At yalanı mağdur etsinler inananı (Barış Terkoğlu)
Bazen bir masal anlatırlar. Gerçeğin kendisini masal sanırsın.
Dün 28 Şubat’ın yıldönümüydü. Sorsanız hepsi mağduruydu. En çok "28 Şubatvari müsamere" ifadelerine takıldım. Öyle ya, Cumhurbaşkanı yakın zamanda Atatürk ve hilafet üzerinden yaşanan tartışmalara atıfla kullanmıştı: "Son günlerde sık sık karşımıza çıkmaya başlayan 28 Şubatvari müsamerelerin gerisindeki güçleri de niyeti de hevesi de gayet iyi biliyoruz".
Herkes anlamasa da yaygın bir komplo teorisine gönderme yapıyor. "28 Şubatvari müsamere" diyenler, 90’lı yıllarda irtica tehdidinin olmadığını, bu algının oluşturulması için çeşitli tiyatroların oynandığını iddia ediyor. En çok verdikleri örnek ise Aczimendiler. Onlara göre bu yapı, 28 Şubat’a zemin hazırlamak için yaratıldı. Hatta Aczimendiler’in ajan olduğunu iddia edenler bile oldu. Erdoğan’ın halihazırdaki danışmanı İlnur Çevik, 28 Şubat davasında tanık olarak dinlendiğinde bunu ima etti.
Peki gerçekten öyle mi?
NURCULUK’UN KOLU
Baştan söyleyeyim. Bana göre irtica dün de gerçek bir tehlikeydi bugün de gerçek bir tehlike. Aczimendiler ise bir tiyatro filan değil, son derece gerçek bir hikaye.
Şöyle anlatayım…
Aczimendilik esasen Nurculuk’un bir kolu. Şeyhleri Müslüm Gündüz olan, Elazığ merkezli bir cemaat. Gündüz, Said Nursi’nin öğrencilerinden emekli Albay Hulusi Yahyagil’in yakın çevresinde yer almış bir işçi emeklisi.
Aczimendiler, görünümleriyle badem bıyıklı Nurculardan ayrılıyor. Siyah sarık ve cübbe giyiyor, ellerinde asa taşıyor, saçlarını sakallarını kesmiyorlar.
Sanılanın aksine Aczimendiler, 28 Şubat’ın hemen öncesinde çıkmadı. 80’lerin ikinci yarısında başladılar, 90’lı yılların başından itibaren yaygınlaşıp meydanlara çıktılar.
Örnek olsun…
10 Kasım 1992’de Atatürk’ün anılmasını protesto etmek için Elazığ’da ellerinde sopalarla anma töreninin yapıldığı meydana yürümüşler, gözaltına alınmışlardı.
14 Kasım 1992’de Milli Mücadele’nin önderinin Atatürk olmadığını söylemiş, Atatürk’ü hain ilan etmişlerdi.
Şeyhleri Müslüm Gündüz, 90’larda zaman zaman televizyon programlarında görünen keskin söylemli bir isimdi. Aczimendiler, Elazığ’ın ardından İstanbul-Üsküdar’da dergâh açıp büyüdüler. Fatih Camii’nde zikir yapıyor, Kocatepe Camii’nde buluşmalar tertipliyorlardı.
SANKİ KOYNUNA ASKER SOKTU
"28 Şubatvari müsamere" dedikleri, Ankara’da, 20 Ekim 1996 günü yaşanan olay. Kocatepe Camii’nde, Said Nursi’nin ölüm yıldönümü nedeniyle okutulan mevlide gelen grubu, polis camiye almadı. Aczimendiler, cami dışında namaz kılıp zikir çekti. Atatürk’e “asrın en büyük deccali” diye hakaret etmeye başladıklarında ise gözaltına alınıp tutuklandılar. Kamuoyu o günlerde haliyle infial yaşadı.
İkinci hikaye ise meşhur Fadime Şahin baskını. 29 Aralık 1996’da Müslüm Gündüz, iki yıl hüküm giydiği dava nedeniyle Kadıköy’deki evinde gözaltına alındı. Baskında, Gündüz’ün Fadime Şahin isimli bir kadın ile gayrı meşru bir ilişki içinde olduğu ortaya çıktı. 28 Şubat davası görülürken bu olaya da "tiyatro" yakıştırması yapıldı. Sanki Fadime Şahin’i askerler ayarlamış, Müslüm Gündüz’ün yatağına asker sokmuş, baskını da asker yapmıştı!
Oysa operasyonu yapan polisti. Bu polislerin bazılarının sonradan FETÖ mensubu çıkması nedeniyle de çeşitli teoriler ortaya atıldı. Ancak kendisine ters Nurcu gruplara yaşam şansı tanımayan FETÖ için, bu durum olağan bir dinci rekabet öyküsüydü.
İşin ilginci, Ergenekon ve 28 Şubat benzeri davaları kurgulayan FETÖ de, Aczimendiler nedeniyle askerleri suçluyordu. Ergenekon davasına giren suçlamayı, FETÖ’nün Zaman ve Aksiyon gibi yayın organları da işledi.
İşin gerçeğinde ise, Aczimendiler konusunda, AKP Hükümeti de bizzat asker tarafından uyarılmıştı. 2004 yılında, FETÖ’nün gündeme geldiği MGK’nın notlarını açıyorum. Orada Aczimendiler’in de hikayesi anlatılmış. Uyarı şöyle bitmiş: "90’lı yılların sonunda dağılma aşamasına giren grup son yıllarda tekrar toparlanma amacı ile değişik illerde dergah evleri açma teşebbüslerinde bulunmaktadır."
ŞEYHİ İKTİDAR DESTEKÇİSİ
Hani "28 Şubatvari müsamere" deniyor ya…
Bugün Aczimendiler devletin gözü önünde faaliyetlerine devam ediyor. Öyle ki dergahlarına tabela bile asıyorlar! Kimi kamu görevlileri dergahlarını ziyaret ederken, 90’lı yıllardaki çizgilerini sürdürüyorlar. Sosyal medya hesaplarına bakıyorum. Aczimendi Şeyhi seçimlerde Cumhur ittifakına destek de vermiş, Kur Korumalı Mevduat hakkında "caizdir" fetvası da... Okula giden kızları fahişelikle de suçlamış, Bahçeli’ye övgü dolu sözler de söylemiş. Charlie Hebdo dergisini basan IŞİD’çiler için Türkiye’de gıyabi cenaze namazı bile kılmışlar.
Kısacası Aczimendiler bugün iktidarı destekleyerek ve iktidarın desteğiyle kaldıkları yerden devam ediyorlar. Onlara dilleriyle "28 Şubat müsamerecisi" diyenler ise elleriyle sırtlarını okşuyor. En acısı, "Aczimendilerin arkasında oldukları" tezine dayanarak; Çetin Doğan 84, Fevzi Türkeri 83, Yıldırım Türker 83, Cevat Temel Özkaynak 79, Erol Özkasnak 78 yaşında kumpas davasıyla hapiste tutuluyor. Dün "28 Şubatvari müsamere" diyen Erdoğan, bugün Aczimendiler’in büyümesine sessiz kalırken, Adli Tıp raporlarıyla hastalıkları belgelenen 80’lik generallerin tahliye dosyalarını bir türlü imzalamıyor. Sonuç olarak, 28 Şubat’ın bir mağduru varsa o da hapiste yaşları kemale ermiş askerler!
Bir yalanı gerçeğin yerine koymak zor değil. Yeter ki söylerken elinizde ikna edecek büyüklükte sopa olsun.
/././
Konumuz parçalanma (Ergin Yıldızoğlu)
Uzun yıllar, ekonomik-mali-teknolojik küresel bütünleşme sürecini konuştuk. 2008 finansal krizi, “deglobalization” (küreselleşmeden geriye dönüş) başladı savları, Çin’in yükselişi, pandeminin tedarik zincirleri üzerindeki etkileri bile “küreselleşmekte olan dünya” söyleminin etkisini kıramamıştı. Ancak son ekonomik, jeopolitik gelişmelerin etkisiyle bir “parçalanma” algısı ve söylemi iki yıldır giderek yerleşiyor. Bu “parçalanma” algısını, tarihsel bir hafızayla birleştirince korkutucu bir resim şekillenmeye başlıyor.
DAVOS - IMF - MÜNIH
Dünya Ekonomik Forumu yılın ilk zirve toplantısından sonra yayımladığı risk raporunda, dünya ekonomisinin pandemi, resesyon gibi riskler karşısında görece dayanıklı çıktığını vurguluyor; ancak genel olarak “sistemin” zayıflamakta olduğuna dikkat çekiyordu. Rapor hazırlanırken ekonominin, siyasetin en etkili liderleri arasında Eylül 2023’te yapılan bir ankete katılanların yüzde 54’ü orta düzeyde küresel felaket riski, diğer yüzde 30’u daha da çalkantılı koşullar bekliyordu. Beklentiler 10 yıllık zaman diliminde belirgin biçimde daha olumsuzdu, katılımcıların neredeyse üçte ikisi fırtınalı gelişmeler bekliyordu. Rapor, “Bu sonuçlar ekonomik, jeopolitik ve toplumsal kırılganlıkların artmaya devam edeceği bir küresel risk ortamına işaret etmektedir. Bugün ortaya çıkan endişe verici gelişmeler, önümüzdeki on yıl içinde kronik küresel risklere dönüşme potansiyeline sahiptir” diyordu.
