31 Mayıs 2024 Cuma

soL KÖŞEBAŞI (31 Mayıs 2024)

 

Böyle gitmez (Mesut Odman)

Bu yazıdaki “böyle gitmez” ülkeyi yöneten, geçici de olsa egemenliği altında bulunduran siyasetçilerle onların buyruğundakiler için söyleniyor. Bizim için değil, karşımızdakiler için…

Aziz Nesin’in büyüklüğü de kim ne yaparsa yapsın unutulmazlığı da bununla ilgilidir biraz. Halkımızın hemen herkesçe bilinen bazı sözlerini, davranışlarını, öykülerini alır, tersine çevirir; bunu yapmakla aslında onların özünü oluşturan ilerletici, devrimci yanları açığa çıkarır ve yeniden yazar.

“Böyle gelmiş, böyle gider” sözü, atasözlerini derleyen birçok sözlükte yer alıyor. Yıllarca, onyıllarca değil, yüzyıllarca sömürülmüş, ezilmiş halkımızın bilgece teslimiyetçiliğinin şaşırtıcı örneklerindendir. Bilgecedir; çünkü, yaşadıklarının kökünü sezmeye yönelik bir pırıltıyı barındırır. Teslimiyetçidir; çünkü, anlıyorum da çözümü yok yahut benim çözmeye gücüm yok, anlamındadır.

Oysa, ustanın bu sözü alıp küçük görünen büyük bir değişiklikle kitabına ad olarak koymasından sonra, dilimizden düşüremez olmuşuzdur: Böyle gelmiş, böyle gitmez.

Genellikle başımıza gelenlerin kaynağını az çok anlamış olarak bundan sonra şimdiye kadar olduğu gibi devam edemez, devam etmesine göz yummayız, sessiz kalmayız, katlanmayız benzeri bir karşı koyma tavrı içine girerken, onun habercisi olan bir diklenmeye yönelirken söyleriz bunu. Yüksek sesle, alçak sesle, hatta kimi zaman hiç ses çıkarmadan. Ama bu yazıdaki “böyle gitmez” ülkeyi yöneten, geçici de olsa egemenliği altında bulunduran siyasetçilerle onların buyruğundakiler için söyleniyor. Bizim için değil, karşımızdakiler için… Bu ülkenin gerçek sahipleri için değil, onun geçici efendileri için…

Onları düşünerek böyle gitmez derken, böyle götüremeyeceklerini öne sürerken akla gelebilecek, bu sözün dayanakları arasında gösterilebilecek birçok durum, sorun, gelişme var. Tümünden söz etmeye kalksak ne yer ne zaman yeter. Ayrıca gerek de yok; çünkü, en az bilinenleri diye düşündüklerimiz bile bu yazıyı okuyacakların tümü için olmasa da çoğu için hiç akıldan çıkarılmayan konular arasındadır. Büyük olasılıkla öyledir, demek istiyorum.

Öyleyse, son günlerde benim en çok aklıma takılanlar, diyerek bir öznellik katalım. Hem bunu yaparsak unutmuş ya da atlamış olduklarımız için önceden bir özür dilemiş oluruz.

Bir kez, çoluk çocuğun, gençlerin değil, basbayağı çocuk yaştakilerin elinde ya da gizli bir yerinde uyuşturucu, belinde silah dolaşıyor olmaları, berbat bir durum. Berbat yerine daha uygun sözcükler bulmak gerekiyor, okurlara bırakıyorum. Bu uyuşturucu işi yeni değil. Otuz yıl kadar önce de liseli çocuklarımızdan dinlerdik, birden sınıfın kapısının açıldığını ve içeri dalan sivil polislerin üst araması yaptıklarını anlatırlardı.

Silah külah işinin, onlarla yapılan savaş benzeri çatışmaların da sıradan olaylar arasına katıldığı görülüyor. Sokaklarda, barlarda, şurda burda uzun namlulu silahlarla hesaplaşan, vuruşan, kimisi kaçak, kimisi biri Türkiye’den olmak üzere çifte pasaportlu Sırpı, Gürcüsü ile uluslararası mafya babaları ve onların çeteleri, İstanbul başta, büyük kentlerimizde kol geziyorlar.

Öte yandan, Kemal Paşa’nın bir sözünden kısaltılarak türetilmiş bir slogan var, anlaşılan özellikle güney sınırlarımızda her yere yazılmış durumda, “hudut namustur” deniliyor. Lakin, daha eski ve bildik nedenlerin yanı sıra son zamanların olgusu durumuna gelmiş “çağdaş kavimler göçü”nün etkisiyle olmalı, hudut ile kevgir sözcüklerinin yan yana getirilmesi daha gerçekçi görünüyor. Güneyden ve doğudan oralara komşu sayılabilecek ülkelerden insanlarla başka “şeyler” gelip geçiyor, öteki sınırlardan mafyası şusu busu… Sonuç olarak, o sloganda ısrar etmemekte yarar var, denebilir; çünkü, hemen ardından, “namus elden gitti” sözü akla geliyor.

Bu arada, silahtı cinayetti konuşulurken, koalisyonun içindeki şimdiden ipuçları ortaya çıkmış ciddi sıkıntılar da akla gelmiyor değil. Koalisyon derken abartmış olduğumu sanmıyorum; yirmi küsur yıldır biçimsel olarak bir tek parti hükümeti ortada olmakla birlikte, bu uzun sürenin hemen hemen hiçbir diliminde toplumsal ve/veya siyasal anlamda koalisyon denemeyecek bir iktidar olmamıştır. Şu sıralarda, küçük ortak ile doğrudan mı dolaylı mı bağlantılı olduğu günlük sohbetlerin konusu durumuna gelmiş siyasi cinayetlerle mafyatik soruşturmalar, ortaklar arası ilişkilerde henüz bütün boyutlarıyla açığa çıkmamış, açığa çıkıp çıkmayacağı da belirsizliğini koruyan gerilim noktalarını oluşturuyor. Yine de, ne kadar belirsiz olursa olsun, bu noktaların büyük ortağın elindeki kozları güçlendirici bir işlev gördüğü düşünülebilir. Bu kozların önümüzdeki haftalar ve aylarda yeni ortak arayışlarına yol açması şaşırtıcı olmaz. Buna karşılık, yeni ortakların kimliğini şaşırtıcı bulanlar çıkacaktır.

Söz cinayetlerden açılmışken, akıl almaz bir vurdumduymazlıkla karşılanan iki tür cinayete daha değinilmezse, yaşadığımız günlerin anlatımındaki eksiklik, hoşgörülebilirlik sınırını aşmış olur. Her ikisi de, ne yazık, ülkemizin hayatında çok eskilerden beri sıradan olaylardır. Yinelenme sıklığı ve yol açtığı kayıplar bakımından dehşet sözcüğü yetersiz kaldığı halde sıradanlaşmış olan bu cinayet türlerinden biri iş, öbürü ise trafik cinayetleridir. Son yıllarda olağanüstü hız kazanan madencilik sektöründe iş cinayetleri ile doğa cinayetleri el ele gitmektedir. Otoyollar çoğaldıkça ve hız sınırları yükseltildikçe, kuşkusuz birçok başka etkenin de katkısıyla, inanılması güç şiddet ve sıklıktaki trafik kazaları günlük felaket olayları içinde hep ilk sıralardadır.

Bağlamaya çalışırsak,  küçüğü ve büyüğü ile ortaklardan onların yönetimi ya da etkisi altındaki kurumlara kadar pek çok yerde örtülü ya da açık seçik gruplaşmalar, zaman zaman parçalanmalar, o gruplar ve parçalar arasındaki görüş ayrılıklarıyla sınırlı kalmıyor; keskin çıkar çatışmalarına dönüşebiliyor. Böyle bir saptamayı mümkün kılan gelişmelerin, pek de seyrek olmayan biçimde ortaya çıktığı gözlenebiliyor.

Bütün bunların temelinde, geçen gün Erdoğan’ı servetlerin dağılımında görülmemiş adaletsizliklerin varlığından söz etmek zorunda bırakan kapitalizmin, özel olarak da onun “yerli ve milli”si olanTürkiye kapitalizminin bulunduğunu söylemek, beylik bir saptamanın yinelenmesi olarak görülmemelidir. Eskisiyle yenisiyle, yaşlısıyla genciyle, yıllardır iktidarda olanıyla iktidar sırasını bekleyeniyle, beş vakit namazındakiyle alnı secdeye değmemiş olanıyla hiçbir düzen politikacısı, onun çizdiği sınırların dışında hareket edemez. Yine de içlerinden “böyle gitmez” diyenlerin çıkması mümkündür. Yüksek bir olasılık mıdır? Onu bilmem.

