15 Mayıs 2024 Çarşamba

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (15 Mayıs 2024)

İÇERİK: Çok korkun ama...(Barış Pehlivan)+Yeni anayasa alalaması (Öztin Akgüç) +Atatürk Türkiye’sinde tasarruf tedbirleri (Sinan Meydan)

Çok korkun ama...(Barış Pehlivan)

Dünyada 195 ülke var. Her ülkede on binlerce organizasyon var. Yani tüm dünyada on milyonlarca kuruluş var. Bu ansiklopedik bilgiyi aklımızda tutarak devam edelim...

“Diyanet İşleri başkanı Togg’a dua etti ama makam aracı olarak Audi’yi seçti.”

Kuşku yok ki dünyada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çıkarlarıyla uyuşmayan birçok yabancı ülke ve kuruluş vardır. Madem öyle bu bilgiyi yazmanız, paylaşmanız ve hatta hiçbirini yapmadan araştırmanız bile yedi yıl hapisle cezalandırılmanıza neden olabilir.

“Kırmızı bültenle aranan uyuşturucu baronu İstanbul’da yakalandı.”

Kuşku yok ki dünyada Türkiye’nin narkodevlet gibi algılanmasını isteyen ülkeler ve organizasyonlar vardır. Madem öyle bu bilgiyi yazmanız, paylaşmanız ve hatta hiçbirini yapmadan araştırmanız bile yedi yıl hapisle cezalandırılmanıza neden olabilir.

“Alman turist Türkiye’de tecavüze uğradı.”

Kuşku yok ki Türkiye’nin yabancı turistlerin gözde bir ülkesi olmasını istemeyen onlarca ülke ve yabancı seyahat acentası vardır. Madem öyle bu bilgiyi yazmanız, paylaşmanız ve hatta hiçbirini yapmadan araştırmanız bile yedi yıl hapisle cezalandırılmanıza neden olabilir.

“Köprü ve otoyollar için yapılan garanti ödeme tutarı 23.7 milyar TL’ye ulaştı.”

Kuşku yok ki Türkiye’deki altyapılarda imzası bulunan müteahhitlerin tüm dünyada rakibi olan yabancı şirketler vardır. Hatta o yabancı şirketler Türkiye’de bu kadar köprü ve otoyol yapılmasını bile istemeyebilir. Madem öyle bu bilgiyi yazmanız, paylaşmanız ve hatta hiçbirini yapmadan araştırmanız bile yedi yıl hapisle cezalandırılmanıza neden olabilir.

Daha da ileri gideyim mi?

“Türkiye Wushu Federasyonu’nda skandal: Babası başkan, annesi hakem, kendisi şampiyon.”

Türkiye Wushu Federasyonu, hakkında çıkan haberlerle ilgili şu açıklamayı yapmıştı: “Sizin maksadınızı ve amacınızı biliyoruz. Derdiniz başörtüsü! Amaç, meşru seçilmiş iktidarları gayri meşru yöntemlerle, darbelerle devirip kendi menfaat imparatorluklarınızı dünya Siyonizmiyle işbirliği yaparak kurmaktır.” Madem öyle bu bilgiyi yazmanız, paylaşmanız ve hatta hiçbirini yapmadan araştırmanız bile yedi yıl hapisle cezalandırılmanıza neden olabilir.

'MUĞLAK' TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ?

Yüzlerce örnek verebilir, sayfalarca yazabilir, sizi daha da korkutabilirim. Uzatmama gerek yok ama korkmanıza gerek var.

Bakın, 9. yargı paketinin taslağı ortaya çıktı. Meclis tatile girmeden de yasalaşacak. İşte o taslağa göre; Türk Ceza Kanunu’ndaki “Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” bölümüne yeni bir suç tanımı girecek. Buna göre; devletin güvenliği ile iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda gerçekleştirilen fiiller cezalandırılmaya neden olacak.

Peki, neymiş “devletin iç veya dış siyasal yararları?” Yine taslaktan okuyorum:

“İktisadi, mali, askeri, milli savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji gibi diğer yararlar da devletin iç veya dış siyasal yararları kavramı içinde kabul edilecektir.”

Dahası...

Bu “yararlarımızın” aleyhine yabancı bir devletin ya da yabancı bir organizasyonun talimatını geçtim, onların bilmeden de olsa çıkarları doğrultusunda ne yaparsanız yapın, suç işliyor gibi yargılanacaksınız. Bu suçun da bedeli yedi yıla kadar hapis olacak. 

Bitmedi...

Eğer bu suçu savaş sırasında işlemiş veya devletin savaş hazırlıklarını veya savaş etkinliğini veya askeri hareketlerini tehlikeyle karşı karşıya bırakacak şekilde yapmışsanız, 12 yıla kadar hapis cezası sizi bekliyor.

Yani... Yanisi şu:

Her şeyi içine sıkıştırabileceğiniz muğlak bir yarar listesi...

Her şeyin yabancı bir organizasyonun çıkarı olabileceği ihtimali...

Sizin “casus” gibi cezaevine girmenize gerekçe gösterilebilecek.

Lütfen, kimse bana “ama dava açılması için adalet bakanının izni gerekiyormuş” demesin. Telefon talimatıyla insan tutuklayan, rüşvetle hapisten baron çıkaran, tarikatların ve çetelerin koltuk yarışı yaptığı bir yargı sistemini yaratan Adalet Bakanlığı mı bu kanunu adil uygulayacak?

Ve lütfen, kimse bana “Meclis’te oturma eylemi yaptık, komisyonda çok sert konuştuk, sosyal medyada tepkimizi dile getirdik” gibi muhalefetçilikle de gelmesin.

Eğer bu yasa böyle çıkarsa, çok korkun. Lakin korkmak cesaretinizi yenmesin. Öyle ya, dünya ve Türkiye tarihi defalarca ispatlamıştır ki mesele korkmakta değil korkuya rağmen cesaret gösterebilmekte. İşte öyle çıkar karanlıklar aydınlığa...

                                                      /././

Yeni anayasa alalaması (Öztin Akgüç)

Cumhur İttifakı’ndan günümüze dek ülke, toplum yararına bir uygulama, girişim sadır olmadığından, görülmediğinden, “yeni, sivil, çağdaş, özgürlükçü” sözcükleriyle süslü anayasa önerisi ardındaki saklı niyetler, alalama irdelenmektedir. Anayasa hükümlerine uyulmadan da ülke yönetilebildiğinden yeni anayasa ısrarının perde arkası görülmeye çalışılmaktadır.

Anayasa, devletin şeklini, ilkelerini, organlarını, organlar arasındaki ilişkileri, işleyiş kurallarını, yönetilenlerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen devletin temel yasasıdır. Bu nedenle anayasalar, diğer yasalardan farklı usullerle hazırlanır, özel koşulların oluşması halinde değiştirilir.

Anayasalar, çoğu kez görevi anayasa hazırlamak olan kurucu meclislerce hazırlanır, halkoylaması (referandum) ile kabul edilir. Anayasaların kabulünde nitelikli oya katılım ve kabul yeter sayısı aranır. Anayasalar, devlet ihale yasası gibi değiştirilemez.

1982 Anayasası günümüze dek 19 kez değiştirilmişken halkoylamasına da gidilmeden bir kez daha değiştirilmesi ya da yenilenme uğraşı, ısrarı, kuşku yaratmaktadır. Bir kişinin geleceği ile ilgili ya da bir parti başkanının isteği ile fiili durumu yasalaştıralım diye yeni anayasa değişikliği de yapılmaz.

2017 Anayasa değişikliği halkoyuna sunulmakla beraber, sonuçta YSK kararı ile şaibeli şekilde yapılmıştır. Yeni anayasa önerisi altında aslında birkaç ana maddenin değiştirilmesi amaçlanabilir. Diğer maddeler, dolgu maddesi olarak ya aynen kalır ya da önemsiz değişiklikler yapılır. Anayasa değişikliği dense az sayıda maddenin değiştirilmesi önerisi, asıl amaç aşikâr, belli, görünür hale gelir. Bu nedenle yeni, sivil, özgürlükçü tanımlarıyla, asıl amaç/amaçlar alalanmaktadır.

Yeni anayasa önerisi ile nelerin amaçlandığını, alıntılarla açıklayayım.

Oktay Ekşi’nin 27 Nisan 2024 tarihli gazetemizdeki “AKP neyi değiştirmek ister?” başlıklı yazısında değişiklik amaçlarını, “Erdoğan’a ömür boyu cumhurbaşkanlığı, laiklik ilkesini tarihe gömme, Anayasa Mahkemesi’ne öldürücü darbe, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetkilerini artırma, Milli Eğitim Bakanlığı’nı din eğitim bakanlığına dönüştürme, cumhurbaşkanı ve milletvekilleri yeminindeki “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı kalacağım” ibaresini kaldırma başlıkları altında topluyor. Milli Eğitim Bakanlığı, halen “maarif müfredatı” ile anayasa değişikliğine gerek kalmadan da din eğitim bakanlığına dönüştürülüyor.

Prof. Dr. Süheyl Batum, İklim Öngel’le yaptığı söyleşide (Cumhuriyet, 29 Nisan 2024), amacı, “Sadece siyasal iktidarın işine yarayacak, önlerindeki tüm engelleri bertaraf ederek demokratik olmayan anayasa yapmak, egemenliği tek kişiye bağlamak, laikliği silmek” olarak vurguluyor.

