24 Şubat 2024 Cumartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 24 ŞUBAT 2024 -

 

Haber dilindeki klişeler (Atilla Aşut)

İyi düşünmeden, doğruluğunu sorgulamadan kullandığımız kimi beylik sözleri, klişe deyişleri, iki hafta önceki “Basmakalıp Söylemler” başlıklı yazımda eleştirmiştim. Elbette konunun boyutu, o yazıda değindiğim örneklerle sınırlı değildi. Anlamsız kalıp sözleri çoğaltmak olanaklıydı. Nitekim Ankara’dan yazan dikkatli okurumuz İbrahim Dumanay, bu konuda biraz çalışmış ve basında yer alan haberlerden yola çıkarak “basmakalıp söylemler” dizelgemizi hayli zenginleştirmiş.

İnsan böyle örnekleri “güldeste” biçiminde bir arada görünce daha çok yadırgıyor!

Genç iletişimciler, klişe sözleri, kanıksanmış nitelemeleri haber yazımında ve sunumunda kullanmaktan belki vazgeçerler diye değerli okurumuzun uyarıcı mektubunu köşemize aktarmayı yararlı gördüm…

KÖTÜ SUNUM ÖRNEKLERİ

“Sevgili Attila Bey,

Yazılarınızı büyük bir dikkatle, ilgiyle ve zevkle takip ediyorum. 10 Şubat 2024 tarihli BirGün gazetesindeki yazınızda ‘basmakalıp söylemler’i konu edinmişsiniz.

İzninizle her akşam televizyonda ‘haberler’ başlığı altında bize sunulan görüntülerin fonunda kullanılan kötü, hem de çok kötü Türkçenin beni (ve elbette izleyen Türkçe sevdalısı bütün izleyicileri) ne kadar rahatsız ettiğinden söz etmek istiyorum.

Hemen hemen bütün muhabirler söze ‘iddiaya göre’ diye başlıyor. Trafik kazası olmuş, güvenlik kamera kayıtları gösteriliyor, aracın yayaya çarptığı açıkça görülüyor, muhabir ‘iddiaya göre araç yayaya çarptı’ diyor…

Kavga görüntülerinin ilk cümlesi ‘ortalık savaş alanına döndü’ oluyor. Ölümle veya yaralanmayla sonuçlanan bir olayı anlatırken ‘başına gelecekleri bilmiyordu’, ‘başına gelecekleri düşünmemişti’ gibi saçma cümlelerden vazgeçmiyorlar.

Muhabir de spiker de aynı ‘basmakalıp söylemler’i kullanıyor: ‘Gözünü kırpmadan’‘izleyenlere parmak ısırttı’, ‘pes dedirtti’, ‘yürekleri hoplattı”, ‘kameralara saniye saniye yansıdı’ ya da ‘an be an kaydedildi.’

Eğer iktidarı rahatsız etmeyecek haber vermeleri gerekiyorsa kurtarıcı tek konu var, o da ‘yemek’. O yemeğin hammaddelerindeki fiyat artışları ‘esas haber’ olması gerekirken zülfüyâre dokunmasın diye yemek tarifleri ya da il tanıtım günlerindeki yöresel yemekler her akşam ‘damak çatlattı’, ‘damakları şenlendirdi’, ‘görenlerin / yiyenlerin ağzını sulandırdı’ denilerek veriliyor.

Muhabirlerin tonlamalarına heyecan kattıklarını sanarak yanlış yerde yanlış sözcükleri kullanmalarına, el-kol hareketlerine ve röportajlarında sordukları saçma sorulara girmiyorum bile…

Selam ve saygılarımla iyi çalışmalar diliyorum.”

Klişe söylemler, yaratıcılığın düşmanıdır!

Nasıl ki çağdaş yazın ürünlerinde artık Divan Edebiyatı’nın “mazmun”larını kullanmıyorsak, günümüz haberciliğinde de aşınmış söz kalıplarından uzak durmalıyız.

Gazetecilik yalnızca “haber toplama” işi olmaktan çıkalı çok oluyor. Televizyon haberciliği ile birlikte görsellik, dil ve anlatım belirleyici olmaya başladı. Haber yazımında ve sunumunda da yeni anlatım yolları bulmamız gerekiyor artık…

HAFTANIN NOTU

Giden yoldaşların ardından...

Sosyalist mücadele tarihimizin önemli figürlerini bir bir yitiriyoruz… Öte yakaya göç edenler kervanına, geride bıraktığımız günlerde Yalçın Cerit ve Ayhan Alpagut da katıldı…

Yalçın Cerit, tarihsel Türkiye İşçi Partisi'nin emektarlarındandı. O, 2013 yılında Almanya’da yitirdiğimiz işçi kökenli Osman Sakalsız’la TİP’in unutulmaz ikilisiydi. Adları hep birlikte anılırdı. 60’lı yıllarda Trabzon İl Başkanı olarak Ankara’ya her gelişimde en çok onları görürdüm partide. İnsanlara yaklaşımları çok sıcaktı. İkisi de TİP’in örgütlemesine önemli katkılarda bulundular.

Yalçın Cerit, Türkiye’deki “komünist parti yasağı”na karşı tepki olarak 2000 yılında Komünist Parti’yi kurdu. Bir yıl sonra SİP’in TKP adını almasıyla bu partiye katıldı.

Uzun süredir Balıkesir’in Edremit ilçesinde yaşıyordu. 14 Şubat günü ayrıldı aramızdan. Edremit’teki Kadıköy Gömütlüğü’nde Enternasyonal Marşı’yla toprağa verildi.

                                Yalçın Cerit

Yalçın Cerit’ten birkaç gün sonra da Avrupa Türkiyeli Toplumcular Federasyonu’nun  (ATTF) Kurucu Başkanı, eski TKP yöneticilerinden Ayhan Alpagut’un ölüm haberi geldi. Yakınlarda sevgili eşi Fatma’yı yitiren gazeteci arkadaşımız Süleyman Coşkun verdi acı haberi.

ATTF, Avrupa’nın değişik ülkelerinde etkinlik gösteren sosyalist eğilimli kitle örgütlerinin bir araya gelmesiyle, 1968 yılında Köln’de kurulmuş ve TKP’nin toplumsallaşmasında önemli bir rol oynamıştı. ATTF’nin kuruluş toplantısında başkanlığa seçilen Ayhan Alpagut, daha sonra Türkiye’ye gelerek TKP’nin örgütlenmesinde görev almış; 1980 darbesini izleyen günlerde ise Mamak Askeri Cezaevi’nde hapis yatmıştı.

Yoldaşımız, uzun süredir Alzheimer hastası olarak bir huzurevinde kalıyordu. Cenazesi Ankara / Karşıyaka’da toprağa verildi.

Evet, 60’lı, 70’li yılların sosyalist kadroları yavaş yavaş çekiliyor sahneden. Her gün biraz daha azalıyoruz. Gidenlerin ardından, eski bir şarkının sözlerini mırıldanarak gözyaşı döküyoruz:

“Hayal meyal düşler gibi / Uçup giden kuşlar gibi / Yosun tutan taşlar gibi / Eski dostlar, eski dostlar… /

                                                        /././

Seçime 35 gün kala siyasetin röntgeni (Berkant Gültekin)

Bugünü ve seçimin gerçekleşeceği 31 Mart’ı saymazsak yerel seçimlere tam 35 gün kaldı. Artık adaylar da stratejiler de netleşti. Partilerin belirlediği seçim politikaları, seçim sonrası yatırımın nereye yapıldığına ve oluşacak yeni siyasi haritada kimin hangi koordinatlarda yer alacağına ilişkin önemli ipuçları veriyor. Mevcut durumu partiler üzerinden ele almaya çalışalım.

CHP TABANA GÜVENİYOR

CHP: Anamuhalefetin en büyük partisi, kasım ayındaki kurultayda yönetimini yeniledi ancak artık bir ittifak kümesinin başat aktörü değil. Hiç şüphe yok ki partinin yerel seçimlerdeki en büyük hedefi İstanbul’daki hakimiyeti korumak. İzmir ve Ankara’da tehlike görünmüyor. DEM Parti ve İYİ Parti’nin ayrı adaylarla seçime gireceği denklemde, CHP’nin ve adayı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’da güvendiği dinamik, bir önceki seçimin iki kez kazanılmasını sağlayan taban ittifakı. Eğer İstanbul’daki geniş muhalif tabanın CHP seçmeni dışında kalan kısmı, partilerinin merkez politikasından bağımsız şekilde, yine AKP-MHP blokuna kaybettirme ekseninde konsolide edilebilirse, kazanan İmamoğlu olacak. Ayrıca taban ittifakı dinamiği çalışırsa, seçim sonrası gelişecek siyasi süreci de biçimlendirecek ve (erken seçim olmaması durumunda) 2028 seçimleri öncesi İmamoğlu’nun arkasındaki rüzgâr güçlenecek. Bu kuşkusuz, İmamoğlu’nun CHP üzerindeki etkisini ve tesir kapasitesine de artıracak.

CHP’nin ikincil konumdaki hedefi ise Bursa, Balıkesir, Manisa ve Denizli gibi büyükşehirleri Cumhur İttifakı’nın elinden almak; beraberinde Eskişehir, Antalya ve Hatay’ı AKP’ye kaptırmamak. İstanbul’daki seçim galibiyetinin üzerine, en az bir yeni büyükşehir belediyesi kazanılır ve eldekiler de muhafaza edilirse, yeni CHP yönetimi seçim serüvenine hayli iyi bir başlangıç yapmış sayılacak.

Burada Hatay’a yine ayrı bir not düşmek gerekiyor. Kentte Lütfü Savaş ile seçimi kazanmak, “değişim” iddiasıyla yönetimini yenileyen CHP için bir başarı olarak görülmeyecek. Olası bir Hatay galibiyeti, bu yönüyle diğer şehirlerdeki seçim başarılarından ayrılacak.

AKP’NİN ÇİFTE İSTANBUL HEDEFİ

AKP: Yerel seçimin ana sahnesi İstanbul olacağı için CHP gibi AKP açısından da 31 Mart’ın anlamı İstanbul sonucuyla ölçülecek. Erdoğan’ın elinde olsa Rize, Trabzon, Sakarya, Kayseri, Konya, Malatya, Urfa ve Maraş gibi partisinin yüzde 60+ aldığı kentlerin en az yarısından vazgeçip İstanbul’u yeniden almayı tercih eder. Nedeni basit; İstanbul’u kazanmak hem Türkiye’nin en kritik şehrinde yeniden kontrolü sağlamak hem de 4 yıl sonraki seçimlere giderken Erdoğan’ın en muhtemel rakibi İmamoğlu’na çelme takmak demek. Aksi durumda İmamoğlu, üçüncü kez rejimi sandıkta mağlup etmiş olacak.