                                                               /././

2003’ten 2023’e Milli Eğitim! (Rıfat Okçabol)

Bu raporun da, eğitsel amaçlarla değil de propaganda amacıyla yazılmış olduğu görülüyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın Strateji Geliştirme Başkanlığı 7 Şubat 2024 günü bu başlıkta bir rapor yayınlamış.1 Raporu birimin başkanı ile beş birim çalışanı hazırlamış. Eğitim sisteminde sanata önem verilmese de, İslam kültürü dışında başka kültür tanınmasa da, bakan Y. Tekin raporun "Sunuş" sayfasında, “Kendi medeniyet değerlerimiz ekseninde dünyayı daha iyi anlayan ve okuyan güçlü bireylerin; kültür, sanat ve teknoloji odaklı gelişimleri üzerine oturan yepyeni bir sistematik oluşturma çabası içerisindeyiz” diyebiliyor! 20 yıldır laiklik ve bilimsellik gibi çağdaş değerlere önem verilmese de, “… son yirmi yıldır eğitim ortamlarımız fiziksel, bilimsel ve teknolojik altyapı açısından geçmişle mukayese edilemeyecek derecede geliştirilmiş ve çağdaş dünya standartlarını yakalamıştır” diyebiliyor!

"2017 müfredatı" gibi "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" de öğrencileri ve toplumu imamhatipleştirme amacıyla hazırlanmışsa da, Strateji biriminin başkanı "Önsöz" sayfasına şu cümle ile başlayabiliyor: “Eğitimde genel amaç bireylerin bilgi, beceri, değer ve davranışlarını geliştirmek; onları topluma, hayata hazırlamak ve potansiyelini en üst düzeye çıkarmaktır.” Raporun sunuş ve önsöz sayfalarını okuyunca, bu raporun da "2024 strateji belgesi" benzeri bir rapor olduğu belli oluyor.

"1)  Sayılarla Eğitim, 2) Eğitimin Finansmanı ve Bütçe İmkanı, 3) Öğretim Programları ve Eğitimin Niteliği, 4) Sosyal Yardımlar, 5) Teknolojik Altyapı ve Teknolojinin Eğitimde Kullanılması, 6) Hayat Boyu Öğrenme, 7) Diğer Çalışmalar" bu raporun ana bölümlerini oluşturuyor.

İlk bölümdeki Tablo 1, 2 ve 3’te yıllara göre okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretime devam eden öğrenci sayıları veriliyor. Bu tablolarda kız, erkek sayıları ile açıköğretimde okuyanların sayıları verilse de, özel okullarda okuyanlarla mesleki ortaöğretime devam edenlerin sayıları verilmiyor! Bakanlık böbürlenmek ve propaganda yapmak için bu raporu yayımlamış olsa da, bu tablolardaki sayılar, toplumun/çocuklarımızın ne kadar aldatıldığını gösteriyor. Örneğin bu tablolarda, açıköğretim dahil ilköğretime devam eden öğrenci sayısının 2012-13 öğretim yılında 11 milyon 160 bin 896’ya ulaştığı, ancak 2022-23’te 11 milyon 59 bin 648’e düştüğü görülüyor! Nüfusumuz her yıl hızlı bir şekilde artarken, nasıl oluyorsa açık ve normal ilköğretime giden öğrenci sayısının azalması, ilköğretim çağındaki yüz binlerce çocuğun okula gitmediği/gidemediği anlamına geliyor. Daha da çarpıcı olan durum, zorunlu öğrenim çağında olup da açık ortaöğretimde okuyan çocuk sayısındaki hızlı artış oluyor. Tablolardan, açıköğretimde okuyan çocuk sayısının, 2002-2023 yılları arasında, ilköğretimde 219 bin 606’dan 337 bin 174’e ve ortaöğretimde de 533 bin 41’den 2 milyon 9 bin 480’e çıktığı görülüyor. Açık lise, 4+4+4 yasası sonrasında, ortaöğretime geçiş sınavını kazanamayan yoksul çocukların gitmek zorunda kaldığı okula dönüşmüş bulunuyor. Açıköğretimde okuyan çocuğun, allameyi cihan olsa, normal öğretimde okuyan çocuk kadar bilgi ve görgü edinemeyecek olması, bu kurumun okul çağındaki çocuklar için ne denli sağlıksız olduğunu gösterdiği gibi toplumun ne denli kandırıldığını da gösteriyor.

Bu bölümde, 2022-23 öğretim yılında, derslik başına düşen öğrenci sayısının ilköğretimde 23, ortaöğretimde 22 olduğu, bir öğretmene düşen öğrenci sayısının da ilköğretimde 18, ortaöğretimde 12 olduğu belirtiliyor. Okullaşma oranı ilköğretimde yüzde 95,29, ortaöğretimde yüzde 91,70 olarak açıklanıyor. Bu rakamlar gerçeği pek yansıtmıyor. Açık öğretime davam eden öğrenci sayısının yüksekliği nedeniyle bakanlık bu raporda, bir sınıfa düşen ortalama öğrenci sayısıyla bir öğretmene düşen öğrenci sayılarını daha az gösterebiliyor ve toplumu bir kez daha kandırıyor. Zorunlu öğretim düzeyinde açıköğretim olmasa derslik başına ve öğretmen başına düşen öğrenci sayılarının daha yüksek olacağını bilmek gerekiyor.

Bu bölümde ayrıca yıllar itibariyle okul sayıları, pansiyonlu okul ve öğrenci sayıları ile öğretmen sayıları veriliyor. Hiçbir yerde özel okullarda okuyan öğrenci sayıları belirtilmese de, nedense özel okul sayıları ile özel okulda çalışan öğretmen sayıları veriliyor. Ancak 16 sayfadan oluşan bu bölümün hiçbir yerinde imam hatip okulları gibi okul türleriyle ilgili sayılara (herhalde imam hatiplerle ilgili orantısız gelişmeyi toplumdan saklamak için) yer verilmiyor.

İkinci bölümde, yıllara göre eğitim harcamalarıyla ilgili bazı bilgiler veriliyor.

Üçüncü bölümde, “2012 yılında ortaöğretimin de zorunlu eğitim kapsamına alınmasının ardından; … Öğrencilerin daha iyi öğrenebilmelerini sağlamak için program içeriğinin günlük hayat ile ilişkisinin güçlendirilmesi, … Güncelliğini kaybetmiş kazanım ve içeriklerin arındırılması, … 2019 yılı itibariyle ilk kez uygulamaya konulmuştur” deniyor. Bu satırları okuyunca insan şaşırıyor. Çünkü uygulamada bu söylenenlerin tam da tersi gerçekleştiriliyor. Ders programlarına eklenen yeni seçmeli derslerin çoğunun günlük yaşamla değil yüzyıllar öncesinin anlayışıyla ilgili olduğu biliniyor. Osmanlı, hilafet, Osmanlıca konuları yanında maarif gibi günü geçmiş sözcüklerin kullanımına ağırlık verilerek güncelliğini yitirmiş konuların güncelleşmesine çalışılıyor.

Bu rapor gerçekten de ilginç bir rapor. Bakanlık seçme sınavlarında din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ile yabancı dil dersinden soru soruyor. Seçme sınavlarını, sınavı kazanamayan yoksul öğrencileri, imam hatiplere ya da açık liseye gitmeye zorlayacak nitelikte düzenliyor. Özel okullar parası olana ayrıcalık getirdiği halde devlet özel okula giden öğrencilere katkı payı ödüyor. Tüm bu gelişmelerden sorumlu olup eğitimde fırsat eşitliğini yok eden bakanlık, bu raporun 3. bölümünde “Eğitimde Demokratikleşme Süreci” başlığı altında sayfalarca yazı yazabiliyor!

Bu raporda imam hatip ve fen liseleri gibi okul türleriyle ilgili sayısal gerçekler toplumdan saklandığı gibi, 2. bölümde yer verilen bütçe harcamalarında da, okul türüne göre yapılan harcamalarla öğrenci başına düşen harcamalar toplumdan saklanıyor. Bu raporun da, eğitsel amaçlarla değil de propaganda amacıyla yazılmış olduğu görülüyor. 

soL


T24 KÖŞEBAŞI (31 Mayıs 2024)

 

Üç kadının 'katilsiz' ölümü ve Sinan Ateş cinayeti yolunda düğümlenen hikâyeleri (Candan Yıldız)

Atılan düğüm çözülmediği için kar tapu gibi büyüyen bir çürümeyle karşı karşıyayız

Ümitcan Uygun ve Esra Hankulu

Biraz geriye gidelim, düğümün atıldığı yere… Ümitcan Uygun

İki kadının katil zanlısı olarak iki ayrı dosyadan hem yargılandı hem de şüpheli olarak ifade verdi. O iki kadın bugün hayatta olmayan Aleyna Çakır (Sema Esen) ve Esra Hankulu… Aleyna Çakır 21 yaşındaydı ve 3 Haziran 2020’de evinde bornoz kuşağı ile kapıya asılmış bir şekilde bulundu. Adli tıp raporunda, asılma fiilinin kişinin kendisi tarafından yapılmasının mümkün olduğu ancak bu konuda kesin bir değerlendirme yapılamayacağı belirtildi.

