Sokaktan ödü kopan bir rejim (Mehmet Y. Yılmaz-T24)
Hem 12 Eylül Anayasa'sını değiştirmekten söz ediyor hem de Taksim'deki 1 Mayıs kutlamaları ile ilgili 12 Eylül yasaklarından medet umuyor. Oysa otokrasileri yıkan şey, kitlelerin toplantıları, protestoları değil; baskıcı liderlerin asıl korkmaları gerekenler, kendi yönetsel gruplarının içindeki hırslı tipler. Yani önce Saray koridorlarına, sonra Devlet Bey'e dikkat etmelisiniz Tayyip Bey...
Taksim Meydanı - 30 Nisan 2024 (Fotoğraf: T24)
İstanbul Valiliği dün sabah bir bildiri yayımladı ve "1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü, ilimizde de çeşitli etkinliklerle kutlanacaktır" dedi. Vali Bey şöyle söylüyor:
"1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü'nün 'Bayram' havasında kutlanabilmesi, şehrimizin huzur, güvenlik ve esenliğini olumsuz yönde etkileyebilecek davranışların önlenebilmesi amacıyla Valiliğimizce gerekli önlemler alınmıştır."
İnsan böyle açıklamalar duyunca hâliyle mutlu oluyor; kentimize bir Vali gelmiş, vatandaşların rahat ve huzuru için her türlü önlemi alıyor, biz de huzur içinde bayramı kutlayabiliriz. İsteyen pikniğe gider, isteyen Taksim'e mitinge diye!
Mutluluk tebessümlerinin yerini acı tebessüm alması için açıklamada bir alt satıra geçmek yetiyor.
Oradan anlıyoruz ki Vali Bey, hepimizi evlerine hapsetmeye karar vermiş, alıştıra alıştıra açıklıyor.
Bir koca kent halkının seyahat özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, ifade özgürlüğünü kaldırmış, "evinizde oturursanız başınıza bir şey gelmez" diyor.
Anayasa Mahkemesi'nin daha önceki 1 Mayıs yasaklamaları ile ilgili hak ihlali kararları ortadayken Vali'nin bunu yapmaya cesaret edebilmesinin nedeni, Sarayların efendisinin korkusu.
Taksim'de kalabalıkların toplanmasından ödü kopuyor.
Hem 12 Eylül Anayasa'sını değiştirmekten söz ediyor hem de Taksim'deki 1 Mayıs kutlamaları ile ilgili 12 Eylül yasaklarından medet umuyor.
Oysa bu köşede kaç kere yazdım.
Otokrasileri yıkan şey, kitlelerin bu tür toplantıları, protestoları değildir diye.
Yale Üniversitesi'nden Milan Svolik'in araştırmasına göre 1945 – 2002 yılları arasında iktidara gelen ve sonra iktidardan gitmek durumunda kalan 316 baskıcı liderden sadece 32'si halk ayaklanması ile devrilmiş. Yaklaşık bir oran vermek gerekirse yüzde 10 gibi bir şey.
Baskıcı liderlerin asıl korkmaları gerekenler, kendi yönetsel gruplarının içindeki hırslı tipler.
Bu baskıcı liderlerden 205'i, yani yaklaşık yüzde 70'i kendi içlerinden çıkan muhaliflerce devrilmiş. Yani önce Saray koridorlarına, sonra Devlet Bey'e dikkat etmelisiniz, Tayyip Bey.
UCLA'dan Barbara Geddes'in araştırması da bunu doğruluyor: Baskıcı liderler için tehlike, kendi iktidar gruplarının içinde yatıyor aslında, sokaklarda –meydanlarda değil.
Onun için hiç değilse bu 1 Mayıs'ta bir demokrasi gösterisi iyi giderdi aslında.
12 Eylül Anayasası tu kaka, özgürlükçü Anayasa yapacağız filan derken daha inandırıcı olmak için!
/././
Siz yokken de 1 Mayıs vardı! (Umur Talu-T24)
1 Mayıs sonsuz rakamların ilk sayısıdır; sonsuz imkanların, sonsuz hayallerin, sonsuz umutların, sonsuz dayanışmaların, sonsuz mücadelelerin, sonsuz devrimlerin! 1 Mayıs, yılbaşı değilse bile, Umutbaşı'dır
1 Mayıs 1977 Taksim
1 Mayıs, sizin takviminizdekinden değil, başka bir takvimde 1 Mayıs'tır.
Sizleri o makamlara taşıyabilen evrensel demokrasi tarihinde, hak ve özgürlük tarihinde, devrimlerde, barikatlarda, faşizmlere karşı, otoritelere, sermayeye, baskıcı güçlere karşı can verenlerin ruhudur.
O yüzden, bazen bando geçer en öne! Bir Enternasyonal tutturur.
Devletsen, demokrasiysen, hukuk filan varsa; kral değil, padişah değil, diktatör değilsen…
Açarsın meydanı, çekilirsin kenara.
Ceketini ister ilikle, ister sadece başını öne eğ, ister ıslık çal, ister bahar bayramı yap.
Enternasyonal'i çalamasan, çalmasan bile, parazit yapmazsın.
Bir yerinden, kırk yıl önceki Kanlı Pazar'da, o Taksim'de gençlere CIA-kontrgerilla sopalarını sözde dindarlıkla bilemiş o hortlaklar çıkmaz yeniden.
Bir yerin, Taksim'i bir katliamın kabristanı yapmış o sinsi, şiddet dolu kontra-devlet geleneğini yeniden kusmaz işte.
Bir çocuğu gaza boğmazsın.
Bir gazetecinin kolunu kırmazsın.
Bir gazetecinin gözüne plastik mermi sıkmazsın.
Bir muhalif milletvekiline gazı basıp zaten yaralı bedenini bir de yerlere atmazsın.
Bir kafaya gaz kapsülünü, sırf bağırdı diye bir yüze plastik mermiyi nişanlamazsın.
Meydanlar senin, sokaklar senin, caddeler senin, haneler senin, herkes senin malınmış gibi yapmazsın.
Şiddeti adeta kışkırtmak için, eli gazlı, ağzı biberli, parmağı mermiden, dili nefretten müteşekkil şiddet provokatörü gibi konuşlanmazsın.
Bir günah devletini tahkim etmek için, nefret devletine yeni katlar çıkmazsın.
Kendi çocuklarınızı korumak için başka çocukları bu kadar kolay sıfırlamazsın.
Hakikaten başka türlü olmanız, başka türlü davranmanız mümkün değil mi!
Neden her şeyi turizmle, ekonomiyle, hasılatla izah ediyor bilinçaltınız?
Geçim sıkıntısı yüzünden, baskı yüzünden cinnet geçiren, bazı günde üç meslektaşı birden intihar eden polis…
Cinnetinin sebebi şu vurdukların, kırdıkların mıdır?
Sen de bir korteje katılmış sendikalı polisler gibi emekçi misin…
Yoksa sermayenin ta kendisi, efendilerin kölesi mi?
1 Mayıs sonsuz rakamların ilk sayısıdır; sonsuz imkanların, sonsuz hayallerin, sonsuz umutların, sonsuz dayanışmaların, sonsuz mücadelelerin, sonsuz devrimlerin!
