21 Nisan 2024 Pazar

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 21 Nisan 2024 -

 

Boykota çağrı: Yahu makarna da 800 lira olur mu? (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım pek çoğumuz dışarıda yemek yiyemiyoruz, serpme kahvaltı modasına uymadığınızı da biliyorum. Tek biletin 750 lira olduğu tiyatrolara da gidemiyoruz. Kitap ise neredeyse ateş pahasına. Çünkü yoksullaştık, yoksullaşmak en çok emeğiyle geçinen milyonlarca yurttaşı can evinden vurdu. Şimdi gelin hep birlikte nasıl yoksullaştığımızın resmini çekelim: 

Efendim, evimin hemen yanında bir türlü bitmeyen bir metro inşaatı var. Artık çalışanlarla ahbap olduk. Öğle saatlerinde oradan çekerken kurdukları sofraya beni de davet ederler. Sekiz saat boyunca yerin altında ağır işçilik yapan dostlarım her gün aynı sofrayı kurar: Koca bir beyaz ekmek, bir avuç zeytin ve kola. Çoğu taşeron olan işçilerin asgari ücret almadıklarını adım gibi biliyorum. Alsalar ne olacak, kuş sütü bile bulunan sofralar mı kuracaklar, iyi ki kola var. Kola mideyi delerken insanı bir süre dinç tutabiliyor. Ve ağır işçi metrocuların en çok tükettiği: Ekmek, zeytin ve kola. 

Mahallenin kahvesinde de kimselerin yüzü gülmüyor ve sigara içenler hangi tütüncü sarma sigarada bir liralık indirim yapmış bunun peşinde. Köpeği ve kedisi olanlar, lüks tüketime giren kedi ve köpek mamalarından, sürekli artan veteriner ücretinden yakınıyorlar. Bizim buralarda bir ara bütün kediler obezdi. Gelen besliyor, giden besliyordu. Bu ansızın kesildi ve tavuk eti karıştırılmış mamaya alıştıklarından kediler açlık çekmeye ve hırçınlaşmaya başladılar. Kedisini üç günlük serum tedavisi bittiği için kucağında getirip kahveye oturan bir kedisever, neredeyse ağlayacak çünkü bir anda 4 bin TL bulmak zorunda. 

Ve tabii mahallenin gediklisi güzelim çingene karısı Nazlı, artık iki çocukla da gezse eski parayı toplayamıyor. Bir zamanlar Nazlı’ya çocukları için mama alanlar şimdi onu görünce yollarını değiştiriyorlar. 

Eskiden apartmanda özellikle belli aylarda aşure dağıtılırdı. Birden bu aşure dağıtımı sona erdi, benim de canım aşure çekti. Pastaneye gittim, aklımda ortalama bir fiyat olduğundan listeye bakmak aklıma gelmedi, bir tas aşure aldım. O da ne! Fişe baktığımda gerçekten acayip şaşırdım: 225 lira! Hemen satın alamayacağımı söyleyip pastaneden uzaklaştım ama şaşkınlık içindeyim, o şaşkınlıkla kahveye gittim, “Bir tas aşure 225 lira olmuş” diye haykırdım. Herkes bana garip garip bakıp, gülerek “Ya bu deveyi güdeceksin ya da bu diyardan gideceksin” dediler. 

Ama bir şey var, ben 225 lira aşureye şaşarken önümde on tane aşure alanlar vardı. Burası bir emekli semti, ne oluyor diye kafa yormaya başladım ve o zaman gördüm ki emekli paralarında aşırı bir sınıf farkı var. Şöyle dört yıl milletvekilliği yapan, aslında yan gelip yatan milletvekilleri emekli olduklarında 230 bin lira emekli parası alıyor. Ömrünü 400 metre yerin altında ölümüne çalışarak geçiren SSK emeklisi maden işçisi en fazla 28 bin lira emekli parası alıyor ama profesörlerin emekli maaşları dereceye göre 69 bin lirayı buluyor. Peki polisler ne kadar alıyor? Ortalama 29 bin 800 lira. Bekçiler, imamlar 22 bin alıyor. Ben eski emekliyim, 13 bin lira alıyorum, çoğunluk benim gibi. Ortada büyük bir haksızlık var. Milletin memur olabilmek için canını dişine takarak uğraşmasının nedenini şimdi anlıyorum. 

Kahveden çıkıp biraz aşağı doğru yürüdüğümde anlı şanlı Bağdat Caddesi’ne varıyorum. Yemek ve kafeler tıklım tıklım. Buradaki kafelerde kahveler 100-250 lira arasında değişiyor. Millet birileri kalsın da oturalım, diye kuyruk olmuş bekliyor. 

Hadi biraz da E-5 üstüne çıkıp İstanbul manzarasını tamamlayayım, diyorum. Vay canına bu bölgelerde yepyeni bir satış stratejileri geliştirilmiş. Marketlerde torbalar içinde az çürümüş meyve ve sebzeleri tarihi geçmiş gıdaları, çocuklar için zararlı ıvır zıvırı yığın halinde tam orta yere konmuş vallahi de billahi de pazarların akşamüstlerine yetişemeyenler oradan alışveriş ediyorlar. Ayrıca tezgâhtaki saca birazcık yağ sürülüyor ve ekmek o kızaran yağa batırılıyor. Böylece oluyor sana yağlı ekmek. Bazıları biraz insafa gelip salça sürüyor. Bu arada etsiz içli köfte acayip satıyor. Neyse ki biraz bulguru var. 

Şimdi bunları neden anlatıyorum. Yapılan taramalarda ülkemizde 6-11 yaş arasındaki çocukların yüzde 89’unda kansızlık ve demir eksikliği tespit edilmiş ve gelişme zorluğu başını alıp gitmiş. Yani etsiz, balıksız, sebzesiz, meyvesiz sadece hamur işiyle beslenme en çok yeni kuşakları etkiliyor. Beyni gelişmeyen, bedeni cılız bir kuşaktan ne bilgisayar uzmanları ne de mühendis, doktor, iş insanı çıkar. Ülkemizde artık anneler çocuklarına hamura hamurun eşlik ettiği börekleri yediriyorlar. 

Ve yoksul yemeği makarna 800 lira. İçinde ne deniz ürünleri ne de kıyma var. Yuh yani!                                            /././

Saray suçlu arıyor, 900 milyar borca bak diyen yok mu?(Orhan Bursalı)

AKP içindeki seçimleri niye kaybettik, kim suçlu tartışmalarını izledikçe çok gülüyorum. Böyle devam etsinler. Önce kurtarıcı olarak maliye ekonominin başına getirilen Damat Berat Bey’e bakmaları gerekmiyor mu. Neydi o afra tafrası... Dolar artışını tutmak için 125 milyar dolar olarak simgeleşen Merkez Bankası paralarını habire piyasaya sürerek asla gerçekleşmeyecek bir hayalin peşinden giden Saray ve adamları değil mi? Buradan başlayalım.

Sonra kur korumalı mevduat diye uydurdukları kepazeliğin de arka planda Saray varken vitrinde gözleri körleşmiş bir kullanışlı adamı piyasaya sürmenin bedeli, sanıyor musunuz ki MB’nin tarihinde görülmemiş bir 900 milyarlık zarardır? Bunu birkaç katıyla çarpın ve üzerine büyük sosyal adaletsizliği ve tüccar spekülatif yiyici sermayenin semirtilmesini ekleyin.

Tüm bunların ifadesi de enflasyon yüksek faizin sonucudur sloganının aylarca ülkeyi yöneten liderin dilinden eksik olmadığını anımsayın.

Ne diyorlardı? Ekonomi tarihini yeniden yazıyoruz! Bu yalana ortak olanların besleme medyaları dahil hepsi suçludur.

CESARET SIFIR

AKP içindeki kurumsal tartışmalarda bunların hiçbiri yok. İstanbul seçimlerinin Kent Lokantaları nedeniyle kaybedildiğini söyleyen AKP’liye kızmayın! Erdoğan’ın azarını işitti. Fakat yukarıdaki gerçekleri dile getirme cesareti olmadığı için lokantalara indi. Kent lokantaları bir sonuç, nedeni ise Saray ve ekonomiyi tersyüz edenler. Erdoğan yahu ekonomiyi çökerttik Kent Lokantaları bunun sonucudur, asla demez.

Büyükşehir, Erdoğan’ın Kısıklı’daki ikametgâhının çok yakınında bir lokanta daha açmalı. Bir yanda Saray ve yakınında büyük kuyruklar! Türkiye’deki tezatı bundan daha iyi gösterebilecek hiçbir laf bulamazsınız!

BUNLAR NEYİN SİMGELERİ

Istakoz paylaşımı, AKP yöneticisinin kolunda gururla gösterdiği 500 bin liralık Rolex saati, seçimi kaybedip soluğu ailesiyle Maldivler’de alan AKP’linin paylaşımı ve diğerleri, AKP’nin 20 yıldır sürdürdüğü saltanatın, zenginleşmenin artık durdurulamaz dışa vurumlarıdır. Görmemişliklerinin de. Istakoz gösterisi, herkes oruçlu iken meydana ıstakoz sofrası kurarak yemeye benzer. Oruç tutmayabilirsin ama tutanlara saygıdan bunu yapmazsın.

