1 Haziran 2024 Cumartesi

Birgün KÖŞEBAŞI (1 HAZİRAN 2024)

 


Yanlış Doğruyu Kovarsa…(Atilla Aşut)


“Galatımeşhur” konulu yazımız, ummadığım bir ilgiyle karşılandı. Okurlarımızın katkılarıyla konu biraz daha boyutlandı. Geribildirimlerin çoğunun yazar dostlardan gelmesi ayrıca sevindiriciydi. Arkadaşlarımız, Türkçedeki “galatımeşhur” sözlerin çoğalmasından doğal olarak hoşnut değiller. Nedeni açık: Yanlış kullanımların yaygınlaşması, Türkçenin kurallı yapısına zarar veriyor...

Yazar dostların yorumlarından birkaç kısa alıntı:

Lütfiye Aydın: “Sevgili Attila, dil duyarlılığın için teşekkür ediyorum. Kimi gençler, marifetmiş gibi Osmanlıcaya yönelerek kaş yaparken göz çıkarıyor. Bir de öteden beri dilimize dolanan ‘namahrem’ gibi ters kullanımlar var. Bilirsin, sözcük ‘mahrem olmayan’ anlamına gelir ama insanımız yaygın olarak ‘mahrem’ diye kullanır. Dil Devrimi de bir ucundan kemiriliyor. Ne yazık ki ilericiler de bu tuzağa düşüyor. Sevgiler, selamlar.”

Ali Günay: Attila Ağabey, ellerine sağlık. Sanırım önceden ‘galat-ı meşru’ denirmiş ki o daha da kötü. Alaçatı’da ünlü birinin iç giyim mağazasının adı ‘Haremlique’. Bakkalcı, manavcı, mezbahane diyen yazarlar bile var!”

Asuman Adanur"Galatımeşhur’u öğreneli çok olmadı. Bana ilginç ve eğlenceli de geldi. Sözgelimi ‘Gazze bezi’, zamanla ‘gazlı bez’ olmuş. Uydurmuşuz resmen!”

Üstün Yıldırım: “Galatımeşhur denilen o yanlışa sığınıp gidiyoruz ya ben en çok ona üzülüyorum.”

Fahriye İpekçioğlu“Galatımeşhur, Türkçemiz için çok tehlikeli. Giderek öyle örnekler görüyoruz ki Türkçenin canına okunuyor!”

∗∗∗

Bu konuda en kapsamlı mektubu, müzisyen Şanar Yurdatapan göndermiş. Şanar Bey, “galatımeşhur” konusundan yola çıkarak medyadaki dil yanlışlarından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor:

“Sevgili Aşut,

Bir süredir, Türkçenin -özellikle medya ve sosyal medya kanallarında- kötü kullanımını dert edindim ve örneklerini topluyorum. Bu konuda tutucu olmanın anlamsız olduğunu, dilin de insan gibi canlı bir varlık olduğunu, zaman içinde değiştiğini biliyorum. Evet ‘Galat-ı Meşhur’, ‘Galat-ı Meşru’yu kovar. Ama kader mi, bırakmalı mıyız kendi haline?

Geçmişte dildeki değişimler ‘ağızdan ağıza’ oluşuyordu. Hadi bilemedin, -gazetelerin çıkışından sonra- buna yazılı basın da katılmıştı. Şimdi öyle mi ya? Sosyal medya ve televizyon kanalları böyle değişimleri büyük bir hızla ve genişlikle yayabiliyor.

Amaan. olacağına varsın’ diye bırakalım mı?

Gönlüm buna el vermiyor. Zira tek anlaşma ortamımız dilimiz. Eğer onu kaybedersek, yani aynı sözcüklerden ayrı anlamlar çıkarırsak nasıl konuşup anlaşabiliriz ki?

Ekte size bu konuda şimdiye kadar yaptığım çalışmaların bir özetini sunuyorum. Özellikle TV kanalları spikerlerine bunları iletebilmeyi çok isterdim ama hem onlara nasıl ulaşabileceğimi bilmiyorum hem de beni tanımazlar. Ama siz iletmek isterseniz durum farklı olabilir.

Sevgi ve saygılarımla...”

Şanar Yurdatapan’ın Türkçe duyarlığı bizi mutlu etti. Mektubuna eklediği yanlış kullanım örnekleri, bizim de bu köşede yıllardır üzerinde durduğumuz konular. Kendisinden yeni katkılar gelirse paylaşmaktan elbette sevinç duyarım. Ancak TV sunucularının bize pek kulak asacaklarını sanmıyorum! Çünkü kendilerine yönelttiğimiz uyarılardan bugüne değin olumlu bir sonuç alamadık. Bu arkadaşların “Türkçe” diye bir dertleri olduğunu düşünmüyorum artık!

HAFTANIN NOTU

Kuzey Kıbrıs’ta Tiyatro Festivali

20. Kıbrıs Tiyatro Festivali, 17 Mayıs akşamı Yakın Doğu Üniversitesi’nin Lefkoşa’daki Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’nde başladı. Festivalin açılış oyunu "Kadınlar, Filler ve Saireler", Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçıları tarafından sergilendi. Dört kadın oyuncunun (Neyra Kayabaşı, Filiz Demiralp, Gül Öz, Gizem Koçer) bir buçuk saatlik kesintisiz sahne gösterisi ayakta alkışlandı. Yunus Emre Gümüş’ün imzasını taşıyan ve Sibel Erdenk’in sahneye koyduğu oyunu soluk soluğa izledik. Hızlı tempolu ve yüksek enerjili bir "kadın oyunu"ydu. Oyunu izlerken tüm duyguları bir arada yaşadık: Güldük, neşelendik ve de hüzünlendik… Seyirciden tam not alan görkemli bir gösteriydi…

                    “Kadınlar, Filler ve Saireler” oyunu, Kuzey Kıbrıs’ta sergilendi.