Yeni anayasa söylemi, kapalı toplantıların da asıl konu/konularının alalaması oluyor. Devlet Bahçeli’nin Ferdi Tayfur fon müziği eşliğinde yürüyüşünün servis edilmesi sonrası, Erdoğan’ın Bahçeli’yi konutunda ivedi ziyareti, medyaya “Anayasa konuştular” şeklinde yansıtılıyor; “İlk dört maddenin değişmeyeceği konusunda anlaştılar” açıklaması yapılıyor. Değişiklik önerisi MHP’den geldiğine göre TBMM Başkanı Kurtulmuş, partiler arası yeni anayasa ikna turlarına başlarken Erdoğan’ın Bahçeli’nin görüşünü almak üzere ziyareti, aslında pek de inandırıcı gelmiyor. Görüşme sonrası nötr, özür dilerim suya sabuna dokunmayan açıklama, ziyaret günü Sinan Ateş suikastı iddianamesinin açıklanması, ardından Bahçeli’nin farklı yönde suçlamaları, asıl ziyaret konusunun yeni anayasa olmadığının ipuçlarını veriyor.

Anayasa Mahkemesi kararları kesindir. Yasama, yürütme, yargı organlarını, idari mercileri, kamu kurumlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar. Hiyerarşik, alt-üst düzenleme kurallarına göre bağlayıcı değil, mutlak bağlayıcıdır. AYM ile Yargıtay arasında ast-üst, hiyerarşik, kademe arayışı, AYM kararlarını savsaklamaya, fiilen uygulamamaya yönelik alalamadır.

Gerçekten yeni anayasa mı amaçlanıyor? Gerçek niyet ne? Gündem mi saptırılıyor? Bazı olayların üstü örtülmeye mi çalışılıyor? Alalama kaldırılmalı, irdelenmelidir.

                                                 /././

Atatürk Türkiye’sinde tasarruf tedbirleri (Sinan Meydan)

Onlar, tasarrufu sadece başkalarından beklemediler, kendileri de tasarruf seferberliğine katıldılar; öyle ki, tasarruf tedbirleri kapsamında, 1931’de milletvekilleri maaşlarında yüzde 30 indirim yaptılar.

Yıllarca, “İtibardan tasarruf olmaz!” diyerek ülkenin kaynaklarını har vurup harman savuran AKP iktidarı, ekonomik çöküş karşısında “kamuda tasarruf tedbirlerini” açıkladı. Ancak açıklanan tedbirlerinin çok yetersiz olduğu görüldü. Öyle ki bu tasarruf tedbirleri arasında, ışıkları hiç sönmeyen 1000 odalı Saray’da dikkate değer bir kısıtlama yok…

Peki, bu Cumhuriyeti kuranlar, kriz anında hangi tasarruf tedbirlerini almışlardı?

TASARRUF SEFERBERLİĞİ

Cumhuriyeti kuranlar; Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Osmanlı’nın ekonomik iflasından önemli dersler çıkarmışlardı; örneğin onlar yüksek faizle dış borç alarak devletin bağımsızlığını korumanın mümkün olmadığını çok iyi biliyorlardı. 1923’te Türkiye, Lozan’da dış borçlardan kurtulma sürecine girdi. İzmir İktisat Kongresi’yle de ekonomik kalkınmanın yol haritası belirlendi. Ancak 1929’da önce New York Borsası, sonra Avrupa borsaları dibe vurdu. Fiyatlar düştü. Uluslararası ticaret durma noktasına geldi; Dünya Ekonomik Buhranı patlak verdi. Büyük Buhran, ekonomik olarak henüz emekleme aşamasındaki genç Türkiye Cumhuriyeti’ni de çok olumsuz etkiledi. İthalata bağlı ve tarıma dayalı Türk ekonomisinin bu koşullarda ayakta durması çok zordu. Osmanlı borçlarının ödenmesine de o yıl başlanacaktı. Yeni ekonomik çözümlere ihtiyaç vardı. İşte o koşullarda Cumhuriyet hükümeti, bir taraftan planlı programlı devletçi sanayileşmeye yönelirken diğer taraftan gelirleri artırmaya ve giderleri olabildiğince azaltmaya çalıştı. Bunun için “bir tasarruf seferberliği” ilan edildi. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, arkadaşları ve milletvekilleri de bu seferberliğe katıldılar; tasarruf tedbirlerini en tepeden uygulamaya başladılar.

MİLLETVEKİLİ MAAŞLARINDA İNDİRİM

Türkiye, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’na karşı gerçek bir ekonomik kurtuluş savaşına girdi. Halk yeni vergilerle fedakârlık yapmaya çağrılırken milletvekilleri de maaşlarında üçte bire yakın indirim yapılmasını kabul ettiler.

5 Mart 1931’de Afyonkarahisar Milletvekili Ali (Çetinkaya), Erzincan Milletvekili Saffet (Arıkan) ve Tekirdağ Milletvekili Cemil (Uybadın) beyler TBMM’ye, milletvekili maaşlarını 500 liradan 350 liraya indiren bir kanun teklifi sundular. (TBMM Zabıt Ceridesi, D.3, C.26, 5 Mart 1931, s.1.15)

TBMM, bu teklifi, 5 Mart 1931’de 1757 saylı kanun olarak kabul etti. Bu kanun, 11 Mart 1931’de Resmi Gazete’de yayımlanarak 1 Haziran 1931’de yürürlüğe girdi. (Resmi Gazete, 11 Mart 1931, S.1745, s.1.)

Böylece, TBMM, tasarruf tedbirleri kapsamında, milletvekili maaşlarını yüzde 30 azaltarak 500 liradan 350 liraya indirdi. (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, C.2, İstanbul, 1973, s.465.) Yolluklar da 25 liradan 10 liraya indirildi. Cumhurbaşkanı Atatürk, bu kararlar nedeniyle milletvekillerini kutladı.

Milletvekili maaşlarının 500 liradan 350 liraya indirilmesi konusunda Bütçe Encümeni Mazbatası (4 Mart 1931)

ATATÜRK’ÜN 2307 SAYILI ÖZEL KANUNU

1931’de milletvekillerinin maaşlarında indirim yaptıkları ortamda Cumhurbaşkanı Atatürk de üzerindeki bütün mal varlığını millet adına CHP’ye bırakmak istedi. (Atatürk, kurduğu İş Bankası’nı, örnek çiftlikleri, bankadaki hisse senetlerini ve çiftlik gelirlerini hep milletin malı olarak görüyordu. Çünkü Hindistan Müslümanlarından gelen paradan kalan bakiyeyi de buralarda değerlendirmişti. Bu nedenle İş Bankası 2 numaralı hesaptaki paradan ve tahvillerden şahsi harcama yapmamış, çiftlik gelirlerini de şahsi gelirlerine katmamıştı. Hatta çiftlik ürünlerini parasını verip satın almıştı.) Atatürk, kâğıt üzerinde kendi üstünde görünen tüm bu mal varlığını, kişisel mirasçılarına bir şey bırakmadan, yasal olarak son kuruşuna kadar millete bırakmanın yollarını arıyordu. Fakat Hasan Rıza Soyak, “Bunun Medeni Kanun’a göre imkânsız olduğunu, mirasçılarının ‘mahfuz hisseleri’ bulunduğunu” belirterek itiraz etti. Atatürk, “Her ne ise... Bir çaresini bulmalı ve mutlaka istediğim gibi bir vasiyetname yapmalıyız, sen bu işle meşgul ol...” dedi. (Soyak, s.754)

Dönemin büyük hukukçularından Saruhan Milletvekili Mustafa Fevzi Efendi, “Paşa hazretleri için hususi bir kanun çıkarmaktan başka çare bulamadım” diye yol gösterince Atatürk, gerekli adımları attırdı. (Soyak, s.754) Sonunda Atatürk için, 12 Haziran 1933’te 2307 sayılı “özel kanun” çıkarıldı. (Resmi Gazete,19 Haziran 1933, s.2741) 1933 yılındaki bu özel kanundan sonra Atatürk, -kâğıt üzerinde/banka hesabında görünmesine karşılık- aslında artık mal mülk sahibi değildi. Bu kanunla mahfuz hisseleri dahil tüm mal varlığını millete bırakıyordu. Nitekim 1937 ve 1938’de tüm mal varlığını (örnek çiftlikleri Hazine’ye, kendisine armağan edilmiş olan bazı taşınmazları belediyelere, İş Bankası’ndaki paraları, tahvilleri ise CHP’nin denetiminde TDK ve TTK’ye) devlete, millete bıraktı. Atatürk ölürken İş Bankası’ndaki emekli hesabında ve 4 numaralı şahsi hesabında sadece 73.019 lira 98 kuruşu vardı. Tüm şahsi mal varlığı buydu. (Soyak, s.686)

Bu özel kanunun çıkarıldığı 1933 yılında Atatürk’ün henüz hiçbir hastalık belirtisi yoktu. Ruhen ve fiziken sapasağlamdı.

Atatürk, kimilerinin iddia ettiği gibi, Hindistan Müslümanlarının gönderdiği paradan artanı ve kendisine armağan edilen taşınmazları hiçbir zaman şahsi malı olarak görmedi. O parayı millet yararına en iyi şekilde değerlendirip çoğalttı. İş Bankası ve örnek çiftlikleri kurdu. Sonra da “özel kanun” çıkarıp üzerindeki her şeyi, son kuruşuna kadar millete bıraktı.

Atatürk, mal, mülk sahibi olmak için değil, üzerindeki tüm malı, mülkü millete bırakmak için özel kanun çıkardı. Bunun dünyada başka bir örneği var mıdır, ben bilmiyorum!

MİLLİ İKTİSAT VE TASARRUF CEMİYETİ

1929 Dünya Ekonomik Buhranı’na karşı Türkiye’de tasarruf tedbirleri kapsamında Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti kuruldu. “En yüksek ölçüde tutumluluk ulusal amacımız olmalıdır” diyen Cumhurbaşkanı Atatürk, 18 Aralık 1929’da Ankara’da kendi himayesinde, TBMM Başkanı Kazım (Özalp)’ın başkanlığında ve İktisat Bakanı Rahmi (Köken) Bey’in genel müdürlüğünde “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti”ni kurdurdu.

Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin kuruluş amaçları arasında halkı hesaplı ve tutumlu yaşamaya alıştırmak, yerli malların miktarını, kalitesini ve sürümünü artırmak, fiyatlarını ucuzlatmak, milli sanayi kurumlarını ve ürünlerini tanıtmak, kataloglar çıkarmak, yerli malı sergileri açmak, yerli malı ve tasarruf haftaları düzenlemek, yabancı ülkelerdeki sergilere yerli mallarıyla katılmak, milli sanayi ve ziraat kongreleri toplamak, geniş ölçüde milli iktisat ve tasarruf yayını yapmak gibi amaçlar vardı.

TBMM Başkanı Kazım (Özalp)’ın 20 Aralık 1919’da yaptığı açıklamaya göre cemiyetin üyeleri yerli malı kullanacaktı. Yabancı kumaştan yapılan elbiseler eskiyinceye kadar giyilecekti. Davetlerde çay ve kahve yerine ıhlamur ikram edilecekti.

Cumhurbaşkanı Atatürk, devletin önde gelen tüm siyasetçilerini ve aydınlarını, bu cemiyete üye olup tasarruf etmeye ve yerli malı kullanımı konusunda halka örnek olmaya çağırdı.

1929 yılı aralık ayında gazetelerde Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, yerli malı kullanılması konusundaki öncülüğüne ve rehberliğine vurgu yapıldı. Örneğin, 11 Aralık 1929 günlü Milliyet gazetesi, “Büyük Gazimiz, paramızın kıymetini yükseltecek olan iktisadi mücadele de millete rehberlik ediyor” manşetiyle çıktı. Gazete ayrıca “Gazi Hazretleri yerli malı giymekle bize rehberlik ediyor” başlığı altında Cumhurbaşkanı Atatürk’ün Hereke Fabrikası kumaşlarını inceleyerek giysi ve paltolarının bu kumaştan yapılmasını arzu ettiklerini belirtiyordu. Gazete vekillerin de yerli malı giydiklerini yazıyordu. (Milliyet, 11 Aralık 1929)

17 Aralık 1929 günlü Cumhuriyet gazetesi “Tasarruf… Hepimizin Milli Vazifesi Haline Gelmiştir” manşetiyle çıktı. Gazete tasarruf tedbirlerini şöyle sıralıyordu: “İki elbiseniz varsa üçüncüsünü yaptırmayın. Tramvay dururken otomobile binmeyin. Pudraya, lavantaya, dudak boyasına para vermeyin. Sinemaya, tiyatroya haftada bir defa gitseniz olur. Çay yerine ıhlamur için, paramız dışarıya gitmez…” (Cumhuriyet, 17 Aralık 1929)

Ülkede milli iktisat ve tasarruf seferberliği başlatıldı. Tasarruf, devletin en tepesinden başladı. Öyle ki Cumhurbaşkanı Atatürk, Çankaya Köşkü’nde çay ve kahve ikramını bile kaldırdı.

Atatürk’ün himayesindeki İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, her yıl “Vatandaş Yerli Malı Kullan”, “Vatandaş Para Biriktir” sloganlarıyla bütün okullarda “tasarruf haftaları” ve “yerli malı haftaları” düzenledi. Ankara’da şimdiki opera binasında “Yerli Malı Sergisi” açtı. Atatürk her yıl bu sergiyi gezerek orada ulusal ekonominin öneminden söz etti. 1932 yılı sonuna kadar il ve ilçelerde 250 şube açan İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, 1932 sonuna kadar üç yerli malı ve tasarruf haftası, sekiz yerli malı sergisi, bir sanayi kongresi, bir ziraat kongresi ve bir de ziraat teknik sergisi düzenledi. Cemiyet ayrıca Türkiye’yi temsilen Budapeşte ve Leipzig uluslararası sergilerine katıldı. Cemiyet, amaçları doğrultusunda çok sayıda katalog, dergi ve kitap yayımladı. 1929-1932 arasında toplam 938 bin nüsha yayın yaptı.

Cemiyetin en önemli ve en etkili yayın organı, 1930’dan itibaren aylık olarak çıkarmaya başladığı “İktisat ve Tasarruf Dergisi”ydi. Derginin yayın müdürü Vedat Nedim Tör’dü. Dergi, 1 Aralık 1931 tarihli ilk sayısında “İlk Hedef Akdeniz’di... İkinci Hedef İktisat” başlığıyla çıktı. İktisat ve Tasarruf Dergisi, 1932 yılında 10 bin aboneye ulaştı. Dergide yerli malına önem verilmesi, yerli üretimin artırılması, para biriktirerek tasarruf edilmesi, israftan kaçınılması gibi konularda yol gösterici yazılara yer verildi. Örneğin derginin birinci kanun 1932 tarihli sayısında Falih Rıfkı (Atay) “Üzüm, İncir, Fındık” başlıklı bir yazıda bu ürünlerin tüketilmesini öneriyordu. Dergi, özellikle israfla mücadele edilmesini istiyordu. Örneğin derginin Haziran 1933 tarihli sayısında “İsraflı düğünlere karşı bir savaş açtık” başlıklı yazıda Denizli düğünlerinden örnek verilerek düğünlerde aşırı israftan kaçınılması isteniyordu. Dergide yer alan reklamlarda da yerli malı kullanımına vurgu yapılıyordu.

İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, Dil Devrimi sonrasında, 1936’da adını “Ulusal Ekonomi ve Arttırma Kurumu” olarak değiştirdi. Kurum, 18 Ocak 1955’te Türk İktisat Cemiyeti ile birleşti.

İŞ BANKASI KUMBARASI

Erken Cumhuriyet Döneminde İş Bankası, israfa karşı tasarruf bilincinin sembolü olarak kumbarayı kullandı. Zafer Toprak’ın ifadesiyle “Türkiye’de sembolik de olsa tasarruf kumbarayla başladı.” İş Kumbarası fikri, İş Bankası Genel Müdürü Celal Bayar’a aitti. İlk İş Bankası Kumbarası 1928 yılında piyasaya çıktı. 1933’te kumbara sayısı 50.000’i geçti.

İş Bankası, İş Kumbarası ile çocuklara tasarruf alışkanlığı kazandırmakla yetinmedi, büyüklerin de tasarruf etmelerini sağlamak için “faiz” ve” ikramiye” gibi teşvik unsurları geliştirdi. Celal Bayar’ın önerisiyle 1930’dan itibaren İş Bankası, “tasarrufu teşvik ikramiyesi” uygulaması başlattı. Banka, en az 5 lirası olan kumbaralı hesap sahiplerine toplam 2 bin lira “mükafat” dağıttı. (Bkz. Zafer Toprak, “Erken Cumhuriyet’te Tasarruf Anlayışı ve Yerli Malı Kullanımı”, Toplumsal Tarih, S.309, Eylül 2019, s. 16-22.

                                                      ***

Cumhuriyeti kuranlar; Atatürk ve arkadaşları, savaş yorgunu, sanayileşmemiş, borçlu, yokluk ve yoksulluk içinde bir ülkeyi, çok değil, 15- 20 yılda -üstelik 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’na rağmen- kendi ayakları üzerinde durabilecek hale getirdiler. Bunu, bir taraftan yerli üretimi artırarak diğer taraftan tasarruf bilincini geliştirerek sağladılar. Çocukluğumuzda kutladığımız “yerli malı haftaları” o bilincin eseriydi. Onlar, 1929 Ekonomik Buhranı karşısında bir tasarruf seferberliği başlattılar, kendileri de o seferberliğine katıldılar; öyle ki tasarruf tedbirleri kapsamında 1931’de milletvekilleri maaşlarında yüzde 30 indirim yaptılar.

(Cumhuriyet)

AKP’nin ‘maarif modeli’: Yeni müfredat taslağı ne getiriyor? (IV) - DOSYA - soL/Özel

 TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu - soL işbirliğiyle hazırladığımız Yeni Müfredat Dosyası’nın dördüncü bölümünde Matematik Dersi'ne odaklanıyoruz.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adını verdiği yeni müfredat programı 26 Nisan’da açıklandı. 

Taslağa ilişkin kapsamlı bir inceleme farklı alanlardan 10'un üzerinde eğitimcinin oluşturduğu TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu ve soL’un işbirliğiyle bir dosya haline getirildi.

Dosyanın ilk bölümünde MEB’in Öğretim Programları Ortak Metni’ne ve Türkçe, Matematik ve Fen Bilimleri derslerine ilişkin program taslağını, ikinci bölümünde okul öncesi dönem ve ilkokul derslerini, üçüncü bölümündeyse Fizik Dersi'ni ele almıştık.

Türkiye Yüzyılı’nda matematik bilimine yer yok

Dosyanın dördüncüsünü oluşturan bu bölümde Matematik Dersi Öğretim Programı’nı inceliyoruz.

Sadeleşme ve 'zorlayıcı' içeriklerin çıkarılması

Bakan Yusuf Tekin müfredatta yapılan değişikliklerle ilgili ısrarla sadeleşme vurgusu yapıyor. Bakanlığın, internet sitesinden taslak rapor üzerine yaptığı açıklamada da tüm kademelerde en çok vurgulanan konuların başında yine bu sadeleşme vurgusu ve işlemsel yönüyle öğrencileri zorlayıcı içeriklerin müfredattan çıkarıldığı belirtiliyor. Buna dayanak olarak da üst düzey becerilerin ve problem çözebilme yeteneğinin geliştirilmesi gibi uygulama ile tezat söylemlerde bulunuluyor.

Örneğin ortaokulda köklü sayılarla işlemler konusu bu amaçla liseye devredilmiş, lisede kümeler konusu bütünsel bir konu olarak verilmek yerine konu aralarına serpiştirilmiş ve kartezyen çarpım konusu müfredattan çıkarılmış. Ayrıca daha önce müfredattan çıkarılmış olan bağıntı konusuna da yer verilmeyip öğrencilerin küme, kartezyen çarpım, bağıntı ve buradan da fonksiyon konusuna giden ilişkiyi kurması engelleniyor. 