Yılın ikinci önemli zirvesi, Münih Güvenlik Konferansı’ndan yaklaşık 10 gün önce, IMF Genel Müdür Birinci Vekili Gita Gopinah, Foreign Policy’de yayımlanan bir denemesinde, “Bir dönüm noktasındayız. Pek çok ülke ‘friendshoring’ (dost ülkelerin ekonomilerine yönelmek-E.Y.), ‘riski azaltma’, ‘kendine yetmek’ adına engeller koydukça (küresel) ticaret parçalanıyor” diyordu. Gopinah, yazısında “yeni bir ekonomik soğuk savaşın en kötü senaryosundan kaçınmanın yollarını” araştırıyordu. Gopinah gittikçe artan parçalanmanın arkasında ülkelerin güvenlik kaygılarının olduğunu vurguladıktan sonra, “Jeopolitik kaygıların küresel ticareti ve sermaye akışını engellemesi ilk kez yaşanmıyor” diyor; I. Dünya Savaşı’nın küreselleşmenin altın çağına son verdiğini anımsatıyordu. Sonra ekonomik bunalım, milliyetçi ve otoriter liderler (Gopinah, faşizm kavramını kullanmıyor-EY) ve II. Dünya Savaşı...
15-18 Şubat arasından toplanan Münih Güvenlik Konferansı’nda küresel jeopolitik, yine Batı’nın bakış açısından tartışıldı. The Guardian’ın Avrupa muhabiri, Istituto AffariInternazionali (Roma) başkanı Nathalie Tocci’nin konferansta edindiği izlenim çarpıcıydı. Tocci Ukrayna Savaşı, İsrail’in Gazze işgali ortamında dünyanın “Batı ve geri kalanlar (Rusya, Çin ‘Küresel Güney’...) olarak ikiye bölünmeye başladığına” işaret ediyor “Bu da bizim güvenliğimizi tehdit ediyor” diyordu.
VE WEIMAR
“Zirvedekilerin” ortak sorunlarını konuştukları toplantılarda öne çıkan bir kaygı da giderek sertleşen siyasi kültürel kutuplaşmaların getirdiği risklere ilişkindi. Bu bağlamda öncelikle ABD’de olası bir Trump başkanlığına ilişkin tartışmaların yanı sıra geçen hafta Financial Times’da bir yorum şekillenmekte olan resmin bir parçasını daha yerine koyuyordu: Yazı, tarihin en karanlık sayfalarından birini anımsatarak “Almanya siyasetindeki parçalanma korkutucu derecede 1930’lara benziyor” diyordu. Almanya’nın en büyük kamuoyu araştırma kurumu Forsa Enstitüsü yaptığı bir araştırmanın sonucunda “Weimar ile bir karşılaştırma yaparken dikkatli olmak kaydıyla, Almanya’da mevcut parti ortamındaki parçalanmanın boyutu, 1930’larda Reichstag seçimlerindeki parçalanmaya korkutucu derecede benzemektedir”diyordu: Seçmen yine ana akım siyasi partileri terk ederek aşırı uçlarda toplanıyormuş. Forsa’ya göre, “Federal Meclis’e giren partiler için yüzde 5’lik bir baraj olmazsa, seçimler Nazilerin iktidarı ele geçirmesinin arifesindeki gibi siyasi olarak felç olmuş bir parlamento ortaya çıkaracak”. Almanya’da, Weimar (1918-33), Nazi rejimi gibi “tabu” konular, günlük tartışmalara girerken Yahudilerin devletinin Gazze’de bir soykırımla suçlanıyor olması da tarihin acı bir ironisiydi. “Weimar yıllarında” kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, halifelik, şeriat taleplerinin yükselmeye başlamış olması da...
/././
Siyonist Biden, antisiyonist Bushnell (Mehmet Ali Güller)
ABD Başkanı Biden bir kez daha Siyonist olduğunu söyledi: “Siyonist olmanız için Yahudi olmanıza gerek yok. Ben bir Siyonistim.”
Siyonizm kavramının kökü olan Siyon, Musevilik tarihinde Kudüs ile eşanlamlıdır. Musevi tapınağı Babilliler tarafından yıkılınca Siyon kelimesi yeni bir anlam daha kazanmış ve Yahudilerin Filistin’e dönme arzusuna dönüşmüştür.
Siyonizm, bu anlamın üzerinde şekillenerek 19. yüzyılda modern siyasal bir kavram halini almıştır. Nathan Birnbaum,Kendi Kendine Kurtuluş dergisinin 1 Nisan 1890 sayısında Siyonizmi, Musevilerin kutsal topraklara dönüşü için bir Yahudi siyasi partisi kurmayı hedeflemek anlamında kullanmıştır. O parti, kısa bir süre sonra, 1897’de Theodor Herzl’in liderliğinde “Dünya Siyonist Teşkilatı” olarak ete kemiğe bürünmüş oldu.
SİYONIZM: FİLİSTİNLİ SOYKIRIMI
Evet, Siyonizm bir siyasal kavramdır ve esas olarak “Yahudi ırkçılığı”dır. Ancak 20. yüzyıl boyunca bu temel üzerinde ihtiyaca göre şekillendi:
Dünya Siyonist Teşkilatı’nın ilk kongresinde “yurt edinme” anlamındaydı. Üstelik o yurt için Filistin toprakları tek seçenek değildi, Afrika ve Güney Amerika bile seçenekler arasındaydı. Ardından “kutsal topraklara dönme” eylemini nitelemeye başladı. Ama zamanla ve İsrail devleti bir kez kurulduktan sonra “kutsal topraklara yayılmacılık” anlamını kazandı. Öyle ki bu dinsel hedefin sınırları Filistin’i aşıyor, hatta Urfa’ya bile uzanıyor!
Siyonizm, diğer yandan “yerleşim terörizmi”dir; Filistinlilerin evlerine, topraklarına el koyup yeni yerleşim yerleri oluşturmaktır; sonra terör eylemleriyle o yerleşim yerlerini genişletmektir.
Filistinli Arap düşmanlığı üzerinden şekillenen kavram, en sonunda Gazze’de “Filistinli soykırımı” anlamına kavuştu!
SAM’IN TORUNLARI
Kavramın bu dönüşümü haliyle antisiyonizmi de doğurdu. İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesine karşı çıkanlar, fiilen antisiyonist olmuş oldu.
Ama kurnaz İsrail yöneticileri, antisiyonist tutum alanları “antisemit” diye damgalamaya, “Yahudi karşıtı” gibi sunmaya çalışıyor hep. Oysa Yahudi karşıtlığı değil konu, İsrail devletinin Filistin’i işgali ve Filistinlilere yaptığı katliamdır.
Tevrat’ın ilk kitabı Genesis’e göre Nuh’un oğullarından Sam’ın üçüncü oğlu Arfaksad’ın torunu Hibir’in (Hebrew, İbrani) torunlarındandır Abraham.
Abraham’dan sonra kabilenin başına oğlu İshak, sonra onun oğlu Yakup geçmiştir. Yakup daha sonra İsrail adını aldığı için, kavim artık İsrailoğulları diye anılmıştır.
Yani İbraniler de Nuh’un oğlu Sam’a, Araplar da Nuh’un oğlu Sam’a farklı kollardan dayanmaktadır ve akrabadır. Dolayısıyla asıl antisemit olan, Sam’ın diğer torunlarını katleden Netanyahu yönetimidir!
SİYONİZM: EMPERYALİZMİN İLERİ KARAKOLUNU SAVUNMAK
Her Yahudi Siyonist değildir. Hatta İsrail’in Gazze saldırılarına karşı çıkan ve ABD Kongresi’nde oturma eylemi yapan Yahudiler, siyasal tutumları nedeniyle antisiyonisttir.
İsrail’in Washington Büyükelçiliği önünde kendini yakarak Gazze’deki soykırımı protesto eden Aaorın Bushnell de antisiyonisttir. ABD Hava Kuvvetleri’nde asker olan 25 yaşındaki Bushnell,“Artık soykırıma iştirak etmeyeceğim” derken, Biden yönetiminin soykırımdaki rolüne de işaret etmiştir.
Peki Biden ve diğer ABD’li yöneticiler neden kendilerini Siyonist ilan ediyorlar? Çünkü Siyonizm, emperyalizm sözlüğünde “ABD’nin ileri karakolunu savunmak” demektir. Ne demişti Biden 38 yıl önce: “Eğer İsrail olmasaydı, ABD bölgede kendi çıkarlarını korumak için bir İsrail yaratmak zorunda kalacaktı.”
