20 Mayıs 2024 Pazartesi

Latmos'un kalbine maden kepçesi + Siyasette korku satarak geçinmek / EVRENSEL

 Latmos'un kalbine maden kepçesi (Özer Akdemir)

Koçarlı'dan sonra gidiş geliş tek şerit halini alan kara yolunun etrafındaki zeytin ve incir bahçeleri Mersinbelen’i geçtikten sonra yerini birdenbire fıstık çamlarına bıraktı. Latmos'a doğru, yeşilin yetmiş tonunun da görülebildiği bu çam gölgeli yolu tırmanmak bile başlı başına bir keyifti. 

Hele bir de belli bir yüksekliğe çıktıktan sonra aşağıda kalan uçsuz bucaksız Aydın ovasının sabah sisi çökmüş düzlüğüne bakmanın doyumsuzluğu...

Eğer aceleniz yoksa durun, gözünüz bu güzelliğe doyarken tertemiz dağ havasını ciğerlerinize çekin. Yok eğer bizim gibi bekleyeniniz, aceleniz varsa göz ucuyla bakıp geçin manzaraya. Çünkü alıcı gözle bir an bakmanız bile onun büyüsüne kapılmanızla sonuçlanır. Aracı sağa çekip en az yarım saat bu güzelliği doyum tokum izlemeden yola devam edemezsiniz.

Aydın Üniversite Hastanesinde beyin cerrahı olarak çalışan Dr. Varol Aydın ile Bağarcık köyünde, saat 11.00 sularında buluşacaktık. Varol Bey tam bir Latmos sevdalısıydı. Aydın’ın başka bir ilçesinden olmasına rağmen 15 yılını Latmos'a adamış, onu karış karış gezerek tanımaya ve son yıllarını da dağı korumaya adamış birisiydi. Bizi, “Latmos’un kalbi” dediği Çörlen Yaylası’na götürecek, yaylada başlayan maden çalışmaları hakkında bilgi verecekti. 

Amyzon Antik Kenti’ne giden toprak yolu yeni geçmiştik ki aradı Varol Bey. Yoldayız, yarım saat geç kalacağız dedik, özür dileyerek. Sesi hiç de şaşırmış gibi değildi bu duruma. Bu dağlarda, bu yollarda vakit geçirip de zamanında bir randevuya geleni bulmanın olanaksızlığını en iyi o bilirdi kuşkusuz.

Köy içlerinde yolun ortasına sere serpe uzanmış tembel köpekler keserdi hızınızı her şeyden önce. Fıstık çamlarının koyu gölgelerinden salına salına yola çıkıp, sizlere meraklı gözlerle bakan dilberim inekler, keçiler...

Bir de Latmos’un kayaları vardı tabii. Adama benzeyen, kurbağaya, ata, ite, deveye...

Doğanın yağmurla, rüzgarla, kar ile şekillendirdiği kayalar, birbirinden güzel heykeller olarak önünüzde resmi geçit yapar adeta. Bunları defalarca görüp her seferinde “Aa bak pörtlek gözlü bir kurbağaya benzemiyor mu bu kaya? ", "Miğferli asker şu da bağırıyor..." gibi cümleler kurulan bir yolculuktu bizimki de.

Bağarcık köyü muhtarının, köyün hemen girişindeki evinde buluştuğumuz Varol Bey, tam da hayal ettiğim gibi birisiydi. Daha önce defalarca telefonda konuşmuş, internetten yazışmıştık ama ilk kez yüz yüze geliyorduk. Uzun boylu, sık beyaz saçlı, aydınlık yüzlüydü. Üzerinde doğa tutkunlarının giydiği türden rahat ve dayanıklı araziye uygun giysiler vardı. Dört çeker pikapının tepesine kondurduğu araç üstü çadır onun sık sık bu dağlara kamp attığını ve gecede milyon tanesini sayabileceğiniz yıldızların altında sabahladığını gösteriyordu.

Muhtarın tek katlı evinin geniş bahçesinde meyve ağaçları, büyük bir fıstık çamı ve çamın hemen yanı başında künar işleme makinesi vardı. Avluda, beton bir zemin üstüne, tam güneşin alnına yığılmış olan çam kozalaklarından gelen çıtırtılar eşliğinde çayımızı içerken, muhtarla da sohbet ettik.

Varol Bey on yıldır gide gele aileden biri gibi olmuştu. Latmos’un mutlaka milli park ilan edilmesi gerektiğini söyleyince muhtar durakladı biraz. “Hocam, köyde bunu pek isteyen yok. Bize buralar milli park olursa çivi çakamazsınız, hayvancılık, tarım biter diyorlar” sözleriyle endişesini anlattı.

Varol Bey ise milli park korumasının bölgede canlı-cansız tüm varlıkları, köylünün geçim kaynağı olan hiçbir şeye dokunmadan korumak anlamına geldiğini anlattı. "Bu söylentilerin bilinçli olarak çıkarıldığını düşünüyorum. Milli park ilan edilirse buralara madenler, madenciler giremez çünkü" dedi.

Varol Bey’in aracını izleyerek Bağarcık'ın birkaç kilometre uzağındaki Çörlen Asarkale'nin yakınına kadar gittik. Latmos'un zirvesine yaslanmış, etrafı fıstık çamları ile bezeli bir yaylanın tam ortasında, yerden fışkırmış gibi duran kocaman, yekpare bir kayalıktı Çörlen denilen yer. Etrafındaki ağaçların yeşilinden ve başı bulutlara değen Latmos'un beş parmağa benzetilen kurşuni kayalıklarından sarıya çalan çıplaklığıyla ayrılan Çörlen'in tam tepesinde Bizans döneminden kaldığı söylenen bir kalenin kalıntıları duruyordu hâlâ. Bulunduğumuz yerden kale kalıntılarını ve etrafındaki surların bir bölümünü görebiliyorduk.

Kayanın dibinden suları sarı renkli incecik bir dere geçiyordu. Dere, ilerde Sarıçay’a karışıyordu.

Varol Bey, Çörlen Asarkale'nin 1. derece arkeolojik sit korumasında olduğunu, buraya gelirken geçtiğimiz bozuk toprak yolun da arkeolojik sit alanı içerisinde kaldığını anlattı.

Madenin ruhsat sahası da Çörlen Asarkale ile Latmos'un Beşparmak Kayalıkları arasında bulunan yaylanın bir bölümü imiş.

Maden alanı, her biri gökten düşmüş gibi duran gnays kayalarla kaplıydı. Milyonlarca ton kayanın arasındaki feldspat madeni güneşte damar damar parlayarak kendini belli ediyordu.

Zirveye doğru uzayan yolun biraz ötelerinde teraslanmış yeşil alanlar vardı. Varol Bey, 'tarım terasları' dediği bu alanların çok çok eskilerden kaldığını, yüzlerce, belki de bin yıldır bölgede tarım yapıldığını anlattı. 

"Latmos'ta 20 yıldan uzun süre çalışan Arkeolog Anneliese Peschlow, 2005 yılında basılmış kitabında bunu açık bir şekilde belirtilmiş. Çörlen ve Karapınar Yaylası'ndaki bu tarım teraslarının yanı sıra etrafta taş döşeme patikalar, demir işlikleri, Eren mezarlığı, taş evler var. Buralar korunması gereken kültür varlıkları olarak çok önceden tescil edilmeliydi". 

Sonuçta bu kültür varlıkları tescil edilmedikleri için bugün madenler tarafından yok edilme tehdidi ile karşı karşıyaydılar. Bölgede bir değil aslında iki maden sahasının işletilmesi söz konusuymuş! Patlatmalı açık ocak madenciliği hem de. Madenciliğin en vahşi türlerinden!

Bu maden sahalarının ileride kapasite artırarak birleşmesi durumunda ortada ne tarım terasının ne yüzlerce yıllık taş yayla evlerinin, ne antik yolların kalmayacağı açıktı. Anadolu parsının son yaşadığı yerlerden birisi olan Latmos’taki yaban yaşamı da bu madenlerin kepçe darbeleri altında yok olup gidecekti! 

2007 yılında bu madenlere verilen bir ÇED gerekli değildir kararının bulunduğunu ancak bunun artık geçersiz olduğunu söyledi Varol Bey. Bunu maden şirketinin mühendisine de söylemiş. Aldığı yanıta çok öfkelendiği belliydi. “Gevrek gevrek gülerek ‘2022'de yenilendi ÇED izni’ diyen mühendisin yüzünü mahkeme kararıyla burayı terk ederken tekrar görmeyi umuyorum.”

Dağın neredeyse her karışı korunması gereken tarihi, kültürel ve doğal varlıklarla doluydu. Bunu en iyi bilen kurumlardan Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüğünün 2018 yılında bölgede maden ocağı açılmasına olumsuz görüş verdiğine de dikkat çekti Varol Bey.