Bunun yerine fonksiyon konusu f(x)=x referans fonksiyonu şeklinde bir tanım yapılarak doğrusallık ve doğru orantı ile kurulan paralel bir bağlantı üzerinden anlatılmaya çalışılıyor. Bu yaklaşım bir önceki müfredata kıyasla daha bütüncül ve anlamlı gözükse de matematik biliminin temel yaklaşımlarından uzaklaşarak bilimsel düşünmeyi engellemektedir.

Birçok konu, öğrenmenin kalıcı olmaması ve zorlayıcı işlem yükü getirdiği iddiası ile basite indirgenerek matematiğin temel işlevi olan analitik düşünme, hızlı karar verebilme, çözüm odaklı olma gibi kazanımlardan uzaklaştırılmış. Aksine piyasanın ihtiyacına yönelik, akademide Uygulamalı Matematik adıyla verilen ve bilgisayar bilimleri üzerine yoğunlaşan tekdüze bir bakış açısıyla hazırlanmış görünüyor.

Günlük yaşam problemleri dayatması

Öğrencilerin sormakta kendilerini haklı buldukları konulardan birisi, matematiğin günlük hayatta ne işe yarayacağı sorusudur. Oysa bilimsel bilgi hiçbir zaman günlük hayatta şu işime yarayacak, diye öğrenilmez. Öyle olsaydı insanlık bugüne kadarki bilimsel gelişmelerin birçoğunu gerçekleştiremezdi. Matematik de diğer tüm bilimler gibi bugünden çok geleceği ve bilinmeyen gelişmeleri ortaya çıkarmak ve tarihsel olarak insanlığın ilerlemesine katkıda bulunmak için öğrenilir ve öğretilir.

Ancak neo-liberalizm çağında bilimsel bilgi de insanlığın diğer tüm ortak varlıkları gibi tüketilen bir metaya dönüşmüş ve sadece gündelik hayatımızda faydalanıldığı ölçüde değerli, aksi durumlarda ise gereksiz görülmüştür. Bunun sonucu olarak da 19. ve 20. yüzyıllarda rehber edinilen ve entelektüellerin yetiştirilmesini amaçlayan eğitim felsefeleri yerini pragmatist eğitim felsefelerine bırakmıştır. Bu sebeple öğrenilen her bilgi günlük yaşamda işe yaramalı, aksi takdirde gereksiz olarak gözden çıkarılmalıdır. Bunu bir önceki programda olduğu gibi yeni yayımlanan eğitim programında da görmekteyiz.

Yeni müfredatta tüm kademelerde günlük yaşam problemlerine uyarlama baskısı kuruluyor ve konuların ikincil kazanımları olarak, tasarruf, yardımseverlik, finansal okuryazarlık gibi tamamen piyasa düzeninin değer yargılarının öğrencilere kazandırılması amaçlanıyor. 

Matematiğin evrensel bir bilim olması ve gündelik yaşamın dışında birçok bilimsel aşamada kullanılan bir dil olmasına vurgu yapılmıyor. Öğrencilerin soyut işlemler dönemine girdiği ortaokul çağından itibaren soyut kavramlar üzerinde düşünme ve zihni zorlayarak farklı bilimsel yaklaşımları irdelemesinin önünün açılması gerekirken, gündelik yaşamda karşılaşabileceği problemlere çözüm üretebilmesi ile sınırlandırıldığı gözlemleniyor. Hemen her kademede temel kazanım olarak bu yaklaşım vurgulanıyor.

Algoritma ve bilişim materyalleri

Daha önceki programlardan farklı olarak her kademede müfredata giren bir tema da Algoritma teması. Günümüz kapitalizminin temel lokomotifi konumunda olan bilişim ve teknoloji alanındaki yatırımlar eğitimin de bu yöne doğru evrilmesinde basınç uygulamaktadır. Elbette bilimsel gelişmenin olduğu alanlara yönelik eğitim politikaları geliştirilmesinde bir sorun yoktur ancak piyasanın ihtiyacı doğrultusunda sadece tüketim amacıyla kullanılan alanlara yönelik eğitim verilmesi ve bireylerin bilimsel gelişmelerin yanında entelektüel gelişiminin de önünün açılmaması bir sorundur.

Matematiğin bilimsel temellerinden uzaklaştırılıp sadece Uygulamalı Matematik alanında evrilmesini dayatmak bu anlamıyla sorunludur. Öte yandan MEB bünyesinde son yıllarda normları gittikçe azalan Bilişim ve Teknoloji Tasarım branşlarında atama yapılmayıp bu alanda verilebilecek konu başlıklarının matematik branşına dahil edilmesi de sorunludur. Tekrar etmek gerekirse bu alanlarda eğitim verilmesi değildir sorun olan, sorun matematiğin sadece gündelik yaşam ve bilişim, teknoloji alanına sıkıştırılmasıdır.

Bir diğer sorun ise tüm kademelerde çeşitli materyaller ve bilgisayar kullanımına bağlı olan bu alandaki çalışmaları MEB’in kendi okullarında sağlayıp saylayamayacağıdır. Aksi takdirde özel okullar ile devlet okulları arasındaki eşitsizliğin daha da derinleşeceği açıktır.

İntegral meselesi ve çıkarılan diğer konular

Sosyal medyada çokça tartışılan konulardan birisi de İntegral konusunun müfredattan çıkarılması oldu. Bunu savunmak için Limit ve Türev konularına ağırlık verildiği söyleniyordu ancak bu noktada da yine polinom fonksiyonunun türevi dışında türev alma kurallarının müfredata alınmadığı görülüyor. 2018 programına göre değişen bir şey yok, sadece ders saatleri artırılmış görünüyor. Kaldı ki bir önceki müfredatta bu konuları müfredattan çıkaran da yine aynı iktidardı. Ayrıca çıkarılan konular arasında çemberin analitik incelenmesi ve trigonometrik denklemler, toplam ve fark formülleri ile yarım açı formülleri de var. İntegral kadar önemli ve soyut ve analitik düşünme becerilerini geliştiren konular olduğu gibi öğrencileri lisans eğitimine hazırlayan çok önemli matematik konularıdır bunlar.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi matematiği sadece gündelik yaşam problemlerine ve uygulamalı matematiğe indirgeyen yaklaşım AKP’nin Türkiye Yüzyılı projesinin ilk adımlarından. Eğitimi de bilimi de tamamen piyasanın hizmetine sunacak olan bu projelere karşı mücadele etmekten başka şansımız bulunmuyor.

soL/Özel

soL KÖŞEBAŞI (15 Mayıs 2024)

Yargıtay’da seçim pazarlığı bitti: ‘Yargı bağımsızlığını istemeyen güçler kazandı’ (Aslı İnanmışık)

Yargıtay'da başkanlık düğümü çözüldü. Kulislere göre sonucu Menzilciler belirledi. Hukukçu Ömer Faruk Eminağaoğlu'na göreyse kazanan yargı bağımsızlığını istemeyen güçler oldu.

Yüksek yargıda Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarına uyulmamasıyla başlayan kriz, Yargıtay'da yılan hikayesine dönen başkanlık seçimiyle sürdü. 37 tur süren oylama dün nihayet sonuçlandı.

348 üyenin bulunduğu Yargıtay’daki seçim 25 Mart’ta başladı. Rekabet, 8 Mayıs’taki 35'inci tura kadar Mehmet Akarca, Muhsin Şentürk ve Ömer Kerkez olmak üzere 3 aday arasında geçti. Akarca mevcut Yargıtay Başkanlığı, Şentürk Yargıtay 3. Ceza Dairesi Başkanlığı ve Kerkez 3. Hukuk Dairesi Başkanlığı görevindeydi.

Erdoğan 'kolaylık' istedi, milliyetçi aday çekildi 

36’ncı turdan önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın müdahalesiyle olduğu öne sürülen bir gelişme yaşandı. Yargıtay 3. Ceza Dairesi Başkanı Muhsin Şentürk adaylıktan çekildi ve başsavcılığa talip olduğunu açıkladı. 

Şentürk’ün adaylıktan geri çekilmesi Devlet Bahçeli ile görüşen Erdoğan’ın şu sözlerinin peşi sıra geldi:

“Herkes yargıya yardımcı olmalı, işini kolaylaştırmalı. Ülkenin selameti yerine belli zümrenin menfaatini gözeten dar kadrocu anlayışların adalet teşkilatı dahil devlet kurumlarında yuvalanmasına izin vermeyeceğiz.”

Şentürk adaylıktan çekilirken “Süreçte oluşan tıkanmanın giderilmesi ve Yargıtayımızın kurumsal itibarının kurunması amacıyla birinci başkanlık adaylığından çekiliyorum” ifadelerini kullandı.

Şentürk yargıda milliyetçi grubun adayı olarak öne çıkan isim. Aynı zamanda da AYM’nin Can Atalay kararını tanımayan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin başkanı.

Son başkan olan Akarca’nın Şentürk tarafından desteklenmesi bekleniyordu. Ancak beklenen olmadı. Dün yapılan 36'ncı tur seçiminde Akarca 111 oyda kalırken, Kerkez 169 oya yaklaştı. 6 oy daha alsaydı seçimi Kerkez kazanacaktı.

Bu durum Şentürk'ün oylarının lehine çekildiği Mehmet Akarca'ya gitmediğini gösterdi. Oyların tepki oyu olup olmadığı merak konusuydu.

Bu sorunun yanıtı belirsizliğini korurken, bugün düzenlenen 37’nci tur oylamasında sonuca ulaşıldı.

Pazarlık uzun sürdü, seçim 37 turda belli oldu

Seçime katılım 324 olurken, 8 boş oy kullanıldı, 20 oy da geçersiz sayıldı. Yeniden aday olan Mehmet Akarca 103 oy aldı. Oyların 193'ünü alan Ömer Kerkez dört yıl boyunca başkanlık koltuğuna oturmaya hak kazandı.