Burada Murat Kurum gibi “teknokrat” kimliği parlatılmaya çalışılan bir ismi aday çıkartan Saray rejimi, seçim öncesi genel siyasi kutuplaşma ikliminden ziyade “hizmet belediyeciliğini” öne çıkaran bir atmosferi hâkim kılmaya çalışıyor. Çünkü genel siyasi kutuplaşma, her ne kadar muhalefet ittifakı dağılsa da, 2017 referandumundan bu yana iktidar cephesi açısından megakentte olumlu sonuçlar doğurmuyor. Kurum’un seçim afişlerindeki AKP logosunun bile belli belirsiz olmasının bir nedeni var. İmamoğlu’na da siyasi argümanlardan çok belediyecilik/şehircilik performansı üzerinden eleştiri getirilmeye çalışılıyor. “Terör” temalı sataşma önceki döneme göre daha cılız. Ancak gerek Murat Kurum’un dil sürçmeleri ve defolu bakanlık tecrübesi gerekse de geniş kamuoyunda İmamoğlu’nun belediyecilik performansıyla ilgili negatif bir algının yaygınlaşmamış olması, söz konusu taktiğin verimli şekilde işlemesini engelliyor.

İktidar yine İstanbul’a benzer şekilde, ister kendisinin ister muhalefetin yönetiminde olsun, durumun başa baş göründüğü batı kentlerinin çoğunda da benzer bir yöntem izliyor. Bu kentler, seçmen davranışı bakımından İstanbul ile benzer yapılara sahip. Bu kentlerde yaşayan yurttaşlar, ülkedeki ekonomik ve sosyal krizin faturasını iktidara kesiyor. Saray ise algıları buradan koparıp “hizmete bakın” diyor. Bu kez “Biz kaybedersek faturaları teröristler getirecek” gibi fantastik korkular imal edilmeye çalışılmıyor, bunun yerine “Oy yoksa hizmet yok” tehdidi masaya sürülüyor. “Merkezi yönetim ile yerel yönetim arasındaki uyum”, en vurgulu argümana dönüşüyor.

İYİ PARTİ UÇURUMUN KENARINDA

İYİ Parti: Mayıs seçimlerinden sonra CHP’ye adeta kılıç çekerek “hür ve müstakil” hareket etmeye karar veren İYİ Parti, bir kimlik bunalımının içinde. Kurulduğu 2017’den beri seküler yaşam alışkanlarına sahip rejim karşıtı milliyetçi kesimlere yaslanan İYİ Parti, rejime karşı cepheden pozisyon almadığı ve hatta rejimin kazanma olasılığını artırdığı seçim stratejisiyle mevcut kitlesinden önemli bir parçayı yitireceğe benziyor. Partideki kitlesel istifalar bunun işareti. Meral Akşener, mümkün olan en yüksek oyu almak için tüm kurmay kadrosunu başkan adayı sahaya çıkarttı. Partinin ana hedefi elbette belediye kazanmak değil; en azından son genel seçimde aldığı oyu (yüzde 9,7) koruyabilmek. İttifak kurmaksızın İYİ Parti’nin buna yakın bir oy oranına ulaşması, onları bir aktör olarak merkez siyasetin içinde tutar ve Akşener’e bazı pazarlık olanakları yaratır. Ancak olası bir hezimet, Akşener’in liderliğini sorgulatarak partiyi dağılma sürecinin içine sokar.

DEM SEÇENEKLERİ AÇIK TUTUYOR

DEM Parti: 2015’ten bu yana iktidara kaybettirme perspektifiyle hareket eden ve son yerel seçimde İstanbul başta olmak üzere CHP’nin bazı belediyeleri kazanmasında ciddi rolü olan Kürt siyasi hareketi de bu seçimlerde çizgi değişikliğine gitti. Kayyum adlı irade gaspının ve rejimin alt edilemediği Mayıs 2023 seçimlerinin yarattığı kırılma, DEM Parti’nin iktidar ile anamuhalefet arasında görece daha bağımsız bir alana çekilmesini beraberinde getirdi. DEM Parti, AKP ile MHP arasında oluşması muhtemel bir çatlağın ardından ortaya çıkabilecek yeni fırsatlara, esas olarak seçim sonrasına yatırım yapıyor. Daha rahat hareket etmek ve rejimi şeytanlaştırmadan tüm seçeneklerini açık tutmak istiyor. Kendini tek alternatife mahkûm etmekten kaçınıyor. Hükümetle yeniden bir süreç geliştirme konusunda kapılar kapalı değil. Bu sadece Türkiye ile sınırlı olmayan, iktidarın jeopolitik hedeflerini de kapsayan çok boyutlu bir mesele.

MHP İŞE YARADIĞI ÖLÇÜDE DEĞERLİ

MHP: Yürütmeye fiili bir katılımı olmasa da MHP, AKP’nin iktidar ve ittifak ortağı. İttifak bugüne kadar, içindeki çelişkiler derin bir krize dönüşmeden Erdoğan ve Bahçeli tarafından optimum şekilde yönetilebildi. Yüzde 50+1 gibi, iki parti arasındaki anlaşmazlık konuları “dondurulmuş ihtilaflar” olarak bir kenarda tutuldu. AKP ile MHP, yerel seçimde 30 büyükşehir ve 29 kentte işbirliği yapıyor. Cumhur İttifakı, 30 büyükşehrin 28’inde AKP’li, 2’sinde (Mersin-Manisa) MHP’li adaylarla yarışacak. Karşılıklı mecburiyet ve beslenme durumu devam ettiği sürece ittifak da varlığını koruyacaktır. Ancak yerel seçimlerde yaşanacak yenilgiler, Erdoğan’ı MHP ile kurduğu ittifakın maliyetini beklenenden daha erken hesaplamaya zorlayabilir. MHP de aynı şekilde irtifa kaybeden bir AKP ile homojen görünmek istemeyecektir. 2028’e giderken Bahçeli, olası hasarlardan kaçmak için partisini daha korunaklı bir alanda konumlandırmayı tercih edebilir. Öte yandan yerel seçimde büyük sorun yaşanmasa bile Erdoğan, MHP’ye olan bağımlılığından kurtulmak ve sıkıştığı konjonktürde siyasette yeni kapılar açmak amacıyla alternatif arayışlarına girebilir. Bunlar ihtimal… Fakat ittifak bozulursa, bu sıradan ve sancısız bir yol ayrılığı olmayacaktır. Erdoğan, Hüdapar’ın en radikal çıkışlarını bile görmezden gelen Bahçeli’yi mumla arar. MHP’nin AKP ile kurduğu ittifak sayesinde yargı ve bürokraside kazandığı kadrolar, böylesi bir senaryoda devlet içi bir krizi de tetikleyebilir.

Bonus: Yeniden Refah AKP tabanındaki erime, Yeniden Refah Partisi’ne önemli bir havza açıyor. YRP, sisteme yönelik muhafazakâr memnuniyetsizliği bir ölçüde konsolide ediyor. Zaten Refah/Milli Görüş geleneğinin tarihteki yükselme anlarına bakıldığında, sosyal ve ekonomik çalkantı süreçlerinde kitlelerin merkez siyasete olan tepkisini ve güvensizliğinin arttığını görürüz. Solun yeterince güçlü olamadığı ve bir devlet politikası olarak toplumun sağcılaştırıldığı 90’lı yıllarda Refah çizgisi bu nedenle epey büyümüş, Necmettin Erbakan’ın popülist “adil düzen” söylemi kitlelerin ilgisini çekmişti. O yıllara göre devlet çok daha dominant ve monoblok gibi görünse de aslında bugünlerde de benzer bir süreç yaşanıyor. Koşulların kendi lehine geliştiğini düşünen YRP, pazarlıkta elini yüksek tuttu ve AKP’ye tavizkar yaklaşmadı. Neticede ittifak kurulamadı ve üç büyükşehir başta olmak üzere YRP kendi adaylarını çıkardı. Son olarak partinin lideri Fatih Erbakan, Cumhur İttifakı lehine çekilmeleri durumunda “AKP’nin yedek lastiği” gibi görüleceklerini söyledi. Özetle YRP, yerel seçimde büyüyerek 2028’e daha iddialı yürümek istiyor. Risk aldıkları gerçek ancak kayda değer bir şansları var.

                                               /././

Ukrayna Savaşı üçüncü yılına girdi: Kazanan emperyalistler, kaybeden bütün halklar (İbrahim Varlı)
                    Batılı kaynaklara göre Ukrayna'da 30 bin ila 40 bin sivil hayatını kaybetti. (Fotoğraf: AA)

Savaş örgütü NATO’nun kuşatma hamlesine Ukrayna’da yanıt veren Rusya’nın işgaliyle başlayan savaş ikinci yılını doldurdu. Kazanan emperyalistler, silah endüstrisi, kapitalist tekeller. Kaybedenler Ukraynalılar ve Ruslar olmak üzere tüm halklar.

ABD liderliğindeki Batı emperyalizmiyle Rusya arasında büyük bir kapışmaya sahne olan Ukrayna Savaşı’nın üzerinden iki yıl geçti. NATO’nun sınırlarına yayılmasına karşı Rusya lideri Vladimir Putin’in 24 Şubat 2022’de verdiği "özel askeri operasyon" emriyle Rus birliklerinin Ukrayna’ya girmesiyle “resmen” başlayan savaş tüm şiddetiyle sürüyor.

Ukrayna’daki savaş bugün itibariyle üçüncü yılına girerken son bir yılda cephe hattında kayda değer bir değişiklik olmasa da savaşın ekonomik, siyasi, askeri ve insani faturası her geçen gün ağırlaşıyor.

GİZLENEN GERÇEKLER

Kiev, savaş üzerinde olumsuz etki yaratacağı gerekçesiyle kayıpları “devlet sırrı” diyerek açıklamıyor. Benzer şekilde Moskova da kayıplar konusunda net bilgiler açıklamaktan kaçınıyor. Rusya ve Ukrayna’nın asker kaybının 100 bin civarında olduğu konusunda genel bir uzlaşı söz konusu. Gerek Moskova gerekse Kiev’in açıkladığı kayıplar yukarıdaki sayıların çok çok gerisinde.