1 Mayıs, yılbaşı değilse bile, Umutbaşı'dır.
/././
Taksim hukuksuzluk meydanı (Rıza Türmen-T24)
Sorun yalnızca 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na getirilen yasakla sınırlı değil. Barışçı gösterilerin yasaklanması, kolluk güçlerinin barışçı toplantı ve gösterileri engellemek için orantısız güç kullanmaları, ölümcül tehlikesi olan göz yaşartıcı fişekleri kalabalığın üstüne sıkmaları, toplantıya katılanları hırpalayarak gözaltına almaları ve bunu izleyen cezasızlık ülkemizde sık görülen manzaralar
Sıraselviler Caddesi önünden Gezi Parkı'na doğru Taksim Meydanı
“Hukuk Devleti” ile “Keyfilik Devleti”ni ayıran nedir? Birincisinde, devletin hukukun çizdiği sınırların dışına çıktığı yargı kararlarıyla sabit olmuşsa devlet bu kararlara uyar. Kendisini düzeltir, hukukun çizdiği sınırlar içine çeker. İkincisinde ise, devlet yargı kararlarına uymaz, hukukun çizdiği sınırların dışında kalmayı sürdürür, böylelikle devlet müdahalesinin dışında kalan bireyin temel hak ve özgürlükleri alanına girer, onları ihlal eder.
Her yıl yenilenen 1 Mayıs’ta Taksim’in işçilere kapatılması, AKP’nin yönettiği devletin bir “Keyfilik Devleti” olduğunun iyi bir örneği.
Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs kutlamalarına kapatılması üç bakımdan hukuk ihlali oluşturuyor:
- Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Özgürlüğü Hakkını ihlal ediyor.
- Polisin orantısız güç ve insanlara zarar verecek biçimde göz yaşartıcı gaz kullanması işkence ve kötü muamele yasağına giriyor.
- Bunu yapan polisler hakkında etkili bir soruşturma yapılmaması, cezasızlık ve şikayeti dile getirecek bir makam bulunmaması da hak ihlaline yol açıyor.
Bu insan hakları ihlallerini içeren, Türkiye’ye karşı alınmış AİHM ve Anayasa Mahkemesi (AYM) kararları var. Ama bunlardan hiçbiri Hükümet’i bu anlamsız yasaktan vazgeçiremiyor. O zaman büyük bir hukuk devleti sorunu ortaya çıkıyor.
Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs kutlamalarına kapatılmasına gerekçe olarak İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya tarafından ileri sürülen hususların tümü AYM’nin 12.10.2023 tarihli kararında yanıtlanmakta. Şöyle ki:
- İçişleri Bakanı: “Taksim Meydanı, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamında belirlenen ve ilan edilen yer ve güzergahlar arasında değildir.”
AYM: “… toplantı ve gösterinin düzenlenmesi ile hedeflenen amaçlara ulaşılabilmesi için … mekan seçme serbestisinin kategorik olarak yasaklanması anayasal hak bakımından kabul edilemez. Hedef kitlenin ilgisini çekebilmek için toplantının belli yerlerde yapılması gerekebilir. Bu nedenle hangi mekânın toplantıya en uygun olacağını seçme serbestisi toplantının düzenleyicilerine tanınmalıdır.”
- İçişleri Bakanı: "Taksim Meydanı ve çevresi konumu itibariyle toplantı ve gösteri yürüyüşü için uygun değildir. Bir hak ve özgürlüğü korumak adına mülkiyet hakkı, serbest ticaret yapma hakkı, seyahat özgürlüğü ile diğer kişisel hak ve hürriyetler riske edilemez.”
AYM: “AYM birçok kararında kamuya açık bir alanda yapılan toplantı ve gösteriler, doğası gereği trafik de dahil olmak üzere günlük hayatın işleyişinde bazı aksaklıklara neden olsa bile, Anayasa’nın 34. maddesinde teminat altına alınan hakkın zarar görmesini engellemek amacıyla kamu gücünü kullanan yetkililerin barışçıl toplantılara sabır ve hoşgörü ile yaklaşmaları gerektiğini ifade etmiştir. Toplantının yalnızca halkın dinlenme, seyahat etme ve eğlenme gibi birtakım sosyal ve kültürel faaliyetlerinde aksaklıklara neden olması 1 Mayıs İşçi Bayramı kapsamında yapılacak bir toplantı ve gösteriye müdahaleyi haklı göstermez.”
- İçişleri Bakanı: “Araç ve yaya akışının çok yoğun olduğu bu bölge, güvenlik tedbirleri alınmasını zorlaştırmaktadır. Sosyal medyada çağrı yapan terör örgütlerinin ‘1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’ kutlamalarının bir eylem ve propaganda sahası haline getirmelerine asla ve asla müsaade etmeyeceğiz.”
AYM: Güvenlik açısından yapılacak değerlendirme için AYM bazı kriterler öngörmektedir. Bunlar arasında toplantı ve gösterinin somut bir tehlike ya da açık ve yakın tehdit oluşturması; bu tehdidin bütün tedbirlere rağmen engellenememesi, idarenin hakkın kullanımını sağlayacak pozitif yükümlülükleri bulunması; ve tehlike ve tehditlerin daha az katı önlemlerle engellenip engellenmeyeceği, önlemin zorunlu olup olmadığının değerlendirilmesi gibi hususlar yer almaktadır. Bu kriterleri AİHM kararlarında da bulmak olanağı vardır.
AYM’nin 2023 yılındaki bu kararı 2015 yılında Hükümet’in Taksim Meydanı’nı 1 Mayıs kutlamalarına kapatması nedeniyle alındı. Ancak yürütme ve yargı organları bakımından bağlayıcı, uyulması zorunlu ilkeler içeriyor.
Sorun yalnızca 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na getirilen yasakla sınırlı değil. Bundan daha geniş. Türkiye’de genel bir toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü sorunu var. Barışçı gösterilerin yasaklanması, kolluk güçlerinin barışçı toplantı ve gösterileri engellemek için orantısız güç kullanmaları, ölümcül tehlikesi olan göz yaşartıcı fişekleri kalabalığın üstüne sıkmaları, toplantıya katılanları hırpalayarak gözaltına almaları ve bunu izleyen cezasızlık ülkemizde sık görülen manzaralar.
AİHM kararlarının uygulanmasından sorumlu Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi önünde Türkiye’nin bu konuda uygulamadığı birçok AİHM kararı var. Bakanlar Komitesi 9 Mart 2023 tarihinde kabul ettiği kararda şu noktalar üzerinde durdu: Türkiye’de barışçı toplantı yapma özgürlüğünün sağlanması için 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Kanunu’nun değiştirilmesi vazgeçilmez bir koşuldur. Bu yasa, idarenin barışçı toplantılar ve gösterileri yasaklamasına, orantısız güç kullanarak dağıtmasına ve idari ve ceza yaptırımı uygulamasına izin vermektedir. Bunu önlemek için 2911 sayılı yasa AİHM standartlarına uygun olarak değiştirilmelidir. Kalabalıkları kontrol etmek için kullanılan silahlar uluslararası standartlara uygun olmalıdır.
2911 sayılı yasa ile AİHM standartları arasındaki uyumsuzluk Türkiye’ye karşı verilen çok sayıda ihlal kararında açıkça görülmektedir. O nedenle bu yasanın değiştirilmesi çok önemlidir. Ancak 2911 sayılı yasa ile AİHM standartları arasındaki çelişki, Anayasa’nın 90. Maddesine girmekte. Bu maddeye göre, Türk yasaları ile AİHM kararları arasında çelişki varsa esas olan AİHM kararlarıdır. Anayasa’nın bu hükmü gereğince, 2911 sayılı yasa değiştirilmese bile, yargı ve idare 2911 sayılı yasayı değil, AİHM kararlarını uygulamak yükümlülüğü altında.
Toplantı ve gösteri yürüyüş özgürlüğü insanların bir araya gelerek, bedenlerini ortaya koyarak bir düşünceyi topluca ifade etmeleri hakkını kapsar. O topluluğun ifade ettiği düşünceler Hükümet için hoş olmasa da demokrasiyle yönetilen ülkelerde yönetim bu düşüncelerin özgürce, barışçı bir biçimde ifade edilmesi için gereken önlemleri alır.
