6 Nisan 2024 Cumartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 6 NİSAN 2024 -

 

Şamar örnekleri (Işık Kansu)

Yakın geçmişte benzer örnekler yaşamıştık.

Çocukları, gösterişe düşkün çevresi, gönül ilişkileri ile ünlü kızı, davulcu damadı, papatya diye anılan yağdanlıkları, yakın çevresine iliştirilmiş gazetecileri ile bir siyasi şımarıklık içine giren Turgut Özal ve partisinin üzerinden 1989 yerel seçimlerinde, dönemin Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’nun ifadesiyle “silindir” geçmişti.

Benzer bir durum AKP’nin iktidara geldiği seçim için de geçerliydi. 1999 seçimlerinde yüzde 22 oy oranı ile birinci olan Bülent Ecevit (DSP), koalisyonun başbakanı olmuş ancak dünya sömürgenlerinin isteği üzerine paraşütle ekonomiden sorumlu bakanlığa getirdiği Kemal Derviş’in halk çıkarlarına aykırı uygulamaları sonucunda 2002 seçimlerinde yüzde 1’e çakılmıştı.

Halkın büyük çoğunluğunun aptalca davrandığına, anlayışının kıt olduğuna ilişkin savların yanlışlığı geçen hafta yapılan seçimlerle bir kez daha kanıtlandı.

Bu halk zamanı gelince nasıl davranacağını, kime şamar atacağını, kimin sırtını sıvazlayacağını, açıkçası işini biliyor. Demokrasiyi de içine sindirdirdiğini gösteriyor ve asıl karar vericinin kendisi olduğunu çok iyi algılatıyor.

CAM TAVANIN YIKILMASI SONRASI

31 Mart seçimlerinin, Saray düzeninin yurttaşları soluksuz bırakan baskıcı havasının yarattığı karamsarlığın dağılması açısından çok önemli bir etkisi oldu.

Uygarlıktan yana her kesimde, demokratik kitle örgütlerinde, özellikle de gençler ve kadınlarda, karşıdevrim dayatmalarına karşı direnmenin er ya da geç başarıya ulaşacağına ilişkin inanç ve özgüven oluştu. Bu iyimser ortamın süreğenleşmesi için en önemli görev, yerel yönetim seçimlerinde tarihsel bir sıçrayış yaşamış olan CHP’ye düşüyor hiç kuşkusuz.

Adaylık sürecinde “değişim” sözlerini yaşama geçirmek üzere kadınlara, gençlere ve yeni yüzlere olanak sağlayan CHP’nin, bu tutumunun seçmen düzeyinde olumlu karşılandığı görülüyor. Seçilen belediye başkanlarının halkçı, dürüst, çalışkan bir yönetim biçimiyle yurttaşlara hizmet götürmeleri, CHP’nin iktidara ulaşabilme iddiasını artıracaktır.

Önümüzdeki dönemde CHP’nin iç çatışma ve çekişmelere yönelmesi durumunda, bu iddiasından hızla uzaklaşacağı, halkın partiye tanıdığı şansı yitireceği açıktır.

Geçtiğimiz sonbaharda yapılan kurultay öncesinde ve sonrasında dillendirilen Özgür Özel-Ekrem İmamoğlu yarışının seçim sonuçları ile sona erdirilmesi, ilerisi açısından önem kazanmaktadır. Her iki ismin de seçim öncesi partinin başarısı için çok çalıştığı, Saray’ın oyun ve kışkırtmalarına karşı akıllı yöntemler kullandıkları gözlendi. Her iki isim de CHP’yi örgütünün ve tabanının özlediği sonuca ulaştırdılar.

Özgür Özel, bu seçim sonuçlarıyla, genel başkanlıktan liderliğe doğru aşama kaydetti. İmamoğlu da Türkiye’nin en büyük ilinin başkanlığını hem de iktidarın neredeyse tüm kabinesiyle yüklenmesine karşın büyük oy desteği kazanarak kendi siyasi geleceğine dönük yeni bir aşamaya girdi.

Dolayısıyla başarıda ortaklaşan bu iki ismin parti içinde ayrışma yerine bütünleşmesinin bambaşka bir gizilgüç yaratacağı kesindir.

O güç ki Özgür Özel’in ifadesiyle, yüzde 25’lik cam tavan nasıl yıkıldıysa Saray düzenini de tuzla buz edecek bir istençtir aynı zamanda...

                                                     /././

İsrail’in İran’ı vurmasının 4 nedeni (Mehmet Ali Güller)

İsrail’in Şam’da İran konsolosluğunu vurması, “uluslararası hukukun ihlali” düzleminde değil, ancak “terör” düzleminde ele alınabilir. Çünkü İsrail’in ikinci bir ülkenin topraklarında üçüncü bir ülkenin diplomatik temsilciliğini hedef alması, bir devlet terörüdür.

Kuşkusuz İsrail son tahlilde bir terör devletidir. İsrail 1948’de kurulurken devlet aygıtı ve mekanizmaları, Haganah ve Irgun terör örgütlerinin üzerinde inşa olmuştu. Bu iki terör örgütü, sadece ordunun, güvenlik ve istihbarat mekanizmalarının kökü değil, sonrasında İsrail’de hükümetleri kuran iki partinin de kökü durumundaydı.

Birkaç örnek verecek olursak: İzak Rabin, Ariel Şaron, Moşe Dayan gibi isimler Haganah üyesiydi. Bugün Gazze’de soykırım uygulayan resmi “İsrail Savunma Kuvvetleri”, Haganah’ın devamıdır. Haganah’dan ayrılanların kurduğu Irgun ise Kral David Oteli’nin bombalanması ve Deir Yassin katliamı gibi terör eylemlerine imza atmış bir örgüttü. İsrail siyasetinin önde gelen partilerinden Likud’un çekirdeğini oluşturan Herut, Irgun’un devamıydı.

NETANYAHU ABD İÇİNDE GEDİK AÇMA PEŞİNDE

Peki İsrail Suriye topraklarında neden İran’ı hedef aldı? Meselenin İsrail açısından, daha doğrusu Netanyahu açısından birkaç boyutu olduğu anlaşılıyor:

1) Gazze’de işler İsrail hükümetinin istediği gibi ilerlemiyor. ABD Refah için çizgi çekti. Dahası Biden açık açık Netanyahu’dan rahatsızlığını dile getiriyor. Hatta ABD Ulusal İstihbarat Direktörlüğü, İsrail’de başka bir hükümeti olası gördüğünü rapor etti. Diğer yandan BidenNetanyahu yerine savaş kabinesinin önemli isimlerinden Gantz ile çalışmaya başladı. Kısacası Netanyahu hükümeti topun ağzında. İsrailliler istifasını, Gantz ise erken seçim istiyor.

Netanyahu İran’ı vurarak bu sıkışmışlığını iki yönlü açmaya çalışıyor: İran karşısında hem içeride hem de dışarıda etrafında kenetlenme sağlayarak siyasi pozisyonunu sağlama almaya çalışıyor. İran’ın sahaya çekilmesi durumunda, Netanyahu ABD içinde de bir kırılma yaşanacağını, İran karşıtlarının ve İsrail yanlılarının Biden’ı sıkıştıracağını, bunun da üzerindeki Biden basıncını hafifleteceğini hesaplıyor.

İSRAİL, GOLAN'DAKİ MEVZİSİNİ KORUMA PEŞİNDE

2) İsrail, İran’ı hedef alarak, “direniş eksenine” karşı bölgede hamle üstünlüğü kazanmaya çalışıyor. 3H’ye, yani Hamas, Hizbullah ve Husilere, İran’ı vurarak mesaj veriyor.

3) İsrail, Şam’da İran konsolosluğunu vurarak Suriye topraklarındaki pozisyonunu da korumaya çalışıyor. Zira Gazze’deki durum, İsrail’i istemediği şekilde Golan’da da zor durumda bırakabilir. Nitekim Rusya’nın bu bölgede bir karakol kurması, İsrail açısından istenmeyen bir durum oluşturdu.

Tel Aviv yönetimi işte bu nedenle Suriye topraklarına saldırılar düzenleyerek ve İran’ı hedef alarak, Golan’daki pozisyonunu sağlama almak istiyor.

İSRAİL, ABD'NİN ÇEKİLMESİNİ ÖNLEMEYE ÇALIŞIYOR

4) İsrail ve Ortadoğu uzmanlarının üzerinde en çok durdukları olasılık ise İsrail’in İran’ı hedef alarak ABD’yi bölgeye çekmeye çalıştığı şeklinde...