/././
Tehdit söker mi? Hayır, İstanbul kendi geliriyle... (Orhan Bursalı)
İkinci kez konuya giriyorum. İlk yazımda iktidarın Stockholm sendromu oluşturarak ve ezik bir seçmen kitlesi yaratarak oylarını alma denemesi yaptığını yazmıştım. Toplumsal bir şizofreni kaosu içinde, “Bizi seçmezseniz Ankara merkezi yönetiminin desteğinden parasından yardımından mahrum kalırsınız” duygu ve düşüncesiyle oyları iktidara çekme projesi tutar mı diye sormuştum.
Bu konuda düşüncem netleşti: Tutmaz.
HİÇ YARDIM, BOL ENGEL
İktidar, muhalefet partilerinin elindeki belediyelere zaten yardım ya hiç yapmıyor ya da yasal zorunluluklar nedeniyle minimum yapıyor. Belediyelerin başarısız olması için 2019 yerel seçimlerinden beri elinden gelen engeli çıkarıyor. İstanbul büyükşehirlerin buldukları yabancı kredilere onay vermiyor, ki bu krediler kentlerin mesela deprem konutlarının yapılmasına veya ulaşıma harcanacaktı. Veya bir iki yıl beklettiler hizmeti engellediler ve baskı sonucu bazı kredilere izin verdiler.
Ayrıca çıkardığı yasalarla belediyelerin gelirlerini kısıtladı.
Ayol, mesela İstanbul Büyükşehir’in ucuz Halk Ekmek dağıtımına bile engeller çıkardı. Büyükşehir meclislerinde çoğunluk ellerindeyse, neredeyse engel çıkarmadıkları proje kalmadı. İstanbul’un taksi ihtiyacını karşılamak için tüm girişimleri iktidar reddetti.
Doğu-Güneydoğu Anadolu’da el koymadığı seçilmiş belediye bile kalmadı.
Yani beş yıldır yapabileceğinin azamisini yaptı iktidar.
Şimdi kalkmış bizi seçmezseniz para ve hizmet yok diyor. Ne yapacak, emlak vergilerini vb. de kendisi mi toplayacak?
Yapacağı benzer işlerdir.
AKP’NİN KENT DİNAMİĞİ ELİNDEN KAÇTI
Fakat buna rağmen CHP’nin elindeki büyükşehirler kendi gelirleriyle büyük işler yaptılar. Göstermelik, zırva, büyük, şaşaalı projelere değil (Kanal İstanbul gibi!), kentin ve halkın ihtiyaçlarını karşılamaya yöneldiler. Mansur Yavaş’ı Ankara’dan söküp atmaları mümkün mü?
Ekrem İmamoğlu da çok önemli halk kesimlerine yöneldi. İstanbul’un özellikle çevre mahallelerinde 100 kadar kreş açılmasıyla özellikle kadınlara sağlanan ekonomik ve serbest zaman yararları, gerçek bir sosyal dönüşümü tetikleyecek özelliktedir.
Keşke çocuk yuvalarını inşaya çok daha erken başlatsalardı ve bugün 1000 yuvadan çok daha büyük bir dönüşüme imza atabilselerdi! Yoksul kesimlere yönelen hizmetler, AKP’nin elindeki çok önemli dinamiğe ortak olmalarını sağladı.
İSTANBUL’UN GELİRİ YETER!
İmamoğlu veya Yavaş olsun diğer büyükşehir belediyeleri olsun, iktidarın zaten engellemelerine rağmen kendi gelirleriyle beş yılı geçirdiler. Eğer yoksulluklara dokunabildilerse, kentlerini güzelleştirebildilerse, halkın gönlünü kazanabildilerse, beş yıl önce kendilerini yönetime getiren seçmen içinde uzlaşıyı rahatça sağlayacaklardır...
Belediye başkanları bu konuyu, tehditleri boşa çıkarmada kullanmalılar: “Sen ne yardım yaptın da şimdi tehdit ediyorsun, durmadan engel çıkardın!”
1 NİSAN SONRASINA VURGU
CHP lideri Özgür Özel’in konuşmalarının neredeyse hepsinde seçimlerden sonra 1 Nisan’dan itibaren gelecek ağır vergilerle korkunç zamlarla halkın daha da ezileceğini vurgulaması önemli bir yerel seçim dinamiğine dönüşebilir.
Belediyelerin, “Seçim sonrası yine sizlerin güvencesi olacağız” söylemini sahaya sürmesi etkili olacaktır. Kent lokantaları hızla yayılabilir, üreticiden tüketiciye satışlar gündeme getirilebilir, getirilmelidir de.
BELEDİYE HALKA UMUT OLMALI
Büyük marketler enflasyon ortamında kendi kazançlarından gıdım kaybetmezken, halk bir günden ertesi güne artan fiyatlar altında eziliyor ve market market dolaşarak en ucuzunu bulmaya çalışıyor.
Belediyeler şüphesiz ki halkın yanında olmalı.
Seçimler önemli, kazanabilecek tüm adaylar desteklenmeli.
Salı yazımda belirttiğim gibi, yerel seçim sonuçları gelecek umudunu yeşertmeli, iktidarın yerel seçimlerde büyükşehirleri düşürerek merkezi totalitarizmini ilan etmesi önlenmeli...
Eski Refah Partisi Milletvekili Şevki Yılmaz’ın Osmanlı torunlarının düğününde Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’e yönelik hakaretlerinin ardından ülkede yeniden şeriat tartışması başladı.
Tartışma daha ziyade, Türkiye’de resmi olarak şeriat rejimi kurulur mu kurulmaz mı eksenine sıkıştırılıyor. Laikliği savunan kimi kesimler, “güvenceyi” Anayasa’daki laiklik prensibinde arıyor. Esas çelişki, laikliğin Anayasa’da olup olmaması olarak görülüyor. Şeriat, ileride geçilebilecek bir rejim, zamanı gelince tuşa basılıp aktif hale getirilecek bir düzenmiş gibi algılanıyor. Laikliğin, Anayasa’da yazdığı sürece yaşamaya devam edeceği, iş bu aşamaya gelmediği müddetçe “büyük hamle”nin yapılmış sayılmayacağı düşünülüyor.
Meseleye dair bir diğer akıl yürütme de toplumun şeriat rejimini isteyip istemediği çerçevesinden yapılıyor. Deniyor ki, Türkiye toplumunda şeriatı isteyenler çoğunlukta değil, halk yüzde 80-90 oranında laik, çağdaş ve demokratik bir ülkede yaşamayı tercih ediyor. Bu nedenle şeriat çağrılarının da gidişatı değiştirebilme kapasitesi yok. Bu yaklaşıma göre şeriata geçiş, çok uzak bir ihtimalden ibaret. Buna ek olarak, Türkiye’deki sosyo-ekonomik yapının da şeriata izin vermeyeceği iddia ediliyor. Türkiye kapitalizminin küresel sisteme olan bağımlılığının, şeriatın serencamını mümkün kılmayacağı savunuluyor.
Bir de çok eskiden beri şeriat konusunda belli protipleri masaya yatırıp değerlendirme yapma alışkanlığı var ki o da sürecin bir parçası... İran olur muyuz, Afganistan’a döner miyiz, Suudi Arabistan’a benzer miyiz diye konuşuluyor. O ülkelerin bize yakınlıkları ya da uzaklıkları üzerinden bir siyasi muhasebeye girişiliyor.
Her şeyden önce, “Türkiye’ye şeriat gelir mi?” sorusunun günün gerçekliğine ne kadar uygun ve konuyu bu sorunun etrafında konuşmanın ne kadar doğru olduğunu düşünmek gerek. Cevabı “evet” ya da “hayır” olabilecek bu soru, gerçekten Türkiye’de laikliğin ve seküler yaşam tarzının yaşadığı kan kaybını anlatmak için ideal bir zemin mi yaratıyor, yoksa istikbaldeki bir “an”a odaklanarak toplumun “az önce”ye ve “şimdi”ye karşı körleşmesine mi neden oluyor?
***
Laikliğin güvencesini Anayasa’da aramak, hukuki açından makul görünse de siyasi açıdan aldatıcı. Çünkü laikliğin varlığını Anayasa üzerinden yorumlayan yaklaşım, mevcut tehlike ve tehditlerin kavranmasını güçleştirerek onları önemsizleştiriyor. Şöyle düşünelim, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan laiklik çıkarılırsa ne olacak?