Çörlen Yaylası’nda yaşayan Sakarkaya köylülerinden Mehmet Durmaz geldi yanımıza, çekimlerimiz sırasında. "Bu madene asla izin vermeyeceğiz" dedi.

Buradaki çekimlerimizin ardından önce geldiğimiz asfalta çıkıp, sonrasında yüzlerce yıllık Yörük mezarlarının yanından geçen toprak bir yolla Latmos'un zirvesine daha yakın bir yaylaya gittik. Köylülerin geçen sene açtırdığı yolla ulaşılabilen, naylon bırandalarla gölgelendirilmiş taş kulübelerin sekilerinde yaylacılarla çay içtik. Onların Latmos'un bugününe, geleceğine dair düşüncelerini, düşlerini ve endişelerini dinledik.

Karabaş otları ile bezeli yayladan dönerken güneş Latmos'un kayalıklarından yavaş yavaş deniz tarafına doğru ilerliyor, ikindi serinliği birkaç semiz ineğin yayıldığı otlaklara çöküyordu.

Bölgede yaşayan herkesin ortak talebi en azından hukuki süreç tamamlanana kadar madenin çalışmamasıydı. Latmos'u, bu yaylaları, bu fıstık çamlarını, Çörlen'i, kır çiçeklerini bir kez görenin buralara kıyamayacağını söylüyordu Varol Bey. İçinde birazcık vicdan, doğa ve yurt sevgisi olan insanın bundan farklı düşünmesi de olanaksızdı, gerçekten. Ancak, Latmos'un onlarca yerini delik deşik eden bu şirketlerin hiç birinde bu sayılan meziyetlerden bir tanesinin bile olduğunu gören, duyan, bilen olmamıştı şimdiye kadar!

 Latmos çekimlerimizden birkaç gün sonra, sizin bu yazıyı okuduğunuz günden iki gün evvel, Çörlen Yaylası’na uzun kepçeli bir iş makinesi girdi. Jandarma "Madenin izni var, karışamazsınız" deyip köylülerle kepçenin arasında durdu. Kepçe bizim iki gün önce bakmaya kıyamadığımız kayaları parça parça edip, mor çiçekli karabaş otlarının üzerine savurdu...

                                                                      /././
Siyasette korku satarak geçinmek (Fatih Polat)

Tarih 25 Mart 2019. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Cumhur İttifakının Yenikapı’da düzenlediği İstanbul mitinginde kürsüye geliyor ve şunları söylüyor: “İstanbul, Cumhur İttifakının hassasiyet ve haysiyet merkezidir. İstanbul demek Türkiye demektir. İstanbul sıradan bir şehir adı değildir. Bu siper düşerse Türkiye’miz gider, nice miras ve emanetler kararır.”

Bu konuşmanın ardından 31 Mart 2019’da gerçekleşen yerel seçimlerde Cumhur İttifakı İstanbul’u kaybetti. İktidar medyasının manşetleriyle desteklenen hukuksuz dayatmalarla yenilenen İstanbul seçimlerinde fark daha fazla açıldı.

Cumhur İttifakı için o siper düştü, ama Bahçeli’nin söylediğinin aksine Türkiye bir yere gitmedi.

31 Mart 2024 yerel seçimleri, Cumhur İttifakının güç kaybettiği, AKP’nin ikinci parti durumuna düştüğü bir tabloyu ortaya koyarken, devlet imkanlarının harekete geçirildiği ve bakanların sahaya sürüldüğü İstanbul’da Cumhur İttifakı büyük bir hezimet yaşamaktan kurtulamadı. Bahçeli’nin ifadesiyle ortada ‘siper’ kalmadı ama Türkiye de bir yere gitmedi.

Son yerel seçimler, Cumhur İttifakının ülkenin “bekası” ile kendi iktidarları arasında koşutluk kuran söylemlerinin kitleler nezdinde inandırıcılığını önemli oranda kaybettiğini gösterdi.

Bahçeli, Yenikapı’daki o konuşmasından 5 yıl sonra, 18 Mayıs 2024 günü, partisinin Kızılcahamam Kampı’nın açılışında yaptığı konuşmada, “Partimiz ve Cumhur İttifakı, yerel seçimlerde başarıya ulamıştır ve bu seçimlerden de yüzünün akıyla çıkmıştır” dese de MHP’nin son seçimlerde, kalesi gibi görülen Kastamonu’yu dahi kaybettiği biliniyor. Uşak ve Balıkesir de MHP’nin kaybettiği kentler arasında. 

Bahçeli’nin ifadesiyle söylersek; “Somut sonuçlar, bu durumu göstermektedir.”

Siyasetteki vizyonu korku satarak geçinme üzerine kurulu olan Bahçeli’nin Kızılcahamam’daki şu sözleri içinden geçtiğimiz dönem açısından ayrıca not edilmeli: “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya çalışanlara, hoşgörü ile bakmak, tehditlerle yargıyı işlevsiz hale sokmak tükeniştir. Terörist Demirtaş'ın ve 6-8 Ekim olaylarını azmettiren diğer bölücülerin ceza almasına itiraz etmek ise hem millete hem de devlete ağır bir hakarettir. Bu cezaların yumuşama ortamına zarar verdiğini söylemek ise terör seviciliğidir.”

Geride bıraktığımız haftanın önemli bir gelişmesi olarak, Kobanê davasında karar açıklandığı günün akşamı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın imzasıyla Resmi Gazete'de yayımlanan kararla 28 Şubat davasında hüküm giyen generallerin cezaları kaldırılarak tahliye edilmesine ilişkin olarak da Bahçeli, Kızılcahamam’da şu ifadeleri kullandı: “Türkiye’de normalleşme süreci yaşanıyorsa onun içerisinde önemli bir adım olarak görülmeli.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve partisi açısından ise generallerin tahliyesi ile Kobanê davası kararı, ciddi bir gerileme yaşadığı son yerel seçimlerin ardından içinde bulunduğu tablonun dengelerini yansıtıyor. Bir yandan Özgür Özel ile yaptığı görüşmede kendisine iletilmiş olan yaşlı generallerin tahliyesi talebini, ihtiyaç duyduğu yeni anayasa sürecine dair bir yatırım hesabıyla karşılamak, diğer yandan, ittifak ortağı Bahçeli’nin Kobanê davasına dair hassasiyetlerini dikkate almak. Ancak Kobanê davasında bir yandan eki HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş’a 42 yıl, Figen Yüksekdağ’a 30 yıl 3 ay hapis cezası verilirken, tahliye ve beraat kararlarına da yer verilmiş olması farklı hesapları dengelemeye yönelik bir formül gibi duruyor.

Bu arada, Kobanê davası kararının, MHP’nin tercihlerine ek olarak, Kürt sorununda devletin sınır ötesine kadar uzanan konsepti içinde anlam bulduğunu da eklemek gerekiyor.

Devletin Kürt sorununa dair politikasının sınırları “terörle mücadele” ekseniyle şekillendiği sürece onun iç politikadaki ve yargı süreçlerindeki yansımalarını da görmeye devam edeceğiz.

Tam da bu nedenle, Kürt sorununu ‘devlet bekası’ parantezinin dışına çıkaracak bir tutumu örgütlemek muhalefetin önünde önemli bir görev olarak duruyor.

(EVRENSEL)


Birgün KÖŞEBAŞI (20 Mayıs 2024)

 

Tasarruf değil taarruz paketi! (Aziz Çelik)

“Kamuda Tasarruf ve Verimlilik Paketi” devlette usulsüz ve hukuksuz harcamaları önlemekten daha çok kamu harcamalarını kısmaya dönüktür. Asıl hedef kamu harcamaları, kamu çalışanları, emekliler ve kamu hizmetidir. Paketin şatafat ve usulsüz harcamalara dönük kısmı göz boyamadır.

“Kamuda Tasarruf ve Verimlilik Paketi” Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ve Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından 13 Mayıs 2024’te açıklandı. Açıklanan paketin tasarruf ve verimlilik hedefinden ziyade kamuculuğa ve kamu hizmetine yönelik bir taarruz olduğunu düşünüyorum. Bu paket kamu harcamalarının kısılmasını, kamu hizmetinin daraltılmasını kısaca kamu maliyesinin sıkılaştırılmasını öngörüyor. Paketin faturası kamu çalışanlarına, emeklilere ve kamu hizmetinden yararlanan yurttaşlara çıkacak.

Kamu harcamalarında 100 milyar TL (yaklaşık 3 milyar dolar) tasarrufa yol açacağı iddia edilen paketin devamının da geleceği belirtiliyor. Bakan Şimşek: "Bu açıkladığımız ilk paket değil, son paket de olmayacak. Önümüzdeki dönemde birçok adım atacağız” derken tasarruf paketi yanında ve yakında maliye politikasında atacakları ilave adımlarla dezenflasyon sürecine katkıda bulunacaklarını ileri sürdü.

