13 Şubat 2024 Salı

FÜRUZAN (DOSYA) - 13 ŞUBAT 2024 -

 

Onurlu bir kadın yazar: Füruzan (Buket UZUNER-Birgün)

O, ünlü karikatürist Turhan Selçuk ile evliliğinde, yazarlık sınavını kendi başına kazanmak istediği için soyadsız olarak yazılmış onurlu bir kadındı. Güle güle Sevgili Füruzan Hanım, teşekkürler, alkışlar size.

Zamanın ruhu, ülkenin tarihi, kültürün birikimi hepsi bir araya gelmiş, 70’li yıllar Türk Edebiyatı’nda çok cesur, güçlü, haksızlıklara öfkesini saklamayan, buna rağmen neşesini kurutmamış, Türkçesi pırıl pırıl, içten, dünya edebiyatını tanıyan, gözüpek kadın yazarların sayısı artmaya, edebiyatımıza gür sesleriyle cansuyu katmaya başlamışlardı. Üst üste kitapları yayımlanıyor, ödüller alıyor, cesur röportajlar veriyor, sözlerini sakınmıyor, bekâretten anneliğe, yoksulluktan eril baskıya, tecavüzden, çocuk gelinlere kadar tabulaşmış konularda artık korkusuzca yazıyorlardı. O yıllarda yazar olmaya heveslenen ortaokullu, liseli kızlar, bu kadın yazarların varlığının ve kitaplarını okumanın ne büyük bir şans olduğunu henüz farkında değil, gençlerin hep yaptığı gibi başlarına gelen iyi şeyleri olağan sanma şuursuzluğundaydılar. Füruzan, o müthiş Türk Kadın Yazar kuşağındaki muhteşem yazarlardandı, ben de o sıralarda yazar olmayı kafasına koymuş o gençlerden biriydim. Bizim ve bizden sonraki kuşak kadın yazarların çoğu, o hepsi edebiyatımıza olağanüstü kitaplar armağan etmiş mucize kadın yazarlardan el almış, onlarda rol modeller bulmuş çok şanslı yazarlarız.

Füruzan gündeme sadece yazı işleriyle gelmek istediği halde güzelliği ve özel hayatıyla da dikkat çeken yazarlardandı. Halbuki günümüzde popüler olmanın her yolu tepe tepe kullanılırken o, ünlü karikatürist Turhan Selçuk ile evliliğinde, kocasının soyadına aklı ve emeğiyle yüklediği saygınlığı, evlilik yoluyla kullanmasının kendine sağlayacağı kolaylıklara hiç yanaşmamış, yazarlık sınavını kendi başına kazanmak istediği için soyadsız olarak yazmış, onurlu bir kadındı.

KIZ ÇOCUĞUNUN GÖZÜNDEN BAKTI

Füruzan’ın bence en önemli edebî özgünlüklerinden biri küçük kız çocuklarının gözünden kötülüğü anlatabilmesi, çocukluğun sesini ve saflığını unutmamasına karşın, kötülüğün, istismarın ve hainliğin karanlığını sert ve keskin bir dille yazabilmesindeydi. Onunla tanışınca, böyle son derece zarif, sakin ve çekingen bir insanın, yoksulluk, yalnızlık ve erkek şiddetiyle mücadele eden sert kadın öykülerini yazarken nasıl parçalanıp, kanadığını düşünerek ürpermiştim. Onun yazdıklarındaki güçlü görsel anlatım benim en sevdiğim özelliklerindendir. Zaten sinema ve tiyatroyla ilişkisi olduğunu biliyoruz, özellikle Hülya Avşar’ın oynadığı ve “Benim Sinemalarım” adlı öyküsünden kendisinin yönettiği film de beğeni toplamış, ben koşa koşa gidip izlemiştim.

Onunla en son beraber katıldığımız bir kitap fuarından dönerken aynı uçakta karşılaşmıştım. Önce kısaca selamlaşmış, ayaküstü sohbet etmiştik. Koltuklarımız yakındı, bu yüzden onun yanında oturan yolcunun, el çantasından rahatsız olup, ille başüstü dolaba kaldırmasını istediğini, bağırarak gereksiz bir gerilim yarattığını görmüştüm. Olay büyüyünce kendimi tutamamış, hiç planlamadan, “Edebiyatımızın değerli yazarına biraz saygı gösteremez misiniz, ayıp yahu!” diye bağırmaya başlamıştım. Olayı yaratan adamsa duyduklarını ya anlamayacak kadar ahmak ya da şuursuz biriydi, kabin görevlisini de azarlıyordu. O sırada son derece sessiz ve sakin oturan Füruzan bana gülümseyerek “Boşver, aldırma, yapma!” anlamında başını sallamıştı. Bu onu son görüşümmüş meğer.

GÜLE GÜLE SEVGİLİ FÜRUZAN HANIM

Füruzan’ın ilk öykülerini ne zaman okudum tam anımsamıyorum ama onun yayımlandıktan birkaç yıl sonra evimize giren ilk kitabını hiç unutmuyorum, çünkü konu hayli ailevî ve önemliydi. Füruzan annemle yaşıttı ama annemden çok daha cesurdu, buna karşılık Çamlıca Kız Lisesi’nde orta ve liseyi parasız yatılı bitiren annem onun “Parasız Yatılı” kitabını benden önce okumuş ve öyküyü sevmesine karşın kitabın adına bozulmuştu. Parasız yatılı okul sınavını dereceyle kazanmasıyla övünen annem bundan bahsederken o yıllarda “parasız yatılı”ya Arapça karşılığıyla “Leyli Meccani” dendiği için böyle kullanır, “meccani” kelimesinin “karşılıksız” anlamını tercih ederdi. Sanırım, paralı yatılı okuyan bazı varlıklı kızların şımarıklıkları ve “akran baskısı” nedeniyle “Parasız Yatılı”nın içindeki parasızlık kavramı annemi incitiyordu. Bunu hiçbir zaman itiraf etmese de Füruzan’ın kendisiyle aynı kuşaktan olmasına karşın, kitabının adını Leyli Meccani koymamasını eleştirmişti.

Şimdi belki gittikleri yerde karşılaşır ve bu konuyu artık aralarında hallederler.

Güle güle Sevgili Füruzan Hanım, teşekkürler, alkışlar size…

∗∗∗

USTA EDEBİYATÇI İÇİN TÖREN

Usta edebiyatçı Füruzan (Feruze Çerçi) için yarın 11.00’de İstanbul Yapı Kredi Kültür Sanat Loca’da anma töreni düzenlenecek. Yazar, 16 Şubat Cuma günü Nevşehir Hacıbektaş’ta son yolculuğuna uğurlanacak.

                                                                 /././

Erkekler yazamıyordu… Füruzan'ın yazması gerekti! (Umur Talu-T24)

Yusuf Atılgan gibi bir yazar bile, bir "erkeklik cinayeti"nden yola çıkmış bir "erkeklik cinneti"ni anlatmayı seçmiştir. "Öldürülen gelin" veya temizlikçi Zeynep ile "Müşteri kadın" (Şahika Tekand) bir erkek hikâyesinin figüranları olarak kalır!   

Sevgi Soysal'ın yazması gerekmişti. Adalet Ağaoğlu'nun da.

Tezer Özlü'nün yazarak tükenmesi gerekmişti. Tomris Uyar yazmalıydı, Oya Baydar, Buket Uzuner de. Gülten Akın derinden hissetmeli, Nilgün Marmara ve Didem Madak o hissiyatın derinliklerinde kısacık yaşamalı ama aramızda uzun uzun kalmalıydı. Kim bilir, belki Bilge Olgaç gibi yanmalıydı.

Daha daha önce, kadının kaleminin büyük cesaret olduğu çağlar; Emine Semiye, Makbule Leman, Fatma Aliye, Yaşar Nezihe, Fatma Hayrünnisa, Sadiye Vefik, Nezihe Muhiddin, Suat Derviş ve başkaları…

Onlar yazmalıydı kadını; çünkü erkekler yazamıyordu, nesneleştirmeden yazmaları ah ne zordu!

Özgecan; kadını yazamayan, kadını anlamayan, kadının hayat hakkını sığ gören erkekler dünyasında, o erkekleri yetiştiren kimi kadının da işbirliğiyle kararan o genç kızlar, genç kadınlar, ilelebet hakarete, cürete, esarete mahkûm kadınlar dünyasında, yargının önyargıyla donandığı otoriter adalet âleminde gencecik, paramparça bir kurbandı.

Ondan birkaç yıl sonra, ondan biraz daha büyükken, 27 yaşında yine bir "erkeklik cinayeti"nde öldürülüp yakılan Pınar Gültekin gibi.

Hafifletici sebep, iyi hâl, tahrik, haksız tahrik gibi otoriter erkeklik düzeni kimyasalı yumoşlarla yargının merhamet arayıp durduğu cani erkekler dünyası kurbanlarıydı.

Anayurt Oteli

Madem edebiyattan girdik "erkeklik cinayetleri"ne, madem Ula Akyaka'da öldürülen Pınar'a vardık hemen…

Yine edebiyatla, hatta sinemayla çıkıp gidelim yazının içinden; öyle hunharca kaybedilen tüm kadınlara ve kadınlara akıllarını, kalplerini, bilgilerini, birikimlerini, duygularını, kalemlerini adamış yazan, çizen, düşünen, anlatan tüm kadınlara saygıyla.