Otoriter yönetimlerde ise insanların bir düşünceyi ifade etmek için bir araya gelmelerine kuşkuyla bakılır. İktidar bunu bir tehdit olarak algılar ve engellemeye çalışır.
1 Mayıs Taksim yasağının altında yatan da bu endişe. İktidar Taksim Meydanı’ndan korkuyor. Ancak Taksim Meydanı’na getirilen hukuka aykırı, keyfi yasak Türkiye’yi yöneten rejimin gerçek yüzünün ortaya çıkmasına yol açıyor.
/././
İşçilerin gözünden 1 Mayıs manzarası: Bir karanlık, bir aydınlık (Özkan Öztaş-soL)
soL, 1 Mayıs'ta 7 şehirden 7 işçiye "Gündeminizde neler var" sorusunu yöneltti. İşçiler kendi günlerinde kendilerini anlattı.1 Mayıs, milyonlarca işçinin birlik, mücadele ve dayanışma günü. Düzen siyasetinin yasaklar ve takiye ile üzerini örtmeye çalıştığı bugün, aslında işçi sınıfının kendisini hatırlattığı bir gün.
soL, 1 Mayıs'ta 7 şehirden 7 işçiye "Gündeminizde neler var" sorusunu yöneltti.
Üç yılı geride bırakan enflasyon krizinin zirveyi zorladığı bugünlerde, işçilerin ortak gündemi hızla eriyen ücretler. Ancak sorunları bundan ibaret değil.
Uzayan mesailer, mecbur kalınan ek işler, kayıt dışı çalışmayı dayatan şirketler, her geçen gün uzaklaşan emeklilik hayalleri; görülemeyen çocuklar, eşler, arkadaşlar...
İşçiler kendi günlerinde kendilerini anlattı.
'1 Mayıs'ta mesai yapmak zorundayız'
İbrahim Kahraman, Antep'te imalat ve döküm yapan bir şirketin kalite kontrol bölümünde çalışıyor.
"Bugün gündeminiz ne" sorusuna "Başpınar (OSB) emekçisinin gündemi çok" diyerek başlıyor. İlk aklına gelense bugün çalışıyor olması: "Bu yıl 1 Mayıs günü resmi tatil olmasına rağmen mesai çağrıldık. Yapmak zorunda bırakılıyoruz çünkü örgütsüzüz."
Sadece bir gün değil, neredeyse her gün mesai dışında çalışmaya zorlanan Kahraman, "Sektörümüzde patronun keyfi uygulamaları çok fazla. Mesela benim bir çalışma saat aralığım yok. Bazen gece 10'a kadar çalıştığımız oluyor" diyor.
1 Mayıs'ta beklentisi sadece hakkı olan hayatı yaşamak: "Gaziantep birçok açıdan sömürünün herkesin gözüne sokulduğu bir yer. Biz çok zor koşullarda evimize ekmek götürmeye çalışırken bizim 1 ayda kazandığımızı 1 günde harcayan görgüsüz patronların düzeni son bulmalı."
'Çocuğumun büyümesini uzaktan bir el gibi izledim'
Fatma Akın 47 yıllık hayatının önemli bir bölümünü, güneş görmeyen tekstil atölyelerinde çalışarak geçirmiş. Ailece önce İstanbul'da tutunmayı denemişler. Ancak son yıllarda hızla yükselen enflasyon onları yeniden Giresun'daki köylerine getirmiş. Hayvancılıkla uğraşmaya başlayan aile, bu defa yeminden samanına bitmeyen pahalılıkla savaşıyor. Tekstil atölyelerinde geçen yıllarını şöyle anlatıyor:
"Tekstil sektöründe çalıştığım uzun yıllar boyunca sağlığımı kaybettim. Çocuğumun büyümesini uzaktan bir el gibi izledim.
Asla çekilir bir meslek değil ama bu pahalılıkta çalışmak zorundayım. Karı koca çalışmamıza rağmen aldığımız para sadece kira ve faturaları zar zor karşıladı. Oğlum 8 yaşından bu yana evde yalnız başına. Okula kendisi gitti geldi, yemeğini kendisi hazırladı.
Ne anneliğimi bile bildim ne kadınlığımı. Patronlarımızın parasına para katmak için, onlar yazın sahilde kışın kayak merkezlerine rahat rahatlık yapabilsin diye ömrümü çürüttüm. Oğlumun bir kere bile veli toplantısına katılamadım, bir okul gösterisine katılamadım."
Mesaisinin eve gelince de devam ettiğini belirten Fatma Akın, "İşten geldiğimde yemek temizlik derken bitmiş bir şekilde uyumaya gidiyordum. Erkek işçiler bir nebze daha iyi. En azından eve geldiklerinde yemek temizlik dertleri yok. Bu kısır döngü içinde yıllar geçti. Elimde avucumda koca bir sıfır" diyor.
'İşçiler 'aynı gemideyiz' masalına son vermeli'
Gökmen Kunduracıoğlu, Tekirdağ'da bir kağıt fabrikasında kalite kontrol teknikeri olarak çalışıyor.
İşçi sınıfının büyük bir baskı ve saldırı altında hayatta kalma mücadelesini verdiğini söyleyen Kunduracıoğlu'na göre, "Her gün tekrar tekrar üretilen, 'hepimiz aynı gemideyiz' masallarıyla uyutulduğumuz bu illüzyona son vermenin, manevi yönden doyuran ama her konuda aç bırakan bu sevimli rüyadan uyanmanın, bu düzeni değiştirmenin zamanı geldi."
Yerel seçimlerin ardından estirilen atmosferi "sözde bahar havası" diye niteleyen Kunduracıoğlu, sözlerini "İşçi sınıfının kurtuluşu yalnız ve yalnız işçi sınıfının elindedir" diye bitiriyor.
Esnek üretim, derin sömürü: 'İş dediğin sürekli olmalı'
Patronların yıllardır ajandasında ilk sıralarda yer aşan bir istihdam modeli, bugünlerde daha sık dile getiriliyor. Uzun ve düzensiz mesai saatlerini kalıcı hale getirmeyi hedefleyen "esnek çalışma" modeli, özellikle iş yükünün belirli dönemlerde yoğunlaştığı sektörlerde karşımıza çıkıyor. Bunlardan biri de turizm.
Antalya'da bir otelde çalışan Zeynep Göçmen, "esnek çalışma" deneyimini şöyle anlatıyor:
"Bugün çalışma saatleri 1 gün için iş kanununa göre 8 saatken, Antalya'da birçok işletmede emekçiler 12 saat hatta 16 saate kadar çalıştırılıyor. Yoğun iş temposunda mesai ücretleri veriliyor denilerek aslında zorunlu olmayan mesailer zorunlu kılınıyor. Yılın 6 ayında çalışıp 6 ay çalışmayan turizm emekçileri, çalıştığı 6 aylık sezon içinde birçok hakkından feragat ediyor. Örneğin yoğun olan günlerde mesai zorbalığına maruz kalırken, işlerin sakin olduğu zamanlarda ücretsiz izinler veriliyor. İnsanca yaşanılabilecek bir ücret ve sürekliliği olan bir iş olmalı."
'Ek işlerden ailemize vakit ayıramaz olduk'
Mersin'de iş makinası teknisyeni olarak çalışan Yusuf Özcan, 32 yaşında. Akdeniz'de öne çıkan sorunun kayıt dışı çalışma olduğunu aktarıyor: "Ben ve benim gibi emekçilerin en büyük sıkıntılarından biri, sigortalarımızın aldığımız maaş üzerinden gösterilmemesi. Bölgede birçok emekçinin sigortası yapılmıyor ya da işveren devletten vergi kaçırmak için bilinmedik oyunlar döndürüyor."