Kuşkusuz ABD varlığının Ortadoğu’da artması, İsrail’in güvenliğine kalkan oluşturması demek. Ancak ABD’nin Ortadoğu’da kuvvet artırmaya niyeti yok. Nitekim ABD’li yetkililer, İsrail’in saldırısının ardından İranlı yetkililere “İlgimiz yok” mesajı gönderdiler.

Çünkü İsrail ABD’yi Ortadoğu’ya çekmeye çalışsa da ABD’nin buna gücü ve niyeti yok; birkaç cephede birden savaşıyor ve hepsine yetişemiyor. O nedenle 7 Ekim’den hemen sonra açık açık “savaşın bölgeselleşmesini” istemediğini bölgedeki aktörlere bildirmişti.

Tersine bugün ABD’nin başında Irak ve Suriye’nin kuzeyinden çekilmeye zorlanmak sorunu var. Irak hükümeti açık açık “Topraklarımdan çık” dedi ve IŞİD Karşıtı Koalisyonun geleceği müzakere ediliyor. Irak’tan çıkan bir ABD’nin ise Suriye’de kalabilmesi pek olası görünmüyor.

İşte İsrail ABD’nin Irak-Suriye hattından çekilmesini “direniş ekseninin” zaferi olarak görüyor. O nedenle Suriye’de ve Irak’ta İran’ı hedef alarak aslında ABD’nin yeni kuvvet getirmesini değil, mevcut kuvvetini götürmesini önlemeye çalışıyor.

                                                      /././

89 dejavusu (Miyase İlknur)

Demirel’in, “Tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” sözü bir kez daha tescillendi. Ekonomiden hukuka, kibirden nepotizme, baskıcı yönetim tarzından sığınmacı sorununa kadar bir dolu etken üst üste geldi, birikti birikti ve sonunda düdüklü tencere patladı.

Aslında bu patlamanın sinyalleri 2017 referandumundan itibaren adım adım gelmişti.

AKP’nin bugün yaşadığı ANAP’ın 1989’daki durumu ile birebir aynı. 29 Mart 1989 yılında yerel seçimlere gidilirken o güne kadar girdiği bütün seçimleri kazanmış olan iktidar partisi, bu seçimleri de kazanacağından emindi.

Başbakan Özal, devleti, bakanlar ve Meclis’le değil, aile bireyleri ve Ahmet Özal’ın arkadaşlarından oluşan danışmanlarıyla yönetiyor, yüzde 87.5 enflasyon karşısında dar gelirli sürekli kemer sıkmak zorunda kalıyordu. Partisinin kurucu listesinde yer alan deneyimli siyasetçilerin uyarılarına kulaklarını tıkayan Özal, adı konmamış bir tek adam rejimini fiilen yürürlüğe koymuştu.

26 Mart 1989 akşamı sandıklar açıklandığında Türkiye haritası kıpkırmızıydı. Seçmen ANAP’a tokadı basmıştı.

SHP’DEN ALINACAK DERSLER

1989 seçimlerine gidilirken SHP’nin içini şöyle tarif edelim. Genel başkan Erdal İnönü, İskandinav ülkelerinde görebileceğimiz türden demokrasiyi içselleştirmiş, egolarını yenmiş bir isimdi. Genel sekreter Deniz Baykal ise tam tersi bir kişiliğe sahipti. Hırslı, egosu tavan yapmış, eski hizipçiliğini yeniden tedavüle sokmuş, PM ve MYK’deki arkadaşlarıyla İnönü’yü kuşatmıştı. Adeta bir eşbaşkan gibi davranıyor, çevresi de onu “partinin esas genel başkanı” olarak görüyordu.

Öyle ki mitinglerde bile Erdal İnönü, mahallenin muhtarıymış gibi donuk bir ses tonuyla kürsüye davet edilirken Baykal, ardı ardına sıralanmış methiyelerden sonra assolist gibi takdim ediliyordu. O dönemin seçim otobüslerinde anons işini yapan Hasan Bozkurter’in kulakları çınlasın. (Bu arada Hasan Bozkurter’in oğlu Onur da bu seçimde Marmara Ereğlisi Belediye başkanı oldu. Genç Onur kardeşimize tebrikler.)

SHP belediye başkanlarının pek çoğunu önseçimle belirlemiş, bazı yerlerde ise atama yolunu tercih etmişti. Tabii bu atamaların çoğu da Baykal’a yakın isimlerdi. Çoğu da yolsuzluk iddialarıyla bir süre sonra partiden ihraç edildi.

Bayrampaşa seçimlerinde de Baykal, örgüt yerine hizip arkadaşlarını dinleyerek Vahit Çalın’ı atamış ve bu ilçenin kaybı sonrası bitmek bilmeyen kurultaylar süreci başlamıştı.

Belediye başkanları İnönücü ve Baykalcı diye ortadan ikiye ayrılmış, zamanlarını kentin sorunlarıyla uğraşmak yerine parti içi iktidarı elde etmeye ayırmıştı.

94 yenilgisini sadece belediyelerdeki yolsuzluklara bağlamak yanıltıcı olur. 1993 Sivas katliamı, siyasi suikastlar, faili meçhuller, Kürt konferansına katılan yedi milletvekilinin Baykal’ın baskısıyla SHP’den ihracı, Demirel’in Özal’dan boşalan cumhurbaşkanlığına seçilmesi sonrasında başbakanlık koltuğuna oturan Çiller’in devlet geleneklerine ve hukuka uymayan yönetim şeklinin de SHP’nin 94 bozgununda payları vardı.

ÖZGÜR ÖZEL’İN YÜKÜ ŞİMDİ AĞIRLAŞTI

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, kuşkusuz seçim akşamı hepimizden daha çok mutluydu. Büyük bir yük sırtından kalkmıştı. Sonuçlar belli olunca yaptığı konuşma çok yerinde ve sağduyuluydu.

Bu seçim zaferinden sonra kimse Özel’e eşbaşkan muamelesi çekemeyecek. Ama sırtında iki büyük yük daha var. Birincisi çoğu genç olan belediye başkanlarını iyi yönetmesi; ikincisi ise 2028 cumhurbaşkanlığı sürecini parti içinde hasarsız atlatması. Zira şimdiden parti içinde ve parti medyasında muhtemel adaylar hakkında yıpratıcı çalışmalar başladı bile.

Aman dikkat! Mayıs 2023 seçimlerini kaybedilmesinden ders çıkarıp bu yarış şimdiden başlamayalım.

KAPI SÖKMEKLE ŞEFFAFLIK OLMAZ

Seçilen belediye başkanlarının heyecanını anlayabiliyoruz. Ama popülist tavırlarından özenle kaçınmaları gerekiyor.

Soma ve Gemlik belediye başkanları şeffaflık adına makam odalarının kapılarını sökmüşler. Buna ne gerek var?

Herkes biliyor ki alengirli işler makam odalarında konuşulmaz. İhaleleri, bütçelerinizin gelir gider tablosunu kamuoyuyla paylaşın yeter.

89 seçimlerinden sonra İstanbul’da bir ilçe belediye başkanı da makam odasının kapılarını sökmüştü. Ama gelin görün ki boğaza nazır o ilçenin tepeleri en çok yağma edilen yerdi.

                                                     /././

İktidar ikiye bölündü (Murat Ağırel)

31 Mart tarihinde yapılan yerel seçimler bitti. Ancak tartışmalar bitmedi.

Seçimin mutlak galibi CHP. Seçimlerin mağluplarından birisi olan AKP kendi içinde “neden” sorusunun cevaplarını bulmaya çalışıyor.

Haklılar...

Çünkü seçimlerin sonunda CHP’nin kazandığı illerin nüfus oranı yüzde 62.2 olarak ölçüldü. Daha ilginci bu illerin mevduat oranı yüzde 85, illerin ihracata katkı payı yüzde 79.6... Yani Türkiye’nin çoğunluğunu ve ekonomisini belirleyen yerleri CHP kazandı. Artık resmen iktidar yerelde ve genelde olmak üzere ikiye bölündü. AKP’nin önemli isimleri aba altından sopa gösteriyorlar. İmalı açıklamalar ile bazı grup ve kişileri işaret ediyorlar. Yönetimde olmayan AKP savunucuları ise seçimlerin kaybedilmesi ile ilgili yüksek sesle hayat pahalılığından, adayların yanlışlığından bahsettiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etrafında bulunan kişilerin seçimin kaybedilmesinde etkin olduğunu dile getirmeye başladılar.