Pınar'ın yaşadığı, ölüme sürüklendiği Muğla Ula, Anayurt Oteli'nin de ilham kaynağı olan bir "erkek cinayeti"nin de sahnesidir.

Korunmuş ya da restore edilmiş tarihi evleri, her yaştan bisikletlisiyle Ula.

Manisalı Yusuf Atılgan, Ula'daki Savcı Dostu Cevat'tan bir cinayeti dinler. Bir gelin hem de evlendiği gece, dosyadaki deyişle "gerdek gecesi" öldürülmüştür.

Dosyayı ister. Üstünde çalışır.

Ve Ula'daki olayı Manisa'ya taşır. Hem de çifte cinayetle.

İlk yazdığında adı "Anavatan Oteli" olup yayıncısının adını "Anayurt" yaptığı otel Manisa'dadır. Yusuf Atılgan'ın, henüz 1 yaşında, çekilen Yunan ordusu kenti yaktığında annesinin kolları arasında Spil Dağına kaçırılıp hayata sarıldığı Manisa.

Aynı gün, 3 yaşındaki İlhan Berk'in de yanan kentten yine Spil Dağına kaçırılarak hayata tutunduğu; onlara katılmayıp yangın ortasında kalan ablasının alevler içinde can verdiği Manisa.

İki çocuğa da travmalarını, acı anlatıları, yitirilen evleri ve kayıp yakınları miras bırakan Manisa.

O Anayurt yani Anavatan Oteli'nin yerinde, yani hemen hemen orada, bugün Anavatan Apartmanı bulunuyor. Tam dört yol ağzında, Yusuf Atılgan'ı hatırlıyor mu, kim bilir!

Kitapta ve Ömer Kavur'un aynı adlı filminde otelin yöneticisi Zebercet (Macit Koper) bir misafir kadına (Şahika Tekand) kafasını takar, o gittikten sonra bu saplantı haline dönüşür.

Zaman zaman koynuna girdiği temizlikçi Zeynep'i (Serra Yılmaz) öldürdükten sonra da Adliyede bir duruşma izlemeye koyulur. İntihar edene kadar sanki kendi duruşmasıymış gibi orada adeta ifade verir.

İşte o duruşmadaki vaka, Atılgan'ın Ula Savcısı Cevat Bey'den aldığı dosyadaki "gelin cinayeti"dir!

(Atılgan'ın 23 yaş genç arkadaşı öğretmen Halil Şahan'a mektuplarından oluşan "Sevgili Halil Kardeş"te bu anlatılır.)

Yusuf Atılgan gibi bir yazar bile, bir "erkeklik cinayeti"nden yola çıkmış bir "erkeklik cinneti"ni anlatmayı seçmiştir. "Öldürülen gelin" veya temizlikçi Zeynep ile "Müşteri kadın" (Şahika Tekand) bir erkek hikâyesinin figüranları olarak kalır!   

 O yüzden, kadınların kadınları yazması çok gerekliydi işte. Ki erkekler de anlayabilsin!

Anayurt Devleti

Elbette, burası Türkiye, burada kadınlar kadar nice erkeğe de çıkış yok.

"Erkeklik cinayetleri"nde kadınlar can vermişken, kalan erkeklere kalan sağlar muamelesi yapan hukuk, adalet, vicdan sistemimizde "bazı erkekleri öldüren erkekler" için de hayat cehennem olmaz!

Nitekim Midyat'ta 1994'ten itibaren iki yıl içinde gözaltında kaybedilen 9 kişiye ait dosya "zaman aşımı"na uğradı, adalet ise onları yok etmekten sorumlu komutan ve astsubaylara uğramadı!

Hep söylediğim şey: Misal bugünlerde devletin adaletsizliği, ayrımcılığı, kayırmacılığı karşısında bir kez daha "emeklileri" vasıtasıyla hak arayan astsubaylara!

Bu devlet, bu adalet, bu sistem sizin hor görülen insanlara karşı haksızlıklarınızı kollamak, ama sizi hor gören amirlerinizin, komutanlarınızın, devletin sizi maruz bıraktığı haksızlıkları ise aynen o şekilde korumak üzere örgütlüdür!

Kim bu ülkede, cinsiyetinden, toplumsal cinsiyet kimliğinden, statüsünden, rütbesinden, sınıfından, etnik-dini kimliği-kimliksizliği ya da itirazından ötürü sistemli biçimde mağdur oluyorsa, bilmeli ki altta ve aşağıda sayılanı mağdur etme, kurban etme, ezip geçme bizatihi sistemin kendisidir.

Ve hepsine birden infial, itiraz ve isyan olmadan hiçbiri huzura ve adalete eremez!

Bu adaletsizlikleri görenler, yazanlar, haykıranlar;  kadın ya da erkek, bu ülkenin sadece edebi değil, ebedi vicdanlarıdır!

                                                        /././

Füruzan’ın ilk öyküsü nasıl yayımlandı (Doğan Hızlan-Hürriyet)

Yeni Gazete’nin kitap/sanat sayfasını yönetiyorum. Gazetenin binası Cağaloğlu’nda eski Hürriyet’in karşısındaki sokakta.

Bir gün gazetedeyken Füruzan’dan bir telefon geldi, çalışmalarını biliyordum. Bana bir öykü getireceğini söyledi. Sonraki günlerde gazeteye geldi ve bana‘Parasız Yatılı’yı teslim etti.


Ve bugün klasikler arasına giren öyküsü ilk kez Yeni Gazete’de bu şekilde yayımlandı.

Füruzan, o öyküyle yoksulun, unutulmuşların trajedisini doğal bir ustalıkla bize aktarıyor.

Ondan sonra dergi editörü olarak her öyküsünü, her kitabını okuyorum. Çünkü hepsinde insanın göremediğimiz, ortaya koyamadığımız bir yanını yazıyor.

Hiç kuşkusuz o, yarattığı kadın kahramanlarla da bizi dünya edebiyatının içine yerleştiriyor.

Füruzan edebiyat dışında sinemayı da bilen, izleyen bir yazar.

Nice ödüller aldı, son ödülü de Sedat Simavi Ödülü’ydü ve o ödülü de kızı Aslı Selçuk’a ben sundum.

Bir konuşmasında bakın ne demiş:

“Tarihin ilk çağlarından beri kayda düştüğü acılarla ilgileniyorum.”

Füruzan’la yaptığım bir konuşma da CNN TÜRK’te yayınlanmıştı.

O konuşmada söylediklerinden bazı notlar aktarıyorum:

* Okur olmadan yazar olunmaz.

* Her şeye estetik gözle bakıyorum.

* Yazarlar birbirlerini övmeden çekinmemeli. Ayla Kutlu, ben de dahil onlar Sait Faik’in kız kardeşleri demişti. Selim İleri de övmeden çekinmeyen bir yazar.

* Ben İstanbullu bir yazarım.

* En çok hangi öykümü severim bilir misin? ‘Su Ustası Miraç’ı.

* Nasıl çalıştığımı söylemeliyim. Aylarca eve kapanırım, okurum. Dünyayla temasımı keserim. Sonra da yazmaya başlarım. Arayanlara da ben sizi ararım derim. Buna yazma bilinci diyorum.

* Rus edebiyatının bütün ustalarını okudum.

O konuşmada beni de eleştirmişti, şiire ağırlık verip düzyazıyı ihmal ettiğim için.

Altın Kitaplar Yayınevi’nin çatısı altında çıkan ve benim yönettiğim Yeni Edebiyat dergisinde de Ece Ayhan’la bir konuşması yayımlanmıştı. 1971’de yapılmış bir konuşma.

İki ustanın düetini her okuyuşta ikisine de hayranlığım artıyor.

Bu edebi şaheseri Hürriyet Gösteri’nin bu sayısında yayımlayacağım.

Füruzan’ı okuduğunuzda, iyi bir yazarın duyarlığının nasıl kalıcı bir özellik olduğunu fark edeceksiniz.

                                                      /././

Füruzan’ın Eserleri

Öykü:

Parasız Yatılı (1971)
Kuşatma (1972)
Benim Sinemalarım (1973)
Gecenin Öteki Yüzü (1982)
Gül Mevsimidir (Kuşatma adlı kitabındaki bir uzun hikayesinin ayrı basımı, 1985)
Sevda Dolu Bir Yaz (1999)
Toplu Öyküler (2003)
“Su Ustası Miraç” (?)

Roman:

47’liler (1974)
Berlin’in Nar Çiçeği (1988)


Gezi ve röportaj:

Yeni Konuklar (1977)
Balkan Yolcusu (1994)
Ev Sahipleri (1981)

İşte Bizim Rumeli / Bosna Hersek, Makedonya, Bulgaristan, Yunanistan (1994).

Oyun:

Redife’ye Güzelleme (1981)

Kış Gelmeden (1997)
Şiir:

Lodoslar Kenti (1991)
Çocuk kitabı:

Die Kinder Der Türkei (1979, Türkiye Çocukları)


Antoloji:

Bir Güldeste (hikaye antolojisi, Almanya, 1984)

                                                          /././

Esentepe’deki, Doğu Berlin’deki Füruzan ve daha ötesi (Muzaffer Ayhan Kara-Gerçek Gündem)

Aslı Selçuk’a sabır ve başsağlığı diliyorum bitirirken… Parasız Yatılı’yı, Kuşatma’yı, Benim Sinemalarım’ı, 47’liler’i yaratan “edebiyatın kraliçesi” Füruzan’a ve tabii Turhan Selçuk’a da hayatımıza kattıkları için teşekkür ediyorum.