Paketin, "kamuda tasarruf, bütçede harcama disiplini ve kamu yatırımlarında verimlilik" olmak üzere üç temel ekseni olduğu görülüyor. Öte yandan bu tedbirlerin tüm kamu kesimi kapsayacağı, merkezi idareler, mahalli idareler, kamu iktisadi teşebbüsleri, döner sermayeler ve fonlar, bütün kamu bu tedbir paketinin kapsamına alınmış durumda.

Öte yandan bu önlemlerin üç yıl boyunca uygulanacak olması da oldukça manidar. Bunun anlamı seçime kadar üç yıl kemer sıkılması, seçim öncesindeki bir yılda kemerlerin gevşetilmesi olarak ifade edilebilir. Üç yıl sınırı bu tedbirlerin asıl amacının seçimsiz bir dönemde sıkı para ve maliye politikaları uygulamak olduğunu gösteriyor.

ZARF: ŞATAFAT VE USULSÜZ HARCAMALAR

Paketin sadece zarfına ve sunumuna bakıldığında kamuda şatafatı ve gereksiz harcamaları kısmak gibi bir amacı olduğu yanılsaması ortaya çıkıyor. Bilindiği gibi üst düzey bürokraside giderek artan şatafat, usulsüz ve keyfi harcamalar ile gösterişli araç merakı, konvoy ve lüks araç tutkusu, birden çok yerden maaş alan kamu görevlilerinin artışı, kamu imkanlarının kötüye kullanımı toplumda büyük infial yaratmış durumda. Özellikle pahalılığın dayanılmaz hale gelmesiyle birlikte yüksek bürokrasideki şatafat ve saltanat çok daha fazla göze batmaya başladı. Bu tablonun seçim sonuçları üzerinde de etkili olduğu görülüyor. Üst düzey bürokraside yaşaman çürüme, yozlaşma ve kibir vatandaşta haklı bir infiale yol açtı.

Paketin ilk amaçlarından birinin toplumda giderek artan bu infiali önlemek olduğu görülüyor.  Tasarruf paketiyle şatafat ve usulsüz harcamaların bir miktar kısılması hedefleniyor. Geçmişte bu usulsüz, görgüsüz ve ölçüsüz harcamalar ile kamu kaynaklarının suistimali gündeme getirildiğinde bizzat Bakan Şimşek bunların “çerez parası” olduğunu iddia etmişti. Devletteki lüks ve gereksiz harcamalara itiraz edildiğinde  “itibardan tasarruf” edilmez denmişti.

Şimdi bu “tasarruf” paketiyle devletteki ölçüsüz harcamalarının ve şatafatın, “itibarın” bir kısmı için gaz kesiliyor. Bu yüzden paketin önemli hedeflerinden birinin göz boyama olduğunu düşünüyorum.  Bu makyaj tedbirler içinde neler var?

• Kamuoyunda “ballı maaş” veya birden çok yerden maaş olarak bilinen kamu işletme ve idarelerinin yönetim kurulu üyelerinin ücretlerine üst sınır getirilmesi,

• Lüks araç şatafatına ve araçlarının usulsüz kullanımının yaygınlaşması karşısında yeni araç satın alma ve kiralamasının 3 yıl süreyle durdurulması ve mevcut taşıt kiralama sözleşmeleri izin alınmadan yenilenmemesi,

• Turistik ve kişisel amaçlarla kamu kaynaklarının kullanımının önlenmesi için uluslararası toplantılar ve milli bayramlar hariç̧ gezi, kokteyl, yemek gibi faaliyet düzenlenmemesi

Hukuksuz ve usulsüz olan ve kamu hizmetinin temel ilkeleriyle bağdaşmayan harcamalarının kısılmasından doğal bir şey olamaz. Ancak paketin asıl amacı bu değil. Bunlar acı ilacın etrafındaki tatlandırıcılar. Asıl amaç kamu harcamalarının ve kamu hizmetinin kısılması, sosyal devlet uygulamalarının iyice ortadan kaldırılması ve bütçeden kamu çalışanlarına ve emeklilere ayrılacak kaynaklarının kısılmasıdır.

MAZRUF: KAMU HARCAMALARININ KISILMASI VE KEMERLERİN SIKILMASI

Sözde tasarruf paketinde usulsüz kamu harcamalarına dönük birkaç kalem dışında tüm önlemlerin kamu çalışanlarına ve kamu hizmetine yönelik olduğu görülüyor. O yüzden zarfa değil mazrufa bakmak gerek. Paket bir tasarruf değil taarruz paketidir. Neye taarruz? Kamuculuğa taarruz, kamu çalışanlarına taarruz, kamu hizmetine taarruz! Paketteki önlemlerin mantığını ve ayrıntısına bakıldığında bu gerçek daha net anlaşılıyor.

Yeni kamu istihdamı yok: Pakete göre üç yıl boyunca emekli olanlar kadar yeni personel istihdamı alınacak. Kamuda sadece emekli olanların yerine yeni kadro alınacak. Bunun anlamı kamuda sıkı personel rejimidir. Bu durum gerek yeni atamaları ve gerekse kurum içi atamaları olumsuz etkileyecek. Atama bekleyen öğretmenler, mühendisler ve sağlıkçılar atanmayacak. Bu kısıtlama akademik kadrolar için büyük sıkıntı yaratacak. Uzun süredir kamu üniversiteleri akademik kadro ilanı yayımlamıyor. Üç yıl boyunca akademik kadro ilanlarında ciddi bir kısıntı olacağı görülüyor. Böylece kadro yükseltmesi bekleyen akademik personel mağdur olacak. Büyüyen nüfusa rağmen kamu istihdamının durdurulması kamu hizmetinin niteliğinde düşüşe yol açacak. Oysa yapılması gereken tam tersidir: Kamu istihdamının artırılması.

Kamuda yeni istihdamının emeklilik koşuluna bağlanması oldukça manidardır. Çünkü son düzenlemeler sonucunda memur emekli aylıklarının mevcut maaşa oranının düşmesi nedeniyle kamuda emeklilik eğilimin azaldığı ve yaş haddini bekleme eğiliminin arttığı görülüyor. Dolayısıyla bir yandan kamuda emekliği caydırıcı politikalar izliyorlar öte yandan yeni istihdamı emeklilik koşuluna bağlıyorlar. Tam bir açmaz ve iki yüzlülük!

Pakete göre destek personeli sayısının zaman içinde azaltılması ve kamuda esnek ve uzaktan çalışma modellerinin geliştirilmesi de öngörülüyor. Böylece kamu istihdamının sınırlanması ve var olan kamu personelinin ise daha kuralsız çalıştırılmasının önü açılıyor.

Kamu çalışanlarının servisleri kaldırılacak: Mesele devletteki araç saltanatı ve şatafatını kaldırmak iken kabak kamu çalışanlarının başına patladı. Kamu çalışanlarına sağlanan servis olanakları kaldırılacak. Böylece kamu çalışanlarını ulaşım için daha fazla para ve işe gitmek için daha fazla zaman harcayacak. Bu durum hem kamu çalışanlarının harcamalarını artıracak hem de yaşam kalitelerini kötüleştirecek.

Lojman kiralarına ve sosyal tesis ücretlerine rayiç bedel: Kamu personeli lojmanları kamu çalışanlarının barınma sorununa karşı önemli bir çözümdür. Kamu çalışanları lojmanları bir tür kira ve barınma desteğidir. Bilindiği gibi kamu lojmanları uygulaması uzun bir süredir zaten sınırlanmıştı. Şimdi de var olanların kiraları piyasaya göre belirlenecek. Bu akıl ve insaf dışı bir uygulamadır. Kiraların fahiş hale geldiği günümüzde kamu lojmanlarının kiralarını rayiç bedellere göre belirlemek kamu çalışanlarının sırtındaki yükün artmasıdır.

Kamu sosyal tesis ücretlerinin rayiç bedellere göre belirlenmesi bir başka vahim uygulamadır. Kamu sosyal tesisleri gerek konaklama ve gerekse yeme içme konusunda hem kamu çalışanlarına hem de vatandaşlara uygun olanaklar sunmaktadır. Bu tesislerin kâr amacı olamaz ve olmalıdır. Hatta kamu tarafından sübvanse edilmeleri gerekir. Dışarıda yeme içme fiyatlarındaki fahiş artışlar dikkate alındığında bu düzenleme kamu çalışanına ve vatandaşa ek yük getirecektir.

Yeni hizmet binası ve demirbaş̧ alımlarının durdurulması: Bu önlem kamu hizmetinin kötüleşmesine yol açacak bir başka düzenlemedir. Kamunun bina ve kırtasiye ihtiyacı kamu hizmeti için önemli unsurlardır. Bunların verimli kullanımı başka bir mesele durdurulması başka bir meseledir.