Onlarca defa tekrarlanan seçimlerin perde arkasında iktidar içerisindeki çeşitli grupların rekabeti yer alıyor. Oylamadaki düğümün Erdoğan-Bahçeli görüşmesinin ardından çözülmesi de bunu doğrular nitelikte. 

Seçimin sonuçlarını soL'a değerlendiren Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) eski Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, ilk olarak yeniden aday olan Mehmet Akarca'ya dikkat çekti. Eminağaoğlu, Akarca'nın adaylık ısrarını "İlk kez böyle bir seçim yaşandı. Görevdeki bir Yargıtay Başkanı kendisine güven duyulmayan, Yargıtay'ı temsili istenmeyen kişi konumuna gelmesine rağmen ısrarla seçimlerde yer aldı" sözleriyle yorumladı.

'Seçimin uzama nedeni siyasi ve tarikat bazlı kümelenmeler'

Seçim sürecinin ve sonucunun hukuka herhangi bir katkısının bulunmadığını altını çizen Eminağaoğlu, sonucu Menzil Cemaatinin belirlediğine işaret etti:

“Yargıtay'da Menzilciler var mı var ve onlarının oylarının çoğunun kulis bilgilerine göre seçilen yeni isme gittiği söyleniyor. Net şunu söyleyelim hepsi muhafazakar ve AKP'nin desteğini olabildiğince almış isimler. Yargıtay'da seçimin uzamasının nedeni siyasi ve tarikat-cemaat bazlı kümelenmeler. Gücü kim kullanacak bu tartışma yapılıyor. Hukuka sağlanan bir katkı yok. Bu gruplardan hangisinin oyunu alırız bunun üzerine kurulu seçim. Erdoğan-Bahçeli görüşmesinin yarattığı bir tepkinin de olduğunu biliyoruz. Oyların o görüşmede söylenenin aksine yarısının geçersiz olduğu, yarısının da kazanan adaya gittiği, söylendiği gibi mevcut başkana gitmediği gibi bir tablo var.”

Yargıtay'ın seçimlerden “kayıp”la çıktığını vurgulayan Ömer Faruk Eminağaoğlu'na göre hukuka sağlanan bir katkı yok bu seçim sürecinde ve sonucunda:

”Sonuçta yargı, hukuk kazanmadı. Yargıtay kazanmadı. Yargı bağımsızlığını istemeyen, yargıda etkin olan güçler kazandı.”

                                                              /././

Küba ne yapsın? (Cansu Oba)

Ama Küba şunu yapsın şunu yapmasın diye dışarıdan verilen akılların bir yerden sonra “Küba halkı onurlu bir şekilde açlıktan ölsün” demek ile aynı kapıya çıkmasına itirazımız var.

Kübalı devrimciler hızlarından bir şey yitirmiyor. 

Biz “hızlı devrimciliğin” daha ziyade mecaz anlamına alışkınız. Bir zamanlar devrimcilikte herkesten önde giden ama sonradan çabuk vazgeçeni anlarız. 

Ama yok, Kübalıların hızıyla elbette bunu kastetmiyorum. Kastettiğim devrimci mücadelede asla kaybedilmeyen bir uyanıklık, çaresizlik hissine fırsat tanımayan bir ataklık, hiç vakit kaybetmeden tam zamanında yapılan müdahaleler.

Fidel bunu yaptı. 

Devrim başarıya ulaşır ulaşmaz ABD emperyalizminin başlattığı alçakça saldırılara karşı her zaman çok hızlı hareket etti. Bu saldırıların göğüslenmesinde yaşanan her örnekte ilk andan itibaren Küba’nın sokaklarına, meydanlarına çıkmasının, Küba halkının görüş mesafesinde olmasının büyük payı var. Kendisi asla tereddüt etmedi, Küba halkının bir an bile tereddüte düşmesine fırsat vermedi. Tam zamanında olması gereken yerdeydi, yapması gerekeni yapıyordu.

Devrimden itibaren ABD’nin Küba’yı teslim alma yöntemleri türlü şekle girdi. Küba halkına ve yöneticilerine yönelik sayısız saldırı ve komplodan adaya doğrudan çıkarma yapmaya, Fidel’e yönelen 637 suikast denemesinden CIA destekli onlarca karşı devrimci ayaklanma girişimine ve Kübayı ziyaret eden turistleri hedef alan bombalamalara kadar uğraştı durdu ABD.

Korkutarak, kandırarak, sindirerek dize getiremedikleri Kübalıları açlıkla sınayarak teslim alma hamlesi diyebiliriz mevcut abluka koşulları için. 

Ama ablukanın sonuçlarının dünyada da ülkemizde de tam olarak anlaşıldığını sanmıyorum. 

Abluka güçlü bir sözcük. Küba’nın karşı karşıya olduğu tablonun ağırlığının hakkını veriyor. Yine de çoğu zaman uluslararası alanda karşılaşılan diğer yaptırım örnekleriyle karıştırılıyor. Biraz da bundan olsa gerek, yaptırımdan çok daha fazlası olan abluka bir ülkenin kendi değerler sistemi doğrultusunda ayakta kalabilmesi için başvurabileceği tüm seçeneklerini ortadan kaldırmayı amaçlayan kuşatma halini anlatmakta bir yerden sonra tek başına yetersiz kalıyor. Bu kuşatmanın ve karşı-devrimci saldırının medya alanında da ciddi bir uzantısı olduğunu düşünürsek sonuç sürpriz değil.

Öyleyse Küba’nın dostlarına daha fazla iş düşüyor.

Abluka Küba’nın bir gerçeği. Devrimle neredeyse yaşıt. Devrimin çocukları aynı zamanda ablukaya karşı mücadelenin de çocukları. Kübalıların yüzde 80’den fazlası ablukanın olmadığı bir yaşam bilmiyor. Tabii devrimin olmadığı bir yaşam da. 

ABD’nin doğrudan saldırılarının ve ablukanın çetinleştirdiği kuruluş koşulları devrimin sosyalist karakterini, devrimin liderlerinin komünist kimliklerini ve Kübalıların mücadeleci yapılarını perçinledi. Şimdi bu saldırıya karşı olağanüstü bir direniş sergileyen Küba’nın gücünü aldığı kaynaklar bunlar.

Geçtiğimiz günlerde TKP heyeti olarak Küba Komünist Partisi tarafından Küba’da konuk edildik. Ziyaret programı ağırlıklı olarak abluka ile mücadelede farklı kurumların kendi cephesinden ürettiği yanıtları görebilmemize olanak sağlamak üzere tasarlanmıştı. 

Ziyaret ve toplantılar boyunca ablukanın sonuçlarına dair edindiğimiz her bir güncel bilginin ardından insan “bizim taraftan” Küba’ya yöneltilen eleştirileri düşünmeden duramıyor.

Yanlış anlaşılmasın. Nedeni, önümüze samimiyet ve açıklıkla serilen gerçeklerin bu eleştirilerin haklılık payını göstermesi falan değil. Fakat bazısı sorumsuzluğun getirdiği büyük bir rahatlıkla dile getirilen, bazısında iyi niyet ve muhtemeldir ki biraz da bilgi noksanlığı bulunan bu eleştirilerin sahiplerinin ve daha fazla kişinin Küba gerçekleriyle yüzleşmesi de ablukayı yırtıp atmak için verilen mücadele açısından bir ihtiyaç. Ve bu ihtiyaç her geçen gün artıyor.

ABD’nin uzun süredir yapmaya çalıştığı şey Küba’yı boğmak. Bunu yapmak için sahip olduğu hareket alanını anlamak açısından Batı emperyalizminin tepesindeki bu aktörün dünya ekonomisinde kapladığı alanı aklımızda tutmamız gerekir.

Çünkü mesele yalnızca Küba ve ABD arasındaki ikili ilişkiler değil. Boğma operasyonu ABD ile ekonomik, ticari ve finansal ilişki içinde bulunan bütün üçüncü tarafları bağlıyor. Kısaca ABD, kendisi ile aynı emperyalist blokta bulunsun ya da bulunmasın, tüm ülkelere “ya ben ya Küba” diyor. Kapitalist sistemin dünya ölçeğindeki bu entegrasyon düzeyinde tüm üretim süreçleri ve bileşenleriyle yüzde yüz yerli bir ürünle karşılaşmak ne kadar imkansızsa ABD ile hiçbir biçimde ekonomik ilişki içine girmeyen veya bu ilişkilerden Küba için vazgeçebilen bir ülke bulmak da o kadar zor.

ABD, içeriğinde yüzde 10’dan fazla ABD menşeli bileşen bulunan ürün ve ekipmanların Küba’ya ihraç edilmesinin önüne geçiyor. Küba nikel yatakları açısından zengin bir ülke örneğin, ancak ürettiğiniz bir üründe Küba nikelini bir gram da olsa kullanıyorsanız o ürünü ABD satın almıyor. Küba’nın ABD tarafından terörü destekleyen ülkeler listesine alınması birçok yönden uluslararası ziyaretçi sayısını olumsuz etkilerken Küba'nın en büyük gelir kaynaklarından turizm sektörünü de aşağıya çekiyor.

Küba’da neredeyse tüm hayatı etkileyen enerji ve yakıt sorununun kaynağında da yine abluka var. Tarım ve dolayısıyla gıda üretimi bundan en derinden etkileniyor. Küba çaresizliğin en beteriyle sınanıyor. Sosyalizmin pek çok açıdan gelişkin bir örneğini temsil eden Küba, bir süredir açlığı önleme önceliğiyle hareket etmek zorunda. Küba için yokluk içinde eşitlik benzetmesi sık kullanılır adanın doğal kaynaklarının kısıtlılığına işaret edilerek. Doğrusu gelişkin bir eşitlik içinde yoksunluktur. 

