2 Mart 2024 Cumartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 2 MART 2024 -

 

Yaşama Sevincimizi Yok Edemezler (Işık Kansu)

Sabahı olmayan bir siyah geceyi yaşıyor gibiyiz. Ne gökyüzünde ufacık bir yıldız pırıltısı ne güneşi yansıtan ayın belli belirsiz ışığı.

Her şey kötüye gidiyor sanki. Say sayabildiğini: Ülke yönetimi, siyaset, ekonomi, insan ilişkileri...

Futbolda bile takım yöneticileri, taraftarlar neredeyse birbirini boğazlayacak.

İnsanların öfkesi burnunda. Üstelik o burunların hepsi havada. İndir indirebilirsen. Hoşgörü, incelik, birbirine saygı, görgü hak getire.

Bir kavga, zırıltı, hırgürdür gidiyor.

Baştaki; çocukluğunda yaşadığı sevgisizliklerden midir, aldığı kindar eğitimin bilinçaltına yerleştirdiği öç almaya yönelik gizli düşmanlıktan mıdır, yoksa içinde yetiştiği siyasi hareketin çağdışı yönlendirmesinden midir, nedir, gerginlikten, çekişme ve didişmekten besleniyor.

O ve yandaşları bir yana, diğerleri bir yana...

Muhalefet desen, birbirini yemekle, iç çekişmelerle uğraşıyor. Yenilgi üzerine yenilgi almış olan öngörüsüzler, toplumun onları tuş ettiğine bakmadan gözlerini yerel seçim sonrası girişecekleri koltuk kapmaca sevdası için didiniyorlar. Saray düzenine karşı topluca dik duruş yerine yerel seçimler sonrası bencil küçük hesaplar peşinde koşuyorlar.

Böyle gider mi?

Biliyoruz ki tarihin büyük ırmağı, insanlığın mutluluk, erinç, dirlik, bolluk ve dayanışma içinde yaşama gizinin çözülmesi için yürüttüğü akım gücü yönünde ilerler.

Her kaygı verici gidişe karşın direnme, gelecekten umut etme, iyiliğe varma çabası ve inancı; bu toplumu yıllardır diri tutuyor, toptan boyun eğici olmamasını sağlıyor.

Sanatçı dostumuz Serap Etike, bir yazısında İsmet İnönü’nün 1939’da Yeni Adam dergisinde yayımlanan Atatürk’ün kapsayıcılığı ve ulusuna aşıladığı yaşama sevincine ilişkin görüşlerini alıntılamış. Şöyle diyor İsmet Paşa: “Atatürk’ü bir halk toplantısı içinde görmek gerçek bir zevk, eşsiz bir fırsattır. Yarım saat içinde halkın tüm durgunluğu gider, taze ve canlı hayatın neşesi her çehrede uyanır. Asıl önemli olanı, toplantılarda bulunanlarda birbirine sevgi, hoşgörü ve bağlılık oluşmasıdır. Topluluğun bireyleri birbirine ve hepsi Atatürk’e sarılarak bir kütle oluşturur. Toplantının emelleri bir noktada döner: Yüksek insan toplumu olmak, uygarlık ve bilim yolunda ilerlemek. Atatürk’ün toplantılarında herkes karamsarlıktan, yaşamın dertlerinden ve sıkıntılarından kurtulur.”

Bugün Atatürk’e neden saldırıyorlar? İşte bu yüzden. Çünkü Atatürk, bu toplumun kurtuluş, silkiniş, başarış, ileriye atılış simgesidir.

Atatürk, Türkiye’nin tükenmez yaşama sevincidir.

SS NE YAPTI?

çişleri bakanı, hemen hemen her gün bir yeni operasyonu duyuruyor. “Organize suç örgütlerine karşı şafak sökerken de gün batarken de operasyonlarımız sürecek” sloganıyla duyurulan baskınlarda kimi kez mafya örgütlerinin elebaşıları, kimi kez yüzlerce kilo uyuşturucu, on binlerce hap yakalanıyor.

İnsanın ister istemez aklına bir kuşku düşüyor:

AKP’nin SS’si zamanında bunca örgüt, bunca uyuşturucuya neden göz yumulmuş?

                                                   /././

Ukrayna’ya ‘özel savaş’ ihracı (Mehmet Ali Güller)

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “Ukrayna’ya asker göndermek ihtimal dışı değil” çıkışı birkaç nedenle önemli. Bir kere bu, Avrupa içinde de ABD gibi “uzun savaş” isteyenlerin olduğuna işaret ediyor.

Bugünün güncel sorusu ise şu: Büyük silah ve mühimmat desteğine rağmen, Ukrayna taarruzu bir metre bile ilerleyemedi, tersine genelkurmay başkanı değişikliği ve bazı cephelerden çekilmeyle sonuçlandı. Bu durumda ABD ve İngiltere nasıl “uzun savaş” sürdürecek?

İki yol var: Ya Ukrayna’ya “savaşacak asker” gönderecekler ya da Ukrayna’ya “özel savaş” ihraç edecekler.

UKRAYNA’YA ASKER GÖNDERME TARTIŞMASI

Macron’un çıkışı sonrası ortaya çıkan tablo, Ukrayna’ya asker gönderme seçeneğinin, en azından şu aşamada olası olmadığını ortaya koydu. Moskova’nın Macron’a Napolyon göndermesi ve Kremlin’in asker göndermeyi doğrudan Rusya-NATO savaşı olarak yorumlaması, Washington, Brüksel ve Berlin üçgenine geri adım attırdı. Beyaz Saray da NATO Genel Sekreterliği de Berlin’deki şansölyelik de “Ukrayna’ya asker gönderilmeyeceğini” kesin bir dille ifade ettiler.

Savaşacak asker gönderemeyecekler ama eğitim verecek askerlerini elbette gönderecekler, zaten gönderiyorlar da...

İşte ABD’nin “uzun savaş” stratejisi için uygulayabileceği tek seçenek bu: Ukrayna’ya “eğitim misyonlarını” artırmak, diğer NATO ülkelerini dahil ederek çeşitlendirmek ve bunun üzerinden “özel savaş” uygulamak.

Nedir “özel savaş” peki? En somutu, NATO ülkeleri konsorsiyumunun Kuzey Akım’ı, yani Almanya-Rusya doğalgaz hattını havaya uçurmasıydı örneğin. Buna şimdi başka hedefleri eklemeye çalışacaklar. İpuçları zaten ortada:

UKRAYNA’DA 14 CIA ÜSSÜ

New York Times yazdı: CIA, Ukrayna’da 14 üs kurmuş. Üslerin kurulmaya başladığı ilk tarih de gösteriyor ki hep işaret ettiğim gibi savaş 2022’de değil, 2014’te başladı.

CIA üslerinin 24 Şubat 2022’den beri arttığı ve büyütüldüğü de ortada: CIA Direktörü William Burns, 24 Şubat 2022’den beri tam 10 kez Ukrayna’yı “açık” ziyaret etti.

Ruslara göre bu üslerde ABD’li dışında İngiliz ve Fransız istihbaratçılar da var. FSB Direktörü Aleksander Bortnikov üslerin “kirli işler” için kullanıldığını söyledi.

KIRIM KÖPRÜSÜ’NÜ UÇURMA PLANI

Russia Today Genel Yayın Yönetmeni Margarita Simonyan, kendisine ulaşan bir ses kaydını açıkladı. Buna göre Alman subaylar, bazı ABD ve İngiliz subaylarının da adının geçtiği 40 dakikalık kayıtta, nasıl iz bırakmadan Kırım Köprüsü’nün bombalanacağını tartışıyorlar!

Kimler mi? Alman Hava Kuvvetleri Komutanlığı Operasyon ve Tatbikat Daire Başkanı Graefe, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Müfettişi Gerhartz ve Alman Uzay Kuvvetleri Komutanlığı Hava Harekât Merkezi yetkilileri Fenske ve Frostedt...

19 Şubat tarihli kaydın ortaya koyduğu bir başka gerçek ise bu isimlerin zaman zaman Ukrayna’ya gidip geldiği.

ABD İÇİN AVRUPA KAYBEDİYOR

Özetle, ABD ve ortakları, Ukrayna’ya doğrudan “savaşacak asker” gönderemeyecekler ama “uzun savaş” stratejisi için “özel savaş” ihraç etmeye başladılar. Köprü uçurmak, elektrik santralı patlatmak, baraj bombalamak gibi kirli işler üzerinden savaşı olmasa da çatışmayı sıcak tutmaya çalışacaklar.

ABD’nin bu kirli işlerinden en çok kaybedenlerin başında ise yine Avrupa ülkeleri gelecek: Daha pahalı enerji, daha yüksek enflasyon, daha düşük üretim ve daha çok yoksulluk olarak... Avrupalı çiftçiler, gübreleri en sonunda parlamentoların önüne boşaltacaklar yani!