Kız arkadaşı Aleyna Çakır’a şiddet uyguladığı için ceza alan Ümitcan Uygun, Aleyna Çakır’ın ölümüyle ilgili hiç yargılanmadı. Zaten bu dosya dört yıl geçmesine rağmen hâlâ soruşturma aşamasında…

Ümitcan Uygun, ki kendisi racon kesme, uyuşturucu kullanma ve yurtlarda kalan genç kızları fuhuşa sürükleme iddialarıyla itham edilen bir kişi…

Uygun, 25 yaşındaki Esra Hankulu’nun ölümüyle ilgili davada ‘Kasten öldürmeden’ değil “ağır yaralamadan” 10 yıl hapis cezası aldı. Bu dosya da şu anda Yargıtay’da  Hankulu ailesinin avukatı Nuran Özdemir, Yargıtay Başsavcılığı’nın kararın bozulması yönünde tebliğname verdiğini söyledi.

Ankara’da yurtlarda kalan genç kızları fuhuşa sürükleyen yapıda olduğu iddia edilen Ümitcan Uygun’un annesini de hatırlayacaksınız; Gülay Uygun… O da ‘yurt annesi’ olarak bilinen bir isimdi. Onun ölümü de ‘intihar’ denilerek kapatıldı. Etkili bir soruşturma, bu ölümde de söz konusu olmadı. Gülay Uygun’un ölümünden sonra oğlu Ümitcan Uygun kameralar karşısında ne demişti, ki o videoyu bulmak çok kolay olmadıSayın Süleyman Soylu hepinize yalvarıyorum. Ben sustum ama bu saatten susma diye bir şey yok.” Ümitcan Uygun o saatten sonra sustu nedense… Ama bu üç kadının ölümleriyle ilgili bütün iddialar titizlikle araştırılsaydı, Ankara’yı ve aslında Türkiye’yi esir alan bu düğüm çözülecekti.

Zira Ümitcan Uygun’la ilgili şu iddia hep konuşuldu; yurtlarda kalan genç kızları  Ayhan Bora Kaplan’ın işlettiği pavyonlarda çalıştırdığı, savcı, hakim, siyasetçi ve polis müdürlerinin de bu kızlarla görüntülerinin Kaplan tarafından çekildiği ve saklandığı… Ayhan Bora Kaplan’ın suç örgütü liderliği iddiasıyla yargılandığı davanın duruşmasında hakime iki kez ‘birtanem’ diye seslenmesinin de bir yerlere mesaj olduğu konuşuluyor. Bu olayların birbirine değen noktaları asıl düğüm… Ayhan Bora Kaplan’ın yakalanmasında görev alan Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Çelik ve organize suçlarla mücadele şube müdürü Şevket Demircan’ın tutuklanması ile Sinan Ateş cinayetine ilişkin Plaka Tanıma Sistemi görüntülerinin sızdırılmasının bağlantılı olduğu konuşuluyor. Farklı ekiplerin birbirine karşı hamlesi gibi…

Gelişmeler böyle iken eski MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz, Sinan Ateş cinayetinden 17 ay sonra MHP lideri Devlet Bahçeli’nin hedef gösterdiği Halk TV’ye konuştu. MHP’yi yakından bilen eski Ülkücüler, Kılavuz’un Bahçeli’ye rağmen konuştuğunu, kendisini kurtarmaya çalıştığını aktarırken, Kılavuz’un bundan sonra da konuşmaya devam edebileceği öngörüsünde bulunuyorlar. MHP içindeki huzursuzluğa da dikkat çekiyorlar. Bu bilgiyi de kendileriyle konuşan MHP’lilere dayanarak verdiler. Olcay Kılavuz’un her an gözaltına alınabileceği de ifade ediliyor. Saldırılar tam aydınlatılamadı…

Yine bir hatırlatma… Gazeteci Yavuz Selim Demirağ’a evinin önünde beyzbol sopalarıyla saldırı olmuştu. Demirağ’ın avukatları saldırganların ‘öldürmeye teşebbüsten’ ceza alması gerektiğini savunurken savcı mütalaasını ‘ağır yaralamadan’ verdi. Saldırganlar bir gün bile cezaevinde kalmadı.

Eski Ülkü Ocakları Başkanı ve avukat Afşin Hatipoğlu ile gazeteci Orhan Uğuroğlu da saldırıya uğramıştı. Uğuroğlu o dönem “Eğer bana veya Yeniçağ yazarlarına bir kez daha saldırı olursa, hatta öldürülecek olursak buradan açıkça çok net ilan ediyorum ki birinci derece sorumluları; Devlet Bahçeli'dir, Semih Yalçın'dır ve bana herhangi bir saldırı daha yapılırsa birinci derece sorumlusu gerekli güvenlik önlemlerini almayan; İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'dur” demişti.

Ülkücü geçmişe sahip, Gelecek Parti kurucularından ve Muğla Milletvekili Selçuk Özdağ da evinin önünde sopalı ve silahlı saldırıya uğramıştı.  Kamera görüntüleri açık olarak her şeyi anlatıyordu. O saldırıya karışanların da Ülkü Ocakları ile bağlantısı ortaya çıkmıştı. Saldırganlar saldırıdan 20 gün sonra tahliye edilmişti.  Selçuk Özdağ'a saldırı soruşturmasında takipsizlik kararı verilen Ülkü Ocakları Ankara İl Başkan Yardımcısı Suat Yılmazzobu, Sinan Ateş cinayeti iddianamesinde yer aldı. İşte atılan düğüm çözülmediği için kar tapu gibi büyüyen bir çürümeyle karşı karşıyayız.

3 yıl önce kızını toprağa veren Esra Hankulu’nun annesi Fatma Hankulu’nun sözleriyle bitirelim yazıyı…

Benim kızım öldürülmeden önce Aleyna Çakır’ın öldürülmesine çok üzülmüştüm. Adını anmak bile istemediğim kişiye (Ümitcan Uygun) çok kızıyordum. Kızımı bir yerlere düşüreceklerdi. Adalet yok, aldığı ceza sadece 10 yıl… Ben 25 yaşımdaki kızımı toprağa vermişim. Onun acısıyla baş başa kaldım. Tavuk ölüsü kadar değerleri yok insanların. Benim kızım bir zenginin kızı olsaydı ya da bir hâkimin kızı olsaydı ceza böyle mi olurdu! Ümitcan Uygun’un annesinin de kızları batağa düşürdüğünü söylüyorlardı. Kızları pavyonlara satarak para kazanıyorlarmış. Gidene kimse acımıyor.”

                                                                /././

Sahte sigortalılık denetimleri hızlandı: Birçok emeklinin emekliliği iptal edilebilir (Murat Batı)

Sahte sigortalı tespit edilirse kazanılmış haklar geri alınabilir mi?

Basında yer alan haberlere göre Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), yaptığı denetimler neticesinde sadece 2023 yılında 113 bin sahte sigortalı tespit etmiş. Şayet denetimler artarsa bu sayının çok daha fazla olacağını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek.

Ekonomik koşulların her geçen gün daha da zorlaştığı şu günlerde bu tarz haberlere daha fazla rastlayacağız gibi. Bu nedenle SGK denetim elemanlarından şu dönemlerde sahte iş yeri ve sahte sigortalı kavramlarını fazlasıyla duymaktayız. Hatta hayati öneme sahip olan bu iki kavramı çok iyi anlayıp önünü kesmezsek telafisi imkânsız sonuçlara yol açabilecektir.

Nedir sahte sigortalılık?

Sahte sigortalılık, bir kişinin bir iş yerinde fiilen çalışmamasına rağmen SGK'ya sigorta girişinin yapıldığı durumdur. Örneğin bir firma yetkilisi (müdürü, mali müşaviri vs), işsiz, dolayısıyla da sigortası olmayan kişilere gelin sizi bir bedel (TL) karşılığında sigortalı yapayım ama primlerinizi ödemeyeceğim diyerek sigortalı gösterebilmektedir. Ya da eşini, komşusunu yeğenini vs sigortalı yaparak gerçekte çalışmadığı halde çalışıyor göstermektedir.

