27 Mart 2024 Çarşamba

T24 KÖŞEBAŞI - 27 MART 2024 - (+ "Tutti Frutti"den Kızılcık Şerbeti'ne-Ayça Atikoğlu)

 

İstanbul seçimlerine yığınak (Çiğdem Toker)

Seçim yaklaştıkça her gün bir bakanı İstanbul'un bir köşesinde AKP adayı Murat Kurum'a oy isterken görüyoruz.

Yerel seçimlerde İstanbul seçimleri, birçok kilidin anahtarı niteliğinde. Sonuç, Türkiye'nin tamamını ve geleceğini etkileyecek. O nedenle İstanbul seçimi bu metropoldeki büyük mali, hukuki, doğal, coğrafi kaynakların kullanım "ruhsatı"nı tayin etmekle kalmayacak. Seçim sonucu, siyaset sahnesini de yeniden şekillendirecek. Siyasi aktörler, parti liderlikleri, rejimin geleceği ve hatta seçim takvimi bile yeniden tartışılmaya başlanacak.

Bu kadar çok farklı kırılımla sonuçlanacak bir seçimin, gerilim hatları üretmesi bir dereceye kadar normal kabul edilebilir. Ama sorun şu ki, uzun süredir normal, daha doğrusu koşulları, işleyişi normal olan, öngörülebilir, hukuk güvenliği sağlanmış bir ülkede yaşamıyoruz.

Tam da bu nedenle, iktidar, olanca devlet gücünü gayet rahat İstanbul'a yığıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, başta kendi yaptığı mitingler olmak üzere mali, siyasi ve personel kaynağını İstanbul'a yönlendiriyor. Seçim yaklaştıkça her gün bir bakanı İstanbul'un bir köşesinde AKP adayı Murat Kurum'a oy isterken görüyoruz.

"Kayıtsız bir razı oluş"

Ve aslında son derece anormal, olan bu durum, şarkıdaki gibi "kayıtsız bir razı oluş"la karşılaşıyor. Anayasa'ya hukuka seçim geleneklerine aykırı olduğu biline biline bu kabul edilemez durum kabul ediliyor.

Tabii büsbütün haksızlık etmeyelim. Yakınmalar ve serzenişler olmuyor değil. Ama işte o kadar. Yaptırım gücü olmayan, hüküm ifade etmeyen yakınmalar ve serzenişler. İktidarın sergilediği keyfiliğin yanında, bugün gösterilen tepki ve itiraz, durumu değiştirecek, frene bastıracak bir etki doğuramıyor.

AKP iktidarının, bu sınırsız gücü, aşama aşama ele geçirdiği, ele geçirirken bağlı medyasını, propaganda aygıtlarını inşa edip güçlendirdiği dönemlerde gerekli tepkinin itirazın yeterince güçlü gösterilmemiş olması ise bugünkü hükümsüzlüğün en önemli gerekçesini oluşturuyor.

 Buruk nostaljiden ötesi

Konuya dair yakınmaların başında İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın sahaya inmesi geliyor. Hatırlayalım, tıpkı pandemi döneminde kamuoyunu bilgilendirdiği için Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın övülmesi gibi, Yerlikaya'nın da göreve geldikten sonraki bazı ifade ve davranışları AKP muhalifi çevrelerde bile övgüyle karşılanmıştı. Bir bakanın sırf görevini yapıyor diye övülmesi olsa olsa memlekette çıtanın ne kadar aşağıya düşürüldüğünü gösterir, o kadar.

Ama işte abartılı her övgüde olduğu gibi yerine tam oturmayan bir şeylerin sezildiği durum kendi gerçeğine döndü.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Atatürk fotoğrafı önünde mesaj verdi diye Kurum'a destek istendiğinde ret mi edecekti? Etmedi ve bence bundan çok da hoşnut olmadığı yüzüne yansıyan fotoğraflar ve görüntüler veriyor.

Hâl böyleyken, şaibeli referandumla ortadan kaldırılan bir kuraldan özlemle bahsetmek, biraz acıklı oluyor.

Genel seçim öncesi İçişleri, Adalet ve Ulaştırma bakanlarının istifasını zorunlu kılan Anayasa maddesinden söz ediyorum. Buruk nostaljinin alemi yok. Bu kanun maddesi yıllardır yürürlükte değil. Mühürsüz zarflar YSK kararıyla geçerli kılınmıştı ya hani. İşte o halkoylamasında kabul edilen değişiklikle Anayasa'nın 114. Maddesinin 1. Fıkrası yürürlükten kalktı.

Yedi sene önce ilga edilmiş bir maddeden söz ediyoruz. Kaldı ki ilga edilmemiş olsa bile söz konusu olan genel seçimlerdi.

2017 şaibeli referandumu sonucuna bağlı olarak 2018 yılında geçilen partili Cumhurbaşkanlığı, Türkiye'de sistemi hallaç pamuğu gibi attı. O nedenle İçişleri bakanı da iner sahaya, Dışişleri Bakanı da, eski içişleri bakanı da. Kendileri pek gönüllü olmasalar ve isteksizlikleri yüzlerine yansısa bile yan yana geldiklerinde adları değil Bakanlar Kurulu, kabile bile olmayan bakanlar, Erdoğan ne derse ne isterse onu yapıyor.

Bütün mesele, hiçbir yerinde zerre kadar adalet olmayan bu sistemin sürüp sürmeyeceğinde düğümleniyor.

Adalet değil kemer sıkma

İktidarın adaleti sağlamak konusunda herhangi bir istek ve hedefi bulunmuyor. Enflasyonu, ağır mali tedbirlerle dar gelirlilerin daha büyük bedeller ödemesi pahasına düşürmek en önemli mesele. Erdoğan'ın enflasyonu kabul eden ama faili belirsizleştiren son söylemi bu rotanın son göstergesi oldu. "Önce enflasyonu kontrol altına almamız gerekiyor" diyen Erdoğan'ın "Bunu başaracak programa ve kararlılığa sahibiz.'' diye sürdürmesi ise Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'i seçim sonrası görevden alacağı söylentilerinin de dolaylı tekzibi gibi oldu.

Şimşek demişken... Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek'in  Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) ile deprem bölgesine 500 milyon Euroluk finansman desteği için attığı imzaya bir parantez açalım. EBRD daha önce yine 6 Şubat depremlerinden etkilenen bölgeler için 1,5 milyar euroluk finansman paket açıklamıştı.

Seçime günler kala atılan bu imza, uluslararası finansman ve kredi çevrelerinin Şimşek adına yönelik desteğin güçlü olduğunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yukarıda alıntıladığım konuşmasında istediği sabıra, seçmenlerin cevabını ise Pazar günü göreceğiz.

                                                               /././

Serveti vergile(yeme)mek (Binhan Elif Yılmaz)

Bu köşede dev çok uluslu şirketlerin vergilendirilmesiyle ilgili bir yazı dizisi hazırlamıştım. Uluslararası sermayenin daha fazla vergi dışı kalmasına göz yumulmaması için küresel asgari kurumlar vergisi çalışmaları hızlanmış durumda. Bir yandan da toplum vicdanında sermayenin vergilendirilerek aklanması gerek.

Tüm dünyada mali, ekonomik ve çevresel adaletsizlikler artarak devam ediyor. Küreselde pandemi sonrasındaki yeni servetin yaklaşık üçte ikisini en zengin yüzde 1'lik kesim elinde tutmaya başladı. Yoksulluk sona ermiyor, artıyor. Emek enflasyon altında ezilirken büyümeden aldığı pay sınırlı. Oxfam'ın araştırmasına göre dünyadaki en büyük şirketlerin sadece yüzde 1'inden daha azı çalışanlarına "yaşanabilir" bir ücret ödüyor. Diğer yüzde 99'unun böyle bir kaygısı var mı acaba?  

Ama küreselde vergi reformları sermayeyle, dev çok uluslu şirketlerle ilgili yapılmaya çalışılıyor. Madem süreç başladı, bundan sonra zenginler için de devamı gelse iyi olur. Zaten en zenginlerin arkasında, kârın ortaklarına aktarıldığı ve genellikle beklenti üstü (!) kâr elde eden bu dev şirketler var. Üstüne vergi teşvikleri, indirimleri ile önemli bir kazanç alanına sahipler.

Sonra bu zenginler çeşitli yollarla nüfuz da elde edebiliyor. Bu nüfuz arttıkça ihalelerden medyaya kadar pek çok köşe başı tutulabiliyor.

Çünkü sadece servet değil, nüfuz da birikir. Servet, sahibine gelir sağlarken ve gelecekteki işsizlik, hastalık risklerine karşı güven verirken, sosyal mevki, ün, kudret, ekonomik bağımsızlık sağlayarak özel bir ödeme gücünü temsil eder.

Vergide adaleti sağlamak için ödeme gücüne göre vergileme gerekli, servet de ödeme gücünün göstergesi olduğuna göre vergilendirilmesi doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.

Zaten servet vergilerinin amacı, fırsat eşitsizlikleri dolayısıyla toplumdaki bireyler arasında oluşan gelir ve servet dağılımındaki dengesizlikleri en aza indirmek değil mi? O nedenle serveti olan ile olmayanı bu vergiyle birbirinden ayırmak gerekiyor. Emlak vergisi bir emlaka sahip olan ile olmayanı, ya da motorlu taşıtlar vergisi ona sahip olan (sahip olabilme gücüne sahip olan) ile olmayanı birbirinden ayırabiliyor örneğin. Ancak gelir ve servet dağılımında adaletsizliği en az indirecek servet vergisinde servetin tanımında sorun yaşıyoruz. Çünkü ülkemizde devlet hâlâ somut, gözle görülen servet unsurlarını vergilemeye çalışıyor.

Türkiye'de servet vergileri dört adet; Emlak Vergisi (EV), Değerli Konut Vergisi (DKV), Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) ve Veraset ve İntikal Vergisi (VİV). Bu vergilerin konuları gayrimenkul (EV ve DKV), motorlu taşıt (MTV) ve servetin ölüm ya da yaşayanlar arası karşılıksız intikaline (VİV) dayanıyor.

Oysa servet tanımına, her türlü taşınır taşınmaz mallar ile para ve alacaklar dahildir ve zaten servet kişinin beli bir anda sahip olduğu ekonomik değerlerin tümüdür. Her birinin fiyatı vardır ve mübadeleye de elverişlidir.  

Ancak Türkiye'de servetin tanımı oldukça dar. Bir çok ülkede mevduat vb de servet olarak tanımlanıyor. Bizdeki tanım eksikliği vergide adalet arayışını tetikleyen ana unsurlardan biri. Servet vergilerinin sık sık gündeme gelmesi, yeni bir servet vergisine umut bağlanması hem mevcut kamu giderlerinin dağılımından ve israfından, hem de vergilerin gelir/servetin adil dağılımındaki rolünden hoşnut olunmadığını gösteriyor.