4-6 yaş Kuran kursları yaygınlaştırılacak, referansı din olan özgür düşünce karşıtı birtakım öğretiler eğitim alanını kuşatıp bireylerin zihnini çocuk yaşta şekillendirecek, iki okuldan biri imam-hatip yapılacak, tarikatlar ve cemaatlerin etkinlik alanını genişleyecek, her biri devlette kadrolaşacak, hukukun yerini şeyhlerin buyrukları alacak, yurttaş kula, toplum tebaaya dönüşecek, bilim itibarsızlaştırıp hurafeler dört bir yanı saracak, felaketler önlenebilir olaylar değil “kader planı” olarak açıklanacak, yaşam yadsınıp ölüm kutsallaştırılacak, din emekçi sınıfı uysallaştırmanın bir aracı olarak kullanılacak, kadınların özgürlükleri tehdit edilecek, siyasi otorite kadınların nasıl nefes alacağını, kaç çocuk doğuracağını belirleyecek, içki sosyal hayattan dışlanacak, TV kanallarında buzlanacak ve seküler yaşam alışkanlıkları topyekûn şeytanlaştırılacak mı?
Evet, tam olarak öyle, hatta bunlardan daha fazlası olacak. İşin garibi, bunlar şu an yaşanmakta olan şeylerin aynısı. Bu da demek oluyor ki Anayasa’da laiklik yazması, laikliği gerçek manasıyla korumaya yetmiyor ve şeriat uygulamalarını hayata geçirmeye, laiklik ibaresinin yer aldığı bir Anayasa engel olmuyor.
Peki, İran’a ya da şeriatın hüküm sürdüğü bir başka ülkeye benziyor muyuz? Büyük oranda hayır. Fakat tersten soralım; demokratik bir cumhuriyet olarak Avrupa’ın kuzeyindeki ülkelere, Almanya’ya, Fransa’ya ya da İngiltere’ye benziyor muyuz? Veya bizdeki başkanlık sistemi, ABD’deki başkanlık sistemiyle aynı mı? Ülkelerin ve toplumların ortak noktaları olsa da farklı tarihsel süreçlerden geçtikleri için birbirlerine tıpatıp benzemeleri de beklenmemeli. O nedenle, Türkiye’nin özgün koşullarını ve geçmiş birikimini yok sayarak İran’ı model alan bir şeriat değerlendirmesi hakikati gölgeler; “Türk tipi başkanlık sistemi” gibi “Türk tipi şeriat” düzeninin gelişimini görünmez kılar. Bu belki kitabi anlamda şeriat tanımına uymaz ancak laikliğin cenazeye dönüşmeye yüz tuttuğu, siyasal İslamcı anlayışla örülen bir atmosferi adlı adıyla tanımlar.
Toplumun şeriat konusundaki görüşü de önemli olmakla birlikte bugün yaşananı anlamlandırmaya yetmez. Siyaset, örgütsüz büyük yığınların görüş ve eğilimlerinden çok, örgütlü ve hedefe odaklanmış hareketlerin yaşamı dönüştürme kabiliyetiyle ilgili bir faaliyet. Küçük birlikler, büyük ama dağınık kitlelere üstün gelir. Günümüz Türkiye’sinde devlet mekanizmasını kontrol eden iktidarın ideolojisinden, topluma bakış açısından ve devletin şemsiyesi altında, kamu kaynaklarıyla beslenip güçlenen tarikatların politik ajandalarından bağımsız bir şeriat tartışması yürütülemez. Öte yandan toplumun algıları ve düşünceleri de zamanla dönüşebilir ve yapılan müdahalelerle süreç içinde ortaya çok farklı bir ülke sosyolojisi çıkabilir. O nedenle, “Şeriatı toplum istemiyor” argümanıyla sınırlı bir laiklik mücadelesi, mevzileri bir bir kaybetmeye ve finalde yenilmeye mahkûmdur.
***
Şeriat, bir anda ışınlanacak bir nokta ya da bir anda kapının zilini çalacak bir misafir değil, yıllardır adım adım inşa edilen bir düzen olarak ele alınmalı. Türkiye zaten uzun bir süredir bu karanlık tünelin içinde; devletin kurumsal yapısı ve kamusal alan bir dönüşüm geçiriyor. Bu konuda ciddi bir mesafe alan rejim, hareketine devam ediyor. Nereye kadar gitmek istediği tartışılabilir elbette. Ancak şu bir gerçek ki ayakları yere basmayan, boşlukta sallanan, memleketteki sınıfsal-sosyal çelişkilerle ilişkilendirilemeyen ve salt bir değer olarak sahiplenilen laiklik kavramının yerine, ülkedeki sorunların çözümünde laikliği doğru yerde konumlandırabilen, ona 21. yüzyıla özgü dil ve hikâye kazandırabilen bir siyasal faaliyete hiç olmadığı kadar ihtiyaç var.
/././
Gazetecilikte yeni iş kanunu tehlikesi: 1961’de kazandığımız hakları tümüyle kaybedebiliriz (Faruk Bildirici)
“Çalışma süresi 40 saate düşecek” haberleri, aynı gün Sabah, Türkiye ve Yeni Şafak gazetelerinde yayımlandıktan sonra neredeyse bütün medya bu konunun peşine düştü. TV’ler, haber siteleri çalışma saatinin düşüp düşmeyeceği haber ve yorumlarıyla doldu. Hafta boyunca uzayıp gitti bu konu...
Halbuki o haberler, çalışma saatlerinde değişiklikle sınırlı değildi. Haberlerin üçünde de “Farklı yasalarda yer alan düzenlemeler tek bir temel Türk İş Kanunu ile bütüncül yapıya kavuşturulacak” bilgisi veriliyordu. Basın ve deniz iş kanunları da dahil olmak üzere 20 farklı kanun tek metinde toplanacaktı.
Çalışma saatiyle ilgili düzenleme hemen yürürlüğe girecekmiş gibi bir hava doğunca Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan da “doğrudan bizden bir açıklama gelmediği sürece bu haberlerin dikkate alınmaması gerektiği” açıklaması yapmak zorunda kaldı. Işıkhan, “Türkiye Yüzyılına yakışır bir iş kanunu ve çalışma hayatı konusunda” çalışmaların sürdüğünü de sözlerine ekledi.
Bakan Işıkhan’ın açıklamasında olduğu gibi iktidar yanlısı üç gazetenin haberlerinde de “çalışanı merkeze alacak düzenlemeler” yapılacağı vurgulanıyordu. Üç gazetedeki üçü de imzalı özel haber olmasına rağmen neredeyse birebir ifadelerin kullanılmış olması haberin bakanlığın bilgilendirmesinden kaynaklandığı izlenimi veriyordu. Ancak Bakanlık, “çalışanların merkeze alınacağı” bilgisi verse de bu iktidar döneminde çalışanların haklarının sürekli geriletildiği, grev hakkının kullanılmasının bile engellendiği malum.
İş kanunları tek metinde birleştirilirken çalışanlar, bu iktidarın gözünü diktiği kıdem tazminatı başta olmak üzere yeni hak kayıplarıyla karşı karşıya kalabilir. Nitekim BirGün’deki “Esnek çalışmaya yol yapıyorlar” haberindebu yöndeki endişelere dikkat çekiliyordu.
Bu kadar önemli olmasına rağmen yaygın medyanın üzerinde çalışılan taslağı öğrenip, toplumu bilgilendirme ve tartışma yaratma çabası gütmemesi de dikkat çekici. Üstelik de ortadan kaldırılacak yasalardan biri de Basın İş Kanunu. Anlayacağınız, bu değişim tüm medya çalışanlarını yakından ilgilendiriyor.
YARGI ELİYLE GERİ ALINAN HAKLAR
Bir yandan da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndaki hazırlık toplantıları devam ediyor; bu toplantılara sendikalar ve iş çevrelerinden de temsilciler çağrılıyor.
O toplantılardan birine Türkiye Gazeteciler Sendikası adına katılan hukukçu Meliha Selvi ile konuştum, o da gazetecilerin hak kaybına uğrayacağı endişesi içinde. Selvi, 5953 sayılı Basın İş Kanunu’nda ve 1961’de 212 sayılı yasayla eklenen düzenlemelerde “Gazeteciliği korumak için olağanüstü özen gösterildiğini”, “gazetecilerin diğer mesleklere göre çok üst rafa konulduğunu” anımsattı ve ekledi:
“Bu iktidar, işbaşına geldiğinde ‘4. Kuvvet Basın’ mottosu, iyi kötü işliyordu. Ancak tekel yönetim, tekel yargı doğurdu. Bu dönemde gazetecilerin kanuni haklarında Yargıtay kararları ile başlayan törpüleme, son yıllarda Anayasa Mahkemesi kararları ile yok etmeye dönüştü.
Eğer yıllık izin tam olarak kullandırılmamışsa, iş akdi feshinde, yıllık izin ücretinin gazeteciye iki kat olarak ödeneceği yönündeki düzenleme Yargıtay kararı ile yok edildi.
AYM, kanundaki ‘ücretin peşin ödenmemesi halinde, ay başından itibaren günlük yüzde 5 fazlası ile ödenmek zorunda olacağı’ düzenlemesi ve ‘fazla mesai, ulusal bayram genel tatil ücreti, hafta tatili ücretlerinin izleyen ay başında ödenmemesi halinde, günlük yüzde 5 fazlası ile ödenmesi’ gerektiği yönündeki düzenlemeleri iki kararla iptal etti.