Füruzan’ı bir defa gördüm, o da kitap fuarında onur yazarı seçildiğinde. Pek ortalarda bir insan değildi ünlü olsa da. Ancak ortak dostumuz E. Büyükelçi Uğur Ergun’dan çok dinlemişimdir. Çünkü Füruzan 1975 yılında Federal Almanya hükümetinin davetlisi olarak Alman Akademik Değişim Servisi (D.A.A.D.) sanatçı programı kapsamında davet edilir Batı Berlin’e ve bir yıl kalır. Uğur Ergun ve o zamanki eşi Serfinaz Ergun da Doğu Almanya tarafında, Doğu Berlin’dedir o sıralar. Uğur Ergun, diplomat olarak görev yapmaktadır. Ergun çiftinin ikiz bebeklerini beklediği dönemdir. Böylelikle Doğu Berlin’i de merak eden ve yakından tanımak isteyen Füruzan Ergun’larla sık sık Doğu Berlin’e geçip zaman geçirmektedir. Bir yıllık değişim programı boyunca bu ritüel sürer.

Esentepe’deki, Doğu Berlin’deki Füruzan ve daha ötesi - Resim : 1

ERGUN’UN ANLATIMIYLA DOĞU BERLİN ZAMANLARI

Müthiş bir belleğe ve aynı zamanda arşive sahip olan E. Büyükelçi Ergun, o dönemdeki arkadaşı Füruzan’ın Doğu Berlin günlerini şöyle anlattı:

“Solcu bir yazar olarak Doğu Berlin'i yakından tanımak onun için hem heyecanlı hem de öğretici oldu. Doğu Almanya'daki komünist uygulamaları yakından izledi. Doğu-Batı farklılıklarını tam yerinde izlerken en isabetli değerlendirmeleri yaptığını görüyorduk. Yabancı dil bilmemesine karşın özellikle Alman TV kanallarını izliyor ve büyük zekasıyla olan biteni herkesten daha önce öğreniyordu. Yüksek düzeyde eğitim gören insanların üzerinde yeteneklere sahip olmasına hayran olmamak mümkün değildi. Berlin'deki en yakın arkadaşları bizdik. Doğu Berlin'e onu biz geçiriyorduk ve bundan büyük heyecan duyuyordu.1 Mayıs 1976 'daki törenleri bizim evde izlemiştik. Yazarken olduğu gibi konuşurken de öz Türkçe kullanmaya büyük özen gösteriyordu. Bizim ikiz oğlanlar doğduğunda bizimle beraberdi. Çocuklara isim koyarken (Devrim ve Evre) birlikte isim araştırması yapmıştık. Ondan konuşurken hep saygılıydı. Hep güzel ve bakımlıydı. Güzel giyinmeye özen gösterirdi. Sinema tutkusu da büyüktü.”

BERLİN’DE KALEME ALINAN KİTAPLAR

Füruzan, Berlin’de Türk işçilerle röportajlar yaptı. Röportajlarını Yeni Konuklar adlı kitabında topladı (1977). Dokuz Çağdaş Türk Öykücüsü (1982) adlı antolojisini ve Türkiye Çocukları (1979) adlı çocuk kitabını da Berlin'de hazırladı. Füruzan’ın daha sonraki yıllarda da göçmen ve gurbetçi işçi sorunları üzerinde durduğunu görüyoruz. 1988'de yayımlanan ve belge niteliğinde bir kitap olan Ev Sahipleri'nde Almanya'nın önde gelen aydınları ve konuk işçileriyle konuşmalar yaptı. 1988'de yayımlanan ikinci romanı Berlin'in Nar Çiçeği'nde de Almanya'daki göçmenlerin hayatını işledi.

ALAYLI BİR PIRILTILI YAZAR

Yazar kimliğiyle ve “Füruzan” olarak tanıdığımız Feruze Çerçi 1932’de İstanbul’da doğdu. Karikatürist Turhan Selçuk’la 1958’de evlendikten sonra bir süre Füruzan Selçuk imzasını kullandı. Fırtınalı ve gitgeller ile geçen Füruzan-Turhan Selçuk evliliğiyle dünyaya gelen Cumhuriyet’in sinema yazarı Aslı Selçuk, yazarın tek çocuğu. Yazarın başarıyla yönettiği ve kitabından uyarlanan Benim Sinemalarım’da kızı Aslı Selçuk da yardımcı yönetmenlik yapmıştır.

Füruzan, Yalova Demir Köyü İlkokulu’nu bitirdikten sonra orta öğrenimini yarıda bırakarak kısa bir süre tiyatro oyunculuğu yaptı. Daha sonra kendini tümüyle edebiyat çalışmalarına verdi. Yani okullu değil, alaylı bir yazar. Fakat çevresindeki entelektüel hale kendisini geliştirmesinde rol oynadı. Çağdaş Türk edebiyatının önemli isimlerinden birisi oldu. Türk öykücülüğünde genellikle "küçük insanlar" olarak tanımlanan toplumun ezilmiş, hakkı yenmiş, duyarlıklı iç dünyaları keşfedilmemiş insanlarını yazmıştır. İlk öykülerinin konuları çöken burjuva aileler, yoksullukla boğuşan kadın ve çocuklar, yeni ortamlarında bocalayan ve yurt özlemi çeken göçmenlerdir. Öykünün yanı sıra şiirden, romana, gezi yazısından, denemeye ve çocuk edebiyatına kadar edebiyatın farklı türlerinde eserler vermiş, öykülerinin bazıları tiyatro sahnesine ve sinema perdesine taşınmıştır. Daha çok gözleme dayalı gerçekçi bir anlayışı benimseyen Füruzan, ilk öykülerini 1956-58 arasında Seçilmiş Hikâyeler, Türk Dili, Pazar Postası’nda yayınladı. Bu dönemi gençlik hevesi olarak gören yazar, ustalık dönemi ürünlerini ise 1964-72 arasında Dost, Papirüs, Yeni Dergi dergilerinde yayımladı. Sinemaya da uyarlanan ilk öykü kitabı Parasız Yatılı ile 1972 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazanarak ünlendi. Bu ödülü alan ilk kadın yazar oldu. 12 Mart dönemini işleyen ilk romanı 47’liler ile de 1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazandı. Türkiye tarihine “68'liler” olarak geçmiş, devrimci ve isyancı bir kuşak olan 1947 doğumluların macerasını anlatan eser, geniş bir kitle tarafından sevildi. Füruzan, bu dönemde Sevgi Soysal ve Adalet Ağaoğlu ile birlikte anılan bir yazar oldu.

SİNEMAYA DA TUTKULUYDU YAZI GİBİ…

Öteden beri tiyatro ve sinemaya karşı ilgisi olan (Bu ilginin köklerini aşağıda Aslı Selçuk’un anlatımından göreceksiniz) Füruzan Ah Güzel İstanbul öyküsünden uyarlanan aynı isimdeki filmde 1981’de Ömer Kavur ile birlikte senaryo çalışması yaptı. Film, hiçbir filmin birinciliğe değer görülmediği Antalya Film Festivalinde ikincilik ödülü aldı. 1982'de yayımladığı Gecenin Öteki Yüzü kitabında yer alan ve kitapla aynı adı taşıyan öykü, 1986'da TRT tarafından dizi olarak çekildi. Dizi, TRT ve Modern Gazeteciler Kurumu tarafından en iyi dizi olarak seçildi. Bütün çekimlerde sette bulunan Füruzan, bu deneyimden sonra kendisi de yönetmenlik yapmaya karar verdi. 1988-1989’da Benim Sinemalarım adlı öyküsünü senaryolaştırarak Gülsün Karamustafa ile birlikte aynı adla sinema filmi olarak çekti. Film, uluslararası festivallerde büyük ilgi gördü. Yazar, Redife'ye Güzelleme, Kış Gelmeden ve Sevda Dolu Bir Yaz adlı öykülerini ise oyunlaştırmıştır. Kış Gelmeden ve Sevda Dolu Bir Yaz, Ankara Devlet Tiyatroları tarafından sahnelendi.

Yapıtları başta Almanca olmak üzere İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Boşnakça, Bulgarca, Farsça gibi çeşitli dillere çevrilmiştir. 1991'de Lodoslar Kenti adlı ilk ve tek şiir kitabını yayımladı. 2006 yılında Ankara Öykü Günleri Onur Ödülü alan yazar, 2008 yılında 27. İstanbul Kitap Fuarı'nın Onur yazarı olarak seçilmiş ve hakkında Füruzan Diye Bir Öykü adlı kitap hazırlanmıştır.

