16 Mart 2024 Cumartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 16 MART 2024 -

 

Kulağı ters taraftan göstermek! (Atilla Aşut)

Başlıktaki deyimi, “Bir işi, kolay yolu varken daha güç ve uzun yollar kullanarak yapmak” biçiminde açıklıyor sözlükler.

Son zamanlarda kimi yazıları okurken, kimi haberleri dinlerken hep bu deyimi anımsıyorum.

“Uçak indi” yerine “uçak iniş yaptı” diyen sunucuya gıcık oluyorum!

“Cumhurbaşkanı salona giriş yaptı” sözünü duyunca kan beynime sıçrıyor!

Uyarıdan falan da anlamıyor bu yeniyetmeler! Çoğu, “dediğim dedik, çaldığım düdük” havasında…

Yayın kurumlarında donanımlı dil danışmanlarına yer verilmediği için bu sorun böyle sürüp gidecek gibi görünüyor…

∗∗∗

“KATILIM SAĞLAMAK”!

Son dönemin moda sözlerinden biri, “katılım sağlamak!”

T.C. Tarım ve Orman Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’nün Haber Bülteni’ne bakılırsa onlar da uymuş bu modaya:

“Genel Müdürümüz Ankara TEKNOFEST’e Katılım Sağladı”.

Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun (TİHEK) bilgisunar sitesindeki bir haberin başlığı da öyle:

TİHEK, Sektörlerarası Çocuk Kurulu Toplantısına Katılım Sağladı”.

Bir bilim kurumu olan TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi bile fuara katılmıyor, “katılım sağlıyor”:

“TÜBİTAK, 6. Verimlilik ve Teknoloji Fuarı’na Katılım Sağladı”.

Örnekleri çoğaltmanın anlamı yok. Bilgisunara girerseniz yüzlercesini görebilirsiniz. Devlet kuruluşları şimdilerde artık bu dili kullanıyor ve Türk Dili’ni korumakla görevli Türk Dil Kurumu da seyrediyor!

Ama beni asıl üzen, kimi değerli yazarlarımızın, sanatçılarımızın da kendilerini böyle modalara kaptırmaları…

Bir örnekle bağlayayım konuyu:

Güvenç Dağüstün, “Orhan Taylan” başlıklı yazısında birkaç kez “katılım sağlamak” ifadesini kullanmış. Üstelik yanına “katılım göstermek” ve “dönüş yapmak” yanlışlarını da ekleyerek:

“Anavatana dönüş yapmasının ardından, o dönemde Türkiye İşçi Partisi’ne katılım gösterdi ve TİP ile çeşitli sendikaların görsel tasarımlarını üstlendi. (…) Bu dönemde özellikle yağlı boya eserlere yoğunlaştı ve İstanbul’daki atölyesinde birçok sergi açtı, ayrıca birçok karma sergiye de katılım sağladı.” (BirGün, 6 Kasım 2023)

Bilmiyorum, sözü “katıldı” diye noktalamak pek mi yavan geliyor bu arkadaşlara?

∗∗∗

SORUNLU ANLATIMLAR

Basında anlatım bozuklukları hızla yaygınlaşıyor. Kulağı ters taraftan göstermenin türlü örnekleriyle karşılaşıyoruz her gün.

Nitekim 24 Ekim 2023 tarihli Milliyet gazetesinin arka sayfasındaki “Dünya çapında bir takım” başlıklı haberde de böyle sorunlu ifadeler var. Örneğin, “Taktiksel bağlılığa önem vermemiz gerekiyor” denmesi gereken bir yerde, “önem göstermemiz gerekiyor” denmiş. Ardından gelen tümcede de “Ellerinden geleni yapacaklardır” yerine “ellerinden geleni göstereceklerdir” ifadesi kullanılmış…

Bu notu bize ileten duyarlı okur, “Bir nükteye dönüştürecek olursam, gazete, ‘göstere göstere’ Türkçenin canına okumuş!” diyor iletisinde. Haksız mı?

HAFTANIN NOTU

Cebeci Mezarlığı ilgi bekliyor

“Taştan mantar tarlası / Çok yaşasın ölüler!” demişti bir şiirinde Arif Dino ama bu gidişle taş maş da kalmayacak o gömütlerde! Çünkü mezarlıklarımız çok bakımsız ve korumasız!

Geçenlerde Cumhuriyet gazetesinde, Oktay Ekşi’nin bu konuya değinen bir yazsını okumuştum. Oktay Bey, mezarlıkların perişan durumundan yakınıyor ve bizdekilerle Batı’dakileri karşılaştırarak şöyle diyordu.

“Avrupa’da kabristanlar çiçek bahçesi gibidir. Peki Türkiye’de öyle mi? Siz bir kabristana gittiğinizde ayağınıza çamur bulaşmadan veya bir başka merhumun mezarına basmadan yahut da üstünden atlamadan amaca ulaşamama sıkıntısı yaşamadınız mı?”

∗∗∗

Kısa bir süre önce, bir yoldaşımızı uğurlamak için Cebeci Asri Mezarlığı’na gittim. Burası Ankara’nın Karşıyaka’dan sonraki en büyük gömüt alanıdır. Ama Karşıyaka’dan çok önce, 1935 yılında kurulmuştur. Daha da önemlisi, başkentin uluslararası yarışmayla yapılmış tek gömütlüğüdür. Mimarı ise Alman Martin Elsaesser’dirGömütlükte Müslümanlar dışında Hıristiyan ve Museviler için de ayrılmış bölümler vardır.

∗∗∗

Oktay Ekşi’nin İstanbul Büyükada Mezarlığı için söyledikleri, Ankara Cebeci Mezarlığı için de fazlasıyla geçerlidir. Yolları bozulmuş, adaları çevreleyen istinat duvarları yıkılmış, mezar taşları devrilmiş, yabani otlarla kaplı bir alan gördük orada ve çok üzüldük.

Cebeci Asri Mezarlığı, Altındağ ilçe sınırları içindedir ama Ankara Anakent Belediyesi’nin sorumluluk alanındadır. Orada siyaset, basın, yazın, sanat, kültür ve bilim tarihimizin çok önemli kişileri yatıyor. Âfet İnanCahit Sıtkı TarancıHasan Âli YücelMemduh Şevket EsendalMuammer AksoySadun ArenTuran DursunAhmed ArifAdalet AğaoğluOrhan AsenaTahsin SaraçEmin ÖzdemirMetin TokerMevhibe İnönüUğur MumcuMustafa Ekmekçi ve daha nice aydınımızın gömütleri Cebeci’dedir.

Tarihsel anıt değerindeki bu gömütlüğe gözümüz gibi bakmamız ve orayı adına yakışır biçimde “asri / çağdaş” bir görünüme kavuşturmamız gerekmez mi?

Sayın Mansur Yavaş’ın konuya ivedilikle el atmasını bekliyoruz.

                                                             /././

Tıbbi direnişe selam (Berkant Gültekin)

14 Mart Tıp Haftası’nın içindeyiz. Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) çağrısıyla bugün İstanbul’da büyük bir buluşma gerçekleştirilecek. Hekimler ve sağlık çalışanları şiddetten arındırılmış güvenli çalışma ortamından sosyal ve mesleki haklara kadar 14 acil talebi dillendirmek için saat 14.00’te Haydarpaşa Numune’de buluşup Kadıköy İskele Meydanı’na yürüyecek.

Bugün Türkiye’de doktor olmak her zamankinden daha zor. Elbette hasta olmak da öyle… Çünkü sağlık sistemi topyekun bir çöküş yaşıyor. Eurostat’ın verilerine göre Türkiye, kişi başına düşen doktor sayısında Avrupa sonuncusu. Komşumuz Yunanistan’da 100 bin kişiye 629, Norveç’te 516, Almanya’da 453, Malta’da 434, Romanya’da 351, Slovenya’da 334, Karadağ’da 281 doktor düşerken, bizde sadece 218 doktor düşüyor.

Bu da yetmezmiş gibi 100 bin kişiye düşen hekim sayısında bizi ikiye katlayan Almanya’ya her sene yüzlerce doktor gönderiyoruz. Sanki bizim değil, onların doktora ihtiyacı var. Türkiye’deki olumsuz çalışma koşulları, her geçen gün daha da kötüye giden sosyal ve ekonomik koşullar nedeniyle yetiştirdiğimiz doktorları başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine yolcu ediyoruz.