Hatta bazı iş yerleri bu şekilde paravan olarak kurulmakta ve yüzlerce kişi, bu yolla sigortalı gösterilebilmektedir. SGK'nın denetim raporlarına göre 10 m2'lik bir dükkânda yüzlerce sigortalı kişi görülebilmektedir. İşte bu iş yerlerine sahte iş yeri; bu yerlerde çalışanlara ise sahte sigortalı denilmektedir.

Ne var bunda diyebilirsiniz ancak 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu m.4/1.fkr-a bendi uyarınca bir hizmet sözleşmesine dayalı olarak çalışanlar sigortalı sayılabilmektedir. Bu nedenle fiili olarak çalışmayanların, sigortalı sayılmamaları gerekir.

Ancak uygulamada sahte sigortalılık gerçekte olan bir iş yerinde ve hizmet akdine dayalı olarak bulunanlar için pek kullanılmamaktadır. SGK denetimleri neticesinde bu şekilde tespit edilenler için sahte sigortalılık yaftası pek yapıştırılmamaktadır.

Uygulamada daha çok sahte iş yerinde bulunan kişiler için cezai işlem yapılmaktadır. Örneğin küçük bir mahalle berberinde yüz adet sigortalı görünüyorsa o zaman bu kişilerin çoğunluğunun sahte sigortalı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Özetle 5510 sayılı Kanun kapsamında olan kişilerin sigortalı sayılabilmesi için esas kural hizmet sözleşmesine dayalı şekilde fiili olarak çalışması gerekmekte ve özellikle yapılan denetimlerde sigorta girişi olduğu halde çalışmadığına yönelik tespitler bulunması sonucunda o kişi hakkında sahte sigortalı işlemi yapılmaktadır.

Sahte iş yeri nedir?

SGK'nın 12.08.2021 tarih ve 2021/27 sayılı Genelgesi uyarınca sahte iş yeritabela iş yeri olarak da adlandırılan gerçekte hiçbir ticari ve mesleki faaliyeti olmadığı ve somut bir varlığı bulunmadığı halde, iş yeri dosyasından sahte sigortalılık bildirimi yapmak amacıyla, çoğu kez gerçekte var olmayan adresler beyan edilerek (boş arazi, boş dükkân vb.) sadece sahte sigortalı bildirmek amacıyla iş yeri dosyası tescil edilen yerlerdir.

Ya da sahte iş yeri, yeni iş yeri dosyası tescil edilmeksizin SGK'da tescilli bulunan ve gerçekte var olan faal veya gayri faal bir iş yerini devralmak ya da bu iş yeri işvereni olan şirketin hisselerini satın almak veya gayri faal olan iş yerlerinin e-bildirge şifrelerini usulsüzce kullanmak suretiyle bu iş yeri dosyaları üzerinden gerçekte hiçbir ticari ve mesleki faaliyette bulunmadan sahte sigortalılık bildirimi yapmak amacıyla da işlem yapılabilmektedir.

Yani gerçekte olmayan bir iş yeri kurulmakta ve burada bazı kişilerin para karşılığında sigorta girişleri yapılmakta ve dolayısıyla da bu kişiler sigortalılığın bazı haklarından yararlanabilmektedir.

Ancak gerçek ve eylemli çalışanların da bulunduğu gerçek iş yerlerinden bildirim yapılan aynı aylarda sahte sigortalı/sigortalıların da bildirildiğinin tespit edilmesi durumunda ise iş yeri sahte olarak değerlendirilmeyerek sigortalı sahte sayılmak üzere sahte sigortalıların hizmetleri iptal edilecektir. 

Sahte sigortalının avantajı nedir?

Sahte sigortalı bir kişi devletin sunduğu sağlık hizmetlerinden yararlanabilmektedir. Hatta 5510 sayılı Kanun uyarınca işveren, çalışan için sigorta primi yatırmasa bile bu hizmetlerden yararlanmaya devam etmektedir.

Şöyle ki sahte iş yeri tescil ettiren kişilerin, sağlık provizyonu alamadıklarını tespit ettikleri kişilerin sağlık hizmetlerinden yararlanmalarını sağlamak, yaşlılık aylığına hak kazanma koşulları arasında sayılan eksik prim ödeme gün sayılarını tamamlamak vb. diğer sosyal sigorta haklarından yersiz bir şekilde istifade etmeleri amacıyla talep ettikleri para karşılığında sahte sigortalı bildiriminde bulunmaktalar.

Görüldüğü üzere sahte sigortalı kişi işverenin kendisi için ödemesi gereken sigorta primini ödemediği halde yani sigortaya borcu olmasına rağmen bu kişi sahte de olsa sağlık hizmetlerinden yararlanabilmekte, ilaç alabilmektedir. Bu elbette sosyal devlet ilkesinin gereğidir ancak sahte sigortalılık bu iyi niyeti maalesef kötüye kullanmaktadır. SGK bu yolla zarara uğratılmaktadır.

Örneğin, bir kişi üzerine bir iş yeri açılmakta ve onlarca kişi bu iş yerinde sigortalı görünmektedir. Ödenmeyen sigorta prim borçlarının muhatabı ise iş yeri sahibidir ve SGK, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun uyarınca iş yeri sahibinden cebri icra yoluyla tahsil etmeye çalışacaktır. Ancak iş yeri sahibi malı-mülkü olmayan biri ise o zaman işler sarpa sarabilmektedir.

Bu sahte sigortalılık hadisesi özellikle temizlik ve tekstil sektöründe fazlasıyla görülmektedir.

Öte taraftan sahte sigortalı bir kişi banka kredisi de kullanabilmektedir. Ayrıca emeklilik aylığına hak kazanmak, hastalık ve/veya analık sigortası haklarından yararlanmak gibi çalışan sigortalıya sunulan diğer haklardan da yararlanılabilmektedir.

Hatta bazı kişiler Bağ-Kur'lu olup yüksek primden kaçarak emekli olunacak son yedi yılın üç buçuk yılını bir işverenin yanında ücretli görünerek daha düşük primle emekliliğe hak kazanabilmektedir. Şeytanın bile aklına gelmeyecek şeyler bunlar.

Sahte sigortalı tespit edilirse kazanılmış haklar geri alınabilir mi?

Sahte sigortalının tespiti SGK denetimleri sonucu ortaya çıkarılabilmektedir. Bu denetimlerde hizmet sözleşmesine bağlı olarak günlük çalışma süresi, alınan ücret gibi kriterlerden yola çıkılarak gerekli tespitler yapılmaktadır. Bu şekilde yapılan denetimler sonucunda sahte sigortalı olduğu tespit edilenlerin SGK'ya yapılan tüm sigorta bildirimleri geriye yönelik olarak iptal edilir.

Hatta bir kişi bu yolla emekli olmuşsa -EYT dâhil- geriye yönelik iptal edilen prim ödemeleri ve bildirimleri sonucunda kalan süre emekliliğe yetiyorsa sorun yok ama iptal sonucu emekli hakkını kaybediyorsa emekliliği iptal edilecek ve emeklilik için ödenen tüm aylıklar yasal faiziyle geri alınacaktır.

Bu kişiler hakkında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulur

SGK denetimleri neticesinde sahte sigortalı oldukları tespit edilenler hakkında ayrıca Türk Ceza Kanunu'nun ilgili maddeleri uyarınca suç duyurusunda bulunulmaktadır. Şöyle ki sahte hizmet kazandırmak suretiyle sağlık hizmetleri ve diğer haklardan, ödeneklerden yararlanılması ile gelir veya aylık bağlatılması nedenleriyle SGK'nın yanlış işlem ve ödeme yapmasına sebebiyet veren ve bu suretle adına borç tahakkuk ettirilen ve/veya borç tahakkuk ettirilmesine neden olan kişiler hakkında Kurum zararı da belirtilerek 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun resmi belgede sahtecilik (m.204), resmi belgenin düzenlenmesinde yalan beyan (m.206) ve özel belgede sahtecilik (m.207) kapsamında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulmaktadır.

Bu süreçte sahte sigortalı pek ceza almamakta ama sahte iş yerini kuran ve/veya sigortalılık işlemini yapan müdür, mali müşavir vs önemli cezalar alabilmektedir.

Mali müşavirler hakkında Odalarına bilgi verilir

SGK'ya sahte iş yeri ve/veya sahte sigortalı bildiriminde kastı veya kusuru bulunduğu tespit edilen meslek mensubu hakkında ilgili odalarına (TÜRMOB) bilgi verilir.