ASLI SELÇUK’UN KALEMİNDEN ANNESİ FÜRUZAN VE YAZAR OLARAK OLGUNLAŞTIĞI ORTAM

Sinema yazarı ve öğretim görevlisi Aslı Selçuk ile Cumhuriyet gazetesi dolayısıyla bazı ortamları paylaştık ama bir süre de Cumhuriyet’te amcası İlhan Selçuk’lu dönemde aynı çatı altında olsak da hiç oturup konuşmuşluğum yok selamlaşmanın ötesinde. Ancak geçen yıl dolaylı bir diyalogumuz daha oldu. Şişli Belediyesi’nin ricasıyla koordinatörlüğünü ve editörlüğünü üstlendiğim Şişli Semt Kitapları Dizisi içindeki “Esentepe’de Bir Gezinti” kitabını yazdırdığım İnci Pamirtan, kitap için Esentepe’nin nüvesini oluşturan Gazeteciler Mahallesi’nden Aslı Selçuk ile de konuştu. Selçuk, o kadar güzel anlatmış ki bu muhiti ve yaşadığı evi, annesi Füzuzan ile babası Turhan Selçuk ve geniş ailesini, komşularını… Füruzan ile ilgili bölümleri burada paylaşmak, Füruzan’ı belki de usta bir yazar olarak pişiren, yoğuran ortama ayna tutmalıyım…

“Gazeteciler Mahallesi, Sağlam Fikir Sokak, 23 Numara’da oturduk. Evimiz bu çıkmaz sokağın en sonundaydı. Sakin, hoş bir sokaktı. Bizim mahalledeki tüm sokak adları gazetecilikle ilgiliydi. Dergiler Sokak, Mektup Sokak, Sağlam Fikir Sokak, Yazarlar Sokak, Keskin Kalem Sokak… Beni etkileyen sokakların isimleri hiç değişmedi.

Çocukluğum böylesine güzel bir yerde geçtiği için çok mutluyum. Geniş bahçeli müstakil bir evde büyüdüm. Evimiz iki katlı büyük bir binaydı. Babam karikatürist Turhan Selçuk, ben, annem yazar Füruzan, babaannem Hikmet Selçuk, dedem Kasım Selçuk, dedemin kardeşinin kızı Emine ablam hep birlikte yaşadık. (…)

Babam evin üst katından alt katına inmek için çok güzel spiral bir merdiven tasarlamıştı.

Oturma salonuna da babamın tasarlayıp yaptığı çok güzel taştan bir şömine vardı. Şömine eve hoş bir hava katıyordu. Babam ördekler için yaptığı küçük havuzda da şöminenin taşlarından kullandı. Kışın şöminede odun yakardık, çok keyifli olurdu. Salonda boydan boya pencereler vardı, arka bahçeyi, havuzu, ördekleri, horoz ve tavukları, ağaçları, çiçekleri görürdük. Tam bir masal evi gibiydi.

Babaannem çok iyi yemek yapardı. Fransızcası çok iyiydi, her ay Hachette Kitabevi’nden ona Elle (ünlü Fransız kadın moda dergisi) dergisi gelirdi. Fransızca kitapları, sözlükleri çocukken beni çok etkiledi. Yatak odam babaannemin odasının hemen yanındaydı, penceremden hurma ağacını görürdüm, kokusunu alırdım.

Evimize gelen terzi bayan babaannemin Burda, Elle dergilerinden seçtiği modellerden elbiseler dikerdi. Dikiş makinesinin sesi, annem, Emine ablam, terzi hanım, babaannem birlikte hoş zamanlar geçirdik. Ara sıra terzi dükkanları görünce hemen Esentepe’de geçen çocukluk yıllarımı anımsıyorum.

Babam ve annem sinemayı, film izlemeyi çok severlerdi. Ben bebekken sürekli sinemaya giderlermiş. O zamanlar Beyoğlu’ndaki sinemalarda İtalyan, Fransız, Amerikan filmleri oynarmış. Bir gün sabah çıkıp, akşam eve geç dönmüşler. Babaannem onları çok merak etmiş, başlarına bir şey geldi sanmış. Oysa ki onlar sadece üst üste film izlemişler ve zamanın nasıl akıp gittiğini fark etmemişler.

Sonraları beni de sinemaya götürmeye başladılar. Evde babamın aldığı 16mm. film projeksiyon makinesi ve perdemiz de vardı. Babam Cağaloğlu’ndan belgesel alır gelirdi. Afrika, egzotik ülkeler, Şarlo, Lorel-Hardi filmleri, hayvan belgeselleri. Sinema sevgim o zaman başladı.

Evimizin çok büyük bir bahçesi vardı, aşağıdaki dere boyuna dek inerdi. Kocaman bahçenin bakımı da zordu doğrusu. Dedem doğayı, ağaçları, çiçekleri çok severdi. Dedemin bahçe, doğa sevgisini babam sürdürdü. Arka bahçemize küçük bir havuz bile yaptı. Türlü türlü meyve ağacı vardı. Hepsi organik… Vişne, siyah ve beyaz dut, malta eriği hurma, kayısı, aklına ne gelirse artık… Üst kattaki yatak odamın penceresinin tam karşısında hurma ağacı vardı.

Üstü beyaz altı siyah bir Volkswagen’imiz vardı. ‘Karakaçan’ derdik biz ona. Babam dikkatli, çok iyi şofördü, araba kullanmayı bana babam öğretti. İki tane köpeğimiz vardı: kurt köpeği Çomar, Sivas Kangal ile Buldog karışımı Korna. İkisi de güzel köpeklerdi. Babaannem Çomar ve Korna’ya kemik ve ciğer kaynatır, ekmekle karıştırıp yemek yapardı. Bol tüylü tekir kedimin adı Osman’dı.

Yan komşumuz Erkin Koray ve müzik grubuydu, gün içinde müzik provası yaparlardı. Güzel, bol tüylü bir kedisi vardı Erkin Bey’in, ön bahçelerinde Süslü adını verdiğim bu kediyi sevmeye giderdim. Evimiz, bahçe, hayvanlar, çiçekler, ağaçlar beni çok mutlu etti vardı. Biri yeşilbaş diğeri kahverengi iki ördeğimiz vardı. Onlar babamın yaptığı havuzda yüzerlerdi. Üç tavuk ve bir horozumuz vardı. Horoz, insanları kovalayan acayip bir horozdu. Tavukların yanına kimseyi yaklaştırmazdı. Herkes ondan korkardı. Sıra dışı bir horozdu.

Mareşal Fevzi Çakmak İlkokulu’na evimiz yakın olduğu için yürüyerek gidip gelirdim. Birinci ve ikinci sınıfları bu okulda okudum. Resim dersim çok iyiydi. Okulun önündeki seyyar satıcıları hatırlıyorum. Elma şekeri, leblebi tozu, kağıt ve pamuk helva, simit, açma, kuruyemiş satarlardı. Haşlanmış mısır da vardı. Ben pamuk helva severdim.

Komşularımız, babamın arkadaşlarının çoğu gazeteciydi. Sonradan mahallede evlerini satanlar,

kiraya verenler oldu. Hasan Yılmaer ve Naime Yılmaer, oğulları Esat ile Galip. Halit Kıvanç ve ailesi, Kayabal ailesi, çocukları Aslı ile Can, Dino ailesi, kızları Ayşe Dino, Figen, okuldan arkadaşım Cevahir… (…)

Ailem, büyük bahçe, kediler, köpekler, horoz, tavuklar, ördekler, ağaçlar, çiçekler, doğa, saygın, seçkin komşular bana çok şey kattılar. Çok seçkin bir topluluk vardı burada, komşuluk ilişkileri, insanların birbirleriyle olan sevgi ve saygıları, herkes birbirine saygı gösterirdi. Buranın ayrı bir aurası vardı bu konuda.”

Son olarak geçen yıl Akim Sevgilim'i yayınladı. Bu kitabıyla 2023'te Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nün ve Sedat Simavi Ödülü'nün sahibi oldu.

Aslı Selçuk’a sabır ve başsağlığı diliyorum bitirirken… Parasız Yatılı’yı, Kuşatma’yı, Benim Sinemalarım’ı, 47’liler’i yaratan “edebiyatın kraliçesi” Füruzan’a ve tabii Turhan Selçuk’a da hayatımıza kattıkları için teşekkür ediyorum.

(derleyen: mstfkrc)


KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 13 ŞUBAT 2024 -

 

200 lira artık 20 lira oldu (Deniz Bilici Göçmen-Sözcü)
En büyük banknotumuz olan 200 lira, 12 yıl öncesinin 20 lirasına eşitlendi. 2012’de 20 lirayla 20 simit alabilirken bugün 200 lirayla 20 simit alabiliyoruz.(https://www.sozcu.com.tr/200-lira-artik-20-lira-oldu-p22258)

Mazota bir yılda 40 kere zam!(Mustafa Çakır-Cumhuriyet)

Mazot fiyatları seçimden bu yana yüzde 128 artarak 45 TL’yi geçti. Cumhurbaşkanı seçimlerinden bu yana benzin ve mazota yapılan zam sayısı ise 40’ı buldu.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/mazota-bir-yilda-40-kere-zam-2174642)

Gerçek, TÜİK rakamlarının üç katı: Bir ayda 1 milyon kişi işsiz kaldı (Havva Gümüşkaya-Birgün)
Ekonomiyi yavaşlatma hamleleri işgücüne yansıdı. Geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 24,7’ye yükseldi. İşsiz sayısı bir ayda 1 milyon kişi artarak 9,7 milyon kişiye ulaştı. TÜİK ise işsiz sayısını 3 milyon olarak açıkladı.(https://www.birgun.net/haber/gercek-tuik-rakamlarinin-uc-kati-bir-ayda-1-milyon-kisi-issiz-kaldi-506138)

Umut Vakfı’ndan 2023 Yılı Şiddet Haritası: "Zorbalığın en üst seviyeye ulaştığı dönem yaşanıyor"(Evrensel)

2023 Yılı Şiddet Haritası’nı yayınlayan Umut Vakfı, 2023 yılında 3 bin 773 silahlı şiddet olayında 2 bin 318 kişinin öldüğünü belirterek; “Zorbalığın en üst seviyeye ulaştığı dönem yaşanıyor” dedi.