Kamu yatırımlarının durdurulması: Tasarruf paketinin en önemli yönlerinden biri kamu yatırımlarının neredeyse durdurulmasıdır. Kanal İstanbul gibi gereksiz ve hatta zarar verici sözde yatırımlar hariç kamu hizmetine yönelik kamu yatırımlarının durdurulması akıl dışıdır. Elbette kamu yatırımlarında öncelik önemlidir.  Ancak bu önlem yeni metroların yapılmasını, kamu hizmeti için gerekli alt yapı yatırımlarının yapılmasını da engelleyecektir. Yerel yönetimler üzerinde de baskı oluşturacaktır.

TURPUN BÜYÜĞÜ HEYBEDE!

Paketin mevcut hali bile asıl hedefin usulsüzlüğün ve şatafatın önlenmesi değil kamu çalışanlarının haklarının kısıtlaması ve kamu hizmetinin sınırlanması olduğu görülüyor. Ancak meselenin burada kalmayacağı açık. Bakan Şimşek maliye politikası alanında yeni tedbirler alacaklarını ve yeni paketlerin geleceğini açıkça söyledi.  Bunun anlamı nedir? Tahminlerimi yazayım:

Kamu çalışanlarının ücret ve maaşları daha da baskılanacak. Örneğin geçmiş yıllarda seçimler nedeniyle yapılan iyileştirmelere benzer ilave düzenlemeler ve artışlar olamayacak. Memurlara ilave bir ödeme yapılmayacak. Memur emeklilerin aylıklarındaki düşüş telafi edilmeyecek. Örneğin ilave ödeme emekli aylıklarında dikkate alınmayacak.

Kısaca kamunun sosyal transferleri ve harcamaları ciddi biçimde kısılırken ücret, maaş ve aylıklar da bundan nasibini alacak. Temmuz ayında asgari ücrete zam yapılmayacağı gibi özel sektördeki ücret düzeyi de bastırılacak. Memurlar ve memur emeklileri enflasyonun altında zam alacak ve bunun telafisi için bir düzenleme yapılmayacak.

Kamu harcamalarını ve bütçe transferleri artıracak düzenlemeler yapılmayacak. İşçi ve Bağ-Kur emeklilerine sağlanan Hazine desteği kısılacak.  Bunun anlamı tamamlaman aylıklarda ya artış olamayacak veya bu artış sınırlı olacak. Emekli aylıkları resmi enflasyona hapsolmaya devam edecek. Emekli aylıklarında ciddi bir artış ve bir intibak düzenlemesi olmayacak. Benzer nedenlerle emeklilikte adalet beklentisine dönük bir geçiş takvimi gündeme gelmeyecek. Kadroya alınmayan taşeron işçiler kadroya alınmayacak

Bunlar kehanet değil. İzlenen ekonomi programının kemer sıkma politikasının doğal sonuçları. Tasarruf paketi de bunu teyit ediyor.

KAMU HARCAMALARI ARTMALI!

İzlenen ekonomi politikasının ve açıklanan tasarruf paketinin kamu harcamalarını kısmaya dönük olduğu oldukça net. Sıkı para ve maliye politikası izlendiği zaten saklanmıyor. Açıklanan tasarruf paketiyle yaklaşık 100 milyar TL tasarruf bekleniyormuş. Bütçenin yüzde 0,8’i civarına denk gelen ve bir kısmının hayata geçmesi güç olan tedbirler için bu kadar gürültü yapılması akla uygun değil.

Bu tasarruf paketi buzdağının görünen kısmı. Asıl amaç kamu harcamalarında esaslı kısıntılar yapmak. Nitekim bu kısıntıların bir kısmını yaptılar bile. Örneğin 2024’te sosyal güvenliğe bütçeden ayrılan transferlerin payını yüzde 16’dan yüzde 10-11 seviyesine çektiler. Böylece zaten sosyal güvenliğe ayrılan kaynaklardan 600-700 milyar TL civarında bir “tasarruf” hedefleniyor. Asıl tasarruf kamu çalışanından ve emekliden yapılıyor. İşin makyajı ise “itibardan tasarruf”. Onun da ne kadarı gerçekleşir meçhul.

Tasarruf paketindeki “itibardan tasarruf” kalemleri kamu harcamalarındaki diğer büyük kesintilerin meşruiyetini sağlamaya dönüktür. Kamu harcamalarının kısılması neoliberal ezberin bir parçasıdır. Elbette kamu harcamaları kamu hizmetinin kapsamını,  kalitesi ve etkinliğini artıracak şekilde yeniden yapılandırılmalı. Hukuksuz ve usulsüz harcamalar kuşkusuz önlenmeli. Ancak kamu harcamalarının kısılması zihniyeti kabul edilemez.

Kamu harcamaları ve transfer ödemeleri kısılmak bir yana tersine sosyal devlet ilkesi doğrultusunda çeşitlenmeli ve artırılmalıdır. Kamu harcamalarının kısılması önce dar gelirli ve yoksul vatandaşı ve kamu çalışanlarını vurur. Kısacası kamudan ve kamu hizmetinden tasarruf olmaz. İtibardan ve şatafattan ise sadece tasarruf yetmez, bunun kökünün kazınması lazım!

                                                           /././

İtaatsiz tutsaklara teşekkür (Selçuk Candansayar)

İktidar karşıtlığının iki hali var: İktidarı ele geçirmek için karşıtlık ve iktidar olma halinin kendisine karşıtlık. İktidara yönelik her karşı çıkış içinde bu iki imkânı barındırır. Maddenin bir halde dururken, bir halden diğerine geçerken diğer her halini de içinde potansiyel olarak taşıması gibi. Suyun sıvı haldeyken içinde buharın ve buzun imkânını, çelişkisini de içermesi gibi. Su sıvı, buz ya da buhar olsa da, o hep sudur aslında ya, iktidar karşıtlığı da benzer bir haldir. İktidar var olduğu sürece karşıt, taraf ya da bizatihi iktidarın kendisi olmak iktidarın varoluşuna pek de etki etmez.

İktidar karşıtlığının bir hali bilindik “büyüme”, “olgunlaşma” dediğimiz süreçtir. Kendi istek ve özlemlerini gerçekleştirmenin önünde iktidarı engel olarak görenin karşıtlığı. Evladın, “babanın yasası”na karşı çıkması gibi. Kimi zaman isyan ederek, kimi zaman bekleyip doğru zamanı kollayarak, babanın gücünü alt etmeye çalışma gayreti. Hayal, bir gün iktidarın ele geçirileceği ve “doğru” kullanılacağıdır. Babamın hatalarına düşmeyeceğim, ben evlatlarımı “özgür” yetiştireceğim umuduna tutunan bir karşıtlık. Kimi zaman ona isyan ederek kimi zamansa koyduğu kurallara uyarak, onun izin verdiği yolu takip ederek iktidarı ele geçirme çabası. Bu halde iktidarın kendisi bizatihi büyülü bir amaçtır. Ancak o güce sahip olunca arzularını gerçekleştirilebileceği yanılsaması ile biçimlenen tahtı ele geçirme çabası.

∗∗∗

İktidar, tahtı ele geçirmek isteyenleri, tahtın kendisini sorgulayanlardan daha çok sever. Yaramaz çocukların daha çok sevilmesi, bekârken “çapkın” olanların “aman iyi evlenince gözü dışarda olmaz” diye desteklenmesi, bazı disiplinsiz öğrencilerin zekiliğinden yapıyor, aklını başına topladığında büyük adam olacak diye öğretmenlerce affedilmesi de bundandır. İktidar tahtı ele geçirmek isteyen isyankârları kimi zaman şefkatli, çoğu zamansa zalim bir eğitmen gibi tahta layık hale getirmeye uğraşır. Tıpkı babanın oğluna “Hele bir baba ol, işte o zaman anlayacaksın beni” demesi gibi. İktidara karşıt olmanın bu hali, iktidarın kendisine koşulsuz bağlılıkla aynı kaynaktan beslenir: Bir gün iktidara kavuşma arzusu. İsyankâr hele bir iktidar olsun, nasıl da iyi, doğru ve güzel olandan yana kullanacaktır o büyük gücü. Bu hal, bir bakıma iktidara “ertelenmiş itaat”ten öte değildir. İktidarı ele geçirdiğinde, onu elinden aldığına benzemesiyle devran döner.