Küba hiçbir yurttaşını aç ve açıkta bırakmadı, eğitimli bir nüfus yarattı, kanser aşısını herkesten önce buldu, kendi aşılarını üretti, pandemi esnasında kapitalist ülkeler insanlarını maske için yarıştırırken çocuk-yetişkin aşılanmadık bir kişi dahi bırakmadı. Ama abluka nedeniyle en basit ekipman ve kaynaklara erişimde tıkanıp kalıyor. Zaten doğal dezavantajlara sahip bu ülkenin potansiyelinin çok altında bir ekonomik gelişim sergilemesi bundan.

Küba yarattığı gelişkin toplumun ihtiyaçlarına tam olarak yetemiyor evet. Ve şu anda masadaki öncelik gıda ve enerji sorununu aşmak. Şimdi ablukanın tüm etkilerine rağmen altyapısını güçlendirerek abluka karşısında kalıcı olarak güç kazanmaya çalışırken bu esnada ülkenin nefes almasını ve ayakta kalmasını sağlayacak bölgesel adımları örgütlüyor. 

Küba artık tarihsel olandan farklı bir liderliğe sahip. Küba’nın en zorlu döneminde bu yeni kadrolar ağır bir görevi omuzlamış durumda. Ziyaretimiz esnasında bu liderliği farklı düzeylerde temsil eden isimlerle görüşme imkanımız oldu. Hem devlet hem parti kadrolarından farklı kuşaklardan komünistlerle buluştuk.

Hepsi de kendi görev alanlarından yola çıkarak bu yerel ekonomik kalkınma programı kapsamında ne yapabileceğine, ülkesine nasıl katkı koyabileceğine kilitlenmiş durumda. Küba’ya hiç yakıştıramadıkları bu açlık tehdidini boşa düşürmek için hız kesmeden çalışıyorlar. Halkın karşı karşıya kaldığı bu tehdit bir Kübalı devrimci için oldukça acı verici. Her zamanki gururlu ama aynı zamanda duygu dolu hüzünlü bakışları bundan. Hemen arkasından öfke ve kararlılıkla parlayan ışıklar çakıyor o gözlerde. 

Öfkeleri en çok da ABD emperyalizmine. 

Ama asla bunun arkasına sığınmıyorlar. Evet, Küba’nın kalkınmasının önündeki en temel güncel engel abluka. Ama Küba liderliği sosyalizmin inşasında karşılaştığı sorunları yalnızca dış tehditle açıklama kolaycılığına hiç kaçmadı. İçeride yaşanan hoşnutsuzlukları yok saymadı, üzerine gitti, anlamaya anlatmaya çalıştı.

Şimdi de Küba’dan göç edenlerin sayısını, yaşam standartlarından hoşnutsuzluktan kaynaklanan tepkileri saklamıyorlar. CIA hala karşı-devrimci bir kalkışmayı ateşleyebilmek için gözünü bu tepkilere dikiyor ama Kübalı devrimcilerin hızları burada da devreye giriyor. Ablukanın yol açtığı koşullara dair şikayetlerini dile getirmek isteyen Kübalıların düzenlediği gösterilere önce Küba liderliği tarafından kulak veriliyor.

Daha fazlasını dinlemek ve doğrudan iletişimi kuvvetlendirmek amacıyla başta Diaz Canel olmak üzere parti liderliği Küba’yı karış karış dolaşıyor. Her il ve belediyeye gidilene dek 2024 sonuna kadar devam edecekler.

Eleştiriler demiştim. Küba eleştirilemez değil. 

Ama Küba şunu yapsın şunu yapmasın diye dışarıdan verilen akılların bir yerden sonra “Küba halkı onurlu bir şekilde açlıktan ölsün” demek ile aynı kapıya çıkmasına itirazımız var.

Küba ne yapsın? Gözümüzle bir kez daha gördüğümüz, Küba Komünist Partisi’nin buna bir yanıtının olduğudur. Küba bu kuşatmada, değerlerini rafa kaldırmadan, atılan geri adımların dönemsel olması gerektiğinin tam bilinciyle, sosyalist Küba’yı ayakta tutabilmek için elinden geleni yapıyor. Yapmaya devam etsin. Bunu onlara bırakalım.

Biz kendi yapabileceklerimize bakalım. Küba’nın yalnızlığına son vereceğimiz gün gelene kadar Küba ile dayanışma adına üzerimize düşeni yapmak için yeterince siyasi ve ahlaki nedene sahibiz.

                                                                 /././

Beşiktaş’ta borsa spekülasyonu: Ne yaşandı, daha önemlisi, kulübün borsada ne işi var? (Emre Alım)

Beşiktaş’ın borsa hisselerinden vurgun vuran altı kişiye ceza geldi. Küçük yatırımcı battı. Bütün bunların sporla ne ilgisi var?

Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün borsa hisselerinde büyük bir spekülasyon yaşandı. Altı kişi, 151 milyon lira fazla gelir ettikleri bir operasyon yürüttü. Olayın ardından kulübün hisseleri dibe çakıldı, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), altı kişiye altı ay geçici işlem yasağı getirdi.

Konuyu dün Murat Ağırel, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde dile getirdi. Ağırel, yaşananların, kendisini arayan okurlarının da aralarında olduğu çok sayıda yatırımcının batmasına neden olduğunu yazdı.

Neoliberal politikalar futbola da sirayet etti

Peki, ne yaşandı?

Süreci, ismini vermek istemeyen bir portföy yöneticisiyle konuştuk. Konunun uzmanı, meseleye spor kulüplerinin şirketleşme sürecinden başlamak gerektiği görüşünde:  “Neoliberal ekonomi politikalarının diğer her şey gibi futbolu da metalaştırması 1990’lı yıllara dayanıyor. Kulüplerin şirketleşme ve halka açılması bu yıllarda ingiliz takımlarıyla başladı. Büyük Türk futbol kulüpleriyse 2000’li yıllarda şirketleşerek halka açıldılar. Futbolun giderek bir endüstri haline gelmesi, futbol transferlerinde havada uçuşan rakamlar, sponsorluk ve yayın bedellerinin akıl almaz rakamlara ulaşmasıyla birlikte genellikle dernek statüsündeki  kulüplerin şirketleşme ihtiyacı doğdu. Kâr amacı olmayan ‘dernek’tense, varlık sebebi ‘kâr’ olan şirket yapısı bu endüstriye daha uygundu. Bir şirket yapısıyla bankadan borç almak da, hisse senedi satmak da hatta tahvil çıkararak borçlanmak da spor kulüpleri için mümkün hale geldi.”

Kulüpler şirketleşti, şirketlerin hisseleri satıldı...

Kulüpler, böylece anonim şirketler kurmaya başladı. Futbol faaliyetleri bu şirketlere devredildi, ayrıca daha fazla gelir elde etmek amacıyla alt şirketler kuruldu. Sonra bu şirketler “halka arz” edildi. Yani şirket ortakları, ellerindeki hisseleri veya sermaye artırarak yeni yarattıkları hisseleri halka satmaya başladı. İşte bu hisselerin yatırımcılar arasında el değiştirdiği yer, Borsa.

“Halka arzlar ile halktan topladıkları bedelsiz kaynaklarla büyümenin yollarını aradılar.”

İnsanlar niye kulüplerin hisselerini alıyor? Portföy yöneticisine göre borsada küçük yatırımcılara “şirketlere ortak olacak beklentisi” satılıyor, böylece şirketler kaynak yaratıyor. Küçük yatırımcılarsa genellikle kısa vadede yüksek kazanç hevesiyle hisse senetlerine yöneliyor. “Belli dönemlerde küçük yatırımcılardan devamlı sağlanan kaynak girişi topyekün bir yükselişe kaldıraç olurken, büyük oyuncuların satışları küçük yatırımcıların beklentilerinin hüsranla sonuçlanmasına yol açıyor. Her ne kadar analizler, şirket değerlemeleri vs. konuşulsa da esas hareketi büyük paranın, ki bu bazen yabancı bazen yerli kaynaklı olabilir, yönünün tayin ettiği de bir gerçek. Zaman zaman hisselerde oluşan balonlar, oluşum sürecinde çok sayıda küçük yatırımcıyı peşine katarken, balon patladığında da olan küçük yatırımcıya oluyor.”

Beşiktaş'ın hisseleri: Balonu şişirip patlattılar

Uzmana göre Beşiktaş hisse senedinde de benzer bir balon oluşumu ve ardından balonun patlaması yaşandı.   “2023 yılı başına kadar 10 TL altında dalgalanan hisse senedi geçen yılın Nisan ayında 10 TL seviyesini aşıyor ve inanılmaz bir yükseliş başlıyor. Yıl içerisinde 5 kat artarak 50’ye ulaşan hisse, yıl sonunda 40.50’ye kadar düşüyor. Yeni yılla birlikte ise 89.75’e yükseliyor. Tabii ki bu dönemde ne futbol takımının başarısı ile ne de Beşiktaş Futbol Yatırımları San. Ve Tic. A.Ş. isimli şirketin finansal performansı şirket değerindeki 9 kat artışı desteklemiyor.”

Sporun endüstrileşmesi, sporun doğasını tamamen değiştirdi. Bugün “elbette böyle” denilen şeyler, son birkaç on yılda yaşanan değişimlerin sonucu. Gelinen noktanın, asırlardır insanlığın kültür değeri olan sporla pek ilgisi yok. Beşiktaş hisselerindeki değişimlerin de kulübün sportif faaliyetleriyle bir ilgisi yok.