SON 10 YILIN ŞİDDET RAKAMLARININ DÖKÜMÜ

YIL                  OLAY SAYISI             ÖLÜ                YARALI

2014                      3266                    1969                     1298

2015                     2175                     1951                    1286

2016                     2720                     2056                   1961

2017                     3494                     2187                    3529

2018                     3679                     2279                    3762

2019                     3623                     2211                    3736

2020                     3682                     2040                   3688

2021                     3801                     2145                    3896

2022                     3984                     2278                    4231

2023                     3773                     2318                    3820

TOPLAM            34.197                 21.434                  31.207

(https://www.evrensel.net/haber/510530)

AKP ve MHP oylarıyla reddedilen hayat: Ortada bir Meclis var mı?(EMRE ALIM-SOL/ÖZEL)
Ekonomik kriz, iş cinayetleri, deprem bağışları, sansür... Hayatın her alanında yaşanan sorunlar AKP ve MHP oylarıyla yok sayılıyor. Yasama yetkisini kullanamayan Meclis, işlevini sorgulatıyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/akp-ve-mhp-oylariyla-reddedilen-hayat-ortada-bir-meclis-var-mi-390466)

Kelebek etkisi: Özak işçisi, Husi füzesi ve Erdoğan’ın rayı - Bahadır Özgür / duvaR

 

Özak Tekstil işçilerinin direnişi, Levi’s’ın Hindistan hayali, Yemen’deki Husilerin füzelerle ticaret gemilerini vurması ve Erdoğan rejiminin her yana döşediği yeni demir yolu hatları… Şanlıurfa’da kanat çırpan bir kelebek, bakın nasıl küresel ticarette bir titreşime dönüşüyor.

Şanlıurfa’da Özak Tekstil işçileri direnişe geçtiğinde, Yemen’de Husiler füze saldırılarına başlıyordu. O sırada İstanbul’da Yerköy-Kayseri arasındaki hızlı tren hattı için İngiltere’nin verdiği kredinin imza töreni vardı. Farklı coğrafyalarda, bambaşka alanlarda, tesadüfi görünen bu olayları ortak bir kader birleştiriyordu aslında. Şans eseri art arda dizilmemişlerdi. Tıpkı gezegenlerin hareketini tespit edip geleceği görmeye çalışan Arşimet’in ‘kader kadranı’ gibi, aynı konumda belirip bizi neyin beklediğine dair bir şeylere işaret ediyorlardı.

Özak işçilerini, Husi füzelerini ve Erdoğan’ın dört bir yana döşediği tren raylarını birbirine bağlayan kader neydi peki?

                                                      ***

Matematikçi Edward Lorenz, 1963’te hava durumu tahminleri için bir modelleme geliştirdi. Adına ‘kelebek etkisi’ dedi. Mantığı basitti. Bir sistemin başlangıç verilerindeki ufak değişiklikler, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilir. Lorenz bugün çoğumuzun ezberlediği meşhur sözle özetliyordu teorisini: “Amazon’da kanat çırpan bir kelebek, ABD’de fırtınaya sebep olur.” Mesele yıllar sonra hava durumunu aştı, kaos teorisyeni James Gleick sayesinde küresel mal ve ticaret ağını anlatan bir metafora dönüştü: “Çin’de kelebek kanat çırpsa, Atlantik’te fırtına kopar.”

İşte Özak işçilerinin, son derece basit taleplerle fabrika bahçesine çıktıkları anda karşılarında imamlar dahil devletin bütün kurumlarını patronlarla kol kola bulmalarının sebebi, bir ‘kelebek etkisi’ydi. Farkında olmadan Atlantik’te fırtına koparmışlardı.

ÖZAK’TAN LEVI'S’A, URFA’DAN HİNDİSTAN’A…

Çoğunluğu kadın olan işçiler, hakaret ve düşük ücret yüzünden direnişe geçti. Hak-İş’e bağlı sendika patronun yanındaydı. İşçiler yakın zamanda Gaziantep’te tekstil direnişlerine öncülük etmiş Birtek-Sen’e başvurdu hemen. Müftü, işçiler avlusunda toplanmasın diye camiyi kilitledi; vali, çevre illerden asker yığdı. Neredeyse darbe havası estiriliyordu kentte. Her gün dayak yediler. Gaziantepli tekstilciler bile Özak patronuna koşup, “Sakın ha” diyorlardı: “Her talebi kabul et, sendikayı etme. Gerekirse zararını karşılarız.” Hayatlarında ilk kez eylem yapan Şanlıurfalı işçiler şaşırdılar. Şaşırdılar ama neye çomak soktuklarını da kısa sürede anladılar. Zara ve Levi’s gibi çok sayıda küresel markanın tedarikçisiydi Özak. Haliyle baskı kurmak için oradaki sendikalarla dayanışma yolunu buldular. İstanbul’a kadar gelip Zara’nın Levi’s’ın mağazaları önünde eylem yaptılar.

Levi’s gibi Batılı tekstil devleri bir süredir üretimi Hindistan’a yönlendirmişti. Çünkü uzun yıllar tekstilin ucuz emek deposu olmuş Bangladeş’te, birkaç ay önce büyük bir işçi isyanı patlamış, eylemler polis kurşunuyla bastırılmıştı. Grevlerle sarsılan ülke, tekstil sermayesi için ateşten topa dönüşüyordu. Nüfusu büyüyen Hindistan ise Çin’e alternatif olmayı arzuluyordu. Modi rejimi aynen Erdoğan’ın yaptığı gibi, Çin’in yerini doldurma hedefiyle, pandemi günlerinde ucuz emeğe dayalı sektörlerden yüksek teknolojiye uzanan bir yelpazede atılımlarını hızlandırmıştı. Bir yandan uzaya astronot gönderiyor, diğer yandan ucuz emek rejimini bütün sektörlerde kurumsallaştırıyordu. Mesela, Koç Grubu da yeni Arçelik yatırımını Hindistan’a kaydırmıştı.

Ne var ki, İsrail savaş makinesinin tepesine çullandığı Filistinlilere destek olmak isteyen Yemen’deki Husiler, Asya’nın üretim üslerinden Süveyş Kanalı’na akan gemilere füze yağdırmaya girişti. Milyarlarca dolarlık zarara yol açtılar. Kapitalizm tarihinin geleneksel ticaret yolunu, “taş devrinde yaşıyorlar” diye dalga geçilen Husiler kesintiye uğratıyor.

O kelebeğin etkisi dönüp dolaşıp, Şanlıurfalı tekstil işçilerinin elini de güçlendirdi. Levi’s, Hindistan’daki tedarik ağının aksaması üzerine siparişleri Türkiye’ye yoğunlaştırmak mecburiyetindeydi. Lakin hatırı sayılır sipariş alan Özak Tekstil’deki direniş, bir ayak bağıydı. Batı’daki sendikaların da desteğiyle sorun çözülene dek siparişi kesti. Görüşmeler hala sürüyor.

DEMİRAĞLARLA ÖRÜLÜ ANADOLU FABRİKASI

Dünyanın bambaşka yerlerindeki iki olay böylesine ilginç biçimde birbirine bağlanmışken, alakasız görünen bir tren hattı da ‘kelebek etkisi’ne dahil oluyordu. 5 Ocak 2024 günü, Yerköy-Kayseri hızlı tren hattı için Birleşik Krallık İş ve Ticaret Bakanı’nın da katıldığı törenle 1.2 milyar Euro kredi anlaşması imzalandı. 142 km’lik mesafeye ve yolcu potansiyeline bakınca hiç de rasyonel görünmüyor doğrusu. Fakat hat, çok daha büyük bir projenin küçük bir parçası.

Nitekim son iki yılda imzalanan anlaşmalarla İngiliz sermayesinden alınan toplam 4 milyar Euro krediyle Yerköy-Kayseri dışında Ankara-İzmir ve Gaziantep-Osmaniye-Mersin hatları da inşa ediliyor. Anlaşmaya göre, teknoloji dahil kullanılacak malzemelerin ağırlıklı kısmı İngiliz şirketlerinden alınacak. Yine de Batılı finans kapitalin motivasyonu bununla sınırlı değil. Esas olay, ucuz ve güvenli ticaret yollarının çeşitlendirilmesi.

Zira Erdoğan rejimi, son 10 yıldır Anadolu’yu küresel tedarik ihtiyacının rotasında yapılandırıyor: Asgari ücretin yaygınlaştırılması, enflasyonla beli bükülen milyonlarca insanın ucuz iş gücü olarak depolanması, teşvikler, birkaç şehri içine alan endüstri havzaları, limanlar, devasa lojistik üsleri, tarım ihtisas bölgeleri, ormanların katledilip maden açılması, enerji yatırımları…

Bütün bu üretim altyapısı, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney ana aksında örülen otoyollara 52 şehri içine alan demiryollarının eklenmesiyle örümcek ağı misali birbirine bağlanacak. Önceki gün ‘2053 Ulaştırma ve Lojistik Ana Planı ve Yol Haritası’nı açıklayan Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu, şunları söylüyordu:

“Türkiye'nin uluslararası alandaki en önemli projelerinden ‘Kalkınma Yolu Projesi'yle Hindistan, Doğu Asya ve Basra Körfezi ülkelerinden Irak'ın güneyinde inşa edilen Fav Limanı'na gelecek yüklerin, 1200 kilometrelik çift yönlü otoyol ve demir yolu inşa edilerek Türkiye'ye ulaştırılmasını planlıyoruz. Buradan da limanlarımıza ve diğer ülkelerle sınır geçişlerimizden ulaşımı sağlamış olacağız. Böylece Güney Asya ve Orta Doğu'yu, Avrupa, Kafkasya ve Kuzey Afrika'ya yeni bir güzergah üzerinden bağlayacağız. Bu koridorun ülkemizden Avrupa'ya demir yolu geçişi 2 bin 88 kilometre olacaktır.”