Her isyan, önce iktidarı ele geçirme amacıyla başlar belki. Ama sonra bazı isyanlar ele geçirmek istediği iktidarın bizatihi kendisini sorgulamaya da başlarlar. Nasıl ve neden bazı isyanlar bu hale evrilir, her zaman açık değildir. Ama ancak, iktidarı sorgularken isyankârın kendisini de sorgulamaya başlamasıyla mümkündür bu halin ortaya çıkışı. Dünyayı değiştirmeye soyunanların aynı anda kendilerini de değiştirme uğraşına girmeleriyle filizlenir. Attığı her adımda, her eyleminde karşı olduğuna benzemeye başladığını fark edenlere özgüdür bu istisnai isyan.

Devrimci eylem, tam da bu istisna halinde bir imkâna dönüşür. İkili bir yol açılır o zaman yürünecek: İktidardakini yıkmak üzere iktidarı ele geçirmeye çalışma yolu ve iktidarın tedrisatına itaat etmeyerek iktidara hazırlanmaktan vazgeçerek, iktidarı boşa çıkarma yolu.

∗∗∗

Evet, iktidar kendisini yenmeyi ve gücü ele geçirmeye çalışan isyankârları ne kadar çok severse, bir iktidar talep etmeden ona itaat etmeyenlerden de o denli korkar. İktidar amacı olmayan itaatsizler, hiç bir şey talep etmezler ama iktidarın hiçbir talebine de uymazlar. İktidardan hiçbir şey istemezler ama iktidara onun istediği hiçbir şeyi de vermezler. İktidarı en çok kendisiyle savaşmayan ama teslim de olmayan korkutur. İtaatsizlik tam da bu halinde iktidarı yok saymak demektir ve gücü elinde tutanın kendisini çaresiz hissetmesi kadar yıkıcı bir duygu yoktur.  Hükmedemeyen iktidar kendi güçsüzlüğüyle yüzleştikçe öfkelenip çileden çıkar. Önce itaat etmeyene zulmünü artırır. Artırır ki öfkelendirebilsin, öfkelendirebilsin ki itaatsiz savaşsın. Savaşsın ki iktidar gücünü daha sert gösterebilsin ve ezebilsin. Kendi zulmünün ahlakı, onuru ve sınırı olmadığını bildiğinden savaşta galip geleceğini ve yenilenin de boyun eğeceğini bilir. Boyun eğdirebildiği anda da yüce gönüllülükle affederek iktidarını sağlamlaştıracaktır. “Oh” dedirtecektir, “yumuşama belirtileri” gösteriyor!

İktidarın savaş arenasına çıkıp savaşmayan ama itaat de etmeyen bu iktidar oyununu bozmuş olur. İktidar karşısında onunla kavga etmeyeni bulduğunda şaşalar. Zulmü sürdürse zalim, sürdürmese yenilmiş olacaktır. O vakit, öfkesi kendisine dönmeye başlar. İktidara talip olmayan itaatsiz, iktidarı yıkabilecek en güçlü silahtır. İktidarın zulmü işe yaramadığında, iktidarın kendisi iktidarsızlaşır.

Geçmiş, şimdi ve gelecekteki tüm itaatsizler insan olma onurunu koruduklarını ve insan kalmanın mümkün olduğunu gösterdiler. Uğradıkları zulme, maruz bırakıldıkları onca haksızlıklara karşın içeriden dışarıya doğru estirdikleri özgürleşme rüzgârıyla yüzümüzü ağartıyorlar. Siz dışarıdakilerin de haysiyetlerini koruyor, yol açıp yol gösteriyorsunuz.

                                                               /././

İktidarın yolu net, ya muhalefetin… (Yaşar Aydın)

CHP’ye yönelik sosyal medya eleştirilerinden öte ‘ne düşünüyor’ sorusu daha hayati. Yaşananlardan yola çıkarak Cumhur aynı yoldan devam ediyorsa halkın koşullarını normalleştirecek siyaseti açığa çıkarmak gerekli.

Geçen hafta Ankara Temsilcimiz Nurcan Gökdemir ve politika muhabirimiz Mustafa Bildircin ile birlikte CHP Genel Merkezi’nde Özgür Özel’le bir araya geldik. Görüşmenin önemli bölümleri gazetemizde yayımlandı. Yine de önümüzdeki dönem siyasetinin yörüngesine dair birkaç noktanın altını çizmekte fayda olduğunu düşünüyorum.

CHP’nin yerel seçimden birinci parti çıkmasıyla, lideri Özel’in her yaptığı medyanın gündemini meşgul etmeye başladı. Ne dedi, kimle görüştü, kimi kabul etti gibi başlıklar üzerine televizyonda saatler süren yorumlar yapılır oldu. Bu yoğunluğa rağmen yazı ve tartışmaların sosyal medya kıvamında olması CHP’nin Türkiye’nin gerçek gündemleri konusunda ne düşünüyor, neler yapacak, bu meselelerde bir ortaklaşma var mı gibi sorularını da yanıtsız bırakıyor.

Özgür Özel’le geçen hafta yaptığımız söyleşide bu sorunun yanıtını aradık. Kuşkusuz yönetime geleli bir yıl daha olmayan bir ekipten bütünlüklü ve tamamlanmış bir program beklentimiz yoktu. Ama genel yönelimi anlamaya çalıştık diyelim.

Özellikle ekonomik krizin vurduğu geniş halk kesimleriyle bir araya gelme konusunda bir irade var. Bu, parti yönetiminin ortak eğilimi. Ama sorunun çözümü konusunda bir netliğin oluştuğunu söyleyemeyiz. Yine demokrasi laiklik gibi başlıklarda da bir fikri çerçevenin oluşmaya başladığını söylemek mümkün. Bununla birlikte başlıklara dair tutumun, neresine kadar partinin kolektif aklı neresinden sonra Özel’in fikri olduğunu konuşmanın bazı anlarında kaçırdığımı itiraf edeyim. İktidara gelmeden bu kadar önemli başlıklarda somut adımların atılamayacağını söyleyenlerin varlığından haberdarım. Ama konuya yaklaşım biçimi, o sorunu gündeme getirme yöntemine ve çözüme dair fikirlerinizi ele verir. Yani sorunun çözümüne dair önermenizi tam da izlediğiniz o yolla ifade edebilirsiniz. Bugüne kadar parti yöneticilerinden ya da partiye yakın gazetecilerin söylediklerine, izledikleri yola ve tartışmalara bakıp CHP’nin yönelimine dair net bir şey söylemek mümkün değil.

Geçen hafta içinde yaşanan bir gelişme üzerinden ‘eksik’ olanı değerlendirmek daha kolay olabilir.

Hatırlanacağı üzere geçen hafta bir medya kuruluşuna konuşan İBB Mali Hizmetler Daire Başkanı Neslihan Vural, aralarında İSPARK’ın, Hamidiye’nin ve Halk Ekmek’in de bulunduğu varlıkların satışının gündemde olduğunu vurguladı. Devam ederek’‘Bir finans insanı olarak özelleştirmeden yanayım’’ dedi. Yine hatırlanacağı üzere Vural, aynı sohbette belediyenin asli işlerini yapmasının gerektiğini de söylemişti. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’da gazeteci Barış Pehlivan’ın sorusu üzerine “Bir bürokratın haddini aşan bir açıklaması olmuş” dedi. Konu CHP olunca Sayın Neslihan Vural gibi düşünen ne kadar partili var, bu eğilim güçlü mü ya da belediyelerde mi genel merkezde mi çoklar gibi başlıklarla konuşulmasını beklersiniz. Ama öyle olmadı. Neden?

Yandaş medyanın çok sevdiği Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel üzerinden tanımlanan rekabet bu durumun gerekçesi olmayacağına göre arkasındaki asıl neden ne olabilir?

Uzaktan bakınca kolay gibi görünen bir cevabı olabilir. Ama bu cevap siyaset yaparken dayanacağınız halk kesimlerine, önerdiğiniz ekonomik modele ve piyasa ilişkilerine dair yaklaşımınızı ortaya koyan eğilim ifade edecekse o kadar da kolay olmayabilir.

CHP ve Özgür Özel birçok konuda net olmakla birlikte bu konuya dair tam bir hazırlık yapmış gözükmüyor. Oysa bu soru tarihin tam da bu noktasında ülkenin içinde bulunduğu durumun etkisiyle yanıt verilecek en acil başlık olarak Özel’in önüne gelmiş durumda.

BU SORUDAN KİMSE KAÇAMAYACAK

Cumhur İttifakı, hem 14 Mayıs-31 Mart hem de 31 Mart sonrası izlediği çizgiyle “bizde değişen bir şey yok” mesajını verdi. AKP-MHP olarak gidebildikleri yere kadar gidecekler. Bu saatten sonra asıl soru iktidarın değil muhalefetin ne söylediği ve ne yapacağıdır. Bu anlamıyla CHP’nin önümüzdeki döneme dair gerçek sınavı ülkenin yüzde 80’nin talepler bütününü nasıl karşılayacağı neyi tercih edeceğidir. Kurumlar ve partiler tıpkı insanlar gibi kendi tercihlerinin sonuçlarıyla yüzleşmek durumunda kalır.