TTB’nin verilerine göre, yurtdışına gitmek için TTB’den “iyi hal belgesi” almak isteyen doktorların sayısı 2023’te 3 bin 25’e yükselmiş. 2016’da 245 olan toplam sayı, neredeyse geçen yılın Aralık ayındaki sayıya eşit. Türkiye’de 91’i devlet 37’si özel üniversitelerde olmak üzere toplam 123 tıp fakültesi bulunuyor. Yani 2023’te tıp fakültesi başına 25 doktor ülkeden ayrılmak istemiş. Çok ama çok vahim bir tablo.

Devleti yöneten akıl ise bu baş aşağı gidişi siyasi hamaset için kullanma gayretinde. Ülkenin cumhurbaşkanı, “Giderlerse gitsinler, biz de yeni yetişen hekimlerle, asistanlarla götürürüz” diyor. Götürürüz götürmesine de yurtdışına giden doktorları yetiştirmek için bu ülkenin harcadığı kaynakları kim yerine koyacak? Bizim yetiştirdiğimiz doktorların Avrupa’da şifa dağıtmasının hesabını kim verecek?

Avrupa “Göçmenleri tut, doktorları gönder” diyor, iktidar da harfiyen bu plana sadık kalıyor. Oysa tıp, eğitimi en maliyetli meslek. Ülke büyük bedellerle doktor yetiştiriyor ama iktidarın politik hatalarının ortaya çıkardığı koşullar nedeniyle o doktorların bir kısmı bu halka değil, daha müreffeh bir hayat süren Avrupa toplumlarına hizmet vermek için çalışıyor. Batı’ya seslenirken mangalda kül bırakmayanlar, memleketin sağlık alanında bile sömürülmesinin baş sorumlusu oldukları gerçeğini doktorlara efelenerek örtebileceklerini sanıyor.

Türkiye yine de şanslı bir ülke. Çünkü her şeye rağmen “Hiçbir yere gitmiyoruz, burada kalacağız” diyen nice hekime sahip. “Bütün renklerin ayni hızla kirlendiği” bir zamanda, beyaz önlüğe leke bulaşmasın diye çırpınan hekimlerin verdiği mücadele, ülkenin varoluş mücadelesinin de ayrılmaz bir parçası. Desteklenmeli, sahiplenilmeli ve büyütülmeli.

                                                             /././

Vahşi Madenciliğin Kırmızı Pazartesisi (I+II+III)- İlhan Cihaner

(I)

Çevrecilerin, hukukçuların, gazetecilerin yıllardır dikkat çektikleri felaket 4 gün önce İliç’te gerçekleşti. Hem de 9 işçinin milyonlarca metreküp zehirli toprağın altında kalmasına yol açtı. Yazımı yazdığım sıralarda henüz işçilere ulaşılamamıştı. Konteyner ve araç içerisinde oldukları tahmin edilen işçiler için her geçen dakika umutları azaltıyor.

“Kimliği tespit edilebilen” işçilerin isimleri: Şaban Yılmaz, Kenan Öz, İbrahim Keklik, Adnan Keklik, Hüseyin Kaya ve Ramazan Çimen. Daha bu cümle bile yaşanan vahşi sömürüyü göstermeye yetiyor. Henüz kimliği tespit edilemeyen işçiler kayıp. İlk 2 gün isim bile söyleyemediler, 3. Gün 6 işçinin kimliğini açıklayabildiler. Kaçak işçi mi var? Sığınmacı mı çalıştırılıyor? Bu değilse daha çalışanlarını “sayamayan” bir sisteminin, tehlike içeren süreçleri doğru yönetmesi zaten beklenemez. Tek amacı en kısa sürede en az maliyetle en yüksek kârı sağlayıp yeni yağma alanlarına gitmek olan sermayenin böyle bir derdi de olamaz zaten.

Bu noktaya nasıl gelindi? Yaşanan devasa eko-kırım ve emekçi kırımına adım adım nasıl gelindi?

Cumhuriyet ve ekonomik bağımsızlık girişimleriyle birlikte 1925 tarihli “Maadin Nizamnamesinin Bazı Maddeleri ile Taşocakları Nizamnamesinin Tadiline Dair Kanun”, 1926 tarihli “Petrol ve Benzin İnhisarı Hakkında Kanun” ve 1933 tarihli “Altın ve Petrol Arama ve İşletme İdareleri Teşkiline Dair Kanun” gibi düzenlemeler ülkemizdeki yabancıların ve yurt içindeki özel sektörün imtiyazlarına da son vermeyi ve madenlerin devlet tarafından aranması ve işletilmesini hedefliyordu.

Ancak Demokrat Parti iktidarı ile bir yandan içeride özel sektöre alan açılmaya öte yandan yabancı sermayenin gelmesi için Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu çıkarıldı ve diğer kanunlarda değişiklikler yapılmaya başlanıldı. O kadar ki 1954 tarihli petrol kanunun doğrudan bir Amerikalı uzmana hazırlatılıp, Elmer E. Batzell ve Douglas Ball adlı Amerikalı uzmanlar için özel kararname çıkarıldı, muhtelif firmalara “imtiyazlar” tanınmaya başlanmıştı. Daha çok Petrol üzerinde yürüyen bu politikalar 12 Eylül Darbesi sonrasında neoliberalleşmeye paralel olarak maden politikalarını da etkilemeye başladı. Özal’ın Morgan Guarantee’ye hazırlattığı “Özelleştirme Ana Planı”ve 3213 sayılı “Maden Yasası” Etibank gibi kurumların tasfiyesine giden süreci başladı. AKP iktidarı ile birlikte yasalardaki koruyucu/önleyici düzenlemeler itina ile ayıklanıp maden aramalarında “ÇED raporu gerekli değildir” denilecek kadar vahşileşildi. Hem de yerlilik ve millilik nutukları ve “ırmağının akışına ölürüm” türküleri eşliğinde…

Tüm bunlar iş cinayetlerinde artma, sendikasızlaşma/sarı-sendikalaşma, yoksullaşmaya paralel yaşandı.

Özetlemeye çalıştığım bu süreç Altın madenlerinde “vahşi madencilik/sömürge madenciliği” diye tanımlanan pratiği ortaya çıkardı. Çok basit bir şablonları var: önce ilgili kamu kurumları çalışmaz, hantal, zarar eden ve düzeltilemez olarak gösteriliyor. İtiraz eden meslek kuruluşları hain ilan ediliyor. Bunun için medya ve “popüler uzmanlar” kullanılıp raporlar yazılıp sempozyumlar düzenleniyor. Sermaye ve özel sektör kutsallaştırılıyor. Mevzuat değişiklikleri yapılıyor. Sonra aynı mekanizmalar falanca yerde “100 milyarlarca dolarlık altının” atıl vaziyette beklediğini, çıkarılırsa nasıl zenginleşeceğimizi propaganda ediyorlar. Yöre halkının istihdam edileceğini, çevreye zerre zararının olmayacağı anlatılıyor. Yörenin gazetecileri, bürokratları ödül gezilere götürülüyor. Güçlü siyasi figürler ortak ediliyor. Daha fizibilite aşamasında yeni konutlar inşa edilip, camilere, spor kulüplerine bağışlar yapılıyor. Böylece yerel itirazlar minimize ediliyor. İtiraz edenler davalarla yıldırılıyor, yok sayılıp meczuplaştırılıyor. Gerekirse rüşvetler veriliyor. Yetersiz kalınan yerde “güvenlik kuvvetleri” ve yargı devreye giriyor, tabiiki sermayenin yanında!

İliç emekçi ve eko-kırımına da aynen bu şablon hatta “suç yolu” (İnter Crimis) getirdi bizi. Bir avuç çevrecinin, yurtsever hukukçu ve mühendisin, gazetecinin görüp uyardığını, bu felakete engel olmak için örgütlenmiş bürokrasinin ve yargının görmemiş olması kabul edilemez. Kaldık ki 2022’deki siyanür sızması sonrası TMMOB, TBB, TTB gibi meslek örgütleri bu tehlikeye dikkat çekiyordu. O nedenle yaşanan bir “kaza değildir”, bir “toprak kayması” değildir. Vahşi madenciliğin “kırmızı pazartesidir.”