Dolayısıyla Özak Tekstil işçilerinin Şanlıurfa’da çırptığı kanat, Orta Doğu’daki çatışmaları da kapsayan, Çin’le girilen ticaret savaşlarının tam kalbine yönelen, küresel bir titreşime böyle dönüştü işte. Bu yüzden Birtek-Sen gibi işçinin çıkarını esas alan mücadeleci bir sendikanın, yalnızca bir yerde bile kök salması patronların kabusu.

Bahadır Özgür / duvaR

Merkez Bankası'nın birden fazla konutu olana “kademeli ek vergi” fikri işe yarar mı? - Murat Batı / T24

 

Ülkemizde servet üzerinden alınan dört tür vergi bulunmaktadır. Bunlar emlak vergisi, değerli konut vergisi, motorlu taşıtlar vergisi ve veraset ve intikal vergisidir. Konumuzu doğrudan ilgilendiren ise emlak ve değerli konut vergisidir

Basında dolaşan haberlere göre Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, birden fazla evi olanlardan kademeli (ek) vergi alınmasını önermiş.  İlk etapta kulağa çok hoş gelen bu önerinin hayata geçmesi durumunda fare bile doğurmayacağını izah etmeye çalışayım.

Ülkemizde vergilerin kaynağını gelirharcamalar ve servet oluşturmaktadır. Kaynağı gelir olan vergiler, gelir vergisi ve kurumlar vergisi; kaynağı servet olan vergiler emlak vergisi, motorlu taşıtlar vergisi, veraset ve intikal vergisi ve değerli konut vergisi; kaynağı harcama olan vergiler ise, KDV, ÖTV, harçlar, BSMV, gümrük vergisi gibi vergilerdir.

Peki birden fazla evi olanlardan ne tür vergi alınabilir?

Birden fazla evi olanlardan alınması düşünülen ve ilk akla gelen vergi gelir vergisidir. Ancak Gelir Vergisi Kanunu m.1’e göre gelir vergisine tabi olmanın ilk koşulu bir kişinin bu evden gelir elde etmesidir. Bu noktada birden fazla evi olan kişi bu evi satmadığı ve/veya kiraya vermediği sürece bu evden gelir vergisi alınması mümkün değildir. Aynı durum genel olarak kurumlar vergisi için de geçerlidir.

Harcama vergileri için de bu pek mümkün görünmemektedir. Yani bir kişi sahip olduğu evi satarsa KDV’ye tabi tutulabilir ve bu satış tutarı üzerinden daha yüksek bir harç alınabilir. Bu kısım detaylandırılabilir ama konunun özünden sapmamak için harcamalar üzerinden alınan vergiler için de -satış olma koşuluyla- kısıtlı vergi alınması söz konusu olabilir dedikten sonra burayı kapatayım.

Servet üzerinden alınan vergiler

Bu dahiyane fikir en rasyonel şekilde servet üzerinden alınan vergiler için düşünülebilir. Ülkemizde servet üzerinden alınan dört tür vergi bulunmaktadır. Bunlar emlak vergisi, değerli konut vergisi, motorlu taşıtlar vergisi ve veraset ve intikal vergisidir. Konumuzu doğrudan ilgilendiren ise emlak ve değerli konut vergisidir. Bağış durumunda ise veraset ve intikal vergisi devreye girer.

Ülkemizde arsa, arazi, iş yeri ve konut üzerinden emlak vergisi; 2024 yılı için vergi değeri 12 milyon 880 bin liranın üzerindeki konutlar için değerli konut vergisi alınmaktadır. 

Peki bunlardan ne kadar vergi tahsil etmişiz, bir bakalım isterseniz. Emlak vergisi için Ekim-Aralık yani son üç aylık veriler henüz girilmediğinden aşağıdaki tabloda 2023 yılının ilk dokuz ayı verileri bulunmaktadır. Yani bina ve emlak vergisi verileri, 2023 yılının ilk dokuz ayı içinde tahsil edilen tutarlardır.

Yukarıdaki tabloda geçen bina vergisi hem konutlardan hem de  yerlerinden  alınan emlak vergisini tanımlamak için kullanılmaktadır. Hazine ve Maliye Bakanlığı verileri konut ve iş yeri olarak değil sadece ikisinin toplamından oluşan bina vergisi verilerini yayımlamaktadır. O nedenle konut ve iş yeri vergilerini ayrıştırmadan toplu olarak göstermek zorunda kaldım.

Tabloda da görüldüğü üzere bina vergisinin toplam tahsilatının oldukça düşük olduğunu söyleyebilirim. Basit matematiksel bir hesapla bunların yarısının konut olduğunu varsayarsak toplam vergi gelirleri içindeki son iki yıldaki payı yaklaşık binde 3-4 oranına tekabül etmektedir. Bu tutarı artırmaya kalkar ya da yeni bir ek vergi koymaya kalkarsak vergi hasılatına etkisi pek fazla olmayacaktır. Bu oranı yüzde 100 artırsak bile sonucun ne olacağı hususunu size bırakıyorum. 

Değerli konut vergisi ise zaten bir garabet. 1 Ocak 2021 yılında davul zurnayla yürürlüğe giren değerli konut vergisinden son üç yılda yani şimdiye kadar toplamda 138 milyon TL tahsil edilmiş. Yanlış yazmadım ve siz de doğru okudunuz; sadece 138 milyon TL. Bu vergiye tabi tek bir konutun fiyatı belki de 138 milyon TL’dir.

Çözüm ne peki?

Burada yapılması gereken en önemli şey vergi değerini gerçek seviyesine çıkarmaktır. Çünkü bir gayrimenkulün gerçek satış bedeliyle (rayiç bedel) belediyede kayıtlı bedeli olan vergi değeri arasında parasal tutar olarak çok büyük fark bulunmaktadır.

Bu nedenle hem emlak vergisi hem değerli konut vergisi hem de getirilecek kademeli ek vergi hesaplamasında EVK m.29’daki “vergi değerinin” kullanılmaması bunun yerine Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünce yapılacak bir değerleme sonucunda bulunan bir değer üzerinden bu verginin tarh ve tahakkuk ettirilmesi gerekiyor. Böylece bu dahiyane ek vergi fikri beklenen amaca hizmet eder hale gelir. Aksi durumda pek bir işe yaramaz.

Bu nedenle matrahı oldukça düşük ve gerçekten uzak bu denli güçlü vergilendirme potansiyeli olan emlak sahasının vergiye tabi değerinin yani matrahının yeniden değerlendirilmesi vergilemede adalet açısından da önem arz etmektedir.

Murat Batı / T24  

12 Şubat 2024 Pazartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 12 ŞUBAT 2024 -

 

TOKİ halka değil zengine çalıştı (Ozan Gündoğdu)

TOKİ’den beklenen dar gelirlilerin barınma sorununa çare olmak. Ancak İPA verilerine göre, TOKİ iştirakı olan Emlak Konut’un İstanbul'da tamamladığı 80 bin 788 konutun, 68 bin 644’ü lüks konut statüsünde.

Türkiye’nin barınma krizi halkın en önemli gündemi. Krizin görünen iki tarafı var. İlki deprem… Olası bir depremde, oturulan konutların çökmeyeceğinin garantisi yok. Çökse dahi, sorumluların cezalandırılmadığını, suçun, 3-5 müteahhitin sırtına yıkıldığını son 1 yılda gördük. Siyasilerden bedel ödeyen olmadığı gibi arsızlık siyaset kurumunu esir almış durumda. Hatay’ı 10 yıldır yöneten Lütfü Savaş yeniden kentin yönetimine talip. İmar aflarının mucidi, Kanal İstanbul’un en büyük savunucusu, 6 Şubat Depremleri’nin Şehircilik Bakanı Murat Kurum da, İstanbul’u "en iyi ben yönetirim" iddiasında. 

Fakat halkın barınma krizinin diğer boyutu, barınma için yüklenilen bedeller. Konut sahibi olmak sabit ücretliler için tümüyle hayal haline geldi. Gayrimenkul piyasasını takip edip raporlayan Endeksa’nın verilerine göre konut fiyatlarındaki 2 yıllık artış yüzde 318, 4 yıllık artış yüzde 916… Daha basit ifadeyle, ortalama bir konut bedeli 4 yıl öncesinin 10 katını geçmiş durumda. 

Konut fiyatlarındaki bu şoku, kiralardaki artış takip ediyor. Özellikle büyük şehirlerde, ortalama bir evin kirası için asgari ücret düzeyinde bir parayı gözden çıkarmak gerekiyor. 

Tüm bu krizlerin önüne geçebilmek için, devletin elinde çok güçlü araçlar mevcut. Barınma krizini tamamen çözmese bile, emlak vergilerini artan oranlı hale getirmek, konut sahipliğine sınırlamalar getirmek, her şeyden önemlisi, konutu bir yatırım aracı olmaktan çıkaracak para politikası uygulamaları devletin elindeki araçlardan ilk akla gelenleri. 