Konuştuğum bir AKP’li arkadaşım, “Biz tartışmaları aman parti zarar görmesin diyerek ya görmezden gelerek yaptık ya da sessizce parti içinde yaptık. CHP bize aslında inandığın değerler adına gerekiyorsa yüksek sesle herkesin ortasında tartışılabileceğini gösterdi. Bence artık yaşanan bu” dedi.

22 yılın özetine baktığımızda AKP, seçimleri kaybeden CHP’ye dönüştü. CHP ise adaylarının halka dokunmasıyla, söylemleriyle, davranışlarıyla seçimleri kazanan AKP’ye dönüştü.

Seçim bitti. Bitti ama itirazlar bitmedi. Partiler seçim sonuçlarına demokratik hakları gereği itiraz ediyorlar. Ancak bu itirazlar bazen ne yazık ki demokratik hak olmaktan çıkıp başka bir amaç için kullanılıyor. Ayrıca seçim kurullarının farklı kararlar alması tartışmaları daha da büyütüyor.

İstanbul’da Gaziosmanpaşa, Pendik, Beykoz, Ümraniye gibi ilçelere itirazlar yapıldı.

Gaziosmanpaşa’ya yapılan itiraz nedeni “geçersiz oy sayılarının adaylar arasındaki farktan daha fazla olması” diye sunuldu ilçe seçim kuruluna ve bu itiraz haklı görüldü. Ancak sadece geçersiz oylar değil tüm oylar yeniden sayıldı. Sonuç değişmedi ve Gaziosmanpaşa’yı CHP kazandı. Beykoz için de itiraz yapıldı. İl seçim kurulu yeniden sayım kararı verdi ancak CHP itiraz etti ve YSK itirazı kabul etti. Sayım yapılmasına gerek görmedi. CHP Beykoz ilçesini de kazandı.

Ümraniye için yapılan itirazlar ise reddedildi. YSK’ye yapılan başvuru bekleniyor.

Sadece İstanbul değil...

Kayseri Pınarbaşı’nda seçimi CHP’li aday 319 fark ile kazandı. Ancak itirazlar yapıldı. Tekrar sayıldı, sonuç değişmedi. İtirazlar sonunda seçimin yenilenmesi kararı çıktı. CHP bu karara itiraz etti. Pınarbaşı MHP için önemli bir ilçe, oy farkının birbirine yakın çıkması da MHP’lilerin burada seçimin iptali için kurulları baskı altına almasına neden oldu.

Ardahan’da Faruk Demir 174 oy farkı ile rakibinin önünde seçimi bitirdi. İtirazlar yapıldı. İlçe seçim kurulu seçimlerin 2 Haziran’da yenilenmesine karar verdi. Ancak yargıç üye muhalif oy kullandı. CHP bu karara itiraz etti. Ardahan’da seçimin iptali için hiçbir neden olmadığı halde seçimi salt siyasi çoğunlukla iptal ettiler. Ardından CHP’nin yaptığı itiraz sonucunda seçimin yenilenmesine gerek olmadığı ve mazbatanın Faruk Demir’e verilmesine karar verildi.

Hatay seçiminde ipi AKP göğüsledi ama burada da itiraz eden CHP oldu. Yapılan itirazlar sonrasında aradaki oy farkının bir kısmı kapandı. Maddi hataların da olduğu tespit edilerek bu hususta da başka itirazlarda bulunuldu.

Keza MHP’nin 403 oy farkla kazandığı Kırklareli’de CHP’nin yeniden sayım talebi, AKP, MHP ve İYİ Parti’nin oyları ile reddedildi. İYİ Parti’nin burada ret vermesi dikkat çekici. Daha böyle çok yer var. Burada dikkat çekilmesi gereken durum şudur: İlçe seçim kurulları siyasi partili üyenin de olması nedeniyle siyasi toplamlar haline gelmiş durumda. Meseleye seçim hukuku yönünden değil kimin işine geldiği yönünden bakıyorlar. Bu da sürecin uzamasına neden oluyor.

Seçim hukuku yönünden seçmen sayısı, oy farkı, geçersiz oy oranı ve sandık başı itirazların fazlalığı gibi tüm verileri bir araya getirdiğinizde yeniden sayım kararı verilmesi gereken en önemli yer Hatay. Hatay’da yeniden sayım yapılması seçim hukuku açısından bir ihtiyaç. Kim kazanacaksa 1 oy farkla da olsa herkesin içine sinen bir sonuçla kazanması gerekiyor.

                                                    /././

Sendikacılıktan siyasete, Metris’ten Meclis’e Fehmi Işıklar (Şükran Soner)

Toplumsal eylemler içinde izlenen insanlarla, paylaşımlar yoğunlaştıkça yakın dostluklara dönüşen bağlar güçlendikçe söyleşilere de tanıtımlara sığdırılacak anıların önceliklerinde de seçim zorlaşıyor. Yine de Fehmi Işıklar’ın kayıtsız tarım işçisi çocuk olarak bindiği kamyondan girerek başlayıverdim. Çoğunluk DİSK yöneticiliğinde yükselmiş sendikacıların tümü gibi onun da işçilik, sendikacılık yaşamı Türkİş çatısı altında başlamış. Geçişlerin çokluğu, dönemeç taşlarının bile altının çizilebilmesinde engel oluşturuyor.

Cumhuriyet TV YouTube söyleşisindeki sıçrayışlarla, çakışmalara bakılmaksızın emek tarihimizde dönemeç noktalarından örnekler vermekte yarar var. Kemal Türkler Madenİş DİSK kuruculuğunda başı çekmiş olarak, dengelerin sallanmasını engeleyemediği süreç içinde, her iki örgütlenmenin de ayakta kalmasına öncelik vererek çekilirken, 12 Eylül’den aylar önce yapılmış DİSK Genel Kurulu’nda, Abdullah Baştürk’ün seçilmesinin önünü açmakla kalmamıştı. DİSK’in geçmişine sahip çıkacak Abdullah Baştürk’ün yolculuğunda Fehmi Işıklar’ın genel sekreterliğinin de önü açılmıştı.

Darbeden birkaç gün öncesinde başlayan, üç işkolunun kangren olmuş uzun grevlerinin de bitirildiğine tanıklık etmiştik. DİSK’in Merter’deki merkezinde üç işkolunun, konfederasyonların başkanları hepsi bir arada, ayrı odalarda sürdürülen görüşmelerde, genel sekreter Fehmi Işıklar odalar arasında dolanıyor, en kolayı kimya, metal işkollarında uzlaşma kesinleşiyorken kriz tekstil işkolunda zorlanıyordu.

“Bu düzen bizim, düzülecekse biz düzeriz” işveren örgütünün başkanın sözlerini hiç unutamamıştım.

Sonrası 12 Eylül dönemi yargılamaları, işkenceleri arasındaki bağlarını da hiç aklımdan çıkaramayarak önce “Ben Devletim Köleleştiririm”, yenisi “İşçiyim Haksızım” ortak kitaplarımızda paylaşmıştık. 12 Eylül ülkemizdeki sendikal hakların gaspı sürecinden bugünlere uzanan kazanılmış işçi haklarının adım adım püskürtülmesinin aracı yapıldı.

                                                     ***

Fehmi Işıklar’ın, Metris’ten Meclis’e, sendikacılıktan siyasete uzanan hızlı yaşamını elbette söyleşi kitabına sığdırılabilmiş boyutlarının bir özeti olarak, Cumhuriyet’ten Tanıklıklar söyleşimiz kapsamında, YouTube’da yapılan yayınımızdan da izlenebilecek. Sendikal eylemler süreçleri, yargılamalar, derken siyaset çalışmaları içinden görselleri ile de paylaşılabilmiş ekleriyle.

Siyaset yılları içinde SHP ilk adım. İnönü’nin liderliği sürecinin üzerine, HEP süreci eklemleniyor. Baştürk ile paylaşılmış siyasal, toplumsal eylemlerin örnekleri çok zengin. Sendikacılık yaşamlarının siyasete yansımasının izdüşümünde elbette tüm çalışanların, emeğin haklarını öne çıkarak etkinlikler, birbirinden çarpıcı, renkli birliktelik, eylemcilik türlerinin örnekleri veriliyor. Siyasal etkinliklerinde de sınıf tavrının ağır bastığı gözlemleniyor.

Urfa doğumlu kültürel bağları içinde, çiğköfteden saza uzanan tutkuya, söyleşimizde yer verme şansımız olamasa da ülkemizin en ünlü sanatçıları ile olan bütünlemiş yaşamını yok saymak haksızlık olabilir mi? Sol, toplumsal akla gelebilecek tüm toplumsal örgütlenmeler ile çok sayıda uluslararası örgütlenmelere de uzanmış bağları da paylaşmak gerek...

