İstanbul seçimlerine yığınak (Çiğdem Toker)
Seçim yaklaştıkça her gün bir bakanı İstanbul'un bir köşesinde AKP adayı Murat Kurum'a oy isterken görüyoruz.
Bu kadar çok farklı kırılımla sonuçlanacak bir seçimin, gerilim hatları üretmesi bir dereceye kadar normal kabul edilebilir. Ama sorun şu ki, uzun süredir normal, daha doğrusu koşulları, işleyişi normal olan, öngörülebilir, hukuk güvenliği sağlanmış bir ülkede yaşamıyoruz.
Tam da bu nedenle, iktidar, olanca devlet gücünü gayet rahat İstanbul'a yığıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, başta kendi yaptığı mitingler olmak üzere mali, siyasi ve personel kaynağını İstanbul'a yönlendiriyor. Seçim yaklaştıkça her gün bir bakanı İstanbul'un bir köşesinde AKP adayı Murat Kurum'a oy isterken görüyoruz.
"Kayıtsız bir razı oluş"
Ve aslında son derece anormal, olan bu durum, şarkıdaki gibi "kayıtsız bir razı oluş"la karşılaşıyor. Anayasa'ya hukuka seçim geleneklerine aykırı olduğu biline biline bu kabul edilemez durum kabul ediliyor.
Tabii büsbütün haksızlık etmeyelim. Yakınmalar ve serzenişler olmuyor değil. Ama işte o kadar. Yaptırım gücü olmayan, hüküm ifade etmeyen yakınmalar ve serzenişler. İktidarın sergilediği keyfiliğin yanında, bugün gösterilen tepki ve itiraz, durumu değiştirecek, frene bastıracak bir etki doğuramıyor.
AKP iktidarının, bu sınırsız gücü, aşama aşama ele geçirdiği, ele geçirirken bağlı medyasını, propaganda aygıtlarını inşa edip güçlendirdiği dönemlerde gerekli tepkinin itirazın yeterince güçlü gösterilmemiş olması ise bugünkü hükümsüzlüğün en önemli gerekçesini oluşturuyor.
Buruk nostaljiden ötesi
Konuya dair yakınmaların başında İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın sahaya inmesi geliyor. Hatırlayalım, tıpkı pandemi döneminde kamuoyunu bilgilendirdiği için Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın övülmesi gibi, Yerlikaya'nın da göreve geldikten sonraki bazı ifade ve davranışları AKP muhalifi çevrelerde bile övgüyle karşılanmıştı. Bir bakanın sırf görevini yapıyor diye övülmesi olsa olsa memlekette çıtanın ne kadar aşağıya düşürüldüğünü gösterir, o kadar.
Ama işte abartılı her övgüde olduğu gibi yerine tam oturmayan bir şeylerin sezildiği durum kendi gerçeğine döndü.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Atatürk fotoğrafı önünde mesaj verdi diye Kurum'a destek istendiğinde ret mi edecekti? Etmedi ve bence bundan çok da hoşnut olmadığı yüzüne yansıyan fotoğraflar ve görüntüler veriyor.
Hâl böyleyken, şaibeli referandumla ortadan kaldırılan bir kuraldan özlemle bahsetmek, biraz acıklı oluyor.
Genel seçim öncesi İçişleri, Adalet ve Ulaştırma bakanlarının istifasını zorunlu kılan Anayasa maddesinden söz ediyorum. Buruk nostaljinin alemi yok. Bu kanun maddesi yıllardır yürürlükte değil. Mühürsüz zarflar YSK kararıyla geçerli kılınmıştı ya hani. İşte o halkoylamasında kabul edilen değişiklikle Anayasa'nın 114. Maddesinin 1. Fıkrası yürürlükten kalktı.
Yedi sene önce ilga edilmiş bir maddeden söz ediyoruz. Kaldı ki ilga edilmemiş olsa bile söz konusu olan genel seçimlerdi.
2017 şaibeli referandumu sonucuna bağlı olarak 2018 yılında geçilen partili Cumhurbaşkanlığı, Türkiye'de sistemi hallaç pamuğu gibi attı. O nedenle İçişleri bakanı da iner sahaya, Dışişleri Bakanı da, eski içişleri bakanı da. Kendileri pek gönüllü olmasalar ve isteksizlikleri yüzlerine yansısa bile yan yana geldiklerinde adları değil Bakanlar Kurulu, kabile bile olmayan bakanlar, Erdoğan ne derse ne isterse onu yapıyor.