Memleketin yüzde 80’i ‘artık böyle yaşamak istemiyorum’ diyor. Tekrar etmek gerekirse, kadını, genci, emeklisi, işçisi, çiftçisi, küçük esnafı yani ülkenin neredeyse tamamı. Üstüne bir de ülkenin yarısından fazlasının her koşulda rejimin karşısında dimdik durmasını ekleyin. Siyaset kurumu teslim olsa halk teslim olmuyor.

Bu cephenin karşısında ne var. Bırakın ülkenin temel sorunlarını çözmeyi yanından geçemeyen iktidar var. Menderes, Demirel, Erbakan, Türkeş ve Özal’dan emanet alınan sağcılığı Ağar-Çiller yorumunu katan Cumhur İttifakı dizlerinin üzerine çöküyor. Tüm illüzyon çabasına rağmen giden çok belli. Yerine ne geleceği ve nasıl geleceği konuş karışık. Ama bunca yaşanılanlardan sonra en azından bunun biraz Menderes biraz bağımsızlık, biraz Erbakan biraz laiklik, biraz Özal biraz emek diyerek olmayacağı açık olmalı.

Emeklinin isyanı, ataması yapılmayan öğretmenin çığlığı, çalışarak okumak zorunda kalan öğrencilerin varlığı, yoksulluk gerçeği ve adil bir hayat talebi, kadınların aile parantezine alınarak yok sayılması, Kobani davası, dayatılan müfredat tamamı bu ülkede yaşanıyor.

Yani Bahçeli-Erdoğan ne yaptı, Meclis’te kim kimi öptü tartışmasından çok daha önemli sorunlar var. Bu önemli sorunların varlığı partileri, liderleri aşan bir noktaya işaret ediyor.  Bu sorunların çözümüne dair irade gelişmedikçe memlekette ne yumuşama ne de normalleşme olabilir. Önce halkın koşulları normalleşmeli. Soru bu talebe eşlik edecek siyaseti açığa çıkarmada.

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (20 Mayıs 2024)

 

Bir Ukrayna daha mı? (Ergin Yıldızoğlu)

Gürcistan’da sokaklarda Avrupa Birliği bayraklarıyla yürüyen protestoculara ilişkin haberleri ilk gördüğümde üzerinde durmadım. AB bu ülkeyi kendi nüfuz alanına almak, NATO Rusya’yı çevrelemek amacıyla 2003’ten bu yana durmadan  kurcalıyor: “Gül Devrimi”, Rusya ile savaş, istikrarsız, baskıcı, mafya oligark rejimleri derken ülke bir türlü istikrara kavuşmadı. Şimdi de AB yanlısı, NATO’ya katılmaya istekli olduğunu sık sık tekrarlayan ama Rusya ile iyi ilişkiler içinde kalmayı arzulayan “Gürcistan Rüyası” Partisi hükümeti gelirinin yüzde 20’sinden fazlası yurtdışından gelen STK’leri, “Yabancı Ajan” olarak kaydolmaya zorlayan bir yasayı meclisten geçiriyor. Yasaya karşı çıkan STK çevreleri, “Bu yasa Kremlin kaynaklıdır, Gürcistan’ın AB’ye girmesini önlemeye yöneliktir” diyorlar.

“Sıradan işler” diyordum ki X’te paylaşılan bir fotoğraf beni durdurdu: Almanya Dışişleri Komitesi Başkanı Michael Roth, “Yabancı Ajan” yasası tasarısını protesto eden göstericilerle el ele yürüyordu. Fotoğrafı paylaşan “İnanılır gibi değil” diyordu; “Çin dışişleri bakanının Fransa’da ‘Sarı Yeleklilerle’ el ele yürüdüğünü düşünün”...

BİRİ KOMPLO MU DEDİ?

“Michael Roth, çarşamba günü protestoculara katılan Letonya, Litvanya, Estonya, İzlanda dışişleri bakanları orada ne arıyor?” diye araştırmaya başlayınca sandığımdan daha kötü bir resimle karşılaştım. Roth, Tiflis’te göstericilere hitaben yaptığı konuşmada, “Yalanlara ve komplo teorilerine inanmayın. Biz radikal değiliz. Siz de radikal değilsiniz. Sizler sıradan Avrupalılarsınız; Avrupa’nın temsil ettiği demokrasi ve özgürlük için mücadele ediyorsunuz” diyormuş. “Gürcüler Avrupalı mı” sorusu kadar, “3.7 milyon nüfuslu Gürcistan’da aktif 400’dan fazla STK, her biri 10 kişi istihdam etse, aldıkları mali kaynakların açıklanmasını istemeyen AB yanlısı 40.000+ kişi, ülkede ne yapıyor” sorusu da önemli.

Söz konusu yasa meclisten geçti ama protesto gösterileri devam ediyor. Yasayı veto etmeye hazırlanan Gürcistan Devlet Başkanı Salome Zurabişvili bir Fransız vatandaşı, geçmişte Fransa Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmış, İtalya’daki Fransız büyükelçiliğinin üçüncü sekreteri, Birleşmiş Milletler’deki Fransız daimi misyonunun ikinci sekreteri, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Fransız büyükelçiliğinin ilk sekreteri, NATO’daki Fransız daimi misyonunun ilk sekreteri ve Avrupa Birliği’ndeki Fransız daimi temsilci yardımcısı olmuş. Zurabişvili 2003 yılında, “Gül Devrimi” sırasında, Fransa’nın Gürcistan’daki olağanüstü ve tam yetkili büyükelçisi olarak atanmış, Mart 2004’te de dönemin Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili tarafından da dışişleri bakanı olarak.

Yasayı veto etmeye hazırlanan, Zurabişvili, 26 Ekim’de yapılacak genel seçimlerle ilgili, CNN’e verdiği demeçte, “Toplumun bu seferberliğini ve siyasi partilerin bu konsolidasyonunu bu seçimleri kazanmak için kullanmalıyız çünkü Avrupa yolu budur’ diyormuş. Roth sözü “komplo teorilerine” boşuna getirmiyor.

FİLLER TEPİŞİRKEN

Ukrayna’da “Meydan” olaylarıyla başlayarak bugüne gelen süreci düşündüm: Ukrayna, NATO-AB bloku ile Rusya arasına sıkışınca çıkan savaşta, 41 milyon nüfuslu ülkede bugüne kadar 50 binden fazla Ukraynalı yaşamını kaybetti, yaklaşık 8 milyon Ukraynalı göç etmek zorunda kaldı. Şimdi de AB ve NATO bloku Rusya’yı güneyden kuşatmak için Gürcistan’ı Batı’nın nüfuz alanı içine almaya çalışıyorlar. Rusya’nın bunu önlemeye kararlı olduğu anlaşılıyor. AB, ekim seçimlerine, eğer yapılabilirlerse müdahale ederek sonuçları belirlemek için elinden geleni yapacak. Rusya da öyle. Seçim sürecinde, sandık başında kim bilir nasıl provokasyonlar yaşanacak, hangi komplolar çarpışacak? Yeni bir vekâlet savaşı, bir “Ukrayna felaketi” olasılığı daha şekilleniyor.

Kapitalizmin yapısal krizinin, içinde büyük güçler arası emperyalist rekabet  ve askerisınai-kompleks öne çıktıkça, dış politikada savaşlar sıradanlaştıkça, kısacası bir “küresel savaş rejimi” (Michael Hardt&Sandro Mezzadra) şekillendikçe, “filler” daha sık tepişecek, küçük, orta çaplı (bağımlı) ülkeler, toplumların da siyasi ekonomik istikrarı, iç barışı sağlayamadıkları oranda, tepişen “fillerin” ayakları altında ezilecek.

                                                   /././

ABD-İsrail-İran üçgeninde son durum (Mehmet Ali Güller)

İsrail kabinesi, şimdi de “ertesi gün” krizi yaşıyor.

İsrail Savaş Kabinesi üyesi Benny Gantz, Gazze konusunda 8 Haziran’a kadar bir planı onaylamaması halinde partisinin hükümetten çekileceğini açıkladı. Düzenlediği basın toplantısında Gazze konusunda bir dizi talepte bulunan Gantz’ın tutumu, İsrail basını tarafından “Gantz’dan Netanyahu’ya tehdit” diye yorumlandı.

Gantz aynı zamanda Gazze’nin idaresi konusunda İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya karşı pozisyon alan İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’a destek açıklamıştı. Gallant’ın tutumu ise İsrail basını tarafından “Netahyahu’ya meydan okuma” diye yorumlandı.