Sonuç olarak

TÜİK'in istatistik verilerine göre 31 Aralık 2023 itibariyle ücretli çalışan sayısı 15 milyon 244 bin kişi; aynı tarihli SGK verilerine göre ise 20 milyon 49 bin kişidir. Arada yaklaşık 5 milyon kişilik bir fark var. Bu farkın hepsinin sahte sigortalı olduğunu söylemek elbette yanlış olur lakin bu 5 milyon kişilik farkın en azından bir kısmının sahte sigortalı olmadığını söylemek de büyük bir yanılgı olur. Aslolan elbette SGK kayıtlarıdır.

Ancak yukarıda da detaylı şekilde izah edildiği üzere birçok kişi SGK'lı olmanın nimetlerinden yararlanmak için doğrudan çalışmak yerine bir iş yerine gidip bir menfaat karşılığında (para gibi) kendisinin sigortalı yapılmasını istemekte ancak fiili olarak hiç çalışmayacağını sadece sigorta girişinin yapılmasını isteyebilmektedir. Ya da bazı iş yerleri sahte (paravan) olarak kurulmakta ve sigortalı olmayan kişileri arayıp bulmakta ve belli bir bedel karşılığında bu kişilerin sigorta girişlerini yapmaktadır.

İşte bu kişilere sahte sigortalı; bu işi yapanlara ise sahte iş yeri adı verilmektedir. Bu yöntemle hiç çalışmayan kişiler çalışmış görünmekte ve sigortalı olmanın sağlık hizmetleri, emeklilik vs gibi birçok avantajından yararlanarak SGK'yı zarara uğratabilmektedirler.

SGK denetimlerini yapanlar, bu iş yerlerini ve sigortalıları tespit ederek haksız yere sağlanan bu menfaatlerin parasını yasal faiziyle geri almakta hatta bu kişiler hakkında Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunulmaktadır. Dikkatli olmakta fayda vardır.

Bu olayın elbette vergi kaçakçılığı boyutu da bulunmaktadır ki bu durumu en kısa sürede yine burada (köşemde) değerlendireceğiz.

                                                                    /././

Sinan Ateş cinayeti zanlısı Avukat Öktem'in tutukluğa itirazını mahkeme "kaçma şüphesi var" diyerek reddetti (Tolga Şardan)

Öktem ve diğer sanıklar, Ankara'da 1 Temmuz'da başlayacak yargı sürecinde hakim karşısına çıkacak. Yargılama aşamasının nasıl geçeceği az çok tahmin ediliyor ama bir de yaşayarak göreceğiz neler olacağını

Serdar Öktem - Sinan Ateş

Eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş'in öldürülmesiyle ilgili sürecin en kritik isimlerinden Avukat Serdar Öktem MHP'li kimliği ile tanınıyor. Aynı zamanda Emniyet Genel Müdürlüğü'nün kurumsal vekaletine sahip. Bu vekaleti hangi bakan ve genel müdür döneminde aldığı da üzerinde durulması gereken diğer bir konu elbette.

Cinayet soruşturması çerçevesinde yaklaşık 16 aydır tutuklu. İddianameye göre, cinayette görev alan tetikçi Eray Özyağcı başta olmak üzere diğer sanıkların İstanbul ile Ankara arasındaki bağlantılarını sağladığı öne sürülüyor.

Şüpheli olarak gözaltına alındıktan sonra kullandığı cep telefonu şifresini isteyen polislere "COVİD'de hafıza kaybı yaşadım, hatırlamıyorum" diyerek yanıt verdi. Amacı, cep telefonundaki geçmiş bilgilerin, belgelerin ve fotoğrafların gün yüzüne çıkmasını engellemekti.

Kendisiyle ilgili kritik bilgilere ulaşılmasında kısmen başarılı oldu, ama sanık olmaktan kurtulamadı.

Öktem, henüz üç gün önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin danışmanlığından alındığı  belirtilen ve Ateş cinayetinde adı sıkça geçen Eski MHP Milletvekili Olcay Kılavuz'la. (solda). Öktem, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile makamında. (sağda)

Dosyanın en dikkat çekici isimlerinden Öktem'in avukatı, müvekkilinin tahliye edilmesi için önceki hafta mahkemeye başvurdu. Diğer bir deyişle tutukluluğa itiraz etti.

Avukatı, Ankara 33. Ağır Ceza Mahkemesi'ne yaptığı 2.5 sayfalık itirazında, dosyada yer alan cep telefonu baz kayıtları olarak tanımlanan HTS verilerine göre Öktem'in olay sırasında İstanbul'da olduğunu, cinayete karışan sanıklarla olay günü ve sonrasında bir temasının olmadığını ifade etti.

Yeri gelmişken, HTS verilerinin kişilerin hakkındaki suçlamalardan kurtulma için yeterli olmadığını hatırlatayım.

Çünkü, mevcut cep telefonunun bulunduğu yerde bırakılması veya yerine başka bir telefonla ya da telefonsuz şekilde yapılacak fiziki hareketlerin HTS verilerinde gerçek hareketliliği göstermeyeceği teknik açıdan biliniyor.

Devam edeyim; avukat itiraz dilekçesinde yine dosyanın önemli isimlerinden Ufuk Köktürk'le Öktem arasındaki görüşmelerin cinayetle ilgili değil, Öktem'in Köktürk'ün avukatı olmasından kaynaklandığını öne sürdü.

Dilekçede yer alan diğer bir itiraz konusu ise, iddianamede açıklandığı şekliyle Öktem'in 06 DB 7018 ve 34 NR 6144 plakalı araçlarda bulunduğu bilgisi oldu.

İddianamede yer verilen 06 DB 7018 plakalı aracın MHP Genel Merkezi'ne kayıtlı araç olduğunu belirteyim.

Dilekçede, iddianamede belirtilen 06 DB 7018 plakalı araçla ilgili iddianın Plaka Tanıma Sistemi (PTS) ve HTS kayıtlarıyla uyuşmadığı ifade edilirken, 34 NR 6144 plakalı araçla bulunduğu belirlenen Öktem, aynı araçla Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne bırakıldığı belirtildi. Avukatı, Öktem'in Ankara Emniyeti'ne gitme sebebini ise, hakkındaki iddiaları öğrenmek amacıyla olduğunu iddia etti.

Aynı dilekçede, Öktem'e yönelik gerçekleşen ev ve iş yeri aramalarında gerekli delillerin toplandığı ve tanıkların ifadelerinin alındığı vurgulandı. Delillerin karartılması, gizlenmesi ya da yok edilmesi şüphesinin kesinlikle mevcut olmadığı kaydedilen dilekçede, Öktem'in kaçma şüphesi bulunmadığı açıklandı.

Avukatı Öktem hakkında "adli kontrolle serbest bırakılması" talebinde bulundu.

Ulaştığım bilgiye göre, itirazı değerlendiren Ankara 33. Ağır Ceza Mahkemesi, tek cümlelik bir yanıtla kararını verdi:

"Sanık Serdar Öktem'in üzerine atılı suçun vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu, tutuklu kaldığı süre, sanığın atılı suçu işlediği yönünde somut delillerin bulunması, kaçma şüphesi, bu aşamada adli kontrol hükümleri uygulanmasının yetersiz kalacağının kabulü ile itirazın reddine…"

Mahkeme, Öktem'in avukatının 20 Mayıs'taki başvurusuna dört gün sonra işte bu yanıtı verip tutukluluğun devamını sağladı.

Öktem ve diğer sanıklar, Ankara'da 1 Temmuz'da başlayacak yargı sürecinde hakim karşısına çıkacak. Yargılama aşamasının nasıl geçeceği az çok tahmin ediliyor ama bir de yaşayarak göreceğiz neler olacağını.

Yüksel Kocaman'a "emekli ol" tavsiyesi

Yüksel Kocaman

Ankara'yı kasıp kavuran diğer bir dava Ayhan Bora Kaplan yargılaması.

Adli yargılama süreci kadar Kaplan'ın bilhassa yargı, polis ve bürokrasideki bağlantıları da kamuoyunda gündem oluyor, tartışılıyor.

Kaplan denildiğinde en çok gündeme gelen bürokrat / yargı mensuplarının başında Yargıtay Üyesi Yüksel Kocaman geliyor.

Tekrarlamak istemiyorum ancak Kocaman'la ilgili yeni bir bilgi kulislere düştü hafta başında.

İddiaya göre; Kaplan'la adı çok anılmaya başlanan Kocaman'a "emekli ol" tavsiyesi yapıldı.