Yahu AKP’li belediyelerin yaptıkları milyarlarca liralık borçları da mı AKP içinde tartışılmaz, hesap sorulmaz, vur patlasın çal oynasına ortak olunur?

Şimşek, tam IMF’nin adamıdır demiştik. IMF övgüsü geldi arkasından. Şöyle IMF’den 50 milyar dolar borç alsak keşke, diye yanıp tutuşuyor Saray. Ama bu en büyük balığı içlerinden bir türlü serbest bırakamıyorlar.

O zaman milletin tüm ipleri tam kopartması için zurnanın zırt dediği yer olduğunu biliyorlar.

Diyor ki Şimşek milleti enflasyonu düşüreceğimize inandırmalıyız. Yani demek istiyor ki, bu yükü senin sırtına yıkacağımız çok açık ama inan ki mutlu mesut olacaksın!

Yalanın bini bir para. Enflasyon esas yüzde 125, hadi diyelim yüzde 100 ama faizler yüzde 50.

Ve Saray kelle arıyor...

                                                        ***

Rolex İsviçre saatidir ve rakipleri kendileridir. İsviçre saat sanayisinin o yıl satışı 30 milyar doları aşmakta. Hepsi İsviçre markasıdır ve AKP’li Rolex’çinin, Rolex’in 2023’teki 11.2 milyar dolarlık kârına katkıda bulunmuştur. Bu sadece 1 AKP’li için geçerli, toplamını bilmiyoruz. Sizce ülkede kaç milyon kişide bu saat var...

Şu grafiğe bakın:

                                                              /././

R.T. Erdoğan Öğrenim Birliği’ne karşı (Özdemir İnce)

19 Nisan 2024 günü yayımlanan yazıdan sonra söyleşinin tamamını beş yazıya paylaştırmayı düşünüyordum ama bu durumda bazı çok önemli sorunlar değerlendirmeden uzak kalacaktı. Bu nedenle bu yöntemden şimdilik vazgeçtim. Bugün, 1993 yılında Refah Partisi MKYK üyesi ve adı geçen partinin İstanbul il başkanı olan R.T. Erdoğan’ın “2. Cumhuriyet Tartışmaları” adlı kitapta yer alan söyleşiden iki görüşünü ameliyat masasına yatıracağım:

Soru: Peki son olarak konu dağılacak ama demokrasi ve İslam hukuku noktasında bir şeyler sormak istiyorum. İnsanların benimsedikleri hukuk anlayışını terk etme gibi bir şansları var mı? (s.431)

RTE: Tevhid-i Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi. Harf İnkılabı vasıtası ile ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?

Bir fazilet rejimi olarak takdim edilen demokrasinin ana özelliği çoğunluğu elde etmektir. Yani yüzde 51 yüzde 49’a tahakküm eder. Oysa bize göre yüzde 99’un yüzde 1 üzerinde dahi tahakküm kurma hakkı yoktur. Bir ferdin dahi bir ülke menfaati için hakları elinden alınamaz. Bizim geçmişimiz bunun referansları ile doludur. (s.432)

R.T. Erdoğan bu cevapla Öğrenim Birliği’ne (Tevhid-i Tedrisat) Harf Devrimi’ne kökten karşı ve demokrasinin özünden habersiz, Cumhuriyet ve devrimlerin düşmanı bir siyasetçi olduğunu kanıtlamaktadır.

Osmanlı döneminde neredeyse her azınlığın kendi dilinde öğretim yapan okulları vardı. Türkler için son dönemde açılan ilk, orta ve lise düzeyinde modern okullar ve irtica yuvası medreseler... Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği Yasası) bu keşmekeşe son verdi, medreseler kapatıldı, yabancı dilde öğretim yapan okullar özel statüye bağlandı. R.T. Erdoğan’ın kapatılmasına ağıt yaktığı medreseler “okul” bile değildi.

“Bütün okulların Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplanması işlemi”ne indirgemek yasayı anlamamak olur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun amacı ve kapsamı Cumhuriyetin bütün okullarını laikleştirmek ve öğretimde laik bir müfredat programı uygulamaktır. “Tevhid” ya da “birleştirme” budur. İdeolojik ve pedagojik bir girişimdir. İdari müdahale, ikinci derecede ve geçicidir.

2 Mart 1926 tarihinde kabul edilen “Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun”, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ilkelerinin ışığı altında eğitim hizmetlerini düzenlemiştir. Devletin izni olmadan hiçbir okulun açılamayacağını öngören bu kanun aynı zamanda çağdışı derslerin okul müfredat programlarından kaldırılmasını da sağlamıştır.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu eğitim öğretimdeki “medrese” ve “okul” ikiliğine son verdiği gibi, eğitim öğretimin içeriğini laikleştirmeyi amaçlamıştır. Bütün okulların MEB’e bağlanması, eğitim ve öğretimin biçim ve içeriğinin adı geçen bakanlık tarafından saptanması anlamına gelir. Ancak günümüzde, MEB’in bu görev ve sorumluluklarını yerine getirdiğini ileri sürmek mümkün değil.

R.T. Erdoğan’ın “Harf İnkılabı vasıtası ile ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?” iddiası safsatadan ibarettir. Osmanlı’nın son döneminde dahi okuryazar oranını bol keseden yüzde 8-9 iken Harf Devrimi ile okur yazarlık oranı 1935’te yüzde 20.4’e, 1950’de yüzde 33.6’ya, 1960’ta yüzde 39.5’e, 2008 yılında ise yüzde 85.71’e ulaştı. Yasanın çıktığı 3 Mart 1924 günü okuryazar olanlar birkaç gün içinde yeni alfabeyi öğrendiler.

1993 yılında “Bir fazilet rejimi olarak takdim edilen demokrasinin ana özelliği çoğunluğu elde etmektir. Yani yüzde 51 yüzde 49’a tahakküm eder. Oysa bize göre yüzde 99’un yüzde 1 üzerinde dahi tahakküm kurma hakkı yoktur” diye konuşan R.T. Erdoğan, AKP’nin iktidar döneminde söylediklerinin tersini yaptı. Yüzde 51 ile yüzde 49’a tahakküm etmekle kalmadı Cumhuriyetin demokratik düzenini yok edip yerine “İmamokrasi” rejimini kurdu.

“İmamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesi” için kurulan ama “İmamokrasi” rejiminin kurulmasına olanak sağlayan imam hatip okulları da R.T. Erdoğan’ın nefret ettiği 3 Mart 1924 tarihli bu yasa sayesinde açıldı.

Sonuç olarak, R.T. Erdoğan 1993 yılında söylediği ve savunduğu düşüncelerini 2002 yılından sonra gerçekleştirmek isterken Cumhuriyet devleti ile toplumunu komaya soktu. (Devam edecek.)

                                                       /././

‘Biz bitti demeden hiçbir şey bitmez’ (Zülal Kalkandelen)

Siz kimsiniz?

Seçmenlerin oylarıyla belli bir süre için görev verilen bir siyasetçisiniz. Görev süreniz tamamlandığında yeniden seçim yapılınca siyasetçilerin geleceğini yine seçmenler belirleyecek ve halk bitti derse bitecek.

Sizin önerinizle yapılan anayasal düzenlemeye göre üçüncü kez aday olmanız olanaksız olduğu halde, ana muhalefetin size “mağduriyet kazandırmama” gerekçesiyle buna sessiz kalması yüzünden, geçen yıl tekrar aday olup seçime girmiş olabilirsiniz ama bu hukuksuzluğu yok etmez.

Üstelik TBMM erken seçim kararı almadığı takdirde, bugünkü koşullarda yeniden aday olmanız olanaksızken geleceği kendinizin belirleyeceğini söylemeniz, milletin vekillerinden oluşan ve duvarında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazan TBMM’nin, dolayısıyla milletin iradesini yok saydığınız anlamına gelir.

Herhalde anayasayı sürekli çiğneyerek hukuk devletini yerle bir etseniz de iktidarı korumuş olmanızdan güç alıyorsunuz.

                                                  ***

Durum buysa niye zaman zaman “Sandık hepimizin namusuna emanettir” diyorsunuz? Sandığı önemsemiyorsanız, neden yerel seçimlerden sonra “Vatandaşlarımız demokrasimizin sandık sınavından başarıyla çıkmasını sağladı. Seçmenin takdiri hangi yönde olursa olsun makbuldür, başımızın üstünde yeri vardır” dediniz.

Seçmenin takdiri makbulse, nasıl siz bitti demeden bitmiyor? Sandıkta kaybettiğiniz ortaya çıkınca bunu söylemenizin demokrasi ile bir ilgisinin olmadığının farkında mısınız?

AMA BİR DAKİKA… YOKSA BU BİR DEJAVU MU?

Acaba zamanda seyahat edip bir konuşmanızda, “Peki nasıl bir demokrasi? Bu demokrasi amaç mı olacak araç mı olacak? İşte burası tartışmaya açılmalıdır. Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz. Demokrasinin ancak ilmi noktada ele aldığımız zaman bir araç olduğunu göreceğiz. Bu medeniyet inanıyorum ki 21. asırda İslam medeniyetinin öne geçtiği bir asır olacaktır” dediğiniz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminize mi ışınlandık?

Yoksa aynı dönemde, 1996’da Nilgün Cerrahoğlu’nun yaptığı bir söyleşide, “Demokrasi bir tramvaydır; gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” dediğiniz günlere mi döndünüz?