Uygulamadaki servet vergilerinin gelir ve servet dağılımı üzerindeki etkisi, tüm servet unsurlarının hangi gelir grupları arasında dağıldığı ile ilgili. İşte aslında toplum vicdanını rahatsız eden nokta da burası.

Servet edinimiyle artan nüfuz, üretim faktörü sahipliklerinde giderek derinleşen adaletsizlikler ekonomi politikalarının etkisiyle de büyüdü. Düşük faiz politikasıyla uygulanırken kredi çekerek döviz ve altına yönelenler tasarruf ve servet sahibi oldular. Aynı dönemde düşük gelir düzeyindekiler, yoksullar bu politikanın sonucunda ortaya çıkan enflasyonun altında ezildi. Üstelik yaşanan dolarizasyon sonucu kur yükselişinin önüne geçilmesi için yaratılan KKM'nin getirisinden bile gelir vergisi alınmadı. O nedenle hem vergide adaletsizliğin göstergesi dolaylı vergilerin vergi sistemindeki hakimiyeti, hem de böyle bir zenginleşme ve kâr akımının da tetiklediği enflasyonla devam ediyoruz.

Mevcut servet vergilerine ek yeni bir servet vergisi ihdas edilmesi kıymetli meslektaşım Prof.Dr. Murat Batı'nın dünkü yazısında açıkladığı gibi Anayasa'nın 2. (sosyal hukuk devleti), 10. (eşitlik), 13. (ölçülülük) ve 35. (mülkiyet hakkının ihlali) maddelerine aykırılık teşkil edecek. Ayrıca yeni servet vergisi vergi sistemine dahil olsa da bu vergilerin gelirlerinin örneğin deprem harcamalarına, sosyal transferlere vb tahsis edilmesi 5018 sayılı KMYKK m.13/g'ye göre mümkün değil. Bu durumda gerçekleşmeyecek olan; bir Robin Hood vergisi gibi zenginden alıp yoksula vermek.  

Yeni servet vergisine kadar öncelikle gelir ve kurumlar vergisinde reform ile işe başlanmalı. Gelir-Kurumlar Vergisi beyannamelerinde görülmeyen ve servetin oluşumuna katkı sağlayan gelir kayıt ve kontrol altına alınabilir. Servet vergisi ile gelir getirmediğinden dolayı Gelir-Kurumlar vergisiyle kavranamayan servet unsurları kavranabilir.

Aslında Veraset ve İntikal Vergisi uygulaması, karar alıcılara yol gösterici niteliğe sahip. Bu vergiler "birbirini telafi eden", "takip ve kontrol eden vergiler"dir. Şöyle ki Veraset ve İntikal Vergisi, içinde iki vergiyi barındırıyor. İlki veraset sonucu ortaya çıkan ikincisi yaşayanlar arası gerçekleştirilen servetin karşılıksız intikali, vergilendirmeye yönelik. Veraset vergileri yalnız başına uygulandığı durumda servetin intikali yaşayanlar arasında bağış yoluyla gerçekleştirilebilir. Bunun için yaşayanlar arası bağış yoluyla gerçekleştirilen karşılıksız intikaller de bu vergi kapsamındadır.

Türkiye de servet vergileri, servet üzerinden ve servet transferinden alınıyor. Ayrıca servet vergileri servet artışından da alınır. Serveti oluşturan unsurda sahibinin hiçbir kişisel emeği olmadan meydana gelen artışlar vergilendirilir. Almanya'da Birinci Dünya Savaşı'ndaki servet artış vergisi uygulaması var, hatta olağanüstü servet vergisi olarak da bilinir. Oysa Türkiye'de bu kapsamda Gayrimenkul Kıymet Artışı Vergisi uygunladı. Servet unsurlarından sadece biri olan gayrimenkulün değerindeki artışı vergilemek için yürürlükteydi. Hatta uygulanırken olağanüstü bir durum da yoktu. Ancak o vergi neoklasik ekonomi politikalarının vergi sistemini değiştiren, sermayeyi daha hafif vergileyen özelliği sonucu 1985 yılında kaldırıldı.

Dostoyevski'nin dediği gibi; "parasız düşünür, ama paralı iki misli düşünür".

                                                           /././

Erdemoğlu’nun önerdiği servet vergisi kimleri hedefliyor? (Mustafa Durmuş)
                                 
Erdemoğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu

Süper zengin Erdemoğlu’nun önerileri, depremin ve krizin faturasının halka kesilmesidir, halka kemer sıktırmaktır.

Türkiye’nin en büyük holdinglerinden olan Erdemoğlu Holding’in yönetim kurulu başkanı İbrahim Erdemoğlu’nun, Ekonomim Gazetesi’nden Vahap Munyar’a konuşurken, özellikle de yaptığı servet vergisi önerisi çok dikkat çekti.

Birçok insan bazı Batı ülkelerinin dolar milyarderlerinden böyle önerilere, özellikle de Covid-19’dan bu yana, alışkın ama Türkiye’de ilk kez böyle bir şey süper zengin biri tarafından dillendiriliyor. Acaba süper zenginimiz, sınıf olarak kendilerinin de ellerini taşın altına sokmalarını öneriyor?

Dünya’daki en zengin 500 kişiden biri

Erdemoğlu, Forbes’in her yıl açıkladığı dünyadaki en zengin 500 kişi arasında 497’nci sırada yer alan tek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Öyle ki dergide, 2023 yılındaki net servetinin değeri 5,3 milyar dolar olarak yer alıyor. (1)

İbrahim Erdemoğlu, kardeşi Ali Erdemoğlu ile birlikte, halı üretiminde kullanılan malzemelerin en büyük üreticilerinden biri olan SASA Polyester'in yüzde 75’inden fazlasına sahip. SASA’nın ise Koch Industries’in kimyasallar, polimerler, kumaşlar ve elyaflar üreten bir yan kuruluşu olan Invista ile 935 milyon dolarlık bir lisans ve teknik hizmet anlaşması var.

Servet büyük ölçüde halka arzlardan

Erdemoğlu kardeşler SASA'nın yüzde 51’ini, 2015 yılında, 102 milyon dolara satın almışlar ve sonrasında halka arzlar yoluyla şirketin hisselerinin değerini inanılmaz bir biçimde büyüterek bugünkü serveti yaratmışlar. Yani sadece 8 yıla sığan bu süper zenginliğin arkasında büyük ölçüde borsadaki halka arzlar var.

Holding aynı zamanda, iki özel şirket olan Merinos Halı ve Dinarsu Halı’yı da bünyesinde tutuyor. Öyle ki bugün Erdemoğlu Holding, Türkiye ve Rusya'da 8 lokasyondaki üretim tesisleriyle dünyanın en büyük halı üreticilerinden birisi.

“6 milyon TL’nin üzerinde varlığı olan herkes servet vergisi ödesin!”

İbrahim Erdemoğlu, Munyar’la görüşmesinde, "6 Şubat depremlerinin neden olduğu büyük bütçe açıklarını telafi edebilmek ve İstanbul’daki kentsel dönüşümü fonlamak üzere tek seferlik bir servet vergisinin alınmasını" öneriyor.

Ona göre, toplam servetinin değeri 6 milyon TL’nin üzerinde olan herkesten yüzde 1-2 oranında ve bir kerelik olmak üzere, bir servet vergisi -24 ay veya 36 ay taksitlerle, alınabilir. Servet (varlık) hesaplamasına, arsadan bina ve konuta, şirketten hisse senedine, tahvil ve bankadaki mevduata kadar her şeyin dâhil edilebilir.

Erdemoğlu’na göre, bu şekilde toplanacak 150 milyar dolarlık bir fon, merkezi yönetim bütçesi dışında, şeffaf, denetime tabi ayrı bir fonda tutulsun. (Meclis denetiminden kaçırılan bu para şeffaf biçimde nasıl kullanılabilir?) Bunun 50 milyar doları 6 Şubat depremlerinin zarar verdiği 11 kente (-ki bunların arasında Erdemoğlu’nun memleketi olan Adıyaman da var) harcansın. 100 milyar doları da başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgesi’nin kentsel dönüşümü için kullanılsın. (2)

Erdemoğlu’nun yanlış bildikleri ya da söyledikleri

Öncelikle, Erdemoğlu kamudaki istihdam sayısının ciddi olarak azaltılması da dâhil olmak üzere,  4-5 yıl boyunca kemer sıkma politikalarının hayata geçirilmesini savunuyor.  Ona göre "Hepimiz aynı gemideyiz", o yüzden de mealen, kamu emekçileri işsiz kalarak, servet sahipleri de servet vergisi ödeyerek fedakârlık yapmalı.

"Kamuda istihdam edilen sayısı çok mudur, neden çoktur ve bunun ne kadarı son yıllardaki güvenlikçi, militarist ve siyasal İslamcı politikalara uygun olarak alınan üniformalı istihdamdan oluşuyor?" gibi soruları irdelemeden, kamusal istihdam bir kambur olarak niteleniyor ve işsizliğe davetiye çıkartılıyor.

Ayrıca Erdemoğlu, kamucu sosyal güvenlik sistemine de karşı çıkıyor ve  “Dünyada birçok ülkede 4 çalışana karşı 1 emekli, bizde ise 1,6-1,7 çalışana karşılık 1 emekli olduğunu” ileri sürüyor. Bunun da SGK açıkları yüzünden bütçe açığına yol açtığını söylüyor.

Oysa DİSK-AR’ın yenilerde yayımlanan bir araştırmasına göre, Avrupa ülkelerinde ortalama aktif/pasif oranı 1,6 düzeyinde. Fransa, Polonya, İtalya, Belçika, Finlandiya gibi ülkelerde aktif/pasif oranı Avrupa ortalamasının altında. Türkiye'de aktif-pasif oranı ise 2021’de 1,9 (2023’te bu oran 1,7’ye geriledi.) (3)

Yani Türkiye’deki aktif/pasif oranı Avrupa’dakinden daha küçük değil, eğer bu bir sorunsa, her yerde sorundur, sadece Türkiye’de değil.

Ayrıca SGK açıklarını kapatmak hatta sosyal güvenlik sistemini güçlendirmek için mevcut durumda "vergi harcamaları" adı altında, yüzde 70’i sermaye kesimi ve zenginlerden muafiyet, istisna ve indirim adları altında alınmayan 2,2 trilyon liralık verginin toplanması yeterli olur. Sırf bu açıklar için servet vergisi almaya gerek yok.

Sermayenin vicdanı mı sızlıyor?

İkincisi, servet vergisi önerisi ilk bakışta bazı Batı ülkelerindeki bir kısım zenginlerin servet vergisi alınması yönündeki açıklamalarına benzer bir açıklama gibi gözüküyor.

Hatta bu açıklamayı, "vicdan ve sorumluluk sahibi zenginlerimizin ellerini taşın altına sokmaya hazır oldukları" biçiminde yorumlayanlar da -başta V. Munyar olmak üzere- var. 

Servet vergisi adı altında halkın elinde kalan son varlıklarına mı göz dikiliyor?