Bütün mesele, hiçbir yerinde zerre kadar adalet olmayan bu sistemin sürüp sürmeyeceğinde düğümleniyor.
Adalet değil kemer sıkma
İktidarın adaleti sağlamak konusunda herhangi bir istek ve hedefi bulunmuyor. Enflasyonu, ağır mali tedbirlerle dar gelirlilerin daha büyük bedeller ödemesi pahasına düşürmek en önemli mesele. Erdoğan'ın enflasyonu kabul eden ama faili belirsizleştiren son söylemi bu rotanın son göstergesi oldu. "Önce enflasyonu kontrol altına almamız gerekiyor" diyen Erdoğan'ın "Bunu başaracak programa ve kararlılığa sahibiz.'' diye sürdürmesi ise Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'i seçim sonrası görevden alacağı söylentilerinin de dolaylı tekzibi gibi oldu.
Şimşek demişken... Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek'in Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) ile deprem bölgesine 500 milyon Euroluk finansman desteği için attığı imzaya bir parantez açalım. EBRD daha önce yine 6 Şubat depremlerinden etkilenen bölgeler için 1,5 milyar euroluk finansman paket açıklamıştı.
Seçime günler kala atılan bu imza, uluslararası finansman ve kredi çevrelerinin Şimşek adına yönelik desteğin güçlü olduğunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yukarıda alıntıladığım konuşmasında istediği sabıra, seçmenlerin cevabını ise Pazar günü göreceğiz.
/././
Serveti vergile(yeme)mek (Binhan Elif Yılmaz)
Bu köşede dev çok uluslu şirketlerin vergilendirilmesiyle ilgili bir yazı dizisi hazırlamıştım. Uluslararası sermayenin daha fazla vergi dışı kalmasına göz yumulmaması için küresel asgari kurumlar vergisi çalışmaları hızlanmış durumda. Bir yandan da toplum vicdanında sermayenin vergilendirilerek aklanması gerek.
Tüm dünyada mali, ekonomik ve çevresel adaletsizlikler artarak devam ediyor. Küreselde pandemi sonrasındaki yeni servetin yaklaşık üçte ikisini en zengin yüzde 1'lik kesim elinde tutmaya başladı. Yoksulluk sona ermiyor, artıyor. Emek enflasyon altında ezilirken büyümeden aldığı pay sınırlı. Oxfam'ın araştırmasına göre dünyadaki en büyük şirketlerin sadece yüzde 1'inden daha azı çalışanlarına "yaşanabilir" bir ücret ödüyor. Diğer yüzde 99'unun böyle bir kaygısı var mı acaba?
Ama küreselde vergi reformları sermayeyle, dev çok uluslu şirketlerle ilgili yapılmaya çalışılıyor. Madem süreç başladı, bundan sonra zenginler için de devamı gelse iyi olur. Zaten en zenginlerin arkasında, kârın ortaklarına aktarıldığı ve genellikle beklenti üstü (!) kâr elde eden bu dev şirketler var. Üstüne vergi teşvikleri, indirimleri ile önemli bir kazanç alanına sahipler.
Sonra bu zenginler çeşitli yollarla nüfuz da elde edebiliyor. Bu nüfuz arttıkça ihalelerden medyaya kadar pek çok köşe başı tutulabiliyor.
Çünkü sadece servet değil, nüfuz da birikir. Servet, sahibine gelir sağlarken ve gelecekteki işsizlik, hastalık risklerine karşı güven verirken, sosyal mevki, ün, kudret, ekonomik bağımsızlık sağlayarak özel bir ödeme gücünü temsil eder.
Vergide adaleti sağlamak için ödeme gücüne göre vergileme gerekli, servet de ödeme gücünün göstergesi olduğuna göre vergilendirilmesi doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
Zaten servet vergilerinin amacı, fırsat eşitsizlikleri dolayısıyla toplumdaki bireyler arasında oluşan gelir ve servet dağılımındaki dengesizlikleri en aza indirmek değil mi? O nedenle serveti olan ile olmayanı bu vergiyle birbirinden ayırmak gerekiyor. Emlak vergisi bir emlaka sahip olan ile olmayanı, ya da motorlu taşıtlar vergisi ona sahip olan (sahip olabilme gücüne sahip olan) ile olmayanı birbirinden ayırabiliyor örneğin. Ancak gelir ve servet dağılımında adaletsizliği en az indirecek servet vergisinde servetin tanımında sorun yaşıyoruz. Çünkü ülkemizde devlet hâlâ somut, gözle görülen servet unsurlarını vergilemeye çalışıyor.
