’ne; Türkler, Kürtler ve Çingeneler ile birlikte, toplumun en aşağı tabakası olarak zikredilmektedir. Nevzuhur Osmanlıları kışkırtmak gibi olmasın ama Osmanlının Türklük gibi bir iddiası hiç olmamıştır. Niye olsun; mülkünde yaşayan cemaatlerden ibarettir tebaasının toplamı. 

19. yüzyılda doğan “modern tarih”, Avrupa milliyetçiliğinin bir enstrümanı olarak yaratıldı ve geliştirildi. Geliştirilirken yer yer ırkçılığa yöneldi. Her durumda milliyetçilik bir siyasi kurgudur ve elimizde, kurgunun dışında, “milliyetler ve onunla örtüşen siyasi sınırların var olduğuna” değgin herhangi bir veri yoktur. 

Peki, bugünkü halklara kültürünü ve dilini miras bırakmış eski “halklar” (Germenler, Gallo-Romenler, Keltler, Franklar…) ne olacak diye soruyorsanız “Uluslar Miti ve Avrupa Kimliği”ne atıfla cevaplayalım. Yazarı P.J. Geary’nin dediği şu: Eski “halklar” ile bugünküler arasında kurulan bağlar da birer 19. yüzyıl uydurmacasıdır. Avrupa birer halklar ve diller mozaiğiydi. Örnek, 20. yüzyılın başında bile Fransa’da Fransızca konuşanların sayısı nüfusun yüzde 50’sinden fazla değildi. Bugünkü hali oluşturan şey, bütün Avrupa’yı hallaç pamuğu gibi atan I. Dünya Savaşıdır. Yani, etnik kökene dayalı milletler oluşmamış, tersine icat edilmişlerdir.

***

Bu millet imalatına “antik Yunan” da dâhildir. Martin Bernal’in tezi bu da. Konuyu tartıştığı Kara Atena adlı kitabı “Eski Yunan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi?” alt başlığını taşıyor. Bernal, Kara Atena’da bugün kavradığımız biçimiyle Antik Yunan’ın 19. yüzyılda kurgulandığını ileri sürüyor. Avrupa milliyetçiliğinin mucitlerinin millet inşası için, romantik yerel tarih tezlerinin yanı sıra daha büyük ve “beyaz” bir kurucu efsaneye ihtiyaçları vardı. Kiliseye karşı tutumu nedeniyle Aydınlanmadan ve Fransız Devrimindeki rolleri nedeniyle Masonluktan hoşlanmıyorlardı.

Aydınlanmacıların ve Masonların referansları eski Mısır kültürüneydi. “Milli bir tarih” oluşturmak üzere Mısır’ı tarihten sildiler, doğan boşluğu eski Yunan mitleri ile doldurdular. Böylece Aydınlanmacılardan ve Masonlardan da kurtulmuş olmayı umuyorlardı. Özeti budur.

Hepsinin kökeninde, gelişen kapitalizm ve bu canavarı beslemek üzere çıkılan kıtalar arası sömürge seferlerinin payı var. Pazar gelişmişti ve onu korumak üzere “milli sınırlar”a ihtiyaç vardı. Ama öte yandan uydurduklarına inanmakta ve inandırmakta güçlük çekiyorlardı. Öyle ki Fransa ihtilalinin, Gallo-Romenlerin fetihçi Franklara karşı giriştikleri bir intikam hareketi olduğuna inanlar çoğunluktaydı. 

Batılı dünyaya yayılıp daha fazla bölgeyi kontrol altına aldıkça yeni kurgunun inandırıcılığı da arttı. İnsanların ırklara bölündüğü tartışmasızdı. Joseph-Arthur Gobineau, uygarlıkların yazgısını ırksal bileşimlerin belirlediğini işte böyle bir iklimde ileri sürecekti. Şöyle diyordu: “Tarih, yalnızca beyaz ırkların ilişkisinden doğar.” Gobineau, topluluğu kolektif bir bütün olarak tanımlıyor ve yaratıcılığı da bu bütünün marifeti sayıyordu. Birey ancak bir ırkın parçası olarak var olabilecek bir şeydi. Nietzsche’den Hitler’e uzanan ve bütün Avrupa’yı içine alan bir kıta ırkçılığının ilk ve kaba formülasyonuydu bu. Ulus-devlet, ırkçı-milliyetçiliğin omuzları üstünde gelişiyordu.

Oysa Marx ve Engels’in dediği gibi bu kavga ne etnik ne de dinseldi; tam tersine derinlemesine sınıfsaldı.

***

“Türkçülüğün” de, 19. yüzyılın sonunda keşfedildiğini biliyoruz. Sancılı ve kuşkulu bir doğumdu bu. Kozmopolit bir imparatorlukta, yeni bir millet yaratmanın bütün yıkıcılığı ile ilerleyecek, yol açtığı yıkımlar, bu yüzden, daha bir kanlı ve daha bir acılı geçecekti.