Hal böyleyken ‘tek kanun’ uygulamasının halkın haber alma hakkını önceleyen 212 sayılı kanunla getirilen hakları tamamen ortadan kaldıracağı aşikâr. Mesleki farklılıklar tek metinde korunamaz. Gazetecilerin ücretlerinin peşin ödenmesi, yıllık izninin en az 4 hafta olması, meslek kıdemi 10 yıl ve üzeri gazetecinin 6 hafta yıllık izin hakkının bulunması, askere giden gazetecinin ücretinin yarı oranında ödenmesi gibi hakların birleştirilmiş iş kanununda korunmasını beklemek hayalperestlik olur.”
Selvi’nin uyarıları çok haklı. Bütün iş yasalarını tek metinde toplamaya kalkmak zaten baştan sorunlu bir yaklaşım. Birbirinden farklı nitelikler taşıyan onlarca sektördeki çalışanlarla ilgili iş yaşamı düzenlemelerini tek metinde düzenlemek, yeni sorunlar doğuracaktır. Üstelik de bu düzenlemeyi, çalışma yaşamında her daim işveren çıkarlarını önceleyen AKP iktidarı yapıyor.
Gazetecilerin kazanılmış haklarının yargı kararları ile ortadan kaldırılmasına göz yuman, hatta destekleyen bu iktidarın ‘tek kanun’ metninde gazeteciliğin farklılığını gözetmesi de beklenemez.
O HAKLAR MÜCADELEYLE KAZANILMIŞTI
Biz gazetecilerin son yıllardaki bütün çabası ve beklentisi, yargı kararları ile hukuka aykırı olarak ortadan kaldırılan kazanımların, yeni bir meslek kanunu ile geliştirilerek düzenlenmesiydi. Çünkü o haklar, büyük mücadeleler sonucunda kazanıldı.
Belki günümüzde birçok meslektaşımız farkında olmayabilir ama her yıl 10 Ocak’ta kutlanan “Çalışan Gazeteciler Günü” 1961’deki şanlı mücadelenin sonucudur. “Dokuz Gazete Patronu”, gazetecilere yeni haklar getiren 212 sayılı Basın Kanunu’nun yürürlüğe girmesine tepki olarak üç gün gazete çıkarmama kararı almışlardı. Düşünün, patronlar gazetecilerin haklarını engellemek için açıkça kampanya yürütüyorlardı.
Gazeteciler de Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Vatan, Yeni İstanbul ve Yeni Sabah patronlarının özgürlük ve sendikal haklar düşmanı bu tavrına karşı o güne dek rastlanmadık biçimde dayanışma içine girdiler. Patronların gazetelerini yayımlamama kararını protesto ederek, halkın gazetesiz kalmaması için de “Basın” adlı bir gazete çıkardılar.
Gazetecilerin direnişi etkili oldu, gazete patronları yasayı engelleyemediler. Biz gazeteciler, 1961’deki o mücadeleyle kazanılan hakların bir bölümünü son yıllarda kaybettik; şimdi de tümünü kaybetmek gibi bir tehlikeyle karşı karşıyayız.
Üzücü olan da gazetecilerin böyle bir mesleki sorun karşısında 63 yıl öncesinde olduğu gibi örgütlü bir dayanışma içine giremiyor olması. Bari hiç olmazsa yasa hazırlıkları dikkatle izlenip, kamuoyu bilgilendirilse, bu yasal değişikliklerin toplumda ayrıntılı olarak tartışılmasına zemin hazırlansa…. Aksi halde acı sürprizlerle karşı karşıya kayabiliriz.
/././
İttifaklarla yorulan Türkiye siyaseti (Nurcan Gökdemir)
Yerel seçim öncesi en yoğun mesaiyi seçim işbirlikleri için harcayan muhalefet, seçime kısa süre kalmasına karşın tüm gücüyle sahaya inemedi. Parlak aday tartışmaları yerine halkın talebini öncelemek gerekiyor.
Başkanlık seçimlerinde sandıktan çıkabilmek için gerekli olan yüzde 50+1 oy zorunluluğu, Türkiye siyasetini ittifaka mecbur bıraktı. İttifaklarla kimliksizleşen, güç kaybeden siyaset her seçimde daha fazla ittifaka mahkum oldu, ittifak kurdukça da daha fazla zayıfladı.
Bu gerçekle 31 Mart yerel seçimlerine hazırlanan siyasi partiler cephanelerinin büyük bölümünü seçmeni ikna etmek yerine birbirlerini ikna etmekle harcadı. Son genel seçimden Millet İttifakı dağılarak çıkarken Cumhur İttifakı bütünlüğünü korudu. Ancak rakibindeki bu çözülmeye karşın Cumhur İttifakı seçim yarışına güçlü bir şekilde başlayamadı. AKP’nin oy oranındaki büyük erime bu partiyi, MHP’nin desteğine karşın başka desteklere de muhtaç hale getirdi.
Millet İttifakı ise 14/28 Mayıs sonrası karşılıklı suçlamalarla çözüldü. İYİ Parti’nin desteğini kaybeden CHP eksiğini DEM Parti’nin oylarıyla kapatma arayışına girdi.
YERELE BIRAKILAN İTTİFAK ARAYIŞI
Cumhur İttifakı’nın bileşenleri AKP ile MHP, 2018’de başlayan ittifaklarını 30’u büyükşehir 59 il ve 117 ilçede sürdürme konusunda kolaylıkla anlaştı. CHP ise İstanbul Büyükşehir Belediyesini merkezine alan DEM Parti ile ittifak arayışlarında hem çok zorlandı hem de aradığı ölçüde bir işbirliği zemini yaratamadı.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in DEM Parti Genel Merkezi’ni ziyareti, Kürt seçmene yönelik sıcak mesajlarına karşın yerel örgütlerin belirleyici olduğu ittifak arayışları büyük ölçüde sonuçsuz kaldı. Özel’in taban işbirliğinin yerel örgütlerin uzlaşmasıyla sağlanabileceği yönündeki tercihi teoride doğru idi belki ama pratiğe yansıması böyle olmadı. İki parti İstanbul, Ankara, Adana, Antalya, Hatay, İzmir, Manisa, Mersin ve Şanlıurfa ile çok sayıda ilçede işbirliği yapma çalışmalarından başarı ile çıkamadı.
DEM PARTİ’NİN ÖZGÜL AĞIRLIĞI
CHP’nin seçmen desteğini, DEM Parti’nin de özgül ağırlığını öncelemesine, yerel siyasetçilerin kişisel hesapları da eklenince masadan Cumhur İttifakı’nı sevindiren bir sonuç çıktı. DEM Parti’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Kürt siyasetinin önemli isimlerinden Meral Danış Beştaş ile Murat Çepni’yi aday göstermesine karşın Başak Demirtaş’ın adaylığından vazgeçilmesi Ekrem İmamoğlu’na örtülü bir destek olarak yorumlandı. 39 ilçeden 22’sinde de aday çıkartmayan DEM Parti’den yapılan “Adayımızın olmadığı her yerde seçmenimizi özgür bırakıyoruz” açıklaması “Bu İmamoğlu’nun hanesine yazar” yorumlarına neden oldu. Ancak diğer il ve ilçelerde bu ölçüde bir uzlaşı bile sağlanamadı.
DEM Parti, aday çıkartmaması beklenen Adana’da CHP’nin adayı Zeydan Karalar’a, İzmir’de de Cemil Tugay’a karşı aday çıkarttı. Adana’da belediye meclis üyelikleri konusundaki anlaşmazlığın, İzmir’de de Tunç Soyer’in aday gösterilmemesinin uzlaşmayı bozduğu ifade edildi.
Mersin’de ise aday çıkartılmasına karşın DEM Partili seçmenin oylarının büyük ölçüde CHP’nin adayı Vahap Seçer’e gideceğine kesin gözüyle bakılıyor. DEM Parti’nin 3 Mart’a kadar Mersin Büyükşehir Belediye Başkan adayı Ali Bozan’ı adaylıktan geri çekmesinin sürpriz olmayacağı ifade ediliyor.
CHP’nin DEM Parti lehine aday çıkarmaması beklenen Urfa’da da yerel örgütler arasında sorun çıkınca CHP son dakikada aday gösterdi. Genel Başkan Özgür Özel’in memleketi Manisa’da ise DEM Parti jest yaptı ve aday çıkartmadı. Sonuçta CHP ile DEM Parti arasındaki uzlaşı Mersin ve Manisa ile sınırlı kaldı.
Muhalefet cephesinin bir diğer partisi olan TİP ile işbirliği ise sadece Kocaeli’nin Gebze ilçesinde sağlanabildi. CHP ve DEM Parti TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın belediye başkanlığına aday olmasıyla bu ilçede aday göstermedi.