Ancak, bu öneri adil gibi gözükse de, birincisi servet vergisinin eşiğinin 6 milyon TL’den başlatılması, ikincisi bu parayla ülkenin kaymağını yiyen inşaat sektörünün büyük şirketlerinin fonlanacak olması, önerinin ilericiliğinin aksine, gerici ve emekçi karşıtı karakterini ortaya koyuyor.

Öncelikle, vergiye esas olacak servetin hesabına menkul ve gayrimenkul her şey dâhil ediliyor. Ancak bugün büyük kentlerde ortalama bir konutun değeri 6 milyon TL’yi zaten buluyor. Bu da elinde konutundan başka serveti olmayan örneğin bir emekli memurun servet vergisi ödemek zorunda kalacağı demektir.

Oysa servet vergisi, dünyadaki uygulamasına bakıldığında, genellikle aşırı yükseklikte serveti olanlardan alınan ve mükellef tabanı dar bir vergidir. Yani gelir vergisi ya da tüketim vergisi gibi geniş tabana yayılabilecek bir vergi değildir.

Erdemoğlu, önerisiyle aslında nesnel olarak dünyada tartışılan servet vergisinin ülkede uygulanmasının önünü kesiyor zira niyetinden bağımsız bir biçimde, onu korkutucu bir şey olarak gösteriyor.

Eşit oranda vergi almak adaleti sağlamaya yetmez

Keza, verginin tek seferlik ve tek bir orandan alınması da, her ne kadar "Herkes eşit oranda ödeyeceğinden adaletli olur" algısı yaratsa da, doğru değil.

Zira örneğin 6 milyon TL serveti olan bir kişinin bunun üzerinden ödeyeceği 60-120 bin TL’lik bir vergi, büyük servet sahipleri açısından çok önemsiz bir miktar iken, bir memur ya da işçi emeklisi ya da halihazırda bir çalışan ya da küçük esnaf konumundaki konut sahibi için ciddi bir maliyettir, ağır bir mali yüktür.

Bu nedenle de, doğrusu servet vergisinin, başlangıçta, sadece finansal servetlerle -örneğin bankadaki mevduat- sınırlı tutulması ve vergi eşiğinin 1 milyon dolardan -yaklaşık 33 milyon TL- başlatılmasıdır. Ayrıca bu verginin tek seferlik değil, her yıl ve matrah arttıkça artan oranda, yani artan oranlı bir tarife ile alınması vergilemede adalet açısından daha uygundur.

Böylece örneğin, bankada 1-5 milyon dolar karşılığı TL mevduatı olanlardan yüzde 3, 5-10 milyon dolar karşılığı TL mevduatı olanlardan yüzde 5, 10-50 milyon dolar karşılığı TL mevduatı olanlardan yüzde 7 ve 100 milyon dolardan fazla TL mevduatı karşılığı olanlardan yüzde 10 vergi alınması gibi bir uygulama söz konusu olabilir.

Özetle, süper zengin Erdemoğlu’nun önerileri, depremin ve krizin faturasının halka kesilmesidir, halka kemer sıktırmaktır. Önerdiği sözde servet vergisi ise gerçek bir servet vergisi değildir, çalışan sınıfların ve bazı emeklilerin -örneğin ev sahibi olanlarının- varlıklarına, birikimlerine göz diken, diğer taraftan süper zenginlerin servetlerinin dikkatlerden kaçırılmasına hizmet eden bir vergidir.

Dip notlar:

https://www.forbes.com/profile/ibrahim-erdemoglu/?list=billionaires (25 Mart 2024)

https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/yuzde-1-servet-vergisi-gelsin-150-milyar-dolar-deprem-kaynagi-yaratilsin (25 Mart 2024)

DİSK-AR, “Avrupa’da ve Türkiye’de Emeklilerin Durumu”, https://arastirma.disk.org.tr (23 Mart 2024).

                                                           /././

"Tutti Frutti"den Kızılcık Şerbeti'ne(Ayça Atikoğlu)

Diğer her şey hayatın olağan seyrine uygunmuş gibi, laikçi görünümlü siyasal İslam propagandası pompalanıyor, diye isyan eden edene.
Hiçbir şey bize gerçekten yabancı değil, her şey birbirine bağlı ve bizi ilgilendiriyor. Biliyoruz ama hâlâ anlamakta zorlanıyoruz. Bu yüzden kendimizi kendimizden daha büyük ve gördüğümüzden daha derin bir şeyin parçası olarak tanımak, tamamlamak gibi bir durum var ve anlamlandırmak…

Amarcord, Fellini'nin 1973 yılında çektiği en sevilen filmlerinden biridir. Rimini lehçesinde hatırlamak anlamına gelir. Film bizde ancak 1981 yılında gösterilmişti ve hayatımıza unutulmaz karakterler katmıştı. Ağacın tepesine çıkıp "Kadın istirem" diye bağıran kuzen gibi, faşizmin sinsice yükselişi gibi, bize görsel bir şölen olarak sunulan tavus kuşu gibi. O yıllarda yerli/yabancı nice sinema yazarı tavus kuşu üzerine tonla yorum yaptıktan sonra Federico Fellini bir söyleşide: "Tavus kuşunu göstermemin söylenenler ile hiç ilgisi yok. Hiçbir şey düşünmedim, sadece renklerini sevdiğim için koydum" deyivermişti.

Bu durum kulağıma küpe oldu, anlam yüklerken bir durup yutkundum.

Televizyon dizilerini de bu bakış açısıyla izliyorum. Dualiteye düşmeden, bir karakteri dost diğerini düşman bellemeden, gereğinden fazla anlam yükleyip niyet okumadan. Sıkılmadan izleyebiliyorsam ne âlâ. Bazen de bir dizi dram olarak başlayıp komediye dönüşebiliyor. Bakınız'Kızılcık Şerbeti. Kızının mütedeyyin bir aileye gelin gitmesi üzerine ortalığı kasıp kavuran laisist Kivılcım'ın gönlü bir süre sonra dini bütün Ömer'e kaydı. Hadi oldu diyelim. Ömer hoş adam. Derken bir başka zengin Ertuğrul ile ortak yönleri olduğunu anladı ve dini yaşam biçimi olarak seçmiş adam ile yakınlaştı. Derken aykırı, vurdum duymaz Alev hiç olmayacak şekilde namazında niyazında dede Apo'ya aşık oldu. Yetmedi evin 18'indeki modern küçük kızı evli iki çocuklu adama gönül verip başını kapayıp kuma oldu. Dahası çılgın TV patronu Rüzgar türbanlı, evli Nursema'ya takıldı kaldı. Başı kıçı açık, Türkçesi bozuk, cep telefonuna yapışık yaşayan kızların ne kadar boş olduğunu anladı.

Dizide bir tek anneanne kaldı İslamcı'ya gönlü kaymayan, kendi ahlak ve yaşam düzeyinde tutarlılığı süregelen. Kızılcık Şerbeti'nde İslamcı erkeklerin hepsi zengin iş adamları, devasa konaklarda oturuyor, muhteşem binalarda çalışıyorlar, İslamcı olmayan sıradan faniler ise parasız ve ayıptır söylemesi biraz ezikler. Şimdi kadınlar güçlü paralı İslamcılara şeytmesinler de ne yapsınlar…

Sosyal medyada epeydir Kızıl Goncalar ve Kızılcık Şerbeti gibi AB düzeyinde reytingi yüksek dizilerdeki söylemlere yönelik tepki var. Seküler kesimi ülkeden kopuk, cahil, evde topuklu pabuçlarla gezen, işi gücü yokmuş gibi kanepede uzun uzun fotoğraflara bakan, hedonist tiplemelerle canlandırmaları izleyiciyi rahatsız etmeye başladı.

 Kızıl Goncalar'da doktorun haylaz kızının bilge Cüneyt 'e:

- Bir şey ısmarlayayım. Çay kahve?

- Ramazan…

- Ramazan kim?

Muhabbeti "tostumu yedim" gibi magazin klasikleri arasındaki yerini aldı bile.

Diğer her şey hayatın olağan seyrine uygunmuş gibi, laikçi görünümlü siyasal İslam propagandası pompalanıyor, diye isyan eden edene.

Öte yandan İslamcı kesimde rahatsız olanlar da var. "Fetocu Necati Şahin (Kızıl Goncalar'ın senaristi) dindar ailelerin bağnazlık ve cahillik ile tasvir edildiği iki dizinin de yapımcısı Faruk Turgut ile çalışıyor. Toplumsal ayrışmayı körükleyen ve dindarları uç örneklerle düşmanlaştıran iki dizi gerçeklikten uzak sahneleriyle tepki topluyor. Oysa Şahin yıllar önce dini ve dindarlığı savunmuştu. Aynı senarist Fethullahçı Terör Örgütü'nün propaganda filmi Selam'ın da senaristliğini yapmıştı" falan diye…

Hâl böyle iken olayın sosyolojisine de zoom yapılılıyor doğal olarak. Nevşin Mengü'nün Youtube kanalından Orhan Şener Deliormanlı ile yaptığı söyleşiyi kayda değerdi. Deliormanlı bilinçaltının dışavurumuna ve hidayet romanlarına gönderme yapan geleneğe dikkat çekiyor, kız İslamcı çocuğa aşık olur, bataklıktan kurtarılır, Kara Murat kaleyi fetheder prensesle de yatar...

Deliormanlı'nın altını çizdiği esas önemli mesele ise; 15 Temmuz sonrası "Bunların karıları bize helaldir", "Yeni bir Türkiye kuruluyor siz eskisiniz, defolun gidin" gibi söylemler ve geçtiğimiz günlerde Fahrettin Altun'un '"Siyasi hegemonyanızı bitirdik, kültürel hegemonyanızı da bitireceğiz" salvosu.

Kızıl Goncalar'da Sadi Efendi geçen hafta "Bizi nasıl kabul etmezler, biz bu milletin harcıyız" diyordu. Deliorman da haklı olarak soruyor: Bu tarikatlar yerli ve milli mi?

Diyeceğim şu ki AB grubu ağırlıklı olarak seküler takım zaten. Türkiye Raporu'nun geçen yıl yaptığı bir araştırma yüzde 80 oranlarında tarafların kendi kanallarına kilitli olduklarını ortaya koyuyordu. Yani kimse birbirini izlemiyor, dinlemiyor. Ne kötü, kendi kendimize konuşuyoruz.

Berkun Oya'nın Netflix'te gösterilen "Bir Avuç Alkış"ını da zaten darbe yemiş, dibe vurmuş orta sınıfı hicvetmekle suçlayanlar var. Proje çocuk iflas etti diyen de... Ben ise reenkarnasyon ile ilgili bir dizi izlediğimi düşünüyorum. Annesinin şehirli kaygılarından dolayı dünyaya gelmek istemeyen bir bebek, geldikten sonra da amaçsız, kırgın, uyumsuz bir çocuk olur, annelerin hamile iken bir bankta otururlarken karındaş yan komşusu bebeğin kafası ise nettir. Başarmak, aşmak ister. Başarır da. Bizimki ise sonunda Budist görünümlü (portakal rengi giysiler) Hint fakiri olur çıkar.