SPK, 22 Nisan 2024 akşamı yayınladığı bültende Kanun’un piyasa dolandırıcılığı suçu olan 107/1 maddesine dayanarak Beşiktaş hissesinde işlem yapan 6 kişi hakkında 6 ay süreli işlem yasağı getirdi. Portföy yöneticisi, SPK’nin kararından sonraki süreci şöyle anlatıyor:  “Bu tarihten itibaren hisse senedi her gün taban fiyatına düşerek 15 işlem gününde 20TL’ye kadar geriliyor. Her gün taban seviyesinde açılan hissede alıcı bulunmadığından herhangi bir yatırımcının bu arada satış yapma ihtimali neredeyse yok. Bugün ise Murat Ağırel’in köşesinde bu konuyu gündeme getirmesinin ardından 18.49 açılış seviyesinden 22.58 seviyesine yükseliyor.”

Peki tüm bunlardan ne sonuç çıkartılmalı?

Portföy yöneticisine göre ortada tek seferlik bir spekülasyon değil, emekçiler aleyhine hep çalışan bir düzen var: “Borsa, sermaye sahiplerinin emekçilerin alın teri birikimlerine göz koyup, onları kolay para, tatlı kazanç hayaliyle düzen çarkları içerisine çektiği bir kumar masası.  Bu masadan genellikle zararla kalkanların yerine yeni hayallere sahip yeni yatırımcılar bulmak ise piyasa uzmanları, medyanın ve ekonomistlerinin işi.”

                                                                /././

Komünistler haklı çıktı: Ortak ATM kararının asıl gösterdiği ne?(Evren Çubuk)

Kamu bankaları, ATM’lerini ortaklaştırıyor. Sebep kriz, gerekçe verimlilik. Karar, “kapitalizm rekabeti, rekabet verimliliği sağlar” amentüsüne dair ne söylüyor?

Türkiye’nin kentlerinde hemen her köşe başında birçok bankanın ATM’sinin yan yana dizilmesi, hepimizin alıştığı bir görüntü.

Aslında hepsi aynı işlevi gören bu makineler, büyük bir verimsizliğe yol açıyor. “Kriz” karşısında “tasarruf”a yönelen hükümet, birdenbire bu verimsizliği keşfetti.

Yedi kamu bankasının bir süredir yürüttüğü proje, önceki gün tanıtıldı. “TAM” Platformu denilen proje, Ziraat Bankası, VakıfBank, Halkbank, Ziraat Katılım, Vakıf Katılım, Emlak Katılım ve PTT ATM’lerinin “TAM” adlı ATM’lerde birleştirilmesini öngörüyor. Özel geliştirilecek bir yazılım, bu ATM’de, her bankanın kendi özel işlemlerinin tamamının yapılabilmesini sağlayacak.

Şu an ülke genelinde bu ATM’lerden 5 bin 600 adet var. Proje kapsamında üye bankaların tüm ATM’leri TAM ATM’sine dönüştürülecek, böylece sayı 19 bine çıkacak.

Platform, açıklamasında, projenin orta vadede ekonomiye 500 milyon dolar katkıda bulunacağı öngörüsünü paylaştı.

Her bankanın ATM’sinin olması, büyük bir verimsizlik. Makinelerin alım maliyeti, bakım ve onarım maliyeti, sarf ettikleri enerji, operasyon maliyetleri her bir ATM’yle katlanıyor.

Hükümet, bunların yanı sıra, ATM’lerde tutulması gereken nakit para miktarını azaltarak, piyasadaki parayı çoğaltmayı da hedefliyor.

Geçen yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstiklal Caddesi’ndeki Göktaşı Heykeli’nin önüne üç tane ATM yerleştirmişti.  ATM’ler tepkiler üzerine kaldırıldı.

Peki niye şimdiye kadar her bankanın ayrı ATM’si vardı? Niye hâlâ özel bankalar, sonuçta topluma maliyeti olacak şekilde ayrı ATM’lere sahipler?

Sebep, kapitalizmin kimi kesimlerce verimliliğin anahtarı olarak gördüğü ve övdüğü rekabet.

Şirketler, birbirlerine üstünlük sağlamak için, kaynakları ve altyapıyı paylaşmıyor. Birçoğumuzun apartmanında birden fazla internet sağlayıcı şirketin kablo ve kabinleri var. Oysa Türk Telekom, AKP tarafından özelleştirilmeden önce kamuya aitti, kablolama masrafları, halkın bütçesiyle yapılmıştı. Şimdi bu altyapıya konan şirket ya başkasına kullandırtmıyor ya da kullanım parası alıyor. Maliyet, yine vatandaşa yansıyor.

Bu verimsizliğin en çarpıcı örneklerinden biri, baz istasyonları. Her iletişim şirketi, kendi baz istasyonunu kuruyor. Maliyet katlanıyor, faturalara yansıyor. Ayrıca şehir merkezlerinde baz istasyonlarının insan sağlığına olumsuz etkisi de katlanıyor. Şehirler arası alanlardaysa baz istasyonlarının inşası için genellikle tepelere yollar açılıyor, ağaçlar kesiliyor, kuleler dikiliyor, doğayı tahrip de katlanıyor.

Peki bu mesele, “verimsiz” olduğu için eleştirilen Küba’da nasıl çözüldü? Küba’da telekomünikasyon şirketi kamuya ait, dolayısıyla zaten aynı alanda birden fazla baz istasyonu kurulması söz konusu değil. Dahası, Küba hükümeti, mobil internet hizmetine geçerken, karasal yayın yapan bazı televizyon kanallarını dijitale çevirip, bunların karasal yayın antenlerini mobil internet vericileri olarak kullanmaya başlayarak, meseleyi çok az maliyetle çözdü.

                                                               /././

Tasarruf paketi: Siyasal ve sınıfsal (Fatih Yaşlı)

Türkiye’nin sermaye düzeninin bekası adına halkın ekmeğinin gaspı anlamına gelen bu programın karşısına halkın ekmeğini halkla birlikte savunacak bir siyasetle çıkmak gerekiyor. 

Devlet bütçeleri siyasal metinlerdir ve siyasal olan her şey gibi sınıfsaldırlar. Bir bütçede gelirlerin hangi sınıflardan elde edildiği ve elde edilen gelirlerin hangi sınıflara harcandığı bize bütçenin sınıfsal özünü verir. O özü belirleyen ise sınıflar arası güç ilişkileri ve sınıf mücadeleleridir. Konjonktürel olarak güçlü olan sınıf bütçeye damgasını vurur.  

Günümüz Türkiye’sinde bütçelere dair esas hakikat, geniş halk kitlelerinden küçük bir azınlığa servet transferi yapılması, çeşitli mekanizmalarla halkın ürettiği zenginliğin sermaye sınıfının cebine aktarılmasıdır.

Bugün Türkiye’de bütçe gelirlerinin tamamına yakınını oluşturan vergilerin yükü neredeyse bütünüyle halkın sırtındadır. Servetten, kazançtan ve zenginlikten alınan ve “dolaysız vergi” olarak adlandırılan vergiler tüm vergi gelirlerinin yüzde 30’unu oluştururken, tüketimden alınan ve “dolaylı vergi” diye adlandırılan vergiler vergi gelirlerinin yüzde 70’ini oluşturmaktadır. Dolayısıyla holdingler, şirketler, patronlar elde ettikleri devasa kârlara rağmen doğru dürüst vergi ödememekte, açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlar ise ağır vergi yükünü sırtlanmaktadır.

Dahası, dolaysız vergilerin de önemlice bir bölümü çalışanların sırtındadır; bunun için ise bordro mekanizması kullanılmaktadır. Beyanname esası üzerinden vergi verenler kırk çeşit yöntem kullanarak ya hiç vergi ödememekte ya da cüzi miktarda vergi ödemektedirler; ücretli çalışanlar, yani işçi ve memurlar ise vergilerini bordroları üzerinden peşin ödemektedirler.

Buna bir de faizden, borsadan, mevduattan, hazine bonosundan, devlet tahvilinden elde edilen kazançların ya hiç vergilendirilmediğini ya da cüzi miktarda vergilendirildiğini eklediğimizde tablo tamamlanmaktadır. Türkiye’de paradan para kazanmak vergiye tabi değildir, bu da finans kapitalin egemenliğinin en açık göstergelerinden biridir. 

Bütçe giderlerine gelince, oraya da damgasını vuran sermaye egemenliğidir. Bugün Türkiye’de kamu hizmetleri ve sosyal devlet harcamalarının bütçe harcamaları içerisindeki payı ABD ve Japonya gibi liberal ekonomilerin bile altındadır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, konut, tarımsal destek, bunlara bakıldığında Türkiye’nin gerçek anlamda bir sosyal devlet olduğunu iddia etmek mümkün değildir. 

Bütçenin aslan payı ise faiz ödemelerine gitmektedir. Çünkü sınıfsal bir tercih olarak bütçe açıklarını kapamak için sermayeden vergi almak yerine borç alınmakta, borçlar faizleriyle birlikte geri ödenirken de halktan toplanan vergiler kullanılmakta, böylece emekçilerden sermaye sınıfına bir servet aktarımı yapılmaktadır. Yani Türkiye’de bütçe kamusal ve sosyal bir nitelik taşımamakta, bir servet aktarımı mekanizması işlevi görmektedir. 

Türkiye ekonomisi şu an çok büyük bir krizin içerisinden geçerken bütçe de büyük açıklar veriyor; Şimşek’in ise bu açığı ne sermayenin üzerindeki vergi yükünü artırarak ne de faiz ödemelerini öteleyerek/azaltarak kapatma gibi bir niyeti var. Çünkü böyle bir tutum sermaye karşıtı emek yanlısı bir tutum anlamına gelir ki Şimşek’in hangi sınıfın temsilcisi olduğunu zaten biliyoruz. 

Peki bunun yerine önümüze konulan şey ne? Pazartesi günü açıklanan sözde tasarruf programı. 

Neden “sözde” diyoruz peki? Bunun çok basit bir nedeni var; karşımızda bütünüyle uygulansa dahi bütçe açığını kapatmak açısından devede kulak kalacak bir program var, birincisi bu. Ancak mesele basitçe ve sadece bu değil. Mesele bir kez daha sınıfsal; yani esas mesele tasarruf programının yükünün kime yıkıldığı.