19. yüzyılın ortalarına kadar “Türkiye” Batılılarca kullanılan bir deyimdi. “Türk olduğumuzu” Fransız Leon Cahun ve Macar Arman Vambery keşfetmişti. Göçebeydik, mutluyduk ve İslam’la tanışınca yozlaşmıştık; Cahun böyle yazıyordu. Vambery de Türklerin köklerine merak salmış, Orta Asya’ya gidip gelmiş, orada köklerimizi bulmuştu. Türklerin Türklüğünü öğrenmesi Yahudilere yönelik “pogromları” durdurmanın tek çaresi olarak görülüyordu. Türkler, Rusya’nın arka bahçesinde, âtıl bir güç olarak öylece duruyordu. Birleşseler Rusların ilgisini içeriden dışarıya yönlendireceklerdi. Başlangıçta hiç önemsenmemiştir. Irka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkili “devleti kurtarma çaresi” arayan aydınlar arasında bir fikir jimnastiği tonundaydı. Bu ırki Türkçülüğün kaderini belirleyecek olan şeyin kendi olgunlaşması olmadığı daha o zamandan belliydi. Arkasında kuvvet yoktu, bir siyasal hareket değildi. İstanbul’da “Türk milliyeti arzu eden, siyasi olmaktan ziyade ilmi bir mahvel” oluşmuştu, hepsi bundan ibaretti. “Türkler” henüz “Türk olduklarını” bilmemekteydi ve üç-beş kişiden oluşan Türkçüler, Türklere Türk olduklarını öğretmek zorundaydı. Türkçülük çaresizlikti. Yol alabilmesi için İslamcılık ve Osmanlıcılığın siyaseten çökmesi gerekiyordu.

***

Türbeye gelince; Fatih, en büyük işlerine giriştiğinde daha çocuk yaşındaydı. Annesi Hristiyan’dı, dini bir taassubu yoktu. Efendisi olduğunu düşündüğü düzen onu Konstantinopolis’e doğru ittiriyordu. Ancak, tebaalarından bazıları Fatih’in fethinin yönüne karşıydı. Örneğin Çandarlı ailesi ikbalin doğuda aranmasından yanaydı. Fatih şehri bu ailenin ve temsilcisi Çandarlı Halil Paşa’nın sert muhalefetine rağmen fethetti. Büyük aydınımız Yalçın Küçük, bu muhalefetin tek kişinin işi olmadığını, Fatih’in karşısındaki gücün “Çandarlı Halil Partisi-ÇHP” olduğunu yazdı. Nitekim Fatih’in fetihten sonraki ilk işi Çandarlı Halil Paşa’yı idam ettirmek ve ailenin mallarına el koymak oldu. Ama aile çok güçlüydü, Fatih geri çekildi, ailenin el konulan malları iade edildi. Türbedeki işlerin esası da sınıf savaşıdır. 

İslamcılık da İslamcılarımızın hayal ettiği gibi değildir. Peygamber zehirlendi; kayıtlara göre ölüsü günlerce ortalıkta kaldı. Peygamberin ardından gelen bütün halifeler birer cinayetle, vakitsiz, hakkın rahmetine kavuştu. Yani İslam da sert bir iktidar mücadelesinin içinde doğdu. İçinde partiler vardı, fiili bir cumhuriyet yürürlükteydi. Öldürerek veya oylayarak, mutlaka bir seçim yapılıyordu ve seçilenler sadece dinin değil oluşmakta olan devletin başı sayılıyordu. Kavgaları budur. Kabilelerin ve ailelerin pozisyonu din mücadelesinde üstlendikleri role göre yeniden belirleniyordu haliyle. Yeni dine direnenlerin kaybetmesi, destekleyenlerin kazanması sürecin mantığına uygundu. Ama çok kısa zamanda tam tersine işaret eden gelişmeler oldu. Yeni inanca sonuna kadar direnen Emevi kabilesi, kaybedeceğini anlayınca pozisyon aldı, devlette yer tutmaya başladı. İlk Müslümanlar kısa süre öncesinin düşmanlarının şimdi efendilerine dönüşmekte olduğunu çaresiz gözlerle izlemekteydi. Kabileden devlete geçmenin sancılarıydı bunlar.

İslam, devlet olmak isteyen bir din olarak yola çıktı, bir devlet dinine dönüşerek yolculuğunu tamamladı. Din, devlet dini olunca seçime de ihtiyaç kalmadı, cumhuriyet yıkıldı. Cumhuriyeti ve halifeliği gömen Muaviye’dir.

***

Türkçülük çaresizliktir, varlığını İslamcılık ve Osmanlıcılığın çöküşüne borçludur. “İslam eşittir şeriat” olunca Türkçülük imkansızdır haliyle. O imkansızlıkta tartışıyoruz modern zamanların inançlarını. “Türk-Sultan-İslam Sentezi”nin dediği budur; İslamcılarımız dinsiz ve milliyetçilerimiz artık milletsizdir. Haliyle bunları derleyip toparlayacak bir nevzuhur sultana ihtiyaçları var. 

Tarih işini görüyor fakat, temizleniyoruz, kirlerden arınıyoruz. Arındıkça halka-sınıfa yaslanmaya mecbur olduğumuzu daha iyi anlıyoruz. Ne türbe ne tapınak; ne tebaa ne ümmet. Tek çıkar yol var önümüzde, laik eşitlikçi bir cumhuriyet.

Orhan Gökdemir / soL 


Açgözlülüğün kalbinden gelen bir ses: 'Ulan alçak Sakıp' - Bahadır Özgür / duvaR

 

Sabancı ailesinin ‘üvey’ mensubu Sevgi Sabancı’nın yazdığı anı kitabı, Türkiye’nin en zengin ailelerinden birisinin üzerinden sermaye sınıfının ahlaki, dini, etik anlayışının altındaki çırılçıplak servet tutkusunun genetik haritasını çıkarıyor.