Gecesi gündüzüne karışan Özcan, 1 Mayıs'ların bayram gibi kutlanacağı günü bekliyor. Bu bayramı da sevdikleriyle geçirmeyi istiyor: "Çalışma saatlerine uyulmuyor. Bu sebepten her birimiz ek işlere yöneliyoruz. Dolayısıyla ailemize vakit bile ayıramaz olduk."
'Ailecek gezintiye çıkmak 'zenginlik' göstergesi sayılıyor'
Ailesinden çok patronunu görenlerden biri de Tamer Yiğit. Samsun'da yaşayan bir metal işçisi. Özlemini şu sözlerle dile getiriyor:
"Kendimize, ailemize, sevdiklerimize zaman ayıramıyor olmamız, bu düzenin normali haline geldi. Dışarıda zaman geçirebilmenin, oturup bir yerlerde yemek yiyebilmenin, ailecek bir gezintiye çıkabilmenin 'zenginlik' emaresi görüldüğü günlerden geçiyoruz."
Uzun mesailer sonrası elinde bir şey kalmadığını gören Yiğit, "Son birkaç yılda artık çalışmanın iyi yaşamak ya da sadece yaşamak için bir araç olduğu durumdan çıkıp, amaçlaştığı bir duruma geçtik" diyor.
'Dur demenin zamanı geldi de geçiyor'
Tamer Yiğit'e göre artık her günün bir öncekinin kötü bir kopyası haline gelmiş durumda. Eşitsizliği bu noktada daha derinden hissettiğini söylüyor:
"Ertesi gün işe gelebileceğimiz kadar sağlıksız bir şekilde karnımızı doyuruyor, işe geliyor çalışıyor sonra bunu haftanın kalan günleri de aynı şekilde tekrarlıyoruz. Saatlerimiz, günlerimiz, aylarımız, yıllarımız boşa gidiyor gibi hissediyoruz. Bir ekmeğe, bir ömür veriyoruz. Tüm bunların yanında gelir dağılımdaki adaletsizlik her gün tekrar tekrar gözümüze sokuluyor. Birileri para havuzlarında içkisini yudumlarken biz açlıkla terbiye edilmeye çalışılıyoruz."
Çok sayıda arkadaşı bu zorluklardan zihnini uyuşturarak kaçmış. O ise başka bir çıkış yolu olduğunu düşünüyor:
"Amaçsızlaşan birçok işçi arkadaşımız kendisini uyuşturucu, kumar gibi bu hayattan soyutlayacak bağımlılıklara esir ediyor. İnsan gibi yaşayabilmenin, insan kalabilmenin, ilginç karşılandığı günlerden geçiyoruz. Bizi bu karanlıktan ancak birlikte mücadelemiz kurtarır. Tüm bunlara bir dur demenin zamanı geldi de geçiyor bile."
/././
İnsan emektir, emekçidir…*(AVUKAT SEDAT VURAL-SOL/GÖRÜŞ)
1 Mayıs, insanlığın kutladığı tek evrensel bayramdır…Ansiklopedik tanıma göre İnsan; konuşabilen, dik duruşlu, büyük beyinli, kavrayıcı elli primad’dır. İnsanın bu günkü biyolojik ve kültürel biçimi binlerce yıl geçmişe dayalı insanlık evriminin sonucudur. Bizi bu günlere getiren, bu insanlık evrimidir. Yani kökümüz ve kökenimiz insanlıktır… Tarihimiz insanlığın doğuşudur…
İnsanlık evriminin dinamosu ise insanın kafa ve kol emekçi bir varlık olmasıdır. İnsan bu niteliklerini toplumsallık içerisinde kullanarak, kullandığı ölçüde yetkinleştirerek doğa ile mücadelesinde başarılı olmuştur. Bu emekçi kimliği ile de toplumsal dönüşümlere damgasını vurarak günümüze kadar taşınan uygarlıkların oluşmasını sağlamıştır. Bu nedenle tüm uygarlıkların temelinde, kafa ve kol emeği vardır; yani emekçi kimlikli insan vardır.
İnsanın biyolojik olarak nasıl bir evrim sonucu insanlaştığı, ünlü İngiliz bilgini Darwin’in “Evrim Teorisi” ile ortaya konulmuştur. Fakat insanın insan olması, hayvanlar aleminden ayrılması, yalnızca biyolojik evrim sonucunda olmamıştır; insanın kendi eliyle yaptığı iş aletlerinin yardımıyla gösterdiği toplumsal çalışma yolu ile olmuştur. Aletler yapıp, yaratarak, kendini yapmış ve yaratmıştır insan… Bu nedenle Benjamin Franklin, “araç yapan hayvan” olarak tanımlamıştır insanı…
İnsanın doğa ile mücadele evrimi sonucu bulduğu bu aletler doğuştan bir içgüdü ile yapılmamıştır. Bunları, deneylerle, deneyip yanılmayı öğrenmiştir insan. İnsanın bu mücadele ve deneyleri, düşünme yeteneğinin düzenli gelişmesine neden olmuştur.
Doğa ile mücadeleye yönelmiş ortak çalışma ise düşünce ve bilincin yetkinleşmesine ve gelişmesine katkıda bulunuyordu. Bu nedenle düşüncenin yetkinleşmesi ve gelişmesi de, çalışmanın ve bu çalışma için harcanan emeğin sonucudur… Bu işi bilinçli yapmak, bilinçli biri olmak, çalışma sırasında, çalışma yolu ile gelişmiştir… Çalışma ise her zaman toplumsal bir olgu olmuştur. Tek başına bir insanın çabaları tüm topluluk yaşamının ayrılmaz bir parçasını oluşturmuştur. Çünkü topluluk üyelerinin çalışma için bir araya gelmesi, insanın düşüncesinde ve bilincinde, kendisini toplulukla aynı ve bir tutmaya, topluluğun gereksinmelerine boyun eğmeye ve kendisini yalnızca topluluğun bir üyesi saymaya götürüyordu.
Emek ile sağladığı bu çalışma toplumsallığı sayesinde insan, köken olarak kendini aşmak, tüm insan olmak istiyordu… Günümüzde de yüceltilen yalnız ve kendine yabancı birey olarak değil, toplumun bir parçası olarak, elbirliği içerisinde, daha anlamlı bir dünya yaratmak için çabalıyordu…
Doğanın kölesi olarak ve onun verdikleri ile yetinen değil, sorgulayarak, çalışarak, çabalayarak, doğayı yöneltmeyi, sınırlı benliğini toplu yaşayışla birleştirmeyi, bireyselliğini toplumsallaştırmayı gerçekleştirmek istiyordu.