Artık iktidar mensupları çift maaş almayacak, tavan maaş uygulaması gelecek, araç sayısı azaltılacak vs. diye sevinecek değiliz; bilakis “şimdiye kadar aklınız neredeydi, böylesine bir israf ekonomisinin hesabını kim verecek” diye sormamız gerekiyor. 

Tasarruf dedikleri şeyin bedelini ise eninde sonunda kamu çalışanlarına ve halka ödeteceklerini biliyoruz. Kamu çalışanlarının personel servisini kaldırmakla mı devlet tasarruf edecek? İnsanlar ay sonunu getiremezken, bütçelerine cüzi bir katkı anlamına gelen servis hakkının kaldırılması mı kapatacak bütçe açıklarını? 

Aynı durum lojmanlar için de geçerli elbette. Konutun sosyal bir nitelik taşımayıp bir rant aracı olduğu ve kiraların alıp başını gittiği Türkiye’de daha çok sosyal konut ve lojman yapılması gerekirken, lojmanların da piyasa mantığıyla satışa çıkarılacağı ya da kiralarının piyasa fiyatları düzeyinde belirleneceği söyleniyor ve buna da tasarruf deniyor.  

İstihdam meselesine bakalım. Deniliyor ki üç yıl boyunca kamuya sadece emekli olanların yerine alım yapılacak. Peki her yere açtığınız üniversitelerden her yıl mezun olan yüz binlerce genç ne yapacak? Nerede istihdam edilecek? Kamuya giriş sınırlı oldukça özel sektör bu yüz binleri köle emeği şeklinde istihdam etmeyecek mi? Bu sınırlama genç işsizliğini/üniversiteli işsizliğini patlatmayacak mı? Ülkede hala çok ciddi öğretmen, sağlık personeli, doktor açığı, kadro ihtiyacı yok mu? 

Tasarruf programının içerisine sıkıştırılmış “esnek istihdam” kavramı karşısında da uyanık olmak gerekiyor. Çünkü bu kavram aslında güvencesiz, taşeron, çalışanların kolaylıkla işten çıkarılabildiği bir emek rejiminin kapılarını açıyor ve bu kapı bir kere açılırsa köleci emek rejimi özel sektörle sınırlı kalmayıp kamuda da norm haline gelecek. 

Peki patronların doğal olarak çok beğendiği ve destek verdiği tasarruf paketinde sermayeye yönelik herhangi bir tasarruf tedbiri var mı? Elbette ki yok. 

Hazine garantili ve hedefi hiçbir şekilde tutturması mümkün olmayan projelere aradaki farklar ödenmeye devam edecek mi, elbette ki edecek. Yolcu garantili hava limanları, hasta garantili şehir hastaneleri, araç garantili köprü, tünel ve yollar… “Cebimizden bir kuruş çıkmadı” denilerek reklamı yapılan tüm bu projelerin hepsine milyarlarca liralık ödemeler yapılacak ve bu ödemelerin hepsi halkın cebinden çıkacak.

Sermayenin silinen vergileri, vergi teşvik, istisna ve muafiyetleri peki? Bunlarla ilgili herhangi bir adım var mı? Silinen vergilerin hiç olmazsa bir kısmını almak bütçe açığını kısmen de olsa kapatmaz mı?

Kapatır elbette ama iktidarın ve Şimşek programının sınıfsal karakteri buna izin vermez; bilakis bu vergiler alınmadığı gibi bütçenin “faiz dışı fazla” vermesi sağlanarak elde edilen fazla faiz ödemesi olarak patronların cebine girecek. 

Velhasıl, sermayenin üzerindeki vergi yükü artmadıkça halkın ödediği vergi daha da çok artacak. 19. yüzyılı anlatan romanlardaki “halk ağır vergi yükünün altında ezilirken tepedekiler lüks ve sefahat içerisinde yaşıyorlardı” sözü gerçeğimiz olmaya devam edecek. Servet vergisi gibi tartışmaların önü ise önce kendisine “muhalif” diyen holding profesörleri tarafından kesilecek.  

Şimşek programı, 12 Eylül’ü saymazsak, Türkiye’nin yakın tarihi boyunca izlenen kemer sıkma politikaları arasında böylesine rahat, böylesine pervasızca uygulamaya konulabilen tek program. Çünkü karşısında ne siyasal ne de toplumsal bir muhalefet var. Yürürlüğe girişinin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen bu programın karşısına ne halkçı-kamucu alternatif bir program konulabildi ne de böyle bir program etrafında siyasal ve toplumsal muhalefet dinamikleri harekete geçirilebildi. Üstelik halk 31 Mart seçimlerinde programa yönelik tepkisini çok net bir şekilde göstermişken oldu bu.

31 Mart seçimleri halkın öfkesinin açık bir şekilde somutlaşması olduğu halde devreye hızla “normalleşme” edebiyatı sokuldu ve Şimşek köpeksiz köyde değneksiz gezmeye devam ederek programın devamı olan tasarruf tedbirlerini açıkladı. Muhalefetin “halkın gerçek tasarruf talepleri” adlı bir programı ise maalesef yoktu, bunun üzerine bir söylem ve eylem pratiğinin hayata geçirileceğine dair bir işaret de görünmüyordu.  

Ancak bunun için hala geç değil; kemer sıkmadan artık boğaz sıkma aşamasına geçen Şimşek programı en az bir yıl daha ana gündemimiz olmaya devam edecek. Türkiye’nin sermaye düzeninin bekası adına halkın ekmeğinin gaspı anlamına gelen bu programın karşısına halkın ekmeğini halkla birlikte savunacak bir siyasetle çıkmak gerekiyor. 

Somut talepler, somut hedefler, bu talep ve hedefleri toplumsallaştırmak, buradan bir siyasal hat çizip kitleselleşmek ve bir özne haline gelmek… Zor elbette ama imkansız değil.

                                                                  /././ 

Akdeniz Belediye Başkanı Muhammed Mustafa Gültak (Özkan Öztaş)

                                     Eski Akdeniz Belediye Başkanı Muhammed Mustafa Gültak

Mersin Akdeniz belediyesinde geçmiş dönemde AKP'li belediye başkanının yaptığı usulsüzlükler gündem olmaya devam ediyor. Eski belediye başkanı Gültak belediyenin hem başkanı hem çalışanı çıktı.

31 Mart 2024 seçimlerinde DEM Parti'nin kazandığı Mersin'in Akdeniz belediyesinde geçmiş döneme dair yapılan yolsuzluklar ve usulsüzlük haberlerine her geçen gün bir yenisi ekleniyor.

DEM Parti Mersin Milletvekili Ali Bozan'ın geçtiğimiz gün basın emekçileriyle gerçekleştirdiği toplantıda aktardığı bilgilere göre geçmiş dönem AKP'li Akdeniz Belediye Başkanı Muhammed Mustafa Gültak'ın çift maaş aldığı ortaya çıktı. Gültak hem belediye başkanlığı için hem de belediyeye ait bir şirketin yönetim kurulu üyesi olduğu için maaş alıyormuş.

Her ay ekstradan 33 bin 800 lira maaş

Mersin'de gazetecilerle bir araya gelen DEM Parti Mersin Milletvekilleri Ali Bozan ve Perihan Koca kent gümdemlerini değerlendirdi. Buluşmada DEM Partili vekiller Akdeniz Belediye’sinin önceki dönem başkanı AKP'li Mustafa Gültak ve kadrosunun belediye şirketinden ikinci bir maaş daha aldığını açıkladı. Ali Bozan, “Akdeniz Belediyesi eski Başkanı Gültak, belediye şirketlerinden birinden başkanlık maaşının dışında her ay yönetim kurulu üyesi olarak 33 bin 800 lira maaş almış. Bu vicdansızlıktır” dedi. 

Bozan konuşmasında "Geçmiş dönemden ortaya çıkan kimi rakamlar, kimi kişilere ödenen maaşlar ücretler vicdan yaralayıcı. Akdeniz Belediyesi’nin 2 şirketi var. Şirketlerinden birinde 10, diğerinde 6 kişi yönetim kurulu üyesi adı altında maaş alıyor. Bu kişilerden Akdeniz eski Belediye Başkanı Mustafa Gültak, belediye şirketlerinden birinden başkanlık maaşının dışında her ay 33 bin 800 lira maaş almış. Yönetim kurulu üyesi olarak maaş almış. Bu vicdansızlıktır” ifadelerine yer verdi.

DEM Parti Mersin Milletvekilleri Ali Bozan ve Perihan Koca, Mersin'de basın emekçileriyle bir araya geldi.

Hem belediye başkanı hem de şirketin yönetim kurulu üyesi

Hukuken çifte maaş alamayacağı düşünülen belediye başkanları için AKP'li Akdeniz eski Belediye Başkanı Mustafa Gültak bir çözüm yolu da bulmuş. Gültak, belediyeye ait bir şirlette yönetim kurulu üyesi olarak huzur hakkı kapsamında maaş almış. 2019 yılında Mersin Akdeniz'de göreve gelen Mustafa Gültak'ın 33.800 lira "huzur" hakkı olarak maaş aldığı dönemde asgari ücretin brüt 2 bin 558 lira, net 2 bin 20 lira olduğu hesaba katılınca bu rakamın neredeyse asgari ücretin 10 katına tekabül ettiği anlaşılıyor. Sürecin hukuken takipçisi olacaklarını ifade eden DEM Parti Mersin milletvekilleri ise yetkilileri ilgili idari süreçleri başlatmaları için göreve çağırıyor.

AKP'nin 31 Mart seçimlerinde kaybettiği belediyelerde ve kayyum belediyelerinde ortaya çıkan yolsuzluk ve usulsüzlük haberleri uzunca bir süre daha kamuoyunun gündeminde yer alacak gibi görünüyor.

(soL)