Tüm bu enstrümanların yanında konut üretiminin kamu tekeli olan TOKİ’yi de unutmamak gerekir. Zira TOKİ’den beklenen tam da bugünlerde olduğu gibi, konut arzının konut talebine yetişemediği böyle bir atmosferde, halk kesimlerinin barınma sorununa çare olmak. Ancak TOKİ’nin üretim sürecinin “halkın barınma sorununa çözüm olmak” gibi bir amacı olduğu şüpheli. Bu şüpheyi veriler de destekliyor. 

İBB Adayı Murat Kurum’un 2009-2018 arasında genel müdürlüğünü yaptığı, aynı zamanda TOKİ iştirakı olan Emlak Konut’un 2002’den bu yana İstanbul’da tamamladığı konut sayısı 80 bin 788. Fakat bu konutlar halkın ihtiyacı için mi inşa ediliyor? Hayır, zira İstanbul Planlama Ajansı’nın verilerine göre bu 80 bin 788 konutun, 68 bin 644’ü lüks konut statüsünde. Emlak Konut yaptığı her 100 konutun 85’ini barınma krizi yaşamayan, konuta en acil şekilde ihtiyacı olmayan servet sahibi kesimler için inşa etmiş. Olabilir… Zengine yapılan konutlardan elde edilen gelirle, halk kesimlerine konut yapılabilir. Fakat o da yapılmamış. 

Emlak Konut’un 2021 faaliyet raporuna göre, 2002’de 2021 sonuna dek, Emlak Konut bünyesinde toplam 132 bin konut tamamlanmış. Yılda ortalama 6 bin 285 konut… Fakat Emlak Konut’un eski genel müdürü Murat Kurum, İstanbul’a 5 yılda 500 bin konut vadediyor. Üstelik yine Murat Kurum’un Şehircilik Bakanlığı dönemine denk gelen ve 2019’da duyurulan 100 bin konut projesi, ayrıca 2022’de duyurulan ve 500 bin konuttan oluşan İlk Evim projesinde temel atıldığı söyleniyor ama henüz tamamlanabilen bir proje yok. Ne kadarına başlandığı, tamamlanma oranının ne olduğu bile bilinmiyor. Fakat her iki proje de, seçim dönemlerinde iktidar sözcülerinin dilinden düşmüyordu. 

TOKİ’nin verilerine göre 2002’den bu yana İstanbul’da üretilen 98 bin 846 konut projesinin 60 bin 632’si tamamlanmış durumda. Tamamlanma oranı yüzde 61. Her 100 konutun 39’u tamamlanmayı bekliyor. Ülkenin her yerinde TOKİ mağdurları seslerini yükseltmeye çalışıyor. Murat Kurum da adaylık sürecinde İstanbul’u gezerken başının belası TOKİ mağdurları. Zira inşaatlar durmuş durumda, müteahhitler projelere devam etmiyorlar. Peki sorunun nedeni ne? Neden TOKİ konut projeleri ilerlemiyor? Çünkü sosyal konut projelerinde müteahhite ödeme yapan temel ödeme kaynağı olan kamu müteahhitlere ödeme yapmıyor. Müteahhitler de para alamayacakları ya da ne zaman ödeme alacakları belli olmayan bu projelere daha fazla masraf yapmak istemiyorlar. 

Verileri 2002’ye kadar götürünce, tablo net anlaşılamıyor. Zira, 2000’li ve 2010’lu yıllarda, kamudan yapılan ödemeler bugünkü gibi aksamıyordu. Fakat son yıllarda sorun daha da derinleşmiş durumda. Son 5 yılı ele alalım. Murat Kurum’un Şehircilik Bakanlığı döneminde TOKİ’nin 28 bin 29 konut projesinden sadece 2 bin 539’unun teslimi yapılmış. Tamamlanma oranı sadece yüzde 11. 

Dolayısıyla TOKİ’nin tamamlayabildiği projeler sadece lüks konutlar oluyor. Zira bu konutların alıcıları hazır, paraları peşin. Bu nedenle, müteahhitler artık ödemeyi devletten alacakları sosyal konut projelerine girişmek istemiyor. Bunu en net biçimde, deprem bölgesinde görüyoruz. Finansmanın garantörü kamu ise, müteahhitler projelere girişmiyor. Bu projelere girişenler de finansal açıdan zor durumda olan, “ya nasip” diyerek bu projelerin altına giren müteahhitler oluyor. Sonuçta, TOKİ, müşteri portföyü mülk sahiplerinden oluşan, halkın barınma sorununa çare olaman bir gayrimenkul şirketine dönüşüyor. 

                                                           *** 

TOKİ mağdurları eylem yaptı 

TOKİ’den ev sahibi olma umuduyla konutlara başvuran ve yüksek taksitler ve faiz oranları ile karşı karşıya kalan mağdurlar, İstanbul, Maltepe ve Eskişehir’de  bir araya gelerek basın açıklaması yaptı. "Mağdurlar burada, Murat Kurum nerede" sloganları atan yurttaşlar sorunlarının giderilmesini istedi. Yetkililere seslenen mağdurlar, "50 bin konut projesinde 1 milyona ev verdiniz. Bize ise 2 milyonla 4 milyon arasında ev verdiniz. Bizden 8 ay önce yaptığınız ihale ile bize 2 milyon kazık attınız. Biz yüzde 25 değil, yüzde 50 indirim ve sabit taksit istiyoruz" dediler.

                                                              /././

CHP tutarlılığını korumaya devam edecek mi? (Selçuk Candansayar)

Cumhuriyet Halk Partisi, önümüzdeki 31 Mart yerel seçimleri için Hatay’da Lütfü Savaş’ı yine aday gösterdi. Savaş, 15 yıldır Hatay’ı yönetiyor. İlk 5 yılında AKP’li olarak Antakya Belediye Başkanlığı yaptı. Hatay Büyükşehir statüsüne çıkarılıp, AKP Sadullah Ergin’i aday gösterince, Savaş bu kez de CHP’den aday gösterildi ve o tarihten bu yana da Hatay’ın “CHP’li” Belediye Başkanı. 

Hatay, 6 Şubat depreminde en ağır yıkımı yaşayan il oldu. Yıkılan çok sayıda “yeni ruhsatlı” binanın müteahhitleriyle, sahipleriyle Lütfü Savaş’ın ilişkisi olduğu ortaya çıktı. Savaş, bu bağları saklamadı, dostlarını savunmaktan da geri durmadı. Kendi ifadesiyle, CHP ile tek ortak noktası Milliyetçilik! Bu ifadenin Antakyalılarca zaten bilinen MHP’ye yakın AKP’liliğinin altını çizdiği çok açık. 

Hatay’da, özellikle Antakya, Defne, Armutlu, Harbiye, Samandağ eksenindeki yıkımın büyüklüğünün nedenleri, bu ilçe ve mahallelere götürülen yardımın diğer bölgelere göre belirgin olarak yetersiz olduğu izlenimi, bu bölgelere yönelik 15 yıldır nitelikli belediye hizmeti götürülmediğinin de ortaya çıkmasıyla birleşince, Savaş’ın nasıl bir “milliyetçilikle” belediye başkanlığı yaptığını anlamak zor olmayabilir.  Dahası, belediye hizmetlerinde en hafif deyimle “akrabacılık”, “arkadaşçılık” yaptığını düşündürecek çok sayıda yalanlanamayan iddia da ortalıkta duruyor. 

                                                           *** 

İşte bu “ahval ve şerait içinde” CHP, Lütfü Savaş’ı yeniden aday gösterdi. Toplumsal muhalefetin örseleyici bir hayal kırıklığı yaşadığı Mayıs 2023 seçimleri yenilgisinden sonra hem de! Başta eğitimli, ağırlıklı olarak laik orta sınıf ve yoksulluğun kadersizliğinden kurtulmak isteyen nüfusun yarısının uzun süre şokunu atlatamadığı bir seçim yenilgisinden sonra! Seçmeni “böyle olduğu sürece CHP’ye oy vermem” diyenlerden, “CHP buysa bir daha hiç oy kullanmam kendi başımın çaresine bakarım, yoksullara, yoksunlara yardım bile etmem” ruh haline girdiği dönemde! Üstelik eski politika anlayışını değiştireceklerini “solu görmeyen” bir CHP olmayacaklarını söyleyen “yeni” genel başkan Özgür Özel’in genel başkanlığı döneminde. Hiç kusura bakmasınlar isimlerini yazdığım için, biri düzenli diğeri düzensiz “soldan bakarak” BirGün’yazı yazan Yalçın Karatepe ve İlhan Uzgel’in genel başkan yardımcısı olarak MYK’sında oldukları CHP’de! Üstüne üstlük, tam da RTE, sonradan gerek kendisi gerekse başka AKP’liler tarafından anlamı yumuşatılmaya çalışılsa da, açıkça Hatay’ın bile isteye garip bırakıldığı anlamına gelecek sözler söylemişken… 

                                                              *** 

Varsayalım ki Lütfü Savaş, inançlı ve tutarlı bir “sağ sosyal demokrat”, Atatürkçü vs. bir CHP’li olsun. Belediye başkanlığı döneminde de bu çizgiye uygun ve çok dürüst bir yönetim sergilemiş olsun. Bir aymazlıktan değil de, merkezi yönetimin engellemesi, baskısı nedeniyle depremin yıkıcılığını önleyememiş olsun… Partisinin başarısını, Hatay’ın iyiliğini ve yaralarını sarmasını temel amaç olarak gören bir siyasetçi olsa, yapması gereken ne olurdu? En azından ben yapamadım ama nasıl olsa partim “en az benim kadar” uygun bir başka partidaşımı aday gösterebilir ve depremin enkazında hala kayıplarını arayan Antakyalılar sandığa gitmek ve partime oy vermek için yeni bir güç hissederler demez miydi? 