Festival kapsamında bizim izleyebildiğimiz ikinci oyun, ünlü yazar Arthur Milller’in “Cadı Kazanı” idi. 1692 yılında ABD’nin Salem kasabasında yaşanmış trajik bir olaydan yola çıkılarak yazılan ama tüm zamanlarda geçerli olan bu oyunu, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun kalabalık sanatçı kadrosu sergiledi.

                                          Arthur Miller’in “Cadı Kazanı” Lefkoşa’da.

Lefkoşa Türk Belediyesi’nin ev sahipliği yaptığı "Kıbrıs Tiyatro Festivali", değişik tiyatro topluluklarının sunacağı oyunlarla 11 Haziran’a dek sürecek.

                                                             /././

BirGün yazarı Prof. Dr. Kozanoğlu, yılın ilk çeyreğine ilişkin büyüme rakamları sonrası değerlendirmelerde bulundu. Önümüzdeki çeyreklerde büyüme hızının yavaşlayabileceğini kaydeden Kozanoğlu, tüketim harcamalarına dikkat çekerek "Yılın ilk çeyreğinde uygulanan faiz oranları hala beklenen enflasyonun üzerindeydi. Dolayısıyla borçlanarak harcamayı teşvik ediyordu" dedi. Kozanoğlu, 2024'un son çeyreğinde ekonominin durma noktasına gelebileceğini kaydetti.

2024 yılı ilk çeyrek büyüme rakamlarının açıklanmasının ardından BirGün yazarı Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu önemli değerlendirmelerde bulundu. Kozanoğlu, "Önümüzdeki çeyreklerde büyüme hızının yavaşlamasını, yüksek faizler ve kredi büyümesini sınırlayan makro ihtiyati önlemlerle de ekonomik büyüme hızının düşmesini bekleyebiliriz" dedi.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2024 yılı ilk çeyreğine ilişkin büyüme verisini açıkladı. Buna göre, Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYH) 2024 yılı birinci çeyrek ilk tahmini; zincirlenmiş hacim endeksi olarak, bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 5,7 arttı.

GSYH'yi oluşturan faaliyetler incelendiğinde; 2024 yılı birinci çeyreğinde bir önceki yıla göre zincirlenmiş hacim endeksi olarak; inşaat sektörü toplam katma değeri yüzde 11,1, bilgi ve iletişim faaliyetleri yüzde 5,5, mesleki, idari ve destek hizmet faaliyetleri yüzde 5, sanayi yüzde 4,9, tarım yüzde 4,6, hizmetler yüzde 4,3, kamu yönetimi, eğitim, insan sağlığı ve sosyal hizmet faaliyetleri yüzde 3,3, diğer hizmet faaliyetleri yüzde 2,8, gayrimenkul faaliyetleri yüzde 2,5 ve finans ve sigorta faaliyetleri yüzde 2 arttı.

Rakamların açıklanmasının ardından Altınbaş Üniversitesi İşletme Fakültesi Öğretim Üyesi, Ekonomist Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu konuyla ilgili detaylı değerlendirmelerde bulundu ve gelecek dönemle ilgili beklentilerini aktardı.

"TÜKETİM TALEBİ ÖNE ÇEKİLDİ"

Öncelikle enflasyon beklentilerinin kırılmamasının tüketim talebinin öne çekilmesinden kaynaklandığını söyleyen Kozanoğlu açıklamalarında şu noktalara değindi:

"Yüzde 5,7'lik ilk çeyrek büyüme, Türkiye'nin potansiyel 3,5-4 büyüme temposunun üzerinde büyük ölçüde enflasyon beklentilerinin kırılamaması, tüketim talebinin hem bireyler hem de firmalarca öne çekilmesinden kaynaklanıyor.

Parasal sıkılaşma sürmesine karşın yılın ilk çeyreğinde uygulanan faiz oranları hala beklenen enflasyonun üzerindeydi. Dolayısıyla borçlanarak harcamayı teşvik ediyordu. Kredi kartı aylık faiz oranları yüzde 3,66, 2023 sonunda ihtiyaç kredisi faiz oranları yüzde 62, ticari kredi faiz oranları yüzde 52 düzeyindeydi.  Yılın ilk üç ayında bireysel kredi kartı borçları yüzde 19,2 artarak 1377 milyar liraya, tüketici kredileri borç bakiyesi ise 7,4 artışla 1624 milyar liraya yükseldi.

Yılbaşında asgari ücrete yapılan yüzde 49 zam ve emekliler ile kamu çalışanlarının ücretlerinin enflasyona paralel artışı işgücü ödemelerinin katma değer içindeki payını yüzde 42'ye yükseltti. Genel olarak yılın ilk çeyreğinde iş gücünün payı ücret zamlarıyla artıyor, yıl sonuna doğru her çeyrek kademeli geriliyor. Bu da yıl başında ücretlilerin satın alma gücünün daha yüksek olmasını sağlıyor, talebe olumlu yansıyor. Hem yüksek enflasyon beklentisi hem de 2024'te asgari ücrete tek tam yapılacağı açıklaması talebin çekilmesini getiriyor.