Zavallı anne, değil proje yapmak sıradan bir evlada sahip olamamanın dramı içinde kahrolur. Karşımızda proje yapan değil hüsrana uğramış bir anne var yani. Kaldı ki bu Berkun Oya'nın ütopik bir canlandırması değil. Tüm dünyada çok yaygın ve gerçek bir dram amaçsız nesiller...

Derdim yeni saptamalar yapmak değil, izlediklerimize günlük siyasi pencereden bakarak bütünsel bir değerlendirme yapılabilir mi diye sormak.

Sonuçta belgesel izlemiyoruz. Senaristin aslına sadık kalmak gibi bir sorumluluğu yok. Dolayısıyla bizim de seyirlik bir şeyi senaristten daha fazla ciddiye alma gibi bir sorumluluğumuz olmayabilir.

Ülkedeki kandırılma korkusu, izleyicinin ortalama bir zekâya sahip olmadığına kadar götürüyor insanları.

Bir de unutmayalım ki halkımız yazılı bir kültüre bağlı olmadığı için bir durumdan diğerine hızla geçebiliyor. 1990'larda Show TV'de gece yarısından sonra yayınlanan "Tutti Frutti" mesela. Kızların her birinin bir meyveyi temsil eden açık göğüsleri Katolik İtalya'da büyük tepki çekerken, bizde değil tepki homurdanma bile olmadı. Ergeni yaşlısı herkes ağzı kulağında memnun memnun izledi. Türkiye 90'larda Müslüman değil miydi?

Kültürel /etnik gibi siyasi amaçlı suni bölücülükler bir süre için kabul görür ama uzun vadede kendine yer bulamaz. Rahmetli Ömer Lütfü Mete bir TV programında "Sabah uyandığımda aklıma gelen ilk şey Türk olmam ya da mezhebim değil, oğullarımın rızkını nasıl çıkaracağım" demişti.

Hayat bu minvalde ilerliyor …

Kültürel egemenliğin (bu bir kültür savaşı ise) kimde kalacağını ise zaman ve ürün belirler.

Savaş ile alakası olmayan, savaş kahramanları da pek olmayan İtalyanlar mesela, "Bella Ciao" ile 100 yıldan fazla süredir dillerden düşmeyen en güzel direniş türküsüne imza attılar. İmza lafla değil yapıtla atılır. "Onlardan" geriye kültürel bir miras değil beton kaldığı da gün gibi ortada.

Uzun vadede ayrılıkçılığın değil bütünleştiriciliğin kazanmasını umuyorum, okyanusa kavuşamazsan su birikir bataklık olur…

(T24)



26 Mart 2024 Salı

Geçmişten-Günümüze "İNSANLIK" için "Bir arpa boyu yol" gidilmiş mi? - 26 MART

 OLAYLAR 

922 – İranlı sûfî ve yazar Hallac-ı Mansur (d.26 Mart 858), egemen İslamî görüşe karşı düşüncelerinden vazgeçmediği için işkence edilerek öldürüldü.

1821- Seyyid Ali PaşaSadrazamlıktan alınarak yerine Benderli Ali Paşa atandı.

1924 – Darülfünun, Hukuk Fakültesi öğrencileri üç günlük boykot ilan ettiler.

1925- Cumhuriyet döneminin ilk Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bir yazı göndererek askerlerin okuyup anlayacakları bir asker ilmihali hazırlanmasını istedi. Dönemin Diyanet İşleri Başkanlığı Danışma Kurulu üyelerinden Ahmet Hamdi Akseki, Askere Din Dersleri isimli kitabı hazırladı. Kitap 1925, 1945, 1980 ve 1982 yıllarında dört defa basılıp ordu mensuplarına dağıtıldı.

1931 – Ölçüler Kanunu Mecliste kabul edildi. Yeni kanunla, okka, endaze gibi eski ölçülerin yerine kilo, gram, metre, litre gibi uluslararası ölçüler kullanılmaya başladı.

1942 – Naziler Yahudileri Polonya’daki Auschwitz kampına götürmeye başladı.

1959- Akhisar’da çıkan İbret gazetesinin sahibi ve yazı işleri müdürü Mustafa Deral,  yayım yoluyla hakaretten 10 ay hapis cezasına hüküm giydi.

1963- 1960 İhtilali sonrası DP’lilerle birlikte yargılanıp cezaevine konulan eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın cezaevinden tahliyesini protesto eden gençler ile Adalet Partililer İstiklal Caddesi’nde çatıştı.

1959- Akhisar’da çıkan İbret gazetesinin sahibi ve yazı işleri müdürü Mustafa Deral,  yayım yoluyla hakaretten 10 ay hapis cezasına hüküm giydi.

1963- 1960 İhtilali sonrası DP’lilerle birlikte yargılanıp cezaevine konulan eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın cezaevinden tahliyesini protesto eden gençler ile Adalet Partililer İstiklal Caddesi’nde çatıştı.

1968- Türkiye İslam Enstitüleri Talebe Federasyonu, Kayseri’de dağıtılan “kadınların örtülü dolaşmaları”na ilişkin bildiriden: “İslam dini seni kötü bakışlardan korumak için örtünmeni emretmiştir.”

1971- Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, 12 Mart muhtırasıyla istifa eden Süleyman Demirel’in yerine Başbakanlığa atanan Nihat Erim’in yeni kabinesini onayladı. Profesör Türkan Akyol ilk kez bir kadın bakan olarak parlamento dışından hükümet üyesi oldu.

1971- Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nu Anayasa’ya aykırı bularak iptal eden Anayasa Mahkemesi, iptal gerekçesini açıkladı: ”Bir eğitim kurumunun kazanç amacı gütmesi sosyal devlet amacıyla bağdaştırılamaz. Bu duruma izin veren hiç bir kural Anayasa’da yer almış değildir.”

1974- Tüm Sağlık-İş Sendikası’na üye 1.000’e yakın işçi sabah İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ile Beyoğlu Belediye Hastanesi’nde direnişe geçti. Tıp Fakültesi’ndeki direniş, 800 üyeli Tüm Sağlık-İş yerine 100 üyeli Sağlık-İş’e yetki verilmesinden kaynaklanıyor.

1976- Dışişleri Bakanı Çağlayangil ile ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger Washington’da Savunma İşbirliği Anlaşması’nı imzaladı. Bu anlaşmaya göre, Türkiye üslere izin verecek, Amerika Birleşik Devletleri de buna karşılık Türkiye’ye 4 yıl için 15 milyar lira verecekti.

1979- Enver SedatMenahem Begin ve Jimmy CarterWashington'da İsrail-Mısır Barış Antlaşmasını imzaladılar

1980- Sol Yayınları sahibi ve yöneticisi Muzaffer Erdost, 15 gün önce evinde yapılan aramada tabanca ve mermiler bulunduğu gerekçesiyle Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde yapılan ilk duruşmada tutuklanarak Mamak Cezaevi’ne konuldu.

1980-Yemeklerin pahalı olduğu ve iyi çıkmadığı gerekçesiyle 2 bin kadar İTÜ öğrencisi Taksim’den Beyoğlu Postanesi’ne yürüyerek Başbakan Demirel’e telgraf çekti.

1981- DİSK Genel Merkezi’nin kayyımları, tüm personelin (65 kişi) iş akitlerini feshetme kararı aldı. Çalışanlara gönderilmeye başlanan tebligatlarda İş Kanunu’nun 14.maddesi ve Genelkurmay Başkanlığı’nın tamimleri doğrultusunda işlem yapıldığı bildirildi.

1981- 10 Şubat’ta Sıkıyönetim Komutanlığı’nca 13 Mart’a kadar yurda dönme çağrısı yapılan, aksi takdirde yurttaşlıktan çıkarılacağı duyurulan Cem Karaca, F.Almanya/ Bonn Büyükelçiliği’ne başvurarak hakkındaki kararın gözden geçirilmesini istedi.

1981- Sosyal Güvenlik Eski Bakanı Hilmi İşgüzar ve 15 sanık Yüce Divan’da yargılanmaya başladı.

1982 – Bir işçi, bir kilo et satın almak için 14 saat çalışmak zorunda.

1987- Ulusu hükümetinin Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş’in 1970’de 14 tabii senatörle birlikte verdikleri bir soruşturma önergesinde, Rabıta ile irtibatta olduğu yönünde MİT raporuna rağmen zamanın Başbakanı Demirel’i “Diyanet İşleri Başkanı’nı kollamakla” suçladığı ortaya çıktı.

1989 – Yerel seçimler yapıldı. İstanbul, Ankara, İzmir belediye başkanlıklarını kazanan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) yüzde 28,7 oy oranıyla birinci, yüzde 25,1 oy oranıyla Doğru Yol Partisi (DYP) ikinci, yüzde 21,8 oy oranıyla Anavatan Partisi (ANAP) üçüncü parti oldu. Refah Partisi (RP) yüzde 9,8, Demokratik Sol Parti (DSP) yüzde 9,0, Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) yüzde 4,1 oy aldı.

1990 – Olağanüstü Hal Bölgesi’ndeki 5 ilde Çitosan’a bağlı işyerlerinde bugün başlaması gereken grev valilik kararıyla ertelendi. Diyarbakır, Elazığ, Ergani, Van, Siirt, Kurtalan ve Adıyaman’daki çimento fabrikalarındaki grev bir ay süreyle durduruldu. Çitosan’a bağlı diğer 17 fabrika ile özel sektöre ait 21 çimento fabrikasında çalışan Çimse-İş Sendikası’na üye yaklaşık 15 bin işçi ise bugün greve başladı.

1993- 25 Mart 1933 günü Bahçelievler’de polis operasyonunda öldürülen 3 Dev-Sol’cuyla aynı evde bulunan 10 yaşındaki M.Ülkü: Evimizde silah yoktu.

1995- 21 Ocakta gözaltına alındığı bildirilen Hasan Ocak’ın 26 Martta öldürüldüğü bildirildi. Hasan Ocak’ın TKP/ML Hareketi ve TKİH örgütlerinin Birlik Kongresi’ne açılan son Kongre için delege seçildiği açıklandı. Cenazesi, aylar süren kampanya sonrasında 17 Mayıs 1995’te Kimsesizler Mezarlığı’nda bulundu.

1995- Yozgat’ın Sorgun ilçesindeki Matsan Madencilik Şirketi’ne ait kömür ocağında saat 15.30’da grizu patlaması sonucu oluşan göçük altında kalan 38 kişi öldü, 8 işçi ağır yaralı olarak kurtarıldı.