                                                 /././

Biz şimdi neyin seçimini yapıyoruz? (Miyase İlknur)

Murat Kurum İstanbul seçimini kaybederse eğer, o gün Saray’da neler olacağını düşünsenize bir. Reis’in hışmından en çok Murat Kurum payını alacaktır kuşkusuz. Ondan sonra da onu refere edenler.

Eğer duyduklarım doğruysa Murat Kurum’un aday olması için Erdoğan’ı ikna edenlerin başta First Lady Emine Erdoğan ve özel kalem müdürü Hasan Doğan geliyormuş. Hasan Doğan’ı hadi anladık; Murat Kurum’la kuzenler. Peki Emine Erdoğan ve aile efradı Kurum’da bizlerin göremediği ne gibi bir cevher görmüş olabilirler ki?

Erdoğan’dan sonrası için İstanbul’u yeniden fethetmiş bir ismin AKP içinde sivrilmesinden korktukları için mi iddiasız ve itaatkâr Murat Kurum’u tercih ettiler acaba desem olmuyor. Zira önce İstanbul’u kazanmaları gerekir ki bu hesaplar devreye girsin. Yoksa Saray’da gizli Ekremciler mi var?

Olmaz olmaz, demeyin. Sonuçta bu bir belediye seçiminden ibaret değil. Sonuçta 31 Mart’ta yapılacak olan salt bir yerel seçim değil. 2028’de yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ön elemesi de denebilir. O nedenle Erdoğansız bir Türkiye isteyenler, Saray halkını da çeşitli lobiler aracılığıyla etkilemiş olabilir.

AKP İstanbul Büyükşehir adayını belirlemeden önce olmasına ihtimal verilen en zayıf adaydı Murat Kurum. İç İşleri Bakanı Ali Yerlikaya’dan Selçuk Bayraktar’a, eski Ulaştırma Bakanı Adil Karaismailoğlu’ndan Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu’ya, Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen’den Fatih Belediye Başkanı Mehmet Ergün Turan’a kadar pek çok ismin adı geçti. Ama içlerinden en zayıf halka olarak görülen Kurum adaylaştırıldı.

İmamoğlu cephesinin en olmasını istemediği aday Fatih Belediye Başkanı Mehmet Ergün Turan ve Ali Yerlikaya’nın olduğu söyleniyordu. Fatih Belediye Başkanı Mehmet Ergün Turan, İmamoğlu gibi Trabzonlu olmasının yanında icraatlarıyla da ilçe belediye başkanları arasında öne çıkan bir isimdi. Tevfik Göksu gibi polemikçi değil, icracı bir başkan profili çiziyordu. Ama olmadı.

İMAMOĞLU ŞÜKÜR NAMAZI KILSIN

Ekrem İmamoğlu karşısına Murat Kurum gibi hem acemi hem şaşkın hem de düşük profilli biri çıktığı için Eyüp Sultan’da şükür namazı kılsın. Eğer Kurum karşısında da seçimi kaybederse oturup ağlasın.

Kurum’un yumuşak karnı sadece acemiliği değil kuşkusuz. Çevre Bakanlığı’ndaki icraatları nedeniyle muhalefetin antrenman yapacağı kum torbası bir nevi. Bir de İliç’te dokuz canımızı yutan toprak kaymasından sonra ÇED raporuna ilişkin sözleri evlere şenlik.

Fatih’teki metro açılışına davet edilmesini çok iyi kullanan İmamoğlu’na, “Buyur gel kardeşim seni girişte ben karşılayacağım. İBB başkanı olarak zaten protokol gereği orada olman lazım” demek yerine “Sen davet edilmedin ki?” demesine ne buyurulur?

Bence Reis’in korkusundan, kendini fazla kastığından bütün bunlar. Öyle korkuyor ki hata yapmaktan; bu kez akım derken başka bir şey anlaşılıyor.

Geçen seçimin en bomba repliği AKP Seçim İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz’un “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şey oldu” sözleriydi. Bu seçimin bombası da Murat Kurum’un önceki gün Üsküdar STK Akademisi açılış töreninde sarf ettiği, “Biz şimdi neyin açılışını yapıyoruz” sözleri olacak galiba. AKP çevrelerine göre Kurum, bu sözleri espri olsun diye söylemiş. Kendisinden başka kimsenin gülmediği, gülemediği bu espri sanırım zekâsının da sorgulanmasına yol açacak türden.

Umarım Kurum, 31 Mart’ta oyunu kullanırken de “Biz şimdi neyin seçimini yapıyoruz” demez.

                                                   /././

Şifreler kırıldıysa neden beklendi (Murat Ağırel)

Değerli meslektaşım Timur Soykan’ın “Baron İstilası” isimli kitabı Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıktı.

Kitap, Türkiye’nin “Ne olursan ol gel ama yanında paranı da getir” uygulamasıyla baronlar tarafından nasıl istila edildiğini inanılmaz bir şekilde anlatıyor.

Kitabın her bir satırı çok kıymetli ancak özellikle dikkatimi çeken bir bölümü var.

Şifreli mesajlaşma ağı...

Haberlerde duymuşsunuzdur. Çok yakın tarihte “Türk Escobar” olarak bilinen Ürfi Çetinkaya’nın elebaşı olduğu organize suç örgütüne yönelik bir operasyon yapıldı. Operasyon şifreli haberleşme sisteminin çözülmesi ile gerçekleştirildi.

Mahkemenin verdiği kararda “Sanıklar hakkında elde edilen delillerde, ‘Anom Enterprise’, ‘Sky-ECC’ ve ‘EncroChat’ isimli şifreli haberleşme programlarının deşifre edilmesi sonucu şüphelilere ait görüşme kayıtları ile MASAK raporuna göre aralarında örgütsel birliktelik tespit edildiği kaydedildi” diye de belirtildi.

Bu uygulamalar çok önemli. Öyle günlük WhatsApp gibi kullanacağınız şeyler değil.

Timur Soykan da kitabında baronların kullandığı şifreli mesajlaşma ağına dair uygulamaları anlatarak kritik bir noktaya dikkat çekiyor.

Kitapta “Dünyanın Mafyasının Şifreleri Çözüldü” başlığı ile yer alan bölüm var.

Buradaki bilgilere göre suç örgütleri, geçmişte takip edilemediği için Blackberry telefonların şifreli mesajlaşma programını kullanıyordu.

Kitaptan öğreniyoruz ki aslında ta 2015 yılında bu telefonların şifresi kırıldı ve sahneye yeni şirketler, yeni programlarla çıktı. Dinleme ve takip edilmeye karşı özel olarak tasarlanmış EncroChat uygulaması piyasaya sürüldü.

FRANSIZ JANDARMASI SIZDI

EncroChat üç yıl içinde 60 bin aboneye ulaştı. Suç örgütleri cinayet planlarını, işkence görüntülerini, para trafiğini mesajlarla paylaşacak kadar bu programa güvenmişti. Ancak Fransa jandarması, 2019 yılında bu programa sızmayı başardı. Avrupa, hatta dünyanın pek çok bölgesindeki mafya gruplarının on milyonlarca mesajı Fransa güvenlik güçlerinin önüne serilmişti. Bu bilgiler Avrupa Polisi (Europol) tarafından ülkelerle paylaşıldı.

Buna karşın Avrupa ülkeleri bir yılı aşkın süre büyük operasyon yapmadı ve mesajları arşivlemeye devam etti.

Diğer bir uygulama da Sky ECC...

Bazı mafya grupları ise Kanada merkezli Sky ECC şirketinin şifreli haberleşme programını kullanıyordu. Sky ECC’nin CEO’su, kendine o kadar güveniyordu ki yazılım şifresini kırana milyonlarca dolar ödül vereceğini açıkladı. Sky ECC, kısa sürede 100 binden fazla aboneye ulaşmıştı. Özellikle Balkan mafya grupları arasında Sky ECC programı hızla yayıldı. Onlar da en vahşi cinayetlerinin fotoğraflarını bile bu şifreli sistemde mesaj olarak göndermekten çekinmiyordu. Mesajlardaki Kravatlı Kirliler EncroChat ile eşzamanlı olarak Sky ECC’nin de şifreleri kırılmış ve polis yüz milyonlarca mesaja ulaşmıştı. Skaljari ve Kavac çeteleri de Sky ECC’yi kullanıyordu. İki çetenin kokain ticareti, cinayetleri, para trafiği, siyaset ve devlet bağlantıları konusundaki bilgilere Sky ECC’nin şifresinin kırılmasıyla ulaşıldı. Avrupa polisinin tahmin ettiğinden çok daha büyük suç örgütleriydiler.