Covid salgını döneminde tüm dünyada çevrim içi çalışabilen profesyonel meslek sahipleri ücretlerini olabilirken, kısıtlamalar nedeniyle tüketimlerini kıstılar. Bu da tasarruflarının artışına, tüketimlerinin bastırılmasına neden oldu. Yaşam normalleşince turizm, dışarıda yeme-içme, kültür sanat benzeri faaliyetlere talep sıçradı."

"GELİR VE SERVET DAĞILIMI BOZUKLUĞU VAR"

"Türkiye'de çok ciddi bir gelir ve servet dağılımı bozukluğu var" diyen Kozanoğlu, "Düşük faiz döneminde karlar sıçradı, emlak fiyatları arttı, borsa yükseldi. Bu dönem varlıklı sınıflara yönelik gelir transferi, ‘servet etkisi’ oluşturdu. Yani yakın dönemde daha da zenginleşen kesimler tüketimden kaçınmıyor, yüksek enflasyon harcama eğilimlerini azaltmıyor. Bu olguyu 2024'ün ilk dört ayında ithalat yüzde 9 gerilerken, tüketim malları talebinin yüzde 23,5 artışında da gözlemliyoruz" dedi.

"BÜYÜME HIZI YAVAŞLAYABİLİR"

Kozanoğlu, "Büyüme rakamları reel GSYH'nin hesaplandığı deflatör, üretici ve tüketici fiyatları göz önüne alınarak belirleniyor. Açıklanan enflasyon verilerinin de gerçekten düşük olması halinde, büyüme hızı yüksek çıkıyor" diyerek sözlerini şöyle sonlandırdı:

"Para politikaları sıkı tutulurken, yüksek bütçe açıklarının sürmesi haliyle mal ve hizmet talebini yüksek tutuyor, büyüme hızını yukarı çekiyor. Önümüzdeki çeyreklerde büyüme hızının yavaşlamasını, yüksek faizler ve kredi büyümesini sınırlayan makro ihtiyati önlemlerle ekonomik büyüme hızının düşmesini bekleriz. Hatta 2024'un son çeyreğinde ekonominin durma noktasına gelebileceğini düşünüyorum."

                                                   /././

Bir seçim, dört ülke, yüksek gerilim (İbrahim Varlı)

Suriye Kürtlerinin seçim kararı Ortadoğu'da kriz nedeni. ABD ‘koşullar uygun değil’ derken İran ve Şam sessiz Ankara öfkeli. Bölgedeki yeni denklemde aktörler pozisyon arayışında. Ortadoğu'yu sancılı bir yaz bekliyor.

Ortadoğu büyük bir istikrarsızlığın girdabında. İsrail’in Filistin’deki kıyımı, İran-İsrail gerilimi, Irak’taki gerilim, Yemen’deki savaş, Suriye’deki çatışmalar, Lübnan’daki istikrarsızlık… Farklı ülkelerde birbirinden bağımsız gibi görünse de bu sorunların adresi aynı kapılara çıkıyor: Emperyalist müdahalecilik, nüfuz kavgası, güç savaşları, paylaşım mücadelesi. Büyüğü, küçüğü tüm aktörler – yerel, bölgesel, küresel- pozisyon alma, oyun kurma veya kurulan oyunu bozma arayışında.

Gözler İsrail’in Gazze saldırılarına kaymışken Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürtlerin düzenleyeceği seçim tam da Ortadoğu’daki kaotik gelişmelerinin ortasına düştü.

Ve haliyle yeni bir krizin kıvılcımını ateşledi. Suriye, Türkiye, Irak ve İran’ı doğrudan etkileyen seçim nedeniyle tehditler, restleşmeler havada uçuşuyor.

Suriye’nin kuzeydoğusunda ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) egemen olduğu Rojava’da ilk kez seçim düzenlemiyor. Aralık ayında genel seçime gidilmişti. Ancak bu seçimin bugün böylesine tartışma konusu haline gelmesinin Ortadoğu’daki gelişmelerle doğrudan ilgisi bulunuyor.

11 HAZİRAN SANCISI

Kürt güçlerinin kontrol ettiği Kuzey ve Doğu Suriye'deki seçimin tarihi 11 Haziran. Cezire, Deyrazor, Rakka, Fırat, Minbic, Efrîn-Şehba ve Tabka kantonlarında yapılacak seçime 30 parti katılacak. Rojava Özerk Yönetimi üç milyondan fazla seçmenin oy kullanma hakkına sahip olduğunu açıkladı. Beş yılı aşkın süredir bölgede yaşayan göçmen ve mülteciler de seçimde oy kullanabilecek.

Seçime girecek parti ve ittifaklar şöyle:

• “Özgürlük İçin Halkların ve Kadınların İttifakı" aralarında PYD, Kongreya Star, Suriye’nin Geleceği Partisi ve Zenubiya Kadın Topluluğu’nun da bulunduğu 22 parti ve örgütten oluşuyor.

• “Daha İyi Hizmet İçin Hep Birlikte İttifakı" çatısı altında ise 5 parti bulunuyor. İttifakta Demokratik Yeşiller Partisi, Kürdistan Çağdaşlık Hareketi, Kürdistan Kardeşlik Partisi (PBK), Suriye Kürt Demokrat Sol Partisi ve Kürdistan Emekçiler Birliği yer alıyor.