Sermaye sınıfının açgözlülüğü daima satın alınmış bir ‘saygınlıkla’ örtülüdür. Ama mistik tülün yırtıldığı bir ‘an’ vardır. “Gözler kapanıp kasalar açıldığında” der buna Balzac. O vakit mirasçıların etekleri tutuşur. Göz bebekleri kızarır, şakaklarındaki damarlar şişer, hırıltılı nefesleri hızlanır. İçlerinde biriken şirretlik volkan gibi patlamaya hazırdır. Zekice buldukları entrikaların işe yarayıp yaramadığını test edecekleri bir paylaşım seremonisi başlamak üzeredir. Tüm hayatlarının ahlaki pusulasını oluşturan bir söz, kulaklarında çınlayan bir ilahiye dönüşür: Ölüm hak, miras helal!

Zenginlerin miras kavgasını işleyen romanları çoğumuz okumuşuzdur. Filmleri, dizileri izlemişizdir. Bazen de magazine düşmüş skandallardan öğreniriz olan biteni. Fakat açgözlülüğün tam kalbinden gelen gerçek sesler pek azdır. İşte yakın zamanda çıkan bir kitap böylesine bir kaynak: Öteki Sabancılar: Adana’da Piç Olmak

               Adana'da Piç Olmak - Öteki Sabancılar, Sevgi Sabancı, 240 syf., Köknar Kitap, 2023.

Hacı Ömer Sabancı’nın büyük oğlu İhsan’ın kızı Sevgi Sabancı, Kayseri’deki köyünde bir duvara sırtını verip karşıdaki üzüm bağlarına iç çeke çeke bakan Hacı Ömer’in, Adana’da ‘SA krallığına’ uzanan entrikalarla dolu tarihini, bir miras meselesi üzerinden anlatıyor.

Kitabın kısa özetini "Sabancı ailesinin 'karanlık' tarihi" başlıklı şu yazıda bulabilirsiniz. Hacı Ömer’in dört çocuğu vardır: İhsan, Sakıp, Erol, Özdemir. İhsan tam bir Adanalı gibi yaşar. İçmeyi, eğlenmeyi, futbolu, kadınları sever. Oysa çekirdekten cimri Hacı Ömer için tahammül edilemez günahlardır bunlar. Dini veya ahlaki nedenlerden değil, para harcama olarak gördüğünden... Anne ve babasının seçtiği Yüksel hanımla evlenen İhsan, bir gün yoksul mahalleden Nevin’e aşık olur. Resmi nikah sözü verse de aile bağı engeldir. İmam nikahı kıyar ve beraber yaşarlar. Nevin’den Sevgi, Murat ve Sevilay isimli üç çocuğu olur. Mesele de bundan sonra başlar. Mirasa yeni ortaklar gelmiştir çünkü.

Hikaye, Sabancı ailesinin nüfuzunu kullanarak bu ortakları yok etmeye çalışması üzerinden bugüne kadar ilerler. Polise ev bastırılır, hapse attırılır, Nevin’e fahişe damgası vurulur, çocuklar “piç” diye aşağılanır. Hacı Ömer öldükten sonra aynı aile politikası Sakıp Ağa’nın önderliğinde kesintisiz sürer. İlgi çekici olduğu kadar iğrendirici bir hikayedir. Bütün kutsal değerlerin de üzerinde bir kutsallığa sahip serveti koruma ve kollama yolunda her şeyin mubah kılındığını apaçık izleriz.

Dolayısıyla kitap zengin bir ailenin geçmişine dair mahrem konularla sınırlı değildir. Türkiye’nin modern sermaye sınıfının ahlaki normlarının ne olduğunu, servet tutkusundan kaynaklanan yozlaşmayı ve bütün bunların sermaye birikiminin evreni içinde nasıl şekillendiğini de görürüz. Ve nihayetinde Balzac’ın dahiyane cümlesini bir kez daha hükmünü icra ederken buluruz: Her büyük servetin altında bir suç yatar!

İKİ İNTİHAR VE TEMSA’NIN BOZUK FRENLERİ

Sabancı ailesi İhsan’ı Nevin’den koparamayınca türlü çirkefliklere başvurur. Azmettiricinin kim olduğu belirsiz üç saldırıya uğrar Nevin. Birinde pencereden bıçak fırlatılır, kıl payı geçip duvara saplanır. Başka bir sefer, eve gelen tanımadığı bir kişi uzun uzun baktıktan sonra, “Tövbe, ne kadar para verirlerse versinler seni öldüremem” der, kaçar. Bir başka sefer Hacı Ömer’in köyünde üzerine sürülen traktörden son anda İhsan kurtarır. Traktör şoföründen bir daha haber alınamaz.

Ancak iki şüpheli intihar vakası var ki, Müge Anlı’nın sahnesine çıkarılan fakir fukaranın vukuatları yanlarında dipnot kalır.