Muhalefet cephesindeki sancılı uzlaşma arayışlarından biri de İzmit Merkez İlçe için yaşandı. DEM Parti İl Başkanı Nuri Tan, yerel düzeyde yürütülen görüşmeler neticesinde CHP’nin adayı Fatma Kaplan Hürriyet’i destekleyeceklerini açıkladı. Aradan bir gün geçtikten sonra DEM Parti Genel Merkezi’nden adayın geri çekildiği ve CHP adayının destekleneceği iddiası yalanlandı.
Listelerin kesinleşeceği 3 Mart öncesinde hala tabanda işbirliğini sağlamaya yönelik uzlaşma arayışları sürüyor.
SİYASET DEĞİL ADAY İSMİ YANLIŞI
Muhalefeti iktidar cephesi karşısında zayıflatan, parti örgütlerinde kızgınlık, seçmende küskünlük yaratan bu strateji siyasetin aday isimlerine hapsedilmesinin sonucu. Siyasi söylemlerle var olmak yerine şöhret, etnik ya da mezhepsel özellikler öncelenerek yürütülen seçim çalışmalarının sonuçları 1 Nisan sabahı test edilmiş olacak.
Erdoğan’ın icadı olan ve ittifakları zorunlu kılan modele karşı yine onun yöntemleriyle mücadele etmenin başarı getirmediği birçok kez görüldü. CHP Lideri Özel’in sözünü ettiği cam tavanı kırmanın yolu ancak parlak adaylarla değil daha geniş halk kesimlerinin desteğini sağlayacak siyasi söylemlerle sağlanabilir.
/././
Şehirler ve dilleri (Şükrü Aslan)
Geçen hafta TBMM’de yeni bir örneğini gördüğümüz gibi, Türkiye’de hâkim politikanın ve sosyolojinin en az ilgilendiği alanlardan birisi ‘şehirlerin dilleri’dir. İlgili yazın genelde mekân, yurttaş, katılım, kentli birey gibi renksiz kavramlara/olgulara odaklanmıştır. Oysa kentler, renklerin mekânlarıdır ve kentli bireylerin her biri, bir dil ve kültürün parçasıdır ve hatta gündelik hayatı belirleyen de, daha çok parçası oldukları bu diller ve kültürlerdir. Tam da bu anlamda şehirlerin dilleri, kentsel sosyolojinin de bir fotoğrafı gibidir. ‘Dünya Anadil Günü’ vesilesiyle diller üzerine tartışmaların yapıldığı şu günlerde, alışılmış yargıların ötesinde düşünmek bu nedenle büyük bir ihtiyaç.
Türkiye’de formel politika ve sosyolojinin, şehirlerin dillerine dair ‘yabancılığı’, referansını büyük ölçüde Cumhuriyetin ilk yıllarında inşa edilen politika ve uygulamalardan alır. O yıllarda Türkçe dışındaki diller, ‘ulus’un inşası önündeki en büyük engel olarak görülmüştü. Nitekim M. Kemal, 1931’de Adana Türk Ocağı’nda ‘milliyetin bariz vasıflarından birisi dildir. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk harsı ve camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz’ demişti. Bu tespit, o günlerde ülkedeki nüfusun tümünü ‘Türk milleti’ olarak gören bir başka politik tespitle birleşince, Türkçe dışındaki diller yok sayılmıştı. Ne var ki 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımının verilerine göre Türkiye’de yirmi farklı anadil vardı ve bunların her biri, değişik şehirlerde en çok konuşulan ikinci ya da üçüncü dillerdi.
∗∗∗
Mesela 1927 verilerine göre Kürtlerden sonra en büyük Müslüman grup olarak Arapça konuşan nüfusun yüzde 38,52’si Mardin’de yaşıyordu. Şehrin gündelik dilinde Arapça duymak olağandı. Anadili Arnavutça olan nüfusun %28,36’sı İstanbul’daydı. Onu %10,42 ile İzmir izliyordu. Boşnakça konuşan nüfusun %30,67’si Kocaeli’de yaşıyordu. Kırklareli, İzmir, Balıkesir, Bursa ve Çanakkale de Boşnak nüfusun yoğun olarak yaşadığı yerlerdi. Aynı sayıma göre anadili Çerkezce olan nüfusun %26,8’i Kayseri ve Bolu’da toplanmıştı. Anadili Ermenice olan nüfusun %70’i İstanbul’daydı. Anadili Rumca olan nüfusun %11,57’si de yine İstanbul’da yaşıyordu. Aynı sayımın verilerine göre, Yahudice konuşan nüfusun %56,92’si İstanbul’da ve %24,39’u İzmir’de yaşıyordu. Anadili Tatarca olan nüfusun %37,45’i ise Eskişehir ve Ankara’da ikamet etmekteydi.
1935 yılı resmi kayıtları ise diğer bazı dillerin belli şehirlerde yoğunlaştığını gösteriyordu. Mesele anadili Gürcüce olan nüfusun % 26,73’ü Artvin’de, %25,40’ı Kocaeli’de yaşıyordu. Anadili Abhazca olan nüfusun % 65.09’u Kocaeli, Sakarya ve Yalova’da yaşıyordu. Anadili Kıptice olan nüfusun %22,19’u Edirne’deydi. Edirne’yi İstanbul, Kocaeli ve Balıkesir takip ediyordu. Anadili Lazca olan nüfusun %84,81’i Artvin’de yaşıyordu. Hatta Lazca, Artvin’in toplam nüfusu içinde %19,73 oranında bir paya sahipti. Bu grubun %11,68’i de Bolu ve Kocaeli’de ikamet etmekteydi. Anadili Pomakça olan nüfusun büyük bir bölümü ise Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Balıkesir’de yaşıyordu Keza anadili Sırpça olan nüfusun %85,28’i Müslümandı ve %32,87’si Balıkesir’de, %16,55’i ise İstanbul’da yaşıyordu.
∗∗∗
Kürtçe, Türkçeden sonra en çok konuşulan ikinci dildi. 1927-1965 arasındaki nüfus sayımları verilerine göre, toplam nüfus içindeki payı %7-9 arasında değişmekteydi. Bazı şehirlerde anadili Kürtçe olan nüfusun oranı Türkçeden çok fazla yüksekti. Mesela 1927’de Hakkari’de Kürtçe konuşan nüfusun tüm nüfusa oranı %88,93’tü. Aynı sayımda Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Van, Mardin, Elazığ ve Ağrı’da Kürtçe konuşan nüfusun oranı %50’nin üzerindeydi.
∗∗∗
Bu dilsel çeşitlilik ve zenginlik içinde tek dilli bir ülke tahayyül etmek ve diğer bütün diller için asimilasyon seçeneğini bir politik tercih olarak belirlemek, ağır toplumsal-kültürel maliyetleri olacak bir süreç demekti. Dilleri hızla kaybolmaya mecbur edecek koşullar içinde tutmak ve hatta yasaklamak onarılamaz yaralara yol açacaktı ve öyle de oldu. Türkiye, uzun bir zamandır kendi açtığı dilsel yaraları tespit ve tedavi etme imkânlarını arasa da tuhaf bir şekilde geçmişteki tasfiyeci politik tutumdan kopamıyor. Bu yüzden kendi yaralarını tedavi edemiyor; bu sağlıksız hali gelecek kuşaklara bir yük olarak bırakıyor, ne yazık ki!
/././
Dehşet evini kim koruyor? (Timur Soykan)
Tekirdağ Çerkezköy’deki Özel Trakya Bakım Merkezi’nde kalan ve bacakları olmayan Avni Kılıçaslan (72), “Tekerlekli sandalyeden düştü” denilerek hastaneye kaldırıldı. Yaşlı adam yaşam savaşı verirken bakıcılar tarafından feci şekilde dövüldüğü iddia ediliyor. Bakıcı diğer personele “Avni’nin kafasını top gibi sektirdim” demiş. Kamera kayıtlarında dehşetin ipuçları var ama bakım merkezi halen faaliyetine devam ediyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı susuyor.
İlk defa Çerkezköy Haber’den meslektaşımız Şaban Kardeş’in haberleştirdiği olayı görüntüler eşliğinde anlatalım.
Avni Kılıçaslan, 30 yıl önce Tekirdağ’ın Ergene ilçesinde trene binmeye çalışırken rayların arasına düştü ve iki bacağını kaybetti. Tekerlekli sandalyeye mahkum olan üç çocuk babası adam, iki yıl önce tek başına yaşıyordu ve alkol bağımlılığı sorunu vardı. 70 yaşındaki adam kaymakamlık kararıyla Çerkezköy’de yaşlı insanların barındırıldığı Özel Trakya Bakım Merkezi’ne yerleştirildi. Türk Metal Sen’e ait bina yıllarca boş durduktan sonra 2017’de Özel Trakya Bakım Merkezi’ne kiralanmıştı. Merkezin kurucusu ise; eski Türk Metal Sen Çerkezköy Şube Sekreteri Melek Tarak’ın eşi Sami Tarak’tı. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı kurumun 180 kişilik kapasitesi var ve Trakya bölgesinin en büyük engelli bakım merkezi. Avni Kılıçaslan bu kurumda C101 numaralı odada kalıyordu.