(Cumhuriyet)


KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 6 NİSAN 2024 -

BBP lideri Destici, Sivas'ta belediyenin yapacağı ilk icraatı açıkladı: Şehri saldırgan sokak köpeklerinden temizleyeceğiz (T24)

31 Mart yerel seçimlerinde Sivas Belediyesi'ni kazanan Büyük Birlik Partisi'nin (BBP) Genel Başkanı Mustafa Destici, önceliklerinin sokak köpeklerini barınaklara almak olduğunu belirterek, "Sivas'ı saldırgan sokak köpeklerinden temizleyeceğiz" dedi.(https://t24.com.tr/haber/bbp-lideri-destici-sivas-ta-belediyenin-yapacagi-ilk-icraati-acikladi-sehri-saldirgan-sokak-kopeklerinden-temizleyecegiz,1159508)

Merkez Bankası’ndan hükümete açık mektup: Asgari ücretin yılda bir güncellenmesi kritik bir önem taşıyor(T24)

TCMB'den hükümet adına Bakan Mehmet Şimşek’e açık mektup (https://t24.com.tr/haber/merkez-bankasi-ndan-hukumete-acik-mektup,1159520)

Cumhur İttifakı fiilen dağıldı: 40 yerde seçimleri kendi adayları yüzünden kaybettiler (soL)
AKP'nin seçimlerdeki oy kaybının ilk nedeni olarak YRP'nin yükselişi gösteriliyor. Peki durum her yerde böyle mi?
İşte Cumhur İttifakı'nın kendi kendine kaybettirdiği yerlerin listesi.(https://haber.sol.org.tr/haber/cumhur-ittifaki-fiilen-dagildi-40-yerde-secimleri-kendi-adaylari-yuzunden-kaybettiler-392750

Türkiye 32 yıllık silah sınırlama anlaşmasından çekildi: Niye şimdi, karar ne anlama geliyor?(EVREN ÇUBUK-sol)
Cumhurbaşkanı, Avrupa’da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Anlaşması’ndan çekildi. Karar şaşırtıcı değil. Soğuk Savaş mirası anlaşma, NATO yüzünden kadük hale gelmişti.(https://haber.sol.org.tr/haber/turkiye-32-yillik-silah-sinirlama-anlasmasindan-cekildi-niye-simdi-karar-ne-anlama-geliyor)

Santa Maria Kilisesi ve Moskova saldırılarından sonra dikkat çeken karar: Türkiye, Tacikistan vatandaşlarına vize muafiyetini kaldırdı(T24)

Tacikistan'ın umumamahsus pasaport hamili vatandaşlarının Türkiye’ye yapacakları turistik amaçlı seyahatlerinde sağlanan vize muafiyeti kaldırıldı. Türkiye'nin, Santa Maria Kilisesi ve Moskova'daki IŞİD saldırılarında Tacikistan uyruklu zanlıların da yer almasından sonra böyle bir karar alması dikkat çekti.(https://t24.com.tr/haber/turkiye-santa-maria-kilisesi-ve-moskova-saldirilarindan-sonra-tacikistan-vatandaslarina-vize-muafiyetini-kaldirdi-,1159541)

Tarikat ve cemaatlere bedava arazi tahsis (Sultan Uçar-Sözcü)
31 Mart yerel seçimine 3 gün kala kamu arazilerinin tarikat, cemaat ve AKP’ye yakın derneklere “okul, yurt, üniversite” yapması için karşılıksız tahsisinin önü açıl-dı. Tarikatlar “eğitime katkı sağladığı” gerekçesiyle bedava arazi ve karşılıksız kredi alabilecek(https://www.sozcu.com.tr/tarikat-ve-cemaatlere-bedava-arazi-tahsis-p37684)

soL KÖŞEBAŞI - 6 NİSAN 2024 -

Bu ne sürat (Aydemir Güler)

31 Mart’a kriz girdabında giren CHP, yeni sürecin birinci haftasını yeni-ANAP olarak tamamlamış bulunuyor.

Türkiye 31 Mart akşamı itibariyle sürpriz seçim sonuçları üstünden kesinlikle sürpriz olmayan bir yumuşak geçiş sürecine girmiş oldu. 

Geçen hafta bu köşede yerel yönetim seçimlerinde iki büyük parti arasındaki dengelerin çok fazla oynamayacağını yazmıştım. “Başka herkes gibi” diyerek hafifletmenin anlamı yok; yanıldım… 

Ancak soL portal ve arkasındaki politik akıl, seçim sonrasında ülkenin kazanacağı doğrultu konusunda yanılmayan belki de tek odaktır. Devam etmek için geçen hafta bu köşedeki şu satırları hatırlatmak durumundayım:

Erdoğan’ın başkanlığı gericilikte, emek düşmanlığında ve keyfilikte darbeci Kenan Evren’in cuntasına denk düşüyor. Bu evreyi ‘bütün eğilimleri’ bünyesine katmış, bir ‘parti olmayan parti’ olarak ‘yeni-ANAP’ın’ izlemesi beklenir. Böyle bir oluşumun aynı anda hem AKP’den hem CHP’den beslenmesi zorunludur.

Türkiye kilitlenmişti. 

Ekonomik krize karşı bir emekçi kalkışması yaşanmıyordu, ama ne iktidarın “pasta yesinler” vurdumduymazlığı, ne de muhalefetin “ağzımızın tadı kaçmasın” konformizmi sürdürülebilirdi. 

Egemen güçler halk kitlelerinin dinle uyuşturulmasından şikâyetçi değillerdi, ama tarikat düzeni toplumun sinir uçlarını tahriş ve tahrik ettiği gibi, sermaye sınıfı içinde tuhaf bir kayırılma ilişkisini ortaya çıkarmıştı ve bu “olacak gibi değildi.” 

AKP’nin yeni rejimi, yıktığı kurumların yerine yenilerini oturtamadıkça toplum çözülüyordu. Çözülüş kentlerin ve köylerin, ahlakın ve yasallığın, gelenlerle ve kaçanlarla nüfus yapısının, değerlerin ve gündelik yaşam alışkanlıklarının topluca çöküşü biçimini alıyordu. Bizim ölçeğimizde ve önemimizde bir ülke bu şekilde bir kaos kazanına atılamazdı. Kontrolsüz bir patlama dünyaya fazla gelirdi…

Yine böyle bir ülkede iktidarın, dünyanın dengesiz halini istismar edip işi maceracılığa vurmasının da bir sınırı olmalıydı… 

Sadece bir kısmı sayılan bu kilitlenme başlıkları, yukarıdaki benzetmeyi hatırlarsak, Erdoğan’ın Evren’i çoktan sollayıp geçtiği anlamına gelir. Belki de bu nedenle, bir siyaset kuralı ihlal edildi. Geçiş sürecinin yumuşak olması için genellikle zamana ihtiyaç duyulur. Türkiye ise 31 Mart’la birlikte muazzam bir hıza ulaşmış bulunuyor. Şaşırtıcı biçimde araba devrilmiyor, işler yolunda gidiyor…

Ana muhalefet partisi ülke çapında bir oylamada birinci geliyor, ama erken seçim istemiyor. 

Laikler mutlu oluyor, ama cumhuriyet düşmanlarından hesap sorulması talebi yükselmiyor. Zaten kazanan parti kimsenin rencide edilmemesini istiyor, hatta bunu garanti ediyor. 

Seçim kaybeden parti iktidarını kaybetmiyor. Kimse erken seçimi gündeme getirmiyor. Ama iktidarın ahlaksız keyfiliğini ve yasadışı hoyratlığını sürdürüp “kayyumculuğa” başvurmasına kendi içinden itiraz yükseliyor. 

AKP ve onun biçimlendirdiği devletin içinde büyük bir yarılma olduğu öteden beri konuşuluyordu. Ama boyutları Van’da açığa çıktı. Ek olarak Van, üç gün içinde Kürt hareketinin ana muhalefetle bir türlü açık edilemeyen yan yana gelişini meşrulaştırdı, yumuşattı, teyit etti.

CHP’nin kazanmak için Cumhuriyetçiliğe geri dönmesi gerektiği tezi boşa düştü. Öyle ki, 31 Mart başarısını herkes kendi meşrebince yorumlayıp mutlu olabiliyor. İsteyen laikliğin, isteyen din kardeşliğinin zaferini kutlayabiliyor. Ülkücüler ve sosyal demokratlar aynı anda sevinebiliyor. Deniyor ki, liyakatsizlik ve denetimsizliğin son bulacağı bir sahnenin perdesi açılıyor. Ama aynı sahnede piyasaların dokunulmazlığı da sürecek; bundan kimse kuşku duymuyor.