Türkiye'de servet vergileri dört adet; Emlak Vergisi (EV), Değerli Konut Vergisi (DKV), Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) ve Veraset ve İntikal Vergisi (VİV). Bu vergilerin konuları gayrimenkul (EV ve DKV), motorlu taşıt (MTV) ve servetin ölüm ya da yaşayanlar arası karşılıksız intikaline (VİV) dayanıyor.
Oysa servet tanımına, her türlü taşınır taşınmaz mallar ile para ve alacaklar dahildir ve zaten servet kişinin beli bir anda sahip olduğu ekonomik değerlerin tümüdür. Her birinin fiyatı vardır ve mübadeleye de elverişlidir.
Ancak Türkiye'de servetin tanımı oldukça dar. Bir çok ülkede mevduat vb de servet olarak tanımlanıyor. Bizdeki tanım eksikliği vergide adalet arayışını tetikleyen ana unsurlardan biri. Servet vergilerinin sık sık gündeme gelmesi, yeni bir servet vergisine umut bağlanması hem mevcut kamu giderlerinin dağılımından ve israfından, hem de vergilerin gelir/servetin adil dağılımındaki rolünden hoşnut olunmadığını gösteriyor.
Uygulamadaki servet vergilerinin gelir ve servet dağılımı üzerindeki etkisi, tüm servet unsurlarının hangi gelir grupları arasında dağıldığı ile ilgili. İşte aslında toplum vicdanını rahatsız eden nokta da burası.
Servet edinimiyle artan nüfuz, üretim faktörü sahipliklerinde giderek derinleşen adaletsizlikler ekonomi politikalarının etkisiyle de büyüdü. Düşük faiz politikasıyla uygulanırken kredi çekerek döviz ve altına yönelenler tasarruf ve servet sahibi oldular. Aynı dönemde düşük gelir düzeyindekiler, yoksullar bu politikanın sonucunda ortaya çıkan enflasyonun altında ezildi. Üstelik yaşanan dolarizasyon sonucu kur yükselişinin önüne geçilmesi için yaratılan KKM'nin getirisinden bile gelir vergisi alınmadı. O nedenle hem vergide adaletsizliğin göstergesi dolaylı vergilerin vergi sistemindeki hakimiyeti, hem de böyle bir zenginleşme ve kâr akımının da tetiklediği enflasyonla devam ediyoruz.
Mevcut servet vergilerine ek yeni bir servet vergisi ihdas edilmesi kıymetli meslektaşım Prof.Dr. Murat Batı'nın dünkü yazısında açıkladığı gibi Anayasa'nın 2. (sosyal hukuk devleti), 10. (eşitlik), 13. (ölçülülük) ve 35. (mülkiyet hakkının ihlali) maddelerine aykırılık teşkil edecek. Ayrıca yeni servet vergisi vergi sistemine dahil olsa da bu vergilerin gelirlerinin örneğin deprem harcamalarına, sosyal transferlere vb tahsis edilmesi 5018 sayılı KMYKK m.13/g'ye göre mümkün değil. Bu durumda gerçekleşmeyecek olan; bir Robin Hood vergisi gibi zenginden alıp yoksula vermek.
Yeni servet vergisine kadar öncelikle gelir ve kurumlar vergisinde reform ile işe başlanmalı. Gelir-Kurumlar Vergisi beyannamelerinde görülmeyen ve servetin oluşumuna katkı sağlayan gelir kayıt ve kontrol altına alınabilir. Servet vergisi ile gelir getirmediğinden dolayı Gelir-Kurumlar vergisiyle kavranamayan servet unsurları kavranabilir.
Aslında Veraset ve İntikal Vergisi uygulaması, karar alıcılara yol gösterici niteliğe sahip. Bu vergiler "birbirini telafi eden", "takip ve kontrol eden vergiler"dir. Şöyle ki Veraset ve İntikal Vergisi, içinde iki vergiyi barındırıyor. İlki veraset sonucu ortaya çıkan ikincisi yaşayanlar arası gerçekleştirilen servetin karşılıksız intikali, vergilendirmeye yönelik. Veraset vergileri yalnız başına uygulandığı durumda servetin intikali yaşayanlar arasında bağış yoluyla gerçekleştirilebilir. Bunun için yaşayanlar arası bağış yoluyla gerçekleştirilen karşılıksız intikaller de bu vergi kapsamındadır.
Türkiye de servet vergileri, servet üzerinden ve servet transferinden alınıyor. Ayrıca servet vergileri servet artışından da alınır. Serveti oluşturan unsurda sahibinin hiçbir kişisel emeği olmadan meydana gelen artışlar vergilendirilir. Almanya'da Birinci Dünya Savaşı'ndaki servet artış vergisi uygulaması var, hatta olağanüstü servet vergisi olarak da bilinir. Oysa Türkiye'de bu kapsamda Gayrimenkul Kıymet Artışı Vergisi uygunladı. Servet unsurlarından sadece biri olan gayrimenkulün değerindeki artışı vergilemek için yürürlükteydi. Hatta uygulanırken olağanüstü bir durum da yoktu. Ancak o vergi neoklasik ekonomi politikalarının vergi sistemini değiştiren, sermayeyi daha hafif vergileyen özelliği sonucu 1985 yılında kaldırıldı.
Dostoyevski'nin dediği gibi; "parasız düşünür, ama paralı iki misli düşünür".
/././
Erdemoğlu’nun önerdiği servet vergisi kimleri hedefliyor? (Mustafa Durmuş) Erdemoğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu
Süper zengin Erdemoğlu’nun önerileri, depremin ve krizin faturasının halka kesilmesidir, halka kemer sıktırmaktır.
Türkiye’nin en büyük holdinglerinden olan Erdemoğlu Holding’in yönetim kurulu başkanı İbrahim Erdemoğlu’nun, Ekonomim Gazetesi’nden Vahap Munyar’a konuşurken, özellikle de yaptığı servet vergisi önerisi çok dikkat çekti.
Birçok insan bazı Batı ülkelerinin dolar milyarderlerinden böyle önerilere, özellikle de Covid-19’dan bu yana, alışkın ama Türkiye’de ilk kez böyle bir şey süper zengin biri tarafından dillendiriliyor. Acaba süper zenginimiz, sınıf olarak kendilerinin de ellerini taşın altına sokmalarını öneriyor?
Dünya’daki en zengin 500 kişiden biri
Erdemoğlu, Forbes’in her yıl açıkladığı dünyadaki en zengin 500 kişi arasında 497’nci sırada yer alan tek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Öyle ki dergide, 2023 yılındaki net servetinin değeri 5,3 milyar dolar olarak yer alıyor. (1)
İbrahim Erdemoğlu, kardeşi Ali Erdemoğlu ile birlikte, halı üretiminde kullanılan malzemelerin en büyük üreticilerinden biri olan SASA Polyester'in yüzde 75’inden fazlasına sahip. SASA’nın ise Koch Industries’in kimyasallar, polimerler, kumaşlar ve elyaflar üreten bir yan kuruluşu olan Invista ile 935 milyon dolarlık bir lisans ve teknik hizmet anlaşması var.
Servet büyük ölçüde halka arzlardan
Erdemoğlu kardeşler SASA'nın yüzde 51’ini, 2015 yılında, 102 milyon dolara satın almışlar ve sonrasında halka arzlar yoluyla şirketin hisselerinin değerini inanılmaz bir biçimde büyüterek bugünkü serveti yaratmışlar. Yani sadece 8 yıla sığan bu süper zenginliğin arkasında büyük ölçüde borsadaki halka arzlar var.
Holding aynı zamanda, iki özel şirket olan Merinos Halı ve Dinarsu Halı’yı da bünyesinde tutuyor. Öyle ki bugün Erdemoğlu Holding, Türkiye ve Rusya'da 8 lokasyondaki üretim tesisleriyle dünyanın en büyük halı üreticilerinden birisi.
“6 milyon TL’nin üzerinde varlığı olan herkes servet vergisi ödesin!”
İbrahim Erdemoğlu, Munyar’la görüşmesinde, "6 Şubat depremlerinin neden olduğu büyük bütçe açıklarını telafi edebilmek ve İstanbul’daki kentsel dönüşümü fonlamak üzere tek seferlik bir servet vergisinin alınmasını" öneriyor.
Ona göre, toplam servetinin değeri 6 milyon TL’nin üzerinde olan herkesten yüzde 1-2 oranında ve bir kerelik olmak üzere, bir servet vergisi -24 ay veya 36 ay taksitlerle, alınabilir. Servet (varlık) hesaplamasına, arsadan bina ve konuta, şirketten hisse senedine, tahvil ve bankadaki mevduata kadar her şeyin dâhil edilebilir.
Erdemoğlu’na göre, bu şekilde toplanacak 150 milyar dolarlık bir fon, merkezi yönetim bütçesi dışında, şeffaf, denetime tabi ayrı bir fonda tutulsun. (Meclis denetiminden kaçırılan bu para şeffaf biçimde nasıl kullanılabilir?) Bunun 50 milyar doları 6 Şubat depremlerinin zarar verdiği 11 kente (-ki bunların arasında Erdemoğlu’nun memleketi olan Adıyaman da var) harcansın. 100 milyar doları da başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgesi’nin kentsel dönüşümü için kullanılsın. (2)
Erdemoğlu’nun yanlış bildikleri ya da söyledikleri
Öncelikle, Erdemoğlu kamudaki istihdam sayısının ciddi olarak azaltılması da dâhil olmak üzere, 4-5 yıl boyunca kemer sıkma politikalarının hayata geçirilmesini savunuyor. Ona göre "Hepimiz aynı gemideyiz", o yüzden de mealen, kamu emekçileri işsiz kalarak, servet sahipleri de servet vergisi ödeyerek fedakârlık yapmalı.
"Kamuda istihdam edilen sayısı çok mudur, neden çoktur ve bunun ne kadarı son yıllardaki güvenlikçi, militarist ve siyasal İslamcı politikalara uygun olarak alınan üniformalı istihdamdan oluşuyor?" gibi soruları irdelemeden, kamusal istihdam bir kambur olarak niteleniyor ve işsizliğe davetiye çıkartılıyor.
Ayrıca Erdemoğlu, kamucu sosyal güvenlik sistemine de karşı çıkıyor ve “Dünyada birçok ülkede 4 çalışana karşı 1 emekli, bizde ise 1,6-1,7 çalışana karşılık 1 emekli olduğunu” ileri sürüyor. Bunun da SGK açıkları yüzünden bütçe açığına yol açtığını söylüyor.
Oysa DİSK-AR’ın yenilerde yayımlanan bir araştırmasına göre, Avrupa ülkelerinde ortalama aktif/pasif oranı 1,6 düzeyinde. Fransa, Polonya, İtalya, Belçika, Finlandiya gibi ülkelerde aktif/pasif oranı Avrupa ortalamasının altında. Türkiye'de aktif-pasif oranı ise 2021’de 1,9 (2023’te bu oran 1,7’ye geriledi.) (3)
Yani Türkiye’deki aktif/pasif oranı Avrupa’dakinden daha küçük değil, eğer bu bir sorunsa, her yerde sorundur, sadece Türkiye’de değil.
Ayrıca SGK açıklarını kapatmak hatta sosyal güvenlik sistemini güçlendirmek için mevcut durumda "vergi harcamaları" adı altında, yüzde 70’i sermaye kesimi ve zenginlerden muafiyet, istisna ve indirim adları altında alınmayan 2,2 trilyon liralık verginin toplanması yeterli olur. Sırf bu açıklar için servet vergisi almaya gerek yok.
Sermayenin vicdanı mı sızlıyor?
İkincisi, servet vergisi önerisi ilk bakışta bazı Batı ülkelerindeki bir kısım zenginlerin servet vergisi alınması yönündeki açıklamalarına benzer bir açıklama gibi gözüküyor.
Hatta bu açıklamayı, "vicdan ve sorumluluk sahibi zenginlerimizin ellerini taşın altına sokmaya hazır oldukları" biçiminde yorumlayanlar da -başta V. Munyar olmak üzere- var.
Servet vergisi adı altında halkın elinde kalan son varlıklarına mı göz dikiliyor?
Ancak, bu öneri adil gibi gözükse de, birincisi servet vergisinin eşiğinin 6 milyon TL’den başlatılması, ikincisi bu parayla ülkenin kaymağını yiyen inşaat sektörünün büyük şirketlerinin fonlanacak olması, önerinin ilericiliğinin aksine, gerici ve emekçi karşıtı karakterini ortaya koyuyor.
Öncelikle, vergiye esas olacak servetin hesabına menkul ve gayrimenkul her şey dâhil ediliyor. Ancak bugün büyük kentlerde ortalama bir konutun değeri 6 milyon TL’yi zaten buluyor. Bu da elinde konutundan başka serveti olmayan örneğin bir emekli memurun servet vergisi ödemek zorunda kalacağı demektir.
Oysa servet vergisi, dünyadaki uygulamasına bakıldığında, genellikle aşırı yükseklikte serveti olanlardan alınan ve mükellef tabanı dar bir vergidir. Yani gelir vergisi ya da tüketim vergisi gibi geniş tabana yayılabilecek bir vergi değildir.
Erdemoğlu, önerisiyle aslında nesnel olarak dünyada tartışılan servet vergisinin ülkede uygulanmasının önünü kesiyor zira niyetinden bağımsız bir biçimde, onu korkutucu bir şey olarak gösteriyor.
Eşit oranda vergi almak adaleti sağlamaya yetmez
Keza, verginin tek seferlik ve tek bir orandan alınması da, her ne kadar "Herkes eşit oranda ödeyeceğinden adaletli olur" algısı yaratsa da, doğru değil.
Zira örneğin 6 milyon TL serveti olan bir kişinin bunun üzerinden ödeyeceği 60-120 bin TL’lik bir vergi, büyük servet sahipleri açısından çok önemsiz bir miktar iken, bir memur ya da işçi emeklisi ya da halihazırda bir çalışan ya da küçük esnaf konumundaki konut sahibi için ciddi bir maliyettir, ağır bir mali yüktür.
Bu nedenle de, doğrusu servet vergisinin, başlangıçta, sadece finansal servetlerle -örneğin bankadaki mevduat- sınırlı tutulması ve vergi eşiğinin 1 milyon dolardan -yaklaşık 33 milyon TL- başlatılmasıdır. Ayrıca bu verginin tek seferlik değil, her yıl ve matrah arttıkça artan oranda, yani artan oranlı bir tarife ile alınması vergilemede adalet açısından daha uygundur.
Böylece örneğin, bankada 1-5 milyon dolar karşılığı TL mevduatı olanlardan yüzde 3, 5-10 milyon dolar karşılığı TL mevduatı olanlardan yüzde 5, 10-50 milyon dolar karşılığı TL mevduatı olanlardan yüzde 7 ve 100 milyon dolardan fazla TL mevduatı karşılığı olanlardan yüzde 10 vergi alınması gibi bir uygulama söz konusu olabilir.
Özetle, süper zengin Erdemoğlu’nun önerileri, depremin ve krizin faturasının halka kesilmesidir, halka kemer sıktırmaktır. Önerdiği sözde servet vergisi ise gerçek bir servet vergisi değildir, çalışan sınıfların ve bazı emeklilerin -örneğin ev sahibi olanlarının- varlıklarına, birikimlerine göz diken, diğer taraftan süper zenginlerin servetlerinin dikkatlerden kaçırılmasına hizmet eden bir vergidir.
Dip notlar:
https://www.forbes.com/profile/ibrahim-erdemoglu/?list=billionaires (25 Mart 2024)
https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/yuzde-1-servet-vergisi-gelsin-150-milyar-dolar-deprem-kaynagi-yaratilsin (25 Mart 2024)
DİSK-AR, “Avrupa’da ve Türkiye’de Emeklilerin Durumu”, https://arastirma.disk.org.tr (23 Mart 2024).
/././
"Tutti Frutti"den Kızılcık Şerbeti'ne(Ayça Atikoğlu)
Diğer her şey hayatın olağan seyrine uygunmuş gibi, laikçi görünümlü siyasal İslam propagandası pompalanıyor, diye isyan eden edene.Hiçbir şey bize gerçekten yabancı değil, her şey birbirine bağlı ve bizi ilgilendiriyor. Biliyoruz ama hâlâ anlamakta zorlanıyoruz. Bu yüzden kendimizi kendimizden daha büyük ve gördüğümüzden daha derin bir şeyin parçası olarak tanımak, tamamlamak gibi bir durum var ve anlamlandırmak…
Amarcord, Fellini'nin 1973 yılında çektiği en sevilen filmlerinden biridir. Rimini lehçesinde hatırlamak anlamına gelir. Film bizde ancak 1981 yılında gösterilmişti ve hayatımıza unutulmaz karakterler katmıştı. Ağacın tepesine çıkıp "Kadın istirem" diye bağıran kuzen gibi, faşizmin sinsice yükselişi gibi, bize görsel bir şölen olarak sunulan tavus kuşu gibi. O yıllarda yerli/yabancı nice sinema yazarı tavus kuşu üzerine tonla yorum yaptıktan sonra Federico Fellini bir söyleşide: "Tavus kuşunu göstermemin söylenenler ile hiç ilgisi yok. Hiçbir şey düşünmedim, sadece renklerini sevdiğim için koydum" deyivermişti.
Bu durum kulağıma küpe oldu, anlam yüklerken bir durup yutkundum.
Televizyon dizilerini de bu bakış açısıyla izliyorum. Dualiteye düşmeden, bir karakteri dost diğerini düşman bellemeden, gereğinden fazla anlam yükleyip niyet okumadan. Sıkılmadan izleyebiliyorsam ne âlâ. Bazen de bir dizi dram olarak başlayıp komediye dönüşebiliyor. Bakınız'Kızılcık Şerbeti. Kızının mütedeyyin bir aileye gelin gitmesi üzerine ortalığı kasıp kavuran laisist Kivılcım'ın gönlü bir süre sonra dini bütün Ömer'e kaydı. Hadi oldu diyelim. Ömer hoş adam. Derken bir başka zengin Ertuğrul ile ortak yönleri olduğunu anladı ve dini yaşam biçimi olarak seçmiş adam ile yakınlaştı. Derken aykırı, vurdum duymaz Alev hiç olmayacak şekilde namazında niyazında dede Apo'ya aşık oldu. Yetmedi evin 18'indeki modern küçük kızı evli iki çocuklu adama gönül verip başını kapayıp kuma oldu. Dahası çılgın TV patronu Rüzgar türbanlı, evli Nursema'ya takıldı kaldı. Başı kıçı açık, Türkçesi bozuk, cep telefonuna yapışık yaşayan kızların ne kadar boş olduğunu anladı.
Dizide bir tek anneanne kaldı İslamcı'ya gönlü kaymayan, kendi ahlak ve yaşam düzeyinde tutarlılığı süregelen. Kızılcık Şerbeti'nde İslamcı erkeklerin hepsi zengin iş adamları, devasa konaklarda oturuyor, muhteşem binalarda çalışıyorlar, İslamcı olmayan sıradan faniler ise parasız ve ayıptır söylemesi biraz ezikler. Şimdi kadınlar güçlü paralı İslamcılara şeytmesinler de ne yapsınlar…
Sosyal medyada epeydir Kızıl Goncalar ve Kızılcık Şerbeti gibi AB düzeyinde reytingi yüksek dizilerdeki söylemlere yönelik tepki var. Seküler kesimi ülkeden kopuk, cahil, evde topuklu pabuçlarla gezen, işi gücü yokmuş gibi kanepede uzun uzun fotoğraflara bakan, hedonist tiplemelerle canlandırmaları izleyiciyi rahatsız etmeye başladı.
Kızıl Goncalar'da doktorun haylaz kızının bilge Cüneyt 'e:
- Bir şey ısmarlayayım. Çay kahve?
- Ramazan…
- Ramazan kim?
Muhabbeti "tostumu yedim" gibi magazin klasikleri arasındaki yerini aldı bile.
Diğer her şey hayatın olağan seyrine uygunmuş gibi, laikçi görünümlü siyasal İslam propagandası pompalanıyor, diye isyan eden edene.
Öte yandan İslamcı kesimde rahatsız olanlar da var. "Fetocu Necati Şahin (Kızıl Goncalar'ın senaristi) dindar ailelerin bağnazlık ve cahillik ile tasvir edildiği iki dizinin de yapımcısı Faruk Turgut ile çalışıyor. Toplumsal ayrışmayı körükleyen ve dindarları uç örneklerle düşmanlaştıran iki dizi gerçeklikten uzak sahneleriyle tepki topluyor. Oysa Şahin yıllar önce dini ve dindarlığı savunmuştu. Aynı senarist Fethullahçı Terör Örgütü'nün propaganda filmi Selam'ın da senaristliğini yapmıştı" falan diye…
Hâl böyle iken olayın sosyolojisine de zoom yapılılıyor doğal olarak. Nevşin Mengü'nün Youtube kanalından Orhan Şener Deliormanlı ile yaptığı söyleşiyi kayda değerdi. Deliormanlı bilinçaltının dışavurumuna ve hidayet romanlarına gönderme yapan geleneğe dikkat çekiyor, kız İslamcı çocuğa aşık olur, bataklıktan kurtarılır, Kara Murat kaleyi fetheder prensesle de yatar...