Sky ECC mesajları incelendiğinde Karadağ’da ekonomik suçlarla mücadele daire başkanının Skaljari çetesi ile işbirliği içinde olduğu anlaşıldı. Karadağ’daki bazı polisler ise doğrudan Kavac çetesinin adamlarıydı ve sürekli bilgi veriyorlar, cinayetlere yardım ediyorlardı. Ayrıca aralarında yüksek yargıcın da bulunduğu yargı mensuplarının çetelerle bağlantısı deşifre olmuştu. Mesajlardan cezaevinde bulunan Kotor çetesinin kurucusu Darko Sariç’in içeride telefon kullandığı anlaşılıyordu. Skaljari çetesinin lideri Jovan Vukotiç’in cinayet ve uyuşturucu kaçakçılığıyla ilgili talimatları da milyonlarca mesajın arasındaydı.

Mesajlarında Kavac çetesi liderleri Slobodan Kascelan ve Radoje Zvicer’i öldürmek için yaptığı hamleler yazılıydı. Sky ECC’nin şifresinin kırılması sayesinde Kavaclar ve Skaljarilerin savaşında karanlıkta kalmış çok sayıda cinayetin bilgilerine ulaşıldı. Cesetlerin bile yok edildiği olaylar bu sayede aydınlatıldı. EncroChat, Sky ECC ve ANOM programlarına, Europol, FBI ve Avustralya Federal Polisi de sızdı. Bu programlarda olan milyarlarca mesajı kopyaladılar.

Bunları Türkiye’deki yabancı suç örgütlerinin yanı sıra Türkiye’nin yerel mafya örgütleri de kullanıyordu.

İşte kritik soru da burada ortaya çıkıyor zaten. Mesajlar bizim ülkemizin yetkilileri ile paylaşılmadı mı? Bu şifreler tek tek kırılırken neden Türkiye’de bu sızıntılara dayalı operasyon yapılmadı?

Ürfi Çetinkaya’ya yapılan operasyonda Encrochat, Sky ECC ve ANOM mesajlarının çözüldüğü ve operasyon yapıldığı anlaşılıyor.

Yıllardır neden beklendi? Yoksa bu örgütleri birileri mi korudu?

Timur Soykan’ın polisiye roman heyecanıyla sürükleyici ama tamamen gerçek olaylar ve yakalamalardan oluşan kitabını şiddetle tavsiye ediyorum.

                                                  /././

Kadın haklarında geriye yuvarlanış çığ gibi...(Şükran Soner)

Siz siz olun, geçmişte yaşanmış olanlardan, kadın hakları savunuculuğunda verilmiş savaşımların gücünden, yaşamın her alanında örgütlenilmiş zenginliklerinden, ödenmiş bedellerin boyutlarından, örgütlenmeye dayalı verilmiş hak savaşımlarının etkinlikleri üzerinden, yeterince donanımlı değilseniz, dudak bükeceğinize susmayı seçin. 8 Mart’a gün sayarken her gün her yerden bu kadar çok kadının öldürülebiliyor olmasının sonuçları üzerinden, ne kadar zor, bir o kadar da kadınların kurban edilmelerinin salgın gibi, çok daha doğrusu ile, çığ gibi patlamasını sorgulamak zorunda olduğumuz gerçeğini görüverin...

Doğrudan tanıklıklarımda, 1970’li yıllar, bütün olumsuz iktidar erkleri uygulamalarına karşın, alınan sonuçları ile olumlu haklar savaşımına katkılar ağırlıkla sonuçlar veriyordu. Anayasal özgürlükler ile gelen örgütlenme hakları, Bizim 68’lilerin hemen arkasından, sendikal hak arama savaşımlarında yaşanan patlamalar, kaçınılmaz kadın hakları savaşımlarının da yaşamın her alanında güçlenmesinin de önünü açıyordu.

12 Eylül darbesi ile, örgülenme haklarının bütünü için geçerli olan son nokta operasyonları, Özal’ın paraşütle darbe yönetiminde danışman kimliği ile öne çıkması, “Özalizm” olarak tanımlanan liberal, otoriter sivil iktidarın uygulanması süreçlerinde işin rengi değişti. Yaşam pratiğinde, kitlesel işkenceler cezaevleri kapılarının önünden erkekleri koparmış, anneler, bacılar, kardeşler olarak kadınların yürekleriyle dayandıkları haklar savaşımını üretmişti.

Tek tek kapıları çalarak, canlarının haklarını savunmada güçlendikçe, kadın hakları savaşımında, örgütlenmelerinde de öncü, kuruculuk sorumluluklarında gönüllülükle büyüdükçe, büyüdüler. İnsan hakları savaşımında öncülük yapmaları yetmemiş, kadın hakları savaşımında da öncülük rollerinde resmi görevden çok gönüllülük üzerinden emekçi olmayı seçmişlerdi.

                                                  ***

Kişisel gözlemim, “Özalizm”in ömrünün emperyal odakların kurguladıkları gibi uzun ömürlü değil, 10 yılda kalmasında yaşamın her alanında etkin rol oynadıklarının yakın tanığı olarak, kadınların kimi alanlarda üretimde doğrudan kalabalıklar oluşturamıyor olsalar da öncülük yapmalarının çok fazlasına tanıklık ettim. Öylesine etkin güçlü örgütlenme yetenekleriyle, Özal’ın “Papatyaları” sermayeye öncülük yaparlarken, feminist örgütlenmelerin, kimi zaman sürprizler içinde, solla sağın bile buluştuğu örgütlü varlıkları pıtrak gibi yükselişe geçmişti.

Ne kadar çok sayıda “Mor Çatı” simge, kadın sığınma evleri ülkenin her yerinde, yasal donanımları ile birlikte etkin, işlevsel, kadınların yaşam alanlarındaki yerlerini almışlardı. O kadar güçlü bir örgütlenmenin örneklerini verirken Urfa’da sokakta saldırıya uğrayan kadına dönük, İstanbul’dan hukukçular ordusunun gidişlerinden, duruşmalardaki etkin, gelecek adına caydırıcı savunmalardan söz edebilirim. Ya tüm kadınları koşturmalarının örneği olarak, 8 Mart günü içinde, biri İstanbul, ikisi İzmir’de iki söyleşiye birden katılmak zorunda kalmamı anımsatabilirim.

                                                  ***

Nasıl bugünlere gelindi sorgulamasına gelince. Her tür kimlik ayrımcılığı, insanlık suçu iken böylesine güçlü hak savaşımlarının sonrasında, bu çığ gibi kadın hakları cinayetleri isterisi yaşanan günlere nasıl mı gelindi? Sevgili onurumuz, en uzun soluklu insan hakları savunucusu, savaşçımız, İoanna Kuçuradi’nin İstanbul’da düzenlediği Balkan Felsefe Birliği toplantısına gelen Yunan kadın felsefeciye sormuştum. Alt kimlikler ayrımcılığında en ağır yaranın, dini inançların kötüye kullanılması üzerinden yaşandığının altını çizmişti. “Irkçılık en fazla birkaç yüzyıl geriye sürüklerken kör dini inançlar üzerinden halkları birkaç bin yıl geriye çekebilirsiniz” demişti.

(Cumhuriyet)




CHP'nin adayı Cemil Tugay'ın üzerini örttükleri: Mavişehir Cengiz'e böyle peşkeş çekildi - Aslı İnanmışık / soL-Özel

 

Mavişehir’deki belediye hissesini ucuza Cengiz’e satan Cemil Tugay, İzmir'in sorunlarıyla ilgili yorum yapmak bir yana AKP'liler gibi 'uçuk fikirler' ortaya atarak kendi suçlarının da üzerini örtüyor.

CHP'den İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı gösterilen ve şu anda Karşıyaka Belediye Başkanlığı yapan Cemil Tugay'ın adaylığı tartışma konusu olmuş, tepki çekmişti.

AKP'li patron Mehmet Cengiz'e Mavişehir'i peşkeş çekmesiyle bilinen Tugay'ın kent suçları; imara aykırı yapılanma kararları, taşınmazları elden çıkarması ve işçilerin hakkını gasp etmesi daha önce soL'da gündem olmuştu.

Kısaca hatırlatmak gerekirse bataklık bir alan olan ancak denize sıfır konumdaki Mavişehir, Tugay tarafından göreve gelir gelmez adım adım Cengiz İnşaat'a vermeye hazır hale getirildi.

Şimdilerde Mavişehir milyonlarca liralık lüks konutların da bulunduğu, çok katlı apartmanların bolca yer aldığı bir yağma alanı. 

'Mavişehir oluştuğu tarihten itibaren bir kent suçu mekanı'

Mavişehir'in yağmaya açılmasını, Karşıyaka'da yaşayan ve kentin sorunlarını araştırıp kamuoyuyla paylaşan stratejik planlama uzmanı Ali Rıza Avcan'a da sorduk. Bölgenin bataklık yapısına dikkat çeken Avcan, Mavişehir'in oluştuğu tarihten itibaren bir kent suçu mekanı haline geldiğine işaret ediyor.