Tabii ki bir yazıya sığmayacak çok şey var. Ama yargının özellikle idari yargının bu vahşi madenciliğe karşı “sağlıklı bir çevrede yaşama” ve “yaşam hakkı” yerine iktidarın ajandasına göre hareket etmesi, cezasızlık gibi hususlar üzerinde ayrıca durulması gerek. Yıllardır bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışan Sedat Cezayirlioğlu’nun gözaltına alınması VeryansınTv gazetecilerinin sahaya sokulmaması bu tutumun göstergesi. Oysa Cezayirlioğlu, Av. İsmail Hakkı Atal, Yüksek Mühendis Cemalettin Küçük, ve Nihat Genç yıllardır bu tehlikeye dikkat çekip davalar açıyorlar, farkındalık yaratmaya çalışıyorlardı.

(II) - Yanlış iliklenen ilk düğme

İliç’te yaşanan devasa eko-kırım ve emekçi kırımına adım adım nasıl gelindiğine dair özet sayılabilecek önceki yazımdan devam ediyorum.

Aradan geçen sürede duyarlı gazeteciler, siyasetçiler, bilim adamları ve meslek örgütleri vahşi madenciliğin nasıl işlediğine dair birçok skandalı ve sömürü mekanizmasını açığa çıkardılar.

Özetleyecek olursak:

Bilimsel verilerin fay hattı haritalarını değiştirecek kadar eğilip büküldüğünü,

Yerel halka etik ve hukuk dışı sözleşmeler imzalatıldığını,

Yerli siyaset, bürokrasi, taşeron ve işbirlikçilerden oluşan bir yağma ağının kurulduğunu,

Ekonomiye katkı bir yana, onsu 182 $’a üretilen altının bize onsu 1900 $’a satıldığını ve tam bir “soygun” mekanizması olduğunu, (2023 yılında Türkiye 25,7 milyar $ altın ithal etti. Bu miktar cari açığın yaklaşık % 60 ‘ı demek)

Yığın liç alanıyla ilgili defalarca uyarı olmasına rağmen önlem alınmadığını,

Denetim, ÇED ve projelendirme süreçlerinin tamamen göstermelik olduğunu,

Yargının nerede ise etkisiz eleman konumunda olup sürece hukuki bir kılıf geçirmekten başka bir işlevinin kalmadığını,

Tam da bu kırımlar olmasın diye örgütlenmiş varlık nedenleri bu olan bakanlıkların ve bürokrasinin adeta bu yağma mekanizmasının koruyucusu olduğunu,

Ekolojik mücadelenin parlamento içi muhalefetin önceliği olmadığını, en azından etkili ve sonuç alıcı hamleler yapmaktan geri durulduğunu öğrenmiş olduk.

Her biri bırakın bakanları iktidarları yerinden edecek bu rezilliklerin sorumluları, şimdi kurtarıcı olarak ortaya çıkıyorlar.

Bu yaşananların güçlü bir madenlerin kamulaştırılması hareketine dönüştürülmesi gerek. Birincil görev tabii ki örgütlü yapılar ve siyasi partilerde.

∗∗

Gelelim yanlış iliklenen ilk düğmeye.

Türkiye etkin çevre mücadelesi ve siyanür gerçeği ile Bergama/Ovacık madeni sonrası tanıştı diyebiliriz. Hem köylüler hem de çevreciler fiili ve hukuki mücadele başlattılar. İdari yargıdaki süreç Danıştay’ın kararı doğrultusunda İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin 1997 yılında verdiği “…ÇED ve bilirkişi raporlarında da öngörülen olası risk faktörleriyle çalışan ve bu riskin gerçekleşmesi halinde doğrudan veya çevrenin bozulması ile dolaylı olarak insan yaşamını etkileyeceği kesin olan siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletilmesine izin verilmesi yolundaki dava konusu işlemde kamu yararına uygunluk bulunmamaktadır kararı ile son buldu. Daha doğrusu bulması gerekirdi. Bu karar nedeniyle hiçbir madene de izin verilmemeliydi. Ancak TÜBİTAK’tan risk kalmadı diye rapor alan Başbakanlık mahkeme kararını yok sayarak bir “prensip kararı” ile ilgili bakanlıklara, madenin önündeki engelin kaldırılması yönünde emir verdi. (Av. Arif Ali Çangı’nın notlarından özet)

Söz konusu maden propagandalar, yürütmeyi durdurma kararları, idari yargı eksenli hukuk mücadelesi ve yargı kararlarının uygulanmaması tartışmaları arasında faaliyetini sürdürmeye devam etti. 2005 yılında Koza-İpek Holding bünyesine geçtikten sonra bünyelerindeki ve hükümet kontrolündeki medya aracılığı ile hem Yargı hem de başta TMMOB olmak üzere maden karşı olanlara dönük kampanyalar başladı. Artık manşetleri “Odalara da reform şart”, “meslek odalarında saltanat”, “yargı vesayeti” gibi başlıklar süslüyordu. Geniş kesimlerin rızasını almak için de her gün yeni bir altın rezervi keşfedildiği, altının bizi nasıl zenginleştirileceği, direnenlerin dış güçlerle bağlantılı oldukları servis ediliyordu. Demokrat parti iktidarı ile başlayıp 12 Eylül ve Özal’la önü açılan sömürü/yağma düzeni AKP/Cemaat koalisyonunda tamamen “serbestleşmiş” oldu. 2010 Referandumu sonrası hukukun fethedilmesinin ana dinamiğinin de bu sömürüyü derinleştirmek olduğunu söyleyebiliriz.

∗∗

O süreci Demokrat Yargı adına yürüten Orhangazi Ertekin’in kitabından tekrar alıntılayayım: “...Bence bu seçim (2010 HSYK seçimi) çok önemli ve kritiktir. Bu HSYK, sadece yargı açısından belirleyici olmayacak, ekonomide de sonuçlar doğuracak. Geçmiş iktidarlar, bankaları, medyayı, büyük şirketleriyle bir yolsuzluk ekonomisi yarattı. Tüm bunlardan hesap sorulması gerekiyor. HSYK ele geçirildiğinde sadece Yargıtay ve Danıştay yeniden yapılanmayacak, hükümetin yürüttüğü siyaseti, özelleştirmeleri engelleyen güçler de devreden çıkacaklar. Bu nedenle bu seçimler çok önemlidir. Bundan sonraki seçimler nasıl olursa olsun kazanmak zorundayız.” Bu sözler HSYK seçimlerini kazanan ekipten bir kıdemli yargıca ait sözler!

Artık yargımız kamu yararını gözetmekten çok sermayeyi kollayan, iktidarın ajandasına göre pozisyon alan, meslek odalarını ve direnenleri bozguncu olarak gören bir yargılama kültürünü içselleştirmiş durumda.

Çok daha fazla detay yazılabilir ama bizi İliç eko-kırımı ve emekçi katliamına getiren sürecin idari yargı ve çevre mücadelesi anlamında yanlış iliklenen ilk düğmesi Bergama’dır diyebiliriz. Yıkım süreci hukuk devletinin geriletilmesi ve yargının fethedilmesi sürecine paralel işledi.

Sonraki yazımda ceza hukuku yönünden değerlendirmeye çalışacağım.

                                                             /././

(III) - Uyuşma ve Unut(tur)ma

13 Şubat 2024 tarihinde İliç/Çöpler Altın Madeni’nde meydana gelen emekçi ve çevre kırımının üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçti. Aradan geçen sürede siyanürlü toprak yığını altında kalan 9 emekçinin bedenlerine halen ulaşılamadı. Çevre bakanının “10 milyon metreküplük bir toprak kitlesi var. Bunu elimizde imkan olsa ve kaldırmaya kalksak 400.000 kamyona ihtiyacımız var” açıklaması göz önünde bulundurulursa yakın bir zamanda bedenlere ulaşılmasının “şansa” kaldığı anlaşılacaktır. Kaldı ki İ.Ü Akademisyenlerinin hazırladığı bilimsel rapor kayan siyanürlü toprağın 20 milyon tondan fazla olduğunu gösteriyor. Halen aramalarda 150 (evet yazıyla yüzelli!)civarında kamyonun kullanıldığı ve günde en fazla 70 bin ton toprağın taşındığına bakarak işin ne kadar “ciddiye” alındığını anlayabiliriz!

Aynı “ciddiyetin!” eko-kırım bakımından da gösterildiğine emin olabiliriz! Taşınan siyanür ve ağır metallerle yüklü toprak, zemin geçirgenliği konusunda yeterli önlemin alınmadığı anlaşılan bir mermer ocağına boşaltılıyor. Bu hızla gidilirse, zaten dere yatağı zeminine kaymış toprağın kirletici etkilerinin yeraltı sularına, Fırat’a ve HES Barajına ulaşması kaçınılmaz.

Özetle 13 Şubat günündeki durumla mukayese edildiğinde eko-kırım ve emekçi kırımı olanca ağırlığı ile orta yerde duruyor. Yazı başlığındaki benzetmeyle “upuzun bir kırmızı pazartesi” yaşanıyor.

Peki, ne oldu da özellikle siyasi gündemden düştü bu felaket. Aynen 13 Şubat öncesindeki gibi bir avuç çevreci, hukukçu ve yurtseverin çabalarına terkedildi. Yaşanan, örneklerini defalarca gördüğümüz “uyuşma ve unut(tur)ma” sürecidir. Vahşi/sömürge madenciliğin yağma düzenine dönük tepkiler ana akım siyasetin ve hukukun şefkatli göğsünde yumuşatılıp taca atıldı. Şefkat dediysem tabii ki sermayeye, hukuki ve siyasi sorumlulara dönük bir şefkat bu!

GERÇEK YÜZÜ AÇIĞA ÇIKACAK

Yerel seçim gündemi denilebilir. Oysa siyasallaştırılmış, kitleselleştirilmiş bir çevre hareketi ve kamulaştırma baskısı yerel seçimlerde de -özellikle artık genel seçim havasında gidilen koşullarda- muhalefeti güçlendirecektir. İdeolojik söylemini millilik/yerlilik safsatasına dayandırıp muhalefeti “dıj güçlere” bağlayan iktidar blokunun, yağmacı ve işbirlikçi gerçek yüzünü açığa çıkaracaktır.

Kuşkusuz bu “unut(tur)ma ve uyuşma” yerel seçim gündemi ile açıklanamaz. Öncelikle ana akım muhalif hareketler sermaye ile güncellenmiş ve sahici olarak, ideolojik/fiili bir hesaplaşmaya girmiyor, giremiyor. Kadroları da buna eğilimli değil.  Böyle olunca serinin ilk yazısında belirtmeye çalıştığım mekanizmaları kullanmakta mahir olan sermaye “muhalif” siyaseti parmağında oynatıyor. Bu konudaki eleştirilerime defalarca kez şu cevap verilmiştir: ama bize sermaye düşmanı derler!

Bir diğer gerekçe artık dilimize pelesenk olan “siyasetsizlik”. Partilerin karar vericilerinin kafalarında kurguladıkları muhayyel bir seçmeni referans alarak o seçmenin beklentilerine göre pozisyon almaları. Siyasetin dönüştürücü ve ikna edici fonksiyonunu göz ardı etmeleri. İliç örneğinde olduğu gibi insan sağlığını, çevreyi ve gıda güvenliğini ilgilendiren, bu haliyle her kimlikten yurttaşa ulaşılabilecek bir çevre mücadelesi siyasetin gündeminde üste taşınmıyor. “Alıcısı” yok diye düşünülüyor. Oysa verili güç ve çıkar ilişkileri başlı başına güçlü bir politik, ideolojik ve sınıfsal tutuma denk düşer. Bu alanı siyasetsizlikle boşalttığınızda mevcut ilişkileri yeniden üretirsiniz.

Bu kısmı uzattım. Söz verdiğim üzere İliç eko-kırımı ve emekçi kırımını ceza hukuku yönünden kısaca değerlendireyim. Öncelikle henüz soruşturmaya dair çok az şey bildiğimiz için tespitlerim kısa ve hukuken tartışmalı olacaktır.  9 madencinin yaşamını yitirmesi “birden fazla kişinin olası kastla öldürülmesi” suçunu (TCK 21/2, 81) oluşturur. Önceden yapılan uyarılar, şikâyetler, apaçık ihmaller göz önünde bulundurulduğunda “suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğinin öngörmesine rağmen” fiilin işlendiği anlaşılıyor. Bu suç TCK ya göre 20 yıldan 25 yıla kadar hapis cezasını gerektirmektedir. Her bir ölüm için ayrı ceza verilip verilmeyeceği ayrıca tartışılmalı. Soma davasında Yargıtay, ilk kararında olası kast ve her bir ölüm için ayrı cezalandırma yönünde karar vermiş ancak daha sonra Yargıtay Başsavcılığının itirazı zerine bilinçli taksir ve zincirleme suç hükümleri uygulanarak 12 yıl 6 aydan 20 yıla kadar cezalar vermişti.

YETER Kİ BU SARMALDAN ÇIKILSIN

Ayrıca genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması, çevrenin kasten kirletilmesi, görevi kötüye kullanma gibi suçlar da gündeme gelebilecektir.

Tam burada iki şeye dikkat çekmek isterim. Soruşturma nedeniyle tutuklanan 8 kişinin alt kademe çalışanlar olduğu anlaşılıyor. Özellikle sorumlu yöneticinin ABD’den dönmediği iddia ediliyor. Eğer böyle ise bu kadar vahim bir suçun sorumlusunun ABD’den iadesinin istenerek soruşturmaya dahil edilmesi gerekir. Gene Soma Davası’ndan örnek verecek olursak madeni işleten firmanın Yönetim Kurulu başkanı en ağır cezayı (20 yıl) almıştı. Ancak İliç’teki soruşturmaya yöneticilerin dahil edildiğine dair bir bilgi henüz kamu oyuna yansımadı.

Gene özellikle ÇED olumlu ve gerekli değil kararı veren, denetimleri ihmal eden kamu görevlileri de yargı önüne çıkarılmalıdır. İlgili bakanlar hakkında meclis harekete geçirilmeye çalışılmalıdır. Daha önce verilen takipsizlik kararları yeni elde edilen deliller çerçevesinde ele alınarak etkin ve adil bir soruşturma yürütülmeli. Cezasızlık pratiğinin İliç faciasını da yutmasına izin vermemek gerek.

Bunlar yapılır mı? Yapılması sağlanabilir. Yeter ki uyuşma ve unutma sarmalından çıkılsın.

(Birgün)


KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI -16 MART 2024-

 

Erdoğan'ın Van mitingi: Kentte hayat durduruldu (Kadir Cesur-duvaR)

Yerel seçime sayılı günler kala, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Van'da düzenlediği miting, kentte yaşamı durma noktasına getirdi.(https://www.gazeteduvar.com.tr/erdoganin-van-mitingi-kentte-hayat-durduruldu-haber-1676862)

Erdoğan'ın Van mitingindeki önlemlere tepki: Halk darbe girişimlerini andıran bir sabaha uyandı(Kadir Cesur-duvaR)

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Van mitingi öncesindeki güvenlik uygulamalarına DEM Parti Van İl Örgütü’nden tepki geldi: ‘Bugün Van halkı darbe girişimlerini andıran bir sabaha uyandı.’(https://www.gazeteduvar.com.tr/erdoganin-van-mitingindeki-onlemlere-tepki-van-halki-darbe-girisimlerini-andiran-bir-sabaha-uyandi-haber-1676871)

'Mal Allah’ın' demişti: Altınok arsa ve gayrimenkul zengini çıktı (duvaR)
                                            "S
ütte leke var, bende leke yok.”

"Mal bizim değil Allah’ın, hepsi Allah'ın, biz emanetçisiyiz" açıklaması gündem olan AK Parti Ankara adayı Turgut Altınok, sosyal medya hesabından mal varlığını açıkladı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/altinok-mal-varligini-acikladi-babadan-miras-haber-1676869)

BİSAM: Açlık sınırı 16 bin lirayı, yoksulluk sınırı 55 bin lirayı geçti (soL)
Dört kişilik bir aile için açlık sınırı 16 bin lirayı, yoksulluk sınırı ise 55 bin lirayı geçti. Tek başına yaşayan bir kişi içinse yoksulluk sınırı 25 bin lirayı aştı. (https://haber.sol.org.tr/haber/bisam-aclik-siniri-16-bin-lirayi-yoksulluk-siniri-55-bin-lirayi-gecti-391848)

Erdoğan'ın örtülü ödeneği 1 yılda 5 katına çıktı (soL)
Cumhurbaşkanlığı'nın gizli hizmet giderleri Şubat'ta 1,8 milyar lira ile rekor kırdı.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdoganin-ortulu-odenegi-1-yilda-5-katina-cikti-391854)

Erdoğan'ın koruma ordusunun giderleri katlandı: 1 günde 492 asgari ücret (soL)
Erdoğan’ın günlük korunma maliyeti 492 kişinin asgari ücretine denk gelerek yaklaşık 8 milyon 380 bin TL oldu. Koruma giderlerinin yıllara göre dağılımı: 2020: 263,1 milyon TL , 2021: 306 milyon TL, 2022: 526,1 milyon TL, 2023: 1 milyar 77,5 milyon TL.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdoganin-koruma-ordusunun-giderleri-katlandi-1-gunde-492-asgari-ucret-391878)

soL KÖŞEBAŞI - 16 MART 2024 -

Düzen cephesinde de seçim sadece seçim değil (Aydemir Güler)

Bu düzende seçim bir büyük ekonomidir. Bugün Türkiye’de hallice bir ilçe belediye başkan adaylığı birkaç on milyonluk bir metadır!

Seçime giderken havada, açıklanan ve açıklanmayan anketler uçuşur. Önce “kazanacak aday” belirlemek için anketler yapıldı, o geçti. Bu aralar, rekabetin parçası olarak düzenlenen manipülasyon anketleri ortalıkta.

Siz siz olun, öyle bir “araştırma haberi” görünce, gerçeğe yaklaştığınızı zannetmeyin. Anket, rekabetin parçası çünkü.

Yani, adaylardan birinin kazanacağına dair önden bir kamuoyu oluşturulabilirse, bu karşı tarafın motivasyonunu kıracak; burada gerçeğin ne olduğu değildir önemli olan. Veya yerine göre, örneğin anketlerin hiçbir biçimde kazanma şansı tanımadığı adaylar toplumun ilgi alanının kenarına itilebilecek, ana akımlardan olmayanların seslerini kısmak için gerekçe olacak. Ana muhalefet kıl payı kaybediyor gösteriliyorsa “aman denecek, oylar bölünmesin.”

Her şeyin alınıp satıldığı bir düzen, bu içinde yaşadığımız. Kamuoyu araştırmaları da öyle. Aday adayını “kazanacak aday” çıkartan anketin belli bir bedeli olur, haliyle. Belediye başkanlığını bir yatırım olarak düşünün. Aday adayı anketi de, yatırım sermayesinin bir kalemidir. Tabii işin içindekiler bu mekanizmaların iç yüzünü gayet iyi bildiklerinden, başka kalemler de olmak zorundadır. Düzen partilerinin genel merkezlerinde bu büyük piyasanın yönetildiği masalar kurulur…

Aday belirlenmesinden asıl seçim aşamasına geçildiğinde piyasa yeterince kızışmış olur. Kamuoyunu yönlendirme aleti olarak anket, bir meta olarak bu aşamada çok daha değerli hale gelir.

Elbette bir de, düzen partilerinin karargâhlarında saklanan ve gerçekten de seçim stratejilerini etkileyen anketler var. Ama sıradan insanlar bunlara ulaşamaz. Bu düzende, alınıp satılır mal olma kuralına karşı herhangi bir bağışıklığı olmayan “bilgi”, para ettiği yerde ortaya dökülür. Bilgi aydınlanmak, anlamak için değildir! Bilgi egemenlerin ayrıcalığıdır, para kazandırır. Halka karanlık veya aldatılmak kalır.

Seçim sadece seçim değildir, demiştik geçen hafta ve bizim için ne olduğunu konuşmuştuk. Bu düzende seçim bir büyük ekonomidir. Bugün Türkiye’de hallice bir ilçe belediye başkan adaylığı birkaç on milyonluk bir metadır!

Hani, seçim ekonomisi diye bir kavram vardır, seçim öncesi iktidarların popülist politikalar izlemesinden söz edilir ya. İşçiye, emekçiye verilen zammış, emekliye dağıtılan bahşişmiş, bunlar düzen partilerinin seçim pazarının ekonomik büyüklüğünün yanında devede kulak kalır!

Geçerken not edelim; konumuzun ticaret olduğunun alenen ilan edilmesini Erdoğan’a borçluyuz. Memleket idaresinin şirket yönetimine benzediği, iyi siyasetin “tüccar siyaset” olduğu, kayıtlara yıllar önce geçti. Ancak bu bir kez söylendi diye, hizmet lafının koca bir palavra olduğu, toplumun bilincine taşınmış olmuyor. Aslında, tüccar siyaset sloganının atılabilmiş olması da, kalabalıkların bunu duyunca bir şey yapmayacağına emin olduklarını gösteriyordu…

Kalabalık olmak beraberinde bilinci ve dolayısıyla bilinçli tepkiler vermeyi getirmiyor. Yalnızca örgütlü halk bunu yapabiliyor. Türkiye yeterince örgütlü değil. Hatta özetle söylenecekse örgütsüz!

Düzen partileri bunun sonsuz rahatlığıyla seçimi, basit bir görevlendirme mekanizması olmaktan çıkarıp, karmaşık bir piyasaya düşürmüş bulunuyorlar. Bu işleyişi, her zaman bir yerlerde var olan, ama istisnadan öteye geçmeyen “namuslular” değiştiremez. Onlar ya istisnadır, ya da fazlasıyla kuşatılmışlardır. Kaderleri çoğunlukla teslim olmak veya harcanmak veya etkisiz kılınmaktır. İşleyişi kırmak, genel olarak piyasacılığa, her şeyin alınıp satılabilirliğine karşı durmakla başlar. Ve ancak halkın örgütlenmesi tabloyu değiştirir.

Soyut bir şey değil bu. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de bir belediye bütün gelir ve giderlerini yazıp binasına asmıştı. Elbette bir komünist belediyeydi bunu yapan. Rastlantı değildi böyle olması. Şeffaflıksa, yani halktan saklayacak bir şey olmayacaksa, bu, ta 1848’de Komünist Manifesto’da yazıldığı gibi, “komünistler işçi sınıfından ayrı çıkarlara sahip olmadığı” için komünistlere ait bir özelliktir.

Soyut bir şey değildir ve örneğin ne yapıp ne yapmadığına duvarına asacak kadar güvenen birkaç belediyenin varlığı, piyasanın egemenliğin kırılmaya başlaması demektir. Bir dizi belediye meclisinde bütün gördüklerini halkla paylaşan komünist üyeler varsa yola çıkılmış demektir. Bunların gerçekleşmesi, olsa olsa halkın örgütlenmeye başlamasıyla mümkündür. Parayla alınıp satılamayacak bir şey varsa, o örgütlü halktır.

Peki, düzen partileri arasında fark yok mu? Elbette var. Ama beş parmağın birbirinden farklı olması, birlikte aynı elin işini gördükleri gerçeğini değiştirmiyor. İşin esası ise alıp satmak…

                                                              /././

Neden ABD kuyrukçuluğu: Almanya ve Türkiye (Erhan Nalçacı)

Emekçi halkımız adına söyleyelim, büyük kapitalist şirketler arasındaki bir paylaşım savaşına katılmayacağız. Türkiye’nin bir emperyalist savaşa dâhil olmasına izin vermeyeceğiz.

Bir süredir Türkiye dış politikasının ABD’ye yaklaşmasını izlemeye ve anlamaya çalışıyoruz.1 Geçenlerde kısa aralıklarla MİT Başkanı Kalın ve Dışişleri Bakanı Fidan’ın yaptığı resmi ABD ziyaretleri sonrası olası yol haritası çok daha netleşmiş oldu.

Ancak Türkiye sermaye sınıfı ve onun temsilcisi siyasetler, hatta AKP’nin kendisi dış politikada bütünlük göstermez, çelişkileri içinde barındırır. Sermaye sınıfı üyelerinin farklı yatırım alanları vardır ve çıkarları farklılaşır, siyasiler onları izler. Ayrıca emperyalist devletler siyasileri kendilerine bağlayacak müdahaleler yapar.

Bu nedenle şu anda direksiyonun ABD’ye kırılmasını temkinlilikle karşılıyoruz, son 10 yılda çok salınım oldu. Buna rağmen ABD’ye ve NATO’ya yanaşmanın birçok belirtisi hızlıca ortaya çıktı.

Ancak ortaya çıkan bu eğilimi Almanya’nın durumu ile karşılaştırırsak daha iyi anlaşılacak.

Şüphesiz Almanya ve Türkiye farklı gelişim çizgileri izleyen farklı ülkeler. Hatta Türkiye’nin 20. Yüzyılın ikinci yarısında Batı emperyalizmine Batı Almanya üzerinden bağlandığını söyleyebiliriz. İki ülke arasındaki tarihsel süreç farklılıklarının incelenmesi bu yazıya sığmaz. Bu nedenle emperyalist hegemonya krizinde ABD’nin kuyruğuna takılma konusundaki benzerliklerine bakalım sadece.

Batı Almanya 2. Dünya savaşından sonra ABD işgal bölgesinde kalmış, soğuk savaşın bütün kirini içermişti. Ancak Sovyetler Birliği çözüldükten sonra ABD’nin düzeltici emperyalist savaşlarına çoğunlukla çekingen kaldı. Irak, Suriye, Libya operasyonlarına katılmadı. ABD’nin itmesine rağmen askeri harcamalarını artırmadı ayrıca.

Yeni oluşan dünya dengeleri içinde Rusya ve Çin ile ticari ilişkiler kurdu. Özellikle bu sanayi devi ucuz enerji kaynağı olarak Rus doğalgazını kullanıyordu. Aşağıdaki haritada Rusya’dan doğrudan Almanya’ya doğalgaz taşıyan ve ortak yatırım olan Kuzey Akım Hatları görülüyor. Bu şekilde doğalgaz Almanya’daki istasyonlardan Avrupa’ya dağılacağı için Almanya’nın ayrıca yararınaydı.

Rusya’dan Almanya’ya doğalgaz taşıyan boru hatları olan Kuzey Akımı 1 ve 2 görülüyor. Eylül 2022’de ABD tarafından denizaltına yerleştirilen patlayıcılarla sabote edildi.

Almanya’da da sermaye ve uzantısı siyasiler Almanya’nın kendi için bir emperyalist güç olması ile ABD kuyruğunda bir emperyalist devlet olması arasında çelişki yaşıyorlardı.

Fakat sonra ne olduysa, ABD taraftarları galebe geldiler. Ukrayna kışkırtmasına ABD ile birlikte katıldılar. Rusya’dan gaz taşıyan boru hatları ABD veya uzantıları tarafından sabote edilerek bu yatırım ortadan kaldırıldığında bu aşağılanmayı sindirerek itiraz bile edemediler.

Almanya şimdi ABD’den gemilerle taşınan sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) alıyor. Enerjinin pahalanması ve doğal ekonomik saha içinde bulunduğu Rusya ile ticaretin kesilmesi nedeniyle ekonomik durgunluğa girdi.

Şimdi Türkiye’ye bakalım. 2008’den sonra Türkiye sermayesi NATO üyesi olarak kalmasına rağmen Rusya sermayesi ile ekonomik ilişkiler geliştirdi. Hatta Ukrayna savaşından sonra bile bu ilişkiler gelişmeye devam etti. İki ülke arasındaki ticaret hacmi arttı, yeni ekonomik projeler belirdi. Nükleer enerji yatırımları dışında aşağıda görülen boru hatları ile Türkiye görece ucuz olarak Rus doğalgazından yararlandı. Hatta Türk Akımı’na bağlı olarak Trakya’da Avrupa’ya doğalgaz sevkiyatı sağlayacak bir istasyon kurulması söz konusu oldu.

Avrupa sermayesi Avrupa’da ırkçılığa varan bir Rus düşmanlığı ile Çaykovski’nin eserlerinin bile çalınmasını engellerlerken bu yıl Türkiye’de aynı sezonda Şostakoviç’in 7. ve 5. Senfonilerini dinlemek mümkün oldu.

Şimdi ABD’de yapılan görüşmelerden Rusya’dan Türkiye’ye gelen doğalgaz yerine ABD’den Atlantik’i aşarak gelen ABD sıvılaştırılmış doğalgazının daha çok kullanılması, hatta buna dayalı Avrupa’ya bir dağıtım istasyonu kurulmasının söz konusu olduğunu anlıyoruz. Rusya tarafından inşa edilen nükleer santral yerine ise ABD yapımı küçük mobil reaktörler öneriliyor.

Haritada Türkiye’nin doğalgaz gereksinimi önemli ölçüde karşılayan ve ortak yatırım olan Rusya ve Türkiye arasında doğalgaz boru hatları görülüyor.

Almanya’nın ABD’de büyük yatırım alanları ve 200 milyar Avroya yaklaşan bir ticareti bulunuyor. ABD buradan Almanya sermayesini yakalamış olabilir. Ayrıca emperyalistler arasında dışa yansıtılmayan anlaşmalar, tehditler, öneriler olur. Ukrayna’nın kendisinin paylaşım savaşının konusu olduğu düşünülürse Almanya’ya pastadan büyük bir parça önermiş olmalılar.

Bir borç ödeme krizi yaşayan Türkiye’ye ise ticaret hacminin 30 milyar Dolardan 100 milyar Dolara yükseltilmesini öneriyorlar. Afrika’da güya IŞİD ve şeriatçı çetelere karşı birlikte savaşmayı teklif etmişler. Bu açıkça Afrika’da alan kaybettikleri Rusya ve Çin’e karşı ittifak teklifi anlamına geliyor. Afrika’nın paylaşım savaşında araç olarak kullandıkları Cihatçı çetelere karşı güya birlikte savaşacaklar.

Muhtemelen Ukrayna için de kayıt dışı teklifte bulunmuşlardır, “inşaat sektörü sizin” diye örneğin. Veya savaşı kaybetmiş bir Rusya’dan bir pasta dilimi.

Karadeniz güvenliği dedikleri şeyin Karadeniz dibine döşeli doğalgaz hatlarının sabotajını içeriyor olmalı.

Alman yüksek subaylarının Kırım Köprüsü’nü imha etmek için yaptıkları zihin egzersizi basına sızdı geçenlerde. Türkiye tarafında ise, o zaman MİT başkanıyken, “bahane arıyorsanız, karşı taraftan iki tane roket attırırım” diyen Fidan bulunuyor.

Dünyanın içinde bulunduğu ve barışın pamuk ipliğine bağlandığı bugünlerde bu gelişmeler kaygı uyandırıcı.

Emekçi halkımız adına söyleyelim, büyük kapitalist şirketler arasındaki bir paylaşım savaşına katılmayacağız. Türkiye’nin bir emperyalist savaşa dâhil olmasına izin vermeyeceğiz.

                                                                                  /././
Solun CHP’si (Orhan Gökdemir)
Sahadayız. Sahada iki heyula dolaşıyor. Düşmana korku salan ilki komünizm heyulasıdır. Hüzün verici ikincisi kurucu parti hayaletidir.

Sahadayız. Sahada iki heyula dolaşıyor. Düşmana korku salan ilki komünizm heyulasıdır. Hüzün verici ikincisi kurucu parti hayaletidir. Birincisi eşitlik fikrini düşürüldüğü yerden aldı, ayağa kaldırdı. Yüzü tartışmasız hayata, geleceğe dönüktür. İkincisi kurucusu olduğu laik cumhuriyet fikrini cami avlusuna bırakıp kaçtı, yıkıcı partinin bir eki-uzantısı haline geldi, geçmişte kalmış bir ölüden ibarettir. Doğal olan, sahada, yan yana değil karşı karşıya gelmeleridir. Sahanın, gördüklerimizin, özeti budur.

***

Kurucu parti dini siyasete alet etmekte AKP ile yarışıyor haliyle. Zavallı, artık acınası bir hayalettir. Belediye başkan adayları halka seccade ve “zikirmatik” dağıtıyor, öyle oy istiyor İstanbul’da. Ankara Keçiören’deki adayı, Nakşibendi şeyhi Abdülhakim Arvasi’nin mezarında verdi ilk fotoğrafını. Oradan Abdurrahim Karakoç üstadının mezarında aldı soluğu. Defne adayı Sezai Karakoç şiirleriyle duygulandırıyor seçmenlerini. Kurucu partinin yeni çıkış noktalarıdır.

Nakşi-Halidi şeyhi Abdülhakim Arvasi Menemen kalkışması sanığı. Bu cumhuriyet düşmanı şeyh, 1930’da, İzmir Menemen’deki gerici ayaklanma sonrası tutuklandı ve Divan-ı Harp'te yargılandı. Adaylardan birinin “şiirini” okuduğu gerici şair İlhan Selçuk’a sövdüğü, Hitler'i ve Usame bin Ladin’i övdüğü yazılarıyla hatırlanıyor. Sezai Karakoç’u soL’da yazdım, isteyen bulup bakabilir, özetle biraz şiir üzeri bol İslami dirilişten ibarettir.

Sahadaki münferit hadsizlikler değildir bunlar. NATO’cu, piyasacı, Amerikancı olanın tarikatçı, islamcı olması kaçınılmazdır. Hayaletin hayali olur mu? NATO’cu, piyasacı, Amerikancı, tarikatçı ve islamcı olanın solculuk iddiası ise imkansızdır.

CHP Grup Başkan vekili Gökhan Günaydın NATO’ya evet dedikleri günün ertesinde solculuk yapmaya kalkıştı mesela. Bir gün önce yaptığını unutup “Uğur Mumcu’yu anlamadan anmak anlamsızdır. Neden öldürüldü? Katilleri neden bulunamadı? Tuğlayı çektirmeyen Türk gladiosunu kim kurdurdu? NATO’nun yeşil kuşak projesinde görev alanların uluslararası bağlantıları nedir? Tüm bu çerçeveye karşı tutumumuz anlama düzeyimizi belirler!” dedi. Önüme düştü, “Partiniz dün NATO'ya onay verdi. Mumcu'nun katilleriyle neden iş tutuyorsunuz” dedim diye, beni kaderimle baş başa bırakıp evine kaçtı.

Uğur Mumcu’yu NATO beslemeleri öldürdü evet. Laik Cumhuriyeti de Nakşi-Halidi şeyhleri, islamcı şair taklitleri ve Amerikan donanmasının 6. filosunun bekçileri ile işbirliği yapan patronlar yıktı. Biliyoruz, NATO’culuk ve piyasacılık yıkım ekibinin alamet-i farikasıdır. Ve “sosyal demokrasi” de artık bu yıkım ekibinin parçasıdır.

Hakkını yemeyelim, “Kürt sosyal demokrasisi” de benzer bir yolculukta. Siirt’ten seslendiler birkaç gün önce, Şeyh Sait’in yanına Sad-i Nursi’yi eklediler. Akrabalık iddiaları var, üçüncü kuşaktan torunları oluyorlarmış.

Laikliği ve cumhuriyetçiliği cami avlusuna terk etmekten kastım bu. İlerici aydınlanmacı olandan vazgeçtiler, sırtlarını döndüler ışığa. Bunca yobazlığın arasında bir de sola sinyal vermelerinin sebebi ise sığınmak istedikleri sağda bir türlü kendilerine yer bulamamaları. Tayyiban rejiminin biçare sığınmacılarıdır.

***

Sahadayız, sahada iki heyula dolaşıyor. İlki baştan aşağı direniştir, ikincisi baştan aşağı teslim oluş.

Dün koşup cami açılışı yaptılar elbirliği ile. Dedi ki kurucu partinin görünüşteki başkanı, “Aylar önce Yılmaz hocam (Büyükerşen) bana, ‘Camiyle, namazla aran nasıl?’ diye sordu. Ben de ‘Bayram namazına giderim, cumaya giderim’ dedim. ‘Ramazan’ın ilk cumasını bana ayırır mısın?’ dedi. ‘Tabii dedim, ne yapacağız?’ ‘Bir cami açacağız, son olarak onu açıp Eskişehir’e 100. Yıl Camii’ni emanet edip, ondan sonra görevimi teslim edeceğim’ dedi. Şimdi oku yazan kapıdan içeri girip Ramazanımızın ilk Cuma namazını hocamızla birlikte kılacak olmanın huzuru ve mutluluğu içindeyiz. 100 yıl önce bu ülkeyi kurtaranlar bu ülkede Diyanet İşleri Başkanlığını kurdular. İlk Diyanet İşleri Başkanı dönemin Ankara Müftüsü Börekçi’dir… Atatürk, din ve devlet işleri birlikte doğru şekilde yürütülsün diye, insanların ibadet özgürlükleri, inanç özgürlükleri için Diyanet İşleri Başkanlığını kurduğunda ilk Diyanet İşleri Başkanlığı'na dönemin Ankara Müftüsü Börekçi hocamızı getirmişti. Hepsine Allah gani gani rahmet eylesin.”

Bunlar budur. Cumhuriyet bunlar için Diyanetten, camiden ve cemaatten ibarettir. Şurası artık açık, Diyanetle dini kontrol edemezsiniz. Cami açmakla laiklik arasında derin bir uçurum var. Din ve devlet işlerinin birlikte yürütülmesi imkansızdır. Tarikatlar varsa laiklik yoktur. İnanç özgürlüğü inanca özgürlük değil inançtan özgürlüktür. Diyanet’i kapatmadan laiklik imkansızdır. Ve cami üzerinden siyaset yapan her kimse tartışmasız gericidir, laiklik ve cumhuriyet düşmanıdır.

***

Peki saygı duyacağımız bir “davaları” var mı? Hatay’da aradılar taradılar Lütfü Savaş’tan daha iyisini bulamadılar. Atık AKP’lilerden daha iyisini bulamazlar, arayışları bu. Kurucu partinin gerçek başkanı da bir ANAP’lı sonuçta, Turgut Özal’ın siyasi soyundan geliyor. “Tilavet”le miting açıyor, makamına imam üfürüğü ile oturuyor. Cuma çıkışında basına açıklama yapıyor, türbede fotoğraf veriyor. Ayrıca hem patron hem patron-sever. Laikliği cami avlusuna bırakıp kaçan sermayenin “eko”su duyduğunuz.

Gelenin gideni arattığı bir düzenek bu. Sağcıları, dincileri, faşistleri bulup danışman yapmaktan ibaretti gidenin tek başarısı. Sol, taktik sanıyordu ama apaçık sağcılıktı. İşbirliği yaptığı sağcılar kadar sağcıydı; Karamolla kadar dinci, Akşener kadar ülkücü, Bebecan kadar piyasacı, Davutoğlu kadar İhvancıydı. Tek numarası vardı: Cumhuriyetçi ve laik halkımızı ülkeyi Tayyip Erdoğan’dan kendisinin kurtaracağına inandırması. Solun CHP’si işte bundan ibarettir.

İstanbul’da iki müteahhit, Ankara’da iki ülkücü yarışıyor şimdi. İzmir’e Cengiz’in adamını yerleştirdiler, tartışma başından bitti. Müteahhitlikten başka meslek, sermaye birikiminden başka birikim tanımıyorlar artık. AKP ile CHP arasındaki fark kapanmıştır. Sadece laikliği değil, laik cumhuriyetçi halkımızı da cami avlusuna bırakıp kaçtılar. Tayyiban rejimine teslim olmayan, direnen halkımızın çaresizliği bu.

Bunlardan medet umanlar kendini sol sanan güruhtan ibaret. Mahir Çayan’ın yerine Ekrem İmamoğlu’nu, Deniz Gezmiş yerine Özgür Özel’i yerleştirmişler, çıkmaz yollarda kurtuluş çaresi arıyorlar.

Dukalıklar dağıtıldı, uzlaşılar ayarlandı o sırada. CHP’nin kurucusu olduğu şeyden nefret edenlerin tamamı CHP listelerinden aday. Ankara’nın ülkücüsü kaybetmesin diye aday göstermeyen sol bile var.

Biliyoruz, tarihinin herhangi bir anında sola bulaşmışlar asla soldan emekli olmuyor. Onlar hep solcu, hep ilerici kalıyor. Eski solculuk, tuhaf bir meslek artık. Kahvehanede pişpirik oynarken bile en radikal tutumlarını takınmayı ihmal etmiyorlar; CHP’ye oy veriyorlar.

***

Sahadayız. Sahada iki heyula dolaşıyor. İkincisi kurucusu olduğu laik cumhuriyet fikrini cami avlusuna bırakıp kaçtı, yıkıcı partinin bir eki haline geldi, geçmişte kalmış bir ölüden ibaret. Bir de yüzünü onlara, arkasını gerçeğe dönenler var. Ölüdürler. Sahada gördüğümüz yürüyen ölüler koalisyonudur. Ölüler ölüye oy veriyor, ölüler birlikte geçmişe yürüyor.

Biz ise, sahada, yan yana değil karşı karşıyayız. Devrimciliğimizi, solculuğumuzu ölülere bakarak hizalıyoruz. Meslekten solcular, kaçkın kurucular rahatsızsa doğru yoldayız, biliyoruz.

(soL)

Ocak-Şubat dönemi bütçe verileri açıklandı: Dolaylı vergilerin payı düşmüyor…- Murat Batı / T24

 

Dolaylı vergilerin payı Ocak-Şubat döneminde yüzde 75,93; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 24,07 gerçekleşti. Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Şubat döneminde 304 milyar 517 milyon TL açık verdi.

Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2024 yılı Ocak-Şubat dönemi bütçe gerçekleşmelerini 15 Mart günü yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 59.63'ü KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır.

Dolaylı vergilerin payı Ocak-Şubat döneminde yüzde 75,93; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 24,07 gerçekleşti.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Şubat döneminde 304 milyar 517 milyon TL açık verdi.

Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.

2024 Şubat ayı bütçe gerçekleşmeleri

2024 yılı Şubat ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 689,9 milyar TL, bütçe gelirleri 536,1 milyar TL ve bütçe açığı 153,8 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 635,1 milyar TL ve faiz dışı açık ise 99 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Genel görünüm aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.

Aşağıdaki tabloda Şubat 2023 ile Şubat 2024 bütçe gerçekleşmeleri karşılaştırılmıştır.

* 7457 sayılı Kanunla eklenen ödenek ve gelir tahminleri dahil

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere merkezi yönetim bütçesi 2023 yılı Şubat ayında 170 milyar 560 milyon TL açık vermiş iken 2024 yılı Şubat ayında 153 milyar 798 milyon TL açık vermiştir. 2023 yılı Şubat ayında 136 milyar 337 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2024 yılı Şubat ayında 98 milyar 968 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2024 Ocak-Şubat dönemi bütçe giderleri

Merkezi yönetim bütçe giderleri Ocak-Şubat dönemi itibarıyla 1 trilyon 457 milyar 873 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Faiz harcamaları 175 milyar 923 milyon TL, faiz hariç harcamalar ise 1 trilyon 281 milyar 950 milyon TL olarak gerçekleşmiştir.

Merkezi yönetim bütçesi 2023 yılı Ocak-Şubat döneminde 202 milyar 802 milyon TL açık vermiş iken 2024 yılı Ocak-Şubat döneminde 304 milyar 517 milyon TL açık vermiştir.

2023 yılı Ocak-Şubat döneminde 147 milyar 220 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2024 yılı Ocak-Şubat döneminde 128 milyar 594 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2024 yılı Ocak-Şubat döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 105,1 oranında artarak 1 trilyon 457 milyar 873 milyon TL olarak gerçekleşmiştir.

2024 Ocak-Şubat dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri

Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Şubat dönemi itibarıyla 1 trilyon 153 milyar 356 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 923 milyar 492 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 183 milyar 336 milyon TL olmuştur. 

Aşağıdaki tabloda 2024 Ocak-Şubat dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.

 Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2024 Ocak-Şubat döneminde KDV ve ÖTV'nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 59,63; dolaylı vergilerin payı yüzde 75,93 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 24,07 olarak gerçekleşti.

Ocak-Şubat 2024 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması

2023 yılı Ocak-Şubat döneminde bütçe gelirleri 507 milyar 906 milyon TL iken 2024 yılının aynı döneminde yüzde 127,1 oranında artarak 1 trilyon 153 milyar 356 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 2024 yılı Ocak-Şubat dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 113,6 oranında artarak 923 milyar 492 milyon TL olmuştur.

Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında Ocak-Şubat 2024 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır.

Yukarıdaki tabloya göre 2024 Ocak-Şubat döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi konaklama vergisi, petrol ve doğalgazdan alınan ÖTV, BSMV, dahilde alınan KDV ile şans oyunları vergisidir. Petrolden ve doğalgazdan alınan ÖTV yüzde 317,4, şans oyunları vergisi yüzde 176 ve konaklama vergisi ise yüzde 333,4 oranında artmıştır. Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.

ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 113,2 oranında artmış.

Dâhilde alınan KDV yüzde 178,8; BSMV yüzde 182,7; harçlar yüzde 95; damga vergisi ise yüzde 86,4 oranında artmıştır.

Murat Batı / T24


15 Mart 2024 Cuma

KISA KISA GÜNDEM - 15 MART 2024 -

İmamoğlu'ndan Kurum'a: Kanal İstanbul yanlıştır dese, onu buraya gönderen kişi ağzının payını verecek (Birgün)
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, rakibi Murat Kurum'un Kanal İstanbul konusunda bir açıklama yapmamasına değindi ve "'Evet, destekliyorum, mutlaka yapılmalı’ da demiyor. ‘Hayır, asla yapılmamalı’ da demiyor. Eveliyor, geveliyor. ‘Destekliyorum, Kanal İstanbul mutlaka yapılmalı dese’; biliyor, millet ağzının payını verecek. ‘Kanal İstanbul yanlıştır, asla yapılmamalı’ dese; bu sefer onu buraya gönderen kişi, ağzının payını verecek. İşi zor o yüzden" dedi.(https://www.birgun.net/haber/imamoglu-ndan-kurum-a-kanal-istanbul-yanlistir-dese-onu-buraya-gonderen-kisi-agzinin-payini-verecek-514093)

 Önce saldırdılar sonra yargılattılar (İsmail Arı-Birgün)

                                                         
Uğurcan Özer, Uğur Celep

TİP üyesi Uğur Celep’i öldüresiye döven Kırklareli Ülkü Ocakları Başkanı Uğurcan Özer’in başında olduğu gruba dava dahi açılmadı. Hatta Ülkücüler darbettikleri Celep’e bir de Cumhurbaşkanı’na hakaret davası açtırdı.(https://www.birgun.net/haber/once-saldirdilar-sonra-yargilattilar-514090)

Yavaş: Mal beyanı açıklayın dedim, 'Hepsi Allah'a ait' dedi, geçti (Birgün)
ABB Başkanı Mansur Yavaş, AKP Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Adayı Turgut Altınok’un mal beyanı açıklamasıyla ilgili "En son 'Mallar bana ait değil hepsi Allah'a ait' dedi, geçti. Bütün dünya Allah'a ait, hüküm veren o. Ama ben her yerde şunu söyledim; Ben beş yıldır belediye başkanlığı yapıyorum. Hakkımda yüzlerce şikayet edildi. Hep böyle iftiralar, tweetler üzerine müfettiş geldi. Bugüne kadar o kadar inceleme yapıldı ve sonuçlandı ki daha bir tane personelim benim savcılığa gitmedi. Dolayısıyla böyle bir örnekten yola çıkarak hepiniz mal beyanınızı açıklayın dedim. Hala yok. Açıklayıncaya kadar devam edeceğim. Halk parasını kullandırdığı insanların bu parayı ne yaptığını görmeli” dedi.(https://www.birgun.net/haber/yavas-mal-beyani-aciklayin-dedim-hepsi-allah-a-ait-dedi-gecti-514063)

650 bin konut mümkün değil (İsmail Arı-Birgün)
Ali Kurt, İstanbul Yenileniyor projesi için 470 bin başvuru aldıklarını söyledi. (Fotoğraf: KİPTAŞ)

TOKİ’den daha fazla konut yaptıklarını belirten İBB’ye bağlı KİPTAŞ’ın Genel Müdürü Ali Kurt, “650 bin konut vaadi teknik olarak mümkün değil. Kurum, bakanken yapmadıklarını ‘şimdi yapacağım’ diyor” dedi.

Gaflarıyla gündemden düşmeyen Cumhur İttifakı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Adayı Murat Kurum’un vaatleri de tartışma konusu. TOKİ mağdurlarına evlerini teslim etmeyen Kurum’un “İBB Başkanı olması halinde 5 yılda 650 bin konut inşa edeceği” gibi çok sayıda vaadi var. Kurum bir yandan oy kazanmak için “Kanal İstanbul gündemimizde yok” derken bir yandan da Kanal İstanbul bölgesi için sessiz sedasız ihaleler düzenliyor.

Kurum’un eski çalışma arkadaşı da olan İBB İştiraki KİPTAŞ’ın Genel Müdürü Ali Kurt BirGün’e önemli açıklamalarda bulundu. Kurt, Kurum’un birçok vaadinin gerçekçi ve mümkün olmadığını vurgulayarak “Kurum’un karnesi ortada” dedi. Kurt, İstanbul’da TOKİ’den daha fazla konut yaptıklarını da söyledi.(https://www.birgun.net/haber/650-bin-konut-mumkun-degil-514114)

CHP’li Özgür Çelik’ten Murat Kurum’a: "Metro hattımız seçim vaadi olmuş" (Birgün)
Cumhur İttifakı'nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkan Adayı Murat Kurum'un dikkat çeken açıklamalarına bir yenisi eklendi. Kurum'un 5 yılda tamamlanacağı söylediği metro hattının halihazırda proje ve finansmanının hazır olduğu ancak yapımının engellendiği için başlanamadığı açıklandı.(https://www.birgun.net/haber/chpli-ozgur-celikten-murat-kuruma-metro-hattimiz-secim-vaadi-olmus-514069)