Emeğin sömürüsü ile oluşan sınıf ayrımcılığına geçişle birlikte yıkılan ortak çalışmaya dayalı toplumsallığı idi… İnsan birliğini yitirmişti… Gerçi daha üretken toplum biçimlerine yönelmişti ama; sömürü ve sınıflar ayrılığı yüzünden, toplumsallığını yitirdiğinden yalnız doğaya değil, kendi kendine de yabancılaşmıştı insan… Çünkü sınıf ayrımcılığı ve sömürüye dayalı sistemler, insan ilişkilerinin bölünmesini sağlıyordu; bir avuç efendinin, feodal beyin kapitalistin zenginliğinin artması, bu zenginliği yaratan büyük bir emekçi kitlesinin yoksulluğunun artması ile sonuçlanıyordu…
Doğa ile mücadele, insanlar arası mücadeleye dönüşmüştü…
Bunun sonucunda doğaya köle olmaya emeği ile başkaldıran, bu başkaldırı ile insanlığını bulan insan, bir başka insanın kölesi olmuş, toplumsal olan kafa ve kol emeği bir avuç egemen sınıfın çıkarına yöneltilmiştir…
İşte insanlık tarihi, bir tarafta yitirilen insani birliğin yani emeğin yarattığı ortak çalışma toplumsallığı içerisinde sömürü ve ayrımcılığın olmadığı, insanca yaşanılacak bir düzeni savunan kafa ve kol emekçisi insanlar ile sömürü ve ayrışmayı kendi çıkarları için kullanan egemenler arasındaki mücadele ile geçmiştir…
O halde insanlık tarihi doğal koşulları içerisinde oluşmuş bir tarih değildir; insanın doğa ile mücadelesi başta olmak üzere, egemenlerin sömürü, baskı ve zulmüne karşın, aklın, özgürlüğün, eşitliğin kazanıldığı ve bilimin, teknolojinin, kültürün yaratıldığı bir tarihtir… Ama yaratanı emekçi insandır; düşünsel ve maddi üretimi sağlayan toplumsal dönüşümleri gerçekleştiren, çağ açıp, çağ kapatan onun kafa ve kol emeğidir…
Üretim biçimlerine adını veren, günümüzde yüceltilen sermayeyi, insanlık dışı bir zulüm ve sömürü anlayışı ile plantasyonlarda, manifaktürlerde, fabrikalarda, tarlalarda yaratan, sevgi ve kardeşlik gibi insani, özgürlük ve laiklik gibi evrensel değerlerin oluşmasını sağlayan, Rönesans, Reform, Aydınlanma ve Sosyalizmi yaratan kimliktir; emekçi insan kimliği…
Günümüz yeni dünya düzeni ise insanlık tarihini yazan bu insan kimliğine karşı saldırıya geçti; bizdeki uygulayıcıları da emeğe ve emekçiye karşı… Bilinmelidir ki insanın öz kimliğine karşı olan bu dünya düzeni insani; emeğe ve emekçiye karşı olan birey ve çakırcılar da insan değildir…
/././
1 Mayıs... (Altan Öymen-Cumhuriyet)
Bugün 1 Mayıs... O gün için kullanılan müziğin sesleriyle: “İşçinin emekçinin bayramı.”
O bayramın oluşması ve gelişmesinin tarihçesi malum: Dünyada, işçilerin haklarıyla ilgili hareketlenmeler, önce 1856’da Avustralya’da başlamış, 1886’da Amerika’da kendini göstermiş.
Ve Paris’teki İkinci Enternasyonal toplantısında, 1 Mayıs, “Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü” olarak ilan edilmiş.
Türkiye’de ise işçi bayramı olduğu bir ara kabul edilmiş. Fakat Takrir-i Sükûn döneminde o karar iptal edilmiştir.
1935’te yeniden bayram olmuştur 1 Mayıs. Fakat adı ve içeriği, “işçi bayramı” veya “dayanışma günü” değildir. “Bahar Bayramı”dır. Ve ücretsiz de olsa tatil günü olarak kabul edilmiştir.
Nedeni malum: Rusya’daki 1917 Devrimi’nden sonra artık 1 Mayıs günü, “işçi günü” sıfatıyla beraber Sovyetler Birliği’nin büyük resmi törenlerle kutlanan en önemli günlerinden biri haline gelmiştir. Türkiye’nin ise Sovyetlerle ilişkilerinin iyi olduğu zamanlarda bile, yurtiçinde ve dışında kendisinin komünistliğe yaklaştığı izlenimini verebilecek tutumlardan uzak durmayı tercih etmektedir.
1 Mayıs’ın bu “Bahar Bayramı” sıfatı, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde değişti. 1961 Anayasası’ndan sonraki özgürleşme döneminde, o 1 Mayıs da gündeme girdi. O vakte kadar yelpazenin solundaki her eğilime şüpheyle bakan yaklaşımlar, Türkiye İşçi Partisi, DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu), Sosyalist Kültür Derneği gibi örgütlerin kurulmasından ve CHP’nin “ortanın solu”nda bir parti olduğunu ilan edip o çizgideki uygulamalarını yoğun bir şekilde sürdürmesinden sonra 1 Mayıs’ın dünyanın pek çok demokratik ülkesindeki gibi “İşçi Bayramı olarak kutlanması” talepleri ortaya çıktı.
Ve 1976 yılında hem de Süleyman Demirel’in başbakanı olduğu, Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan’ın da başbakan yardımcıları olarak katıldığı “Milliyetçi Cephe” gibi sağ çizgideki bir hükümet zamanında DİSK’in 1 Mayıs’ı Taksim’de “işçilerin birlik ve dayanışma günü” olarak kutlama girişimine bir itiraz gelmedi.
1976’nın 1 Mayıs’ında Taksim’de -Kemal Türkler’in başkanlığındakiDİSK tarafından düzenlenen o mitinge, o zamana kadar görülmemiş bir topluluk katılmıştı. Gazeteler bunu “yüz binlerce kişi” diye tanımlıyorlardı. Mitingde bir konuşma yapan Kemal Türkler, o topluluğa şu çağrıda bulundu: “Türk ilerici ulusal güç ve örgütlerini, MC iktidarına son vermek için demokratik yoldan mücadeleye çağırıyorum.”
Hükümet tarafından bu gibi cümlelere de ciddi bir tepki gelmedi.
***
1 Mayıs’ın “işçilerin, emekçilerin bayramı” olarak kutlanması böyle başladı.
Benim de gazeteci olarak izlediğim o günü, bugünden bakarak hatırlarken aklıma gelen özelliği ise şu oldu:
Olay, tabii, büyük bir olaydı. O miting, elbette çok önemliydi. Atılan sloganlar, yapılan konuşmalar, hükümetin politikalarına tamamen karşıydı. Ama katılımcıların o zamana kadar görülmemiş ölçüde büyük bir topluluk oluşturması, hükümet partilerini fazla tedirgin etmemişti. Güvelik güçleri de o alandaki görevlerini yaparken, şiddete başvurmak, katılımcıları tehdit etmek, birilerini gözaltına almak gibi “önlem”lere başvurmamışlardı. Yani herkes, demokratik tecrübeleri bizden çok fazla ülkelerin vatandaşları gibi böyle gösterilerin doğal olduğunu, toplantı ve gösteri yapmanın her insanın daha doğuştan kazandığı hak ve özgürlükler arasında bulunduğunu ve buna kimsenin müdahale etmemesi gerektiğini iyi biliyordu. Ve iktidarın tutumu yadırganıyordu. Böylece o toplantı, hiçbir ciddi soruna yol açmadan tamamlandı.
***
Evet, 1 Mayıs toplantıları, 1 Mayıs 1976 günü böyle başladı.
Peki bir yıl sonra ne oldu? 1977 yılının 1 Mayıs’ında?...
1946’da başlayan, 1950’deki iktidar değişikliğiyle devam eden ve o arada büyük olayların ve güçlüklerin içinden geçerek 1970’lere kadar gelen demokratikleşme sürecinin o 1977 yılına ulaşması aşamasında ne oldu? Türkiye, artık demokrasiye kendisinden çok daha önce başlayıp birçok tecrübeden geçmiş olan öteki ülkelerdeki demokrasi düzeyine büyük ölçüde yaklaşmıştı. Bu duruma, her çizgideki siyasi partiler ve basın yayın kurumları da alışmıştı.
Kısacası, demokrasi açısından epey mesafe almıştık. Eksiklerimiz, sorunlarımız vardı. Ama zaman içinde onların da aşılacağına inanıyorduk. Yani, o 1 Mayıs tecrübesini yaşarken, haklı bir iyimserlik havası içindeydik.
1 Mayıs kutlamaları, 1976 yılında böyle başladı.
Bir yıl sonra neler oldu? 1977’nin 1 Mayıs’ında?
Ben o gün de Taksim Meydanı’ndaydım. O günkü 1 Mayıs’a bir başka yazımda değinmeye çalışacağım.
/././
Ferman padişahın meydanlar bizimdir! (Jale Özgentürk-Cumhuriyet)
“Sarayda yaşayan başka, kulübede yaşayan başka düşünür.”
Sosyalizmin kurucusu Karl Marx’ın bu sözünün doğruluğunu kendi yaşam pratiğimizde her gün test ediyoruz.
Bir yanda açlık sınırının bile altında ücret alarak yaşamlarını sürdürmeye çalışan milyonlar, bir yandan saray şatafatıyla yaşayan “mutlu azınlık”.
Saraydakiler ne düşünürse düşünsün, yönetimin akıldışı ekonomi politikaları yüzünden başlarını sokacak bir evi bulmakta zorlanan, maaşı üç dört market alışverişinde tükenen, gelir dağılımı adaletsizliğin mağduru milyonlar sözlerini geçen yerel seçimde söylediler.
İşçiler emekçiler, toplumun ezilenleri, ötekileştirilenleri 1 Mayıs’ta ise meydanlarda söyleyecekler sözlerini.
Ve üretimin başkenti İstanbul’da bir ellerinde karanfil bir ellerinde Anayasa Mahkemesi kararıyla 1 Mayıs’ın sembol meydanı olan Taksim’e yürüyecekler.
BAYRAM DEĞİL MÜCADELE
İşçi sınıfı ve tüm emekçiler yine bir 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nü bayram gibi değil yine yasaklarla, engellerle karşılıyor.
Yine bir ekonomik krizden geçen Türkiye’de emekçiler en zor dönemlerden birini yaşıyor. 20 yıllık AKP iktidarı döneminde emek değil sermaye el üstünde tutuldu. Milli gelirden emeğin aldığı pay yüzde 26’ya düştü.
Kapitalizmin azgınlaştığı, neoliberalizmin tüm haklara saldırmaya başladığı bir dönemde işçinin haklarını koruması her geçen gün daha zorlaşıyor.
Oysa Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 15’in altında. Özel sektörde yüzde 5 bile değil.
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) 148 ülkeyi kapsayan raporuna göre Türkiye, 2023 yılında “çalışanlar için en kötü 10 ülke” arasında yer alıyor. Bu ülkeler şöyle: Bangladeş, Belarus, Ekvador, Mısır, Esvatini, Guatemala, Myanmar, Filipinler, Tunus.
Raporda “2023’te işçilerin özgürlükleri ve hakları acımasızca saldırıya uğradı. Polis protestoları bastırdı ve sendika liderleri keyfi olarak tutuklandı” vurgusu yapılıyor.
Türkiye Küresel Haklar Endeksi’nde ise “işçi haklarının garanti altında olmadığı” anlamına gelen beşinci grupta yer alıyor.
Neoliberalizmin işçiyi özgürleştireceği masalları bitti. Bir yandan da dünyada dijitalleşme, yapay zekâ meslekleri tehdit ediyor. Araştırmalar yüzlerce mesleğin yok olacağını söylüyor. Artık sadece mavi yaka, beyaz yaka yok. Grisi, pembesi ekleniyor. Yeni bir dünya düzeninin eşiğindeyiz.
Örgütlenme, yeni döneme hazırlanma, dayanışma bundan sonra daha da önemli.
Bu değişimin farkında olan sendikaların başında gelen ve yeni mesleklere uygun yeni örgütlenme modelleri arayan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu bugün emekçi için şu talepleri haykıracak:
- Anayasa Mahkemesi kararıyla da tescillenen Taksim’in 1 Mayıs alanı olduğu hakikatine saygı gösterilmeli; her işçinin 1 Mayıs alanında olabilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.
- Asgari ücret acilen en az gıda enflasyonu ve büyüme oranı kadar artırılmalıdır.
- Üst gelir gruplarına hitap eden lüks ve özel tüketim dışındaki tüm mal ve hizmetlerde KDV-ÖTV düşürülmeli, temel tüketim mal ve hizmetleri için sıfırlanmalıdır.
- Gelir vergisi ilk dilimi ücretliler için yüzde 10’a düşürülmeli, vergi dilimleri yükseltilmeli, kâr rekorları kıran şirketler için kurumlar vergisi artırılmalıdır.
- En düşük emekli aylığı en az asgari ücret düzeyine yükseltilmeli ve tüm emekli aylıkları bu oranda artırılmalı, EYT düzenlemesindeki adaletsizliklere son verilmelidir.
- Türkiye’nin işçi haklarında en kötü 10 ülke arasında olması ayıbına son verilmeli, sendikal hakların kullanımının önündeki engeller kaldırılmalıdır.
Talepler haklı, umarım iktidar da bugün hiç olmazsa sağduyu şekilde emekçinin yolunu kesmez!
Yaşasın “1 Mayıs İşçi ve Emekçinin Bayramı”
/././
Bu sefer Taksim, bundan böyle dayanışma! (Resul Emrah ŞAHAN - Şişli Belediye Başkanı / Birgün)
Hiçbirimiz 1 Mayıs’ta Taksim’de olmayı orayı tahrip etmek, yağmalamak ya da öfkemizi haykırmak için istemiyoruz şüphesiz. Taksim ısrarımızın sebebi çok açık: Demokrasilerin meydanlarla, kamusal alan ve mekanlarla ve bu mekanların hafızasıyla olan ilişkisinin farkında olmamız.
Nitekim bu farkındalık yalnızca bize mahsus değil. Merkezi iktidar da bu ilişkinin farkında. Türkiye’yi kimlikler üzerinden ayrıştırarak ülkenin yakıcı ve gerçek sorunlarının konuşulmasının önüne geçen merkezi iktidar, yaklaşık %70’i ücretli emekle geçinen, yani bir patrondan maaş alan mevcut toplumun yatay olarak kesiştiği yoksullaşma, konutsuzlaşma ve anayasasızlaşma gibi meselelerde ortaklaşmasını istemiyor.
Taksim ise kimlik siyasetini aşan; demokrasi, hukuk, emek ve refah talebiyle ortaklaşan arayışların hafızasına sahip. Öyle ki Taksim, 1960’lardan 12 Eylül’e kadar uzanan 20 yıllık dönemde Türkiye’nin emekçilerinin, öğrencilerinin ve aydınlarının birçok hak arayışına sahne oldu. Bu çeşitli arayışları ortaklaştıran iç içe geçmiş iki temel nokta vardı: Emekten yana hak arayışı ve bununla bağlantılı olarak Türkiye’nin demokratikleşmesi.
Nitekim Türkiye’yi çağdaş bir demokrasi olmaktan uzaklaştıran 12 Eylül rejimi de demokrasi ve emekçilerin hak arayışları arasındaki ortakyaşar ilişkinin farkındalığıyla ilk olarak işçi haklarını hedef almıştı. Henüz darbenin üçüncü gününde, 15 Eylül 1980’de grev ve lokavt yasaklanmıştı. O günden beri AKP de dahil olmak üzere iktidara gelen bütün sağ iktidarlar, kurdukları muazzam hegemonyayı toplumun, yani emekçilerin depolitizasyonundan borçlu oldular.
∗∗∗
40 yılı aşan bu dönem içinde emeğin üzerindeki baskı her geçen gün arttı. Temel haklar ve özgürlükler günden güne yok edildi. Kamu emekçileri iş güvencesi tehdidiyle, işçiler kıdem tazminatlarının yok edilmesi riskiyle karşı karşıya kaldı. Çalışma yaşamı ve örgütlenme hürriyeti adeta yutuldu. Taşeronlaşma ve güvencesiz çalışma iş yaşamanın tüm alanlarında yaygınlaştırıldı. İşsizlik arttı, yoksulluk kökleşti; gelir adaletsizliği ve eşitsizlik merkezi iktidarların iradi tercihleriyle zirveye vardı.
Tüm bunlar, bu iktidarların demokrasiye biçtikleri elbiseden kaynaklanıyor: 5 yılda bir seçmenlerin kendilerini onaylaması ya da onaylamaması.
Artık bu elbiseyi yırtıp atmanın vakti geldi. Artık Türkiye’nin kimlikler üzerinden yaşadığı kutuplaşmayı aşıp, ortaklaşan sorunları için ortak mücadele etme vakti geldi. Emekçilerin haklarını mevcut rejimin yetkilerine dayanarak gasp eden, yine aynı yetkilerle emekçilerden bir avuç türedi zengine büyük bir servet transferi yapan merkezi iktidara dur deme vakti geldi.
∗∗∗
Ülkemizin emekçileri önce bayramlarını ve bayramlarıyla özdeşleşen meydanlarını geri alacak ve ardından Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesine hep beraber omuz vereceğiz.
Büyük usta Nazım’ın da dediği gibi:
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.
Bu sefer Taksim, bundan böyle dayanışma!
Yaşasın 1 Mayıs!
/././
1 Mayıs kutlu olsun: Ekmek, adalet, barış ve özgürlük için haydi 1 Mayıs alanlarına! (İhsan Çaralan-Evrensel)
Bugün işçi sınıfının Uluslararası Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü 1 Mayıs!
Bugün dünya işçi sınıfının ortak mücadele günü!
Bugün 1889’dan beri işçilerin daha iyi yaşama, insanca çalışma koşullarıyla ilgili taleplerini haykırırken sömürüsüz, savaşız, barış içinde bir sosyalist dünyanın bayraklarını yükselttikleri gün!
Bugün Avustralya’dan başlayarak her ülkede sabahın erken saatlerinden itibaren sendikaların, emek örgütlerinin, işçilerin, gençlerin, kadınların… Kendi geleceğini işçi sınıfını kurtuluşuna bağlamış, 1 Mayıs’ı kendi günü olarak kutlamak isteyen her yaştan, her cinsiyetten, her milliyetten herkesin;
*Ellerinde pankartları ve bayrakları,
*Dillerinde talepleri türküleri ve marşları,
*İnsanlık tarihinin gördüğü en acımasız sömürü sistemi kapitalizme öfkelerinin ifadesi olan sıkılı yumrukları,
*Emperyalist dünya siteminin kurduğu düzeni ayakta tutmak için çıkarılan savaşlara, silahlanmaya, militarizme, hayır diyerek işletmelerden, sanayi havzalarından, emekçi semtlerinden,…güçlerini birleştirip sömürü ve sermaye düzenine meydan okumak için alanlara aktıkları gün
1 MAYIS ÜLKEMİZDE TARİHİNE VE RUHUNA UYGUN OLARAK KUTLANACAK!
Ülkemizde ise işçi ve emekçiler 2024 1 Mayıs’ına;
*Kuzeyimizde Rusya ile Ukrayna arasında arsında 27 aydır, güneyimizde ise 7 aydır İsrail’in Filistinlilere karşı giriştiği soykırıma varan iki kanlı sıcak savaşın sürdüğü,
*Sermaye iktidarının her bakımdan açmaza sürüklenmiş ekonomik programının bütün yükünü işçi sınıfı ve emekçilere yıkarken aynı zamanda en temel kazanılmış haklarına karşı da ”acı ilaç”, “kemer sıkma” da denilen bir saldırı programını hayata geçirmek için seferberlik ilan ettiği,
*Irak ve Suriye’de Kürt güçlerine karşı “kapsamlı” askeri operasyonlarla bölgede yeni çatışma ve savaş tehdidini artıracak girişimler için bölge gericilikleriyle yeni anlaşmalar ve uzlaşmalara giriştiği koşullarda geldi.
Ve son yıllarda oluğu gibi işçiler, emekçiler devrimci demokratik güçler, sınıf partisi, 2024 1 Mayıs’ına da çeşitli etkinliklerle hazırlandılar.
Önceki gün İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın açıklamasına göre de sendikalara ve emek örgütleri ile yerel emek çevreleri 55 ilde 103 merkezde 1 Mayıs’ı kutlamak için resmi başvuru yapmış bulunuyorlar.
Bugün de elbette bu 120 merkezin yanı sıra pek çok il ve ilçede, emekçi semtinde kutlamalar yapılacaktır.
Kısaca ülkemizin, 1 Mayıs’ın tarihine ve ruhuna uygun olarak kutlayacak ülkelerden birisi olacağını söylemek yanlış olmaz.
İKTİDAR TAKSİM YASAĞINDA İŞÇİLER DE 1 MAYIS’I TAKSİM’DE KUTLAMAKTA ISRARLI!
İçişleri Bakanı Yerlikaya önceki günkü yaptığı basın açıklamasında 55 ilde 103 merkezde 1 Mayıs kutlamaları için yapılın başvurulara olumlu yanıt verildiğini bir lütuf gibi gösterdikten sonra İstanbul’da 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanma isteğinin reddedildiğini açıkladı.
Ret gerekçisini, “(Taksim) 1 Mayıs için uygun değildir. Bu yıl bir konfederasyon ve bazı sendikalar 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamak için yazılı talepte bulundu. Bu taleplerine izin verilmeyeceği valilik tarafından yazıyla bildirildi. Ayrıca görüyoruz ki terör örgütleri de sosyal medya hesaplarından 'Taksim Meydanı'na gelin' çağrıları yapıyorlar. Taksim Meydanı, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamında gösterilen yerler arasında değildir” diyerek 10 yıldır ezberlenmiş ama aklı başında kimsenin inanamadığı gerekçeleri sıraladı!
Taksim’in kent ulaşımının merkezi oluduğunu da yasağa neden gösteren Yerlikaya, 42 bin polisin Taksim’i Mecidiyeköy’den ve Saraçhane’den itibaren kuşatamaya alacaklarını açıkladı.
İstanbul Valisi Davut Gül de Yerlikaya’nın söylediklerini yineledikten sonra İstanbul’da Taksim yasağında ısrarlı olduklarını belirterek bir başvuru yapılmadığı için hiçbir alanda bugün 1 Mayıs kutlamasına izin vermeyeceğini açıkladı.
Yerlikaya’nın açıklamasından sonra CHP Genel Başkanı Özgür Özel İçişleri Bakanlığına başvurarak Taksim yasağının kaldırılmasını istedi. Ancak başvurunun da etkili olmadığı görüldü. Ardından CHP sözcüleri çeşitli yasağa rağmen Taksim’e çıkmak için Saraçhane’de olacaklarını açıkladılar.
DİSK ise; DİSK’in başvurusuna Aralık 2023’te AYM’nin verdiği, "Kendisini o kültürün parçası olarak gören her kişinin 1Mayıs günlerinde Taksim Meydanı'nın ifade ettiği anlamı doğrudan tecrübe etmek ve edindiği tecrübeyi kuşaklar boyu aktarmak için orada bulunma hakkı vardır!" biçimindeki karanını hatırlatarak 1 Mayıs günü, “Bir elimizde karanfillerimiz, bir elimizde alttaki karar metni ile "Taksim’e yürüyeceğiz” yanıtı verdi.