1996- 23 Mart’taki DTCF işgalinin ardından dövülerek gözaltına alınan ve 10 savcı tarafından 7 saat süreyle sorgulanan 270 öğrenciden 26’sı tutuklandı, 244’ü tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

1996- İstanbul Üniversitesi Öğrenci Koordinasyonu’nun harç zammına ve eğitimin özelleştirilmesine karşı Kadıköy Belediyesi önünden İskele’ye düzenlediği yürüyüşe yaklaşık 2 bin üniversite ve lise öğrencisi katıldı.

1997- RP’li Kartal Belediyesi’ne bağlı Kartal Ulaşım ve Turizm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’nde çalışan (KARTURSAŞ) 72 temizlik işçisi, Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten çıkarılan 13 arkadaşlarının işe iadesi için işyerini işgal etti.

1997- Mecliste grubu bulunan partileri ziyaret ederek bir rapor sunan Türkiye İmam Hatipliler Vakfı: “İmam-hatiplerin orta kısımları kapatılmasın, din eğitimi kreşten başlasın, Kur’an kursları 8 yıllık temel eğitim kapsamında değerlendirilsin, Arapça seçmeli ders olsun.”

1998 – Şişli’nin eski Belediye Başkanı Gülay Aslıtürk hakkında, yolsuzluk iddiaları nedeniyle gıyabi tutuklama kararı çıkarıldı.

1998- Yargıtay 8.Ceza Dairesi, 29 Şubat 1996’da Meclis’te harçlara karşı pankart açıp slogan atan 11 öğrenciden 8’i hakkında Mahkeme’nin 6 Kasım 1996’da verdiği 1’er yıl 3’er ay hapis ve 3.750’şer TL’lık para cezalarını (ertelenmişti) “ceza verilemeyeceği” gerekçesiyle bozdu. 

1998- İstanbul Üniversitesi Öğrencileri Koordinasyonu üyesi öğrenciler, Yargıtay’daki duruşma öncesi tutuklu arkadaşlarına destek çağrısı için 18 Mart’ta Taksim’de yaptıkları eylem sonrası tutuklanan arkadaşlarını Bayrampaşa Cezaevi’nde ziyaret ederek basın açıklaması yaptı.

1998- “Manisalı Gençler” hakkında İzmir DGM’nin tahliye kararının ardından “yoklama kaçağı oldukları” gerekçesiyle jandarma tarafından alıkonulan 3 genç, karardan yaklaşık 22 saat sonra salıverildi.

1998- Kamu emekçileri, Meclis’te görüşülen “sahte sendika yasası”na karşı İstanbul/Saraçhane ve Söğütlüçeşme’de eylem yaptı.

2001- Afganistan’da Bamiyon eyaletindeki tarihi Buda heykellerini yıkan Taliban yönetimi, iki heykelin yıkılmış halini ilk kez yabancı gazetecilere gösterdi.

2003- Bağdat’ta Şiilerin oluşturduğu işçi semti Şula’da Nasır pazarına en az iki ABD füzesi düştü; 60 sivil yaşamını yitirdi.

2003- Başbakan Erdoğan tarafından yayınlanan 20 sayılı Genelge ile, -IMF’ye verilen taahhütler gereği- özelleştirme kapsamındaki Kamu İktisadi Teşekkülleri’nde (KİT) süresi dolduğu halde emekli olmak istemeyen yaklaşık 25 bin KİT işçisi yıl sonuna kadar işten çıkarılacak.

2004- Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Birtan Altunbaş’ın 1991’de öldürülmesiyle ilgili dava karara bağlandı. Ankara 2. Ağır ceza Mahkemesi “Altunbaş işkence sonucu öldürüldü” yönündeki ilk kararını yineledi. Sanık dört polise, 4 yıl 5 ay 10’ar gün hapis cezası verdi. Dava yeniden Yargıtay’a gitti.  

2007- Çok sayıda tiyatro ve meslek kuruluşu temsilcisi, AKM ve Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkım kararını protesto etti.

2008- Kaz Dağları ve Madra Dağı Çevre Platformu, altın madeni arama faaliyetlerinin durdurulması için Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı önünde gösteri yaptı. Bir heyet, Maden Yasası’nın değişmesi ve başta altın olmak üzere maden arama faaliyetlerinin durdurulması taleplerini içeren 100 bin imzayı TBMM Başkanlığı’na iletti.

2009- İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden aldıkları bursları kesilen İstanbul Üniversitesi öğrencileri Üniversite önünden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yürüdü.2011- İngiltere’nin başkenti Londra’da yüz binlerce kişi koalisyon hükümetinin kamu sektöründe geniş çaplı kesintiye gitme planları protesto etti.

2011- Ahmet Şık’ın Silivri Cezaevi’nde Nedim Şener ve Doğan Yurdakul ile kaldığı koğuşta da “İmamın Ordusu” nun nüshaları arandı.

2011- PTT işçileri güvencesiz ve ağır çalışma şartlarını protesto için Tünel’den Taksim’e yürüdü.

2011- Deri-İş Sendikası, DESA işvereninin sendikalı işçilere uyguladığı baskıları Beyoğlu Mağazası önünde protesto etti.

2011- İstanbul Artvinliler Hizmet Vakfı’nın Kongre Merkezi’nde düzenlediği gecede kürsüye çıkan Artvin Valisi, salonda pankart açıp alkışlayan, slogan atan HES karşıtı Hopa,Kemalpaşa ve Şavşat Dereleri Koruma Platformları tarafından konuşturulmadı.

2013- DİSK/Genel-İş ve Hak-İş’e bağlı Liman-İş sendikalarının DHKP-C operasyonları kapsamında basılması, Genel-İş tarafından TBMM Dikmen Kapısı önünde protesto edildi. Basın açıklamasına KESK ve TTB yöneticileriyle CHP milletvekilleri ve kitle örgütü temsilcileri katıldı.

2014- Yerel seçimler için Ankara Batıkent Metro çıkışında Ortak Sol Aday çalışmasına pala, satır ve sopalarla saldırıp yaralayan AKP’lilere karşı AKP seçim bürosuna yürüyen halk tomalarla dağıtıldı. Batıkent Dayanışma Platformu akşam Metro çıkışında basın açıklaması yaptı.

2015- Suudi Arabistan öncülüğündeki Arap ülkeleri koalisyonu, Yemen’de ilerleyişini sürdüren Husilere karşı “Kararlılık Fırtınası” adlı askeri operasyon başlattı.

2018- Sosyal paylaşım sitesi Facebook’un mobil uygulamaları aracılığıyla, Android işletim sistemini kullanan akıllı telefonlarda kullanıcılara ait SMS ve arama geçmişi verilerini kaydedip kullandığı ortaya çıktı.

(derleyen: mstfkrc)


Evrensel GÜNDEM - 26 MART 2024 -

Edirne'de barınak önüne bırakılan ağızları bağlı çuvallarda yavru köpekler bulundu

Edirne'de barınak önüne bırakılan ağızları bağlı çuvallarda havasızlıktan boğulmak üzere olan 14 yavru köpek bulundu.(https://www.evrensel.net/haber/514169)

Denson Madencilik'e ait krom madeninde işçilerin üzerine taş düştü: 2 işçi yaralandı

Elazığ’ın Palu ilçesinde krom madeni ocağında üzerlerine taş düşen 2 işçi yaralandı. (https://www.evrensel.net/haber/514133)

Okullar yetmedi, sıra yurtlara geldi: Lise yurtlarına imam ataması!(Damla KIRMIZITAŞ)

‘Yurtta yalnız değilsiniz’ adlı uygulamayla lise öğrencilerinin kaldığı yurtlara görevlendirilen imam ve vaizler ‘manevi danışmanlık’ adı altında dini sohbetler gerçekleştiriyor.(https://www.evrensel.net/haber/514124)

"Kimi seçtiysek kayyum atadı"(Elif Ekin SALTIK)

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 27 Mart günü Diyarbakır’da gerçekleştireceği miting öncesi yurttaşlarla konuştuk.(https://www.evrensel.net/haber/514135)

TÜİK 2023 işsizlik oranını açıkladı | İstihdam geçici işsizlik kalıcı 

TÜİK, 2023 işsizlik oranını yüzde 9.4 olarak açıkladı. Oysa iş bulma ümidini kaybeden 3.4 milyon kişi bu veride yok. Geçici işlerde çalışan 2.1 milyon kişi de işsiz sayılmadı.(https://www.evrensel.net/haber/514158)

Nitelikli Doğal Koruma Alanlarında GES yapılmasının önü açıldı

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından Resmi Gazete’de yayımlanan kararla "Nitelikli Doğal Koruma Alanlarında" GES yapımının önü açılırken kurulacak santralin güç de değiştirildi.(https://www.evrensel.net/haber/514171)

Aydın'da JES'i mahkeme iptal ettikçe şirket ısrar ediyor: Tarım alanları yok ediliyor(Özer AKDEMİR)

Daha önce Germencik’te JES projeleri mahkemelerce iptal edilen şirket aynı bölgede  yeni bir jeotermal projesi için ÇED süreci başlattı.(https://www.evrensel.net/haber/514098)

Birleşik Kamu İş: Açlık sınırı 20 bin lirayı aştı

Birleşik Kamu İş Konfederasyonu, açlık ve yoksulluk araştırması mart ayı sonuçlarını açıkladı.

Dünyada genel olarak gerileyen Türkiye'de ise dört yıldır kesintisiz artan gıda fiyatları yüzünden hızla yükselen açlık sınırı mart ayında ilk kez 20 bin lira sınırını aşarken, yoksulluk sınırı da 57 bin lirayı geçti. Mart'ta açlık sınırı bir önceki aya göre yüzde 5,9 yoksulluk sınırı ise yüzde 11 oranında artış kaydetti.Açlık sınırı Mart'ta bir önceki aya göre 1.125 lira artarken, gıda dışındaki ihtiyaçlar için yapılması gereken harcama ise 3 bin 780 liralık artışta 37 bin 182 liraya kadar çıktı. Her ikisinin toplamından oluşan yoksulluk sınırı ise önceki aya göre 4 bin 905 lira arttı. Son bir yıllık dönemde ise açlık sınırı 9 bin 207 lira, gıda dışındaki ihtiyaçlar için yapılması gereken harcama 18 bin 524 lira ve yoksulluk sınırı ise 27 bin 731 liralık artış kaydetti.

Kuru bakliyat için yapılması gereken harcama önceki aya göre 2 lira, geçen yılın aynı ayına göre ise 163 liralık artışla 411 liraya yükseldi.

(Evrensel)

Karabük'te üniversite öğrencisi, kaldığı KYK yurdunda yaşamına son verdi - BİRGÜN

Karabük'te, KYK’ye bağlı İsmail Necati Efendi Erkek Öğrenci Yurdu’nda kalan Sanat Tarihi bölümü öğrencisi Berkay Yıldırım, yaşamına son verdi. Polis ekipleri, olayla ilgili inceleme başlattı.