Bunların yanı sıra Suriye Ulusal Demokratik İttifak Partisi, Ulusal Kalkınma ve Demokratik Değişim Partisi ile Suriye Kürt Demokratik Birlik Partisi seçime katılacak diğer partiler arasında.

BARZANİCİLER BOYKOTTA

Kürtlerin ana bileşeni olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolündeki Rojava Yönetimi’nin seçim kararına sadece  Türkiye, İran ve Suriye değil Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) de karşı. Erbil’in kontrolündeki yapıların oluşturduğu Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) seçimleri boykot edeceğini duyurdu. ENKS çatısı altında yer alan Suriye Kürdistan Demokrat Partisi (PDK-S) Genel Sekreteri Muhammed İsmail, “Bu tek parti seçimi. Seçimlere katılmıyoruz ve bize göre meşru da değil. Bir parti kendi başına askeri güçleriyle seçim yapıyor” ifadelerini kullandı.

Buna karşın SDG ve PYD’nin domine ettiği Rojava Özerk Yönetimi cephesi mutlu. Açıklamalarda "Kuzey ve Doğu Suriye seçimleri demokrasi şölenine çevrilmeli. Seçimlerde katılım ne kadar güçlü olursa temsil düzeyi ve meşruiyeti de o kadar güçlü olur” ifadeleri kullanılıyor.

ÖZERK YÖNETİMİN ÇAĞRISI

Özerk Yönetim, Şam hükümeti ile kendileri arasındaki ilişki ve sorunların bir iç mesele olduğunu, seçimlerin sadece Suriyelileri ilgilendirdiğini, Türkiye’nin güvenliğiyle bir ilgisi olmadığını belirtti. Seçimlerin Suriye'de genel siyasi çözümün gelişmesinde olumlu rol oynayacağı da ileri sürüldü.

Türkiye’nin seçimi hedef almasını da eleştiren Rojava yönetimi, “Suriye topraklarının birliğini koruduğumuzu göstermek istiyoruz. Bu bölgede özerk bir yönetim olarak sorunlara genel çözümler bulmaya ve yerel demokrasiyi bölgelerimizde uygulamaya çalışacağız” denildi.

ANKARA ŞAM’DAN ÖFKELİ

Seçime en sert tepki Türkiye’den. Öyle ki bu tepki, Şam’ı da gölgede bırakacak türden. Salı günkü MGK bildirisinde “PKK/KCK-PYD/YPG'nin ve ona sağlanan desteğin bölgemizdeki tüm unsurlarıyla birlikte bertaraf edileceğini, milli güvenliğimiz ve komşularımızın toprak bütünlüğü hilafına herhangi bir oldubittiye fırsat verilmeyeceğini bir kez daha vurguluyoruz" denildi.

MGK toplantısından bir gün sonra İzmir’de Efes-2024 Tatbikatı'na katılan AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise "Türkiye, Suriye ve Kuzey'inde terör örgütünün teröristan kurmasına asla izin vermeyecek" ifadeleriyle olası bir müdahalenin sinyallerini verdi. Cumhur İttifakı ortağı MHP Lideri Devlet Bahçeli de salı günkü grup toplantısında Şam ile işbirliğine gidilmesi çağrısı yaptı, SDG’nin ortak askeri operasyonla sonlandırılması gerektiğini vurguladı.

ABD DE SEÇİME MESAFELİ!

“Özerk yönetim"in seçimine ilişkin ABD’den de “Koşullar uygun değil” açıklaması geldi. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Vedant Patel, Suriye'de "herhangi bir" seçim için koşulların uygun olmadığını, bu mesajı bölgedeki aktörlere ilettiklerini söyledi.

KÜRTLERİN HESABI NE?

Gelişmeleri yakından takip eden gazeteci-yazar Yusuf Karataş, seçimlerin böylesine tartışma konusu haline gelmesinin bölgedeki gelişmelere bağlıyor. Karataş’a göre, “İsrail’in Gazze’deki saldırıları/işgali, bölgedeki gerilimli noktalarda yeni çatışma ve saldırıları tetikleyici bir rol oynadı. Bölgede egemenlik/paylaşım mücadelesi içindeki bütün güçler yeni sürecin ortaya çıkardığı sonuçlara göre pozisyon almaya çalışıyor.”

Karataş Suriye Kürtlerinin bu adımı atmasındaki saikleri şöyle açıklıyor: “Suriye Kürtleri, ABD’nin çekilmesi iddialarının gündemde olduğu ve Suriye yönetiminin de bölgedeki gerilim ve çatışmalardan uzak durmaya çalıştığı bir süreçte bu adımı hem kendi siyasi meşruiyeti ve hem de önümüzdeki dönemde çözüm konusunda olası pazarlıkların bir dayanağı haline getirmek istiyor.”

Karataş şöyle diyor: “Erdoğan iktidarı bölgedeki gelişmelerle de bağlantılı olarak ABD-NATO eksenine daha fazla bağlanma yönünde adımlar atıyor ve bu temelde bölgede yeni roller üstlenmeye çalışıyor. Rojava’da geçtiğimiz dönem yapılan genel (meclis) seçime tepki göstermeyen/gösteremeyen Erdoğan yönetiminin bugün Rojava’daki yerel seçimleri ‘devletleşme girişimi’ gibi gösterip yeni operasyon için baskı oluşturmaya çalışmasının arkasında da bu yeni pozisyon arayışı ve bu temelde sürdürülen pazarlıkların önemli bir rolü bulunuyor. ABD emperyalizmi, kendi bölgesel çıkarları temelinde Suriye Kürtleriyle (SDG) askeri olarak işbirliği yaptığı halde özerk yönetimi siyaseten tanımıyor.