Piyasanın dokunulmazlığı ile emeğin hakkı arasında, hele bugünkü sömürü ve eşitsizlik koşullarında denge tutturulması yumuşak geçişin en önemli noktalarından biri. Yakın zamanda CHP tarafından bilimselliği ve rasyonelliği onaylanan ekonomi yönetiminin IMF kapısından girişi, bir milli uzlaşma günü olarak kutlanırsa şaşmayın!

31 Mart’a kriz girdabında giren CHP, yeni sürecin birinci haftasını yeni-ANAP olarak tamamlamış bulunuyor. Ondan ibaret olmayan oluşumda ABD’den daha yeni dönen Atlantikçi AKP takımına da, düzen soluna da yer var.  

Bize düşen “sürat felakettir” demek değil. Onlardan daha hızlı davranmak. 

                                                           /././

NATO’nun kışkırtıcısı olarak Romanya (Erhan Nalçacı)

Romanya sermayesi kendi hırsları ve açmazları ile Romanya halkını bir saldırının hedefi haline getiriyor.

Son bir ay boyunca Türkiye sermaye sınıfı ve onun siyasi aktörlerinin tehlikeli bir şekilde çubuğu ABD ve NATO’ya doğru büktüğünü takip etmeye çalıştık. Türkiye emekçi halkının nasıl bir risk ile karşı karşıya olduğunu anlamak için bugün Romanya’nın süreçte oynadığı role bakalım.

Romanya’da iktidara gelen burjuvazi çok çabuk kirlendi. İkinci Dünya Savaşı öncesi kurulan faşist rejim Nazileri takip ederek Sovyetler Birliği’nin işgaline katıldı. Muhtemelen doğuya doğru genişleme sevdası da Romanya sermaye sınıfını motive etmişti.

Ancak 1945’te Avrupa’nın tüm faşistleriyle birlikte Kızıl Ordu önünde bozguna uğradılar ve Romanya Kızıl Ordu tarafından kurtarıldı. 1947’de Romanya Halk Cumhuriyeti kuruldu, sonra Çavuşesku zamanında cumhuriyetin adı Romanya Sosyalist Cumhuriyeti olarak değiştirildi.

Romanya’da sosyalizmin inşasında sorunlar yaşandığı, yer yer milliyetçi bir tutumun yüzeye çıktığı ve emperyalizmle mesafenin korunamadığı biliniyor. Örneğin, emperyalist kurumlarından alınan dış borcun büyük bir sorun oluşturduğu hatırlanıyor. Ne yazık ki halen Romanya’da bu dönemde neler yaşandığının doyurucu bir analizine sahip değiliz. Bu analizin yapılması önümüzdeki uzun iş listesinin içinde.

Ancak her ne olursa olsun bildiğimiz şu, 1989’da emperyalizmin “devrim”, bizim karşı-devrim diye tanımladığımız olaylar esnasında Çavuşesku ve eşi tutuklanır tutuklanmaz 2 saat süren uyduruk bir mahkemeden sonra aceleyle kurşuna dizildiler. Kategorileri tam uymasa da başlarına gelenin Kaddafi’nin linç edilmesinden pek farkı yoktu.

İktidara ABD ve NATO’nun uzun süredir işbirlikçisi durumundaki sermaye sınıfı geldi. O kadar ABD yanlısıydılar ki Avrupa Birliği’nin bile bundan ürktüğü söyleniyor. Zaten 2004’te NATO’ya, bundan 3 sene sonra AB’ye kabul edildiler.
Romanya ABD’nin Rusya’yı kuşatması ve kışkırtmasında başından itibaren önemli bir rol oynadı. Karadeniz kıyısındaki Köstence yakınlarında kurulan NATO üssünde halen çoğu ABD’den olmak üzere 5 bin asker bulunuyor. Rusya’yı ve Karadeniz’i gözleyen casus uçakları buradaki havalimanlarından kalkıyor.

Bu üs kaçırılan Afgan ve Iraklı esirlere yapılan işkencelerin ortaya çıkması ile kötü bir şekilde ünlendi. Irak ve Afganistan operasyonlarına hizmet verdi.

2011’de ABD Romanya’ya anti-balistik füze yerleştirdi ve bu sistemi Türkiye’deki Kürecik NATO üssü radarlarından gelen verileri de kullanan bir haber alma ağına bağladı. 

Ayrıca Romanya burjuvazisi emperyalist hegemonya krizinden yararlanarak yayılmak isteyen tehlikeli bir eğilime sahip. Moldova’yı yutmak için fırsat kolluyorlar ve muhtemelen Romanya halkını bir kez daha savaşa sürüklemeyi bu nedenle de göze alıyorlar. 

Aşağıdaki haritadan Romanya’nın Moldova ve Ukrayna ile komşuluğunu ve Karadeniz kıyısında işgal ettiği stratejik yeri hatırlayabilirsiniz.

Haritada Romanya ve Avrupa’nın en büyük NATO üssünün inşa edildiği Köstence izleniyor. Ayrıca Romanya’nın birleşerek yutmak istediği Moldova görülüyor. Büyük NATO kara birliklerine sahip Romanya’nın Ukrayna savaşına müdahale etmek için de olanaklar içerdiği fark ediliyor.

Romanya 2019’da inşası 10 yıl sürecek ve Avrupa’nın en büyük NATO üssü olacak Köstence’deki üssü 2,5 milyar dolar ayırarak genişletmeye karar verdi. Bu muhtemelen Karadeniz’de yaşanan en büyük kışkırtmaydı. Üs tamamlandığında 10 bin NATO askeri büyük bir haber alma ve saldırı olanaklarıyla buraya yerleşmiş olacak. 
Romanya sermayesi kendi hırsları ve açmazları ile Romanya halkını bir saldırının hedefi haline getiriyor.

Bu arada Bulgaristan’ın 2004’de NATO’ya girdiğini ve büyük bir NATO üssüne ev sahipliği yaptığını hatırlatalım. Bulgaristan da Karadeniz kışkırtmasına bir denizaltı üssü inşa etme niyetiyle katılıyor.

Şimdi üç ay önce bu köşede kaleme aldığımız Türkiye-Bulgaristan ve Romanya arasındaki Karadeniz Mayın Güvenliği Anlaşmasına bakabiliriz.

Mayınları döşeyen NATO, normalde serbestçe yüzmesi savaş suçu sayılan mayınların ipini kesen NATO ve üç NATO ülkesi ki Romanya ve Bulgaristan’ın rolüne kısaca değinmiş olduk bu mayınlara karşı güvenlik alacaklar.

Hiç iyi bir koku gelmiyor buradan.

Unutmayalım Türkiye burjuvazisi bu konuda sabıkalıdır. Osmanlı bayrağı çekmiş Alman savaş gemilerinin Rus limanlarını bombalamasıyla Osmanlı Birinci Dünya Savaşı içinde bulmadı mı kendisini?

Bir kez daha söyleyelim, emekçi halkımızı kendine ait olmayan bir savaşa sürükleyemeyeceksiniz. 

                                                                  /././

'Tarih Sözlüğü'nün gerekçesi (Orhan Gökdemir)

Voltaire ile bizi birbirine bağlayan mutlak bir devrim ihtiyacıdır. Kurmak için yıkacağız, mecburuz. Öfkesini alıyoruz, endişesini bir yana bırakıyoruz, daha devrimci bir Voltaire hayal ediyoruz.

Fransız Aydınlanmasının en önemli düşünürlerinden biridir Voltaire. Cari düzeninin insana biçtiği elbiseden rahatsızdı. Çağının toplumsal, dinî, politik ve kültürel inanışlarına acımasız bir şekilde hücum etti haliyle. Bağlılıklar çağında bütün bağlarını koparmış yeni insanın ilk örneklerinden biridir o. “Düşünce ve inanç özgürlüğü” yazdıklarının her satırına sinmiştir. 