Karabük'ün Safranbolu ilçesinde yer alan Kredi ve Yurtlar Kurumu’na (KYK) bağlı İsmail Necati Efendi Erkek Öğrenci Yurdu’nda kalan ve Edebiyat Fakültesi’nde Sanat Tarihi bölümü öğrencisi olan Berkay Yıldırım, yaşamına son verdi.

Çevredekilerin ihbarı üzerine olay yerine sevk edilen sağlık ekipleri, oda arkadaşlarının sahur yapmak için yemekhaneye gittiği sırada 3. kattan atlayan Berkay Yıldırım'ın hayatını kaybettiğini belirledi.

Z Haber'in aktardığına göre; Yıldırım'ın yaşamına son vermeden önce Watsapp ve sosyal medya uygulamalarından fotoğraflarını sildiği, sosyal paylaşım sitesi Instagram'da biyografisinde "Umarım bu dünyadaki son günüm (26.03.2024 01:30)" yazısını yazdığı belirlendi.

(BİRGÜN)

Birgün KÖŞEBAŞI - 26 MART 2024 -

 

Çuvaldaki milyon dolarlar (Ayça Söylemez)

Her şey beklendiği gibi gerçekleşti: Mehmet Ağar ve şürekâsı önce ağır ceza mahkemesinde beraat etti, sonra karar, istinaf mahkemesince onandı.

166 sayfalık gerekçeli kararın sadece 6,5 sayfası mahkemenin hükmünden ibaret. Geri kalanı, o karara düşülen şerh.

Şerhin sahibi, Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 1. Ceza Dairesi üyesi Ayhan Altun, daha metnin başından dosyada olup bitenin tartışmaya mahal vermeyecek derecede açık olduğunu belirtiyor: “Zira, sanıkların ekseriyetinin iş bu yargılamanın ya da istinaf incelemesinin konusu olsun ya da olmasın birilerini öldürdükleri; suç örgütünün yöneticisi konumunda olan sanıkların da infaz emrini verdikleri tartışmasızdır.”

Şerhin 91. sayfasında daha net çiziyor çerçeveyi: “Sanıklar zamanaşımı veya diğer bir sebeple cezalandırılmamış olsalar ya da mahkumiyete dair kararlar sonradan kaldırılmış olsa bile suç işlemek için kurulmuş bir suç örgütünün varlığı tartışmasızdır. Dolayısıyla hakkındaki (infaz edilmiş ve adli sicil kaydından silinmiş) hüküm kaldırılmış olsa bile sanık Mehmet Ağar suç örgütünün yöneticisi, bu suç nedeniyle haklarında herhangi bir dava açılmamış; hüküm kurulmamış bulunan dosyamız sanıkları polisler ve sivil kişiler ise suç örgütünün üyeleridir. Böylece, silahlı suç örgütünün yöneticileri olan sanıklar Mehmet Ağar, Mehmet Korkut Eken ve İbrahim Şahin’dir.”

PARA TRANSFERLERİ

Bahsettiği suç örgütünün kuruluş nedenini de hamasete düşmeden açıklıyor. Kutlu Savaş’ın Susurluk Raporu’na atıfta bulunarak, Savaş’ın, Mehmet Ağar’ın başında bulunduğu “yeni oluşum”a sunulan ilk maddi kaynağı tespit ettiğini ifade ediyor.

Şerh metninde, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın dosya içindeki 20 Kasım 1998 tarihli yazısıyla, “suç örgütünün kuruluşu aşamasındaki hukuksuz kamu desteğinin ortaya konduğunu” belirtiyor. (Yazıda, 1993’te, MİT Müsteşarı’nın emriyle, Ziraat Bankasında bozdurulan çekle alınan 12,5 milyon doların dört çuval halinde alınarak Emniyet Genel Müdürlüğü’nde Ağar’a elden teslim edildiği ve devamındaki benzer para transferleri bilgisi yer alıyor.)

Elden teslim edilen milyon dolarlarla silah ve teçhizat alındığını, polisin susturucu alamayacağı gibi sebeplerle paranın kaynağının yasadışı olduğunu da ekliyor: “Parası ödenen silah ve teçhizatın hibe gösterilmesindeki gereklilik ise… en önemlisi de bir hukuk devletinin Emniyet Hizmetlerinde kullanılmak üzere ‘susturucu’ ve benzeri teçhizat alamayacağına; almaması ve kamu görevlilerinin bu teçhizatı kullanmaması gerektiğine ilişkin ‘yargısal’ beklentiyi boşa çıkarmamak olmalıdır.”

RANT PAYLAŞIMI

Nedeni demişken, bunca uğraşın asıl amacının “vatanseverlik” olmadığını da açıklıyor:

“Suç örgütünün yeniden organize olduğu; olmak zorunda kaldığı yer İstanbul’dur. İnfazlar sonrası yüklü şekilde para ve uyuşturucu ele geçirilmesi, rantın paylaşımındaki anlaşmazlıklar, ayrışmanın ve reorganizasyonun sebebidir. Elde edilen rant ve bunun paylaşılmasındaki uyuşmazlıklar suç örgütünü değiştirmektedir. İlk elde ‘Devletin Bekası’ için yola çıkanlar rant uğruna ‘listelerini’ delmeye başlamışlardır. Biraz sonra birbirlerine düşeceklerdir.”

Yani ortada bir suç örgütü var.

Suç örgütünün lideri ve üyeleri belli.

Nasıl suç işledikleri de.

En önemlisi, amacı da.

Şimdi diyeceksiniz ki, “Eh, her şey ortadaymış”.

Haklısınız. Halen de öyle.

Biz de heyecanını yitirmiş bir dizi gibi izliyoruz.

                                                             /././

Vahap Seçer: Türkiye 31 Mart’ta Mersin’i konuşacak (Berkant Gültekin)
CHP’nin kazanmasına kesin gözüyle bakılan kentlerden Mersin’de, Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer de oldukça iddialı. “Halk hizmete oy verecek” diyen Seçer, açık farkla kazanacağını ve Türkiye’nin 31 Mart’ta Mersin’i konuşacağını söylüyor. Seçer ayrıca, gelecek 5 yıla yönelik hedeflerini ve Türkiye siyasetine dair gözlemlerini BirGün’e anlattı.

Mersin, CHP’nin yerel seçimlerde en rahat olduğu kentlerden biri. Yapılan araştırmalar, yeniden aday gösterilen CHP’li Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer’in, Cumhur İttifakı’nın MHP’li adayı Serdar Soydan karşısında açık farkla önde olduğunu gösteriyor. 2007 ile 2015 yılları arasında iki dönem CHP’den Mersin milletvekili seçilen Seçer, DEM Parti ve İYİ Parti’nin yanı sıra AKP ve MHP’den de önemli oranda oy çekmeyi başarıyor. 

Fakat Başkan Seçer yine de dizginleri sıkı tutuyor. Her gün ilçe ilçe gezip köylere, beldelere giderek seçim çalışmalarını ara vermeden sürdürüyor. Çünkü ilçelerde oy artırmak, hem büyükşehirde hem de yerelde CHP’ye yeni kazanımlar getirebilir.

22 Mart günü Vahap Seçer’in seçim çalışmasını takip ettik. Seçer, MHP’nin yönetiminde olan Gülnar ve Mut’ta ciddi bir kalabalık topladı. Bu iki ilçedeki gezilerinde önü sürekli kendisine destek verenler tarafından kesilen Seçer, yaptığı konuşmalarda “ayrımcılık yapmadan hizmet etme” sözü verdi.

Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer ile Gülnar-Mut yolunda yerel seçimlere dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

“BÜROKRASİDEKİ İŞLERİMİZ AKSADI”

Son 5 yılınızı nasıl özetlersiniz, geride kalan dönemin sizin için öne çıkan başlıkları nelerdir?

Bizim çıkışımız sosyal politikalarla başladı. Özellikle pandemi sürecinde sosyal politikalarda çok etkili olduk. İlk kez yeni bir başkan ve yeni bir belediye anlayışı o zaman kendini gösterdi. Krizi iyi yönettik. Zaten bu dönem bizim için krizler dönemi oldu.

Başta pandemi, daha sonra birçok afet yaşandı. Her yere yardımcı olmaya gayret ettik. Orman yangınlarından sellere kadar… Ve deprem afeti… Bizim şehrimizi en çok etkileyen gelişme oydu. Çünkü ilk etapta 400 bin depremzede Mersin’e gelmişti. Mersin nüfusu resmi nüfusun çok üzerinde. Biliyorsunuz sığınmacı sorunumuz da var. 2,5 milyondan az değil şu anda nüfusumuz. Oysa resmi olarak 1,9 milyon görünüyor.

Diğer taraftan ekonomik krizle boğuşuldu. Türkiye’de ekonomik kriz varsa doğal olarak herkes etkileniyor. Biz de etkileniyoruz. Siyasi gerginliklerden de etkilendik. Özellikle seçim öncesi ortalık çok gerildi. Seçime 1-1,5 sene kala bürokraside işlerimiz aksadı. Örneğin işte metro, dış finans kullanım izni 2 yıl bekledi. Tam 2 yıl kaybettik. O 2 yıl içinde de çok kaybımız oldu. Piyasalar altüst oldu, döviz kurları patladı. Hükümetten, Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan onay alamadık. Seçimden sonra onayladılar.

“530 MİLYON DOLAR BORCUMUZ VARDI”

Finansman sorununu nasıl aşıyorsunuz?

Bizim borçlanma imkânımız çok rahat değil çünkü meclis çoğunluğumuz yok. Belediyenin bütçesini kullandık. Bir de bir önceki dönemin bize bıraktığı kötü bir miras vardı. Bir de onlarla uğraşıyorsunuz. Bir de onları rahatlatıyorsunuz. 530 milyon dolar borcumuz vardı bizim. Hem sular idaresi hem de belediye için söylüyorum… Şu anda her ikisinin borcunu toplasan 150 milyon doları bulmaz. Bu anlamda da başarılı bir süreç götürdük.

Bütçeleri reel yapıyoruz. Bütçelerde gerçekleşme oranı çok yüksek, hep yüzde 90’ın üzerinde. Bu belediye yüzde 99,5’i gördü. Üstelik ekonomideki dalgalanmalardan dolayı ek bütçeler de yaptık. Ona rağmen belediye ekonomik anlamda çok çok iyi durumda. Tartışmasız herkes bu konuda hakkımızı veriyor. Buna dayanarak IBRD [Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası] ve IFC [Uluslararası Finans Kurumu] gibi uluslararası bankalar bize bir hayli fon ayırdılar. İkinci 5 yılımızda hem mali disiplini sağlayacağız hem de altyapı yatırımlarını hayata geçireceğiz.

“İKİNCİ 5 YILDA METROYU BİTİRECEĞİZ”

Altyapı demişken, metro yapımı ne aşamada? Ne zaman hizmete açılacak? 