Öyleyse neden geçen yıl 14 Mayıs genel seçimlerinden önce yandaş televizyonların yaptığı ortak yayında, “Demokratik yolla iktidara geldik. Milletim farklı karar verecek olursa, demokrasinin gereği neyse aynen onu yaparız” dediniz?

                                                   ***

Yoksa sürekli sergilediğiniz bu çelişkileri unutup dönek solcular gibi size inanıp sizi demokrasi havarisi ilan edeceğimizi mi umdunuz? Ama biz siyasal İslamcıların takiyesine kanacak “kullanışlı aptallar” değiliz ki!

Acaba siyasetçi Demirel gibi “Dün dündür, bugün bugündür” diye düşünüp o sözü “Dün demokrasi dediysem bugün de işime gelince otokrasi derim” diye mi yorumluyorsunuz?

Bizim gibi biat kültürünü reddedip demokratik, sosyal ve laik bir hukuk devletini savunanları zaten hiç umursamıyor ve ne kadar çelişkili konuşsanız da her koşulda her zaman peşinizden gelecek kitleye mi güveniyorsunuz? Ama bakın onların bir kısmı da artık sandığa gitmemeye ve size oy vermemeye başladı!

Bir de son soru: Bu kadar zikzaklama başınızı döndürmüyor mu?

Ama şimdi yazarken aklıma geldi: Belki de gerçekten sınırsız iktidardan başınız fırıl fırıl döndü!

(Cumhuriyet)

soL GÜNDEM - 21 Nisan 2024 -

 IMF'siz IMF programı tasdiklendi: 'Yoksullaştıran politikalar başarılı, durmayın'

IMF Direktörü Kammer, "Biz de Türkiye'ye izlenen programı tavsiye ederdik" dedi. Emekçileri yoksullaştıran, sermayenin yüksek kârlılığını sürdüren program "başarılı" bulundu.

IMF ve Dünya Bankası’nın her yıl Nisan ve Ekim aylarında birlikte düzenlediği toplantıların bu yıl ilki Washington’da başladı. 

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, burada ilk olarak IMF Başkan Yardımcısı Gita Gopinath ile görüştü. 

Gopinath görüşmeyle ilgili mesajında, "Türkiye ve dünyanın ekonomik görünümü üzerine mükemmel sohbet" ettikleri yorumunda bulundu. Görüşmenin detayları ile ilgili Gopinath ya da Şimşek'ten bir açıklama gelmedi.

Öte yandan Türkiye'nin de içinde olduğu Avrupa bölgesi ekonomilerine ilişkin basın toplantısında IMF Avrupa Departmanı Direktörü Alfred Kammer, Türkiye'deki "ekonomi programını" desteklediklerini söyledi. 

Para politikaları ve mali konsolidasyonda "bazı başarılar" gördüklerini belirten Kammer dezenflasyonda ilerlemenin uzun zaman alacağını dile getirdi.

'Biz de Türkiye'ye izlenen programı tavsiye ederdik'

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile dün görüştüklerini belirten Kammer, Şimşek'in "reformların uzun vadeli bir program olduğuna" dikkati çektiğini, bu programın yürütüleceğini söylediğini aktardı.

Türkiye'de yeni bir IMF programına ihtiyaç olup olmadığına dair soruya da Kammer "Öncelikle yürürlükteki reform programını destekliyoruz. Biz de Türkiye'ye oradaki ekonomi ekibinin izlediği programı tavsiye ederdik. Türkiye'yi desteklemeye yönelik herhangi bir IMF programına ilişkin görüşme yok" şeklinde yanıt verdi.

IMF ve AKP: Ayrılanlar hala sevgili…

Kammer'in açıklamaları iktisatçıların bir süredir ''IMF'siz IMF programı'' uygulandığı yönündeki tespitini destekler nitelikte.

Bu tespite göre Türkiye, IMF'den yeni bir ''destek paketi'' almasa da bu paketin koşacağı şartları yerine getiriyor. 

IMF, ülkelerle yaptığı "stand-by" anlaşmalarında kriterler belirliyor ve bu kriterlere uyulması şartıyla borç veriyor. Borcu alan ülke, belirli aralıklarla, yapılan anlaşma çerçevesinde kararlar alıyor mu diye denetleniyor. Türkiye ise bu kriterlere karşılıksız uyuyor.

Kapitalizmin dünya çapındaki düzenleyici kurumları arasında yer alan IMF ile Şimşek yönetiminin hemfikir olduğu program, Mayıs 2023 seçimleri sonrasında “rasyonel” politikalara dönüş adı altında devreye sokuldu. Bu program seçimler öncesinde muhalefetin iktidara gelirse uygulamayı vaat ettikleriyle büyük oranda uyumlu.

İçerisinde yüksek faizler, geniş kesimler üzerindeki vergi yükünün artırılması, sermayeye çeşitli teşvikler ve kamuda tasarruf söylemiyle sosyal harcamaların azaltılması var. Döviz açığını kapatmak için uluslararası finansal sermayeye faiz artışları yoluyla yüksek getiri vaat ediliyor. Ücret artışlarının enflasyona yol açtığı iddiasıyla emekçilerin reel ücret kaybının sürdürülmesi hedefleniyor.

Birinci yılını doldurmak üzere olan kemer sıkma programının sermayenin yüksek kârlılığını devam ettirdiği ve varlıklı kesimlere servet aktarımını sürdürdüğü görülüyor.

IMF'nin 'çürüme' senaryosu

Mehmet Şimşek'in katıldığı toplantıların sonunda dünya ekonomisine ilişkin raporlar yayımlanacak. IMF'nin ülke ve bölgelere ilişkin ayrıntılı istatistiklerini içeren veri bankası da güncellencek.

Geçtiğimiz Ekim ayında yapılan son toplantıdan çıkan verileri soL'daki köşesinde değerlendiren iktisatçı Prof. Korkut Boratav, kapsamlı bir ekonomik dönüşümün tasarlandığını söylemişti.

Boratav, IMF'nin öngördüğü senaryonun "sermayenin tahakkümünü bu kez yeniden uluslararası ortama ve 2028’e taşımayı" hedeflediğini belirtmişti.

IMF programlarının Türkiye'de daha önce iktidar değişikliklerinde belirleyici rol oynadığını hatırlatan Boratav, şu değerlendirme bulunmuştu:

"IMF, 2023-2028 döneminde Türkiye ekonomisinin durgunlaşarak kendine özgü bir istikrara ulaşacağını beklemektedir. Temel varsayım, geçmiş yedi yılda neoliberal ilkeleri çiğnemiş olan 'aykırı' politikalardan geleneksel reçeteye dönüştür.     'Sağduyulu bir ekonomiye geçiş', parasal ve malî disiplin yöntemleriyle gerçekleşecektir."

                                                             /././

Köy Enstitülerinin Mayası (Ayşe Şule Süzük)

"Yeni insan'ın niteliklerinden siyasetin yoluna, halk üzerine tartışmalardan, umudun nerede olduğuna dair geniş bir yelpazedir Köy Enstitülerinin bugüne devrettiği."

Bugünden, başka deyişle şimdiden 84 yıl öncesinde eğitimine başlamış Köy Enstitülerine dair bir hikâye anlatmak istiyorum. Elimizde bugünün verileri, bugünün bilinci, bugünün tarih bilgisiyle geriye bakalım. Ve memleketimize, halkımıza dair düşünelim. Önce biraz hatırlayış, tezimde yazdığım bölümün parçaları aşağıda:

Köy Enstitüsü Eğitim Modeli Neden Ortaya Çıktı?

Cumhuriyet Halk Fırkası içinde 1930'ların ortalarından itibaren köye, toprağa ve tarıma yönelik bir gündem giderek ağırlık kazanır. Toprak reformu tartışmaları ile devam eden sürecin, romantik güzellemeler yapılan köyden artık daha gerçekçi bir köye dönüştüğü görülür. Köye yönelik bu odak değişikliğinin nedenleri arasında 1930 Serbest Fırka tecrübesinden sonra yaşananların Cumhuriyet Halk Fırkası kadrolarınca “bürokrat bir zümrenin elinde, etkisiz bir devlet cihazı hâline gelen; mahallî teşkilatı, şekilden ibaret olan” bir partinin “bürokratlar kulübü” olmaktan çıkarılmak istenerek halkla, gençlikle buluşma ihtiyacı sayılabilir.

Bir başka gelişme ise görünüşte onaylanan Cumhuriyet rejimine karşı özellikle halifeci ve saltanatçı kesimler tarafından sergilenen kalkışmalardır. 23 Aralık 1930’da Menemen’de Kubilay’ın öldürülmesi, 6 Şubat 1933’de Bursa’da yaşanan Hoca ve Şeyhlerin gerici kalkışması henüz sosyal yapının değişmediğini gösterir nitelikte gelişmeler olarak Kemalist kadrolara,  taşrada devrim ideolojisinin yerleştirilmesi için uyarıcı etki yapmıştır.

1930’lu yıllar boyunca özellikle de 1937’de yoğunlaşan toprak reformu tartışmaları, kırsaldaki yapısal ilişkileri değiştirmeye yönelik bir içeriğe hiçbir zaman kavuşamamıştır. İşte bu noktada kırsalı ideolojik olarak kuşatmak ve en baştan dillendirildiği üzere “köylünün efendisi”ne uzanmak için yeni bir yaygın eğitim modeli planlanır.