6 Şubat 2024 günü sabah saat 07.30 sıralarında Özel Trakya Bakım Merkezi’ndeki görevliler, yaralı bir hasta olduğunu söyleyerek ambulans istedi. Tekerlekli sandalyeden düştüğü söylenen Avni Kılıçaslan, sedyeye konularak 200 metre uzaktaki Çerkezköy Devlet Hastanesi’ne götürüldü. Ancak bilinci kapalıydı ve beyin kanaması geçiriyordu, hayati tehlikesi vardı. Hemen Tekirdağ Şehir Hastanesi’ne sevk edildi.
Hastaneye kaydı yapılırken şöyle yazıldı:
“Bakımevinde kalan hasta ve kurum çalışanları hastayı düşmüş halde bulmuşlar.”
Ayrıca raporda ‘Alkol tüketicisi’, ‘Bilinç değişikliği’, ‘Yüzünde her yerde yeni ve eski başlangıçlı ekimozları mevcut’ notları düşülmüştü.
DOKTOR: DARP EDİLMİŞ
Yaşlı adamın ailesi, yoğun bakımın kapısında bir süre bekledikten sonra Özel Trakya Bakım Merkezi’ne gitti ve neler yaşandığını sordular. Kurumun müdiresi Feriha Aydoslu, 72 yaşındaki adamın tekerlekli sandalyesine binmek isterken düştüğünü ve kafasını çarptığını tekrarladı. Kamera görüntülerini incelediğini bir darp olmadığını anlattı.
Avni Kılıçaslan’ın yakınları, doktorla görüştüğünde ise yaralanmanın tekerlekli sandalyeden düşme sonucu olamayacağını, kafasında ve vücudunda çok sayıda darp izi olduğunu öğrendi. Hatta doktor, yaşlı adamın kafasındaki bazı yaraların 1.5 ay öncesine ait olduğunu ifade etti.
Buna karşın kurum yetkilileri, Avni Kılıçaslan’ın düşme sonucu yaralandığını bildirdiği için adli soruşturma açılmamıştı. Yaşlı adamın ailesi, Çerkezköy Savcılığı’na suç duyurusunda bulundular. Bu sırada defalarca gittikleri Özel Trakya Bakım Merkezi’nin müdiresi, görüntüleri vermiyordu. Sadece iki kurum görevlisini işten çıkardığını söylüyordu.
DAKİKA DAKİKA DEHŞETİN İZLERİ
Savcılık soruşturması korkunç gerçekleri ortaya çıkardı. C Blok 1. kattaki kamera C101 numaralı odanın kapısını görüyordu.
6 Şubat 2024 günü…
Saat 06.28: Avni Kılıçaslan, odasının kapısını açıp dışarı çıkmak istiyor, sağlık personeli ve nöbetçi amir Mehmet Can Bayraktar ise kapıyı tutarak onu engelliyordu.
Saat 06.34: Mehmet Can Bayraktar, yeniden kapıyı açmaya çalışan Avni Kılıçaslan’ı iterek kapıyı kapatmış ve uzaklaşmıştı.
Saat 06.35: Mehmet Can Bayraktar’ın odanın kapısından ayrılmasından sadece bir dakika sonra bakım görevlisi Murat Saraçoğlu temizlik malzemelerinin olduğu tekerlekli tezgahtan ile C101’in önüne geldi. Odadan çıkan tekerlekli sandalyedeki Avni Kılıçaslan’ı itti, yaşlı adam koridordaki kolu tutarak direndi. Murat Saraçoğlu, zorla elini çekerek Avni Kılıçaslan’ı odaya soktu. Kapı açık kalmıştı ancak kamera odanın içini görmüyordu. Murat Saraçoğlu da odanın içindeydi.
Saat 06.36: Murat Saraçoğlu’nun yaşlı adamı odaya sokmasından bir dakika sonra Mehmet Can Bayraktar odanın kapısına geldi. Bir süre odaya bakıp içeri girdi.
Saat 06.38: Mehmet Can Bayraktar, odadan çıktı ve temizlik-bakım malzemeleri olan tezgahtan bez parçaları alarak yeniden odaya girdi.
‘AVNİ’Yİ DÖVÜYORLARDI’
Saat 06.39: Avni Kılıçaslan’ın odasının çaprazındaki C103 numaralı odanın kapısı açıldı. Burada kalan 70 yaşındaki Şaban İşler, odadan çıktı. Sağlık sorunları vardı ve koltuk değneği ile güçlükle yürüyordu. C101 numaralı odanın kapısına gelip bir süre içeriye baktı. Bu sırada Murat Saraçoğlu odadan çıktı. Şaban İşler ona kısaca bir şeyler söylemiş ve oradan ayrılmıştı.
Bu görüntüleri inceleyen polisin ifadesini aldığı Şaban İşler şunları söyledi:
“Sabah gürültü seslerine uyandım. Sesin geldiği C101 numaralı odaya yöneldim. Kapı açıktı ve içeriye girmeden odaya baktığımda bakımevi personeli olan Mehmet Can Bayraktar ve Murat Saraçoğlu’nun yerde yatar vasiyette bulunan Avni isimli şahsı karın ve göğüs bölgelerini tekmeleyerek darp ettiklerini gördüm. Yüksek sesle “Ne yapıyorsunuz, adamı bırakın” dedim ama bana hiçbir şekilde cevap vermediler. Avni’yi darp etmeye devam ettiler.”
Şaban İşler ifadesinin devamında sigara içip geri döndüğünde odadaki darp olayının devam ettiğini ve Avni Kılıçaslan’ın “Yardım edin polis” diye bağırdığını öne sürdü. Ancak kamera kayıtlarında iki bakımevi görevlisi C101’deyken Şaban İşler’in odasına döndüğü görünmüyor.
BAKICININ HAREKETLERİ
Saat 06.40: Mehmet Can Bayraktar ve Murat Saraçoğlu odadan çıktı. Mehmet Can Bayraktar’ın elindeki ışık saçan telefon ya da fener dikkat çekiyor. Tekrar odaya giriyorlar.
Saat 06.42: İki bakımevi görevlisi odadan çıkıyor. Mehmet Can Bayraktar’ın elinde yine ışık saçan materyal var ve merdivenlerden iniyor. C101 numaralı odanın kapısını açık bırakan Murat Saraçoğlu ise temizlik aracını da alarak asansöre yöneliyor. Asansörü beklerken yüzü kameraya dönük ve çeşitli el hareketleri yapıyor.
‘ELLERİNDE KAN VARDI’
Bu andan sonra 10 dakika boyunca Avni Kılıçaslan’ın odası önünde bir hareketlilik yok. İddiaya göre; bu sırada Murat Saraçoğlu, diğer kurum çalışanlarının bulunduğu A Blok zemin kattaki koridora indi. Ellerinde kan vardı. Bu anlara tanıklık eden kurum personeli Sevda Ş. şunları söyledi:
“Murat’ın ellerinde kan izleri vardı. Bize ellerini göstererek ‘Avni’nin odasına gittim. Avni’nin yüzüne fener tuttum, yatağında Avni’yi biraz dövdüm. Sonra yere düştü. Kafasını çarptı. Ben de yüzüne tekme attım’ dedi. Mehmet Can, Murat’ın anlattıklarını duyar duymaz yanımızdan ayrıldı. Murat Saraçoğlu da onun peşinden gitti.”
O sırada koridorda bulunan personel Aylin A. da benzer ifade verdi.
‘TOP GİBİ KAFASINI SEKTİRDİM’
Ancak bu konuşmaları duyduğunu söyleyen kurum personeli Neşe K.’nin ifadesi çok daha korkunç:
“Saat 06.45 sıralarında işlerim bitti ve A Blok zemin kata indim. Murat Saraçoğlu geldi. Diğer çalışanlarla sohbet etmeye başladı. Yakın mesafede olduğum için konuşmaları duydum. Murat burada ‘Avni ile küfürleştik, odasına girmemek için direndi. Ben de tekerlekli sandalyeye tekme atarak içeri soktum. Avni de tekerlekli sandalye ile yere düştü. Yerden aldım yatağına koydum. Bu sırada yakama yapıştı ve yaka kartımı kopardı. Ben de cebimdeki feneri yüzüne tuttum ve Avni’yi tokat ve yumrukla bayağı dövdüm. Sonra hırsımı alamadım yere fırlattım. Yerde yüzüne tekme attım, top gibi kafasını sektirdim’ dedi. Akabinde Murat “Ben şu p… bir bakayım ölmüş, kalmış olmasın’ dedi ve koridordan ayrıldı.”
Güvenlik kamerasının kaydında Mehmet Can Bayraktar’ın önce C101 numaralı odaya geldiği görünüyor.
Saat 06.51: Mehmet Can Bayraktar ve Murat Saraçoğlu odaya gelip Avni Kılıçaslan’a bakıyor.