Şehir Plancıları Odası'nın Mavişehir'in geçmişini anlattığı rapordan bahseden Avcan, "Raporun ortaya koyduğu tek bir şey var: Mavişehir oluştuğu tarihten itibaren başlı başına bir kent suçu mekanı. Bu başta kabul edilmesi gereken bir şey. Ve nitekim bunun sonuçları bugün görülüyor" diyor.

Cemil Tugay'ın geçen sene "Mavişehir'i başka yere taşıyalım" fikrini ortaya attığını hatırlatan Avcan, "Bu uçuk fikir sonrası Mavişehirlilerden gördüğü tepki üzerine de geri adım attı. Şimdi ben uçuk projeler yapacağım falan diyor… Ancak bu işi bilmeyen biri hadi bunları buradan kaldıralım da başka yere götürelim der" ifadesini kullanıyor.

'Merkezi ve yerel yönetim işbirliği yaparak bölgeyi istediği gibi kullanmış'

Avcan şunları söylüyor:

"Mavişehir bir kent suçu diyarı, mekanı. Burada değişik tarihlerde işlenmiş birçok suç var. Birbirine zincirleme. Bu suçun içinde olan kimler? Öncelikle merkezi yönetim olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, valilik, TOKİ. Yerel yönetim olarak da İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Karşıyaka Belediyesi… Bunlar karşılıklı paslaşarak hatta zaman zaman işbirliği yaparak o mekanı 'planlıyoruz' adı altında istedikleri şekilde kullanmışlar ve şekillendirmişler. Ve sonuçta bugün yani bugün dediğim 2019 yılı sonu 2020 yılı başında bu Mehmet Cengiz olayı patlıyor.

Ayrıntıları araştıralım dediğimizde gördük ki eskiden yani Osmanlı’da 1860'lı yıllarda Gediz Nehri'nin alüvyonları Körfez'i doldurmaya başladığında bir Fransız mühendisin önerisi ile nehrin yatağı değiştiriliyor ve Foça Açık Cezaevi yakınlarında Gediz'in oradan denize dökülmesi sağlanıyor. Böylelikle körfezin dolması riski ortadan kaldırılmış oluyor. Fakat Gediz'in eski yatağı bugün biliniyor. Mavişehir'de bahsettiğimiz parseller nehrin eski yatağının hemen kenarında ve denize çok yakın. Tam da Gediz'in eski yatağının kenarında."

Mavişehir, Cengiz'e peşkeş çekilebilsin diye oynanan oyunlar: 'Üç parsel birleştirildi'

Avcan Mavişehir'in Mehmet Cengiz'e peşkeş çekilme sürecini de adım adım anlatıyor:

"Burada üç parsel var. 2013 yılında Karşıyaka Belediyesi bu üç ayrı parseli tek bir parsel olarak birleştiriyor. Belediyeye ait olan buradaki yollar bu parselin içinde kaldığı için belediye burada yüzde 8 küsür hissedar oluyor. Yani aslında Cengiz’e ait olan 1, 2 ve 3 numaralı parseller aradaki yollarla birbirinden ayrılmış durumda. Tabii bu ufak parsellere gökdelen, yüksek yapı yapmak mümkün değil büyüklükleri itibariyle. Ancak büyük olduğunda yüksekliği serbest veriyorlar ve siz oraya gökdelen dikebiliyorsunuz.

2013 yılında Karşıyaka Belediyesi bu üçünü birleştirip yolları da bu parselin içine dahil ettiği için yüzde 8 küsür hissedar oluyor bu parselde. Hemen yanında Atılgan İnşaat var, meşhur. Yüksek bir bina gökdelen şeklinde. Lüks daireler var. 30-40 milyona dairelerin satıldığı bir yerden bahsediyoruz. 2013 yılında birleşip yüzde 8 olduğu zaman belediye burada bir hisseye sahip oluyor. Fakat Cemil Tugay dönemine geldiğimizde, Türkiye çapında zaman zaman arsalarını satan TOKİ, İzmir'de de Mavişehir'deki arsalarını satıyor."

'21 milyon 400 bin belediyenin kasasından çıktı'

"Çocuk müzesinin karşısında bir arsayı 2019-2020 döneminde TOKİ satmaya kalktığında, Karşıyaka Belediyesi, Büyükşehir Belediyesi’ni de yanına alarak hatta genel sekreter yardımcılarıyla birlikte İstanbul’a giderek bu arsayı, üstelik de 'vatandaşın hakkını koruyoruz' diyerek, 21 milyon 400 bin liraya satın alıyor. Aradan 1 ay geçtikten sonra buradaki yüzde 8 hisse sonuç olarak 20 milyona satılıyor. Gerekçe olarak da 'borcumuz var, ödemek zorundayız, sıkıntıdayız' deniliyor.

1 ay önce 21 milyon 400 bin lira verip orayı alıyorsun. O 21 milyon 400 vadeli ödeniyor ama yine de belediye kasasından ödeniyor. Yani maddi olarak zor durumda olduğu söylenen bir belediye 21 milyon 400 bine arsa satın alıyor, 1 ay sonra da 'benim borcum var, burayı satmak zorundayım' diyor."

'Belediyeye ait 3 şirketin kâr-zarar miktarları raporlarda yok'

Ali Rıza Avcan, kendisine ait Kent Stratejileri Merkezi isimli sitede ise 2019 yılı gelir ve gider bütçesi arasındaki farkın 27 milyon 514 bin 896 lira 89 kuruş düzeyinde olduğunu yani, belediyenin gelirinden çok gideri olduğunu; belediye şirketlerine ait yıllık zararların 2020 yılından bu yana gizlendiğini belirtiyor. Karşıyaka Kent Anonim Şirketi‘ne ait 2019 yılı zararının 13 milyon 364 bin 965 lira 94 kuruş düzeyinde olduğunu ifade eden Avcan, şunları dile getiriyor:

"Karşıyaka Belediyesi‘ne ait üç anonim şirkete (Karşıyaka Kent, Karşıyaka Personel ve Kordelion) ait bilançolarla yıllık kâr-zarar miktarlarının 2020, 2021 ve 2022 yıllarına ait faaliyet raporlarında belirtilmediği; ayrıca, Karşıyaka Kent Anonim Şirketi‘ne ait İnternet sayfasının “Bilgi Toplumu Hizmetleri” bölümünde tüm yasal zorunluluklara rağmen 19 Aralık 2019 tarihinden sonrasına ait genel kurul kararlarıyla bilanço ve kâr-zarar tablolarının, bu belgelerdeki bilgilerin gizlenmesi amacıyla yayınlanmadığı görülmüştür."

'Park ve çocuk bahçesi teminat gösterildi'

Avcan belediyeye ait "Macera Parkı" isimli parkın ve diğer birçok park ve çocuk bahçesinin şirketin sermayesini arttırmak, zararını karşılamak amacıyla karşılık ya da teminat olarak gösterildiğini de ekliyor:

"Bütün bu gizleme ve saklama çabalarına rağmen, Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi‘nin 15 Ocak 2024, 11000 sayılı nüshasındaki ilama göre Karşıyaka Kent Anonim Şirketi‘nin 2023 yılı zararının 80 milyon lira düzeyinde olduğu, 17 Mart 2022 tarih, 10539 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi‘ndeki ilamda da görüldüğü gibi belediyeye ait “Macera Parkı” isimli parkın ve diğer birçok park ve çocuk bahçesinin şirketin sermayesini arttırmak, zararını karşılamak amacıyla karşılık ya da teminat olarak gösterildiği anlaşılmaktadır."

'Uçuk fikirleri'yle AKP'lilerle yarışıyor!

Belediyedeki açığın 2022 yılında 159 milyon 954 bin 716 lira 97 kuruşa yükseldiğini, 2023 rakamlarına ulaşılamadığını ifade eden Avcan, Tugay'ın AKP'li Binali Yıldırım'ın yaptığı gibi "uçuk fikirler" ortaya attığını da hatırlatıyor:

"AKP iktidarının kent içindeki Alsancak, Yeşilyurt ve Tepecik gibi hastaneleri kapatarak İzmir‘deki bütün hastaları yönlendirmek istediği Bayraklı tepelerindeki Şehir Hastanesi isimli özel ticarethanenin ulaşımı için dünyanın en pahalı ulaşım türü olan Monoray yapacağını söyleyerek AKP‘nin değirmenine su taşımakta.

AKP‘li adayların bile aklına gelmeyen bu “uçuk” proje ile daha iktidara gelmeden iktidara yaranmanın yollarını arıyor; ayrıca, bu kentin en değerli kültürel varlıklarından biri olup mülkiyeti İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait olmayan Konak Pier‘i, bu mekânla ilgili büyük hukuki sorunları bilmeden ya da bu mekânı Maliye Hazinesi ile Denizcilik İşletmeleri‘nden satın alıp belediyeye kazandırmak yerine Konak Pier ile Pasaport iskelesi arasında yapılacak bir marinanın AVM‘si olarak kullanılmasını fikrini İzmir Ticaret Odası‘na teklif edip bu değerli kamusal mekânı peşkeş çekmekte beis görmemektedir."