Köy Enstitüleri resmî olarak 17 Nisan 1940’ta 14 yerde birden açılmıştır. Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’tur. 

Köy Enstitülerinde Eğitim Nasıldı?

Enstitüler, bir yandan eğitime erişimi olmayan köy çocuklarını eğitmeye öncelik verir bir yandan da ülkenin dört bir yanına Kemalist devrimin düşünsel ve ideolojik temellerini aktararak “yeni insan”ı yeni bir eğitim modeli eliyle yaratmayı hedefler. 

Basit bir örgün eğitim modelinden daha fazla,  yaşayarak ve yaparak öğrenmenin yaygın bir biçimde uygulanması ile halk eğitimini merkeze alan bir model sunmuştur.  Enstitülerde ziraat, hayvancılık, inşaat gibi işlerle köyün kalkınmasının yanında öğrencilerin ve köy halkının sanatla buluşması, niteliksel ve insani olarak gelişmesi önemsenmiştir. Bu kurumlar, teorik bilgi dışında ağırlıklı olarak pratik ve uygulamalı bilginin, günlük yaşamdaki gerekli donanımın verilmesi gayreti içindedir. Öğretimin içeriği ve programın biçimi, köyün şartları ve gereksinimlerine göre yeniden belirlenen bir esneklik içinde planlanmıştır.

Köy Enstitülerinin Başarıları

Başlangıçta elde hazır bir programı olmayan genelgeler üzerinden planlanan eğitim faaliyetleri ile öğrencilere çeşitli başlıklarda davranış ve tutum geliştirmeyi öngörmüştür. Kazandırılacak becerileri ve alışkanlıklar arasında bisiklet ve motosiklet kullanma, yüzme, ata binme, dağa tırmanma, sandal, yelken, motorlu deniz araçları kullanma, mandolin, ağız armoniği, flüt gibi bir müzik aletini çalma, yerel ve ulusal oyunları oynama, radyo ve gramofondan müzik parçaları dinleme yer almaktaydı. Ayrıca genelgede yer alan kültürel etkinlikler; köy hayatını konu edinen kitaplar başta olmak üzere öğrencilerin bilgilerini arttırıcı nitelikte yayınları içeren kütüphane oluşturulmasını, her enstitünün bulunduğu yerin coğrafi ve tarihi özelliklerine göre etnografik, jeolojik ve tarımsal değer taşıyan eşya ile “yurt müzesi” kurulmasını, öğrencilerin öğretmenlerle birlikte görev aldığı eğlenti ve müsamerelerin düzenlenmesini kapsar.

Program çerçevesinde Enstitü öğrencilerine kazandırılacak davranış ve tutumlara dair genelge bunun en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Buna göre öğrenciler her işte tasarrufla hareket ederek başta sağlıklarına sonra da çocuk, kadın, ihtiyar, hasta ve düşkünlere yardım etme dikkati içinde olacaklardır. Hiçbir güçlükten yılmayacak şekilde yetiştirilecekler; korkak, mütereddit, kararsız, iradesiz olmamalarına dikkat edilecektir. Planlı ve hızlı iş görmek ve işleri başarmak başta öğretmen ve öğrenciler için esas prensip olacaktır. Bütün bunlarla birlikte cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik ve inkılâpçılık prensiplerini halkın yükselmesi için ana prensipler bilerek çalışacaklar, bu prensipleri hiçbir engel tanımadan hayata tatbik edebilen insanlar olacaklardır. Enstitülerin topyekûn eğitim harekâtı çerçevesinde kırsala yönelik son derece devrimci hamlelerle eğitim ve devrimci insanın yaratılması sorununa müdahale araçları olarak kurgulandıkları anlaşılmaktadır.

Köy Enstitülerinin Kapatılma Süreci

Köy Enstitüleri Tasarısı’nın mecliste tartışılmaya başlanmasından itibaren farklı nitelikte pek çok eleştirinin gündeme geldiği görülür. Geniş bir yelpazede ve son derece farklı kesimler tarafından sıralanabilecek tepkiler 1943’te toplanan II. Eğitim Şûrası’nda iyiden iyiye gün yüzüne çıkar. Türkiye’nin o yıllarının güç dengelerini ve Cumhuriyet Halk Fırkası içindeki siyasi kanatları görmek açısından veriler sunmaktadır.  Örneğin Kâzım Karabekir, enstitülere yalnızca köy çocuklarının alınmasının ülkede kentli ve köylü ayrımını doğuracağını öne sürerek, tasarıya şiddetle karşı çıkmıştır. Parti programındaki sınıf ayrımını yadsıyan “kaynaşmış kitle” vurgusunu gerekçe göstererek köy çocukları ile şehir çocuklarının farklı eğitim felsefesiyle yetiştirilmesini sınıf ayrımcılığı olarak niteler. Öte yandan karma eğitim yapısı gerici çevrelerin tepkisini çeker. İsmail Hakkı Tonguç’un daha enstitülerin kurulma aşamasında altını çize çize belirttiği karma eğitim zorunluluğu ve zorlukların nasıl aşılacağı 02.10.1940 tarihli mektubunda ifade edilmiştir. 

Şöyle der Tonguç:

“Müesseselerinizdeki kız talebe işi, pek çok emeğinizi harcamanız lazım gelen çok ciddi, önemli ve büyük bir meseledir. Kızları bir tarafa, erkekleri de diğer tarafa ayırarak müesseseyi iki kafes haline getirmek asla doğru değildir ve bu ayırmanın bir neticesi olarak mektuplaşan kız ve erkek iki talebeden kızı enstitüden uzaklaştırmak tedbiri cemiyetin kadına kıyan eski telakkisinin yaşatılmasından başka bir mahiyet ve manayı haiz değildir. Kızlar kızlıklarını, erkek çocuklar da erkekliklerini bilerek müessesenizin tabi hayatı içine sokulmalıdır. (…) Bayağı olan her şeyden kaçınmak ve korunmak şartıyla kız ve erkek talebeye hayatı bütünü ile yaşatmanız lazımdır.”

Ek olarak enstitülere saldırı gerekçelerinden biri komünizm paranoyasıdır.  Eleştirenlere göre bu kurumlarda komünist ideolojiyi çağrıştıran bir eğitim programı uygulanmakta, öğrencilerin tarım ve teknik uygulamalarında, okul yapımında, temizlik ve bakım hizmetlerinde çalıştırılmaları Sovyetler Birliği’ndeki planlamayı ve kolektif çiftlikleri akla getirmektedir.

7 Ağustos 1946’da sağ eğilimli Recep Peker kabinesi kurulur ve Hasam Âli Yücel yerine Reşat Şemsettin Sirer Millî Eğitim Bakanlığına atanır. Yeni bakanın ilk icraatı “baba” unvanı ile tanınan İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğünden uzaklaştırarak okuldan okula sürmek olur.

En Önemlisi

Öte yandan faaliyette oldukları kısa süre içinde bu enstitülerden yetişen öğrencilerin nitelikleri dönemin hâkim sınıflarının “yurttaş”ına uymaz. Bu öğrenciler, özgüvenleri fazlasıyla gelişkin, vicdan duyguları güçlü ve haksızlıklara tahammül edemeyen tiplerdir. Bunun en büyük nedeni “yaparak öğrenme” yöntemiyle inisiyatif alabilme becerilerinin yarattığı etki olmalıdır. Her türlü adaletsizliğe karşı çabucak başkaldırma eğilimindeki öğrenciler bir yandan kolektif bir şekilde hareket etmeye başlamış, bu örgütlü hareket etme refleksi Tek Parti Dönemi’nin “halkçı” söylemine ve “sınıfsız sömürüsüz kaynaşmış bir kitle” anlayışına yönelik “Kral çıplak! dedirtmiştir.

Köy Enstitülerinin mayası tutmuştur. Hem de çok kısa bir sürede… Konuya dair anlatılacak, enstitülerden alınacak öyle çok ders var ki. Sadece eğitim başlığında da değil üstelik. “Yeni insan”ın niteliklerinden siyasetin yoluna, halk üzerine tartışmalardan, umudun nerede olduğuna dair geniş bir yelpazedir Köy Enstitülerinin bugüne devrettiği. “Orada bir köy var uzakta” romantizmiyle değil, fildişi kulelerde halka tepeden bakarak değil; kurarak, yaparak, işleyerek, eyleyerek, dayanışarak, memleketi severek olacak bunlar…

20 Nisan 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI - 20 Nisan 2024 -

 

'Herkes başının çaresine…' veya Defne için (Aydemir Güler)

Antakya geri gelmelidir. Çaresizlik ve umutsuzluk geri püskürtülmelidir. İleri kültür gericiliğe meydan okumalıdır.