Hadi o demiyor diyelim, peki CHP’nin değişimci, yüzleri sola dönük yönetimiyiz diyenlere ne diyeceğiz? Olasılıkla, kendi yazdırdığı Wikipedia özgeçmişinde, beni CHP’ye Kemal Kılıçdaroğlu çağırdı, annemin de telkiniyle altı oktan biri milliyetçilik olduğu için partide karşı görüşler olmasına rağmen kabul ettim söylemiyle açık açık CHP’li olmadığını, lütfederek CHP’de siyaset yaptığını söyleyen birini CHP’den aday göstermeyerek topluma çok sağlam bir mesaj vermeyi akıl edememiş olabilirler mi? 

2014 yerel seçimleri öncesinde, Kemal Kılıçdaroğlu CHP’si Lütfü Savaş’ı ilk kez aday gösterdiğinde de hemen hemen aynı soruları sormuştum. “CHP Hatay için belirlediği belediye başkan adayına Gezi’de öldürülen CHP Gençlik Kolları Üyesi Abdullah Cömert için ne dediğini ve ne düşündüğünü sormuş mudur? Ya Abdullah Cömert’in, Ali İsmail Korkmaz’ın annelerine, ailelerine, Armutlu halkına bizim adayımız bu kişi olsa oy verir misiniz diye sormuş mudur?” Ardından da “CHP yönetimi başta genel başkanları olmak üzere, bırakın Gezi İsyanı’nı anlamayı, Gezi’de ortaya çıkandan korktuklarını kanıtlıyorlar seçimleriyle. Yüzünü sola dönerek, solla işbirliğine giderek daha çok büyüyeceğini görmemesine olanak olmadığına göre; toplum sol bir seçeneğe, demokrasiye, özgürlüğe, adalete bu denli hazır haldeyken, sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir partinin bir yandan sol değerleri istismar ederken içindeki sol unsurları tasfiye edip partiyi sağ bir koalisyona teslim etmeye girişmesine itiraz etmek zorunlu” diyerek yanıtlamıştım. 

Demem o ki, CHP, öyle partiyi sağa çekerek oy kazanmaya çalışanların yönettiği sosyal demokrat bir parti değil, sorun politik strateji hatası, aymazlık da değil. CHP yönetimleri altmışlı yıllardan bu yana ne zaman Türkiye toplumu için sol bir imkan doğsa, o imkanı sahiplenir gibi yaparak, sol değerleri istismar edip, solun bir çözüm olma ihtimalini çalıp, içini boşaltıyor. Eh, en azından isimler değişse de, CHP imkan hırsızlığı çizgisini tutarlılıkla koruyor. Gerçekten de Cumhuriyet’in ulu çınarı!

                                                                /././

Ne Demirtaş ne Erbakan hedefte sadece onlar var: Erdoğan’ın gerçek sınavı emekliyle (Yaşar Aydın)

Siyasetin tepesi ittifaklarla meşgulken iktidar, 16 milyonluk seçmen kitlesi ile yeniden barışmanın yollarını arıyor. Tüm yandaş medya adeta her gün emekliye müjde haberi yapan Takvim gazetesine döndü.

AKP ve Erdoğan 16 Nisan 2017 yılında yapılan anayasa referandumundan bu yana bir gerçekle yüzleşti. Büyük şehirlerde yaşayan çalışan ve eğitimli seçmen arasında destekçisi sürekli düşüyor. Bu yüzdendir ki istikrarlı şekilde muhalefet bloku büyük kentlerde rakip Erdoğan olsa da galip gelmeyi başarıyor. Bu kesim kadınlar, gençler ve çalışanlar olarak tanımlanabilir. Son 7 yıldır yapılan seçimler gösterdi ki büyük kentlerde yaşayan bu toplumsal kesimlerin iktidara desteği ortalama yüzde 40’lar civarında kalıyor. Bu toplumsal kesimlerinin iktidara desteğinin azalmasının nedeni rejimin ekonomik ve siyasal tercihlerinin gündelik yaşamdaki negatif sonuçları ile birinci derecede yüz yüze kalmalarından başka bir şey değil. Üstelik bu kesimlerin varlığı ve siyasal duruşu rejim karşıtı değişim talebenin de sürükleyicisi halline gelmiş durumda. 

Hem AKP’yi hem Erdoğan’ı daha büyük yenilgiden kurtarıp ayakta kalmasını sağlayan en önemli toplumsal kesim emekliler oldu. Tüm seçimlerde yaş skalası yükseldikçe AKP ve Erdoğan’a verilen desteğin de paralel olarak yükseldiğine şahit olduk. Bu durum yıllardır neredeyse hiç değişmedi. 

YENİ EMEKLİLERİN TERCİHİ 

Başta İstanbul olmak üzere birçok büyükşehir üzerinde ittifaklar temel tartışma konusu durumunda. Haftalardır DEM ve Yenden Refah’ın aday çıkarıp çıkarmayacağı üzerine kilitlenmiş durumda. Bu tartışmaların gölgesi o kadar büyüdü ki ülkede yaşanan büyük yangın müsebbipleriyle birlikte görünmez hale geldi. İttifakların durumuna yazının sonunda tekrar döneceğiz ama önce Erdoğan için asıl önemli olana bir göz atmakta fayda var. 

14 Mayıs 2023 seçilerinde DEM’in (Yeşil Sol) Türkiye içindeki oyu 4.620.767 oldu. Yine aynı seçimde Yeniden Refah 1.491.377 seçmenin desteğini aldı. Bu oylara baktıktan sonra Türkiye’de 16 milyonun üzerinde emeklinin olduğunu ve tamamının seçmen olduğunun altını çizelim. 

Gelelim en çok tartışmanın yapıldığı İstanbul’un oy oranlarına. DEM, İstanbul’da 817.547 bin oy alırken, Yeniden Refah’a destek 331.396 bin oldu. İstanbul’da yaşayan emekli sayısı ise 2 milyon 600 bini çoktan geçti. 

Burada sadece sayılar değil kuşkusuz emeklilerin memnuniyeti de önemli. Mega kentte yaşayan emeklilerin aldığı ortalama ücret 13 bin lira civarında. Yani 3 kişilik bir ailenin yaşam maliyetinin 50 bin liranın üzerinde olduğu kentte emekliler 15 bin liranın altında bir ücretle yaşamaya çalışıyor. Bu koşullarda durumundan hoşnut olan emekli sayısı bulmak her geçen gün azalıyor. 

Özelikle son 10 yıl içinde emekli olanların durumu çok daha kötü. Birikimleri ve aldıkları tazminatla başlarını sokacak bir ev bile alamayan, kirada yaşayan çok sayıda emekli var. Büyük bölümü ağır koşullarda düşük ücretle çalışmak zorunda. Onca yılın emeğine, alın terine rağmen adım adım toplumun en altına doğru sürüklenen, bir anlamda ölüme terkedilen ve bu nedenle de burunlarından soluyan on binlerce insandan bahsediyoruz. 

SİYASET AMA KİMİN İÇİN? 

Selahattin Demirtaş cezaevinden yolladığı mektupta Başak Demirtaş’ın İstanbul adayı olmasının yaratacağı havanın Kürt hareketi dahil farklı aktörler tarafından yeterince kavranamadığını söyleyerek siyasetin “kasaba tüccarlığına” dönüştüğünü ifade etmişti. Aslında çok uzun süredir siyaset pazarlık nesnesine dönüştü. Siyasetin kimin için yapıldığı, hangi toplumsal kesimlerin çıkarlarını savunmak gerektiği üzerine saflaşmalar çoktan unutuldu. AKP’nin oy deposu olarak gördüğü ve bugün çoktan vazgeçtiği emekliler de bu kesimlerden biri. 

İktidar 22 yıldır büyük yıkımlara yol açtı. Ülke yoksullaştı. Gericilik okulları, hastaneleri  ve toplumun her kademesini teslim almak üzere. Demokrasinin kırıntısı kalmadı. Anayasa yerlerde. Ve tüm bunların faali belli. Soru basit. Kiminle, nasıl mücadele edilecek ve kiminle niye ittifak edip birlikte yürünecek? 

Erdoğan durumun farkında. Gençler ve kadınlardan umudu yok. Hedefinde ilk olarak emekliler var. Kendi deyimiyle “hasar gören gönül köprüsünü” tamir etmekle meşgul. Göz boyama hamleleri, vaatler ve inanç siyaseti üzerinden durumu toparlamaya çalışacak. 

Muhalefet partileri yukarıda bir yerde yerel seçimler için üçle beşle uğraşırken Erdoğan’a yeni fırsatlar hediye ediyorlar. Gençlerin, kadınların, sendikasız mücadele eden işçilerin ve de emeklilerin sesini duymayan bir siyasetin kimle yan yana gelirse gelsin başarı şansı kalmadı. Ne 31 Mart’ta ne de sonrasında. 

(Birgün)