Sevgi Sabancı, 1986’da TEMSA’da çalışan Vehbi Asutay adlı genç bir mühendisle tanışır. Uzun süren ilişkiyi Asutay, evliliğe çevirmek niyetindedir. Sevgi hanım uyarır: “Amcalarım, Güler abla bunu duyarsa seni işten atarlar.” Asutay oralı olmaz. Eğitiminin, kariyerinin başka iş bulmaya yetecek düzeyde olduğunu söyler. Çok önemli bir ‘sırrı’ da paylaşır: “İmal ettiğimiz otobüslerin fren sisteminde sorun olduğunu üst yönetime rapor halinde verdim. Ölümlü kazalar olursa hiç şaşırmayın dedim. Bayağı bozuldular. Beni kapıya koyarlarsa sebebi bu rapor olur.” Asutay’ın akıbeti ne olur peki?

Evlilik hazırlıkları yapan Sevgi hanım Londra’dayken, 24 Temmuz 1988 günü bir telefon alır. Arayan gazetecidir. Hürriyet’te çıkan haberi aktarır: “Sabancılar’ın kızına aşık olan mühendis intihar etti!” Nişanlısı Asutay, evlendikten sonra beraber yaşamayı planladıkları Kandilli’de yeni aldığı evin garajında ölü bulunmuştur. Polis intihar olduğuna kanaat getirip dosyayı kapatır.

Hemen yakın zamanda yaşadığı bir başka hadiseyi hatırlar Sevgi hanım. Evliliğe adım atmanın verdiği özgüvenle 25 yaşındayken, mirastan kendilerine düşen hakkın yenildiğini belirterek Sabancılar’a itiraz eder. Derhal holdingin koordinatörlerinden Hüseyin Bey, ofise çağırır. Şu cümleler dökülür ağzından: “Benim babanla dostluğum oldu, hatırı çoktur. O hatıra binaen seni uyarmak için davet ettim. Miras konusunu fazla kaşıma. Bunlar babana acımadılar, sana hiç acımazlar. Verilenle yetin. Reha Turan olayını hatırla.”

Sevgi hanım, “Reha Turan olayı nedir” diye sorar. Aldığı yanıt imalıdır: “Ablan (üvey) Nur’un eski kocası. Geçinemedikleri için boşandılar. Sonra Güler ablanı tehdit ederek ara ara para koparmış. Bu durum uzayıp gitmiş, ta ki adam Boğaziçi Köprüsü’nden atlayıp intihar edinceye kadar.”

Kısaca kitap, Türkiye Cumhuriyet’inin tapusunda hatırı sayılır hissesi bulunan bir aileyi  tanımak bakımından eşsiz bir eser.

Eşsiz lakin, şu sıralar çok satanlar listesinin zirvesinde yer almasına rağmen medyanın şaşırtıcı düzeydeki ilgisizliği dikkat çekiyor. Üzerine az sayıda yazı çıktı mesela. Televizyonlarda konusu dahi olmadı. İçinde ihanetin, cinayet iddialarının, para hırsıyla gözü dönmüş zenginlerin şantaj ve tehditle iş yapmasının; Yılmaz Güney, Asil Nadir, Turgut Özal, Saddam Hüseyin, İran kraliyet ailesi vb. karakterlerin yer aldığı bu muhteşem malzemenin, yeterince malzeme olmaması soru işaretleri yaratıyor doğrusu. Türkiye’nin en zengin üç ailesinden birisinin kirli sepetini ortaya dökmek kolay iş değil.

Niye dökülsün ki zaten. Yozlaşmanın izini Gültepe’nin, Esenyurt’un varoş mahallelerinde veya Anadolu’nun kuytu köşelerinde aramak; paranın kirli yüzünün adresini iktidar yandaşlarıyla sınırlandırmak daha maliyetsiz. Koca koca şirketleri, üniversiteleri, müzeleri, yalıları, sanat koleksiyonları, reklam bütçesi olan bir ailenin neredeyse bir asra yayılan çıkar dünyasının aşağıya da damlayan nimetlerini, bir ‘piç’in anılarıyla lekelemeye ne gerek var! Hukuksuzluğun, güç zehirlenmesinin, paraya tahvil ahlakın temellerinin sermaye sınıfının egemenliğinde yattığını, yozlaşmanın tavandan tabana yayılan bir süreç olduğunu bilmenin; sermaye ve servet düşmanlığı yapmanın kime, ne faydası olur değil mi! Arsızlığın arşa çıktığı zamanlarda, içinizi soğutacak bir şeylere mi ihtiyacınız var? Alın size haksız servet diye üzerinde özgürce tepineceğiniz, miadı dolmuş bir kaç aparat: Dilan Polat’lar, Seçil Erzan’lar vs.. vs..

Kısaca Sevgi Sabancı’nın anıları, Türkiye’nin en zengin ailelerinden birisinin üzerinden sermaye sınıfının ahlaki, dini, etik anlayışının altında yatan çırılçıplak servet tutkusunun genetik haritasını çıkarıyor. Hani Karl Marx der ya, sermaye dünyasının ilişkilerinde aşk da sevgi de dostluk da kan bağı da paraya tahvillidir. Metalaşır ve satın alınır hale gelir. Kitap tam olarak bu ekonomi politik soyutlamanın, somutlanmış hali işte.

Bize yıllar boyu sevimli, vatansever, cömert bir figür gibi yutturulan ‘ağa’yı bir de ağabeyinden dinlemek lazım: “Ulan alçak Sakıp!”