Dahası ABD, Suriye Kürtlerine işbirliğinin ‘IŞİD ile mücadele’ ile sınırlı olduğu ve onları Türkiye’nin olası operasyonlarına karşı korumayacağını söylüyor. En son ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Patel’in Rojava’da ‘koşulların seçim için uygun olmadığı’ açıklamasını da bu politika (Kürtlerle işbirliğini Türkiye ile doğrudan karşı karşıya gelmeyecek bir noktadan sürdürme) içinde değerlendirmek gerekiyor. Elbette bu gelişmeler karşısında Rusya ve Esad yönetiminin tutumunun ne olacağı da önem taşıyor. Sonuçta karşımızdaki siyasi tablo bize Rojava seçimlerinin (ve bir parçası olduğu Kürt sorununun) diğer bölgesel gelişmelerle ne kadar iç içe geçmiş olduğunu ve atılacak her adımın bu gelişmeler ve egemenlik mücadelesi içinde anlam kazanacağını gösteriyor.”

ŞAM SEÇİME NASIL BAKIYOR?

Suriye yönetiminin seçime Türkiye kadar sert sözlerle tepki vermemesi dikkatlerden kaçmıyor. Şam’da yaşayan gazeteci Sarkis Kassargian Şam’ın diğer seçimlerde olduğu gibi bu seçime ve benzer durumlara siyasi değil güvenlik perspektifinden baktığını, bu nedenle siyasi açıklamalar yapmaktan imtina ettiğini söylüyor. Suriye devletinin bu seçimi “illegal yapı”nın “illegal seçimi” olarak gördüğünü, kabul etmeyeceğini belirtiyor. Şam’ın Kürtler tarafından kurulan yapıdan hazzetmese de başından beri askeri seçeneği de reddettiğini ifade eden Kassargian, Suriye'de mevcut statükonun devam ettiğini, Kürtler ile Şam arasındaki müzakere ve diyaloğun kesintilere rağmen sürdüğünü ifade ediyor. Bu temasların da  ağırlıklı olarak istihbarat ve askeri kanallarla yapıldığına dikkat çekiyor.

Kassargian da bu seçimlerin bölgede yapılan ilk seçimler olmadığını vurgulayarak, şöyle diyor: Bundan önce de komin seçimleri oldu. Ayrıca Aralık’ta Suriye Demokratik Meclisi başkan seçimleri oldu. O seçimlere Türkiye bu kadar tepki vermemişti. Bu seçimlerin bu kadar köpürtülmesinin arkasında başka türlü bir senaryo olduğunu düşünüyorum. Bu senaryonun da ya Ankara'nın Amerika üstüne baskı yaparak bazı tavizler almaya çalışması olabilir ya da yeni bir askeri hareketin zemini hazırlama olduğunu düşünüyorum.”

ORTADOĞU’DA SICAK YAZ

Erdoğan 31 Mart yerel seçimlerinin hemen öncesinde “Kemeri tamamlayacağız” diyerek Kuzey Irak’a askeri bir operasyon yapılacağını ve burada bir “tampon bölge” oluşturulacağını ilan etmişti. Şimdi de benzer bir askeri harekat sinyalleri seçim üzerinden Kuzey Suriye için veriliyor.

Kürtlerin merkezinde yer aldığı Irak ve Suriye’deki gelişmeler birbiriyle entegre. ABD’nin, Rusya’nın, İran’ın, Türkiye’nin ve de bilumum gücün varlık gösterdiği bölgede her aktör oyun peşinde. Ortadoğu’yu çok daha sıcak bir yaz beklerken yeni çatışmaların fitili ateşlenebilir. 

(BİRGÜN)  


T24 KÖŞEBAŞI (1 HAZİRAN 2024)

 

Vahşet davası başladı: Afgan işçi yaralanınca tedavi edilmek yerine yakılarak öldürüldü, cesette sol böbrek bulunamadı!(Candan Yıldız)

Göçmen işçiyi yakarken hem içki içmişler hem çerez yemişler! 

Mohammed Nourtani

Zonguldak'ın merkez köyü Köroğlu'na yakın ormanlık alanda yanarak ölmüş bir cenaze bulundu. Tarih 10 Kasım 2023'tü… Cesedi bulunan kişi, kaçak kömür ocağında çalışan Afgan Mohammed Nourtani'ydi…

Kaçak ocakta üç haftalık işçi olan Nourtani'nin yakılarak öldürülmesinin üst ve alt metninde, göçmenlik, güvencesizlik, paranın gücü, siyasi güç, sömürü, ayrımcılık, cezasızlık sistematiğinin rahatlığı var. Öyle bir barbarlık ki failler, Nourtani'yi yaktıkları yerde içki de içmişler çerez de yemişler.

Cinayetle ilgili ilk duruşma 29 Mayıs'ta görüldü. Dosyada üçü tutuklu 6 kişi yargılanıyor.