Moskova’nın kayıplarını psikolojik bir savaşa dönüştüren NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ve Amerikan istihbarat raporlarına göre Rusya 300 binden fazla askerini yitirdi. Rus yetkililer, Batı'nın savaştaki Rus kayıp sayısına ilişkin tahminlerinin kara propaganda olduğunu, sayıların gerçeği yansıtmadığını ve Ukrayna'nın kayıplarının düşük gösterildiğini savunuyor.

DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK

Ukrayna lideri Volodimir Zelenski, ülkesinin bahar aylarındaki taarruzunun umduğu kadar başarılı olmadığını kabul etti. Rusya hâlâ Ukrayna topraklarının yüzde 18’ini kontrol ediyor. Geçen yılın bu dönemine kıyasla Vladimir Putin siyasi ve askeri anlamda daha güçlü.

Cephedeki durum stabil. Ukrayna’nın bahar taarruzu tutmazken kış taarruzu da durdu. Rusya, Ukrayna saldırılarını durdururken son olarak 17 Şubat’ta Donetsk yakınlarındaki Avdiyivka kentini Ukrayna ordusunda aldı. Rus ordusunun yeni hedefi Donetsk'in Chasiv Yar şehri.

Ukrayna Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı Valeriy Zalujniy, sıcak çatışmaların sürdüğü cephenin kuzeyden güneye kadar yaklaşık bin 500 kilometreyi bulduğunu söylüyor.

SAVAŞ YORGUNLUĞU

Ukrayna'ya askeri ve ekonomik destek sağlamaya devam etme yönündeki siyasi istek hem ABD'de hem de Avrupa'da aşınmaya başladı. Savaş üçüncü yılına girerken güncel rapor ve analizlerin çoğuna göre, Ukrayna giderek zorlaşan bir durumda ve Rusya'nın üstünlüğü var. Kiev ve Batı cephesinde savaşın kazanılamayacağına dair inanış artıyor. Ukrayna tarafındaki ciddi mühimmat, asker ve insan gücü sıkıntısına ilişkin raporlar, ABD desteğinin devam edeceğine dair şüpheler ve Rus kuvvetlerinin stratejik hamleleri Moskova’ya avantaj ve üstünlük sağlıyor. Foreign Affairs, Foreign Policy, Politico gibi gibi Amerikan merkezli dergilerde Batı cephesinde oluşan savaş yorgunluğuna ilişkin hemen her gün analizler çıkıyor. Amerikan Dış İlişkiler Konseyi’nin dergisi Foreign Affairs’e göre yüksek yoğunluklu savaş süresiz devam ederse bu Kiev'in lehine olmayacak.

ACIDAN NEMALANIYORLAR

Elbette ki, bu sorgulama, savaşı uzun yıllara yayarak Rusya’yı zayıflatma hesapları içerisindeki “kolektif emperyalizm”in ana stratejisinde bir değişiklik manasına gelmiyor. Rusya-Ukrayna savaşındaki gelişmeler gidişatın daha da uzayacağının sinyallerini verse de söz konusun olan taktiksel birtakım hamleler.

Amerikan-İngiliz emperyalizminin ve de NATO’nun savaşı bitirme gibi bir kaygıları yok. Washington ve Londra savaşı yıllara yayarak Rusya’yı çökertme peşinde. Savaş hali Amerikan silah endüstrisi ve enerji tekelleri için muazzam bir kâr kapısı haline gelmiş durumda. Uzayan savaşın ilerleyen süreçte Rusya’ya ciddi manada kan kaybetmesi bekleniyor. ABD-İngiltere ittifakının savaşın yıllara yayılacağına dair açıklamaları barışın kısa sürede gelmeyeceğinin işaretleri.

Buna karşın Ukrayna Cumhurbaşkanı Vlodimir Zelenski’nin emperyalist merkezlerde destek arayışları savaşın sponsorları ABD ve İngiltere’yi dahi bıktırmış durumda. Zelenski’nin yeterince destek almadıkları yönündeki sitemlerine kısa bir süre önce İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace’ın “Burası Amazon değil, elinizdeki listeyi istediğiniz gibi sipariş edemezsiniz… Bazen insanların aldıkları yardımın ardından müteşekkir olduklarını söylemesini beklemek de hakkımız” yanıtı bu bıkkınlığı büyük bir açıklıkla izah ediyor. İngiliz bakan Batılı ülkelerin kendi kullanımları için ayrılan silahları dahi Ukrayna’ya verdiklerini belirterek Zelenski’nin bitmek bilmeyen suçlamalarına isyan etmişti.

2024’te savaşın yönü cephedeki çatışmaların sonucundan çok binlerce kilometre uzaklıkta, Londra’da, Brüksel’de ve Washington’da alınan kararlara bağlı olacak.

SAVAŞ NEDEN ÇIKTI?

Görünür neden Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi. Ancak asıl neden Amerikan emperyalizminin jandarmalığını yapan NATO’nun Rusya sınırlarına doğru yayılarak, Ukrayna’yı da bünyesine katmak istemesiydi. Soğuk Savaş’ın ardından sistematik olarak Rusya’ya doğru genişleyen NATO’nun kışkırtıcı, provokatif adımlarına karşı Moskova Ukrayna’nın doğusunu işgal ederek yanıt verdi.

SAVAŞIN ETKİLERİ

NATO’nun genişleme stratejisinin sonucunda başlayan Ukrayna savaşının küresel etkilerini ekonomiden toplumsal yaşama, uluslararası ilişkilerden askeri yönelime kadar hemen her alanda görmek mümkün. Soğuk Savaş sonrası dönemin en önemli jeopolitik kırılması olan savaşın ortaya çıkardığı sonuçlar, sadece Avrupa’yı değil, küresel sistemi derin şekilde etkiledi. Savaşın yıkıcı etkileri tüm dünyada kalıcı hasarlar yaratırken, artçı sarsıntıları tüm hesapları alt üst etti.

• Gıda krizi

Dünyanın tahıl depoları olan Rusya ve Ukrayna’daki savaş küresel gıda fiyatlarının artmasına neden oldu. İtalya’dan Almanya’ya, Madagaskar’dan Şili’de dünyanın her bir köşesinde market raflarındaki her ürünün pahalılaşması tüm kitleleri etkiledi.

• Çiftçi krizi

Bugünlerde Avrupa genelindeki çiftçi isyanlarının ana etkenlerinden biri de Ukrayna’daki savaş. Ukrayna buğdayının, tahıl ürünlerinin Avrupa’ya satılmasına öncelik verilmesi Bulgaristan’dan Romanya’ya, Macaristan’dan Fransa’ya tüm kıta genelinde büyük rahatsızlık nedeni.

• Enerji krizi

Aynı zamanda bir enerji deposu olan Rusya gazı ve petrolüne uygulanan yaptırım dünya genelinde enerji fiyatlarını katladı. Artan gaz-petrol fiyatı hemen her alanda büyük bir pahalılığa yol açtı. Pek çok ülkede artan enerji fiyatına karşı protestolar gerçekleştirildi.

• Halklar düşmanlaştırıldı

Savaş toplumları ve halkları da birbirine düşmanlaştırdı. Batı’da başlayan Rus avcılığının sonucu olarak edebiyattan bilime, kültürden spora her alanda insanlığa büyük katkı yapan Ruslar aforoz edildi. İnsanlığın büyük değerleri olan şairler, yazarlar, edebiyatçılar kitaplardan, tarihten silindi.

• NATO genişlemesi

İsveç ve Finlandiya savaşın gölgesi altında NATO’ya üye yapıldı. Bu son üyeliklerle birlikte Rusya Batı’dan tamamen kuşatılmış oldu. İskandinavya’dan Baltıklar’a oradan da Doğu Avrupa ve Karadeniz’e kadar olan bütün bir Güney Batı hattı tamamen çevrelendi.

SAVAŞIN BİLANÇOSU

• Göç-sığınma 

BM Mülteci Örgütü'nün (UNHCR) verilerine göre savaşın başından bu yana 10 milyondan fazla Ukraynalı ülkesinden kaçmak zorunda kaldı. Ukraynalıların yaklaşık 1,5 milyonu komşu ülke Polonya'ya gitti. 5 milyondan fazla Ukraynalı da ülkesinde yer değiştirmek zorunda kaldı.

• Ölü sayısı

Batılı kaynaklara göre Ukrayna'da 30 bin ila 40 bin sivil hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler'in (BM) Ocak ayı sonu verilerine göre Ukrayna'da en az 20 bin sivil öldü veya yaralandı.

• Kayıplar

Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC),  Ocak 2024’te Rusya-Ukrayna Savaşı nedeniyle 23 bin kişinin kayıp olarak kayıtlara geçtiğini açıkladı. Bu kayıp kişilerin esir alındıkları, öldürüldükleri veya evlerinden ayrıldıkları bildirildi.

• Ekonomik yıkım

Avrupa Birliği (AB) ve Dünya Bankası, Ukrayna'daki altyapı ve binaların yeniden inşasının yaklaşık 350 milyar dolara mal olacağı değerlendirmesini yapıyor.

                                                 /././

Vahşi madenciliğin “Kırmızı Pazartesi”si- II: Yanlış iliklenen ilk düğme (İlhan Cihaner)

İliç’te yaşanan devasa eko-kırım ve emekçi kırımına adım adım nasıl gelindiğine dair özet sayılabilecek önceki yazımdan devam ediyorum.

Aradan geçen sürede duyarlı gazeteciler, siyasetçiler, bilim adamları ve meslek örgütleri vahşi madenciliğin nasıl işlediğine dair birçok skandalı ve sömürü mekanizmasını açığa çıkardılar.

Özetleyecek olursak:

Bilimsel verilerin fay hattı haritalarını değiştirecek kadar eğilip büküldüğünü,

Yerel halka etik ve hukuk dışı sözleşmeler imzalatıldığını,

Yerli siyaset, bürokrasi, taşeron ve işbirlikçilerden oluşan bir yağma ağının kurulduğunu,

Ekonomiye katkı bir yana, onsu 182 $’a üretilen altının bize onsu 1900 $’a satıldığını ve tam bir “soygun” mekanizması olduğunu, (2023 yılında Türkiye 25,7 milyar $ altın ithal etti. Bu miktar cari açığın yaklaşık % 60 ‘ı demek)

Yığın liç alanıyla ilgili defalarca uyarı olmasına rağmen önlem alınmadığını,

Denetim, ÇED ve projelendirme süreçlerinin tamamen göstermelik olduğunu,

Yargının nerede ise etkisiz eleman konumunda olup sürece hukuki bir kılıf geçirmekten başka bir işlevinin kalmadığını,

Tam da bu kırımlar olmasın diye örgütlenmiş varlık nedenleri bu olan bakanlıkların ve bürokrasinin adeta bu yağma mekanizmasının koruyucusu olduğunu,

Ekolojik mücadelenin parlamento içi muhalefetin önceliği olmadığını, en azından etkili ve sonuç alıcı hamleler yapmaktan geri durulduğunu öğrenmiş olduk.