NETANYAHU-GALLANT ÇATIŞMASI

Gallant, 15 Mayıs’ta düzenlediği basın toplantısında, Gazze’de bir askeri yönetim kurulmasına karşı çıkmış, bunu kabul etmeyeceğini ilan etmiştiGallant, “Ordunun planı tartışmaya açılmadı, daha da kötüsü yerine hiçbir alternatif getirilmedi” diyerek de Netanyahu’yu sıkıştırmıştı.

Netanyahu ise Gallant’a verdiği yanıtta “Hamas var olduğu sürece başka hiçbir aktör Gazze’yi yönetemeyecek, kesinlikle Filistin yönetimi değil” dedi. Netanyahu, Gazze konusunda bir “ertesi gün” tartışmasının “anlamsız” olduğunu savundu.

E. GENELKURMAY BAŞKANINDAN BAKANA YUMRUK

İsrail kabinesinde krizli hal bunlarla sınırlı değil. İsrail’in ırkçı Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir ile Savaş Kabinesi üyesi ve eski Genelkurmay Başkanı Gadi Eisenkot da karşı karşıya geldi; üstelik iddiaya göre Eisenkot bir de yumruk salladı!

Kabine toplantısında Eisenkot, hükümeti “stratejik karar almamakla” suçladı ve bazı öneriler sıraladı. Ben-Gvir ise “sizi yeterince dinledik general” diyerek araya girdi. Eski genelkurmay başkanı bunun üzerinde “Sözlerimi kesmeyi bırak” diyerek tepki gösterdi ve bakanın “sınırlarını aşmamasını” istedi.

Ardından ikili arasında süren söz düellosu, eski Genelkurmay Başkanı Eisenkot’un Ulusal Güvenlik Bakanı BenGvir’e “asker kaçağı” deyip bir yumruk sallamasıyla iyice alevlendi.

BARAK: GAZZE SAVAŞINI KAYBETTİK

Kabinedeki bu kriz ve üyeler arasındaki çatışma, elbette son tahlilde İsrail açısından işlerin iyi gitmemesi ile ilgilidir. Daha önce bu köşede birkaç kez ifade ettim: Filistin kazanıyor, İsrail kaybediyor. Biliyorum, Gazze’deki yıkıma bakınca öyle görünmüyor ama strateji düzleminde gerçek budur.

Nitekim eski Mossad Başkan Yardımcısı Ram Ben Barak da önceki gün benzer saptama yaptı: “Bu, hedefi olmayan bir savaş ve bunu açıkça kaybediyoruz. Uluslararası sahnede de kaybediyoruz. ABD ile ilişkilerimiz ciddi bozulmaya sahne oluyor. Gazze savaşını kaybettik ve İsrail ekonomisi çöküyor.”

UMMAN’DA ABD-İRAN GÖRÜŞMESİ

Anımsayacaksınız, 7 Ekim’den sonra ABD bölgeye savaş gemileri gönderince “ABD BOP’u tamamlayacak, İran’ı vuracak, Ortadoğu haritasını yeniden çizecek”  yorumları yapılmış, ben de bu köşeden itiraz etmiştim. Tersine gemilerin saldırmak için değil, İsrail’i savunmak için geldiğini belirtmiştim.

Bu süreçte İran’ın İsrail’i ilk kez topraklarında vurması da dahil ABDİsrail-İran üçgeninde pek çok karşılıklı vuruşma oldu. Ancak ABD son tahlilde hegemonyasındaki zayıflama nedeniyle meseleyi daha fazla tırmandırmaktan uzak duruyor.

Son durum mu? İsrail basınının yazdığına göre ABD ve İran heyetleri Umman’da gizli bir görüşme yaptılar. ABD heyetinde Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Ortadoğu ve Kuzey Afrika Koordinatörü Brett McGurk ile İran Özel Temsilci Yardımcısı Abram Paley buluyor.

Yani ABD İran’la gerilimi tırmandırmayı değil, krizi yatıştırmayı ve uzlaşı aramayı zorunlu olarak tercih ediyor!

(Cumhuriyet)

İktisat topluma yarar mı? (V) - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

“Tasarruf paketi” çıktı. Toplum için ne demek? Bir pencere açıp bakalım. Teknik terimler okuru ürkütmesin. Çünkü herkes yaşanan senaryonun içindedir. Herkes bunu kolay anlayacaktır.

MAKYAJ UYGUN MU, DEĞİL Mİ?

Öztin Akgüç önemli iktisatçıdır. Ciddi bilgi birikimi ve tecrübe sahibidir. 8 Mayıs tarihli Cumhuriyet’te dikkat çekici bir yazısı var: “Ekonominin Bir Sorunsalı TCMB” Merkez Bankası’nın yılsonu bilançosunda bir “makyaj” saptıyor ve sorguluyor. Sorgu hepimizi doğrudan ilgilendiriyor. Akgüç diyor ki “2 trilyon 424 milyar TL varlığın, 1 trilyon 636 milyar TL’lik bölümü ‘gerçek değer’ değildir.” Ve bu tutar “gerçek değer”miş gibi, bilançonun “varlıklar”ına (aktife) kaydedilmiştir. Oysa bu “zarar”dır ve “özkaynaktan kayıp” sayılacağı için “eksi” işaretle pasifte yerini almalıdır! Bu ciddi bir iddiadır çünkü Öztin Akgüç ciddi insandır.

Birkaç nokta var. Birincisi, bir “muhasebe makyajı” olarak zararın “aktifleştirilmesi”! Herhangi bir işyeri buna muhtaç kalabilir. Ama bir Merkez Bankası bu makyaja muhtaç kalabilir mi? İkincisi, bir Merkez Bankası kâr etmek için kurulmamıştır ki zarar etsin. Yılsonunda “devede kulak” kadar kârı olabilir; onu da Hazine’ye devreder. Zarar ise Öztin Akgüç’ün dediği gibi, “özel beceri” gerektirir. Ve üçüncüsü, evet, özel beceri gerektirmiştir ve herkesin kolayca anlayacağı da budur. Türkiye’ye yirmi küsur yıldır giydirilmiş modelin bir “gökkuşağı” var. “Zarar” o gökkuşağının altından geçerek cinsiyet değiştiriyor, “varlığa” dönüşüyor! Tuhaf mı? Değil. Çünkü model “sermayeye göre bölüşüm” esası ile kuruludur. Politikalar değişebilir, enflasyon olur, sonra onun yerine deflasyon getirilir. Modelin esası değişmez, “sürdürülebilir” olmalıdır. Kabaca budur ve TCMB bilançosu da Akgüç’ün verdiği ipucuyla bunu yansıtıyor.

TCMB “maşallah”ı olan o koca zararı, o “heyula”yı nasıl kucağında buldu? Daha önce yazdım. TCMB’nin son “Finansal Hesaplar Raporu” da berrak gösteriyor: Son üç yılda, enflasyon senaryosu sayesinde şirketler kesiminin borcu (borç/ GSYİH) yüzde 72’den yüzde 48’e inmiştir. Yani, şirketlere sadece borçlarını azaltmak üzere GSYİH’nin yüzde 24’ü kadar kaynak aktarılmıştır. Bu birincisi. İkincisi, kamu borcu/ GSYİH oranı da yüzde 42’den yüzde 30’a düşmüş. Yani, kamuya da GSYİH’nin yüzde 12’si kadar kaynak transferi yapılmış. Nereden? Rapor gösteriyor ki hanehalkı varlıklarından! Öztin Akgüç’ün açtığı kapıdan görünen ipucu da burada. Nasıl?

Şimdi, “dolar”ın kıtlaştığı ve belirsizliklerin çoğaldığı 2021 güz başlarına dönelim. Siyasetin sermayeye dağıttığı nimetin kesilmemesi lazım. Yoksa model çatırdar. İki şey icat ediyoruz. Birincisi, “dolar”a eşdeğer, rantiye için yüzde yüz cazip bir icat ki banka sistemindeki “dolar”lar yurtdışına kaçmasın. Bunun adı KKM. “Doların orada duruyor. Geçen zamanda TL’nin değeri düşer, senin için bir ‘kârdan zarar’ doğarsa, bu farkı devletin Hazine’si sana ödeyecek.” Herkesin anlayacağı şekilde, rantiye velinimetimizdir! İkincisi, evet ama yetmez. KKM ile de eşleşen, TL’sini olabildiğince ucuzlatarak (TCMB eliyle “sürdürülen” düşük faizli) enflasyon senaryosu. Enflasyon hız verilen fiyatlarla yürütülen kısa ya da uzun metrajlı bir bölüşüm filmidir. “Esas oğlanlar” daima kazanır. Son üç yıldaki sermayeye göre bölüşüm filminin çekiminde, biliyoruz, ücret payı gelir dağılımında hızla yüzde 24’e düştü ve oraya oturdu. Ucuz para ile tetiklenen enflasyon böylece yukarıda vurgulanan “borç azaltan transferler”i yaratarak sermaye ve siyasete garanti ve ferahlama getirdi.