Bu tavrı onu, kaçınılmaz olarak, kurumsal dinle karşı karşıya getirmişti. Katolik Kilisesine ve onun desteğiyle ayakta duran Fransız Monarşisine saldırıyordu. Bağnazlığı, dini dogmaları ve bunlara dayanan devlet kurumlarını ağır bir biçimde hicvediyordu. Her Aydınlanma çağı şahsiyeti gibi çağının bütün ışığını ve bütün bulanıklığını üzerinde taşıyordu. Akılcı ve şüpheciydi. Sıklıkla kendisiyle çelişiyordu. Hıristiyanlığın terziler ve oda hizmetçilerinin inanması için iyi olduğuna inanıyordu, ancak seçkinler için deizme ihtiyaç vardı. Ateizme ve materyalizme karşıydı, çünkü kalabalıklar tanrısız dizginlenemezdi. “Tanrı olmasaydı, icat edilmesi gerekirdi” sözü onundur. Temkinliydi Voltaire ama öte yandan zamanın düşüncel birikiminin en uç noktalarında dolanmaktan kaçınmıyordu. Hem düzene öfkeliydi hem de hücum ettiği o düzenin bir parçasıydı. Yıkmak istiyordu ama yıkılacaklardan da endişe ediyordu. Öfkeyle ve endişeyle yazdı. İleri gittikçe daha ileri gitmekten korktu. Özetle Voltaire budur.

“Portatif Felsefe Sözlüğü”, tam adı budur, ilk kez 1764’te Londra’da yayınlanmış. Demek ki yaklaşık 250 yıllık bir eserden söz ediyoruz. Bu tarih Büyük Fransız Devrimi’nin öngünlerine denk gelir öte yandan. Rastlantı değil bu da. Sözlük, devrimin esin kaynakları arasındadır. İçinde hem bir yeni bir bakış açısı, hem de eskiye dair ne varsa kaldırıp atmaya yeminli bir devrimci inancın izleri vardır. 

O tarihte böyle fikirler taşıyorsanız Monarşiyle, özellikle Katolik Kilisesiyle karşı karşıya gelmeniz kaçırılmazdır. Çünkü monarşi ile ittifak halindeki kilise zamanın cari düzeninin egemen sınıflarından biridir. Nitekim devrim en sert saldırılarını kiliseye karşı yapacaktır. 

“Felsefe Sözlüğü”, adı üstünde, felsefidir ama daha çok bir “dil-tarih-coğrafya” tartışmasıdır. Tarihi ve coğrafyayı yeniden tanımlamak istiyorsanız bir dil tartışması kaçınılmazdır. Tabii, her şartta yolu açmak için insanı ve aklını yüceltmek gerekir. Voltaire dinin ve monarşinin ezdiği insanı yüceltmek istiyordu. Haliyle insanı ve aklını yüceltmek isteyen Aydınlanmacıları cumhuriyetçi sayıyoruz, fıtratındandır. İnsan yücelirse monarşi yıkılır, akıl parlarsa bağnazlık geriler. Laik cumhuriyet, haliyle, yücelmiş insanın ve parlak akılların işidir. 

                                                         ***

Ümmetle, kulla, tebaayla cumhuriyeti yan yana getiremiyoruz demek ki. “Halk”ın bu eski bağlılıklardan kurtulmuş olduğunu varsayıyoruz ve temeli yücelmiş insandan ibarettir. Voltaire’den bu yana biliyoruz; ayağa kalkmış insan bir mucizedir ve cumhuriyet de yücelmiş insanların mucizesidir. Eskiyi yıkmak ve yeni kurmak için mucizevi bir dönüşüme ihtiyaç var. 

Bizim cumhuriyetimiz de insana bu üstünlük duygusunu vermek istiyordu. Yeni bir halka ve yeni bir ulusa ihtiyacı vardı çünkü. Düşmüşü yükseltmeden, ezileni yüceltmeden halkı ve ulusu oluşturmanın imkânı yoktu. Bunları cumhuriyet icat etmiştir. Yükseltme veya yüceltme, bu icadın olmazsa olmazlarındandır. O dönemin sanatının, edebiyatının, mimarisinin yönelimini böyle özetleyebiliriz. Cumhuriyet, halk, laiklik, ulus, vatan, yurttaşlık yücelmiş insanın getirisidir. 

Tarih ve coğrafyaya gelince; Mustafa Kemal İttihatçılardan miras Batıcı bir program yürütüyordu, Batı ile bir akrabalık arayışındaydı. Bu yüzden Hititlerin Türk olduğunu iddia etmek zorunda kaldı. Hititlerin Türk olduğunu iddia ederken, aslında Türklerin Hitit kökenli olduğunu söylemek istiyordu. Cumhuriyet kurulduğunda Avrupa Hitit köklerine ırkçılığa kaçan bir tonda vurgu yapıyordu çünkü. Kemalistler Anadolu dillerinin (Lidyaca, Karyaca, Likyaca, Luvice, Hititçe) Hint-Hitit çıkışlı olmasının işlerini kolaylaştıracağını düşündü. Cevat Şakir’in başını çektiği “Anadoluculuk” hareketi açıkça “bu mirasın sahibi biziz” diyordu. 

Düşmüşü yükseltmeden, ezileni yüceltmeden halkı ve ulusu oluşturmanın imkânı yoktu. Bunları cumhuriyet icat etmiştir. Tabii bunun için bilimsel ve kültürel bir devrim de gerekir. Mustafa Kemal’in 1930’lu yıllardaki devrimi de budur. Devrim antropoloji ile başladı, dil, tarih ve coğrafya ile sürdü. Antropoloji ile bir halk tarif ediliyordu. Harf devrimi çürüyenle, Osmanlı, bağı koparmak içindi. Dil devrimi ve Tarih Teziyle Osmanlıdan doğan boşluğu doldurmak üzere Orta Asya’da yeni bir kök aranıyordu. Ankara DTCF, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, bu arayışın abidelerinden biridir

                                                         ***

Biz ise serbest düşüş dönemindeyiz. İnsanı ufaladılar, ezdiler, kullaştırdılar, birer yürüyen ölüye dönüştürdüler. Osmanlıyı ve dilini geri çağırıyorlar haliyle. Tarih kirlendi ve coğrafya silikleşti, cumhuriyeti cami avlusuna bırakıp kaçtı burjuvazi. Şimdi cumhuriyet döneminin anıtlarında birer put görüyorlar, bunlarla kurucunun tanrılaştırıldığını düşünüyorlar. 

Tanrılar varsa putları da olur. Putlar put oldukları için değil, tanrıları temsil ettiği için saygı görür. Ancak yozlaşma dönemlerinde put temsil ettiği tanrının yerine geçer, onu gölgeler. Böyle dönemlerde putları kırmak gerekmiştir. Put kırıcılığının dinler ve sosyal mücadeleler tarihinde yeri var. Putlaştırma gerçektir. Mustafa Kemal’in düşüncesini öldürdüler, sonra putlarını aslının yerine geçirdiler. “Atatürkçülük” anti Kemalist bir putçuluktur. 

Bu düzende büyük kapılara da gösterişli insanlara da artık yer yoktur haliyle. Ama unutulmasın, insanı ufalama döneminin de bir mimarisi var. Beştepe sarayı mimari başyapıtıdır. Büyük kapılar, geniş açıklıklar yine var ama amacı insanı değil sadece içindekini yüceltmektir. 

                                                         ***
İnsan bir mucizedir ve cumhuriyet de yücelmiş insanların mucizelerindendir. Yalnız insanı ortaya çıkarmak için eski inançlara ve cumhuriyeti ortaya çıkarmak için eski düzene saldırmak, yıkmak gerekir. Voltaire ve cumhuriyeti yan yana getiren şeydir yıkıcılık. 

Biz de onların ve bütün sonraki kuşakların açtığı yoldan ilerliyoruz. Bugün bütün kavramlarımızı yeniden düşünmek, düştüğü yerden ayağa kaldırmak, yeniden tanımlamak, devrimci ruhunu geri çağırmak görevimiz var. Voltaire ile bizi birbirine bağlayan mutlak bir devrim ihtiyacıdır. Kurmak için yıkacağız, mecburuz. Öfkesini alıyoruz, endişesini bir yana bırakıyoruz, daha devrimci bir Voltaire hayal ediyoruz. “Tarih Sözlüğü”nün gerekçesidir. 

(soL)

T24 KÖŞEBAŞI - 6 NİSAN 2024 -

 

Sinan Ateş'e yakın isimlerden Çağrı Ünel'in yargılandığı davada eski MHP milletvekilini suçlayan sloganlar atıldı (Candan Yıldız)

Çağrı Ünel - Sinan Ateş

Ünel, süreç boyunca neden sessiz kalmayı tercih etti?