                  İzmir Ticaret Odası’na teklif edilen Pasaport Rıhtımı ve Konak Pier

Aslı İnanmışık / soL-Özel

soL KÖŞEBAŞI - 2 MART 2024 -

 

'Örgüt dinamiği' (Aydemir Güler)

Siyaseti örgütsüz ve halksız yapmayı seçen yaygın bir konformist anlayış var ve bu anlayış solu esir almış bulunuyor. Bu esarete alternatif olarak yapılacak tek şey “otobüs” kaldırmaktır! 

Erdoğan’ın yeni başlamadığı ama artık ifrata vardırdığı bir tarzı var. Sanki iletişim olanaklarının ülke sathına yayılmadığı, bir meydanda veya bir toplantıda söylediğini sadece orada hazır bulunanların duyacağını varsayıyor. Örnek olsun, bir yerde diyor ki, ekonomi iyi değil, şunu şunu yapamayız. Ertesi gün başka bir mecliste konuşuyor ve ekonomi kötü diyenleri batırıp batırıp çıkarıyor. 

Elbette bu çelişki muhalefet ve medya tarafından işleniyor, hatta üstünde tepiniliyor. Ama Erdoğan tarzından memnun, yenilerine yelken açıyor. Belli ki, kendi mesajlarının hedef alınan parçalı kitleler üstünde etkili olacağını düşünüyor. Kendisiyle çelişkiye düştüğünü fark etmemesi veya bunun duyulmayacağını varsayması saçma. Demek ki sonuçtan memnun! 

Deprem bölgesinde salladığı tehdidi hatırlayın. Yerel yönetimi kazanmazsa sorunların çözümü için parmağını kımıldatmayacağını ilan etmişti. Sonra başka bir yere gitmiş, bu tür bir düşüncenin muhalefete ait olduğunu söyleyivermişti. 

İşin tuhaf tarafı, AKP bugüne kadar haklı çıktı. Deprem bölgesinde kitleler iktidarın bir şey yapmamış olduğunu bilmenin ötesinde uğradıkları yıkımın suçlusu olduğunun da ayırdındaydılar. Ama oy davranışını öfke veya hesap sorma iradesi değil, “varsayımsal bir umut” belirledi. Bu, geçen yılın gerçekliğidir. 

Şimdi de iktidar yanlısı olmayan yerel yönetimin cezalandırılacağı bilgisinin kitlesel bir tepkiye neden olması yerine, karşılık bulması muhtemeldir. Örnekleri çoğaltabilirsiniz; emeklilerin ezildiklerinin farkında olmadıklarını ve kendilerinden sakınılan kaynakların patronlara yönlendirildiğini duymamış olduklarını düşünmemeliyiz. Konu asla bir enformasyon eksikliği değildir. Ama kitlelerin oy davranışını, az önce uydurduğum kavramla “varsayımsal umut”a dayandırmış olmaları büyük bir olasılıktır…

Bu bir kişiliksizlik midir?

Sorunun bu biçimde ortaya atılması, “evet” yanıtını davet ediyor. Ancak siyasette kitleleri böyle eleştirmek manasız olacaktır. Hele Nâzım’ın koyduğu çıtaya yanaşmamız bile imkânsızken… Kabahatin çoğu bizim canım kardeşlerimize, halkımıza aittir; lakin bu saptama bizi daha ileri götürmeyecektir. Bizim çıkış yolu aramaya yoğunlaşmamız gerekir. 

Deneyelim…

Birinci yol, şuradan geçer. Kitleler iktidarın çelişkili mesajına itibar ediyorsa, bu, sözün içeriğinden ziyade söyleyenden ileri geliyor olmalıdır. Söyleyen, sözün üstünde tepinen muhaliften “daha iktidar sahibi” görülmekte ve insanlar güçlüyü seçmektedirler. Ne yapılacaksa o yapacaktır!

Ne yazık ki, bu ara sonuç da içimizi açmıyor, önümüzü aydınlatmıyor. Zira güç dengesi verilidir ve iktidarın daha güçlü görünmesi eşyanın tabiatına uygundur. İnsanları sahip olmadığınız bir güce ikna edemezsiniz. Bu düzende güçlünün değil haklının yanında durma çağrısı bir onur manifestosudur ama siyaset güç ilişkilerine dayanır. 

İkinci yolu, örgüt dinamiği açabilir. Ancak henüz ülkenin ve kendilerinin kaderini değiştirecek ölçüde güç kazanmamış olsalar da, bir araya gelen, kol kola giren insanlar yukarıdaki yetersiz terime başvurursak “kişiliksizlikten” uzaklaşabilirler. Şantaja, tehdide, güç gösterilerine karşı dik durabilmek için “kalabalık” olmanın ötesine geçmek, örgütlenmek gerekir. Örgütsüzlerin toplamından çıksa çıksa güruh çıkar. Örgütlü insanlar ise birlikte bir özne oluştururlar. 

Çıkış yolu budur: örgütlenmek!

İktidar veya Erdoğan, toplumu iletişimsiz bölmelerin toplamı zannetmiyor. Örgütsüzlerin enerjisiz olduğunu biliyor. 
Burada da kalmıyorlar. Sorun sadece halkın örgütsüzlüğü değil. Bir de, burjuvazinin örgütlülüğü söz konusu. AKP iktidarı burjuva siyasetini örgütlü hale getirmek gibi bir ayrıcalığa sahip. Örgüt dinamiği esas olarak ezilenlerin, halkın malı ve kurtuluş kanalı olması gerekirken gasp edilmiştir! 

O kadar ki, geçenlerde geleneksel olarak solun “tapulu arazisi” sayılan bir meslek odası seçimini iktidar yanlıları kazanınca solda hazin bir değerlendirme yapıldı, solcu mecralarda da bu değerlendirme esas alınarak haberler yayınlandı. Buna göre AKP-MHP yandaşı meslek erbabının oylamada çoğunluğu oluşturmasının nedeni “kamu kurumlarında, belediyelerde çalışan ‘yandaş’ oda üyelerinin ticaret odalarının desteğiyle ve çeşitli firmaların sponsorluğunda otobüslerle seçime taşınmasıydı.” 

Anlaşılan bir bölüm sol, örgütlü davranmanın bir sağcı özelliği olduğunu kabul etmiş bulunuyor. Bu kabulle hareket edenlere “siz de otobüs kaldırsaydınız, siz de dayanışmayı örgütleyip kaynak yaratsaydınız” demenin bir manası olmayacaktır. Siyaseti örgütsüz ve halksız yapmayı seçen yaygın bir konformist anlayış var ve bu anlayış solu esir almış bulunuyor. Bu esarete alternatif olarak yapılacak tek şey “otobüs” kaldırmaktır! 

Solun, halkın, ülkenin en temel sorunu da budur. Gasp edilen örgüt dinamiği geri alınmak zorundadır. Acilen! 

                                                                /././

Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi: Türkiye kime karşı savunuluyor? (Erhan Nalçacı)

Türkiye hem dünyanın içinde bulunduğu koşullarda yayılmacı bir ülkedir. Aynı zamanda emperyalizmin güdümünde bir ülke. Bu iki zıt dinamik dış politikada bir salınıma neden oluyor.

İki hafta kadar önce Türkiye adına (Türkiye sermaye sınıfı adına demek gerekir) Savunma Bakanı Yaşar Güler Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi’ne imza koydu, böylece Türkiye sürece fiilen katıldı.

Söz konusu girişimin tarihi çok eski değil, Ukrayna-Rusya Savaşı çıktıktan sonra Rusya Kaliningrad’a balistik füze yerleştirince Alman Başbakanı Scholz tarafından 2022’de önerildi. Füze ve uçak saldırılarına karşı bütünleşmiş bir hava savunma sistemi kurulması ve aynı zamanda bunun NATO’nun Avrupa savunmasını güçlendirmesi amaçlandı.

Nasıl korunacak Avrupa hava sahası? Muhakkak radarları birbirine bağlayan bir sistem vardır, hava hedefleri içinse kısa, orta ve uzun menzilli füze sistemleri söz konusu. Otuz beş km’ye kadar Alman füzeleri, 100 km’ye kadar ABD Patriyotları ve onun ötesi için ABD-İsrail ortak yapımı olan balistik sistemler.

Bir kere baştan söyleyelim, Türkiye artık kime karşı korunacaksa İsrail füzelerinden yararlanacak. Bir kez daha İsrail sermayesinin işlemeye devam ettiği Filistin katliamı burada bir engel oluşturmamış gözüküyor. Sermaye sınıfının ikiyüzlü pragmatizmi galebe çalmış.

Aşağıdaki haritadan Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi’ne hangi ülkelerin katıldığına ve Rusya’yı nasıl kuşattığına bakabiliriz:

Avrupa Gökyüzü Kalkanı’na 2022’de üye olan devletler (Almanya, İngiltere, Belçika, Bulgaristan, Çekya, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Hollanda, Norveç, Slovakya, Slovenya, Romanya ve Finlandiya ) koyu yeşil ile 2023’te üye olanlar (Danimarka, İsveç, İsviçre ve Avusturya) ve 2024’te üye olanlar (Yunanistan ve Türkiye) açık yeşille gösteriliyor. Polonya, İtalya ve Fransa sürece katılmadılar.

Haritada görüldüğü gibi 21 Avrupa devleti sürece katılmış ve Rusya doğusundan ve güneyinden kuşatmaya alınmış. Adının savunma sistemi olduğuna da bakmayın, eğer bir ülkenin saldırılarını boşa çıkartacak bir sisteme sahipse bir askeri ittifak kolayca saldırabilir anlamına gelir.

İlginç olan bir nokta hemen her zaman paylaşım savaşlarında tarafsız kalıp savaştan kaçırılan paraları istifleyen bir savaş fırsatçısı görünümündeki İsviçre’nin sürece katılması. İşin vahameti hakkında fikir verebilir.

Fransa ve İtalya ise kendilerinin ortak olarak geliştirdiği SAMP-T füze sisteminin kullanılması yerine İsrail-ABD füzelerinin kullanılması nedeniyle süreci şimdilik protesto etmişler. Burada herhangi bir ilke aramayın, kendi silah tekellerinin kazancı üzerinden bir restleşme var.

Şimdi esasa gelip sorabiliriz, Rusya’nın Türkiye’ye saldırma olasılığı var mı diye.

Bir kere Türkiye Rus sermayesinin başlıca yatırım alanlarından biri haline geldi. Akkuyu Nükleer Santrali hızla ilerliyor, hatta ikincisinin de Rus sermayesi tarafından yapılması konuşuluyor. 

Türk Akımı ve Mavi Akım Boru Hatları büyük yatırımlar. Trakya’da kurulması planlanan ve Avrupa’ya doğalgaz taşıyacak gaz istasyonu da öyle. 

Türkiye ve Rusya arasında savaşa ve Rusya’ya karşı uygulanan ambargoya rağmen artan ticaret hacmini de düşündüğünüzde, Rus sermayesinin Türkiye’ye askeri olarak saldırmasının, dolayısıyla Türkiye sermayesinin kendini savunmaya almasının hiçbir rasyonel nedeni yok.

Aksine buradaki çıkarları Batı emperyalizmine karşı savunmak durumunda. Örneğin, Almanya ve Rusya arasındaki doğal gaz teminini sağlayan Kuzey Akımı Hattı’nı ABD göz göre göre bombalayarak sabote etti ve Alman sermayesi bunu yalayıp yutmak zorunda kaldı. NATO’nun Karadeniz’e girmesi birçok olası belanın dışında Mavi Akım ve Türk Akımı’nın sabotaja uğraması anlamına geliyor.

Türkiye işçi sınıfı Rus kapitalistlerin açgözlülüğünden, işçi düşmanlığından ve geliştirdikleri stratejilerden korunmak zorunda, bu başka bir konu. Akkuyu’daki kötü çalışma koşullarını ve Sputnik grevini düşünmek yeterli.

Ancak Türkiye sermayesi bir cinayet şebekesinden başka bir şey olmayan Batı emperyalizmine tedirgin edici bir şekilde yaklaşıyor. İsveç’in NATO’ya üyeliğine geçit verilmesi, F-16’ların satışının onaylanması, Kanada’nın uyguladığı askeri ekipman için ambargoyu kaldırması, Türkiye’nin diğer iki NATO üyesiyle Karadeniz Mayın Güvenliği Anlaşması imzalaması, Ukrayna’ya silah temininde Türkiye’nin NATO şemsiyesinde rol alması, şimdi de Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi’ne dahil olması emekçi sınıflar adına kaygımızın artmasına neden oluyor.

Ukrayna’nın itildiği vekâlet savaşında çok kritik bir noktadayız. Bunu bu köşede birçok kez işledik. Ukrayna’nın paylaşılmasının yanı sıra ABD Rusya’yı Pasifikte Çin’in yanında savaşamaz hale getirmek için bu savaşı körükledi. Savaş ve ekonomik yaptırımlar, Ukrayna’nın bir cephaneliğe çevrilmesi Rusya’yı yıpratacaktı.

Rusya yıprandı bir ölçüde tabi ki, çok sayıda emekçi çocuğu cephede öldü gitti. Ancak ne ekonomik olarak ne savaş kapasitesi olarak çöktü. Aksine tam tersi oldu, Avrupa resesyona girdi. Ukrayna ordusunun 1000 km’lik cephede düzenlediği saldırıların hiçbir başarı kazanamadığı ve savaşma yeteneğini kaybettiği anlaşıldı.

Bunu başta ABD olmak üzere Batı emperyalizminin başlıca ülkeleri kaldıramazlar. Burası bir Afganistan değil, apar topar çekilecekleri.

Her türlü olasılığı konuşuyorlar aralarında. Ukrayna’ya asker göndermekten bahsetti Macron ve her ne olursa olsun savaş kazanılmalı dedi. NATO Genel Sekteri delice şeyler söylüyor, Ukrayna’ya verilecek F-16’ların Rusya içlerini vurabileceği gibi.

Bu koşullarda bir borç krizine yuvarlanmış Türkiye’ye sermayesinin yönelimine dikkatlice bakmalıyız. 

Diyalektik düşünememek aslında hiç düşünememek demektir. Türkiye hem dünyanın içinde bulunduğu koşullarda yayılmacı bir ülkedir. Aynı zamanda emperyalizmin güdümünde bir ülke. Bu iki zıt dinamik dış politikada bir salınıma neden oluyor.

Böyle bir durumda emekçi halkın örgütlü hale gelmesi çok yaşamsal. Bu bela ancak halkımızın örgütlülüğü ile aşılabilir.

                                                            /././

Bizim davalarımız (Orhan Gökdemir)

Davalarımız işte bundan ibaret. Kendimizi değil çocukları savunuyoruz, kadınları savunuyoruz, laikliği ve cumhuriyeti savunuyoruz. Şeriata geçit yok, bunu diyoruz!

Eskiden, 1980’li yılların ikinci yarısından sonra, DGM’ye, açılımı Devlet Güvenlik mahkemesidir, çağrılırdık. Ankara DGM, 12 Eylül cuntasının el koyduğu Çankaya Çevre Sokak’taki CHP binasında faaliyet gösteriyordu. Bina DGM’ye dönüştürülürken içindeki parti arşivleri de yakılarak yok edilmişti. Hatırlıyorum, duruşma salonları şimdi üç kişinin zor sığdığı “adliye sarayı” salonlarına göre konser salonu büyüklüğündeydi. Hâkim karşısına çıkana kadar bodrumdaki hücrede bekletilirdik. Burada jandarmalarla gerginlik yaşamak sıradan olaylardandı. Çoğunlukla sebep tuvaletti. Sabahın köründe kaldırılıp, birbirimize kelepçelenerek, cezaevi ring aracına tıkılırdık. Haliyle mahkemeye gelene kadar uzun zaman geçerdi aradan. Tuvalete götürmekte ayak sürürlerdi nedense. Bir keresinde hücreye işemekle tehdit ederek ikna etmiştik jandarmaları. Büyük olasılık bu tür hallerde hücreyi onlara temizletiyorlardı. 

O zamanlar devletin hassasiyetleri “bölücülük ve yıkıcılık” olarak belirlenmişti. Maazallah bizde ikisi de vardı. DGM bilgimi bunlara borçluyum.

Kuşkusuz bu özel yetkili mahkemelerin adalet yetmezliği ile ünlü pek çok hâkimi vardı. Ama savcıları hakimlerinden ünlüydü. Acımasız bir devletin aşırı kışkırtılmış savcılarıydı onlar. O savcılardan biri Nuh Mete Yüksel’di. Devlete düşman olduğunu sandığı hemen herkese acımasızca saldırırdı. Hukuku, yasayı çiğneyerek yapardı bunu. Gözaltına alıp tutuklattıklarının yolu mutlaka Ankara Emniyeti’nin bodrum katındaki DAL’dan, Derin Araştırma Laboratuvarı, geçerdi. İşkence, standart bir sorgulama yöntemiydi burada.  