Yerelde "çakal ini" olarak anılan kaçak ocağın sahibi Hakan Körnöş (tutuklu), ortağı görünen Enver Gideroğlu (tutuklu), Ahmet Aydın (tutuklu), Alaatin ÇayırlıEray Demiro ve Sercan Kayabaş, "kasten öldürmekle" suçlanıyorlar.

Öyle bir cinayet ki çıkar ve güç söz konusu olduğunda kötülüğün nasıl hızlıca örgütlenebildiğini faş ediyor. Zaten mahkeme başkanı iştirak halinde işlenen cinayet davasının ilk celsesini şu cümlelerle açmış:

"Maktulü öldürmek için ilk andan itibaren irtibatlı, iş bölümü yapılması söz konu. Kolluğa haber verilmedi, Sercan Kayabaş (vinç operatörü) kamerayı kırdı, yön değiştirdi. Enver Gideroğlu (ocak ortağı), maktulün eşine 'kocan işe gelmedi' dedi. Maktul battaniyeye sarıldı, yakmak için benzin temin edildi. Suçu gizlemek amacı ile maktul yakıldı."

Nourtani ailesi neden Zonguldak'a yönlendirildi?

Nourtani ailesi, İran'dan kaçarak Türkiye'ye Van üzerinden giriş yapan bir aile… EMEP İstanbul Milletvekili İskender Bayhan'ın Evrensel'deki söyleşinden ailenin zor yaşam koşulları, Taliban baskısı, yoksulluk, işsizlik gibi nedenlerle Afganistan'tan İran'a geldiğini, oğullarının İran'da bir iş kazası sonrası bacağının kesildiğini öğreniyoruz. Aile doktordan şikâyetçi oluyor. Ailenin deyişiyle doktorun "arkası kuvvetli" olunca aile suçlu bulunuyor. Sınır dışı edileceklerini öğrenince de Türkiye'ye kaçıyorlar. Cinayetten beş ay önce Van'a geliyorlar.

Mohammed Nourtani cesedinin bulunduğu yer

Van Göç İdaresi aileyi önce Iğdır'a sonra da Zonguldak'a yönlendiriyor. Kaçak ocakların çok olduğu Zonguldak'ta ilkel çalışma koşullarının hüküm sürdüğü bir ocakta çalışmaktan başka imkânı var mıydı sizce Afgan Mohammed Nourtani'nin? Gelik beldesi Dağbaca mevkiinde faaliyet gösteren bu cehennem ocakta, günlüğü 1000 liradan çalışan Nourtani, 9 Kasım'da saat 20.00 sıralarında ocakta ağır yaralandı. İddianameden öğreniyoruz ki Nourtani, kömür taşıyan vagonlardan birinin çarpmasıyla yaralandı. Sonrasında ne ambulans çağrılıyor ne de hastaneye götürülüyor… Eski MHP Gelik Belde Başkanı ve aynı zamanda kaçak ocağın sahibi, sanık Hakan Körnöş, başka davalardan HAGB (Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması)'si olan biri. Körnöş, kaçak ocakta işçi çalıştırmanın suç olduğunu bildiği için olayı örtbas etmeye çalışmakla kalmadı, hastaneye kaldırılsa belki de yaşayacak bir insanı yakma işlemine iştirak etti.

Tutuksuz yargılanan ve kömür alıcısı olduğunu söyleyen, olay günü orada olan Alaattin Çayırlı'dan dinleyelim:

" Enver (Gideroğlu), Hakan'a 'bu adamın kimliği yok. Afgan zaten, atalım' dedi. Ertesi gün Hakan'ı (Körnöş) arayıp ne yaptıklarını sordum. Gülerek, 'yaktık biz onu' dedi."

4 yıldır kaçak olan ocak nasıl oldu da kapatılmadı?

Zonguldak 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmayla ilgili konuştuğum Afgan işçi Nourtani'nin ailesinin avukatı Kerim Bahadır Şeker şu bilgileri verdi:

"Yakma eyleminin olduğu ormanda alkol şişeleri ve kuruyemiş paketleri bulundu. Adli tıp raporuna göre Nourtani'nin iç organları yanmış ve sol böbreği yok. Böbreğini aldılar mı bilmiyoruz. Çünkü eşinin verdiği bilgiye göre patronlardan Enver Gideroğlu olaydan bir süre önce Nourtani'ye 20 bin dolara böbreğini satmasını teklif etmiş. Biz bunun da araştırılmasını istedik. Zonguldak'ta bu tür kaçak ocak sayısı çok. Örneğin bu ocak 4 yıldır var ve 4 yıldır nasıl kaçak olarak çalışabiliyor?"

"Çakal ini"nde çalışırken vinç çarpması sonucu yaralanan, hastaneye götürülmek yerine battaniye sarılarak 67 ZN 052 plakalı aracın bagajında en az üç saat gezdirilen ve sonrasında bir ormanda yakılan göçmen işçi Nourtani'nin ailesi de zor durumda. Zira "Geçici Koruma" başvurusu reddedilmiş. Her an sınır dışı edilebilirler. O zaman davayı hakiki olarak kim takip edecek? Yoksa Yunus Emre'nin dediği gibi "Bir garip ölmüş diyeler" olarak mı kalacak dosya?


Not: Bilgiler için davayı takip eden Enternasyonal Dayanışma'dan Yıldız Önen ve Ercüment Akdeniz'e teşekkür ederim.