Saat 07.15: Odaya birkaç kez girip çıktıktan sonra Mehmet Can Bayraktar elinde tansiyon ölçüm aleti ile merdivenlerden iniyor. Murat Saraçoğlu, Avni Kılıçaslan’ı odasından tekerlekli sandalyede çıkarıyor. Yaşlı adamın yaralı olduğu görünüyor. Asansörle zemin kata iniyorlar.
Zemin kattaki ortak alanın kamera kaydı sonrasında yaşananların gözler önüne seriyor.
Saat 07.16: Murat Saraçoğlu, yaşlı adamı ortak alandaki bir köşeye tekerlekli sandalyede götürüp bırakıyor. Bu sırada salonda tekerlekli sandalyede başka yaşlılar var.
Saat 07.20: Mehmet Can Bayraktar ve diğer kurum personeli, Avni Kılıçaslan’ın yanına geliyor. Bu sırada salona Murat Saraçoğlu giriyor ve görevlilerin yanına gidiyor.
Saat 07.36: Yaşlı adamın ağır yaralanmasından yaklaşık bir saat sonra ambulansa haber veriliyor. Çerkezköy Devlet Hastanesi, bakımevinin hemen yanında. Ancak Avni Kılıçaslan, 07.36’da sedyede kurumdan çıkartılıp ambulansa konuluyor.
Avni Kılıçaslan, halen Tekirdağ Şehir Hastanesi’nde yoğun bakımda yaşam savaşı veriyor. Doktorlar ailesine umut vermiyor.
Özel Trakya Bakım Merkezi’nin müdiresi Feriha Aydoslu, saat 07.45 sıralarında olaydan haberdar olduğunu ifadesinde anlattı ve şöyle konuştu:
“Bana Avni Kılıçaslan’ın düşerek yaralandığı ve hastaneye götürüldüğü bilgisi verildi. Saat 08.30 sıralarında kamera kayıtlarını inceledim. Mehmet Can ve Murat’ın şahsın hastaneye götürülmesi konusunda ihmallerinin olduğunu fark ettim ve bu nedenle savunmalarını aldım. Daha sonra ikisinin işine son verdim. Ertesi gün Şaban İşler isimli hastamız benimle görüşmek istemiş. Odasına gittim ve Şaban “O iki çocuk adamı dövdüler” dedi. Bunun üzerine tekrar kamera kayıtlarını incelemeye başladım. Ben kamera kayıtlarını incelerken aile hastaneden aldıkları bilgiyle darp olduğunu bana söyledi. 8 Şubat 2024 günü kamera kayıtlarını ve evrakları Çerkezköy Adliyesi’ne teslim ettim.”
BAKICI TUTUKLANDI
Savcılığın başlattığı soruşturmada bakım personeli Murat Saraçoğlu tutuklandı. Mehmet Can Bayraktar ise adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Özel Trakya Bakım Merkezi ise müdire Feriha Aydoslu yönetiminde faaliyetlerine devam ediyor.
Daha önce de bu kurumda ‘Düştü’ denilerek yaşlı hastaların Çerkezköy Devlet Hastanesi’ne götürüldüğü ve bu durumun hastane yönetiminin dikkatini çektiği öne sürülüyor. Yani çok sayıda yaşlının şiddete uğradığı iddia ediliyor.
Başka bir iddiaya göre; yaşlıların maaşlarının büyük kısmı kurum tarafından alınıyor ve sadece 2 bin lirası onlara veriliyor.
Bakım Merkezi’nin Müdiresi Feriha Aydoslu bu iddiaları yalanlıyor. Engelli hastalar merkezde bulunduğu için düşme olaylarının daha önce de yaşandığını ifade eden Feriha Aydoslu, “Ancak adli bir vaka hiç olmadı. Bu olayda ihmal ya da kasıt olma ihtimalini görünce bağlı bulunduğumuz kurumun il müdürlüğüne soruşturma için başvurduk. Hastalarımızın paralarının alındığı iddiası da uydurma ve gerçekle ilgisi yok. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı hastaların parasını karşılıyor” diye konuştu.
İstanbul Sosyal Gelişim Derneği ise bu olaya karşın bakım merkezinin kapatılmamasına tepki gösteriyor. Tüm çabalarına karşın Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı’na ulaşamadıklarını ve bu kuruma yaptırım uygulanmadığını ifade ediyor. Dernek hasta odalarına da tamamen gizliliği korunacak şekilde kameralar konulması gerektiğini savunuyor.
/././
‘Rüya, kendine gel’ (Yaşar Aydın)
Muhafazakâr tabanda yaşananlar Erdoğan’ın kimyasını bozdu. Bir yandan siyasal İslamcıları gönlünü hoş ederken kantarın topuzunu da kaçırmaması gerekiyor. Yeniden Refah rejimin açmazını her geçen daha da büyütüyor.
Erdoğan’ın söylem ve eylemi arasında açılan makasın sonuçları muhafazakar seçmenin kıyılarına kadar ulaştı. Erdoğan’ın Sakarya mitingi sırasında açılan “İsrail’le ticaret utancı sonlandırılsın” pankartı hemen kapattırılsa da etkilerinin silinmesi o kadar kolay olmuyor.
Rejim, hiç kuşku yok ki İslami dozu daha net bir Türkiye’yi çok fazla istiyor. Ama onun da biz çizgisi olmalı. Bu çizgi MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın 97’inci kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşma ile çizilmişti. Tarikat ve cemaatlerin talepleri rejime biat ettiği ve toplumsal ilişkilerini organize ettiği oranda karşılanmaya devam edecek. Ama tek şartla. İktidarın çizdiği rota dışına çıkılmayacak. İktidarın bir erken doğumu kaldıracak hali kalmadı.
Erdoğan ve rejimin diğer bileşenlerinin bugün için tarikatlara dair ciddi bir sorunu yok. Onları kontrol altında tutabiliyor. Ama aynı rahatlığı Yeniden Refah’la yaşayamıyor. Bir türlü hizaya gelmeyen Erbakan şu anda oyunbozan durumunda.
YENİDEN REFAH AÇMAZI
Erdoğan ve Bahçeli 14 Mayıs seçimlerinin hemen öncesinde yakın tehlikeyi bertaraf etmek için Erbakan’ı kadroya dahil ettiler. Erbakan bu çağrıya olumlu yanıt verdi. Ama sıradan bir ortak olmayacağını daha ilk toplantıda belli etti. Hiç beklenmediği ölçüde seçmen Yeniden Refah saflarına katılırken daha büyük bir tehlike kapıda bekliyordu. AKP seçmeni neredeyse yarısı ikinci parti olarak Yeniden Refah’ı işaret ediyordu. İşte tam da bu durum Erdoğan’a yeni kısıtlar yarattı. MHP ile paylaştığı iktidara yeni bir ortak geldi. Üstelik bu ortak MHP gibi uzak akraba değil kendi kökünden geliyordu. Hatta kökün kendisi bile sayılabilirdi.
Erdoğan bir yandan iyi ilişkiler geliştirip Yeniden Refah’ı yanında tutmak diğer yandan da popüler olmasını engellemek gerekiyordu. İşte A Haber muhabiri de tam da burada baltayı taşa vurdu ve Erdoğan’dan fırçayı yedi. Çünkü Erdoğan asla Yeniden Refah’a diğer partilere davrandığı gibi davranamazdı. En azından şimdilik.
BU İŞ NEREYE VARACAK?
Erdoğan ilk olarak yerel seçimi atlatmayı hedefliyor. Bunun için Yeniden Refah’la ilişkileri çok fazla bozmak istemeyecek. Seçim sonrası ise ilk iş Erbakan’ı kendine bağlamak olmuyorsa yok etmek olacak. Tıpkı Mumcu, Soylu, Kurtulmuş vakalarında olduğu gibi.
Ama işi bu defa o kadar kolay değil. Her şeyden önce yaşlanan bir lider ve zayıflayan bir parti var. Daha şimdiden iktidarı birden fazla siyasi figürle paylaşmak zorunda. Yani ortada mutlak bir iktidar yok. Ülkenin ekonomik ve siyasal olarak kötü yönetilmesi ve artık bu kötü yönetimin sonuçlarının toplumun her kademesine ulaşması Erdoğan’ın elini daha da zayıflatıyor.
Gözümüzün önünde muhafazakar seçmen bir kez daha kabuk değiştiriyor. Bu sefer üzerinden atılacak kabuk Erdoğan olacak gibi. İşte tüm kavga, gerilim ve dikkat bunun üzerine. Erdoğan ve beraberindekiler gürültü çıkarmadan meseleyi çözmeye çalışıyor. Bu iş çok kolay değil.
A Haber meseleyi eline yüzüne bulaştırdı. Yeniden Refah Erdoğan’ın sinir uçlarıyla oynamaya devam ederse cepheye Ahmet Hakan ve Abdulkadir Selvi sürülecek. Bakalım onlar topa nasıl girecek. Keyifle izlemeye devam.