Normalde hakkındaki iddialar karşısında Yargıtay Başkanlığı'nca araştırma ya da soruşturma başlatılması gereken Kocaman hakkında ipin ucu kaçınca kendisine böyle bir tavsiyede bulunulduğu Yargıtay kulislerine düştü.

Kocaman'ın, "yukarıdan geldiği" ifade edilen tavsiyeye uyup emeklilik dilekçesi verip vermeyeceği yakında belli olur.

Soylu'ya Bataklık sürprizi

Süleyman Soylu

Ankara 33. Ağır Ceza Mahkemesi, dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun "Cumhuriyet tarihinin en büyük kara para aklama soruşturması" şeklinde duyurduğu 73 sanıklı Bataklık dosyasının gerekçeli kararını yayımladı.

Mahkeme, 2021'de gerçekleştirilen soruşturma çerçevesinde, aralarında suç örgütü lideri olduğu iddiasıyla yargılanan Nejat Daş ve Çetin Gören'in de aralarında bulunduğu 73 sanığın tamamına "beraat" verdi!

İddianamede, sanıklar Nejat Daş ve Çetin Gören'in "suç işlemek amacıyla örgüt kurmak" ve 60'ar kez "suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklamak" suçlarından bin 482'şer yıl hapsi istendi.

Sonuç olarak, sanıkların hepsi beraat etti.

Şimdi bu süreci nasıl okumak gerekecek acaba?

Üç yıl önce adeta reklam kampanyasıyla Soylu tarafından duyurulan dosyanın, üç yıl sonra geldiği noktaya bakınca, devletin nasıl küçük düşürüldüğüne tanık oldu kamuoyu.

Sürecin soruşturma boyutunda yer alanlara bakalım.

Dönemin İçişleri Bakanı Soylu, bugün evinde. Zaman zaman TBMM'ye geliyor, sorumlu olduğu ilçesinde belediye başkanlığı seçimini kaybeden bir politikacı.

Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Aktaş, böylesi başarılı bir soruşturmaya imza atmasından olsa gerek iktidar tarafından İçişleri Bakan yardımcısı yapıldı! Ancak son dönemdeki çalışma performansı nedeniyle İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın şimşeklerini üzerine çektiği biliniyor.

Dönemin Narkotik Suçlarla Mücadele Başkanı İbrahim Hakkı Seydioğulları, Ali Yerlikaya'nın göreve geldikten sonra, görevden aldığı ilk üst düzey emniyet müdürü olarak teşkilat tarihine geçti. Şimdilerde Soylu'nun ekibinde yer alan polis müdürü konumuyla önümüzdeki günlerde emekli edilmesi gündemde.

Bataklık dosyasıyla ilgili mahkemenin gerekçeli kararında ilginç ancak gözden kaçan bir detay var.

Gazeteci Alican Uludağ'ın duyurduğu gerekçeli kararda; mahkemenin, "kayıt dışı para ile suçtan kaynaklanan gelirin ayrı kavramlar olduğu, dosyamız kapsamında ele geçirilen mal varlığı değerlerinin öncül suçlar ile olan bağlantısının somut ve kesin bir biçimde kurulamadığı anlaşılmakla aklama suçunun unsurlarının dosyamızda oluşmadığı mahkememizce sabit görülmüştür" görüşü önemli.

Mahkemenin bu görüşü aynı zamanda soruşturmayı yürüten savcılık ve polisin çalışma sistemindeki yetersizliği ortaya çıkardı.

Böylesi önemli ve ülkenin menfaatine olması beklenen dosyada, soruşturma yöntem ve şekilleri çerçevesinde gösterilen yetersizlik, belki de gerçekten bu suçu işleyen sanıkların dolaylı yoldan aklanmasına sebep oldu, ne dersiniz?

Poliste, "soruşturarak aklama" diye bir çalışma metodu olduğunu yıllar önce üst düzey bir polis müdüründen dinlemiştim. Susurluk soruşturmaları döneminde anlatmıştı.

O zamandan bugüne kadar kimi soruşturmaları ve sonuçlarını gördükçe bu tespit aklıma gelir hep. Ve işin ilginci hiç de tersi çıkmadı süreçlerin. Şaşırtmadı, bu satırların yazarını.

Savcılık ve polisin soruşturmadaki yetersiz yaklaşımlarının örnekleri son dönemde sıkça görülüyor. Ağır cezalar istenilen dosyalardan beraat kararları çıkıyor. Ve ne hikmetse bu sonuçlar çoğunlukla mali suçlarla ilgili soruşturmalarda yaşanıyor.

Son olarak iki soruyla Bataklık konusunu kapatayım.

Operasyon başladığı günlerde şüphelilerin birisinin Gaziantep'teki evinde yapılan aramada polis, mali değeri yüksek bir madeni kılıç buldu.

Kılıcın bulunduğu bilgisi anında görüntülü olarak Ankara'ya ulaştı.

Kılıç, aramayı yapan ekip tarafından tutanaklara girmeden "ganimet" usulü Ankara'ya getirildi.

Sahi, o kılıç şimdi kimin evini süslüyor acaba? Kılıcı bulup Ankara'ya getirip, müdürüne teslim eden polis şefi, hangi olaya karıştıktan sonra paçayı nasıl kurtardı?

Dönemin yetkililerinin bir açıklaması olursa, Büyüteç kendilerine açık.

(T24)

30 Mayıs 2024 Perşembe

Birgün KÖŞEBAŞI (30/Mayıs/2024)

 

‘Layıkıyla ağırla’ şartı koymuşlar (Nurcan Gökdemir)

Bakan Uraloğlu’nun Rönesans’ın uçağı ile seyahatinin istisnai bir uygulama olmadığı Sayıştay raporlarında. Ulaştırma Bakanlığı, şirketlerle imzaladığı sözleşmelere personelin “layıkıyla ağırlanması” şartını da koymuş.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulbakir Uraloğlu’nun, Beştepe’deki Saray’dan Okluk Koyu’na, şehir hastanelerinden otoyollara kadar kamunun dev ihalelerinin, çoğu da pazarlık yöntemiyle verildiği Rönesans Holding’in uçağı ile Leipzig’e gitmesi çok uzun yıllardır süregiden bir uygulamayı gözler önüne serdi.

Çok uzun yıllardır sürüyor üstelik de Sayıştay’ın tüm delilleriyle ortaya koymasına, uyarmasına karşın sürüyor.

SAYIŞTAY DA ARTIK GÖRMÜYOR

Sayıştay’ın 2019 ve 2020 yıllarında Meclis’e sunduğu denetim raporlarında tüm ayrıntılarıyla bu uygulamanın yer aldığını son yıllarda ise tek bir cümle bile edilmediğini de belirterek tespitleri aktaralım.

Sayıştay denetçilerinin proje proje anlattığı bu uygulamanın istisnai ve sınırlı bir alışkanlık olmadığını, kamu idarelerinin pervasızca sözleşmelere konulan hükümlerden yararlanarak şirketlerden lüks araçlar aldıklarını, yüzlerce çalışanın sözde şirket kesesinden yurtiçi ve yurtdışı gezilere gönderildiğini, aralarında cep telefonlarının da bulunduğu yüzlerce elektronik malzemenin temin edildiğini ve bunların kayıtlarının da olmadığını raporlarda görüyoruz. Bunların devletin değil şirketlerin katlandığı bir maliyet olduğunu yine Sayıştay denetçilerinin ihale bedellerine bu tutarların eklendiğini, hakedişler yoluyla kamuya ait bütçeden şirketlere aktarıldığını tespit ettiklerini de vurgulayalım.

Ancak bu tespitler arasında “Yüzsüzlüğün bu kadarı”  dedirtecek bir sözleşme hükmü var. Bakanlık, şirketlerle yaptığı sözleşmeye seyahatlere gönderilecek personelin “layıkıyla ağırlanması” şartını da yazmış.

İSTİSNA DEĞİL, GENEL UYGULAMA

Yayımlandığı yıllarda da BirGün’ün haberleştirdiği bu tespitler, Uraloğlu’nun Rönesans’ın uçağı ile seyahate gitmesi ile bir kez daha kamuoyunun gündemine geldi. Bunun ortaya çıkmasının ardından kamuoyu “İlk kez mi oluyor, bunu yapan başka bakanlıklar da var mı, önceki bakanların döneminde de yaşanıyor muydu?” sorularını sormaya başladı.