                                                                    /././

Uğur Mumcu'nun katilini koruyanlar ve Mehmet Ağar düğümü (Gökçer Tahincioğlu)

Mahkeme, Ağar'ın tanık olarak dinlenilmesi talebini kabul etmedi ancak olumsuz bir karar da vermedi. Bu ihtimal hâlâ söz konusu. Ancak duruşma, Demir ile ilgili davanın zamanaşımına girme riski bulunmasına rağmen Ocak 2025'e ertelendi. 8 ay sonraya…

Uğur Mumcu

Gazeteci Uğur Mumcu'nun öldürülmesinin üzerinden 31 sene geçti.

Bombalı saldırıda yaşamını yitiren Mumcu cinayeti, 1991-99 tarihleri arasında işlenen diğer siyasi cinayetlerle aynı operasyonun konusu yapıldı.

Umut Operasyonu…

Bu operasyon kapsamında açılan davada çok sayıda isim cezalandırılmasına rağmen ne kamuoyu ne Mumcu ailesi tatmin oldu.

Olmadı zira bu cinayetlerin tamamının İran istihbaratı tarafından eğitilen bir grubun eylemi şeklinde görmek zordu.

Siyasi hatları değiştiren, toplumun farklı kesimlerini kışkırtan bu cinayetlerle ilgili başkaca bağlantılar da olmalıydı.

Elbette sıra buraya gelemedi.

Hatta Umut Operasyonu davasının bir numaralı sanığı konumunda bulunan, 11 cinayete doğrudan katıldığı tespit edilen ve 2000 yılında polis ve jandarmanın arasından kaçarak kayıplara karışan Oğuz Demir bile yakalanamadı.

* * *

Umut davası, uzunca bir süredir sadece firari durumdaki Oğuz Demir üzerinden sürüyor. Bu dosya kapandığında, dava da bütünüyle tamamlanmış olacak.

Demir'in yakalanması sırların çözülmesini, cinayetlerin aydınlatılabilmesini sağlayabilirdi.

Ancak 31 yıldır Demir yakalanamadı.

* * *

Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu, kırmızı bülten çıkartılan ve İçişleri Bakanlığı'nın "arananlar" listesine konulan Demir'le ilgili bilgi olup olmadığını öğrenebilmek için İçişleri Bakan Yardımcısı Mehmet Aktaş'la görüştü.

Aktaş, o görüşmede Demir'in İran'da olduğuna yönelik istihbari bilgi bulunduğunu, bir ara Çeçenistan'da görüldüğünü anlattı Mumcu'ya.

Geçen sürede eşini ve çocuklarını da yurt dışına çıkarttığı bilgisini de verdi.

* * *

Bütün bu bilgiler Mumcu ailesi ve avukatları açısından yeniydi zira yargılamanın yapıldığı mahkemeye nedense bu bilgiler verilmemişti.

Demir'in yakalanması konusunda bir çalışma olup olmadığı da bütünüyle belirsiz. Zira süren duruşmalar boyunca Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi'ne bu konuda da bir bilgi verilmedi.

* * *

Mumcu ailesinin avukatı Yalçın Akbal, davanın geçen hafta yapılan son duruşmasında bu konuları gündeme getirdi ve kovuşturmanın genişletilmesi talebinde bulundu. Mahkemeden, Demir'le ilgili yapılan çalışmalar konusunda bilgi talep etmesini istedi.

Akbal, dilekçesinde, şu ifadelere yer verdi:

"1991-1999 tarihleri arası Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayeti dahil 11 olaya doğrudan katılan Oğuz Demir'in bu kadar rahat cinayetler işlemesine rağmen hakkında bilgi sahibi olunamaması tam anlamıyla bir akıl tutulmasıdır. Hele ki, Oğuz Demir'in, 2000 yılı Mayıs ayında Sincan'da kolluk güçlerinin arasından sıyrılıp kaçması ve izini kaybettirmesi daha da vahim olanıdır. Ve her ne kadar Oğuz Demir hâlâ İçişleri Bakanlığının 'arananlar' listesinde

'Tevhid Selam Kudüs Ordusu Terör Örgütü' üyesi olarak aranmakta ise de bugüne kadar bu şahsın yakalanması konusunda en ufak bir yol alınmamıştır.

Şimdi sormak isteriz;

- Oğuz Demir'in İran'da olduğu konusundaki istihbari bilgiyi doğrulayacak veriler bugüne kadar neden Mahkemenize ibraz edilmemiştir? Ve bu istihbari bilgi hakkında Adalet Bakanlığı'na bilgi verilmiş midir?

- Verilmiş ise çeşitli suçlardan hapis cezasına çarptırılan İran uyruklu kişileri İran'a iade eden Türkiye'nin, bir dönemin karanlık cinayetlerini işleyen Oğuz Demir'in İran'dan iadesine ilişkin herhangi bir girişimi olmuş mudur?

- Oğuz Demir'in eşi ve çocukları yurt dışında mıdır? Yurt dışında iseler, İçişleri Bakanlığının 'arananlar' listesinde kırmızı listede yer alan ve hakkında interpol kaydı bulunan Oğuz Demir'in eşi ve çocuklarını rahat bir şekilde yurt dışına çıkarması nasıl mümkün olabilir? Ve Oğuz Demir'in eşi ve çocukları ne şekilde yurt dışına çıkabilmiştir? Bu sorularımızın cevaplandırılması için Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatına müzekkere yazılmasını talep ediyoruz."