Eski Ülkü Ocakları Başkanı ve öldürülen Sinan Ateş'e yakın bir isim olan eski Mersin Ülkü Ocakları Başkanı Çağrı Ünel, iki yıl önce 11 kişinin kendisine saldırdığı olayda, Kadirli Ülkü Ocakları Başkanı Hüseyin Coşkun Akgüllü'nün korumalığını yapan Emrullah Kaplan'ı öldürdüğü gerekçesiyle yargılandığı davada Sinan Ateş cinayetiyle ilgili bildiklerini anlattığı mahkemeye sundu

Mersin 5. Ağır Ceza'da görülen duruşmaya Çağrı Ünel'in yakınları da katıldı. Ünel 15 sayfalık savunmasını mahkeme heyetine sundu. Adliyeye Çağrı Ünel'e saldırıdan bir gün önce "Ülkü Ocakları Genel Başkanımız Sn. Ahmet Yiğit Yıldırım'ın ve genel merkezimizin emrinde FETÖ'çü hainlerin başına 'YILDIRIM' gibi çakacağız" paylaşımı yapan Adana Ülkü Ocakları Başkanı Cem Tutsoy da adamlarıyla birlikte geldi.

Kalabalık bir ekip olarak gelen Çağrı Ünel'in arkadaşları Adana Ülkü Ocakları Başkanı Cem Tutsoy ve ekibine tepki göstererek Olcay Kılavuz'u suçlayan sloganlar attı.

Olcay Kılavuz eski MHP Mersin Milletvekili ve Sinan Ateş cinayetinden tutuklu Tolga Demirbaş'a kalkan olmakla gündeme gelmişti.

Cağrı Ünel'in avukatları duruşmada Cem Tutsoy'un telefonunun olay yerine yakın bir yerde sinyal verdiğini ama buna rağmen sorgulanmadığını, Ünel ve Sinan Ateş'in eş zamanlı takip edildiğini, müvekkillerinin silahlı olmaması durumunda belki de öldürüleceğini belirtti.

11 kişinin yargılandığı duruşmaya, saldırganlar arasında olan ancak başka suçtan tutuklu bulunan Nurullah Saraç da SEGBİS'le katıldı. Saraç'ın ifadesini değiştirerek, Çağrı Ünel'in Emrullah Kaplan'ı hedef alıp almadığını görmediğini, arbede sırasında Ünel'in silahını almaya çalıştıklarını söyledi. Çağrı Ünel son duruşmaya fiziki olarak katıldı

Eski Mersin Ülkü Ocakları Başkanı Çağrı Ünel, 15 Mart 2022'de Mersin-Toroslar ilçesindeki bir bankamatikten para çekerken dört kişinin saldırısına uğradı. 

Olay yerine bıçakla geldiği belirtilen saldırganlara Ünel, taşıdığı silahla karşılık verdi. Ünal nefsi müdafaa iddiasında bulunurken, saldırganlar Ünel'in hedef alarak ateş ettiğini öne sürdü. Bu saldırıda Kadirli Ülkü Ocakları'ndan Emrullah Kaplan hayatını kaybetti.

Olay sonrası polise gidip teslim olan ve tutuklanan Çağrı Ünel son duruşmaya kadar duruşmalara Konya-Ereğli Cezaevi'nden SEGBİS'le katıldı. Yargılama sonucu 10 yıl ceza aldı.

Dosya istinaf mahkemesine gitti ve mahkeme Ünel'e verilen cezayı az bularak yeniden yargılanmasını istedi. Mersin 5. Ağır Ceza'da görülen davanın ilk duruşmasına Çağrı Ünel bu kez fiziki olarak katıldı.

Çağrı Ünel, kendisine yönelik saldırının Ülkü Ocakları Genel Merkezi tarafından organize edildiğini savundu. Çağrı Ünel savunmasının ana hattı şu: İddianamede iddia edildiği gibi, sosyal medya üzerinden gelişen husumet sonucu birilerinin kendisine saldırmadığı, içinde Ülkü Ocakları ve MHP'li yöneticilerin de olduğu bir organizasyon sonucu saldırıya uğradığı… Saldıran kişilerin hemen hepsinin de iddia edildiği gibi Ülkü Ocakları ya da MHP ile bir bağı var. Neden saldırıya uğradığı yönündeki iddiası da şu Çağrı Ünel'in: Kendisine yapılan saldırıdan yaklaşık 2 hafta önce 02.03.2022'de eski MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz'un Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım'ı ziyaret etmesinden sonra 04.03.2022'de Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Kadir Ensar Ejder, Mert Kerim Ejder ve kardeşleri Servet Ejder sahibi ve yöneticileri oldukları Orhun Haber sitesinde "Bir ihanet ateşi" başlıklı bir haber yayımlandı.

Söz konusu haberde Sinan Ateş'in FETÖ'cü olduğuna dair bilgiler paylaşıldı. Çağrı Ünel de bu içerikteki paylaşımlara karşı tavır alarak Facebook ve Twitter'da paylaşımlar yaptı. Sinan Ateş cinayeti dosyasına bakan Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Ahmet Akça ve savcı Ayhan Ay'ı "Kripto FETÖ'cü" olarak yaftalayan Orhun Haber sitesinin sahibi Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Mert Kerim Ejder ve kardeşi Servet Ejder Kasım 2023'te tutuklandı. Ocak 2024'te ise her iki isim tahliye edildi. Zaten T24 yazarı Tolga Şardan, Mersin'de ülkücülerin silahlı hesaplaşması başlıklı yazısında olay öncesi ve sonrası Ünel'e saldıran kişilerle Ülkü Ocakları yöneticileri arasındaki HTS kayıtlarındaki dikkat çeken noktaları belirtmişti.

Tutukluluğun devamına karar verildi

5. Ağır Ceza heyeti Çağrı Ünel'in tutukluluğunun devamına hükmetti. Duruşmayı da 10 Mayıs'a erteledi. Duruşma sonrası Çağrı Ünel'in annesi de "Artık bittim. Adalet üç maymunu oynuyor. Adalete tecavüz edilmiş" diye konuştu. Çağrı Ünel'in kardeşi de "Cahit'e saldırın, Sinan'a saldırın. Abimi öldürünce mi haklı olacaktık? Sinan öldü de ne oldu? Adam hâlâ mezarında dövüşüyor" sözleriyle mahkeme kararına tepki gösterdi. 

Sinan Ateş cinayetiyle ilgili tanıklığına başvurulmuştu

Çağrı Ünel bugüne kadar basına hiç konuşmadı. Sinan Ateş cinayeti dosyası kapsamında Nisan 2023'te Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na tanık olarak ifade verdi.

Peki Ünel, süreç boyunca neden sessiz kalmayı tercih etti?  Ünel'in avukatları kendisine ve yakın dostu olan Sinan Ateş'e karşı yapılan saldırıların organizatörlerinin kimler olduğunu bilse de bu şahısların siyasi kimliklerinden ötürü içinden yetiştiği camianın topluca sorumlu tutulmasını istememesi tahmininde bulunuyor.

Çağrı Ünel 10 yıl hapis cezasının verildiği son duruşmada Emrullah Kaplan'ın ailesine yönelik "Allah rahmet eylesin, keşke böyle bir olay olmasaydı ve genç bir insan ölmeseydi. Ben 40 yaşını geçmiş işinde gücünde bir adamım neden bile isteye bir gencin ölümüne sebep olmak isteyeyim. Şunu bilin ki Emrullah' ın katili ben değilim, Emrullah'ın katili onu benim üzerime yollayanlardır" demişti.

                                                                   /././

Van'da yaşananların perde arkası ve olası senaryolar: Her yere uzanan bu el kimin?(Gökçer Tahincioğlu)

Adalet Bakanlığı, Van'a ve DEM Parti'nin Van adayına özel bir özen göstererek, özel bir takvimle nasıl hareket edebildi? Bunu kim talep etti, süreç nasıl gelişti?

Mazbatayı, Van Adliye binasında birlikte alan Eş Belediye Başkanları Abdullah Zeydan ve Neslihan Şedal

Coplar iniyor kalkıyor…

Yere düşmüş, savunmasız kişinin başına dört beş kişi üşüşmüş, tekmeler tokatlar sallıyor.

Uzun namlulu silahlarla ateş açılıyor.

Tekmeler, sopalar, yumruklar…

Yasal bir siyasi partinin bayrağını taşıdığı için genç bir çocuk tokatlanıyor…

Hepsi, kendilerine dokunulmayacağından emin. Ne yaparlarsa yapsınlar, "elinize sağlık" denileceğinden emin…

İşkence, kötü muamele serbest bu ülkede, adı da "terör ve teröriste müdahale."