Deliormanlı'nın altını çizdiği esas önemli mesele ise; 15 Temmuz sonrası "Bunların karıları bize helaldir", "Yeni bir Türkiye kuruluyor siz eskisiniz, defolun gidin" gibi söylemler ve geçtiğimiz günlerde Fahrettin Altun'un '"Siyasi hegemonyanızı bitirdik, kültürel hegemonyanızı da bitireceğiz" salvosu.
Kızıl Goncalar'da Sadi Efendi geçen hafta "Bizi nasıl kabul etmezler, biz bu milletin harcıyız" diyordu. Deliorman da haklı olarak soruyor: Bu tarikatlar yerli ve milli mi?
Diyeceğim şu ki AB grubu ağırlıklı olarak seküler takım zaten. Türkiye Raporu'nun geçen yıl yaptığı bir araştırma yüzde 80 oranlarında tarafların kendi kanallarına kilitli olduklarını ortaya koyuyordu. Yani kimse birbirini izlemiyor, dinlemiyor. Ne kötü, kendi kendimize konuşuyoruz.
Berkun Oya'nın Netflix'te gösterilen "Bir Avuç Alkış"ını da zaten darbe yemiş, dibe vurmuş orta sınıfı hicvetmekle suçlayanlar var. Proje çocuk iflas etti diyen de... Ben ise reenkarnasyon ile ilgili bir dizi izlediğimi düşünüyorum. Annesinin şehirli kaygılarından dolayı dünyaya gelmek istemeyen bir bebek, geldikten sonra da amaçsız, kırgın, uyumsuz bir çocuk olur, annelerin hamile iken bir bankta otururlarken karındaş yan komşusu bebeğin kafası ise nettir. Başarmak, aşmak ister. Başarır da. Bizimki ise sonunda Budist görünümlü (portakal rengi giysiler) Hint fakiri olur çıkar.
Zavallı anne, değil proje yapmak sıradan bir evlada sahip olamamanın dramı içinde kahrolur. Karşımızda proje yapan değil hüsrana uğramış bir anne var yani. Kaldı ki bu Berkun Oya'nın ütopik bir canlandırması değil. Tüm dünyada çok yaygın ve gerçek bir dram amaçsız nesiller...
Derdim yeni saptamalar yapmak değil, izlediklerimize günlük siyasi pencereden bakarak bütünsel bir değerlendirme yapılabilir mi diye sormak.
Sonuçta belgesel izlemiyoruz. Senaristin aslına sadık kalmak gibi bir sorumluluğu yok. Dolayısıyla bizim de seyirlik bir şeyi senaristten daha fazla ciddiye alma gibi bir sorumluluğumuz olmayabilir.
Ülkedeki kandırılma korkusu, izleyicinin ortalama bir zekâya sahip olmadığına kadar götürüyor insanları.
Bir de unutmayalım ki halkımız yazılı bir kültüre bağlı olmadığı için bir durumdan diğerine hızla geçebiliyor. 1990'larda Show TV'de gece yarısından sonra yayınlanan "Tutti Frutti" mesela. Kızların her birinin bir meyveyi temsil eden açık göğüsleri Katolik İtalya'da büyük tepki çekerken, bizde değil tepki homurdanma bile olmadı. Ergeni yaşlısı herkes ağzı kulağında memnun memnun izledi. Türkiye 90'larda Müslüman değil miydi?
Kültürel /etnik gibi siyasi amaçlı suni bölücülükler bir süre için kabul görür ama uzun vadede kendine yer bulamaz. Rahmetli Ömer Lütfü Mete bir TV programında "Sabah uyandığımda aklıma gelen ilk şey Türk olmam ya da mezhebim değil, oğullarımın rızkını nasıl çıkaracağım" demişti.
Hayat bu minvalde ilerliyor …
Kültürel egemenliğin (bu bir kültür savaşı ise) kimde kalacağını ise zaman ve ürün belirler.
Savaş ile alakası olmayan, savaş kahramanları da pek olmayan İtalyanlar mesela, "Bella Ciao" ile 100 yıldan fazla süredir dillerden düşmeyen en güzel direniş türküsüne imza attılar. İmza lafla değil yapıtla atılır. "Onlardan" geriye kültürel bir miras değil beton kaldığı da gün gibi ortada.
Uzun vadede ayrılıkçılığın değil bütünleştiriciliğin kazanmasını umuyorum, okyanusa kavuşamazsan su birikir bataklık olur…
(T24)