Bahadır Özgür / duvaR

26 Ocak 2024 Cuma

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI -26 OCAK 2024 -

Açlık sınırı yılın ilk ayında asgari ücreti geçti (soL)

Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’nun araştırma sonuçlarına göre, ocak ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 17 bin 442 liraya yükseldi. Yoksulluk sınırı ise 48 bin 495 olarak hesaplandı.(https://haber.sol.org.tr/haber/aclik-siniri-yilin-ilk-ayinda-asgari-ucreti-gecti-389650)

AKP'de üyelik oyunu!(Kayhan AYHAN-Birgün)
Ankara'da yurttaşlar iradeleri dışında AKP'ye üye yapıldıklarını öğrendi. Bu durumun bir algı oluşturma çabası olduğu ve suç duyurusunda bulunulacağı kaydedildi.(https://www.birgun.net/haber/akp-de-uyelik-oyunu-501348)

Müebbet alana tahliye kararı! (Uğur Şahin-Birgün)
Zihinsel engelli çocuğu iki sene boyunca cinsel istismara maruz bırakıp öldürdüğü iddiasıyla yargılanan ve ceza alan Karakoç, verilen ara kararla tahliye edildi. Ailenin avukatı tepkili: Müebbet alan birisi nasıl tahliye edilir?(https://www.birgun.net/haber/muebbet-alana-tahliye-karari-501320)

ÇEDES Projesi'yle okullara giren Diyanet el yükseltti: Abi ve ablalar işbaşında! (Aytunç Ürkmez-Cumhuriyet)

Diyanet İşleri Başkanlığı, 10 ilde 3. ve 4. sınıf öğrencilerine cami ve gençlik merkezlerinde “değerler eğitimi” dersi verecek. Eğiticiler “gönüllü abi ve ablalardan” oluşacak. Eğitimciler, “FETÖ’den anımsadığımız ‘abi-abla’ modeli, resmileşiyor” tepkisini gösterdi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/egitim/cedes-projesiyle-okullara-giren-diyanet-el-yukseltti-abi-ve-ablalar-2168001)

Gazeteci Ahmet Ayva tutuklandı (soL)

Gazeteci Ahmet Ayva sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımda tutuklandığını duyurdu. Ayva 2018 yılında Cumhurbaşkanına hakaretten açılan daha sonra ise "PKK propagandası"na çevrildiğini belirttiği Yargıtay'daki 3,5 yıl hapis cezasının onaylandığını dile getirdi. Ahmet Ayva'nın paylaşımı şöyle: "Tutuklandım 2018 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret davası olarak açılan ve daha sonra PKK propagandasına çevrilen Yargıtay'daki 3,5 yıl hapis cezam onaylandı. Silivri cezaevine götürülüyorum. Türkiye’de eleştiri özgürlüğünün olduğu, ‘çocuklar ölmesin’ demenin suç olmadığı günlerde görüşmek üzere!"

Patronlar İşsizlik Sigortası Fonu'na göz koydu (SELAHATTİN KURAL*-SOL/GÖRÜŞ)

İşsizlik Sigortası Fonu patronların gözünü kamaştırıyor. Her fırsatta bu fonda patronların da hakkı olduğunu iddia ederek kullanmaya çalışıyorlar.  Dün gece TBMM genel kurulunda çalışma hayatıyla ilgili düzenlemeler içeren İşsizlik Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'nin ilk 6 maddesi kabul edildi.  Salgın döneminde İşsizlik Sigortası Fonu patronların bunu değerlendirmesi açısından fırsattı. Şimdi bunu devam ettiriyorlar.  Meclis'ten geçen bu kanunla patronlara verilen asgari ücret teşviki 500 liradan 700 liraya yükseltilmiş olacak. Diğer taraftan kadın, genç ve mesleki yeterlilik belgesi sahibi olan işsizlerin istihdamının desteklenmesi için patronlara verilen teşvik 31 Aralık 2025'e kadar devam edecek ve uygulamanın 31 Aralık 2026'ya kadar uzatılabilmesi de Cumhurbaşkanı'nın yetkisinde olacak. Ancak tüm bu başlıkların özüne bakmamız gerekiyor. Patronlar ve onların siyasi temsilcileri İşsizlik Sigortası Fonu'nu kendi hizmetlerine açmak istiyor.  El birliği ile Meclis'te patronların mağduriyetini vurgulayarak teşvikleri onayladılar. Teklifin tartışıldığı Meclis oturumunda yapılan konuşmalara bakınca bile tasarının aslında patronların isteğiyle geldiğini görüyoruz. Patronlar İşsizlik Sigortası Fonu'ndaki paraya göz koymaya devam ediyor. Patronlar kâr elde etmeye devam ederken, işçilerin, emeklilerin nasıl geçinebileceği kimsenin umurunda değil. Patronların azgınca emeğe saldırısına izin vermeyeceğiz. Bu eşitsizliğe ve hak gaspına karşı işçileri bir araya getireceğiz.