İyi ilerleme sağladık. Onun da finansmanı IBRD ve IFC gibi kuruluşlardan sağlayacağız. Bizim metro ihalesi o günün döviz kurlarıyla 330 milyon avro tutuyordu. Bugünküyle çarpın, bölün… Biz zaten başlamıştık. Bugünün parasıyla da 500 milyon lira biraz daha fazla para harcamıştık. Sonra finansmana erişemeyince akamete uğradı inşaat süreci. Şimdi finansman kullanır kullanmaz inşaat devam edecek, inşallah ikinci 5 yılda Mersin metrosunu bitireceğiz.

Metro çok önemli. Bizim ölçeğimizde bir belediye açısından düşünüldüğünde Cumhuriyet tarihinde böyle bir yatırım yok. 13,5 kilometre yer altı metrosu... Hafif raylı değil. Yani pahalı bir yatırım. Biz bu işe giriştik. Birçok konuda kentin ulaşımı konusunda yatırımlar, yeni bulvarlar, yolların revizyonu… Bunlar ciddi bütçe gerektiren işler.

Bizim raylı sistem konusunda da proje çalışmalarımız oldu. 23 kilometre tramvay, 11 kilometre de hafif raylı sistem… Yeraltı metrosunun dışında projeler yaptık. Bunların ikisi onaylandı. Bir tanesi de ulaşım master planını hazırlamıştık. O da bakanlık tarafından yeni onaylandı. Bu tür projeler zaman alıyor. Biz sonraki yıllarda da Mersin’le ilgili ulaşım çalışmalarını şimdiden başlattık. Onların proje hazırlıklarını şimdiden bitirdik.

Mersin’deki siyasi dengeler

Mersin’de 1 milyon 400 binden fazla seçmen bulunuyor. CHP son genel seçimde kentten yüzde 31’e yakın oy aldı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a yüzde 57’ye yüzde 37 gibi net bir üstünlük kurdu. Yani bloklar açısından değerlendirildiğinde burada muhalefetin ağırlığı söz konusu. Yeşil Sol’un son seçimde yüzde 13’ü aştığı hesaba katılırsa DEM Parti’nin de Mersin’de önemli bir güce sahip olduğu ifade edilebilir. İYİ Parti’nin son Mayıs seçimindeki oy oranı yüzde 12’ye yakın. Kentteki 13 ilçenin 10’u Cumhur İttifakı’nın (8’i MHP, 2’si AKP) yönetiminde. Aslında AKP’nin kentteki oy oranı MHP’den çok daha yüksek ama ittifak içindeki paylaşım sistematiğine göre burası MHP’ye bırakılıyor. CHP’nin yönettiği belediyeler sayıca az olsa da Mersin nüfusunun yaklaşık yüzde 45’i CHP tarafından idare edilen Tarsus, Yenişehir ve Mezitli ilçelerinde yaşıyor. CHP’nin buradaki hedefi, birkaç ilçe belediyesini daha iktidardan almak. Bunun Vahap Seçer’in yarattığı havanın etkisiyle mümkün olabileceği düşünüyor. Seçer’in 2019’da yüzde 45 olan oyunun yüzde 55’i aştığı, 60’a yaklaşabileceği tahmin ediliyor. İlçelerde MHP’ye oy veren seçmenin bir kısmı, büyükşehirde Seçer’den yana tercih kullanabiliyor. CHP’yi iştahlandıran da bu geçişkenlik dinamiği. Fakat tam tersi de geçerli; Seçer’e oy verilmesi mutlak bir CHP desteği anlamına gelmeyebiliyor. Kaybetme riski olmayan Seçer’in uzak köylere gidip halk buluşmalarına katılmasının temel sebebi ilçelerden CHP’ye daha fazla oy akmasını sağlamak ve ilçe belediyelerini kazanmak.

“SOSYAL KONUTLAR YAPACAĞIZ”

Türkiye’de geniş halk kesimleri ekonomik ve sosyal açından ciddi problemlerle yüz yüze. Bu tek başına belediyelerin çözebileceği bir mesele değil ama siz sosyal demokrat bir belediye başkanı olarak topluma bir nebze daha rahat nefes aldırmak adına ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? 

Sosyal konut, bu önemli. Çünkü Mersin’de kira fiyatları akıl almaz bir şekilde arttı. Özellikle deprem sonrası ve çok sayıda yabancı uyruklu insanın Mersin’de yaşamaya başlaması buna neden oldu. Sosyal konutları hem kira amaçlı hem de satış amaçlı yapacağız. Önemli olan nokta, alt gelir grubuna bu hizmeti sunacağız. Bu projenin gerekçesi, kira artışları ve yükselen konut fiyatları nedeniyle orta-alt gelir grubundaki insanların mağduriyet yaşaması. Bizim birinci derecede hedef kitlemiz alt gelir grupları, daha sonra da orta-alt gelir grupları olacak.

5 yıllık dilim içerisinde ne yaptıysak, aynı uygulamalara devam edeceğiz. Dediğiniz gibi aslında hükümetin açıklarını kapatmaya çalışıyoruz biz. Ama her açığını da kapatma şansımız yok. O zaman kentin diğer sorunlarını çözmede sıkıntı olur. Neticede bir bütçe meselesi. Biz sosyal politikalara ayıracağımız bütçeyi azami düzeyde elbette ayırırız. Ama sonuçta diğer işlerimizin olduğunu da unutamayız. Dengeli bir şekilde sosyal politikalarda varlığımızı sürdüreceğiz. Tarım destekleri, tarım politikaları da bizim için önemli. Bunlarda herhangi bir aksama yaşanmamalı, çünkü 5 yıldır bir çıtamız var. Tarıma çok destek olmuşuz. O çıtayı aşağı çekmeden, mevcudu tahkim ederek üstüne koyarak duruma göre, şartlara göre devam edeceğiz.

“YEŞİL ALANLARI ARTIRACAĞIZ”

Gelecek 5 yılda genel olarak önünüze hangi hedefleri koydunuz?

Metro ve hafif raylı sistemlere ek olarak her alanda yeni projeler belirledik. Birkaçından bahsedeyim. Yeşil alanları artıracağız. Mersin, sahili olan bir kent. Ama kuzeye, yani dağa doğru büyüyor. O hinterlanda 500 dönümlük yeni bir kent parkı yapacağız. Biz istiyoruz ki yeşil alanlar artsın. Çünkü herkes zaman geçirmek için sahile inmek durumunda. Şehrin gelişen bölgelerine de parklar yapmamız, vatandaşların vakit geçirmesini sağlayacak tesisler kurmamız gerek. Müftü Deresi yaşam parkı sözümüz var. İhtiyaç duyan her yere sosyal yaşam merkezi kuracağız. Bizde örnekleri var. İçinde kreşten taziye evine kadar birçok olanak var.

Eğitime de çok önem veriyoruz. 7200 öğrencimiz var bizim. Bütün ilçelerde kurslarımız var. İçinde dershane, okuma salonu, kadın atölyeleri, meslek edindirme kursları gibi birimlerin olduğu sosyal yaşam merkezleri her ilçede olacak. Özellikle alt gelir grubunun yaşadığı bölgelerde bunları yapmayı çok önemsiyoruz. Kreşler olmalı, kadınlara yönelik meslek edindirme kursları olmalı.

Bir de Köyümüz Atölye projesi ve tarımsal GES projemiz var. Sulama kooperatiflerinin en büyük gideri elektrik enerjisidir. Enerji üretmek için, güneş enerjisi projelerine destek vereceğiz. Mersin’de 75 tane sulama kooperatifi var. O nedenle bu da çok önemsediğimiz, anlamlı bulduğumuz bir proje. Köyümüz Atölye projesinde de bir bölgede yetiştirilen ürünlere, yetiştirme tekniğinden paketleme-pazarlama ve coğrafi işaret alımına kadar destek sağlamayı hedefliyoruz.

“AÇIK FARKLA KAZANACAĞIZ”

Peki 31 Mart’a gelelim. Durumunuzu nasıl görüyorsunuz, oy oranı olarak hangi seviyeyi hedefliyorsunuz?

Elimizde fazlasıyla anket var, çok açık ara farkla kazanacağız. 31 Mart’ta Türkiye Mersin’i konuşacak. Mersin hizmete oy verecek. Bunun partim açısından da önemli olduğunu düşünüyorum. Bu konuda diğer CHP’li beledilerin de hakkını vermek lazım. Her kesime gittik, hiç ayrımcılık yapmadık. Yaptığımız hizmetlerin sandıkta sayısal olarak partiye oy olarak döndüğünü görülecek. Belki oy şahsımıza verilecek ama bu CHP’nin kazanımı olacak. Çünkü belli algıları da kırıyoruz. “CHP hizmet yapamaz, CHP köye giremez, CHP varoşa giremez, CHP yardımları keser” diye konuşuluyordu. Oysa tam tersi… Bu algıları kaldırıyoruz.

Gerçekten ben de merakla bekliyorum sonuçları. Her noktaya hizmet götürüyoruz. Sadece merkeze değil, her kesime... Aslında siyasal gerçekliği tespit etme açısından oy oranını merak ediyorum. Yoksa başka bir düşünceyle değil bu merakım. Seçimi kazanacağım. 1 puanla da seçim kazanılıyor ama açık ara farkla kazanmak bizi şundan mutlu edecek; verdiğimiz emeklerin ve yaptığımız hizmetlerin karşılığında insanlar size yönelebiliyormuş. Bir değişim, bir dönüşüm olabiliyormuş toplumda.

Başarının sırrı: Halka değen politikalar

Muhalefet ittifak kuramamasına rağmen Vahap Seçer, yüzde 45 oyla seçildiği ve en yakın rakibine 5 puan fark attığı 2019 seçimlerine göre daha güçlü görünüyor. Seçer’in bu güçlü konumunun ardında halka değen sosyal politikaların başat önemde olduğu söylenebilir. Kentte kurulan mahalle mutfakları 3 öğün yemeği 10’ar lira karşılığında sunuyor. Kendi ihtiyacını gidermekte zorlanan yaşlı yurttaşlara bakım hizmetleri veriliyor. Bununla beraber hastasını kent merkezine uzak kırsal bölgelerden hastanelere tedaviye getirenlerin konaklaması için bir ‘Refakatçi Evi’ yapılmış. Büyükşehir Belediyesi, uzak köylere berber-kuaför hizmeti bile götürüyor. Öğrencilere yönelik ise Mersin’in her ilçesinde, toplamda 27 noktada, LGS ve YKS’ye hazırlık merkezleri bulunuyor. Şehirde tüm öğrenciler için toplu ulaşım ücreti 1 lira olarak belirlenmiş.

“CHP’NİN BAŞARI OLMA ZORUNLULUĞU VAR”

Uzun yıllardır siyasetin içindesiniz, 31 Mart yerel seçimleri Türkiye’de ne gibi sonuçlara yol açabilir?