Bayram günlerinde Hatay’daydık… 6 Şubat depremlerinde yıkılan kentlerimiz içinde en iyi tanıdığım yer Hatay il merkezi. Eskiden Antakya dediğimiz, büyükşehir statüsüne geçeli beri, biri Defne diğeri Antakya olmak üzere iki merkez ilçesi olan yerleşim… 

Defne/Antakya’ya ilk olarak Partinin örgütlenme çalışmaları vesilesiyle gitmiş olmalıyım. 2000’lerin ilk on yılı içerisinde, birkaç kez, birkaç günlüğüne… O kadarı bile buranın “bir başka” olduğunu sezmeye yetmişti. Ama dikkat; “başkalığı” az rastlanır kültürel zenginlik kaynaklarıyla betimlemek doğru olsa bile, bu zenginliği giderek liberal bir kavram haline gelen “mozaik” sözcüğüne sığdırmak beyhude çaba olur. 

Çünkü mozaiğin güzelliği, çoğunlukla, parçaları bir arada tutan yapıştırıcı malzemeyi unutturur. Yapıştırıcı yüzyıllara direnen sabit bir şey! Oysa sözünü ettiğimiz örnekteki gibi bir toplumsal-kültürel zenginliği var eden, asla sabit olmayan mücadelelerdir. Mozaik bu dinamizme dair bir şey anlatmıyor. Bana sorarsanız, bu şehrin özgün sosyal güzelliğinin kaynağı olarak, asıl mücadele dinamiklerine bakılmalıdır. 

Hem bir yer, emekle, mücadeleyle zenginleşip güzelleşmişse, bu özelliklerine kendine saklamayacak, bütün memlekete bulaştıracaktır. Yoksa elimizde toplumsal bir değer mi, turistik bir mal mı var, birbirine karışabilir…

Neyse; gide gele tanışıklık kurduğum, 2012-2013 yıllarında kendimi parçası hissedeceğim şehri 2010’da adamakıllı dolaştım. Çok kültürlülüğüyle, hoşgörüsüyle, insanındaki olgunlukla, trafiğin akışındaki saygıdan kadınların giyim kuşam özgürlüğüne kadar bir sürü özelliğiyle, konukseverliği ve paylaşımcılığıyla, sanki sürekli başka yerlerden ne kadar da farklı olduğunu gözünüze sokan bir kenttir burası. Sevmeden edemezsiniz.

Ama sonra bu güzelliğin üstüne Suriye savaşı bir karabasan gibi çöktü. Geceleri elektrikler kesilir, silah sevkiyatı başlardı. Sokaklarında “çarşı iznine” çıkmış cihatçı katiller gezerdi. Siyasi iktidar savaş kışkırtıcılığında sınır tanımıyor, bu da Hatay’ın bütün güzelliklerinin üstünü örtüyordu… 2011-2013 yılları, güzelliğin kaynağında mücadelenin yattığını yaşadığımız ve öğrendiğimiz dönem oldu. Kendi payıma en çok o sıra sevdim bu kenti. 

Bu şehir ve hatta ilin bütününe damga vuran özellik, bölge halkının Türkiye toplumunun parçası olurken ortalamadan sapan bir eşitlikçi-dayanışmacı kültüre sahip çıkmasıdır. İleri kültür geri olanı kuşatır, çoğunlukla asimile eder, kendine benzetir. Hatay’da da gericilik hep vardı; üstelik gayet örgütlü bir politik gericilikti bu. Devlet aklı farklılıkları kontrol altına almak için kötülüğü örgütlemişti. Ama bu kötülük kuşatılmıştı; laikleştirilmişti, tahammülsüz yanları törpülenmişti, taassubu ayıplanmış, en azından “barış içinde bir arada yaşamaya” zorlanmış bir gericilik damarıydı bu. Sözünü ettiğim kazanım kendiliğinden olmamış, mücadeleyle kazanılmıştır.  

Suriye’yle içiçelikten söz edilir; doğrudur… Ama sadece aynı dili konuşan, aynı gelenekleri yaşatan, aynı inançlara sahip olanları akla getirirsek hata yaparız. İçiçelik derken yalnızca Arap Aleviliği kast edilmemelidir. Suriye toplumu gibi Hatay da büyük bir çeşitlilik barındırır. Bu çeşitliliğin hem bütünü hem de içerdiği her bir öge, laikliğe, barışa, dayanışmaya mecburdur. Ama laiklik için, barış için, dayanışma için mücadele edilmesi gerekir.

Dünya gericiliği Suriye’ye, mücadelenin gardının düştüğü bir momentte, bu ülke neo-liberal politikalara açılmaktayken saldırdı. Az kaldı başaracaklardı…

Hatay’ın ileri kültürü de 2010’lara geldiğinde zayıf düşmüştü. Hatay solculuğu CHP ortalamasına, neme lazımcılığa demir atmış görünüyordu.

Aslında kentin örgütlülüğü ülke ortalamasının çok üstündeydi. Ama şöyle düşünün; kimsenin savaş istemediği bir bölgede savaş tamtamlarını susturacak enerji yoktu! Barış hakkında konuşmak kolaydı, ama savaşı durdurmak imkânsız sayılıyordu. Savaşa karşı eyleme geçme fikri bildik AKP yasakçılığının duvarına çarpıp “elden ne gelir ki” umutsuzluğuna dönüşüyordu. Farklılığını gözünüze soksa da, iş en kritik konuya geldiğinde, Antakya karamsar ve yorgun Türkiye’ye teslim oluyordu! 

Oysa ülkeyi ileri çekmek yakışırdı bu kente… Geriliğe teslim olanın güzelliği nerde kalır? Tarihi binaları, sokakları, tapınakları, Asi Nehri, portakal bahçeleri bütün göz kamaştırıcılıklarıyla aynı yerde dursa da, sokaklarında çeteler gezen bir kent nasıl sevilir? 

Eğer o alçakların caddelere, köprülere babalarının malı gibi davranmalarına izin vermeyen Armutlu, Harbiye delikanlıları olmasa, bu sorunun yanıtı olumsuza dönerdi. O çocuklar rahat bırakmadı komşu ülkenin halkına kan kusturanları. Kente güzelliğini kazandıran mücadeledir.

2012 sonunda ve 2013 baharında, Barış Derneği olarak, Dünya Barış Konseyi ile birlikte iki uluslararası konferans düzenledik il merkezinde. İlkindeki kapalı salon toplantısını, ikincisinde açık hava mitingi izledi. Cihatçı kovalayan gençler mitingin düzenini sağladı. Sonra, komünistlerin ön ayak olduğu barış mücadelesi, Haziran Direnişi’nin bu coğrafyadaki biçimlenişinin harcına katıldı. 

2013 Haziranında Taksim’de patlayan direnişin en sert yaşandığı yerlerden birinin Antakya/Defne olması rastlantı değildir. Tarihi kurcalanırsa eminim görülecektir ki, bu kent hep böyle mücadelelerle güzelleşmiş, zenginleşmiştir. Herhalde en güzel evlatlarını yitirme pahasına kazanılan mücadelelerle…

2023 Şubat’ında bir başka kâbus çöktü şehre. Katliama dönüşen depremin, göçün, “benim eve az hasarlı yazın; öyle yazın ki, enkaz bile olsa başımı sokabilecek bir çatım olsun” çaresizliğinin kentidir artık, Antakya ile Defne. Çarşısı, camileri, kiliseleri, havrası, konaklarıyla tarihi merkezi ayağa kaldırmak belki de işin en kolay kısmı. Ama depremi felakete dönüştüren bu düzenin, halkımıza söylediği “herkes başının çaresine baksın”dır ve bu mesajın kabullenilmesi, şehrin çirkinlik batağına gömülmesi olacaktır.

Antakya zenginliğini de güzelliğini de tarih boyunca mücadelelerle kazanmış olmalıdır. Bu kent savaş kışkırtıcılığının çirkefinden mücadeleyle başı dik çıktı. Şimdi ondan da büyük bir sınav bekliyor Hatay’ı. Bu bölgeye, bu halka yaraşan, sınavı verip yeniden ayağa kalkmaktır. 31 Mart Defne seçimi buna yetmemiş olsa da, bir işaretten çok daha fazlasını ifade etti. Antakya geri gelmelidir. Çaresizlik ve umutsuzluk geri püskürtülmelidir. İleri kültür gericiliğe meydan okumalıdır. Mücadele güzelleştirir. Mücadeleyle kazanılan orada kalmaz, büyür, taşar, yayılır…

                                                            /././

Halkımız sosyalizm yerine ne istesin? (Erhan Nalçacı)

Sosyalizm bu yüzden günümüzde bir yaşamda kalma mücadelesidir. Şirketlerin, tekellerin arasındaki savaştan uzak kalmaya, dünyaya ve insanlığa hak ettiği şansı vermeye dayanır.

Bu ara çok tartışılıyor, halkımız ne talep etsin, ne için mücadele etsin diye.

Siyasi harita tamamen CHP kırmızısına mı boyansın?

Parlamentonun güçlendiği bir ülke mi olsun?

Vergi adaleti mi sağlansın?

Ücretli ve emeklilerin maaşları enflasyon oranının üzerinde mi artsın?

Bunlar istenebilir tabi, haklı da olabilir. Ama ya sosyalizm. O sadece ulvi bir amacımız olduğunu gösteren iç rahatlatıcı bir duvar süsü mü?

Oysa sosyalizm bir bütün gelecek planıdır. Düzen içi hedefler de koysanız toplumsal mücadele sosyalizm hedefiyle ilişkilenmeli, emekçi halk sosyalizmi temel hedef haline getirmelidir.