Her biri bırakın bakanları iktidarları yerinden edecek bu rezilliklerin sorumluları, şimdi kurtarıcı olarak ortaya çıkıyorlar.

Bu yaşananların güçlü bir madenlerin kamulaştırılması hareketine dönüştürülmesi gerek. Birincil görev tabii ki örgütlü yapılar ve siyasi partilerde.

∗∗

Gelelim yanlış iliklenen ilk düğmeye.

Türkiye etkin çevre mücadelesi ve siyanür gerçeği ile Bergama/Ovacık madeni sonrası tanıştı diyebiliriz. Hem köylüler hem de çevreciler fiili ve hukuki mücadele başlattılar. İdari yargıdaki süreç Danıştay’ın kararı doğrultusunda İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin 1997 yılında verdiği “…ÇED ve bilirkişi raporlarında da öngörülen olası risk faktörleriyle çalışan ve bu riskin gerçekleşmesi halinde doğrudan veya çevrenin bozulması ile dolaylı olarak insan yaşamını etkileyeceği kesin olan siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletilmesine izin verilmesi yolundaki dava konusu işlemde kamu yararına uygunluk bulunmamaktadır kararı ile son buldu. Daha doğrusu bulması gerekirdi. Bu karar nedeniyle hiçbir madene de izin verilmemeliydi. Ancak TÜBİTAK’tan risk kalmadı diye rapor alan Başbakanlık mahkeme kararını yok sayarak bir “prensip kararı” ile ilgili bakanlıklara, madenin önündeki engelin kaldırılması yönünde emir verdi. (Av. Arif Ali Çangı’nın notlarından özet)

Söz konusu maden propagandalar, yürütmeyi durdurma kararları, idari yargı eksenli hukuk mücadelesi ve yargı kararlarının uygulanmaması tartışmaları arasında faaliyetini sürdürmeye devam etti. 2005 yılında Koza-İpek Holding bünyesine geçtikten sonra bünyelerindeki ve hükümet kontrolündeki medya aracılığı ile hem Yargı hem de başta TMMOB olmak üzere maden karşı olanlara dönük kampanyalar başladı. Artık manşetleri “Odalara da reform şart”, “meslek odalarında saltanat”, “yargı vesayeti” gibi başlıklar süslüyordu. Geniş kesimlerin rızasını almak için de her gün yeni bir altın rezervi keşfedildiği, altının bizi nasıl zenginleştirileceği, direnenlerin dış güçlerle bağlantılı oldukları servis ediliyordu. Demokrat parti iktidarı ile başlayıp 12 Eylül ve Özal’la önü açılan sömürü/yağma düzeni AKP/Cemaat koalisyonunda tamamen “serbestleşmiş” oldu. 2010 Referandumu sonrası hukukun fethedilmesinin ana dinamiğinin de bu sömürüyü derinleştirmek olduğunu söyleyebiliriz.

∗∗

O süreci Demokrat Yargı adına yürüten Orhangazi Ertekin’in kitabından tekrar alıntılayayım: “...Bence bu seçim (2010 HSYK seçimi) çok önemli ve kritiktir. Bu HSYK, sadece yargı açısından belirleyici olmayacak, ekonomide de sonuçlar doğuracak. Geçmiş iktidarlar, bankaları, medyayı, büyük şirketleriyle bir yolsuzluk ekonomisi yarattı. Tüm bunlardan hesap sorulması gerekiyor. HSYK ele geçirildiğinde sadece Yargıtay ve Danıştay yeniden yapılanmayacak, hükümetin yürüttüğü siyaseti, özelleştirmeleri engelleyen güçler de devreden çıkacaklar. Bu nedenle bu seçimler çok önemlidir. Bundan sonraki seçimler nasıl olursa olsun kazanmak zorundayız.” Bu sözler HSYK seçimlerini kazanan ekipten bir kıdemli yargıca ait sözler!

Artık yargımız kamu yararını gözetmekten çok sermayeyi kollayan, iktidarın ajandasına göre pozisyon alan, meslek odalarını ve direnenleri bozguncu olarak gören bir yargılama kültürünü içselleştirmiş durumda.

Çok daha fazla detay yazılabilir ama bizi İliç eko-kırımı ve emekçi katliamına getiren sürecin idari yargı ve çevre mücadelesi anlamında yanlış iliklenen ilk düğmesi Bergama’dır diyebiliriz. Yıkım süreci hukuk devletinin geriletilmesi ve yargının fethedilmesi sürecine paralel işledi.

Sonraki yazımda ceza hukuku yönünden değerlendirmeye çalışacağım.

(BİRGÜN)


Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 24 ŞUBAT 2024 -

 

Çünkü örgüt değil belediye belirleyici!(Mehmet Ali Güller)

Batı tipi liberal demokrasi, halkçılık ve halk demokrasisi yanında güdük bir demokrasidir. Çünkü seçilenleri seçenler, gerçekte halk değil, seçicilerdir.

Bu durum tam anlamıyla en çok ABD’de böyledir ama gittikçe bizimki gibi ülkelerde de öyle olmaya başladı. Adayları önseçimle parti tabanı değil, yukarıdaki seçiciler belirliyor; bu bazen parti meclisleri, bazen merkez yürütme organları oluyor, hatta bazen de doğrudan genel başkanlar.

Haliyle seçilme kriteri de değişiyor. İşin içine finans giriyor. Öyle olunca da sıradan parti üyelerinin, alt sınıf temsilcilerinin seçilme şansı iyice azalıyor.

10 AY ÖNCE TBMM, 10 AY SONRA BELEDİYE

Partilerin belediye başkanı adayları netleşti. Aday belirlemede önseçim mumla arandı.

Daha vahimi de şu oldu: Bir dönemdir, iki dönemdir, hatta üç dönemdir belediye başkanı olanların bazıları, yeniden aday gösterilmedikleri için kızdılar, partilerinden istifa ettiler, başka partilere geçip kendi partilerine rakip oldular. Üç dönem belediye başkanlığı yaptıktan sonra dördüncü dönem aday gösterilmediği için partisinden istifa eden biri daha ne istiyor olabilir? Anlaşılır gibi değil!

TBMM üyesi tam 26 milletvekili belediye başkanı oldu! Oysa daha 10 ay önce milletvekili olabilmek için kıran kırana mücadele ediyorlardı. Demek hedefleri milletvekili olmaktan çok, oradan belediye başkanlığına sıçramakmış.

Tablo şöyle: İYİP 7, CHP 5, SP 5, AKP 4, HÜDA PAR 2, TİP 1, DEM 1, DEVA 1 milletvekilini belediye başkanı adayı yaptı.

Daha 10 ay önce milletvekili olmuş biri 10 ay sonra neden belediye başkanı olmak ister ki? Bir ilde, ilçede belediye başkanı olmak, TBMM’de milletvekili olmaktan daha mı önemli?

Daha 10 ay önce CHP’nin listesinden kaçar milletvekili göstereceklerinin kavgasını yapan altılı masa üyelerinin, kazandıkları sayılı milletvekillerinin bir kısmını belediye başkanı yapmaya çalışması nasıl değerlendirilmeli?

CHP’nin genel başkan yardımcısı, grup başkanvekili düzeyindeki milletvekillerini belediye başkanı adayı göstermesi nasıl değerlendirilmeli?

Seçilmiş dört milletvekilinden biri anayasaya aykırı şekilde hapiste rehin tutulan ve muhalefetin önemli bir kısmının o milletvekilini TBMM’deki koltuğuna oturtabilmek için mücadele ettiği TİP’in, TBMM’deki üç milletvekilinden birini, üstelik genel başkanını ilçe belediye başkanı adayı göstermesi nasıl değerlendirilmeli?

PARTİYİ BELEDİYE ŞEKİLLENDİRİYOR

Açık ki belediyecilik, TBMM’de milletvekili olmaktan daha önemli görülüyor. Kuşkusuz bunda önemli nedenlerden biri, AKP’nin anayasayı değiştirerek başkanlık sistemi adı altında parlamenter sistemi yıkması oldu. Milletvekilleri, eski sistemde çok daha etkindiler, soru soran, bakanlar kurulunu denetleyebilen, hesap sorabilen makamdaydılar. Bu önemli oranda değişti ama elbette sıfırlanmadı, elbette TBMM halen çok önemli bir mücadele alanı.

Tabii bu da 10 ay önce milletvekili seçilen birinin 10 ay sonra belediye başkanı olmak istemesini tam açıklamıyor. Çünkü mesele vekilliğin önemsizliğiyse, 10 ay önce oraya aday olunmayabilirdi!

Yanıtı örneğin CHP üzerinden şu iki olguda inceleyelim:

1) CHP’de genel başkanlığın değiştiği kurultaydan önceki en önemli il kongresinde, gerçekte iki belediye çarpıştı: İstanbul Büyükşehir ile Ataşehir Belediyesi. Haliyle bu sonuç, kurultaya da damgasını vurdu.

2) Parti yöneticilerini belirlemede etken olan adres artık örgüt değil, belediye. CHP’de il başkanları değil, belediye başkanları belirleyici hale geldi.

Sonuç olarak şunu söylemeliyim: Partiyi örgütlerin değil, belediyelerin şekillendirdiği durumda, iktidar olunamaz, ana muhalefete demir atılır.

                                                            /././

Hafter’in petrolünü mü satıyoruz? (Miyase İlknur)

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mısır Devlet Başkanı Sisi gibi darbeci ilan ettiği bir diğer kişi Libaya’nın doğusundaki güçlerin lideri General Hafter’di. Hatta darbeci ilan ettiği General Hafter için hızını alamayıp “Darbeci Hafter’in Libya halkının hakkı olan petrolü kaçak yollardan satma girişimlerini engellemek için elimizden geleni yapacağız” bile demişti.