Yerlikaya’nın acıkmasının arkasından Emek Partisi, Sol Parti, TİP, TKH İstanbul İl Örgütleri ve İstanbul Halkevleri Koordinasyonu ortak bir açıklama yaparak 1 Mayıs günü Taksim’e yürümek üzere Saraçhanede buluşacaklarını açıkladı.
KESK, TMMOB, TTB, ile çeşitli emek örgütleri ise Beşiktaş’tan Taksim’e yürüyecek!
HAYDİ 1 MAYIS’A HAYDİ ALANLARA!
1 Mayıs tarihi boyunca, pek çok ülkede engellemelerle, yasaklarla, katliamlarla, idamlarla mücadele ederek bugünlere geldi.
Ülkemizde 1 Mayıs çok uzun yıllar boyunca yasaklara ve yasaklamalara karşı mücadelenin vesilesi oldu. Bu yasakçı zihniyet bugün de “Taksim’de 1 Mayıs’ın kutlanmasının yasağı” olarak devam etmektedir. Tabii yasağa ve yasaklamaya karşı mücadele de!
Bugün; Türk-İş Bursa’da, Hak-İş Kocaeli’de, Memur Sen Mersin’de, DİSK ve KESK, İstanbul’da 1 Mayıs’ı kutlayacak. Ama yerel sendika şubeleri, sendikal platformlar, emek örgütleri, emek ve demokrasi güçleri 1 Mayıs’ı ülke sathında kutlayacak.
Yüz binlerce, hatta milyonlarca işçi, emekçi, genç, kadın bir yandan tek adam rejiminin emekçilerin haklarına yönelik saldırı programına karşı öte yandan barış, demokrasi ve özgürlük talepleriyle alanlarda olacak. Ortak taleplerinin, birleşmiş haykırışlarının coşkusuyla, sömürüye, zulme öfkelerini; özgürlük ve barışa duydukları hasretle taleplerini haykıracaklar.
Kısacası emekçiler;
Hayat pahalılığına, sömürüye, yoksulluğa karşı mücadele,
İnsanca çalışmak ve insanca yaşamak,
Sendikal hak ve özgürlüklerimizi kazanmak,Erdoğan-Şimşek programının kemer sıkma uygulamalarına hayır demek,
Adil bir vergi düzeni, eşit işe eşit ücret,
İş cinayetlerinin son bulması, çocuk işçiliğinin yasaklanması,Bağımsız demokratik yargı ve adalet,
Bölgede barış, Türkiye’de demokratik haklar ve özgürlükler için;
HAYDİ FABRİKALARDAN MEYDANLARA! HAYDİ 1 MAYIS’A!
DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİNE VE EMEKÇİLERİNE 1 MAYIS KUTLU OLSUN!
/././
Erişilebilir ve özgür sanat için 1 Mayıs’a! (Berfin TÜRKMEN-EVRENSEL)
Sanatçının susturulduğu sanatın rantın parçası haline getirildiği bu ülkede yasaksız sansürsüz oyunlar oynayabilmek için, erişilebilir ve özgür sanat için 1 Mayıs’a!
Bugün 1 Mayıs. Sermayenin karşısında emekçi sınıf olarak bir olduğumuzu gösterme günü yaklaşıyor. Yaşamı onlara teslim etmeyeceğimizi haykırma, taleplerimiz için yan yana yürüme günü yaklaşıyor. Fabrika işçileri, MESEM’li öğrenciler, üniversiteli gençler, büyüklerinin elini tutan çocuklar 1 Mayıs’ta alanlarda olacak. Peki tiyatrocular, sanat emekçileri de yanlarında yürüyecek mi?
Tiyatro yapmanın koşulları sanatın her alanında olduğu gibi Türkiye’de her zaman zordu. Ancak son yıllarda her geçen gün daha da zorlaşmaya devam ediyor. KHK ile boşalan konservatuvarlar, pandemide kapanan sahneler, devlet desteği almayan bağımsız tiyatroların ödemek zorunda olduğu yüksek vergiler, kadro açmayan Devlet Tiyatroları, yasaklanan oyunlar ve daha nicesi… Sorunlar saymakla bitmiyor. Bu gibi sorunların karşısında pek çok oyuncu maddi kaygılarla sanattan çok uzak hatta artık toplum için zararlı olduğunu düşündüğümüz dizi sektöründe yer kapmaya ya da bir şehir tiyatrosuna “kapak atmaya” çalışıyor.
Belediyelerin varoluş sebebi -güya- kamuya hizmet. Kent halkını kültür sanatla buluşturmak da bu görevlerinden birisi. Yerel seçimleri yeni geçtik, pek çok il ve ilçede yönetim değişti. Önümüzdeki süreçte değişen belediyelerde neler yaşanır bilemem ancak şu anki durum en kısa sürede değişmeli.
DİNİ VE MİLLİ DUYGULAR BESLENMEYE ÇALIŞILIYOR
Ülkemizde çoğu ilde kültür sanat alanındaki çalışmalar oldukça yetersiz. Devlet Tiyatrolarının yalnızca 13 şehirde kadrosu ve 25 şehirde sahnesi var. Şehir tiyatroları da ne yazık ki her şehirde yok. Kamu hizmeti olarak tiyatroya ulaşım pek çok kentte mümkün değil. Bağımsız tiyatroların da desteklenmediği ve yüksek vergilere tabii tutulduğundan pek uygun fiyata bilet satamadıklarını düşünecek olursak nüfusumuzun ciddi bir çoğunluğunun tiyatroya erişimi yok. Tiyatronun erişilebilir olduğu, şehir tiyatrosu veya devlet tiyatrosu olan kentlerden de Ankara, İstanbul ve İzmir gibi birkaç kent dışında bir sezon içerisinde pek oyun oynanmıyor. Oynanan oyunların niteliğini tartışacak olursak bana “Sen kimsin de bu eleştiriyi yapabiliyorsun” denebilir. Ama en azından yönetimi iktidar partisinde olan belediyelerin tiyatrolarında çocuk oyunları da dahil olmak üzere çok ciddi bir çoğunlukla dini ve milli duyguları beslemek üzere oyunlar üretildiğini şahit olarak söyleyebilirim.
“Aç kalırsın” veya “gavur işi” söylemleriyle önüne çıkan herkesi aşıp KHK’ler sonrası boşalmış olsa da konservatuvarlardan mezun olan, “Sanatını icra etme” hayalleriyle mesleğe atılan, bağımsız tiyatrolarda bu kez gerçekten aç kalıp şehir tiyatrolarına girmeyi başaran oyuncular için mutlu sona ulaşılmış zannedebilirsiniz. Ancak o durum da çok öyle değil. Bu oyuncu arkadaşlarımız da belediyenin kadrosunda yer bulamayıp sözleşmeli işçi sınıfına giriyorlar. Üstelik sözleşmeli oldukları için işlerinin bir güvenliği, pek çok konuda da söz hakları yok ve kimileri sarı sendikalara zorlanıyor. Sözleşmeli bir belediye çalışanı olarak 1 Mayıs’ta alanda boy göstermek riskli bulunabilir. Ancak çözümün yalnız sermayeye karşı emeğin, emekçinin saflarında olduğunu biliyoruz.
Koca şirketlerin milyonluk vergi borçlarının sıfırlandığı bu ülkede bağımsız tiyatroların vergiden muaf olması için, sanatçının susturulduğu sanatın rantın parçası haline getirildiği bu ülkede yasaksız sansürsüz oyunlar oynayabilmek için, erişilebilir ve özgür sanat için 1 Mayıs’a!
Sanatı dert edinenlerle omuz omuza, karşısında duranlarla mücadeleye.
(derleyen: mstfkrc)