Sosyalizme ulaşmadan halkımız içinde bulunduğu durumdan kurtulamayacaktır çünkü. Hatta ara hedeflere de ulaşamayacaktır.

Neden sosyalizmi halkımızın her şeyden çok istemesi gerektiği hakkında uzun uzun yazılabilir. Burada sadece birkaç başlığı kısaca hatırlatalım:

Düzen büyük bir çocuk suistimali yaratmıştır

Bir ülkede emekçi halkın refahı ve mutluluğu çocuklarının çok yönlü olarak geliştiğini, bilimsel düşünceyi öğrendiklerini ve nitelikli bir işte üretime katıldıklarını görmeleri ile çok yakından ilişkilidir. Oysa düzen bırakın onları anne babalarından daha gelişkin kılmayı açık bir çocuk suistimalini örgütlemektedir.

Sermaye sınıfı aslında gelişkin kadrolara gereksinim duyar ama bu süreç emekçi çocuklarına düşünmeyi öğretmekten geçmektedir. Düşünmeyi öğrenmiş emekçi nesiller ise en çok korktukları şeydir. Bu yüzden düzen bütün olanakları ile çocukların zihinsel gelişmelerine saldırıyor.

İlk ve orta öğrenimde düşünmenin temelini oluşturan tarihsel ve bilimsel referanslar budanıyor. Bunların yerini her geçen gün daha fazla dinsel referanslar getiriliyor. Okullar camilerle eşleştiriliyor, okul koridorlarında imamlar geziyor, derslere giriyor, öğretmenleri tehdit edebiliyor.

Eğer aile emekçi sınıfların alt tabakasındaysa zaten İmam Hatip seçeneğine yönlendiriliyor. Bu yüzden yoksul aileler toplumsal eşitsizliğin en acı yanlarından birini dile getirirken “laiklik parayla” diyorlar. Üst tabakalar çünkü çocuklarını dinsel referansların daha seyrelmiş olduğu özel okullara yollayabiliyor.

Ancak emekçi çocuklarını bekleyen başka bir şey daha var, sermaye sınıfı büyük bir açgözlülükle çocuk işçi çalıştırmanın resmi yolunu tarif etmiş bulunuyor. Çocuklar akademik eğitimden yoksun kalırken üretim bantlarında kazaya uğrayarak, sakat kalarak ve ölerek sömürülüyorlar.

Eğer aile giderek erise de orta ve üst gelir grubundaysa çocuğuna özel okulun yanı sıra internet ve dijital aletlerin verdiği olanakları sunuyor. Ancak düzende çocuk suistimali her yerde. Daha önce bu konuya değinmiştik, bilgi tekelleri çocukları bağımlı hale getirmek ve bir zombiye çevirmek için en alçakça taktikleri geliştiriyorlar.

Gençleri bekleyen işsizlik ve nitelikli iş kaybının getirdiği depresyon ve mutsuzluktan bahsetmedik bile.

Bu korkunç ve çok yönlü çocuk suistimalinden kurtulmak sermaye sınıfından kurtulmayı gerektiriyor, bu yüzden sosyalizm bu başlıkta bir zorunluluk haline geliyor.

Emekçi halk için akılla ve onurla yaşamak ancak sosyalizmde mümkün

Seçim sonuçları çok tartışıldı, burada sadece bir noktasını ele alacağız. Deprem illerinde yerel seçim sonuçlarına bakıldığında çoğunlukla AKP’nin kazandığı görüldü.

Oysa jeolojik bir olayın toplumsal bir felakete dönüşmesinin ve 50 binden fazla insanın enkaz altında can çekişerek ölmesinin nedeni son 22 yılda AKP’nin devlet olanaklarını küçültürken piyasayı büyütmesi ve konut inşaatı ve rantını başlıca sermaye birikim araçlarından birisi haline getirmesi değil miydi?

Bu bölgede yaşayan seçmenler yoksa CHP ve diğer düzen partilerinin bu konuda çok da farklı olmadığını keşfetmiş olabilirler mi? 

Değil, keşfetselerdi farklı davranırlardı muhakkak. Depremde yaşamları ve evleri yıkılan ailelerin konuta ihtiyacı vardı ve konut anahtarları AKP’nin elindeydi.

Muhtemelen 31 Mart seçimlerinin en acı sonuçlarından biri olarak anılacak bu olay.

Sosyalizm sadece bir onur meselesi değil bugün, yaşamda kalma mücadelesi aynı zamanda

Son olarak daha önce işlediğimiz İsrail karşıtlığında AKP’nin ne kadar samimi olduğu konusuna bakalım.

Son günlerde Gazze katliamında İsrail’i suçlayan yönetimin İsrail ile Türkiye arasındaki ticareti engellemediği çok konuşuldu. Ancak AKP bu karşıtlıkta samimi bile olsa, AKP döneminde devlete ait ne üretim, ne liman, ne dış ticaret olanağı bırakıldı. Özel sektörün kim ile ticaret yapacağına karar verecek güçlü bir yürütme yok artık Türkiye’de.

Yürütme ancak sermaye işlerini görürken önünü temizlemeye çalışıyor.

Ve mesele sadece İsrail ile ticaret mi?

İsrail’i yaratan, kollayan, bugün cinayet işleme özgürlüğünün arkasında duran ABD, AB, NATO ve genel olarak Batı emperyalizmi değil mi? Şimdi bütün düzen siyasetlerinin Batı emperyalizmi yanlısı olması nasıl açıklanacak?

Sosyalizm olmadan bir ülke asla tutarlı, ahlaklı ve kararlı bir dış siyaset güdemez.

Ama sadece mesele ahlaklı ve tutarlı olmak mı?

İsrail ve İran arasında kışkırtılmış ve halen nereye varacağı belli olmayan gerilimde Irak halkının evlerinin üzerinden her iki yönde 300’den fazla bomba yüklü insansız hava aracı ve füze geçti. Herkes farklı yönlerinden bu olayın analizini yapıyor, bunlar yararlı da olabilir.

Ama şu söylenmiyor, dünya emperyalizmin kıskacında büyük bir akıl yoksunluğu ile bir felakete doğru sürükleniyor. Evlerimizin üzerinden on binlerce insansız hava aracı ve füze geçecek ve bazen kafamıza da isabet edecek.

Sosyalizm bu yüzden günümüzde bir yaşamda kalma mücadelesidir. Şirketlerin, tekellerin arasındaki savaştan uzak kalmaya, dünyaya ve insanlığa hak ettiği şansı vermeye dayanır.

İyi, doğru da halkımız ne anlasın sosyalizmden deniyor. 

Önce biz inanalım sosyalizmin acilliğine, sonra halkımız seller gibi gelir.

                                                           /././

Son seçimin kaybedenleri (Orhan Gökdemir)

Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Birileri tam yol ilerlerken yerinde sayanlar kaybetti bu seçimi.

Ana muhalefet partisi seçime gerçekte bir genel başkanı olmadan girdi. İki, hatta üç genel başkanı vardı gerçi ama hiçbiri partiye bütünüyle egemen değildi. Ankara’da iki, İstanbul’da bir genel merkez kendi seçim çalışmalarını yürüttü. Ankara’yı bilmem, İstanbul’daki çalışmalar zaten bir partiye ihtiyaç kalmadığını gösterdi. Para ve güç varsa parti gereksiz bir aparattır, bu anlaşılmıştır. Haliyle uzun yıllar sonra kurucu partinin birinci olmayı başardığı son seçim aynı zamanda onun öteki dünyaya göçüşünün ilanı oldu. Mevta dualar ve Sezai Karakoç şiirleri eşliğinde uğurlandı. Cenazeye gelenlere seccade ve zikirmatik dağıtıldı. Kurucu partiyi gömenler hazır gelmişken Nakşi Şeyhlerinin ve “Abdurrahim Karakoç üstadın” mezarını da tavaf etti. Hep birlikte laik cumhuriyetin “ruhuna el fatiha” deyip dağıldılar. 

Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Öncelikle Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak için karşısında sandığı adaya oy verenler kaybetti. Çünkü CHP’nin resmi Genel Başkanı Özgür Özel’in ilk işi yenilmiş AKP’den erken seçime gitme isteklerini bertaraf etmek ve Tayyip Erdoğan’dan randevu istemek oldu. Tayyip Erdoğan gitsin diye oy verilen Özel, Tayyip Erdoğan gitmesin diye kendini paralıyor adeta. Sultan rıza gösterirse sarayda yüz yüze görüşecekler. Sordular “ne görüşeceksiniz” diye. "Nezaket ziyareti değil önemli gündemlerim olacak" dedi. Yeni anayasaya konusunda da kapıları her zaman açıktı. Körün istediği bir göz… E bunun dışında ne tür bir “önemli gündem” olabilir ki. Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş pazarlığı yapacak hali yok ya… 

***

Kemal Kılıçdaroğlu ve masanın etrafında topladığı AKP ve MHP artıkları “parlamenter sisteme dönüşü” ittifaklarının programı yapmıştı. Tayyip Erdoğan’ı devirecekler, başkanlık sistemine son verecekler ve parlamenter sistemi yeniden kuracaklardı. 

Haşmetmeablarının Başdanışmanı “ata”sız Mehmet Uçum, 2021’de, “parlamenter sisteme dönmek isteyenler hayal görüyor” diyerek özetlemişti “iyi saatlerde olsunlar”ın hükmünü. Ama masadakilerin o hükümden haberi yoktu.