Bu soruların büyük bölümüne yanıtlar Sayıştay denetçilerinin tespitleri arasında yer alıyor. Bundan sonrasını Sayıştay’ın 2019 ve 2020 yılları denetim raporlarındaki tespitlerle anlatalım:

‘HEDİYE’LERİN KAYDI YOK

‘‘Çok sayıda otomobil, ofis araç ve gereçleri temin edildi. Otomobil, araç ve gereçlerin büyük bir bölümü, lüks araçların tamamı Bakanlık merkez teşkilatınca kullanılıyor. Dolayısıyla, temin edilen araç ve gereçler sözleşmesi yapılan işin ifasından ziyade merkez teşkilatın genel ve sürekli ihtiyaçlarının teminine yöneliktir. Ayrıca, ofis araç ve gereçlerinin idareye tahsisine rağmen, taşınır kayıtlarının yapılmaması ise ayrı bir sorun oluşturmaktadır. Taşınır kayıtları ve taşınır teslim belgesi olmadan yapılan kullanımlar Kamu Görevlileri Etik Davranış İlkeleri ile Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik’in “Hediye Alma ve Menfaat Sağlama Yasağı” başlıklı maddesi kapsamında değerlendirilebilecektir.’’

‘MÜTEAHHİTE ALDIRDI’

“Otomobil teminleri, araçların mahiyeti itibarıyla da mevzuata uygun değildir. Mevzuat, sınırlı sayıdaki makam ve hizmetler dışında yabancı menşeli araç edinilemeyeceğini, hizmet alımı yoluyla kiralanamayacağını veya başka bir yöntemle taşıt alınamayacağını ve araçların yüzde 50 yerli olacağını açıkça ifade etmektedir. İdare genel bütçe ödenekleri ile temin edemeyeceği araçları yapım ve danışmanlık işleri sözleşmelerinin diğer hususlar bölümünü kullanarak temin etmektedir.”

ETİK KURALLARA AYKIRI

“Etik Sözleşmesi ve Etik Davranış İlkeleri ile ilgili mevzuata aykırıdır.  Görev yapılan kurumla iş, hizmet veya çıkar ilişkisi içinde bulunanlardan alınan karşılama, veda ve kutlama hediyeleri, burs, seyahat, ücretsiz konaklama ve hediye çeklerinin hediye alma yasağı kapsamındadır.”

ARAÇLAR, BİLGİSAYARLAR

Bir yılda 25’i lüks sınıfında 96 binek araç, 8 minibüs, 207 bilgisayar, 115 dizüstü bilgisayar, 165 tablet bilgisayar, 255 hatlı cep telefonu, 60 hatlı dijital telefon, 34 LCD televizyon, 23 projeksiyon, 129 yazıcı/fotokopi cihazı, 8 cilt makinası, 12 evrak imha makinası, 6 UPS, 14 dijital fotoğraf makinası alındı. 

YURTİÇİ/YURTDIŞI GEZİLERİ

Şu ihaleler kapsamında yurtiçi ve yurtdışı gezileri içeren sözleşmeler imzalandı:

Halkalı Metro Yapım/Gayrettepe Metro Yapım İhalesi (Pazarlık): 250 Adam/Gün yurt dışında, sınırsız yurt içinde olmak üzere teknik inceleme gezisi.

Gayrettepe/Halkalı Metro İşleri Danışmanlık İhalesi (Pazarlık): Yurtdışı 600 Adam/ Gün yurtdışında, sınırsız olması üzere inceleme gezisi

Kızılay-AKM Metro Yapım İhalesi (Pazarlık): 50 Adam/ Gün yurt dışında teknik inceleme gezisi.

Bu gezilere katılan personelin tüm yemek, konaklama ve ulaşım masrafları şirketler tarafından karşılandı.

‘LAYIKIYLA’ AĞIRLA

Bandırma-Bursa ve Mersin-Adana yüksek hızlı tren projeleri ile Bursa Şehir Hastanesi yapımı ihalesinde gezi şartının “ağırlamanın layıkıyla yapılması” şartıyla birlikte yazılması ise “Pes” dedirtti.

BEDELİ BÜTÇEDEN

Sayıştay denetçileri bu kıyakların şirket kasasından sağlandığı iddialarına da şu yanıtı verdi:

“Bu unsurların sözleşmelerin ‘Diğer Hususlar’ bölümünde yer alması, talep edilen araç, gereç, personel, seyahatler ve konaklamalar için birim fiyat teklif cetvelinde bir teklif alınmaması ve dolayısıyla bu unsurlar için ihale aşamasında bir fiyatın/bedelin oluşmaması, yüklenicinin bu işleri bedelsiz sağlayacağı gibi bir yanılgıya neden olabilmektedir. Oysa tüm unsurlar incelendiğinde talep edilen hususların ciddi bir maliyet içerdiği ve yüklenicilerin teklifi sırasında tüm bu maliyet unsurlarını içerecek şekilde teklifini sunduğu bilinmelidir. Dolayısıyla, sözleşmelerde talep edilen tüm bu unsurlar için yapılan ödemelerin ilgili işin hak edişleri vasıtasıyla genel bütçe ödeneklerinden karşılandığı açıktır.”

Kamuya ait ve üstelik de sınırlı kaynakların AKP iktidarlarının bürokratları tarafından nasıl yağmalandığının, lüks ve şatafat için kullanıldığının en büyük delili bu raporların satırlarında. Raporlar verimsiz, pahalı olduğu ortaya çıkan bu ihalelerin nasıl bir suç ortaklığının ürünü olduğunu,  lüks araçlar, cep telefonları, geziler karşılığında nasıl bir yağma düzeninin kurulduğunu da gösteriyor.

                                                                   /././

Filistin’de yabancı gazeteci yok (Özgür Gürbüz)


1991 ile 2001 yılları arasında süren Yugoslavya iç savaşında 150’den fazla gazeteci öldürüldü. Filistin Hükümeti Medya Ofisi’nin verilerine göre yedi aydır süren İsrail’in Filistin’e saldırılarında ölen gazetecilerin sayısı 147. Gazetecileri Koruma Komitesi’nin verilerine göreyse bu rakam 107. 107 gazetecinin üçü Lübnan, ikisi İsrail ve 102’si Filistin vatandaşı. Ben sizi biraz geçmişe götürürken siz bu bilgiyi aklınızda tutun çünkü önemli.

1990’lara, Yugoslavya iç savaşına dönelim. Savaşı takip eden gazeteci Aida Çerkez, olan biteni dünyaya duyurmaya çalışırken, ikinci yılın sonunda işi bırakmak istediğini söylüyor. Çünkü sağır insanlara bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşünüyor. Sağır insanlar biziz, Avrupa, Asya. Medeniyet ve normal günlerde demokrasi nutukları atanlar.

Aida Çerkez’i işinde tutan bir anısı, Nazi dönemini anlatan yaşlı bir Almanın sözleri oluyor. Nazilerin işledikleri suçlara karşı neden bir şey yapmadığı sorulan yaşlı insan, “bilmiyorduk” yanıtını veriyor. Aida, Bosna’da savaşın ortasında gazetecilik yapmaya devam etmesini şu sözlerle anlatıyor: “Belki savaşı durduramayacaktım ama kimse bilmiyordum diyemeyecekti.”

Çerkez’i birkaç gün önce Saraybosna’da dinleme şansım oldu. Çevre gazeteciliğinin ve iklim krizi konusunda haber yapmanın zorluklarını konuşmak üzere Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) Saraybosna’daki kongresine davet edilmiştim. Kongreye kaçınılmaz olarak savaş damgasını vurdu. Bosnalı ve yabancı gazeteciler tanıklık ettikleri Yugoslavya iç savaşını anlattı. Oradan Gazze’ye uzandık. İki korkunç olayda da gazetecilerin yaşadıkları arasındaki benzerlikler ve farklılıklar çok çarpıcı. Aynı şekilde insanların izledikleri katliam karşısında tepkisiz kalması veya çok geç tepki vermesi de trajik. 30 yıl sonra aynı yerdeyiz. Benden değil Gazze’den hayatları pahasına haber yapan gazetecilerden dinleyin bu farkı.

Karısını, iki oğlunu, altı yaşındaki kızını, torununu İsrail’in saldırılarında kaybeden El Cezire Gazze Büro Şefi Vael Hamdan İbrahim (Wael Al Dahdouh)  video konferansla kongreye katıldı. Vael’e bu koşullarda nasıl gazetecilik yapmaya devam ettiği soruldu. Vael’in yanıtı, “Acımı nasıl anlatabilirim. İşgalcilerin neden ailelerimizi hedef aldığını sorup duruyoruz. Biz profesyoneliz, gerçek dışında bir şeyi aktarmıyoruz. Bu savaş bize çok kayba neden olacak ama işimizi yapmaya devam edeceğiz. 150’den fazla gazeteci öldürüldü ve ne yazık ki hâlâ devam ediyor. Gazze’de güvenli bir yer yok. Hastane, cami hiçbir yer güvenli değil. Uluslararası yasalarla korunuyoruz ama Gazze’de bir koruma yok. Bunlar bir insanın dayanabileceği bir şey değil ama Allah bize bu gücü verdi” oldu. Vael’in gazetecilik yapan oğlu da haberden dönerken öldürülmüş.

Bosna’da da gazeteciler öldürüldü. İngiltere’nin ‘The Times’ gazetesi için iç savaşı haberleştiren Janine di Giovanni, bir röportajında savaşlarda gazetecilerin yaşadıklarını çok iyi anlatıyor: “Sivillere, insanlığa çok az saygı vardı.  Saraybosna’daki gazeteciler, yani biz, şehrin bir parçasıydık. Bu yüzden biz de hedef alındık. Gazeteci olduğumuz için değil, orada olduğumuz için.”

Doğru ama iki savaş ya da saldırı arasında, özellikle de Batılı medya kuruluşları açısından önemli bir fark var. Gazze’den El Cezire için yaptığı haberlerle tanıdığımız Youmna Elsayed bu farkı şöyle dile getiriyor: “Sekiz aydır hiçbir uluslararası gazetecinin Gazze’ye girip haber yapmasına izin verilmedi. Bu konuda bir şey yapılmaması uluslararası gazeteciliği etkileyecek, geri tepecek. Çadırlardan çalışmak zorundaydık, ofisler bombalandı. Bir tane gazetecilik örgütü canlı bir yayında yabancı gazetecilerin Gazze’ye girmesine izin verilmediğinden  bahsetmedi. Batılı gazeteciler ilk günden Gazze’ye girse ve haber yapsa bu soykırımın bitmesi sizce ne kadar hızlanırdı? Ne kadar hayat kurtarılabilirdi. Bir düşünün.” 

İsrail yabancı gazetecilerin girişine izin vermeyebilirdi ama sınıra gidip, oradan bu durumun ilan edilmesi bile çok şeyi değiştirebilirdi. Batı, Gazze ve bugün Refah’ta yaşananları Filistinli veya Arap gazetecilerden değil, Batılı gazetecilerden dinlese Batı’nın reaksiyonu değişir miydi? Belki, kocaman bir belki ancak Bosna’daki gazeteci meslektaşlarım bunun faydalı olduğunu, seslerinin duyurulmasına yardımcı olduğunu söylüyor. Filistinli gazeteciler de bu yönde çağrı yapıyor. O halde bu çağrıya destek olmamız gerekir. BBC, CNN, NBC ve diğerleri. Filistin’de değilsiniz, neredesiniz?

                                                                     /././

Ensar hükümetini hiç duydunuz mu? (Yaşar Aydın)


Dün gazetemizde 12 Eylül darbesinin ardından başlayan direniş mücadelesi sırasında 27 Mayıs 1981 tarihinde işkencede öldürülen Artvinli bir devrimci olan Ensar Karahan’ın anma ilanı vardı. İlanda döneme ilişkin birçok ayrıntı anlatıldı. Ama bir yerinde geçen “Ensar Hükümeti” en ilginç olandı. Sahi Artvin’in Şavşat ilçesinde kurulan Ensar Hükümeti neydi? Merak edip dönemin tanıklarına sorduk. Aldığımız yanıt bugünlerin moda sorusu olan “muhalefet ne yapmalı”ya verilen yanıt gibiydi: “Şavşat’ta yaşayan devrimciler olarak her sorunla ilgilendik. Arazi anlaşmazlıklarından, orman köylüsünün dertlerine, öğrenim özgürlüğüne kadar. Sadece sorun tespit etmedik iktidar erkine çözüm önerileri sunduk. Olmayınca da önerdiğimiz çözümü kendimiz hayata geçirdik. Sonuçta halk ne derdi varsa bize geldi. Yani çareyi Demirel’in hükümetinde değil Ensar’ın hükümetinde aradı ve buldu.”

Düşünün elinizde tüm meselelere vakıf bir kabineniz yok, ortalıkta dolaşan dokunulmazlığı olan milletvekili de değilsiniz hatta parti bile değilsiniz. Ama tüm bir halka güven verecek bir süreç işletip çözümler üretebiliyorsunuz. Bu nedenle de yöre halkı devletin hükümeti ile kıyaslayıp size yeni bir isim buluyor.

MUHALEFET YAPAMAZ MI?

Bundan tam 45 yıl önce çok daha zor koşullarda yaşananları anımsatıp bugüne gelelim.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte ülke yönetiminde tüm yetki tek adama devredildi. Atamalardan, bütçeye her şey ona bağlı artık. O yüzden ne sorun varsa ne talep varsa tek muhatabı da Saray haline geldi. Meclis ise Saray’da pişirilen konuların onaylanacağı mekâna dönüştürüldü. Kısacası Erdoğan ve Bahçeli ikna edilmeden memlekette hiçbir meselenin çözülmesi mümkün olamaz hale geldi. Muhalefetin işlevi Meclis’in sınırlarına kadar çekildi. O da herkesin her dakika yaşadığı ve milyonlarca insanın hayatını cehenneme çeviren sorunların bir kez daha Salı grup toplantılarında ifade edilmesi çerçevesini aşamaz hale gelmişti.

Cumhur İttifakı’nın kurduğu rejime karşı mücadele edenler 31 Mart seçiminde önemli bir mesaj verdi ve yeni bir muhalefet çizgisinin önünü açtı. En azından başka bir yol yürümenin mümkün olabileceğine dair moral motivasyonu artırdı.

Ekonomik kriz, doğanın ve insanın sömürüsü, tarikat ve cemaatlerin merkezinde olduğu gerici kalkışma, demokratik alanın iyice daraltılması gibi onlarca sorun alanı ve mücadele başlığı var. Her biri için sayfalarca tespit, çözüm önerisi muhalefetin elinde mevcut. Muhalefet partileri bu başlıkları her fırsatta ifade ediyor, sonrasında da iktidardan talepler listesine ekliyor. Sonrasında ise tüm bu başlıkların önemli çoğunluğu iktidara gelinecek güne havale edilip rafa kalkıyor.

Çok açık ki bu tutum muhalefeti sorunların çözümü konusunda devre dışı bırakıyor. Ayrıca halkın büyük çoğunluğu muhalefet partilerinin sorunlarının dile getirilmesinden memnun olsa bile çözüm için yüzünü Saray’a dönmüş olduğu durumu değiştirmiyor.

Emeklilerin, üreticilerin, kadınların, öğretmenlerin, ekoloji mücadelesi verenlerin sesi bugünlerde dünden çok daha gür çıkıyor. Mitingler, basın açıklamaları daha yaygın ve kitlesel. Seslerini Saray’a duyurma çabasından geri adım atmıyorlar. Cumhur İttifakı ise ısrarla tutumunda bir değişiklik yapmıyor ve talep edenlerin yorulmasını bekler haldeler.

İşte tam da burada bir kez daha 45 yıl öncesine dönmekte fayda var.

ESKİ DÜNYA ARKAMIZDA

Dünya ve Türkiye değişti ve çok katmanlı sorunlarla boğuşuyor. Kuşkusuz bu konulara dair yeni sözler söylenmeli yeni çözümler bulunmalı. Ama ne yapılmalı ve nasıl yapılmalı sorusuna, geçmişe bakarak doğru yanıtlar üretmek mümkün.

İtiraz etmek, eleştirmek muhalefet hareketlerinin en önemli görevlerinden biri. Halk bunu yaklaşık 15 yıldır her fırsatta hatta partilerden çok daha kararlı bir şekilde yapıyor. Cumhur İttifakı’nın yaşadığı gerilemede bu tutumun önemi çok büyük. Bu gerilemenin kalıcı hale gelmesi hatta bu fikrin bir daha yeşermemesi için bunlar yeterli olmayacaktır. Bugünden başlayarak sorunları çözecek mekanizmaların toplumun içinde oluşturulması, kalıcı kılınması gerekir. Vaat edilen hedef olarak gösterilen gelecek güzel günlerin nüvelerinin bugünden görülmesine hissedilmesine ihtiyaç var.

Bu bağlamda Ensar Hükümeti boş öylesine söylenmiş bir söz değil. Halkın teveccühünü ve insanlara duyduğu güveni gösteriyor. Halkın imbiğinden süzülerek gelen bir söz.

Ve bugün bile yol gösteriyor.

Bize bugün bile ‘yeninin’ kapılarını açan eski dünyaya selamla.

(BİRGÜN)