Geçen yılın aralık ayında İstanbul Anadolu Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunan Gemi Yakıt İkmalciler Derneği (GYİD) başkanı ve temmuz ayında konkordato talep eden CYE Denizcilik AŞ’nin CEO’su Ali Deniz Eraydın, Türkiye’de faaliyet gösteren bazı şirketlerin Hafter’in bölgesinden gelen petrolün Malta’dan ithal edilmiş gibi sahte evraklar düzenleyerek Türkiye’de satıldığına öne sürdü.

Ne yani Erdoğan’ın “Libya halkının hakkı olan petrolü kaçak yollardan satma girişimlerini engellemek için elimizden gelen her şeyi yapacağız” demesine rağmen Hafter’in petrolü kaçak yollardan hem de Türkiye’de mi satılıyor?

Eski GYİD Başkanı Ali Deniz Eraydın’ın iddialarına göre öyle. Eraydın, bu konuda suçladığı şirketlerin başında eski ortakları CORAL Enerji de var.

İstanbul Anadolu Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosu’na ifade veren Ali Deniz Eraydın’ın iddiaları yenilir yutulur cinsten değil. Bu iddiaları kısaca şöyle özetlemek mümkün:

“Poliport Kimya Sanayi AŞ, Polisan Holding AŞ, Alkagesta Ltd. Şti., Coral Enerji DMCC, Coral Enerji PTE, MADDOX DMCC ve MADDOX SA isimli şirketlerin İstanbul’da bulunan boğaz trafiğindeki gemilere yakıt veriyor görüntüsü altında dolaşıma yasak Libya ve Rus petrolünü sahte evraklar düzenleyip Türkmen ve Malta menşeili göstererek sisteme sokuyor, buradan kazandıkları para ile Hafter ve Wagner silahlı gruplarını finanse ediyorlar. Çünkü getirmiş oldukları petrol, Hafter ve Wagner silahlı gruplarının hâkimiyeti altındaki bölgelerden geliyor. Libya’da çıkartılan petrolün Türkiye’de dolaşıma sokulması yasaktır. Ayrıca Libya hükümeti ve BM de bu konuda yasak kararı almıştır.”

KAÇAK PETROL YURDA BÖYLE SOKULMUŞ

İhbarcı Ali Deniz Eraydın, petrolün nasıl kaçak yollarla Türkiye’de dolaşıma sokulduğunun yöntemlerini de şöyle ifşa ediyor:

“Yukarıda ismini verdiğim şirketler, kiraladıkları gemileri, Malta’dan ‘Mazot alacağız’ diyerek yola çıkartıyor. Girit Adası’nın güney tarafında AIS (uydu yoluyla takip sistemi) sistemini kapatarak Libya’ya yönlendiriyor. Libya’da Hafter ve Wagner gruplarının hâkimiyetinde bulunan Bingazi Limanı bölgesinden satışı yasak olan mazotu bu gemilere yükletiyor. Bu limanlardan gemilere yükleme yapıldığına dair BM raporlarını daha sonra sunacağım. Gemiler Girit Adası’nın güneyinde AIS uydu sistemini iki gün sonra tekrar açıyor ve Malta’dan geliyormuş gibi Mersin ve Gebze limanlarına yanaşarak gümrüğe kaçak mazotu sanki Malta açıklarından OPL (denizde gemiden gemiye nakledilen petrol ürününün yükleme adı) sistemi ile aldıklarını beyan ediyor. Sonrasında Poliport Kimya AŞ’nin ve Marmara Ereğlisi’nde bulunan OPET’in (A tipi antrepo), Alkagesta Ltd. Şti. MADDOX SA isimli şirketlere kiraladıkları depolara malı indiriyorlar. Buradan sağladıkları paraları da Dubai’deki hesaplarına yatırmaları isteniyor. Dubai’den aldıkları paralarla da Wagner ve Hafter gruplarına silah alıyorlar.

Bu şirketlerin Libya’dan getirttiği tankerlerin listesi Yarımca 110555 Gümrük Müdürlüğü’ne sorulup evrakların doğruluğu kontrol edilebilir. Zaten bu hususta bir araştırma yapıldığında 20’ye yakın kargonun anlattığım usulsüz yöntemlerle Türkiye’ye getirildiği ve çeşitli firmalara satıldığı tespit edilebilir.”

Savcılığa yapılan suç duyurusunda savcılık sanıklar hakkında CMK 153/2’den soruşturma açılmasını ve sulh ceza hâkimliğinden dosya hakkında gizlilik kararı talep etti.

Dava henüz görülmedi ve Ali Deniz Eraydın’ın savları şimdilik bir iddia. Ama Coral Enerji şirketinin eski ortağı CYE Denizcilik CEO’su bunu söylüyorsa bu iddiaları ciddiye almak lazım.

Dosyada somut delillere de yer veriliyor. Ama yerimiz bitti. Arkası yarın diyelim o zaman.

                                                  /././

Afyon Belediyesi’nin şahane işleri! (Murat Ağırel)

Başlığa bakıp yanılmayın. İroni yapıyorum.

Çünkü Sayıştay’ın Afyon Belediyesi raporunda çok ilginç durumlar var.

Kanuna göre 2022 yılı bütçesine konulan ödeneklerin, yüzde 10’unu aşan doğrudan alımlarda Kamu İhale Kurulu’nun uygunluk görüşü alınması gerekir.

Afyon Belediyesi’ne tahsis edilen ödenek: 263 milyon TL. Yüzde 10’unu alırsak 26.3 milyon TL.

Ancak belediye toplam 40 milyon TL doğrudan alım yapmış. Tabii bunu kafasına göre yapamaz; Kamu İhale Kurumu’ndan izin alması lazım. Almış mı. Hayır.

Sadece bunlar için izin almazlık yapmamış. Mesela atlı spor kompleksi ve sosyal tesis yapım işi yaptırılmış. İşi yapan kişi aynı zamanda tesisi 20 yıl süre ile işletecek ve belediyeye kira verecek.

Sözleşme yapılıyor ve sözleşmede deniyor ki şartlardan birinin ihlal edilmesi durumunda sözleşme feshedilir. Keşke biri ihlal edilse...

Spor alanlarına yapılacak yapılar yönetmelikte belirlenmiş. Bu alanlarda yapılacak ticari ünitelerin, seyirci ve sporcuların ihtiyaçlarına yönelik olması gerektiği açıkça ifade edilmiş. Emlak ve istimlak müdürlüğü denetçileri tesisi denetlemeye gidince şok olmuş...

Sözleşmeye göre 486 metrekare teraslı restoran yerine; 1800 metrekare kapalı ve yaklaşık 4 bin metrekare de açık alan olmak üzere toplamda 5 bin 800 metrekare kongre ve balo salonu inşa edilmiş.

Kapalı manej (atların eğitildiği alan) için öngörülen 1500 metrekare yerine 931 metrekare, teraslı kafeterya için ise 534 metrekare yerine 463 metrekare açık manej yapıldığı görülmüş. 2 bin 100 metrekare yerine de 933 metrekare at gezinti alanı inşa edilmiş. Bu kırpma küçültme operasyonu yetmemiş, müştemilatın da 1519 metrekare yerine 135 metrekare inşa edildiği belirlenmiş. Ne sözleşmeye uygun ne de ihaleye uygun yani...

Dahası kongre ve balo salonunun çalışma ruhsatının bile olmadığı ortaya çıkmış. Haliyle “yıkın burayı” demişler ve 60 gün de süre vermişler.

AYNI İSİM: MURAT AĞCABAĞ

Devam edelim...

Afyon’da otopark için ihale yapmışlar. Otoparkı yapan aynı zamanda 25 yıl süreyle işletecek ve belediyeye de kira verecek. Kamu idaresine ait yaklaşık 10 bin metrekare yüzölçümlü taşınmazın 1664 metrekarelik kısmına zemin kat açık otopark ile bodrum kat kapalı otopark yapılmak istenmiş. 25 yıl işletilmek üzere açık teklif usulü ile kiralama yapılmış. Otoparkın şartname ekinde yer alan projeye uygun olacağı ve bunun dışında herhangi bir kullanıma ve imalata izin verilmeyeceği açık açık belirtilmiş.

Peki, ne olmuş?

Yapılan incelemede, kamu idaresine ait söz konusu taşınmazın üzerinde kapalı otopark yerine yüzme havuzu, SPA ve fitness salonu inşa edilip işletildiği belirlenmiş. Yapması gereken 1664 metrekare açık otoparkın 1356 metrekaresi yapılmış. Emlak ve istimlak müdürlüğünce tutanak tutulmuş ve 60 gün süre verilmiş. Sanırım Afyon Belediyesi’nin yapmış olduğu bu tarz kiralama usulü işlerin tamamında sıkıntı var.

Neresinden tutsanız kalıyor yani...

İhalenin konusu, teleferik ve sosyal tesislerin yapımı ve işletilmesi olmasına rağmen yapılanı Sayıştay bir türlü anlamamış. “Bu bedelin işin tamamına yönelik bir tahmin edilen bedel olarak değerlendirilmesi mümkün değildir” diye raporunda da belirtmiş.

Acaba bu ihaleyi kim aldı... HalkTV’den Hava Asal’ın haberini gördüm. 27 Nisan’da yapılan ihalede yıllık 140 bin yolcu garantisi verilmiş. Yani teleferiği ayda 11 bin 666 kişinin, günde ise en az 388 kişinin kullanması gerekiyor. İhaleyi Valter Asansör adlı firma almış. Valter Asansör adını duyunca ben bu firmayı nereden tanıyorum diye düşündüm. 

PARSEL PARSEL isimli kitabımda yazmıştım. Hatta Ankara Büyükşehir Belediyesi, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na bu şirketin de yer aldığı “ihaleye fesat karıştırma, görevi kötüye kullanma” suçlaması ile suç duyurusunda bulunmuştu. Bahse konu suç duyurusu “Hayvanat Bahçesi ve Tema Park Teleferik Yapım İşi İhalesi” ile ilgili. Sözleşme bedeli önce 93 milyon TL açıklanmış, artışlara karşın 2018 sonlarına gelindiğinde iş halen tamamlanamamış. Daha sonra da sahada bırakılan inşaat malzemeleri çürümeye terk edilmiş. En başta söyleyeceğimi en sonda anlatayım. 

Valter Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ağcabağ. AKP Ankara İl Başkanlığı Yönetim Kurulu Üyeliği, Önder İmam Hatipliler Derneği, MÜSİAD üyeliklerinin yanı sıra Ankaragücü yönetiminde de bulunuyor.

Yani düzenini kuranlar o düzeni ne kadar başarısız da olsalar kanunlara uymadan işletmeye devam ediyor. 