Oturdular pazarlık yaptılar, adaylarını belirlediler, kâğıt üzerinde makamlar dağıttılar. Millet İttifakı'nda yer alan siyasi parti genel başkanları Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacaktı. Sırf Meral Akşener öyle istediği için, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş'ın da Cumhurbaşkanı Yardımcısı olması sağlanacaktı. Mutabakat bu yöndeydi. 

İlk seçimde mutabakat parçalandı, masa dağıldı. Parlamenter sisteme dönüş hayali kuran parti liderlerinin tamamı siyasetten tasfiye edildi ve masadan geriye sadece İmamoğlu ile Yavaş kaldı. Onların da parlamento ile falan işi yok. Mümkünse Beştepe sarayındaki geniş koltuğa oturacaklar, keyiflerine bakacaklar.

Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Öncelikle ucube başkanlık sisteminden kurtulmak için “güçlendirilmiş parlamenter sistem mutabakatına” oy verenler kaybetti.

***

Ekrem İmamoğlu üçüncü seçimini de kazandı ve son seçiminden de sonra da koltuğuna imam eşliğinde oturdu. “Oraya bir imam getirmek laikliğe aykırıdır” dediler. “Hayır, o benim kişisel alanımdı. Yaptığım şey; ailemle beraber, dua ile yola çıkmaktı, üstelik bunu yeni yapmadım ki… 2014'te Beylikdüzü Belediye Başkanı seçildiğimde de aynı duayı yaptım” dedi. Halbuki hiçbir şartta belediye binası kimsenin kişisel alanı değildir. Böylece laikliği de yeni rejimin ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlamış oldu.

Laikliğe karşı tek eylemi bu değil. Umreye gitti, Cuma çıkışında demeç verdi, türbe önünde fotoğraf çektirdi, kürsüden dua okudu, tilavetle miting açtı. Laikliğe karşı eylemlerinde Tayyip Erdoğan’dan ileridedir. 

İngiliz iş gazetesi Financial Times, “masasında hem Kuran hem de Nutuk var” diye övdü elemanı. Müthiş pragmatiktir, yakışır. Gerekirse Mustafa Kemal Atatürk’ün resminin önünde poz verir, gerekirse imam eşliğinde koltuk duası yapar. İşe yarıyorsa iyidir, dediği budur. Pragmatizm emperyalizmin hayat felsefesidir. 

Partisinin resmi genel başkanı Özgür Özel “sol politikalarla sağa açılacağız” diyordu seçimden önce. Seçim yaklaşınca, “İnadına CHP, inadına sol” sloganı atılması üzerine “Bu seçim sağ sol seçimi değil. Slogancıyı değiştirin” dedi telaşla. Tam yol giderken tam sol olamıyordu. 

Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Öncelikle laiklikten, emekten, haktan, soldan yana beklentisi olanlar kaybetti. 

                                                             ***

Canı Tayyip Erdoğan’dan o kadar yandı ki, oylarıyla kendi Tayyip Erdoğan’ını yontup duruyor biçare halk. Ekremeddin İhsanoğlu’nda kurtuluş çaresi arıyor. Biliyoruz çaresizlik tuhaf şeyler yaptırır insana, vaktiyle Ekmeleddin İmamoğlu’na da koşmuştu tıpış tıpış. 

Halbuki o “ben seçtim” sanırken atamalar yapılıyor uzaklardan. ABD Başkanı Joe Biden, 2019’da, New York Times editörlerine Türkiye’nin iç siyasetiyle ilgili şunları söylemişti; “Bence yapmamız gereken ona -Tayyip Erdoğan’a- karşı farklı bir yaklaşım izlemek. Muhalefetin liderlerini desteklediğimizi açık şekilde belirtmeliyiz… Onları Erdoğan’ı mağlup etmeleri için cesaretlendirebiliriz. Darbe ile değil, seçimle.” Bu konuşmadan sonra ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Jeff Flake, güven mektubunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunduktan kısa bir süre sonra, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Saraçhane’deki makam odasına koştu. Muhataplarına kısa mesajdır. Sadece bunlar değil, 24 Ocak 2002’da İstanbul’da bir balıkçıda İngiltere Büyükelçisi ile yemek yedikten sonra atandı o bütün makamlara. 3 Haziran 2023’te bir İngiliz vatandaşını Hazine ve Maliye Bakanı olarak görevlendirdiklerinde değişti hava. 

Atanan ancak buna rağmen seçimi kazanamayan Hatay Büyükşehir eski Belediye Başkanı Lütfü Savaş şöyle özetlemişti bu seçilme halini; “Cumhurbaşkanı adayı sadece başarı ve birikimle olmuyor. Ulusal ve uluslararası karar vericilerin işaret edeceği bir insanı yapacaklar…” 

İşareti çoktan aldı muhatabı. İstanbul’da seçim çalışmaları bile partisinin kontrolü dışında yapıldı. Alana CHP örgütünü sokmadı, İstanbul adaylarını tek başına belirledi. Hatta bazı ilçelere doğrudan belediye bürokratlarını atadı. Paralar havada uçuştu, sınırsız kaynaklarla adım adım bir seçim zaferi inşa edildi. 

Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Öncelikle putları yıkmaktan yana beklentisi olanlar kaybetti. 

***

Önceki seçimlerin oy çalma sonucu kaybedildiğine inandırdıkları binlerce insanı teyakkuza geçirdiler. Gönüllüler organize ettiler, oyları çaldırmayacaklardı. Her seçimde oy çalarak kazanan AKP nedense son seçimde hiç çalamadı. Üstelik ortalıkta ne oy bekçileri vardı ne AKP örgütünün militanları. Şöyle söyleyeyim, Üsküdar’ı elde tutacak kadar bile çalamadılar ve atı alıp Üsküdar’ı aşamadılar. Peki neden, soran bilen yok. 

15 milyon seçmene 30 milyon “tam yol ileri” afişi düştü İstanbul’da. Seçmen başına iki “tam yol ileri” demek bu. E her “tam yol ileri”nin bir maliyeti var. Ama kurtuluş umuduydu “tam yol ileri”, “nereden geldi bu çeşmenin suyu” da diyemedik haliyle. 

Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Birileri tam yol ilerlerken yerinde sayanlar kaybetti bu seçimi. 

                                                        ***

E AKP de kaybetti. Son yirmi yılda hiç seçim kaybetmedikleri için sonsuza kadar oturacaklarını sanıyorlardı makamlarında. Kamu kaynaklarıyla birer özel saray yaptırmışlar, saltanat ilan etmişlerdi dukalıklarında. Kalkmak zorunda kaldılar onlar da. Yerlerine gelenler jakuzu makuzi diye bir iki mırın kırın etmekle yetindi. O saraylara, jakuzili makam odalarına yerleştiler sonra. Ne içine yerleşmeyi reddeden var ne üniversiteye bağışlayan. Kervan öndeki eşeğin arkasında sorunsuz ilerliyor haliyle. 

Dedik ki, kime oy verirseniz verin, kim kazanırsa kazansın siz kaybedeceksiniz. Düzenin tekerine çomak sokmayı hayal edenler kaybetti bu seçimi. 

                                                           ***

Bakın şöyle söyleyeyim, İstanbul’un sevimli köpeği Boji’yi bile Ömer Koç’a verdiler. O gün bugündür o özgür ruhtan haber alamıyoruz. AKP’den kurtardığınızı sandığınız İBB’nin üst düzey yöneticileri Koç Grubu şirketlerinde görev yapmış isimlerden oluşuyor çoktan beri. Bunların çoğu TÜPRAŞ özelleştirmesi sürecinde Koç Holding adına üst düzey görev yapan profesyonel şirket yöneticileri. Yani İBB’yi CHP yönetiyor sanıyorsunuz ama gerçekte Koç Holding yönetiyor. 

“Tam sol ileri” dedik dinletemedik, e biz de kaybedenler arasındayız haliyle. Kaybettiğimiz para pul veya oy değil yalnız. Halkımızın ve ülkemizin bu karanlık gidişine son vermek için kaybettiğimiz zamana yanıyoruz sadece…

Seçim çalışmalarından kalma sözüm vardı, 1 Nisan’dan sonra görüşelim, demiştim. Haklı çıkmanın kederi içindeyim. Artık görüşelim kardeşim! 

                                                       /././ 

Belediyeden akıl almaz tarih hatası (Yusuf Yavuz)

Büyükşehir Belediyesi yetkilisinin “Antalya’da 3500 yıllık Roma dönemi sütunlu cadde bulundu” açıklaması arkeoloji camiasında şaşkınlık yarattı: Daha Roma devleti kurulmamıştı.

Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından Hıdırlık Kulesi’nde yürütülen seyir terası ve çevre düzenlemesi projesiyle ilgili kurum yetkilisi tarafından basına verilen demeçte, Roma dönemine ait 3 bin 500 yıllık sütunlu cadde bulunduğunun söylenmesi şaşkınlık yarattı. Antalya Büyükşehir Belediyesi Etüt Proje Şube Müdürü Ezgi Öz’ün verdiği demeçte kalıntıları ortaya çıkan yapının Roma Dönemi’ne ait 3 bin 500 yıllık sütunlu bir cadde olduğunu söylemesine arkeologlardan tepki ve eleştiri geldi.