Özetle, Hazine, KKM’li rantiyeye ödeyeceği bir ek kaynağa kavuştu. Nereden? Hanehalkı kesiminden! Ancak! Ancak, tarih 2023 Mayıs sonuna gelince enflasyon senaryosundan bir deflasyon senaryosuna geçme vakti geldi. Geçişi yapabilmek için “taze dolar” lazım. Modelin “sürdürülebilmesi” için, önce dünya finans sermayesinden “olur” alacak bir ekonomi fotoğrafı çekebilmek lazım. O güne kadar açıklar büyümüş ve bir de rantiyeye KKM için Hazine’den ödenecek “hamule” var. Bu ek yükümlülük bütçe fotoğrafını iyice sevimsizleştirir. Çareyi buluyoruz! Ve buna dünya sermayesinin mümtaz simaları da “olur” veriyor. Buluş, makyajı bütçede değil, Merkez Bankası bilançosunda yapmaktır. TCMB’nin kucağına rantiyeye ödenecek o “hamule”yi bırakıveriyoruz. Öztin Akgüç’ün şaşmaz bilgisi herkese ipucunu gösteriyor.

‘BİR YUNAN TRAJEDİSİ’

Avrupa Para Sistemi ile “Avro”su ve Avrupa Merkez Bankası (ECB) 1999’da kuruldu. Üyelik sıkı koşullara bağlanmıştı: GSYH’ye oranla bütçe açığın yüzde 3’ün, kamu borcun yüzde 60’ın üzerinde olmayacak! Yunanistan AB üyesiydi, “Avro”nun da üyesi olmak istiyordu. Ama koşulları tutturamıyordu. Kamu borcu GSYH’nin yüzde 70’i idi. Bütçe açığı vardı. Derken 2001’de, Wall Street’ten “iyiliksever bir abi” ufukta görünüverdi.

Kapitalizmin “zayıf halka”larında sahneye hâkimdi: Goldman Sachs. (GS diyelim ama Galatasaraylılar alınmasın) Dünya sermayesinin varlıklar yöneten büyük şirketi. Yunanistan’a 2.8 milyar Avroluk “swap” makyajı ayarladı. “Swap” kamu borcu kaydında yer almayacak, üyelik engeli aşılacaktı. Makyaj güzel gösterdi. GS de bu hizmetinden 600 milyon Avro kazandı! Bütçe açığındaki makyaja girmeyelim. Borca bakalım. 2005’e gelinince 2.8 milyar Avroluk borç katlanmış, 5.1 milyar Avro’ya çıkmıştı. Finans âleminde “yağmacı kredi” (predatory lending) diyorlar; Türkçesi kaşıkla verip sapıyla çıkarmaktır! (Swap’ı son birkaç yılda biz de tanıdık ve seviyoruz!)

Yunanistan’da ekonomiye bakış borçlanma merkezliydi. Yunan ticaret ve finans sermayesindeki inanca göre iktisat politikası ancak ucuz borçlanmanın sonsuzluğu üzerine kurulabilirdi. Avro üyeliği bu “şans”ı veriyordu. Borçlanma maliyeti ve borç servisi yarıya inecekti. Böylece, üyelikle birlikte borçlanma ve harcamalar hızlanarak arttı. Vergi gelirleri düştü. Bütçe açıkları büyüdü. İnşaat ve emlak işleri patlama yaptı. 2004’te Atina Olimpiyatları gösteriş sarhoşluğunu doruğa taşıdı. 2007’de kamu borcu/GSYİH yüzde 100’e varmıştı ve 2010’da, ülkenin Fransız bankalarına 53 milyar dolar, Almanlara 37 mr dolar, İspanyollara 12 mr dolar borcu vardı.

Bir araştırmacının “Yunan trajedisi” dediği süreç, krizin ilk belirtileriyle 2009 sonlarında başladı. Bu ekonomi önce siyaseti ve giderek toplumu depremlere sürükledi. 2009 Ekim’inde Pasok (Papandreou) iktidara geldi. Önceki iktidarların bütçedeki makyajlarını ortaya çıkardı. Açık gerçekte kat kat fazla idi. 2010 baharında, AB ve IMF işe el koydular. Sosyal kalemleri sıfırlayan, daha çok özelleştirme yaptıran, vahşi bütçe kesintileri taşıyan, toplumdan daha çok, daha çok “tasarruf” isteyen “kurtarma paketleri” ile geldiler. Toplum ayağa kalktı. Ama “Avro”ya üye olunca iktisat politikasının tüm araçlarını paketleyip Frankfurt’a (ECB’ye) teslim ediyorsunuz. Size sadece “tasarruf tedbirleri” kalıyor! AB ne derse o olacaktı. Ve AB’den anlayış beklenemezdi. Avrupa 2010’dan başlayan bankacılık krizi içindeydi! Yunanistan toplumun elinde avucunda ne varsa alınarak yani “tasarruf”la “kurtarılacak”tı. AB bunu beğenirse “yardımı”, yani yeni borcu esirgemezdi!

Kısaca, Yunanistan 2000’lerde kendi ayağıyla girdaba girdi. Çıkacak güce ve inanca sahip değildi. İşsizlik 2012’de yüzde 26’ya, 2014’te yüzde 28’e, genç işsizliği yüzde 50’ye çıktı. Borçluluk krizi insanlık krizini getirdi. Ortaya evsizlik, sağlıksızlık, intiharlardan oluşan bir toplum tablosu çıktı. Ülkenin en iyi yetişmiş elemanları binlerle yurtdışına göçtüler. Hükümetlerin biri gitti, öteki geldi. Politikacıların sahneye atılanları bir süre sonra siyaseten ufalandılar. Çünkü ekonomi kendilerine ait olmayan bir “troika”nın eline verilmişti: AB, ECB ve IMF. Görünmeyen amir kişi olarak da Almanya. Onlar bir “tasarruf paketi”nden bir sonrakine geçen bir “iktisat politikası zinciri” oluşturdular. Ve gıdım gıdım borç verdiler. Ekonomi üst üste altı yıl daraldı. Nüfusun üçte biri yoksulluk sınırının altına indi (OECD). Ya 2000’den önce yüzde 70 olan kamu borcu/GSYİH oranı kaç oldu? 2023 verilerine göre yüzde 166! Galiba, orada yeni “tasarruf tedbirleri”nin zamanı geldi!

EŞHAS-I VAKA

Lukas Papademos GS’ın swap filmi sırasında Yunanistan Merkez Bankası’nın başındaydı. Filmin “esas oğlanı” idi. Filmde, Yunan kamu borcu yönetiminin başı ve eski bir GS elemanı olan Petros Kristodoglu ile bir nadir ikili oluşturdular. Sonra Papademos terfi etti: 2002-10 arasında ECB başkan yardımcılığına getirildi. Daha sonra, Yunan trajedisi başlayıp gelişince, 2011 Kasım’ında “Ulusal Birlik” hükümetinin (biliyoruz, sermaye ‘ulusallığı’ tam bu noktada çok sever) başbakanı oldu. 2012 Mayısı’na kadar güzel bir “tasarruf paketi” hazırladı. Sonra ayrıldı. Hizmette kusuru olmadı.

Papademos istisna değildir. Kalbi Wall Street’te atan bir dünya her kademedeki elemanlarıyla ve patronlarıyla bir büyük, özel “aile”dir. Sermayenin kendine özgü bir dünya vatandaşlığına sahip “aile üyeleri” vardır. “Aile işleri” daima önceliklidir. Ülkelerin iktisat politikalarının ayarı bu önceliklere göre yapılır. Bir orkestranın ses ve tonalite ayarı gibi. İktisat kuramları ve kuralları bu ayara uyumlu olmalıdır. İşin esası bu. Avrupalı Mario Monti, Mario Draghi, Otmar Issing, Antonio Borges son yirmi yılda Avrupa kapitalizminin hâkim noktalarında oturanlardır. Say say bitmez. Tümü GS’nin uluslararası danışmanı, yöneticisi olarak “aile”ye ve böylece kapitalizme üstün hizmet yapmışlardır. Sadece iktisat politikalarının değil, siyasetin ayarı da teknik çözümleri düzenleyen bu ölçülerle, bu kişilerin görevi olur. Yadırganamaz ve gelişmeleri kavrayabilmek için bunu daima görmek gerekir.

19 Eylül, 2023’te New York’ta, “Türkiye Yatırım Konferansı” başlığı ile geniş bir toplantı yapıldı. Yer GS’nin büyük ofisiydi. Bakan Şimşek toplantı sonrasında kısa açıklama yaptı “Dünyanın önemli yatırım bankalarından GS’nin ev sahipliğinde ilk buluşmayı yaptık. GS’nin Türkiye’ye fon akışında katkısı olacak” dedi. Ayrıntılara girmeyelim.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet