Yıldönümü (Ali Sirmen)
Sevgili,
Mart ayı da geldi. Ünlü 1 Mart Tezkeresi’nin üstünden 21 yıl geçmiş. Hiç unutmuyorum. Tüm toplum ilk anda ABD’nin Irak’ı işgalinde Türkiye topraklarını kullanmasına izin veren tezkerenin geçtiğini sanmıştı. TBMM’de çoğunluk sağlanmıştı. Yazıişlerinin ilk manşetleri “Tezkere geçti” şeklindeydi. Sonra ayılmışlardı. Tezkerenin geçmesi için nitelikli çoğunluk gerekiyordu. O da sağlanamamıştı. CHP’nin büyük ölçüde karşı durmasıyla ABD isteğini elde edememişti.
Olayın üzerinden 21 yıl geçti. Bugün Türkiye sayıları bile tam olarak bilinmeyen göçmenlerle dolu bir ülke. Ortadoğu’da sınırlar allak bullak durumda. 21 yıl önce ne olmuşsa olmuştu. Ne olmuştu?
Geriye baktığımız zaman görünen o ki ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin ilk adımları atılmıştı. Projenin eşbaşkanı adaylığıyla iktidara gelen AKP nitelikli çoğunluk zorunluluğunu bilmeden tezkereyi geçirdiğini sanmıştı.
Aslında CHP’nin “Hayır” oylarına katılan AKP’lilerin dışında partinin çoğunluğu tezkereye “Yes” demişti. Ve o tarihten bu yana AKP GOP’un eşbaşkanlığına soyunmuştu. Türkiye dev adımlarla değişmişti. Ülkede egemen olan parlamenter rejim rafa kalkmıştı. Nasıl bir rejim olduğu da henüz belli değildi.
***
Bir şey kesindi. Artık iki Türkiye vardı: Resmi Türkiye, gerçek Türkiye. Emperyalizm ile kol kola girmiş irticanın yeni resmi rejimi ılımlı yazılan ama uysal okunan yeni rejiminin etiketi şuydu:
Ilımlı İslam.
Gerçi İhvan yapılı irtica ile laik Cumhuriyet karşıtı irticanın, ortak metni kendi amaçlarına göre okumalarından dolayı değişik anlamlar çıkıyordu. Ama özde sonuç fazla değişmiyordu. ABD bölgeyi yeniden anladığı biçimde dizayn etmeye çalışırken AKP, yanında yardımcısı, ABD’ye TC’nin tasfiyesinde destek olacaktı.
Ortaya çıkan modelin bazı aksaklıkları vardı. ABD zaman zaman AKP’de görülen otonom davranışlardan hoşnut değildi. Ortağının gizil gücünün (potansiyel) ürünü olan denetlenmesi güç güdülerinin yarattığı sorunlardan şikâyetçiydi. AKP ise ABD’nin stratejik ortaklıkla asla bağdaşmayan bölgedeki güvenlik politikasının kendi bekasını tehdit ettiğini söylüyordu. Her ikisi de olayları bu duruma sokma sorumluluğunun TSK’ye ait olduğunu görüyorlardı. Ama her ikisi de ortak çıkarlarının altında yeni durumu istedikleri şekilde düzenleyecek yeni bir dönemi el ele büyütüyorlardı. Bu dönem sırasında AKP denetlenemez otonom davranışlardan vazgeçirilmeye, ABD ise Türkiye’nin kırmızı çizgisi ilan ettiği bölgedeki yeni oluşumlarla stratejik anlaşmalar imzalayacak ve bu yolu özde bir ama sözde karşıt şekilde yürüteceklerdi. Ortakların bölgeye ve de Türkiye’ye bakışlarında bir değişiklik olmadığı bu yeni dönemde ılımlı İslamın İhvancı eğilimleri AKP’de etkilerini sürdürmekteydi. Ama Washington İhvan’la balayına son vermişti. Şimdi aralarında uzlaştırılması güç bir sevgi ilişkisi vardı.
Ve 22 yılın sonunda AKP’nin ABD’nin desteğiyle sürdürdüğü Türkiye’nin İhvanlaştırılması politikasının yıkım aşaması başarıyla sona doğru getirilirken laik Cumhuriyetçi odakların bütün direnişlerinin kırılamamış olması yüzünden “yeniden yapım” aşaması henüz istenen sonuçları veremediğinden Türkiye’nin en yalnız, en sorumlu, en kaos içinde iflas etmiş iktidarı AKP sultasında yaşanmaya başlanmıştır.
***
Her alanda karşılaşılan sorunların “kaotik tutarlılığı” (al işte bir oksimoron da benden!) içinde aynı tükenmişliğin emarelerini gösteren bu yeni dönemde her olasılığın önü açıktır. Ama görünen o ki AKP’nin hedeflediği amaçlarla, sahip olduğu avantaj ve desteklerin arasında yeterli oran mevcut değildir.
20 yıl önce Türkiye’nin eşiğinden adım attığı yeni düzen döneminin emarelerini bile doğru okumakta zorlananlar çoğunluktaydı. Bugün o günlerin tersine AKP’nin amaçlarını, büyük güç ortağı emperyalizm ile çelişkilerini, içinde bulunduğu güçlük çukurları karşısındaki aczini ve büyük iflasını herkes daha rahat görüyor.
/././
"Kürt Tilkisi" nasıl "Vatandaş Macit" oldu (Barış Terkoğlu)
Milletler elle değil tarihle kurulur. Yabancı yumruğuyla değil içindeki kurtlarla çürütülürler.
Haberler Süleyman Soylu’nun CHP’nin standını ziyaretini gösteriyor. Herkes şaşkınlık içinde. Bir eski İçişleri Bakanı’nın muhalif vatandaşın elini sıkmasının olağan olması gerekmez mi? Nedense değil. Bu sırada Gazeteci Timur Soykan’ın "Baron İstilası" kitabını okuduğum için "olağanüstü" sayılanın nedenini biliyorum.
"İstila" denilince, sanki dışarıdan ele geçirilmiş olanı anlıyoruz. Aksine, "baron istilası"nda zorlama yok. Timur Soykan’ın kitabı içeriden kapının açılmasıyla, baronların davet edilmesiyle, hatta koruma sağlanmasıyla istilanın yapıldığını gösteriyor. Haliyle, Yeni Zelanda’dan Karadağ’a dünyanın mafyasının Türkiye’de toplanmasının nedeni içerdeki hükümetin marifeti. Nedeni de sonuçları da politik.
Kitaptaki bir örnekle anlatayım…
ÇANTASINI UNUTAN "KÜRT TİLKİSİ"
Haberlerde okuduk. 15 Nisan 2022 sabahı, Marmaris’te, belediye işçisi Ali Eren, parkı temizlerken bir çanta buldu. Çantanın içinden 12 bin 400 dolar ve 2 bin 400 lira çıktı. Yoksul ve namuslu Ali Eren götürüp polise teslim etti. Polis de sahibini buldu. Marmaris’te zengin bir hayat süren Irak Kürdü Miran Othman’ındı.
Othman’ın hali öyle garipti ki…
Sanki çantası bulunduğu için mutsuz olmuştu. Kutlama fotoğrafının bile çekilmesini istemedi.
İşte bu garip haller Marmaris polisinin dikkatini çekti. Othman’ın parmak izini takip edince gerçeğe ulaştılar. Çantası bulunan kişi, kırmızı bültenle aranan uyuşturucu baronu Rawa Majid’di.
"Kürt tilkisi" lakaplı Rawa Majid, 1986 yılında Kuzey Irak’ta doğmuştu. Babası İsveç’e gidip sığınmacı olmuştu. Majid, genç yaşında sokak çetelerine katıldı. 2009’da kokain çetesine yapılan operasyonla yakalanıp hapis cezası aldı. 2015’de hapisten çıktığında artık kendi ekibini kurmaya karar vermişti.
Başardı da…
Stockholm merkezli uyuşturucu trafiğini artık onun çetesi yönetiyordu. Küçük çocuklar tetikçisi olmuştu. Arka sokak rapçileri onun için şarkı yazıyordu. Şifreli bir haberleşme sistemi kullanıyordu. Örgütünün arması bile vardı. Elinde silah tutan üniformalı bir tilki Majid’in çetesini simgeliyordu.
BARON TC VATANDAŞI
MİT’in FETÖ’nün Bylock’una sızması gibi… İsveç polisinin gizli haberleşme sistemine sızması Majid için dönüm noktası oldu. Polis, uyuşturucu pazarını yöneten çeteye 2020’de operasyon yaptı. Çok kişi yakalandı. Ama Majid Kuzey Irak’a kaçtı. İsveç onu Kuzey Irak’tan isteyince Majid kendisine daha güvenli bir adres buldu: Türkiye!
Peki nasıl? Nasıl oluyor da dünyanın her yerinde aranan bir baron Türkiye’de rahat edebiliyor.
Üstelik…
Timur Soykan’ın kitabından öğreniyoruz. Majid, uyuşturucu çetesini Türkiye’den yönetmeye devam etmiş. 2022’de Yunan asıllı Mikael Tenezos’un çetesine savaş açmış. İki çetenin karşılıklı saldırılarında ölümler ve yaralamalar olmuş. Ardından kendi çetesinden kopan “Çilek Adam” lakaplı İsmail Abdo ile kanlı bir mücadeleye girişmiş. Bu saldırılarda çocuklar bile hedef alınmış. Kısacası İsveç’in kırmızı bültenle aradığı baron, Türkiye’den çetesini yönetmeyi sürdürmüş.
Nasıl oluyor dedik ya…
Yanıtı Majid yakaladıktan sonra olanlarda…
Haberlerde Majid’in sahte kimlikle yakalandığını okumuştuk. Meğer ortada bir sahtelik yokmuş! Majid, Kuzey Irak’a gittiğinde mahkeme kararıyla adını “Miran Othman” olarak değiştirmiş. Tu¨rkiye’ye geçtikten sonra ise 300 bin dolara Bodrum’da bir villa almış. Şak diye kendisine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı hediye edilmiş. Vatandaşlık başvurusunda geçmişinin incelenmesi, parmak izinin kontrol edilmesi, sabıkası ya da hakkında arama kararının araştırılması gerekirken nasıl oluyorsa bu işlemlerden de kurtulmuş! Artık içimizden biri olan vatandaş Majid, Miran Othman ismiyle T.C. kimliği taşıyormuş!
Sonrası…
BARON SERBEST BIRAKILDI
Marmaris’te yakalanıp tutuklanan Majid için, İsveç hemen iade talebinde bulundu ama nafile… Bodrum 1. Sulh Ceza Hâkimliği, İsveç’te uyuşturucu ticareti ve çok sayıda silahlı saldırı ve cinayetten aranan Majid’in, yeterince tutuklu kaldığını söyleyerek 4. ayında tahliye etti.
Huylu huyundan vazgeçmez ya…
Majid dışarı çıkınca da değişmedi. Timur Soykan, Majid’in karıştığı uzun bir silahlı hesaplaşma zincirini kitabında anlatıyor. Majid’in adamları, İstanbul’da, Majid’in rakibi olan İsmail Abdo’nun bir adamını dövdü. Karşılığında, 6 Eylu¨l 2023 gu¨nu¨, Abdo’nun adamları, Majid’in evinin de olduğu İstanbul Sarıyer’deki Ağaoğlu Maslak 1453’deki bir kafede oturan Majid’in adamlarını taradı. Majid de karşılık olarak ertesi gün Abdo’nun İsveç’teki 60 yaşındaki annesini öldürttü. Abdo da intikamını 9 Eylül’de Majid’in kayınvalidesinin oturduğu binayı taratarak aldı…
Silahlı saldırılar, bombalamalar, bulunan sahipsiz cesetler sürüp gitti. Karşılıklı saldırılarda 13 yaşındaki bir çocuk bile hayatını kaybetti. Daha da ilginci, bu sırada İsveç polisi, İsmail Abdo’nun da Türk vatandaşı olup İstanbul’a gittiğini açıkladı!
BARONLAR NEDEN TÜRKİYE’DE
Timur Soykan’ın kitabı dünya baronlarının Türkiye’de toplanmasının üç temel nedenini de anlatıyor. 2008, 2013, 2016, 2018, 2019, 2020 ve 2022 yıllarında çıkarılan "Varlık Barışı" ile, kaynağı belirsiz para için Türkiye güvenli liman haline geldi. İkincisi, vatandaşlık kanununda yapılan değişiklikle sudan ucuza satılan Türk vatandaşlığı baronlara resmiyet sağladı. Son olarak ise, AKP Hükümetleri, çöken ekonomik ve siyasi sistemdeki boşluğu, mafyanın milyar dolarlarıyla ve silahlı gücüyle doldurma tercihinde bulundu. Sonucunda…
Dünya mafyası elini kolunu sallayarak ülkemizde dolaşıyor, uyuşturucu trafiğini yönetiyor, silahlı çatışmalara giriyor, üstüne vatandaş oluyor. Buna izin veren Hükümet, uyguladığı baskıyla, sadece muhalif olduğu için Türk yurttaşını kendi ülkesine yabancılaştırıyor. Bir İçişleri Bakanı’nın CHP’linin elini sıkmasına şaşırıyoruz da… Oysa asıl şaşırmamız gereken elin mafyasının adeta sırtının sıvazlanması! Yurttaşlığın mal değil hak olduğu gün, hakkımız baronlara satılmayacak.
/././
Konumuz parçalanma(I) (Ergin Yıldızoğlu)
Uzun yıllar, ekonomik-mali-teknolojik küresel bütünleşme sürecini konuştuk. 2008 finansal krizi, “deglobalization” (küreselleşmeden geriye dönüş) başladı savları, Çin’in yükselişi, pandeminin tedarik zincirleri üzerindeki etkileri bile “küreselleşmekte olan dünya” söyleminin etkisini kıramamıştı. Ancak son ekonomik, jeopolitik gelişmelerin etkisiyle bir “parçalanma” algısı ve söylemi iki yıldır giderek yerleşiyor. Bu “parçalanma” algısını, tarihsel bir hafızayla birleştirince korkutucu bir resim şekillenmeye başlıyor.
DAVOS - IMF - MÜNIH
Dünya Ekonomik Forumu yılın ilk zirve toplantısından sonra yayımladığı risk raporunda, dünya ekonomisinin pandemi, resesyon gibi riskler karşısında görece dayanıklı çıktığını vurguluyor; ancak genel olarak “sistemin” zayıflamakta olduğuna dikkat çekiyordu. Rapor hazırlanırken ekonominin, siyasetin en etkili liderleri arasında Eylül 2023’te yapılan bir ankete katılanların yüzde 54’ü orta düzeyde küresel felaket riski, diğer yüzde 30’u daha da çalkantılı koşullar bekliyordu. Beklentiler 10 yıllık zaman diliminde belirgin biçimde daha olumsuzdu, katılımcıların neredeyse üçte ikisi fırtınalı gelişmeler bekliyordu. Rapor, “Bu sonuçlar ekonomik, jeopolitik ve toplumsal kırılganlıkların artmaya devam edeceği bir küresel risk ortamına işaret etmektedir. Bugün ortaya çıkan endişe verici gelişmeler, önümüzdeki on yıl içinde kronik küresel risklere dönüşme potansiyeline sahiptir” diyordu.
Yılın ikinci önemli zirvesi, Münih Güvenlik Konferansı’ndan yaklaşık 10 gün önce, IMF Genel Müdür Birinci Vekili Gita Gopinah, Foreign Policy’de yayımlanan bir denemesinde, “Bir dönüm noktasındayız. Pek çok ülke ‘friendshoring’ (dost ülkelerin ekonomilerine yönelmek-E.Y.), ‘riski azaltma’, ‘kendine yetmek’ adına engeller koydukça (küresel) ticaret parçalanıyor” diyordu. Gopinah, yazısında “yeni bir ekonomik soğuk savaşın en kötü senaryosundan kaçınmanın yollarını” araştırıyordu. Gopinah gittikçe artan parçalanmanın arkasında ülkelerin güvenlik kaygılarının olduğunu vurguladıktan sonra, “Jeopolitik kaygıların küresel ticareti ve sermaye akışını engellemesi ilk kez yaşanmıyor” diyor; I. Dünya Savaşı’nın küreselleşmenin altın çağına son verdiğini anımsatıyordu. Sonra ekonomik bunalım, milliyetçi ve otoriter liderler (Gopinah, faşizm kavramını kullanmıyor-EY) ve II. Dünya Savaşı...
15-18 Şubat arasından toplanan Münih Güvenlik Konferansı’nda küresel jeopolitik, yine Batı’nın bakış açısından tartışıldı. The Guardian’ın Avrupa muhabiri, Istituto Affari Internazionali (Roma) başkanı Nathalie Tocci’nin konferansta edindiği izlenim çarpıcıydı. Tocci Ukrayna Savaşı, İsrail’in Gazze işgali ortamında dünyanın “Batı ve geri kalanlar (Rusya, Çin ‘Küresel Güney’...) olarak ikiye bölünmeye başladığına” işaret ediyor “Bu da bizim güvenliğimizi tehdit ediyor” diyordu.
VE WEIMAR
“Zirvedekilerin” ortak sorunlarını konuştukları toplantılarda öne çıkan bir kaygı da giderek sertleşen siyasi kültürel kutuplaşmaların getirdiği risklere ilişkindi. Bu bağlamda öncelikle ABD’de olası bir Trump başkanlığına ilişkin tartışmaların yanı sıra geçen hafta Financial Times’da bir yorum şekillenmekte olan resmin bir parçasını daha yerine koyuyordu: Yazı, tarihin en karanlık sayfalarından birini anımsatarak “Almanya siyasetindeki parçalanma korkutucu derecede 1930’lara benziyor” diyordu. Almanya’nın en büyük kamuoyu araştırma kurumu Forsa Enstitüsü yaptığı bir araştırmanın sonucunda “Weimar ile bir karşılaştırma yaparken dikkatli olmak kaydıyla, Almanya’da mevcut parti ortamındaki parçalanmanın boyutu, 1930’larda Reichstag seçimlerindeki parçalanmaya korkutucu derecede benzemektedir” diyordu: Seçmen yine ana akım siyasi partileri terk ederek aşırı uçlarda toplanıyormuş. Forsa’ya göre, “Federal Meclis’e giren partiler için yüzde 5’lik bir baraj olmazsa, seçimler Nazilerin iktidarı ele geçirmesinin arifesindeki gibi siyasi olarak felç olmuş bir parlamento ortaya çıkaracak”. Almanya’da, Weimar (1918-33), Nazi rejimi gibi “tabu” konular, günlük tartışmalara girerken Yahudilerin devletinin Gazze’de bir soykırımla suçlanıyor olması da tarihin acı bir ironisiydi. “Weimar yıllarında” kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, halifelik, şeriat taleplerinin yükselmeye başlamış olması da...
/././
Konumuz parçalanma(II) (Ergin Yıldızoğlu)
Son yıllarda silahlı çatışmaların, savaşların sayısında belirgin bir artış gözleniyor. Bu konuda gözlemler, araştırmalar yorumlar da çoğalıyor.
HEGEMONYA PARADOKSU
Bu yazının ilk bölümünde, küreselleşme tartışmalarındaki iyimserlikten, dünya ekonomisinin parçalanma eğilimlerine ilişkin kaygılara geçişi aktarmaya çalışmıştım. Bu kaygılara neden olan gelişmeler, tüm insanlığı ilgilendiren küresel ısınma, nükleer silahlar, “yapay zekâ”, bir büyük savaş riski gibi konularda büyük güçler arası işbirliğinin daha da zorlaşacağını düşündürüyordu. Bu tartışmalarda, özellikle Batı kaynaklarında konu hemen ABD liderliğinin artık “kurala dayalı küresel düzeni” sürdürme kapasitesini, diğer bir deyişle hegemonyasını kaybetmekte olmasına geliyordu.
Gerçekten de kapitalist devletler “dünyası” egemenlik ve bağımlılık ilişkileri dünyasıdır. Bu “dünyada” hegemonya “düzenin” güvencesidir. Hegemonya, dünya ekonomisinin kurallarını belirler, dayatır, büyük savaşları engeller, küçük savaşları düzenler, etkilerini sınırlar. Ancak kapitalizmin kaotik dünyasında “eşitsiz ve birleşik gelişme yasası” işlemeye devam eder. Zamanla, hegemonya merkezine rakip yeni ekonomik, siyasi askeri merkezler yükselmeye başlar. Yükselen güçler verili kuralları kendi çıkarları doğrultusunda değişmeye zorlar, “orta büyüklükte güçler” manevra alanlarını genişletir. Bu sürece paralel, ülkelerin içinde servet ve güç dağılımı da değişmeye başlarken sınıf çelişkileri sertleşir, egemen ideoloji verimliliğini kaybeder, kurulu düzeni sürdürmek zorlaşır. Bugün böyle bir dönemdeyiz ama ilk kez değil: 1914-39 dönemine bakmak yeter.
DÜZEN DAĞILIRKEN
Uppsala Conlict Data Program (Çatışma Verileri Programı-UÇVP) ve Peace Research Institute UÇVP’nin bulgularından derlenmiş bir grafik (Vox.com) “savaş” tanımına giren çatışmaların sayısının 2010’da 80+ düzeyinden 2023’da 180+ düzeyine çıktığını gösteriyor. UÇVP’nin hesaplamalarına göre bu tür çatışmalarda ölenlerin sayısı 2012’de 40 bin dolayında iken yaklaşık altı kat artarak 2022’de 283 binin üstüne çıkmış. Geçen hafta New York Times’da yayımlanan “Dünya çok daha kanlı bir döneme giriyor olabilir” başlıklı bir yorum Londra’daki Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IISS), aralık ayı başında yayımlanan prestijli raporu Silahlı Çatışma Araştırması’na göre 2023 yılında dünya çapında çatışma sayısının 183 ile son 30 yılın en yüksek düzeyine ulaştığını aktarıyordu.
Gerçekten de haritaya şöyle bir bakmak yeterli: Gazze, Ukrayna, Myanmar, Sudan, Libya, Yemen, Etiyopya, Somali, Irak, Suriye, Ermenistan-Azerbaycan, İran-Pakistan, Hindistan-Çin gibi çatışmaların yanı sıra bir yazarın deyimiyle, “Atlantik’ten Kızıl Denize yürüseniz, yakın zamanda bir askeri darbe yaşamamış ülkeye rastlamazsınız: Gine, Burkina Faso, Çad, Nijer, Mali, Sudan...”
Bu darbeler ve çatışmalar insani felaketleri de beraberinde getiriyor. IISS’in raporu, Sudan’daki iç savaşta 10 binden fazla, Yemen’de yaklaşık 250 bin kişi, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde, 2022’de nüfusun yaklaşık yüzde 6’sı ölmüş olabilir diyor. Bunlara Ukrayna savaşını, Gazze’deki yıkımı da eklemek gerekiyor. İslamcı teröristlerin Sahel ve Batı Afrika’daki saldırıları, Latin Amerika’da Ekvador, Kolombiya, Meksika’da uyuşturucu kartellerinin etkileri ve çatışmalarda öldürdükleri de var. Bir BM raporuna göre 2016-2022 arasında Latin Amerika’da cinayetler yüzde 400+ artmış ve bunların yüzde 90’dan fazlası uyuşturucu trafiğiyle ilgili rekabetten kaynaklanıyormuş. (Homicide and organized crime in Latin America and the Carribean -2023)
Tüm bu savaşlar ve çatışmaların hem nedenlerini hem de sonuçlarını “hızlandıran” küresel ısınmanın getirdiği kuraklık, açlık gibi sorunlar, Sudan’da 8 milyon, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 7 milyon, Suriye’de 6 milyon, Afganistan’da 5 milyon, örneklerinde gördüğümüz gibi toplam 110 milyon kişiye ulaşan küresel göç dalgasını besliyor. Bu göç dalgası gelip çarptığı yerlerde toplumsal eşitsizlikleri, ırkçı, yerlici, kültür savaşlarını sertleştiriyor; şiddet eğilimi faşist hareketleri, liderleri güçlendirerek siyasi dengeleri bozuyor.
Evet, “Dünya çok daha kanlı bir döneme giriyor”.
/././
Biden’ın Netanyahu’yu hizaya sokma girişimi (Mehmet Ali Güller)
İsrail’de Başbakan Binyamin Netanyahu ile Savaş Kabinesi üyesi Benny Gantz yine karşı karşıya geldi. Bu kez karşıtlığın tam ortasında ABD yönetimi var.
Olay şu: ABD yönetimi, Gantz’ı Washington’a davet etti. Gantz, önce ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile ardından da ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ile görüşecek. Üstelik Gantz Washington’dan sonra Londra’ya da gidecek.
İSRAİL’DE KAÇ BAŞBAKAN VAR?
İsrail medyasına göre İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, bu ziyareti “onayı alınmamış ABD ziyareti” olarak niteliyor ve “İsrail’de yalnızca bir başbakan var” diyor!
Yine İsrail medyasına göre Netanyahu yönetimi, Washington’daki İsrail Büyükelçisi Michael Herzog’a, Gantz’ın ziyaretlerine dahil olmaması konusunda kesin bir talimat verdi.
Açık ki Netanyahu, Biden yönetiminin kendisini aşarak planladığı bu ziyareti, başbakanlığına karşı bir hareket olarak yorumluyor.
BİDEN’IN NETANYAHU RAHATSIZLIĞI
Aslında Netanyahu’nun böyle düşünmesi kendisi açısından gayet normal. Çünkü ABD Başkanı Joe Biden, birkaç kez açık açık “Netanyahu’dan rahatsızlığını” dile getirmişti.
Biden örneğin 13 Aralık 2023’te “İsrail dünyanın desteğini kaybediyor” demiş ve Netanyahu’nun hükümetini değiştirmesi gerektiğini belirtmişti. Dahası Biden, çözüme karşıtlığı nedeniyle Netanyahu’nun da değişmesi gerektiğine işaret etmişti.
Biden son olarak 26 Şubat 2024’te NBC News’e verdiği röportajda da İsrail’in “inanılmaz derecede muhafazakâr hükümetini sürdürmesi halinde küresel desteğini kaybedeceğini” söylemişti.
SEÇİM YILININ İKİ ZORLUĞU
Peki Biden neden Netanyahu’dan rahatsız?
Çünkü Netanyahu hükümetinin Gazze’ye saldırılarını soykırım boyutunda sürdürüyor olması, ABD yönetimi tarafından savunulmakta zorlanıyor. Sadece 7 Ekim’den bu yana BM’de yapılan oylamalar incelense bile, ABD’nin nasıl da yalnızlaşmaya gittiği görülecektir.
Diğer yandan Netanyahu hükümetinin tutumu, ABD’yi Ortadoğu’daki müttefikleriyle, özellikle Körfez ülkeleriyle karşı karşıya getiriyor. Körfez ülkelerinin Çin’le ilişkilerini geliştirdiği bir süreçte, ABD’yle karşı karşıya geliyor oluşu, Washington’ın çıkarları açısından meseleyi iki kat daha önemli hale getiriyor.
Ayrıca Biden’ın açık mesajlarına kamuoyu önünde tepki gösteren Netanyahu görüntüsü de seçim yılında ABD yönetimini zorda bırakıyor. Üstelik Ukrayna faktörü de var.
Biden bu nedenle en azından İsrail-Filistin sorununda bir “ara çözüm”le seçime girmek istiyor. Bir parantez açarak belirtelim: Taktik düzlemde bir ara çözümden bahsediyoruz, stratejik düzlemde nihai çözümden değil elbette. Bu, kalıcı ateşkes üzerinden içi boşaltılmış bir Filistin Devleti kabulüne kadar uzanabilecek bir “ara çözüm”ü içeriyor.
ABD’NİN GANTZ SOPASI
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hem Savaş Kabinesi üyesi Benny Gantz ile hem de Savunma Bakanı Yoav Gallant ile derin ayrılıklar yaşıyor. Anımsayacaksınız, Gallant, Netanyahu’nun ortak basın toplantısı davetini reddedip ayrı basın toplantısı düzenlemişti. Hatta İsrail medyasına göre Netanyahu, Likud içinde kendisine darbe planlandığını bile düşünüyordu.
Dolayısıyla Gantz’ın Washington’a davetini elbette Netanyahu’yu baypas etme girişimi olarak okuyabiliriz. Ama şartları düşündüğümüzde, bu hamle, daha çok Biden yönetiminin Gantz sopası ile Netanyahu’yu hizaya sokma çabası olarak değerlendirilebilir.
Bu çabanın işe yarayıp yaramadığının ilk göstergesi de “ramazanda ateşkes” sağlanıp sağlanmayacağıdır büyük olasılıkla...
/././
‘Ya benimsin ya da kara toprağın!’ (Işıl Özgentürk)
Saat sabah 9: Boşanmak isteyen bir kadın kocası tarafından öldürüldü. Saat 12: İki yıl önce boşanan bir kadın eski kocası tarafından öldürüldü. Saat 15: Bir kadın ve yedi yaşındaki oğlu boşanmayı kabul etmeyen kocası tarafından öldürüldü. Saat 18: Bir kadın bir gün önce cezaevinden çıkan kocası tarafından öldürüldü. Saat 21: Bir kadın boşanmak istediği kocası tarafından öldürüldü. Saat 24: Bir kadın kocası tarafından öldürüldü. Koca aynı silahla intihar etti. Saat gecenin 3’ü: Öldürülmekten korkan, bu nedenle ailesinin yanına sığınan bir kadın boşanmak istemeyen kocası tarafından öldürüldü. Saat sabahın 6’sı bir kadın kocası tarafından öldürüldü.
Evet dostlarım şaşırdınız mı?
Geçtiğimiz hafta ülkemizde 24 saat içinde yani üç saatte bir toplam sekiz kadın ve bir çocuk erkekler tarafından öldürüldü. Erkek vatandaşlar boşanmayı bir türlü kendilerine yediremiyorlar. Öte yandan çocuk tecavüzü konusundan dünyada bir ikinciliğimiz var! Şu lanet olası söz erkeklerin arasında fazlasıyla itibar görüyor: “Ya benim olursun ya da kara toprağın!” Bu sözün bu kadar itibar görmesi psikologların, sosyologların birinci meselesi olmalı. Ama ben işleri kolaylaştıracak bir kanunun çıkmasını hiç de uzak görmüyorum. Kanunun başlığı: “Kadın öldürmek suç değildir ve hiçbir cezası yoktur! Hatta öldürenler, özellikle devlet tarafından ödüllendirilir!”
Yok artık, demeyin. İçinde bulunduğumuz durum zaten bu, kanun onu resmileştirecek. Yani hâkimlerin, savcıların işlerini kolaylaştıracak. Çünkü o hâkimler ki altı yaşındaki yeğenine tecavüz eden bir adamı, “Kızın göğüsleri çıkmamış” diyerek serbest bırakıyor. Kanun çıktığında adalet dağıtıcıları (!) kadın katilleri için tuhaf indirim halleri bulmaktan kurtulacaklar, işler çabucak bitecek. Ölmüşse bir kadın ölmüş, bir kız çocuğuna tecavüz edilmiş, ne olmuş yani? Hâkimlerin kapı gibi indirim hakları var!
Böyle bir kanun sizi şaşırttı mı? Yapmayın, ülkede bir salgın var.
Bu salgın adalet mekanizmasının işlerini yoğunlaştırıyor Adeta ayin gibi her gün bir erkek ya da pek çok erkek kadınları öldürüyor. Ve öldürülen kadınların büyük kısmının daha önceleri karakollara korunmak için başvurdukları görülüyor. Kadın daha ne yapsın, korunmak için devlete başvuruyor. Ama kadın, devletin umuru değil.
Buradan yurttaşlarını korumakla yükümlü yetkililere sesleniyorum. Ülkemizde bir kadın, korunmak için devlete başvuruyorsa bu kadın gerçekten öldürülmeye çok yakındır. Aksi takdirde yüzyıllardır süren mahalle baskısı nedeniyle kadınlar öyle küçük dayaklar, küçük tehditler için karakola başvurmazlar. Batılı hemcinslerin aksine sabırla beklerler. Ancak bıçak kemiğe dayandığında devletin kapısını çalarlar. Karakollara yapılan “Beni ve çocuklarımı koruyun!” çağrısı gerçek bir ölüm çığlığı gibidir.
Yetkilisiniz kadınlar size gözleri patlamış, çeneleri kan sızarak geldiğinde bile onları korumak yerine, “Aile kutsaldır” sözcüğüne sığınıp o kadınları evlerine gönderdiniz. Size dilekçeler uzatıldı ne yaptınız? “Kadın kısmının dilekçesi mi olur, hadi canım sende” diye düşündünüz, üstelik bir erkeğin kafası bozulunca bir iki tokat atmasını da içten içe onaylıyorsunuz. Bu arada bir kadın ölmüş, ne olmuş yani? Devletten koruma isteyen, devlete sığınan ve sizin koruyamadığınız kaçıncı kadın ölümü bu? Kaçıncı çocuk tecavüzü?
Onları hastanelerde bile korumadınız.
Onların soluk alan canlılar olduğunu bile unuttunuz.
Onların anne olduğunu unuttunuz.
Onların kardeş olduğunu unuttunuz.
Kapınıza yardım için gelen bir kadının üç gün sonra ölüsünü almak için evinin kapısını gittiğinizde vicdan denen şey gelip sizi bulmuyor mu? O gün karınızın, çocuklarınızın yüzüne nasıl bakabiliyorsunuz? Gece uykunuz bölünmüyor mu? Ölen bir can, bir gün önce sizin karşınızda yalvarıyordu. Unuttunuz mu?
Bu ülkede bir kadın öldürüldüğünde bütün kadınlar öldürülmüş demektir. Sizin karınız da sizin kardeşiniz de! O şikâyetler boşuna yapılmıyor. Artık öğrenmiş olmanız gerek, bu kadar ölümden sonra! Yok eğer “Kadınlar ölebilir” diyorsanız açıkça ifade edin. Ve “Kadın öldürmek suç değildir” başlıklı kanunu bir an önce çıkarıp çoğunluğu sizin gibi düşünen savcıları, hâkimleri de indirim mazereti bulmaktan kurtarın!
/././
Babıali'ye Son Tren (Orhan Bursalı)
BÜYÜK BİR RESMİ GEÇİT
Haluk Şahin hem gazeteci hem gazeteciliğin emeritus profesörü hem şiir denemeler ve roman yazmış, başyazarlık, köşe yazarlığı, tv programcılığı gibi yazarlıkla ve meslekle ilgili her işe bulaşmış. Yazılarını zaten severim, çok başarılıdır, Cumhuriyet’in kargaşa döneminde de bize geldi ve yazdı, ayrılması yazık oldu. Şimdi şurada yazılarını yayımlıyor, son yazısının adresi: https://haluksahin.net/2024/02/26/beni-bogazicine-neden-almadilar-ya-da-demireli-bile-ozlemek/
Kitabı çok önemli, gazeteciliğe başladığı TRT’den itibaren Babıali’nin çeşitli kapıları. Büyük bir resmi geçit. Çok iyi bir hayat hikâyesinin yanı sıra, yaşadığı olayları şüphesiz tanınmış kişilerle örerek keyifle okuduğum bir anı kitabı çıkarmış ortaya.
1961 ANAYASASI ÇOCUĞU
Haluk Şahin ile aramızda altı yaş fark var.
Bu onu 1961 Anayasası çocuğu yapıyor. Henüz ortaokuldaydım. Liseyi bitirdiğimde de ben 68 kuşağının çocuğu olarak hayata atılacaktım. 67 sonunda ben ver elini Berlin derken o ver elini İndiana Üniversitesi diyordu. 74’te o TRT’de başlarken biz de Mamak hapishanesinde yargılanıyor ve sanırım temmuzda af ile çıkıyorduk. Gazeteciliğe de Yeni Ortam’da çevirmen olarak başlıyordum.
O 1961 Anayasası özgürlüklerinin üstüne 68 kuşağının müthiş mücadelesini ABD’de ekliyordu. Ben de lisede gözümü açtığım solculuğumu 68’de Berlin’de mücadele içinde pekiştiriyor ve Haluk’un yaşadığı Doğan Avcıoğlu ve Yön dergisi fırtınasını sonradan hayatıma ekliyordum.
1961 özgürlükleriyle 68 gençliği birbirinin devamıydı.
Aramızdaki altı yıl farkı, ABD’de yaptığı akademik çalışmalarıydı.
GENÇLER AÇIKLARINI KAPATABİLİR
Kitap bize çok şey anlatıyor. Biz, Şahin’in bu renkli hayat izdüşümü içinde belleklerimizi tazeler ve dönemin başka yönlerini öğrenirken özellikle o dönemlere yabancı kalmış gençler için de hızla açıklarını kapatacak bir kitap özelliğini de taşıyor.
Haluk, ABD ve Türkiye’de gazeteciliğin sadece ve sadece gerçekleri kamuya aktarmak konusundaki evrimini de anlatıyor.
Milliyetçi Cephe hükümetleriyle birlikte TRT işi bitiyor ve kitap kahramanımıza işsiz ve üstelik 1980 darbesine gidecek ve her gün cinayetlerin işlendiği vuruşanlar Türkiye’sinde yeni bir yaşama başlıyordu. Kapısının önünde bir gencin öldürülmesiyle ani bir kararla ver elini Amerika ve üniversiteler ve başarılı akademik çalışmalar.
Ama yüreğinde Türkiye hep var. 80 darbesi sonrası Türkiye’ye dönüşünü ve Nokta dergisi yayın müdürü olarak gazeteciliğe başladığını görüyoruz. İşte esas Babıali’de başlayan esas yolculuk.
Nokta, çok ilginç bir macera olarak kitapta. Ve Tuğrul Eryılmaz’ın yıllar sonra itirafı: “Ya Haluk, Nokta’dayken seni sabote ettik. Sürekli komplolar kurduk!”
Ayrıntılar kitapta: Biz Kitap.
/././
Önce şu ti meselesini halledelim... Bu irade nerede var? (Orhan Bursalı)
Geçen gün bir toplantıda İstiklal Marşı okunacak, pek çok kez olduğu gibi Atatürk ve arkadaşlarına saygı çerçevesinde 30 saniyelik ti borusu eşliğinde dalgalanan Türk bayrağı karşısında hazır ola geçtik. Epey bir süredir sinir oluyorum. Ta Prof. Hasan Yazıcı’nın Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji dergimizde yıllar önce (2004) yayımladığımız ti üzerine yazısından beri, lanet diyorum.
Bugün ABD için savaşan ve ölen askerler için yapılan törenlerin şaşmaz boru sesi.
Biz bu tiyi almışız ve kendi askerisivil devlet saygı müfredatımıza dahil etmişiz.
Kopyacıyız. Hazıra konmakta birinciyiz.
Avrupa ülkelerinde, İngiltere, Fransa, Almanya bu tiyi kullanıyor mu? Ama bizim dışımızda bizim gibi yaratıcılıktan nasibini pek az almış ülkelerde çalınıyor olabilir. Bilenler varsa bildirsin lütfen.
Hasan Yazıcı’nın CBT’deki yazısı gördüğüm kadarıyla bu konuyu ele alan bir ilk. 2005’te intihal (aşırma) üzerine Tabipler Odası’ndaki panelde de yaptığı “Niye Aşırıyoruz?”, başlıklı konuşmada da ti konusunu aşırmaya özel bir örnek olarak almış.
DİYOR Kİ YAZICI:
“Geçen yıl sayın Bush eşiyle beraber Ankara’yı ziyaret etti. Anıtkabir’de hazır ola geçtiler. Ti çaldı. Ti ile beraber Bush’un suratından bir gülümseme geçti gibi geldi bana. Sonra tekrar kendini toparladı.
Düşündüm. Anıtkabir’de çaldıkları parça, Montgomery Clift’in yıllar evvel İnsanlar Yaşadıkça filminde boru ile çaldığı o çok güzel müzik parçası. Adına Taps deniyor. Amerikan İç Savaşı sırasında askere ‘yat borusu’ olarak ortaya çıkmış. Yıllar içinde giderek askeri cenaze marşı haline gelmiş ve Amerikalılar için belki ulusal marşları kadar önemli bir parça. Eğer ulusalcı bir Amerikalıya Taps çalarsanız hemen ayağı kalkıyor, elini göğsüne koyup sözlerini söylemeye başlıyor.
Bush, Beyaz Saray’da oturuyor. Az ötede Arlington Ulusal Mezarlığı var. Arlington mezarlığında Taps her gün çalınıyor ve Bush da bunu dinliyor. Manzarayı gözünüzün önüne getirin: Adam Türkiye’ye gelmiş ve Atatürk’ün, en büyük Türkün huzurunda, hazır olda. Çalan ise Taps.”
Yazıcı, İletişim’den çıkan Bir Aşırma kitabının içinde de (s. 127-128) konuya değiniyor.
Ti üzerine sonra da yazılmış, aynı hikâye. 2011’de Prof. Mustafa Kaymakçı da “Ti sesi nereden geliyor” diye araştırmış. Ve ti sesinin kaldırılması ve yerine bir beste yapılması için müzisyenlerimizi göreve çağırmış.
NE KADAR DOĞRU!
Konuyu cumartesi günü Ahmet Yavuz’un Kadıköy Tarihçi Kitabevi’nde yaptığı konuşma sonrası, Yazıcı’yı görünce gündeme getirdim, şimdi de bu yazıyla bu ti sesinin törenlerden tamamen kaldırılması çağrısında bulunuyorum. Öncelikle Anıtkabir’den. Atatürk’e büyük saygısızlık. Ti yine Anıtkabir’de çalındı yazıları yazmayayım.
Ti sesi belli ki devletçe topluma şırınga edildi.
Devletin ordu kanadından başladığını kabul etmemiz gereken bu uygulama, giderek sivil toplantılarda saygı duruşlarını da esir aldı.
Yapmayın kardeşim! Kaldırın şu boru sesini! Yerine bir şey koyamazsak sessizlik en iyisi! Bu aşırma utanç verici. Herhalde ABD’den daha iyisi yapılamaz inancı veya ruhlara ve bilince işleyen Amerikancılık ve aşırmacılık sonucudur.
PEKİ NE ZAMAN BAŞLATILDI?
Bu konuda rivayet muhtelif. Kaymakçı, Kore Savaşı’yla birlikte bizim müktesebata girme olasılığından bahsediyor. Kanıt yok.
Bazıları 12 Eylül 1980 darbeci generallerinin uygulamayı başlattığını söylüyor. Mümkündür. Bence de baş şüpheliler. En Amerikancı generaller onlar. Amerikalılar da zaten darbe için “Bizim çocuklar başardı” demişlerdi. Bu utanca son verelim.
Hiçbir belediyede ve sivil toplantılarda saygı duruşlarında tiye yer vermeyin lütfen.
/././
3 Mart 1924 (Özdemir İnce)
Anayasamızın 174. maddesi, sekiz Devrim Yasası’nın korunmasıyla ilgili olup anayasanın ilk dört maddesinden sonra en önemlilerinden biridir:
“Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap kanunlarının, anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.”
Bu sekiz yasadan 3 Mart 1924 tarihli olanları, Cumhuriyetin temellerini atmış ve Türkiye’yi laikleştirmiştir:
1) Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının Türkiye dışına çıkarılmasına ilişkin yasa
2) Öğretim Birliği Yasası
3) Şeriye ve Evkaf ve Harbiye bakanlıklarının kaldırılmasına ilişkin yasa
Cumhuriyeti kuran ve düzenin laikleşmesini hazırlayan yasalar bugün tamı tamına 100 yaşında. 100 yaşında ama bugün ülkede her on AKP’linin dördü şeriat ve halifelik istemekte; iktidar, Öğretim Birliği Yasası’nı delik deşik etmekte.
Osmanlı hanedanının monarşik iktidarı, 1517 yılında, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethedip Memluk devletine son vermesiyle birlikte halifelik makamına sahip oldu. Ama bu el koyma halifelik geleneğine aykırı olmaktan başka Osmanlı Devleti’ne teokrasiyi de getirmişti. Geleneğe göre Hz. Muhammed’in ailesinden birinin halife olması zorunluydu. Tuhaftır ki bu el koyuşa karşı çıkan Araplar halifeliğin kaldırılmasına da karşı çıktılar ama aynı Araplar, son padişah ve halife V. Mehmet Reşat dünya Müslümanlığını İtilaf Devletlerine karşı savaşa çağıran cihadı ekber ilan ettiği zaman da cihada katılmak yerine İngiliz ve Fransız sancağı altında Osmanlı Müslümanlarını öldürmeye devam etmişlerdi. Cumhuriyet halifeliği kaldırarak teokrasinin yükünden kurtuldu ve laikliğin önündeki ilk engel kalkmış oldu.
Şeriye ve Evkaf Bakanlığı ile Harbiye Bakanlığı’nın kaldırılması sivilleşmenin ve dinsel kisveden kurtulmanın yolunu açtı. Böylece diniye ve askeriye iktidar ve hükümet dışında bırakılarak rejim sivilleşti ve demokrasi ile laikliğin önü iyice açıldı. Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nın yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.
Gelelim Öğretimin Birleştirilmesi Yasası’na: Mustafa Kemal Paşa 16 Temmuz 1921 Ankara Maarif Kongresi açılış konuşmasında gerilememizin en önemli nedeninin şimdiye kadar izlenen eğitim ve öğretim sistemleri olduğunu vurgulamıştı. Daha sonra 1 Mart 1923 TBMM açılış konuşmasında şöyle demişti: “... Efendiler! Memleket evladının ortak ve eşit olarak almaya zorunlu oldukları ilimler ve fenler vardır. Yüksek meslek ve ihtisas sahiplerinin ayrılabileceği öğretim derecelerine kadar, eğitim ve öğretimde birlik, sosyal toplumumuzun ilerlemesi ve yükselmesi açısından çok önemlidir.” Bu düşünce 2.3.1924 tarihli Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesinde ifadesini buldu:
“Milli Eğitim Bakanlığı, dini bilgiler konusunda yüksek uzmanlar yetiştirmek üzere üniversitede bir ilahiyat fakültesi kuracak ve [ayrıca] imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetişmesi için de ayrı okullar açılacaktır.”
Öğretim Birliği Yasası’nın en önemli yanı ülkeyi gericilik ve “istemezükçü” isyan hareketlerinin kaynağı, Türk ve Türk dilinin düşmanı olan medreseden kurtarmasıdır. Türk düşmanı Nizamülmülk’ün Nizamiye Medreselerini örnek alan medresede Türkçe yasaktı, öğretim Arapçaya benzemeyen Arapça ile yapılmaktaydı. Medresenin yerine kurulan imam hatip okulları da AKP iktidarı tarafından yeni medreseye dönüştürülmüştür. Mezunları şu anda devlet bürokrasisini istila etmiştir.
Uzun sözün kısası anayasa ve kurumları gibi 3 Mart 1924 tarihli Devrim Yasaları yürürlükte değildir. Bu nedenle, Cumhuriyet karşıtı AKP en kısa zamanda iktidardan uzaklaştırılmalı, devrimin rönesansının yolu açılmalıdır.
***
Duyuru: Laiklik Meclisi’nin düzenlediği “Laiklik Günü” kutlaması 3 Mart 2024 Pazar günü saat 14.00’te, Ankara’da İnşaat Mühendisleri Odası, Teoman Öztürk Salonu’nda yapılacaktır. Lütfen katılın.
/././
3 Mart’ı bayram gibi kutlamak (Zülal Kalkandelen)
Bugünkü yazıma, geçen yıl bugün, genel seçim öncesinde yayımlanan yazımı sonlandıran satırlarla başlıyorum:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlayan devrim sürecinde laikliğin önü 3 Mart 1924’te kabul edilen yasalarla açıldı. Bu tarih, Türkiye’de tüm ilericilerin, aydınların, devrimcilerin bayram gibi kutladığı bir tarih olmalıdır çünkü 23 Nisan 1920 ve 29 Ekim 1923 kadar önemlidir.
3 Mart’ı, 100. yıldönümünde bayram havasında kutlamak için laik Cumhuriyete sahip çıkın!”
100 YILDA NEREDEN NEREYE...
3 Mart 1924’te TBMM’de Üç Devrim Yasası’nı kabul edenler, bu ülkenin tarihinde çığır açtı ancak önümüzde açılan o ufuk, devrimin yoluna bir çığ gibi düşen siyasal İslamcı gericilikle kapatıldı.
Görevi yasaların şeriata uygunluğunun denetlenmesi olan şeyhülislamlık kurumunun yerine kurulan Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı), laik bir devlette yer alması düşünülemeyeceğinden devrimin gereği olarak kaldırılması zorunluydu. 429 sayılı yasayla Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nın yerine kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, Müslümanların inanç işleriyle ilgilenmek üzere Başbakanlığa bağlı olarak kuruldu, ayrıca Vakıflar Genel Müdürlüğü oluşturuldu. Fakat bugün Diyanet, AKP’nin gerici politikalarını uygulayan bir kuruma dönüştü. 429 sayılı kanun, amacı dışında bir işleve hizmet eder hale geldi.
Aynı gün kabul edilen 430 sayılı Öğretim Birliği Yasası (Tevhidi Tedrisat Kanunu), laik, bilimsel, çağdaş bir eğitimle yetişen kuşaklar yetiştirmek amacıyla çıkarıldı. Medreseler kapatılarak ilkokul haline getirildi, Din İşleri Bakanlığı’na bağlı okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak eğitim laikleştirildi. Bugün ise tarikatlar ile cemaatlerin okullardaki faaliyetleri ve ÇEDES projesi ile laik ve bilimsel eğitimden eser kalmadı. Artık devlet okullarındaki derslere imamlar girerken, çocuklar dersten çıkarılıp camiye götürülüyor.
431 sayılı yasa ile hilafet kaldırılarak ümmet toplumu yerine yurttaşlık temelinde bir ulus devlet olma bilinci geliştirildi. 8 Nisan 1924’te şeriye mahkemeleri kapatılınca cumhuriyetin laikleştirilmesi hız kazandı. 17 Şubat 1926’da Medeni Kanun kabul edildikten sonra 10 Nisan 1928’de anayasanın 2. maddesinden “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” hükmü çıkarıldı. Laiklik ilkesi, bütün bu gelişmelerden sonra, 1924 Anayasası’na 5 Şubat 1937’deki değişiklikle devletin niteliği olarak eklendi.
LAİKLİK İÇİN BİRLİK OLMALI
1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıktığı tarihten itibaren düşünürsek, 18 yıla yayılan eşsiz bir mücadele bu. Günümüzde ise sanki bunlar yaşanmamış gibi, anayasaya karşı olmasına rağmen, sokaklarda gericilerin hilafet ve şeriat sloganları yankılanır oldu!
Bu geriye gidişin temel nedeni, bir karşıdevrim tarikatına dönüşen AKP’nin kendisine mürit yetiştirme planıdır. Bugün adliye binalarında şeriat çığlıklarının atıldığı, müfredata yaratılış teorisi sokulurken integralin çıkarıldığı, çocukların sınıfa konan maket mezar ve “kurban” üzerinden acı ve şiddete maruz bırakıldığı, dinci gericiliğin azdığı bir dönemdeyiz!
Peki ne yapmalı? Öncelikle birlik olup sesi yükseltmek gerek. Bu ilerici yurtseverlerin birincil görevi! 3 Mart’ı Laiklik Günü kabul eden Laiklik Meclisi, bu nedenle saat 14.00’te Ankara İnşaat Mühendisleri Odası’nda bir toplantı düzenliyor. Eğitim-İş Sendikası, 15.00’te Tandoğan Meydanı’nda açıklama yapmak için çağrıda bulundu. Başka kentlerde de çeşitli eylemler var.
CHP Gaziantep Milletvekili Avukat Hasan Öztürkmen ise Üç Devrim Yasası’nın kabul edildiği günün Laiklik Bayramı olarak kutlanması için yasa teklifi vermiş. Gerçeği kendimize hatırlatalım: 3 Mart’ı, gericilik yüz yıl önceki gibi tepelendiğinde, laikliği yeniden kazandığımızda bayram gibi kutlayacağız.
(Cumhuriyet)