Başlarında, başsavcı, Nusret Demiral vardı. Öldüğünde “hikayemizi” şöyle anlatmıştım soL’da; 1987’de karar verdik Toplumsal Kurtuluş’u çıkarmaya. İlk sayısından itibaren her sayısı kovuşturma ve dava yağmuruna tutuldu. Devlet Kürt ve Kürt halkı terimlerinin kullanılmasını istemiyordu. Yalçın Küçük ise dergide sürekli bu devlet tabusunun üzerine gidiyordu, bu tabuyu kırmaya kararlıydı. Dergiye gelen bütün soruşturmalar iki kişinin, DGM Başsavcısı Nusret Demiral ve yardımcısı Yüzbaşı Ülkü Çoşkun’un adını taşıyordu. 

Askere gittim, üç hafta sonra polisler kışlanın kapısına dayandı. Evraklarda yine aynı DGM savcılarının ismi vardı. Üç günü çeşitli karakollarda, 12 günü Ankara Emniyeti’nin ünlü merkezi DAL’da olmak üzere 15 gün gözaltında kaldım. DGM’ye taşındık sonra, sırayla sorguya alınıyoruz. 15 gün su yüzü görmemişiz, saç sakal birbirine karışmış, ışık görünce gözlerimizi kapatıyoruz 15 günlük karanlıktan sonra. Sıra bana geldi, alıp bir odaya soktular. Meşhur savcı Ülkü Çoşkun masada, nefretle bakıyor bana. Ama yanında bir de beş altı yaşında bir çocuk var, galiba hafif özürlü de. Sorguyu çocuğun şahitliğinde yapıyor. Arada çocuğa kayıyor gözlerim, babasının bu kayıtsızlığı karşısında dehşete kapılıyorum. Kendimden çok çocuğun haline üzülüyorum.

O sorgulardan sonra bir kısmımız tutuklandık, Yalçın Hocayla birlikte bir süre de hapis yattık. Ama sonra savcılarımızın işlerini pek de ciddiye almadıkları, hatta Aziz Nesin’in yazısını Yalçın Küçük’e ait sanıp Aziz Nesin yerine Yalçın Küçük’e ceza istedikleri ortaya çıktı. İlk duruşma gülüşmeler eşliğinde yapıldı. Nusret Demiral baktı olmayacak yardımcısını bizim davadan aldı, yerine Nuh Mete Yüksel’i atadı. Yeni gelen de tahliyemizi talep etti, öyle çıktık. Sadece benim için istedikleri ceza 250 yıl civarındaydı.

***

Uğruna savaştıkları, kutsal belledikleri devlet onların da aleyhine döndü zamanla. İslamcılar iktidarı ele geçirince kasetlerini falan yayınlayıp etkisizleştirildiler, kaldırıp bir kenara attılar hepsini. 

Mete Yüksel, ıskartaya çıkarıldıktan sonra oturup “Nuh’un Gemisi” adlı bir kitap yazdı, anılarını anlattı. Sorguladığı, tutuklattığı solculara da yer ayırmıştı kitabında. Haftada bir hücreye buyur ettiği Yalçın Küçük hakkında şöyle diyordu: “Yalçın Küçük ile çok sık karşı karşıya geldik. Kırmızı atkısı ile Ankara DGM’ye sıkça geldi. Ancak bugünkü Yalçın Küçük’ü farklı görüyorum. Bugünkü Yalçın Küçük vatansever bir insan olarak mücadele veriyor. Ülkenin birliği ve laik cumhuriyeti savunuyor.”

12 Eylül hukukunun son kahramanları bunlar. Bir bir ölüp çekildiler tarih sahnesinden. Ama o arada yarattıkları hukuksuzluk bir hukuk ölçüsü haline geldi, adaletsizlik adaletin temel kuralı oldu. Hepsine esinini veren Kenan Evren’in ruhu dolaşıyor ülkede o günlerden beri…

Biz ise değişik sebeplerle mahkeme kapılarındaki mesaimizi sürdürüyoruz. Onları kışkırtan efendileri laikliği ve cumhuriyeti cami avlusuna terk edip kaçtı. Aydınlığı işkencede öldürdüler, geriye zifiri bir karanlık kaldı. O karanlıkta türedi Ortaçağ kaçkını zombiler. Cumhuriyet, laiklik, doğal olarak kadınlar ve çocuklar hedeflerinde, biz yine savunmadayız.
***
O savcıların bu kadar şevkle savundukları rejim yıkılıp devlet İslamcılarca ölü ele geçirilince bizim mahkeme mesailerinin şekli şemali de değişti. Şimdiki savcılar “Tayyiban Rejiminin” savcısı artık. Ne cumhuriyet var duruşma salonlarında ne laiklik haliyle. Adalet derseniz her zamanki gibi adliyelerde görülmüş şey değil. Rejimin eskisiyle yenisi arasındaki tek ortak yan bu adaletsizlik, bu hukuksuzluk.

soL’da yazmaya başladıktan sonra Cübbeli Ahmet ile yaptık açılışı. “Bademleme” iddiasında bulunarak hakaret ettiğimiz iddiasındaydı. Dava açılınca onun “bademleme” değil “badeleme” olduğunu öğrendim. Şeyhin müritlerine “cinsel organını emdirme” ritüelinin tarikatçasıymış bu. Cahillik işte! İlk duruşmada beraat ettim, kurtuldum cübbeli gölgesinden.

Nurettin Yıldız “pedofil” dememize içerlemişti. Mahkemede ceza aldık, inatlaştık Anayasa Mahkemesi lehimize karar verdi. O günden sonra sesi içine kaçtı biraz, mis gibi oldu.  

İhsan Şenocak nam zat şampiyon Kadın Milli Voleybol Takımını hedef almıştı. Burunlarını bile göstermemeleri gerekirken kısa şortlarıyla hoplayıp zıplamalarını hazmedemiyordu. “İhvan usulü IŞİD” demiş bulunmuşum kendimi tutamayarak. Önce karakolda sonra mahkeme salonunda aldık soluğu. Milli takımı savunmayı da benim gibi bir bölücü yıkıcıya nasip ettiler böylece. 

Mustafa Armağan adlı tarihçi taklidi yapan gerici, Mustafa Kemal’in evlatlığı Afet İnan ile yattığı kanısındaydı. Çankaya Köşkünü gezmiş, yatak odalarının yakın olduğunu görünce varmıştı bu kanıya. “Yatak odası tarihçisi” demiş bulunmuşum. Bu kibar deyimi o gün bulamadığımdan ve biraz kabaca söylediğimden davaya dönüştü o da. İki hafta önce mahkeme bu cevaba ceza verilmesine yer olmadığına karar verdi. 

Eğlenceli yanı şu; bu davanın karakol safahatından sonra arabulucu aradı. Davacıya 30 bin lira verirseniz uzlaşacak dedi. “Duruşmaya gelsin elden vereyim” dedim. Mahkeme böylece tarihçiliğine yaptığım eleştirinin bedava olduğuna hükmetti. Artık bedava işler arasındadır. 

Önceki gün Yıldız Teknik Üniversitesi şeyi Bedri Gencer’in şikâyeti üzerine açılan davanın duruşmasındaydık. Dostlarımız, yoldaşlarımız büyük ilgi gösterdi davaya. Geldiler, destek verdiler, şenlikli bir gün geçirdik hep birlikte. Davanın konusu “öküzün tanrısı öküz olur” dememiz. 41 yurttaşımızın ölümü ile sonuçlanan Elâzığ depremi ile bebelerin yatağa atılmaması arasında bağ kurması üzerine sarf etmişim bu sözü. Tamamı şöyle, “Atların ve ineklerin resim çizme kabiliyetleri olsaydı, tanrılarını at veya inek şeklinde çizerlerdi.” Demek atın tanrısı at, ineğin tanrısı inek, öküzün tanrısı öküz olur. Sufiler bunu daha veciz bir şekilde ifade etmişler, “kendini yücelt ki tanrın yücelsin” demişler. Demek ki kendini alçaltırsan tanrın da alçalır. Dediğimiz bu.  Herkesin tanrısı kendine benzer. Bebeleri yatağa atmayı emreden ilahın pek çok benzeri türedi laiklik tepelenince. Gerine gerine gezinip, itiraz edene dava açmakla meşguller artık.

***

Arada Uğur Dündar, Cüneyt Özdemir ve Cüneyt Zapsu parantezleri var ama uzatmayayım. Demem o ki davalar dönemlerinin aynasıdır aynı zamanda. O aynada devleti yönetenlerin hassasiyetlerini görürsünüz. Komünizm ebedi korkularıdır. Kürt sorunu uykularını kaçırmaya yeter de artar. Şimdi bir de laik cumhuriyet korkusuna kapıldılar ki çaresi yoktur.  

***

Depremi bebelerin yatağa atılamamasına bağlamak düşünce özgürlüğü, bunu söyleyene “saçmalama” demek suç. Cumhuriyeti ölü ele geçirenler çocukları götürüp tarikatlara teslim ediyor çünkü, modern esir ticareti için yolu açıyor. Yedinci yüzyılda küçük bir kabilenin sosyal ilişkilerini “evrensel bir model”, uyulması gereken bir “sünnet” olarak dikte ediyor. Ülkenin her yanından kadın ve çocuk çığlıkları yükseliyor haliyle.