Roma imparatorluğu henüz tarih sahnesine çıkmadığı Hitit dönemine denk gelen tarihleme hatasının, mimarlık tarihi açısından da yanlış olduğu vurgulandı. Mimari bir yenilik olarak bilinen sütunlu caddelerin en erken örneğinin, günümüzden 1900 yıl öncesine ait olduğu vurgulandı.

Arkeolog-yazar ve yayıncı Nezih Başgelen, “Haberi ve açıklamaları ciddiye alırsak M.Ö 1500'lerde, Hititlerin Anadolu’ya hakim olduğu döneme ait sansasyonel bir sutünlu cadde ile karşı karşıyayız. Kazı haberlerinin ilgiyle izlendiği  verilen bilgilerin titizlikle kontrol edildiği bir iletişim dünyasında bu haberle düştüğümüz garip durum ve cehalet her açıdan  düşündürücüdür” yorumunu paylaştı. 

Antalya Müze Müdürlüğü ve KUDEB denetiminde Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından yürütülen ’Hıdırlık Kulesi Çevresi Arkeolojik Kazı ve Seyir Terası Projesi’nde çalışmalar sürüyor. 

Kurumsal bilgilendirme yapılan çalışmaları aktardı

Antalya Büyükşehir Belediyesi, 17 Nisan’da başına servis ettiği haberde, kurumsal iletişim çerçevesinde yapılan çalışmalar hakkında kamuoyuna bilgiler aktardı. Alandaki kazı ve düzenleme çalışmalarına değinilen haberde, “Son olarak kulenin güney kısmında tarihe ışık tutacak sütunlu bir yapı gün yüzüne çıkarıldı. Ayrıca kulenin güney kısmında da ortaya çıkarılan desenli taban mozaiklere de uzman arkeologlar tarafından konservasyon çalışması yapılıyor” bilgisine yer verildi. 

Ertesi gün sansasyonel tarihleme hatası yapıldı

Ancak Büyükşehir Basın Biriminin servis ettiği bu haberin hemen ardından 18 Nisan tarihinde kurum yetkilileri tarafından yapılan açıklamada, Hıdırlık Kulesi’ndeki çalışmalar sırasında ortaya çıkan sütunlu yapı hakkında sansasyonel ifadeler kullanılması dikkat çekti. 

‘Roma dönemine ait 3500 yıllık sütunlu cadde bulundu’

Antalya Büyükşehir Belediyesi Etüt Proje Şube Müdürü Ezgi Öz, çalışmalar sırasında Roma Dönemi’ne ait 3 bin 500 yıllık sütunlu bir cadde bulunduğunu savunarak, “Kaleiçi’nin önemli bulgularından biri. Üç Kapılara kadar uzanıyor. Burada da denize kadar olan bağlantısını bulduk. Aslında o caddeyi ayağa kaldırıyoruz. 3 bin 500 yıl önce Roma Dönemi’ne ait. Kültür Bakanlığımız devamının olduğunu öngörüyor, tahmini 800 metre olduğunu düşünüyoruz. Şu ana kadar yaklaşık 100 metrelik kısmına ulaştık” dedi. 

‘Tarihe önem veren bir başkanla çalışmak çok güzel’

İHA’ya demeç veren Şube Müdürü Ezgi Öz, proje kapsamında Hıdırlık Kulesi’nin dışının konservasyonu ve yenilenmesiyle ilgili de çalışmalar yaptıklarını belirterek, “Bizim için koruyarak kullanmak çok önemli. Bu anlamda tarihe önem veren bir başkanla çalışmak bizim için çok güzel” diye konuştu. 

Tarihi hata, ‘büyük keşif’ diye sunuldu

Antalya’da Roma dönemine ait 3 bin 500 yıllık sütunlu cadde bulunduğu iddiasıyla verilen haberin “büyük keşif” diyerek yerel ve ulusal basında yayınlanmasının ardından arkeoloji camiasından tepki ve eleştiri geldi. 

Anadolu’da Hititler’in hakim olduğu, mimari bir yenilik olarak sütunlu cadde kavramının henüz ortaya çıkmadığı döneme tarihleme yapılması şaşkınlıkla karşılandı.

Arkeolog-Yazar Nezih Başgelen: ‘Başlığı görünce çok şaşırdım’

Arkeolog-yayıncı ve yazar Nezih Başgelen, Kültürel ve Doğal Mirası İzleme Platformu’nda paylaştığı değerlendirmesinde, “Önce haberin başlığında mı bir hata var diye hemen metni ve verilen açıklamayı okudum. Orada da aynı durumun daha da ayrıntılı bir şekilde yetkili açıklaması olarak yer aldığını  görünce gerçekten çok şaşırdım. Haberi ve açıklamaları ciddiye alırsak, M.Ö 1500'lerde, Hititlerin Anadolu’ya hakim olduğu döneme ait   sansasyonel bir sütunlu cadde ile karşı karşıyayız (!) Antalya gibi tarihi ve arkeolojisi yakinen bilinen ve tüm dünyanın ilgi odağındaki bir yerde böyle bir bulguyu basına verirken uzman açıklamasında çok daha dikkatli olunması gerekirdi. Kültür ve sanat alanlarında kazı haberlerinin ilgiyle izlendiği, verilen bilgilerin titizlikle kontrol edildiği bir iletişim dünyasında bu haberle düştüğümüz garip durum ve cehalet her açıdan düşündürücüdür” ifadelerini kullandı.

‘O tarihte ancak aslanlı yol bulabilirsiniz’

Antalya Büyükşehir Belediyesi yetkilisinin tartışma yaratan açıklamayla ilgili arkeolojikhaber.com sitesinde de bir eleştiri yazısı yayımlandı. Gazeteci-Yazar Yaşar İliksiz imzasıyla yayımlanan yazıda ise şöyle denildi:

“Bugün görmezden gelmemiz mümkün olmayan bir ‘hatalı’ haber yayınlandı. Üstelik bu haber ,bir site tarafından değil bir ajans tarafından yayınlandığı için, o ajansa abone pek çok haber kurumu da aynı hataya düşmüş oldu. Haber, ‘Antalya’da deniz manzaralı 3 bin 500 yıllık 800 metre uzunluğunda sütunlu cadde keşfedildi’ başlığını taşıyor. İçerikte keşif Roma Dönemi'ne ait deniliyor. Peki Roma Devleti ne zaman kuruldu? Gerçek kuruluş tarihi tartışmaya açık ama efsanevi kuruluş tarihi bile M.Ö. 753. Yani Roma Devletini götürseniz, götürseniz 2750 yıl önceye götürebilirsiniz ki o da ancak küçük bir şehir devleti olarak. M.Ö. 300'lü yıllarda Büyük İskender'in Antik Makedonya Krallığı'nı dünya devletine dönüştürdüğü göz önünde tutulursa daha büyük bir Roma devletinin fanteziden ibaret kalacağı aşikardır. Eğer bu cadde söz konusu tarihte yapılmış olsaydı ‘Hitit Dönemi sütunlu caddesi’ demek uygun olurdu! Oysa mimari tarihine göre böyle bir keşif de mümkün değil. O tarihte bulsanız bulsanız ‘aslanlı yol’ bulabilirsiniz!” 

‘En eski sütunlu cadde 1900 yıllık’

Mimari terim sözlüklerine göre sütunlu caddenin Antik Roma mimarisinin yeniliklerinden biri olduğu ve ilk örneklerinin M.S. I. yüzyıla tarihlendiği bilgisine yet verilen yazıda, “Yani en eski sütunlu cadde 1900 yıllık iken Hıdırlık Kulesi arkeolog ve restoratörlerinin 3.500 yıllık sütunlu cadde keşfetmiş olması arkeoloji ve mimari tarihini dünya çapında değiştirecek bir keşif olurdu! Antalya Büyükşehir Belediyesi Etüt Proje Şube Müdürü Ezgi Öz, bu konuda en kısa zamanda açıklama yapmalıdır. Eğer bu hatalı bilgi kendisine o projede görev alan biri tarafından verildi ise durum daha da vahim. Ciddi bir koordinasyonsuzluk ve hatta daha vahimi liyakatsizlik söz konusu olabilir” görüşüne yer verildi. 

‘Kazı çalışmasında korkunç hatalar yapıldı’ iddiası

Sosyal medyada da tartışılan tarihleme hatasıyla ilgili habere yapılan çok sayıda yorumdan biri de şöyle:

“Hıdırlık Kulesi çevresinde yapılan çalışmalar o kadar bilimsellikten uzak ki, dehşetle izliyorum. Kulenin çevresi resmen eşeleniyor. Ortaya çıkan kalıntıları doğru dürüst yorumlayacak bir arkeolog görmüyoruz kazının başında. Bu haberi yadırgamayın. Yarım yamalak bilgili, tarih, kronoloji bilgisi sıfır olan kişiler kazıda ortaya çıkanları da ancak bu kadar yorumlar. IHA muhabiri, uzman geçinenler ne söylerse onu yazıyor. Onun Roma'dan, 3500 yıl önceki Anadolu tarihinden haberdar olmasını zaten beklemiyorum. Korkunç hataların yapıldığı bu kazı çalışmasında bir de ağır demirlerden imal edilen koruma örtüleri faciası var.”

(soL)