* * *

Boğaziçi Üniversitesi'nde, Prof. Dr. Cem Say, anabilim dalı başkanlığı görevinden, "işini iyi yaptığı" için alınırken, ülkenin diğer yanında ismini bilmediğimiz bir genç tokat yiyor.

Hilvan'da gerekçesi anlaşılmaz biçimde seçim tekrarı kararı verilirken, Diyarbakır, Mardin, Van havaalanlarında yüzlerce genç asker, oyunu kullanmanın "huzuruyla" dönüş uçağını bekliyor.

O askerlerin usulsüz biçimde sandığa getirildiğini iddia ederek karşı çıkanlar, ülkenin bir kesimine, "askerlerimize hakaret ediyorlar" diye sunularak, açıkça "Dezenformasyon" suçu işlenirken, sokakta taşıma seçmen haberlerini yapan gazetecilere soruşturma açılıyor.

* * *

Ülke adına, halk adına düşünüyor gibi yapan, antiemperyalist geçinen ancak tam da emperyalizme göbeğinden bağlı, demokrasiyi baştan sona yanlış anlamış ancak teorik sözlerle işine geldiğini mantığa bürüyen, hep kazanmayı, sürekli kazanmayı isteyen birileri, bir el, birkaç el, birkaç yüz el, aynı anda her yeri karıştırıyor.

* * *

Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü'ne her ay yüzlerce karar geliyor. Kimi memnu hakların iadesi, kimi infaz kararları…

Ne hikmetse seçime iki gün kala… Abdullah Zeydan hakkındaki memnu hakların iadesi kararı Nisan 2023'te verilmişken üstelik, neredeyse tam bir yıl beklenip iki gün kala, Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi'ne itiraz ediliyor.

Aslında Adalet Bakanlığı'nın farklı tarihlerde savcılığa gönderdiği iki yazı var. Ancak ikisi de seçime çeyrek kala yazılmış…

Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi, ne hikmetse bekleyip, bir yıl önce kendi verdiği kararı, kendi kaldırmış.

Yanıt arayan sorulardan biri şu:

Adalet Bakanlığı, Van'a ve DEM Parti'nin Van adayına özel bir özen göstererek, özel bir takvimle nasıl hareket edebildi?

Bunu kim talep etti, süreç nasıl gelişti?

Adalet Bakanlığı'nın organizasyon şemasına bakıp, son günlerde, hukuk talep edenleri "neoliberal" ilan edenleri görünce anlamak güç değil.

* * *

Peki, tartışma nerede düğümleniyor

Aslında siyasi bir süreç yürüdüğü için belki de çok önemli değil ancak düğüm noktası, memnu hakların iadesine hangi tarihte hak kazanıldığı…

Zeydan, 2016'dan 2022'ye kadar cezaevinde tutuklu kaldı.

Bu süreçte propaganda suçundan 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası aldı ve bu ceza kesinleşti.

Ve daha önce tutuklu kaldığı için, cezasının yattığı süreden mahsup edilmesini istedi. Doğal olarak bu talep yerine getirildi.

Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi, ceza mahsup edildikten sonra memnu hakların iadesi başvurusunu karara bağladı. Bunun için de 2016'da tutuklanan Zeydan için, 2019'dan itibaren hakların iade edilmesini kararlaştırdı. Savcı, bu karara itiraz etmedi ve karar kesinleşti.

* * *

Düğüm noktası burası… Birincisi savcının neden itiraz etmediği… Bu konudaki tez, savcıya evrakın tebliğ edilmediği yönünde… Bakanlık bunu savunuyor.

Antitez, UYAP'a yüklenen kararın tebliğ edilmiş sayıldığı şeklinde. Zira sistemde savcının "görüldü" diyebileceği bir kutu, bir imza bölümü yok. Bütün kararlar için sistem böyle yürüyor.

Esasa dair düğüm noktası ise memnu hakların iadesi için cezanın bittiği günden itibaren 3 yıl geçmesi zorunluluğuna dayanıyor. Bu süre nereden başlayacak?

Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi, süreyi 2019'dan başlatmış. 2022'de süre dolmuş…

Ancak Zeydan'ın tahliye tarihi 2022… İtiraz noktası, bu tarihin geçmişten başlatılamayacağı, 2022'den başlatılacağı şeklinde…

DEM Parti'nin YSK'daki temsilcisi, hukukçu Mehmet Rüştü Tiryaki, bu konuyu şöyle değerlendiriyor:

"Adli Sicil İstatistik 13/A maddesi. Memnu hakların iadesi kararı verilmiş olması için bir cezanın infazının üzerinden 3 yıl geçmesi ve bu sürenin iyi halli geçilmesi lazım. YSK da memnu hakların iadesi kararı aldıysa başvuruyu kabul ediyor. Abdullah Zeydan, 2022'de cezaevinden çıktıktan sonra Aralık ayında başvuru yapıyor ve haklarının iadesini istiyor. Nisan 2023'te memnu haklarının iadesine karar veriyor. Bunu yapmadan savcının da görüşünü istiyor. Savcı, 3 yıl süre dolmamıştır, cezaevinden çıktıktan sonra hesaplanması gerekir diyor. 2022'den sonrasını hesap etmeniz gerekir. Mahkeme buna rağmen, cezasını çektiğini belirterek, bu kararı veriyor. Savcı itiraz etmiyor ve karar kesinleşiyor. Adalet Bakanlığı, iki kez mahkemeye başvuruyor. Savcılığa yazıyor. Savcılık, mahkemeye iletiyor. Savcının yapacağı bir şey yok. 29 Mart'ta mahkeme, kendi kendine yeni bir karar alıyor. 'Ben bu kararı aldım ama yanlıştı' diyor 'kararı kaldırdım' diyor. 'İstersen bunu temyiz edebilirsin' diye karar veriyor.

YSK'ya itiraz ettik. Kesinleşmiş bir mahkeme kararı var. Kesin bir mahkeme kararını kendi kendine ortadan kaldıramaz.  YSK da 'kesin bir mahkeme kararı var. İkinci mahkeme kararı tartışmalı bir karar. Diğer tartışma bizim işimiz değil. Yeni karar kesinleşmemiş bir karar' diyor ve mazbatayı veriyor. Bu arada bizim ikinci karara itiraz etmemiz gerekir. Temyiz edilmezse kesinleşecek. Bu durumda Yargıtay'a gidecek. Vereceği karar muhtemelen esasa ilişkin olmayacak. Mahkeme, kendi kararını kaldırabilir mi buna ilişkin olacak… Eğer bu yönde karar verirse, mazbata, belediye meclisindeki DEM Partili bir isme verilecek. Böyle olmalı…"

* * *

Bu nokta önemli…

Zira Adalet Bakanlığı da itiraz edilmemesi halinde kesinleşecek kararı kanun yararına bozma yoluyla Yargıtay'a getirebilir. Bu yönde düşünceler mevcut.

Ancak bu hakkı kullanmama yoluna da gidilebilir. Bakanlığı zorlayan bir kanun yok…

Zira temyiz halinde, dosyaya muhtemelen, Can Atalay kararından anımsadığımız Yargıtay 3. Ceza Dairesi bakacak. Dairenin kararı sonrasında YSK'nın, "ortaya yeni durum çıktı" diyerek, mazbatayı ikinci isme vermesi halen olası. Bunun ortaya çıkmış yeni bir durum olmadığına karar vererek, memnu hakların iadesi kararı geri alınsa da mazbatanın DEM Partili bir isme verilmesi de mümkün… İçtihat geliştirmek her zaman mümkün… İstenirse…

Ve ikinci bir seçenek. En kötü ihtimaller söz konusu olursa, AKP adayının mazbata verilse bile almaması, sonraki adayların da kabul etmemesi mümkün. Halkın iradesine saygı da böyle gerçekleşebilir…

Sonuç olarak sürecin hukuki değil siyasi gelişeceğini söyleyebiliriz. Tercihler aslolan…

* * *

Bütün bunlar istenirse çözülür. Türkiye'nin, normalleşmiş bir ülke olması arzulanırsa çözülür. Demokratikleşme isteniyorsa çözülür. Seçenek yaratmak, şiddeti dışlayarak, siyaset kapılarını açmak isteniyorsa çözülür.

Çözülmesini istemeyenlerin arzuladığı dünya belli…

"Halkın iradesi sizin iradenizdir, yargı da yasama da bundan muaf değil" görüşünü savunup, bunu teorize edenler, kuralsızlığı kural gibi anlatanlar, tepeden tepeden cümlelerle önüne gelene bir sıfat yükleyenler başka yolları arzuluyor.

Hangi yolun seçileceği bu yüzden önemli…

(T24)