Hep diyorum burası anayasası, kanunları olmayan bir ülke diye. O kadar çok örnek verebilirim ki sayfalar yetmez...

                                                    /././

Eskişehir’in kültür, sanat, tarih merkezi olarak dayanılmaz çekiciliği (Şükran Soner)

Elbette Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’in öncülüğünde, her alanın uzman, gönüllüler ordusu eşliğindeki katkılarıyla... 21 Şubat tarihli Yerel Yönetimler ekinin üçüncü sayfasında yine hocamızın özetlediği sosyal belediyecilik ilkeleri içinde yapılmış, yapılacak olan çalışmalara nokta konulmaması koşuluyla... 

Sevgili hocamız, lise çağları yaşlarında bile aynı zamanda gazeteci, bilim, kültür, tarih, sanatın her dalında uzanan elleri, yorulmayı bilemeyen kişiliği ile, Cumhuriyet Vakfı’nın kurucuları Berin Nadi ile İlhan Selçuk’a da el vermişti.

Vakfımızın danışma kurulu üyesi olarak da emeğini esirgememenin ötesinde, Cumhuriyet yazarlarını Eskişehir’e kültürel etkinliklere taşımada yardımlarını eksik etmemişti. Eskişehirlilerin sosyal yaşama coşkuyla katılmalarını sağlayan kültürel ağları içinde, yok yok olmayınca, yapılan kültürel etkinliklerin dinamiği de yükseldikçe yükseliyordu. Toplumsal acılar, tepkiler buluşmaları da aynı yoğunluklarla yaşandığından Uğur Mumcu’nun katledilmesinin ardından yapılmış ilk önemli meydan mitingini de anımsatabilirim.

Yeri gelmişken ülke belediyeciliğinde, sosyal belediyeciliğin yeşermesinden bugünlere uzanan güçlü bağlarına kadar Büyükerşen’in enerjisi, organizasyonlarındaki öncülüğünü de atlamamamız gerek. Uzun yıllardır kendisinden sonrası Eskişehir de içinde, sosyal belediyecilikte dip dalgaların yükselişinde yapılması gerekenler üzerinden de çok yol alınması için çabaları atlamamak gerek. Hani her iş için önümüze çıkarılan para engeli var ya... Adım adım dışarıdan kolay gözlenemeyen çabalarına tanıklık etmiş olabilmek galiba çok daha değerli.

Öğreticilikteki en değerli incelikler arasında, gelen her konuğunu, ne yapıp edip sözde ekonomik ev sahipliği yapma adına, belediyenin üretim merkezlerine götürmesi ağırlamasının altını çizmeliyim. Her türden tarım üretimine ayrılmış geniş alanlar. İçlerinde fidanlıklar, çiçekler, sebze tarlaları arasında, hayvancılık, balık üretimine kadar uzanan yokun yok olmadığı çabalar. Yokluk içinden varlık yaratmanın iğne oyası gibi örülmüş çalışmalar. Aynı zamanda ne kadar çoklu insanın iş, ekmek kapıları...

                                                  ***

Eskişehir’in Cumhuriyet tarihi içindeki çok önemli üretim merkezlerinin müzecilik inceliğinde restorasyonları ile ortaya çıkmış kültürel alanların güzelliklerine ne demeli? Ülke çapında en etkin yaygın eğitimi sağlayan Eskişehir Üniversitesi çatısı altında toplanmış kültür, bilim, sanat alanlarında en verimli işlerle ülkemiz eğitimindeki lokomotif, örnek katkılar? 1980’lerden günümüze çok daha hızlandırılmış yüksek eğitimi bilim yuvası olmaktan çıkaran, birbirine eklemlenmiş olumsuz katkıların ürkütücülüğü bile yok etmede yeterince başarılı olamadı.

Uzaktan, sevgi, saygıyla izlemeye çalıştığım bu enerjik, zincirleme çabaların en değerlisini sorgularsak; geleceğe yönelik genç, yeni kadrolarla, yaşamın her alanına dönük, enerjileri çok yüksek, çok çalışkan, erdemli kişiliklerden oluşan bir ordu yetiştirme çabalarına verilmiş önceliği gösterebilirim. Üyesi, uzun zamanlar yönetiminde olduğum TGS’nin de güçlü, örgütlü çalışan bir şubesi vardı. Emeğin, gazeteciliğin önünün açılmasındaki birebir seçimlerin değerli sonuçları üzerinden de tanıklıklarım oldu.

Hocamız, gelecekten söz ederken bu güçlü enerjisi, üretim gücü ile elini hiçbir işten çekmeye niyetli olmadığını da anlatmış oluyor. Son nefesine kadar katkı yapmak üzerinden, şimdilerde kendisini galiba daha özgür, üstelik seçici olabilmede ayrıcalıklıymış gibi duruyor. Gözleri ışıl ışıl, çevresine hep gülerek bakıyor.

(Cumhuriyet)

KAAN (DOSYA) - 24 ŞUBAT 2024 - soL

 Kaan’ın uçuşu mu yoksa Kotil’in şovu mu?(OKAN ATAER - soL/ÖZEL)

Milli Muharip Uçak veya yeni adıyla Kaan dün ilk uçuşunu gerçekleştirdi. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi bu proje hem daha emekleme safhasında hem de hâlâ çözülememiş köklü sorunlara sahip.

Kaan adı verilen "Turkish Fighter X" Milli Muharip Uçak prototipi dün Ankara Mürted Hava Meydanı'ndan kalkış yaparak ilk uçuşunu gerçekleştirdi. 

Test pilotu Barbaros Demirtaş tarafından yapılan uçuşun ardından TUSAŞ (Türk Uzay Sanayi A.Ş.) Genel Müdürü Temel Kotil uçağın 13 dakika havada kalarak 8 bin feet yükseklikte 230 knot (425 km/saat) hıza ulaştığını açıkladı. 

Uçuş sonrasında devlet erkanınca yayımlanan tebrik mesajlarından en dikkat çekeni Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'nın sosyal medya hesaplarından yapılan paylaşım oldu: 

Hal böyle olunca sapla samanı ayırmak, gerçekle hayal olanı ayırt etmek ihtiyacı yine kendisini dayatıyor. 

Kaan’ın uçmuş olması tüm çalışmaların sona erdiği ve artık muharip yepyeni bir savaş uçağına sahip olduğumuz anlamına mı geliyor?

Başarılı bir ilk uçuş son derece kapsamlı ve uzun vadeli bir projenin kaydedilmesi gereken bir noktası ancak sonu değil. Bugün hâlâ sorunları ortaya çıkan, ABD başta olmak üzere çeşitli hava kuvvetlerinde kullanılan 5. Nesil F-35 savaş uçağının sık sık kaza kırıma uğradığı sır değil. Bu projenin genel tasarımının 1997 yılında başladığı ve ilk gelişkin prototipin 2006 yılında uçtuğu ve sonrasında uzun testlerde, konfigürasyon güncellemelerinden geçip ancak 2018 yılında ordu envanterine girdiği hatırlanırsa projenin hangi aşamasında olduğumuz herhalde anlaşılır.

Kaan söylendiği gibi yerli ve milli mi?

Kaan, kamuya açık kaynaklardan da görüleceği gibi 2 adet General Electric F110-GE-129 turbofan motoruna sahip. Bu motorlar F-16 savaş uçaklarında kullanılan motorların aynısı. Genel tasarımı ise Lockheed Martin F-22 savaş uçağının benzeri. Bu açıdan bakıldığında tasarım ve üretim sürecinde İngiliz emperyalizminin önemli kurumları olan BAE Systems, Rolls Royce, Amerikan emperyalizminin simge isimlerinden General Electric gibi şirketleriyle ortak geliştirilen bir proje.

Özallı yıllarda temeli atılan montaj sanayisiyle havacılık sektörüne giriş yapan TAİ tarafından F-16 üretimiyle biriktirilen deneyim ve becerinin yine güncel emperyalist desteklerle F-16 benzeri bir yarı-özgün tasarımla üretilmesinden bahsediyoruz. Ancak elbette bu durum silah sanayi aktörlerinin alanlarında kazandığı deneyimleri ve sektörlerinde önemli oyuncular haline geldiklerini göz ardı ettiğimiz anlamına gelmemeli. Aselsan’ın radar, avyonik ve elektronik sistemler, Aspilsan’ın avyonik güç kaynakları, Roketsan ve Sarsılmaz’ın roket ve füze sistemleri, TEI’nin motor alanında yakaladığı gelişim hatrı sayılır seviyede. Buna rağmen örneğin motor, fırlatma koltuğu, pilot başlıkları gibi bileşenlerin ötesinde, hammadde, donanım, yazılım ve tezgâh alanlarında dışa bağımlılık bariz seviyede.

5. Nesil ne demek, Kaan gerçekten bu kapsamda mı?

Bu özellikler genel olarak stealth (radarda az görülme) özelliği, LIPR radar özelliği (pasif radarlar tarafından algılanmayı azaltan tipte radar), çok yüksek hızlara uygun gövde yapısı, ileri teknoloji avyonik sistemleri, üst düzey komuta kontrol, iletişim-muhabere ve diğer silahlarla beraber çalışabilecek network özelliği ve silah sistemlerinin gövde içinde olması olarak tanımlanıyor.

Milli muharip uçak TAI bünyesinde geliştirilen kompozit tasarım, Aselsan ürünü radarlar ve avyonik ile silah sistemlerinin gövde içinde olması gibi özellikleri sağlıyor. Ancak insansız hava araçları ve diğer benzeri silahlarla eş güdümlü ve koordine çalışan bir platform olup olmadığını henüz bilemiyoruz.

Eğer proje bu aşamada ise bu kadar gürültü patırtı niye?

Projenin halihazırdaki hali iki motorlu bir F-16 benzeri uçağın boş şekilde görece düşük hızda uçması anlamına geliyor. Bu açıdan bakıldığında projenin önünde daha uzun yıllar, sayısız testler, sonsuz güncellemeler var. Elbette bir prototipin ilk sınanması önemlidir ancak ülkemizde bu türlü şovların genellikle iç siyasete malzeme niteliği akıldan çıkarılmamalı herhalde. Bu anlamda Türkiye sermayesinin dış pazarlara açılma hamleleri için koçbaşı haline gelen THY’deki görevinin ardından TAİ’nin başına getirilen Temel Kotil’in bir yerlere mesaj vermeye çalıştığını söylemek zorlama olmayacaktır. 