*TKP Merkez Komite Üyesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 26 OCAK 2024 -

 

CHP-İsveç-NATO (Ali Sirmen)

Çarşamba günü İsveç’in NATO üyeliği konusu Meclis’te görüşüldü. Adaylığın karşısındaki itirazların kaldırılmasına karar verildi. İsveç’in NATO’ya üye olması bir süredir Türkiye’nin itirazlarına çarpıyordu. Türkiye iki İskandinav ülkesi İsveç ve Finlandiya’nın, ABD’nin desteklediği NATO üyelik başvurusuna bu ülkelerin PKK konusunda kendisiyle çelişen tutumları ve genel olarak terör karşısındaki “vurdumduymaz” tavrını kendi ulusal çıkarlarına aykırı gördüğünden veto hakkını kullanıyordu. AKP, ABD’nin ısrarlarına karşı direnmeyi sürdürdü ve geri adım atmadı. Üslup AKP’nin kendine özgü üslubuydu. Başta iç kamuoyuna yönelik tepkiler dile getirilmekte, hamasi nutuklar atılmakta, hatta basında hakaretamiz sözcükler kullanılmakta, gürültü çıkarılmaktaydı. AKP’yi bilenler burdan bir şey çıkmayacağını, üst perdeden atıp tutmakla bir şey elde etmenin mümkün olmadığını, bu tepkilerinin iç kamuoyunu yatıştırmaya ve ülke çıkarlarını uluslararası alanda ödünsüz savunuyormuş algısı yaratmaya yönelik olduğunu ve kamuoyunun aptal yerine konmuş olduğunu söylüyordu. 

Nitekim öyle oldu. Finlandiya’nın başlangıçtaki yumuşak tavrı sayesinde Helsinki’nin NATO üyeliği karşısındaki vetosunu kaldırmış olan Ankara, İsveç’in politikasında direnmekten vazgeçmemesi üzerine vetosunda ısrar etmekteydi. Ama AKP’nin iç kamuoyunu yatıştırmaya yönelik yüksekten atma ama bir şey yapmama politikasını bilenler, Ankara’nın sonunda tıpış tıpış giderek isteneni yapacağından kuşku duymuyorlardı. 

Nitekim yine öyle oldu. 

İsveç, PKK ve diğer aynı kaynaklı terör örgütleri karşısındaki tavrını değiştirmeden, fanatik Hıristiyan gruplarının İslam aleyhindeki nefret dolu gösterilerini engellemeden, lafın kısası hiçbir şey yapmadan Ankara vetoyu kaldırdı. 

***

AKP’nin tavrı şaşırtıcı değildir. Her zaman yaptığını yaptı. Boş tehditlerde bulundu. Sözünün ve tehdidinin bir kıymeti harbiyesi olmadığını kanıtladı. Türkiye’nin de tepkisi fazla ciddiye alınmaması gereken bir ülke olarak komik duruma düşmesine neden oldu. AKP’nin bu tavrı burada hep utanılarak dile getirilmekteydi. 

Ama son Meclis kararı, muhalefetin özellikle CHP’nin tutumu yüzünden daha da ilginçleşmektedir. Çünkü CHP de AKP’ye katılarak boş palavralar üslubunun takipçisi olmuştur. Daha da ileri giderek CHP, arada her vesileyle yinelediği “NATO”cu tercihlerini açıkça dile getirmiştir. 

***

Son zamanlarda seçim meydanlarında emperyalizmden sıkça söz eden CHP’nin bu konudaki tavrını bir açıklığa kavuşturmasının zamanı gelmiştir. Cumhuriyeti laiklik konusunda köşeye sıkıştırmış, milli eğitimi tarikat ve cemaatlerin talanına açmış, tarikatçı bayrağını Türkiye Cumhuriyeti ufuklarında dalgalandırmayı bırakmayacaklarını söyleyerek anayasal suç işlemeyi sürdüreceklerini açıkça ilan edip meydan okuyan AKP karşısında kendisi de lafügüzaf politikasını benimseyen CHP’nin Türkiye’nin son İsveç politikasında AKP’nin onur kırıcı çizgisini izlemesi kamuoyunda geniş bir düş kırıklığı yaratmıştır. 

Son yıllarda Behlül Özkan misali genç bilimadamları yaptıkları çalışmalarda Cumhuriyetin laik ve antiemperyalist niteliklerine karşı savaş açmış olan ve bu alandaki mücadelesinde epey yol alan Cumhuriyet düşmanı güçlerin, Türkiye’de NATO egemenliğinin pekiştiği dönemlere rastladığını ve antilaik akımların NATO’nun antikomünist kampanyasıyla tarikat ve cemaatlerin işbirliği ürünü emperyalist takipçisi olan bu politikaların kollanması sırasında geliştiklerini ortaya seren eserler vermektedir. Türkiye’de Cumhuriyet, demokrasi, özgürlük ve laiklik konularında büyük gerilemelerin NATO emperyalizmiyle şeriatçı yobazlığın; ilerici, demokrat, laik, Kemalist, ulusalcı güçleri bir ayrım yapmaksızın aynı vahşi saldırının hedefi haline getirildiklerini ve bütün bu öğelerin savunmasız kalmasını sağladıklarını gösteren bu eserler MHP’nin de söz konusu saldırı operasyonunda başat rol oynadığını kanıtlamaktadır. 

Acaba CHP bu konuda ne düşünmektedir?

                                                   /././

Devletteki AKP-MHP kavgası (Barış Pehlivan)

“Şu an için büyük bir kavga yok ama soğukluk var.” Farklı görüşler çıkmasına rağmen tabloyu en iyi özetleyen cümle bu oldu. Yanıt aradığım soru şuydu: Devlette AKP ve MHP kadroları arasında bir kavga var mı? Yerel seçimlere kadar halı altına süpürülmek istenen ama Kulp’taki kaymakam-imam gerginliğiyle tekrar gündeme gelen bir soruydu bu. Yanıt bulmak için Emniyet, yargı ve parti kulislerinde gezdim.

Emniyet teşkilatından başlayalım. 

Emniyet’i Süleyman Soylu’dan önce ve Süleyman Soylu’dan sonra diye ikiye ayırmak hatalı olmaz. Unutmayalım ki yedi yıl İçişleri Bakanlığı’nda görev yaptı Soylu. Ve bu süreçte MHP kökenliler Emniyet içinde çok ciddi bir kadrolaşmaya ulaştı. 

Peki şu an durum ne? Deniyor ki şimdi Emniyet içinde güç dengesi oluşturulmaya çalışılıyor. 

Soylu ekibindeki önemli isimler koltuklarını kaybetmelerini, Devlet Bahçeli’ye “MHP tasfiye ediliyor” diye lanse etmek istiyor. Böylece meselenin kendilerinden ziyade “parti tasfiyesi” olarak algılanmasını arzuluyorlar. Emniyet’in kalbini bilen isimler ise “Bunun bir örtü olduğunu” ileri sürüyor. Ve örnek veriyorlar, “Zafer Aktaş halen İstanbul Emniyet müdürü ve MHP’ye uzak bir isim değil.”

İçişleri Bakanlığı’nın kurmay kadrosunun bu süreçte hassas olması konusunda Saray’dan uyarıda bulunulduğu da iddia ediliyor. Bakanlığa “Sanki iktidar değişmiş gibi sert tasfiyeler yapmayın, problemli insanlarla yolları ayırın, yumuşak bir geçiş olsun” deniyor.

Bundandır ki MHP’li birçok isim şimdilik tasfiye edilmiyor. 

‘SAHİPSİZ KALDIK’ SİTEMİ

Yargı kanadında ise işler daha da karışık.

Yargı kaynaklarından duyduğum en çarpıcı söz şu oldu: “MHP’liler sahipsiz kaldıklarını düşünüyor.”

Bu süreci de Hamit Kocabey’den önce ve Hamit Kocabey’den sonra diye ayırmak mümkün.

Zira MHP’nin HSK’den “istifa ettirilen” üyesi zamanında, ülkücü kökenli yargı mensupları direkt Kocabey’in kapısını çalıyordu. Ancak Kocabey tasfiye olunca artık MHP Genel Merkezi’nin kapısını çalıyorlar.

Tam da burada iki isim karşımıza çıkıyor: MHP’nin tarihçi kökenli bir genel başkan yardımcısıyla, asıl mesleği avukatlık olan bir MHP milletvekili...

Bilenler bilir; HSK’de her yargı mensubunun gizli bir “özlük dosyası” olur. O dosyada savcıların ve hâkimlerin mesleki karnelerinden özel hayatlarına kadar birçok bilgi yer alır. Atamalar da işte o dosyaya göre karar verilir. Kocabey’in talepler MHP üzerinden gelse de temayül gereği o özlük dosyasına baktığı ve bundan dolayı MHP kurmay kadrosuyla sorun yaşadığı iddia ediliyor. Kocabey tasfiye olunca ise şimdi direkt o listelerin esas alındığı söyleniyor.

Bu yolla da liyakat sahibi olmayan, hatta özel hayatlarında etik kurallara uymayan isimlerin önemli koltuklara getirildiği konuşuluyor. Kocabey’den sonra ilçelerde başsavcılık yapan ülkücü kökenli isimlerin tasfiye edildiği,  sadece üç il başsavcısının MHP’ye yakın olduğu belirtiliyor.

“Sahipsiz kaldık” sitemi de bu gelişmelerden geliyor.

‘EMRİNİZDEYİM’ TELEFONU

Yazmasam olmaz; AKP’nin ve daha doğrusu İstanbul Grubu’nun halen yargıda çok etkin olduğu vurgulanıyor. Yargıda onlar dışında Milli Gençlik Vakfı (MGV), İlim Yaymacılar ve TÜGVA referanslılar etkin. Çarpıcıdır ki Menzilcilerin ise kendilerini “MHP referanslı” gösterdiği ileri sürülüyor.

Duyduğum şu ilginç anekdotla bitireyim.

Bir yargı mensubu var. Zamanında İzmir’de basşavcıvekiliydi, şimdi de İstanbul’da bir ilçenin başsavcısı oldu.

İlginçtir; kendisini “sosyal demokrat” diye tanıtır ama ülkücülerle de arası çok iyidir. Zamanında İzmir başsavcısının “Ya o ya ben” diyerek onu şikâyet etmişliği, sonraki başsavcıya karşı da “kapıyı çarpıp gitmişliği” var o başsavcıvekilinin. Ama nasıl oluyorsa yükseliyor da yükseliyor.

Burada da Artvin üzerinden bir hemşericilik desteği konuşuluyor. 

İstanbul’da bir ilçenin başsavcısı yapılan o isim, seçimler öncesinde iktidarın değişeceğini düşünerek, İYİ Parti’den içişleri bakanı olacağı konuşulan bir ünlü siyasetçiyi arayıp “yeni dönemde emrinizdeyim” bile dediği iddia ediliyor.