Çocuk evliliği sadece dini sebeplerle değil kültürel sebeplerle de gizlice el altından sürüyordu zaten. Bu arkaik kültürel geleneği dinle tahkim ediyorlar şimdi. Sonuç ortada, Türkiye çocuk yaşta evlilikte Avrupa birincisi. Sapkınlık deyip geçemeyiz, dinle tahkim edilmiş yeni Tayyiban Rejimi yüzleştiğimiz. 

Davalarımız işte bundan ibaret. Kendimizi değil çocukları savunuyoruz, kadınları savunuyoruz, laikliği ve cumhuriyeti savunuyoruz. Şeriata geçit yok, bunu diyoruz!

(soL)


Ücretlilerin vergi yükünü gelir vergisi tarifesindeki "parantez" (ayırma kuramı) azaltabilir mi? - Binhan Elif Yılmaz / T24

 

Ayırma kuramı, mükelleflerin ödeyeceği verginin ve onun yükünün belirlenmesinde onların şahsi, ailevi durumlarına göre değil, elde ettikleri gelirin kaynağına ve niteliğine göre farklı davranılması anlamını taşıyor.

Gelirin adil dağılımına vergilerin hizmet edebilmesi açısından vergi adaleti ilkesinin uygulanması önem taşıyor. Bu ilke bağlamında öncelikle ödeme gücüne göre, bir başka deyişle mali güçle orantılı vergileme gerekir.

Gelir vergisinde ödeme gücüne ulaşma açısından üç teknikten yararlanılır:

İlki, En Az Geçim İndirimi'dir. Bir kişinin fizyolojik, toplumsal ve kültürel yaşantısını sürdürebilmesi için ihtiyacı olan gelir miktarının mükellefin gerçek ödeme gücüne ulaşmak amacıyla vergi dışı bırakılması gerekir. Buna göre, mükellefin bu miktarın altında vergi ödeme gücüne sahip olmadığı kabul edilir.

Ödeme gücüne ulaşma tekniklerinden ikincisi, Artan Oranlılık'tır. Vergi matrahı arttıkça vergi oranının da arttığı tarifeler, artan oranlı vergi tarifeleridir. Artan oranlılığın vergilemede adaletin sağlanmasında bir verginin bünyesine yerleştirilmiş en önemli unsur olduğu söylenebilir.

Üçüncüsü de Ayırma Kuramı'dır. Bu kurama göre, emek gelirlerinin sermaye gelirlerine oranla daha hafif vergilendirilmesi gerekir. Çünkü emek gelirleri sermaye gelirlerine oranla emniyetsizlik, istikrarsızlık gibi birtakım sakıncalara sahiptir. Ayrıca emek işsiz kalabilirken, sermaye kalmaz. Emek sakatlanabilir, hastalanabilir, hatta ölebilir. Aynı riskler sermaye için söz konusu değildir.

Ayrıma kuramı sayesinde, gelir vergisinin emek gelirleri (ücret) ve sermaye gelirlerini (ticari kazanç, zirai kazanç, serbest meslek kazancı, menkul sermaye iradı, gayrimenkul sermaye iradı, diğer kazanç ve iratlar) ayrı ayrı kavrayarak, emek gelirlerini sermaye gelirlerine oranla daha düşük vergilendirmesiyle, ödeme gücüne göre vergileme ve vergide adaleti sağlaması mümkün.

Ayırma kuramı, mükelleflerin ödeyeceği verginin ve onun yükünün belirlenmesinde onların şahsi, ailevi durumlarına göre değil, elde ettikleri gelirin kaynağına ve niteliğine göre farklı davranılması anlamını taşıyor.

Aşağıda 2024 yılında uygulanacak gelir vergisi tarifesi yer alıyor.

Tarife görüldüğü gibi artan oranlı. Gelir vergisi, az kazananın az, çok kazananın çok vergi vermesini ve vergide adaleti sağlayacak olan artan oranlı tarifeye sahip.

Artan oranlılığın varlığı, gelir dağılımında adaletin ölçüsü bakımından nasıl toplumun genel fikir birliğine göre oluşuyorsa, bu oranların artış şekli, skalası, dilim aralıkları aynı esasa göre tayin ediliyor. O nedenle oranların artış hızını belirleyecek objektif ölçülerin bulunmaması, onun uygulanmayacağı anlamına gelmez. Her ülke kendi şartlarına ve vergilemeyle ulaşmayı hedeflediği amaçlarına göre bir artan oranlılık belirler.

Gelelim tarifedeki parantez içlerine. Bu parantez içinin varlık gerekçesi, yukarıda bahsettiğim Ayırma Kuramının hayata geçebilmesi açısından önemli.

Ülkemizde 2006 yılına kadarki gelir vergisi tarifelerinde vergi dilimlerine göre ücret gelirleri, sermaye gelirlerinden %5 daha düşük vergi oranlarına tabi oluyordu. Ayrıca vergi dilimi sayısı daha fazlaydı. İki gelir kaynağı için iki ayrı gelir vergisi tarifesi vardı. 2006'dan sonra tarife teke indi, Ayırma Kuramı rafa kaldırıldı. Gelirin kaynağı önemsizleştirildi ve ücretliler, sermaye geliri sahipleri ile aynı tarifeye tabi tutuldu.

Üstelik gelir vergisiyle ilgili bilinen en önemli gerçeklerden biri; gelir vergisi tahsilatının en önemli kısmının ücret gelirlerinden sağlandığıdır. 

2011 yılından sonra uygulama, tek bir tarife içerisinde ücret gelirlerinin üçüncü dilimden itibaren %27 ve %35, 2020'de de %27, %35 ve %40 marjinal vergi oranlarına sermaye gelirlerinden daha geç girmelerine yönelik hale geldi.

Örneğin 2024 yılı için; ticari kazanç elde eden bir gelir vergisi mükellefi 580.000 TL'den itibaren %27'ye tabi olurken, ücret geliri elde eden 870.000 TL'den itibaren %27'lik dilime geçecek. Ancak burada görünen tek kazanım; bu vergi dilimindeki ücret aralığına 8 puan daha düşük vergileme sağlaması ki, bunun da rakamsal karşılığı 23.200 TL. Ayrıca gelir vergisi tarifesinin ikinci ve üçüncü vergi dilimleri arasında darlık hemen göze çarpıyor.  

İşte tarifedeki bu parantez içi ve sözde Ayırma Kuramı, yüzde 27'lik vergi oranına tabi olacak olan ücret gelirlerinin sermaye gelirlerinin bir miktar üstüne çıkmasını sağlıyor, o kadar.

Bu görünüm, emeğin sermayeye göre daha "narin" bir üretim faktörü olduğu kabul edilse de Ayırma Kuramının gerektiği gibi uygulanmadığını ve görünürde var olduğunu gösteriyor.  

Öte yandan ücret geliri elde edenler, %35 ve %40'lık vergi oranlarına da tabi olmaya devam edecekler ama parantez içi düzenlemenin etkisiyle sermaye gelirlerinden daha geç geçiş yapacaklar. Örneğin yıllık 3 milyon TL'lik ücret elde edenlerin vergi avantajı daha yüksek olacak, mevcut parantez içi düzenlemede yüksek düzeyde ücret elde edenler daha fazla fayda sağlıyor. Dolayısıyla vergide adaletin sağlanması bir yana, ücretliler arasında da ücret düzeylerine göre adaletsizlik ortaya çıkıyor.

Ancak yıllık 3 milyon TL ücret, aylık 250 bin TL anlamına geliyor ki, acaba kaç emekçi böyle bir ücreti elde edebiliyor? Son yıllarda ortalama (genel) ücret düzeyi asgari ücret etrafında oluşuyor. Bir başka deyişle asgari ücret artarken ortalama ücretler aynı oranda artmadı ve ortalama ücret düzeyi ile genel ücret düzeyi birbirine yakın hale geldi. Zaten ülkemizin içinde bulunduğu makroekonomik koşullar; çift haneli atıl işgücü ve enflasyon oranı da gelir dağılımında adaleti zedeleyici.

Olması gereken; artan oranlı tarifede Ayırma Kuramının daha güçlü bir görünümünün olması. Ücret gelirlerine, sermaye gelirlerine tanınan çeşitli indirim ve istisnaların tanınması ve vergi yükünün buna göre azaltılması. Aksi durumda ücret gelirlerinin vergilendirilmesinde vergi adaleti ilkesi ve vergilendirme yöntemi açısından eksik uygulamaların varlığı, ücretlilerin vergi yükünün daha da artmasına neden olacak.

Binhan Elif Yılmaz / T24