CHP’nin mutlaka başarılı olma zorunluluğu var. Anamuhalefet partisiyiz, anamuhalefet partisinin güçlü olması Türkiye demokrasisi açısından önemli. O yüzden bunun üstünde duruyorum. Mutlaka iyi bir sonuç almamız lazım. Yoksa Türkiye farklı mecralara da gidebilir. Zaten bir hayli kan kaybettik. Türkiye’de demokrasi, hukuk devleti ve özgürlükler açısından çok büyük bir geriye gidişin olduğunu görüyoruz. Bunu yapan iktidarsa, iktidar daha da güçlendikçe bunu daha da ileri noktalara götürecek. Eğer demokratik balansı yapamazsak, bugünleri arar duruma geliriz. Onun için başarılı çıkmak zorundayız. Çıkacağımızı da görüyorum.

Ekonomik kriz insanları vurdu. Şu an Türkiye’nin gündemi bu. Ekonomik kriz, gelir dağılımındaki adaletsizlik her geçen gün artıyor. Bir yanda çok kazananlar, bir yanda açlığa mahkûm olanlar. Bu insanlarda doğal olarak tepkiye neden oluyor. Önemli olan muhalefetin o insanlara ulaşarak doğru bir lisanla bunu anlatabilmesi ve desteğini alabilmesi. Şu anki gayretimiz de bu zaten. Kimseyi hırpalamadan, dilimizle, kullanacağımız lisanla da uzun yıllardır iktidara destek vermiş insanları rencide etmeden, onların da desteğini alabileceğimizi düşünüyorum. Bunu başarabilirsek insanların bize ilk defa şans vermelerini sağlayabiliriz.

                                                           /././

Yüksek faizin sınıfsal boyutları (Hayri Kozanoğlu)

Yüksek faiz ortamı zaten çok çarpıklaşan bölüşüm ilişkilerini emek kesimlerinin aleyhine daha da bozulmasına neden olacak. İş olanakları azalacak, iki yakasını zor bir araya getirebilen dar gelirlilerin geçim koşulları ağırlaşacak.

Merkez Bankası’nın 500 baz puanlık bir artışla politika faizini yüzde 50’ye çekmesi piyasacı yorumcuların bu büyük cesarete alkış tutup, adeta bayram etmesine yol açtı. Enflasyonu düşürmekteki kararlılıktan, Merkez’in araç bağımsızlığını kanıtlamasına kadar çeşitli övgüler yağdırıldı. Halbuki belli ki seçim öncesinde dövize rağbetin önü alınamadı, Saray’a 1 Nisan’a kadar bile tahammül edecek takatimiz kalmadı denildi ve böyle bir hamle caiz bulundu. Daha önceki yazılarımızda bu tarz keskin faiz artışlarının ekonomide nasıl derin bir durgunluğa neden olabileceğini, durgunluk içinde enflasyona kapı aralayabileceğini dile getirmiştik. Fazla geriye gitmeye gerek yok; 2018 Rahip Brunson krizi sırasında politika faizinin bugünkünün yarısının bile altına yüzde 24.50’ye yükseltilmesi dahi, kısa sürede işsizliği tırmandırmış, Mart 2019’da manşet işsizlik oranı 1 yıl öncesine göre yüzde 4 artışla yüzde 14.1’e kadar sıçramıştı.

Geçtiğimiz haftalarda stagflasyon, yani durgunluk içerisinde enflasyona kapı aralayacak sürecin nasıl işleyeceğini irdelemiştik. İsterseniz bu yazımızda da emeklilerden başlamak üzere, yüksek faiz ortamında ekonomideki farklı 10 özneyi nelerin beklediğine odaklanalım. Zaten çok çarpıklaşan bölüşüm ilişkilerinin emek kesimleri aleyhine nasıl daha da bozulacağını irdeleyelim:

1- Emekliler: Uzun yıllar üretim sürecine emek akıtmış, olgun yaşlarında huzur ve mutluluğu hak eden emeklilerin perişan hali ortada. 31 Mart seçimlerine giderken bu gerçeği iktidar sözcüleri dahil herkesin ifade etmesine karşın bir iyileştirmenin gelmemesi, onları daha da kötü bir dönemin beklediğini gösteriyor. Ekonomideki soğuma ek iş bulma şanslarını iyice azaltacağı gibi, dayanışma ilişkileri çerçevesinde destek alabilecekleri ailenin diğer bireylerinin bütçelerini de olumsuz etkileyecek, yoksullaşmayı derinleştirecektir.

2- Kredi kartı (KK) ve ihtiyaç kredisi borçluları: Büyük olasılıkla seçim sonrası KK aylık faizleri artırılacak, limitler daraltılacak ve asgari ödeme tutarı yukarı çekilecektir. Mevcut borçlarını ödemelerinin zorlaşması, borçlanma sayesinde ancak iki yakasını bir araya getirebilen dar gelirlilerin geçim koşullarını ağırlaştıracak, yaşam standartlarını düşürecektir. Sorunlu kredilerin oranı kaçınılmaz biçimde yükselecektir. Yüksek faiz koşullarında bir an önce borçlarımı ödeyeyim diye kaygılanan kişilerin hazır kaynaklarını borç servisine yöneltmeleri, mal ve hizmet taleplerini zayıflatacak, ekonomik daralmayı hızlandıracaktır.

3- Küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ): Bu firmalar büyük ölçüde TL kredilerle faaliyetlerini sürdürürler. Zombi diye nitelenen ucuz kredilerle ayakta tutulan işletmeler ilk aşamada iflasa sürüklenip, kepenk indirebilirler. Süre uzadıkça, ayakta kalabilecek şirketler de hem finansman maliyetlerinin keskin artışı, hem de ek sıkılaştırma önlemleri kapsamında aylık kredi artış hızının yüzde 2’yle sınırlandırılması yüzünden krediye erişim sorunu yaşayacaklar. Süre uzadıkça ekonominin soğuması nedeniyle ürünlerine talep zayıflayıp cirolar düştükçe, onlar da iflasın eşiğine gelebilirler.

4- İşsizler: Ekonominin göreceli canlı seyrettiği bir dönemde, en son açıklanan Ocak 2024 verilerine göre atıl işgücü oranı yüzde 26.5’tu. Yani işsiz olan, tam zamanlı çalışmak istemesine rağmen ancak kısmi zamanlı ve/veya geçici bir istihdam olanağı yakalayan, aktif iş aramasa da bir iş olsa çalışırım diyen yurttaşlarımız işgücünün dörtte birinden fazlasını temsil ediyordu. Bir de ekonomik durgunluk başlarsa normal zamanlarda iş bulamayan kişilerin işbaşı yapma şansları iyice azalır. Bu toplumsal sorun daha da derinleşir.

5- Paralarını KKM’de park edenler: Son haftalarda KKM’den çözülmeler yavaşladı, neredeyse durma noktasına geldi. Bu uygulama başladığında zaten döviz hesabı bulunanların kolay kolay bu tutkularından vazgeçmeyecekleri anlaşıldı. Görüldüğü kadarıyla böyle çalkantılı bir dönemde 70 milyar dolar civarında demir atan KKM hesapları kolay çözülmeyecek, ekonominin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya devam edecek. Döviz kurunun yavaş seyretmesi halinde faiz ödemeleri nedeniyle bu enstrümanın kamuya yükü artacak.

6- İhracatçılar: Şimşek’in dezenflasyon programı büyük ölçüde döviz kurunun enflasyonun altında seyretmesine bağlı. Yüksek faiz marifetiyle bu koşul sağlanırsa, zayıflayan TL üzerinden bir ferahlama yaşayama beklentileri suya düşecek. İç talebin de zayıflamasıyla, iyiden iyiye dış pazarlara bel bağlayacaklar, rekabet güçlerini ancak düşük ücretlerle sürdürebileceklerini görecekler. O nedenle asgari ücretin artırılmamasının, emekçi haklarının törpülenmesinin en sıkı takipçisi haline gelecekler.

7- Anadolu sermayesi: Mevcut iktidara destekleri nedeniyle bugün seslerini fazla yükseltemiyorlar. Seçim sonrası kredi faizlerinin yüksekliğinden şikâyetleri giderek artacak, büyük bir gürültü koparacaklar. İktidarla yeni teşvikler ve vergi istisnaları uygulaması için pazarlığa girişecekler. Saray’ın kendi organik sermaye kesimine vereceği olası tavizler bütçe dengelerini iyice sarsacak. Sosyal harcamalar ve ücretler kalemlerinde kısıntılar görülebilecek.

8- Yabancı sermaye: Ekonomide dengesizliklerin sürdüğü bir süreçte haliyle doğrudan sermaye yatırımları gerçekleşmeyecek. Yabancıların emlak alımları da iyice yavaşladı. Buna karşın sıcak para tabir edilen kısa süreli yatırım için gelen finans sermayesi yüksek faiz koşullarında TL enstrümanlara rağbet edebilir. Olası para girişleri döviz kuru üzerindeki baskıyı azaltabilir. Ne var ki bu kaçar göçer nitelikli yatırımların bir gözü rezervlerde kur hareketlerinde olacak. En ufak bir tedirginlikte şipşak ülkeyi terk edip tüm dengeleri bozabilirler. Kasım-Aralık 2023’teki sınırlı girişlerinin, son 2.5 ayda çıkışa dönüşmesinin bile bugün yarattığı sarsıntı düşünülürse, ekonomi daha derin çalkantılara sürüklenebilir.

9- Yerli rantiyeler: Bankalar yüksek montanlı mevduatlara ekstra faizler ödüyor. Vadesiz mevduat bir yana bırakılırsa, mevduatın yüzde 55’inin vadesi 3 ay ve altında. Cazip faizlerle bu hesaplara bir miktar para çekebilirse de, vadelerin kısalığı nedeniyle bankacılık sistemi iyice rantiye kesimlere tutsak düşer. Önümüzdeki aylarda faizleri indirmek çok zorlaşır. Yurtiçi yerleşiklerin en son 164 milyar dolar olan döviz ve altın mevduatlarında ise, ancak sınırlı bir çözülme gerçekleşir. Sistem döviz ve faiz arasındaki zigzaglara bağımlılığını sürdürür. Borsanın ise, normalde hem yüksek faizlerin şirketler için bir maliyet kalemi olması, hem de talebin yavaşlama riski nedeniyle ivme kaybetmesi beklenir. Ancak taze yabancı para girişleri umudu endeksi ayakta tutar.

10- Sade yurttaş: Burada fazla bir borcu da bulunmayan, KKM’yle filan işi olmayan istihdam sahibi ücretli kategorisinde ortalama yurttaşı temel alıyoruz. Ekonominin durgunlaşması, durduğu yerde işsiz kalmasına yol açabilir. Bu gerçekleşmese dahi, geçmiş ekonomik krizlerde gözlemlediğimiz gibi, ücretlerinin geç, eksik ödenmesi sosyal hakların budanması, fazla mesailerinin hiç değerlendirilmemesi gibi durumlarla yüz yüze gelebilir. İşgücü piyasasına yeni girecek gençler ise, yeni iş olanakları açılmaması nedeniyle kariyerlerinin başlangıç noktasında hayal kırıklığıyla karşılaşırlar. 

(BİRGÜN)