Özet olarak...

Seçimlerden sonra, Erdoğan’ın Cumhur İttifakı’na İYİ Parti’yi de katmak istemesi sürpriz olmaz. Lakin burada mesele şu: MHP de kalacak mı ittifakta?

                                                   /././

Nefret yayan politikacı sorunu var! (Zülal Kalkandelen)

Seçime doğru Türkiye’de toplum öylesine şirazesinden çıktı ki bir parti sokak köpeklerini hedef göstererek kampanya düzenleyebiliyor!

Bu kampanya için yayımladıkları videoda önce bir kadın görünüyor, “Ahlak yoksa...” diyor, cümleyi küçük bir kız çocuğu tamamlıyor: “Başıboş köpekler vardır.”

Ardından otoriter bir erkek sesi, “Sokaklarımızı güvenli tutacağız, çocuklarımızı yaşatacağız. Ahlaklı belediyecilik dirayettir!” diyerek devreye giriyor.

Yeniden Refah Partisi, sokak köpeklerine karşı nefret duygularını yükseltmek için çok yoğun bir çaba sarf ediyor. Sonunda on altı saniyelik kampanya videosunu ve Fatih Erbakanlı görselleri tüm sosyal medyada yayarak bu konuyu iyice tehlikeli bir yola soktu.

AHLAKSIZLIK ARAYAN TECAVÜZCÜLERE BAKSIN!

Sokak köpekleri ile ahlaksızlık arasında nasıl bir ilişki kurdular anlamak olanaksız ama ahlaksızlık arıyorlarsa bakılacak başka yerler var. 

Örneğin hayvanlara işkence uygulayanlara ve tecavüz edenlere bakılsın!

Tecavüzcüleri para cezası verip serbest bırakanlara bakılsın!

Yeri gelmişken bu konuda önemli bir olayı tekrar hatırlatayım: TBMM’de hayvanlara karşı işlenen şiddet suçlarının TCK kapsamına alınması ile ilgili düzenleme yapılırken, tecavüz suçlarına ertelemesiz ve yatarı olan ceza verilmesini istediğimizi dile getirdiğimde AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, “Hiçbir ceza şiddeti önlemez!” diye karşılık vermişti. 

Sonuç olarak, hayvana tecavüz suçunu işleyenlere altı aydan üç yıla kadar hapis cezası belirlendiğinden ve Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre bunun yatarı olmadığından ülkenin her yerinde tecavüzcü sapıklar ellerini kollarını sallayarak geziyor!

Daha bu ay köşemde ayrıntılarını yazdığım, Şanlıurfa’da tecavüze uğrayan beş aylık bir sıpa can verdi. Hangi politikacının sesi çıktı?!

İŞİNE GELİNCE KADINI KULLANAN GERİCİLİK...

Ahlaksızlık aranıyorsa...

On sekiz yıldır Hayvanları Koruma Yasası’nın belediyelere yüklediği görevleri yerine getirmeyerek sorunun büyümesine yol açan belediye yetkilileri hesap versin.

Sokak hayvanları için ayrılan ödenekleri kısırlaştırma, aşılatma gibi hayati önemi olan işlerde kullanmayıp başka yere aktaranlar sorgulansın.

Yıllardır sokak köpeklerini geceleri zulümle toplayıp bir 

başka belediyenin sınırlarına atan belediye yönetimleri hakkında gereği yapılsın.

Belediye barınaklarını ölüm kampına çevirenler bunun bedelini ödesin. 

Hayvanlara şiddetin en ağırı uygulanıp ahlaksızlığın bin bir türlüsü yapılırken aynaya bakmayanlar, şimdi seçim öncesinde sokak hayvanlarını yok etmek isteyen tarikatlardan oy devşirmek için bu meseleyi köpürtüyor. 

14 Mayıs genel seçiminde seçim aracının arkasına iki erkeğin fotoğrafını koyup kadın adayı sadece siluet şeklinde gösteren YRP, şimdi kadınları ve çocukları kullanarak cinsiyetçi, eril ve türcü propagandasına devam ediyor. 

Tarikatlar ve cemaatlerle yakın ilişkiler içinde bulunan Büyük Birlik Partisi ise sokak köpeklerini hedef göstermeyi sürdürüyor. Partinin Genel Başkanı Mustafa Destici, 92 yıl önceki koşullarda kuduz hastalığı yayıldığında yayımlanmış bir genelgeye dayanarak sokak köpeklerinin katledilmesini önerecek kadar ileriye gitti. Türkiye’de artık bir Hayvanları Koruma Yasası bulunduğunu, kuduzun ise günümüzde etkin aşılama ile önlenebildiğini bilmemesi olanaklı olmadığına göre herhalde ya iyi niyetli değil ya da ağzından çıkanı kulakları duymuyor!

Bu kadar akla zarar açıklamadan sonra diyeceğim şu ki Türkiye’de nefret yayan politikacı sorunu var! 

Bütün bunların sonucunda hayvanlara akıl almaz işkenceler uygulayarak sosyal medyada sergileyen gruplar meydana geldi. Her kim ki soruna akılcı ve etik çözümler önermek yerine nefreti kışkırtıyorsa artan şiddetten de o sorumludur.

(Cumhuriyet)