Türkiye F-35 programından çıkarıldı, sonra yeni F-16 satışına onay verildi. Böyle bir resimde Kaan nereye oturuyor?

Türkiye burjuvazisi AKP rejimi döneminde yakın çevresindeki coğrafyada hem sermaye ihracına başladı hem de Suriye-Libya gibi iç savaşlara müdahil olarak çeşitli aktörler eliyle pazar kapma payına dair hamlelerde bulundu. Bu süreçte Rusya’dan S-400 savunma sistemlerinin alınması NATO ile ilişkilerde gerilime neden olmuş, Türkiye F-35 projesinden çıkarılmıştı. Takip eden süreçte emperyalizme verilen teminatlar ve güvencelerin ardından biat ederek emperyalist merkezlerden F-16 satın alım anlaşmaları yapıldı. Böyle bir resim içinde F-16 savaş uçağının belirli bir oranda geliştirilmiş versiyonu olarak ortaya çıkan Kaan, tam da bu açmazın ürünü olarak görülüyor.

Teknolojik ürünleri belirli oranda güncel olarak üretebilen bir silah sanayisine sahip olan Türkiye burjuvazisi kritik alanlarda hâlâ istediği aşamada olamadığı için bu alanda emperyalist şirketlerle işbirliği yapıyor. Resmî olarak F-35 projesinden çıkarılsalar da projedeki şirketlerle işbirliği sürüyor ve Türk şirketler emperyalist merkezler için kendilerine teknolojik olarak bağlı üretim tesisleri olarak görülüyor. En güncel teknolojik ürün, yazılım, donanım ve üretim araçlarını kendi tekelinde tutan emperyalistler, Türk silah şirketlerinin kendi çapında “inovasyon” yapmasına da ses etmiyor. 

                                                                /././

Yerli savaş uçağı açıklamaları ne anlama geliyor? (OKAN ATAER-SOL/Görüş)-11/11/2021

TUSAŞ Türk Havacılık ve Uzay Sanayi AŞ Genel Müdürü Temel Kotil'in yerli savaş uçağı üretimi konusundaki açıklamaları tartışma yarattı. Peki bu açıklamalar gerçekçi mi?

TUSAŞ Türk Havacılık ve Uzay Sanayi AŞ Genel Müdürü Temel Kotil canlı yayına katıldığı bir televizyon kanalındaki açıklamalarıyla yeniden gündeme girmiş oldu. Son dönemde atmış olduğu tweet Ahmet Hakan tarafından bile pek anlaşılamadığından olsa gerek bu kez canlı yayında meramını anlatmaya çalıştı. Ancak iç siyasetin toz duman olduğu, ekonomik krizin dip noktasının hala gözükmediği bir yıkım içindeki ülkemizde savunma sanayiinin konuşulması/konuşturulmak istenmesinin çok manidar olduğu dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır. Bu bilgi notunu da ekleyerek Kotil’in açıklamalarına ve bunların bizde çağrıştırdıklarına geçelim…

Bir isimlendirme denemesi

Önce herhalde firmanın adıyla başlamak lazım. Bir ara TAİ (TUSAŞ Aerospace Industries kısaltması) denen kuruma neden artık bu isimle hitap edilmiyor? Kuruluşunun ardından şahlanma dönemini Özallı yıllarda yaşayan kurumun bu dönemde doğrudan Amerikan sermayesiyle tanıştığı biliniyor. Şirketin azımsanmayacak büyüklükteki bir ortağı olan kurum adıyla sanıyla Lockheed Martin. Bugün dünyadaki en kârlı silah şirketlerinden birisi olan Lockheed Martin’in hisseleri 2005 yılında tamamen satın alındı ve şirket günümüzdeki mali yapısına kavuştu. Herhalde bugün kamuoyuna tam anlamıyla yerli ve milli hissettirecek bir isimlendirme tercih ediliyor.

Ahmet Hakan’dan “yapıcı” eleştiriler

Temel Kotil tarafından geçtiğimiz günlerde atılan tweet anlaşılamadı demiştik. Düzen yanlısı kalemlerden Ahmet Hakan da konuya “yapıcı” bir şekilde yaklaşmış ve 5 Kasım 2021 tarihli yazısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’I övdükten sonra Kotil’I eleştirmişti:

Bu açıdan bakıldığında Temel Kotil’in yaptığı tam bir iletişim faciası.

*

Paylaştığı fotoğraftaki parça, milli muharip uçak iddiasıyla pek bağdaşmıyor gibi. Fotoğrafı paylaşılan teknik aksam, konuya vâkıf olmayanlara hiçbir şey anlatmıyor. Dahası “Biz yapamayız” anlayışına saplanıp kalmış olanlara, “Muharip uçakla bunun ne alakası var?” diyerek dudak bükecekleri bir malzeme verilmiş oluyor.

*

Doğru iletişim şu olmalıydı: O aksam, ne anlama geliyor? Önemi nerededir? Üretilmesi çok mu zor? Muharip uçağın hangi aksamıdır bu? Neden heyecanla paylaşılıyor?

Bütün bunların cevabı verilmeliydi.

Herhalde Kotil de Hakan’ın haklı eleştirisini okumuş ve gereğini yerine getirme ihtiyacı hissetmiş…

Kotil ne dedi?

Kotil’in söylediklerine biraz daha yakından bakalım:

"F-35'in 60 milyar dolar olduğunu söylüyorlar, böyle bir proje 10 milyar dolara çıkar."

Projenin bütçesi 2014 yılında 160 milyar dolar seviyesindeydi ve proje devam ettiği için bu rakamın üzerine çıkıldığı çok açıktır. F-35 savaş uçağı Lockheed Martin tarafından yapılıyor. Sanırız Kotil’in buradaki proje yöneticilerine aktarmak istediği bazı tecrübeler var, bilemiyoruz.

"Alt tarafında bomba kapağının olduğu yerdeki parçamız. Çok hassa milimetrik, mikron altı çalışmış bir parça."

Kotil, ilk paylaştığı tweet üzerine yapıyor açıklamayı. Talaşlı imalat hakkında güncel bilgisi olan herkes artık en temel imalatın bile milimetrenin altında mikron seviyesinde hassasiyetle yapıldığını bilir. Bunu söylemenin bir önemi yok. Marifet yurtdışında üretilmiş yazılımlarla tasarım yapıp, hammaddeyi yurtdışından alıp, bunu da son teknoloji 7 eksen Japon CNC tezgâhlarında üretmekte olmasa gerek.

"Bu uçak 2023 18 Mart'ta motorunu çalıştıracak. Bu uçak 2022'de bitecek demektir."

Daha önce TF-X (Turkish Fighter Experimental) projesi olarak adlandırılan projeye dair yorumlar bu siteden yayınlanmıştı. O yazıda savaş uçağı projelerinin genellikle uzun vadeli ve kullanıcı ülkenin özel ihtiyaçları gözönüne alınarak tasarlandığı, prototip sürelerinin uzun döneme yayılan silahlar olduğu belirtilmişti. Ayrıca savaş uçağını oluşturan bileşenlerin geliştirilmesi ve koordineli şekilde çalışmasının sağlanmasının üst düzey bir teknoloji ve bilgi birikimi gerektirdiği vurgulanmıştı. Astronomik rakamlara mal olan bu devasa silahların tasarımında oluşabilecek hata bile olmayan verimsizlikler veya en iyi olmayan uygulamalar ileride tüm projeyi etkileyebilecek maliyetler çıkartabileceği belirtilmiş ve ABD’deki benzer projenin 1997 yılında başladığı ve halen devam etmekte olduğu hatırlatılmıştı. Dolayısıyla bu tarihlerin tamamı anlamsız ve geçersizdir.

"F-16 tek motorlu, bu çift motorludur. Bombalar içinde saklı. Bu görünmez uçak. 1980 teknolojisi F-16. Bu 2020 teknoloji. F-35 tek motorlu. Bu ondan 1.5 kat daha güçlü motor gücü olarak. Bu F-22 ile F-35 arasında."

Yeni tasarlanan savaş uçakları doğası gereği kısa vadeli değil uzun vadeli projelerdir. Dolayısıyla ürünlerde son teknoloji kullanılması yetmez, gelecekte uçağın kullanım dışı kalmasını engelleyecek şekilde yeni teknolojilere uyumlu tasarlanması gereklidir. General Dynamics F-16 Fighting Falcon savaş uçağının tasarım anlamında başarısı burada saklıdır. İlk başarılı uçuşunu 1974 yılında tamamlayan uçak bugün halen üretilmekte ve gelişen teknoloji uyarınca geliştirilebilmektedir. F-35 projesi ise ABD Silahlı Kuvvetlerinin farklı taleplerini orta ve uzun vadede gerçekleştirebilecek yeni bir savaş uçağı projesidir. Lockheed Martin F-22 Raptor projesi ise 2012 yılında yüksek giderler ve operasyonel başarısızlıklardan dolayı rafa kaldırılmış olan bir projedir. İhraç edilmeksizin sadece ABD Silahlı Kuvvetleri için tasarlanan projenin yerine F-35 projesine ağırlık verilmesi kararı alınmıştır. TUSAŞ tarafından orta ve uzun vadede geliştirilebilecek olan uçağın en önemli bileşenlerinden birisi motorudur. TEİ tesislerinde motor üretimlerinin devam ettiği bilinmektedir. Ancak tam anlamıyla güvenilir bir motor ailesini üretebilmek sanıldığından çok zaman alan, çok karmaşık bir süreçtir. Motorun ötesinde savaş uçağının üstün teknoloji gerektiren avyonik sistemlerinin, silah sistemlerinin tasarlanması bugünden yarına tamamlanabilecek süreçler değildir.

"Önce düşük oranda başlanır. yılda 5-6 tane yapılır. Seri üretime 2028'de başlanır. 2030'da da yılda 24 tane yaparız."

Kotil, burada söylediğimize gelmiş durumda. F-35 gibi kapsamlı bir projenin son dönemlerinde bile düşen uçaklar olduğu için proje bir çok kez askıya alınmış ve inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir.

"4 binin üzerinden mühendisimiz var. Bin tanesi çalışıyor şu anda. Sıkışırsak hepsini çalıştırırız."

Temel Kotil 1959 Rize Araklı doğumlu. 1983 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak Mühendisliğinden mezun olmuş. O zorlu dönemlerde nasıl olmuş bilinmez eğitimine ABD’de Michigan’da devam etmiş. Ann Harbour’daki kampüsteki faaliyetlerini 19 Ocak 1990 tarihli üniversite gazetesinden öğreniyoruz. Gazetedeki haber Kotil’in bilimsel faaliyetleri veya geliştirdiği yeni bir yaklaşım hakkında değil. Başkanı olduğu “Müslüman Öğrenciler Birliği” faaliyetleri kapsamında Filistinli öğrenciler için bir barınak tamiratına ait. 

                                                       /././

Yerli hayalet uçak: Efsane mi gerçek mi? (OGÜN ERATALAY-soL)- 14/08/2021

Gelecek hafta başlayacak olan savunma sanayii fuarında gündemi kaplayacak gibi görülüyor. TF-X projesini hafife almak da dışa bağımlılık faktörünü görmezden gelmek de yanlış.

IDEF Türkiye’de gerçekleştirilen uluslararası bir savunma sanayii fuarı. Yıllardır düzenlenen bu fuarda özellikle Türkiye’deki savunma sanayi firmaları vitrine çıkıyor ve hem Türk Silahlı Kuvvetlerine hem de yabancı ülke ordularına ürün satma yarışına giriyor. 

Son dönemde Türkiye burjuvazisinin geçirdiği dönüşüm ve değişimle beraber gelişme kaydeden bu alan oldukça kârlı hale geldiği için daha büyük projelere soyunmak için türlü hamleler yapılıyor. 

17-20 Ağustos 2021 tarihleri arasında yapılacak olan fuarda bilen bilmeyen bilimum kalem erbabı tarafından ısıtılacağı anlaşılan bir konu konu TAI tarafından yürütülen TF-X (Turkish Fighter Experimental) projesi.

TAI TF-X projesi

TAI TF-X, hakkında kamuoyuyla paylaşılan bilgilere göre 5. nesil çift motorlu savaş uçağı olacak. Farklı görevler için tasarlanabilecek yapıda çok amaçlı süpersonik bir platform. Savunma Sanayi İcra Komitesi eliyle TAI tarafından yürütülen proje Türk Hava Kuvvetlerinin (THK) önümüzdeki dönem uzun vadedeki savaş uçağı ihtiyacını karşılamayı hedefliyor. Bilindiği gibi hava kuvvetleri bünyesinde F-4 ve F-16 savaş uçakları modernize edilmelerine rağmen artık yavaş yavaş görev sürelerinin sonuna yaklaşmakta olan silahlar. Türkiye’nin ABD liderliğindeki F-35 programından çıkmasıyla beraber gündeme yeniden gelen TF-X projesinin önümüzdeki dönemde hızlanması bekleniyor.

Savaş uçağı projeleri genellikle uzun vadeli ve kullanıcı ülkenin özel ihtiyaçları gözönüne alınarak tasarlanan, prototip süreleri uzun bir döneme yayılan silahlar. Savaş uçağını oluşturan bileşenlerin geliştirilmesi ve koordineli şekilde çalışmasının sağlanması üst düzey bir teknoloji ve bilgi birikimi gerektiriyor. Astronomik rakamlara mal olan bu devasa silahların tasarımında oluşabilecek hata bile olmayan verimsizlikler veya en iyi olmayan uygulamalar ileride tüm projeyi etkileyebilecek maliyetler çıkartabiliyor.

F-35 ve 5. Nesil Savaş uçakları

Bugün yavaş yavaş ABD ve bazı müttefik ülkelerin kullanmaya başladığı F-35 savaş uçağı da böylesi bir ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkmıştı. Gelişkin hava savunma sistemlerine karşı olabildiğince düşük radar izi özelliğine sahip tasarım, uçak pisti olmayan çıkartma gemilerinden dikey kalkış ve inişi sağlayabilecek özel tasarım gibi ayrıntılar yeni nesil savaş uçaklarıyla beraber gündeme gelmişti. Son dönemde F-35 ile benzer özelliklerde tasarlanan ve üretilme aşamasına yaklaşan belli başlı projeler arasında şunlar yer alıyor:

  • Suhoi Su-57 (2020 yılında Rus Hava ve Uzay Kuvvetleri envanterine girdi)
  • Chengdu J-20 (2017 yılında Çin Hava kuvvetleri envanterine girdi)
  • Hindistan AMCA (Tasarım aşamasında)
  • Güney Kore KAI KF-21 Boramae (Tasarım aşamasında ancak 5. Nesil değil)
  • Türkiye TAI TF-X (Tasarım aşamasında)

Modern savaş uçaklarında olması istenen ve 5. Nesil özellikleri olarak adlandırılan özellikler ise şöyle sıralanabilir:

  • Stealth (radarda az görülme) özelliği
  • LIPR radar özelliği (pasif radarlar tarafından algılanmayı azaltan tipte radar)
  • Çok yüksek hızlara uygun gövde yapısı
  • İleri teknoloji avyonik sistemleri
  • Üst düzey komuta kontrol, iletişim-muhabere ve diğer siilahlarla beraber çalışabilecek network özelliği 
  • Silah sistemlerinin gövde içinde olması

Yukarıda sıralanan özelliklerin 5. Nesil özellikleri olduğu konusunda bir konsensus bulunmasa da yaygın görüş bu özelliklerin tamamının bulunduğu bir platformun bu şekilde adlandırılabileceği yönündedir. 

Klasik bir zaman çizelgesi

Bu derece kapsamlı ve uzun vadeli bir projede takvim büyük değişiklikler gösterse de genel anlamıyla izleyeceği aşamalar ve bu aşamaların yaklaşık alacağı süreler aşağıdaki şekilde özetlenebilir. Buradaki proje adımlarının her birisinin dış etkenlerin etkisine açık olduğu ve  süreci darbağaza sokabileceği de hatırdan çıkartılmamalıdır. Büyük ölçüde tamamlanmış güncel bir program olduğu için F-35 projesinin yaklaşık süreci esas alınmıştır:

  • Genel Tasarım Aşaması (Concept Demonstration Phase), 1997. Bu aşamada Boeing ve Lockheed Martin seçilmiştir.
  • X-35A prototipi tasarlanmış ve 2000 yılında uçuş gerçekleştirilmiştir.
  • 1 yıl süren 28 farklı test uçuşunun ardından sistem geliştirme aşamasına geçilmiştir.
  • Sistem Geliştirme ve Sunum (System Development and Demonstration SDD) aşamasında tüm savaş uçağı sistemi tasarlanır ve üretilir.
    • İtiş sistemleri- Uçuş sistemleri-Gövde entegrasyonu tamamlanır
    • Son montaj ve Kontroller (Final Assemby and Checkout, FACO)
    • Prototipin hangardan çıkması (2006)
  • Prototipin ilk test uçuşu (2006)
  • Yazılım güncellemeleri ve 17 bin saat uçuşun ardından SDD aşaması tamamlanır (2018)
  • Silahlı Kuvvetler bünyesinde 2011 yılından sonra çok çeşitli konfigürasyonlarda denenmiştir. Bu denemeler sırasında çok sayıda arıza, verimsizlik ve hatalı tasarım ortaya çıkmış ve çözümlenmiştir
  • Seri üretim 
  • İlgili ülke hava kuvvetleri envanterine giriş (2018)
  • Yeni görev ve uygulamalar için modifikasyon (Sürmekte)

TF-X projesinin kritik noktaları

Daha önceki benzer projelere bakarak TF-X projesinin darboğazları aşağıdaki gibi sıralanabilir:

  • Avyonik uçuş sistemleri
  • İtiş sistemleri
  • Silah sistemleri
  • Stealth özellikleri
  • Kaska entegre kontrol sistemleri
  • Fırlatma koltuğu tasarım ve üretimi
  • Genel olarak projenin ve proje verilerinin siber saldırılara karşı korunması
  • Bakım, lojistik ve tedarik zinciri konuları

Öne çıkan teknolojik üretimlerin ötesinde projenin uzun süre devam edeceği düşünüldüğünde bu türlü karmaşık imalat için üst düzey karmaşık bir tedarikçi sistemi kurulması elzemdir. Türkiye’deki ilgili teknolojik gelişme hatırı sayılır bir seviyede olmasına rağmen örneğin itiş sistemlerinin geliştirilmesi gibi konularda yabancı şirketlerle işbirliği kaçınılmaz gözükmektedir. Bu örnekten devam edersek İngiliz Rolls Royce uçak motorlarının üreticisi olan BAE Systems’in adı projeyle beraber telaffuz edilmekle  beraber kamuoyuna açıklanan resmî bir bilgi bulunmamaktadır.

Sonuç çok değişmiyor: Bağımlılık ve tutarsızlık

Son dönemlerde Türkiye savunma sanayii ileri hamleler yapıyor olsa da genel anlamda Türkiye sanayiinin gelişmişlik seviyesine bağlı konumdadır. Bu anlamda emperyalist merkezlere hammadde ve son teknoloji üretim araçları anlamında bağlılık dikkat çekicidir. TF-X projesinin nasıl ilerleyeceği bilinmemekle birlikte teknoloji transferine bağımlı bir ülke konumunda olan Türkiye’deki üretim araçları geliştirecek teknolojik atılım eksikliği burada belirleyici olacaktır. Havacılık sanayiiden bir örnekle ne demek istediğimizi anlatmaya çalışalım: Dünyada öne çıkan bir helikopter üreticisi, ara mamullerinin üretilmesi için ülkemizdeki kalburüstü bir firmayla ortaklık yapabilmekte ancak bu işbirliğinin ön şartı olarak belirli teknolojiye sahip ve aynı emperyalist merkezlerde en son teknolojiyle üretilmiş tezgâhların kullanılmasını şart koşabilmektedir. Bu anlamda teknolojik bir arka planı süreçle beraber örülmeyen bir proje topal kalmaya mahkumdur. 

Projenin bir de teknik olmasının ötesinde siyasi bir yanı vardır. Türkiye’nin askerî anlamda attığı stratejik adımlar takip edildiğinde S-400 savunma sistemlerinin Rusya Federasyonundan alındığı sıralarda yapılan değerlendirmelerin de güncellenmesi gerekecektir. 

Görece sınırlı bir harekât bölgesine sahip SİHA’lar ve savunma amaçlı S-400 füze sistemlerinin işaret ettiği bir doğrultu var.

Bu doğrultuyla tüm savaş uçağı filosunu çok yakın bir dönemde olmasa da yaklaşık 20 yıllık bir süreçte büyük ölçüde kendi kabiliyetleriyle üreteceği uçaklarla yenilemeye girişmek arasında bir açı olduğu açıktır.