* * *

"Görüldüğü üzere bu talebimiz sadece tetikçinin yakalanmasıyla ilgilidir. Asıl olan talebimiz ise bu cinayetlerin üzerindeki sır perdesinin aralanmasına ilişkin olacaktır.

Zira 90'lardaki siyasi cinayetlerin önemli bir kısmının, içerisinde kamugörevlilerinin de bulunduğu belli güç odakları tarafından işlendiği bilinmektedir. Özellikle kamuoyunda 'Susurluk çetesi' olarak bilinen ve 1996 yılında Susurluk ilçesinde bir kaza sonucu varlığı ortaya çıkan bu güç odaklarının dahil olduğu ilişkiler ağı halen hafızalardadır.

Bunun yanında 'Gayri Nizamı Harp' olarak adlandırılan yöntemlerle siyasi cinayetlerin işlendiği de bilinmektedir ki, Uğur Mumcu'nun buna ilişkin yazıları halen güncelliğini korumaktadır. Bu ve benzeri ilişkiler ağının dahil olduğu cinayetlerde taşeron örgütlerin kullanıldığı bilinen bir gerçektir ve tetiği çekenlerin arkasındaki güç odakları ortaya çıkarılmadığı sürece, bu cinayetler 'Faili Meçhul' kalacaktır. Bu anlamda Uğur Mumcu Cinayeti de faili meçhul bir cinayettir. Zira halen tetiği çekenlerin arkasındakilere ilişkin perde aralanmamış adeta bir duvar örülmüştür…"

* * *

Akbal, dilekçesinde, bu duvarın bizzat Mumcu'nun öldürülmesinden kısa süre sonra Emniyet Genel Müdürlüğü görevine getirilen Mehmet Ağar tarafından ifade edildiğini anımsattı. Güldal Mumcu'nun kitabında, Ağar'la yaptığı görüşmeye ilişkin şu kaydı düştüğünü mahkemeye sundu:

Güldal Mumcu : "Karşımıza sürekli engeller çıkarılıyor. Bir duvar örülüyor sanki."

Mehmet Ağar : "Evet Güldal bir duvar örülüyor."

Güldal Mumcu : "O zaman bir tuğla çekin duvar yıkılsın."

Mehmet Ağar : "Çekemem."

Güldal Mumcu : "Tuğlayı çekin kenara çekilin."

Mehmet Ağar : "Yapamam, onu da yapamam."

Güldal Mumcu : "Soruşturma için yeni bir ekip kurulmasını sağlayabilirsiniz belki."

Mehmet Ağar : "Kusura bakma Güldal yapamam."

* * *

Avukat Akbal, Ağar'ın Uğur Mumcu cinayetinin arka planı hakkında bilgi sahibi olduğunu belirterek, tanık olarak dinlenilmesini de istedi.

Mahkeme, duruşmada, kovuşturmanın genişletilmesi talebini kabul etti. İçişleri ve Dışişleri bakanlıklarına müzekkere yazılarak cinayetle ilgili İran ile ortak bir araştırma komisyonu kurulup kurulmadığının sorulmasına karar verdi. Ayrıca İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nden Oğuz Demir'in ve ailesinin yurt dışına çıkıp çıkmadığı, çıkmışsa hangi ülkede olduğunu sordu.

* * *

Ağar'ın tanıklığı konusunda ise bir karar bu aşamada verilmedi.

Bunun çok kolay olmadığı da biliniyor. Bu kararların zor verilebildiği…

Ağar, bir numaralı sanığı olduğu Susurluk-JİTEM davasında bile celse arasında çağrılarak, yıllar önce sorgulanabildi. O sorguya avukatlar da katılamadı. Basının izlemesi bile engellendi.

Savunmasında, "Görev süresi içinde hiçbir tahkikat geçirmedim. Aleyhime hiçbir şikayet ve serzeniş olmadı… Halen suç örgütlerine karşı devletin korumasındayım. Öldürüldüğü iddia edilen kimselerle ilgili benim herhangi bir ilgim, bilgim yok. Kimin ne şekilde eylemi gerçekleştirdiğini bilmiyorum. Bir şekilde olaya katkım olmamıştır. Faili meçhul cinayetlerle bir alakam yok, yasadışı hiçbir emrim yoktur. Böyle bir şey olsaydı ilgili birimlere şikâyet ederdim" dedi.

* * *

Ağar'ın, Mumcu cinayeti konusunda Güldal Mumcu ile böyle bir konuşma yapmadığını söylediği biliniyor. Muhtemel ki yine böyle bir konuşma olmadığını söyleyecek.

Ancak Türkiye'nin karanlık-kriminal tarihi konusundaki en fazla bilgiye sahip insanlardan biri olan Ağar'ın anlatacağı başka başlıklar da olmalı… Bu ancak sorularak öğrenilebilir.

Mahkeme, Ağar'ın tanık olarak dinlenilmesi talebini kabul etmedi ancak olumsuz bir karar da vermedi.

Bu ihtimal hâlâ söz konusu.

Ancak duruşma, Demir ile ilgili davanın zamanaşımına girme riski bulunmasına rağmen Ocak 2025'e ertelendi. 8 ay sonraya…

30-40 yıldır aynı aktörlerin etrafında dönüp duran sorular bir türlü yanıtlanamıyor.

Bazı isimler yakalanamıyor ve nedense bazı isimler de sorgulanamıyor.

Bu duvarlar yıkıldığında, gerçekten ardındaki duvarları kimlerin ördüğünden söz edebileceğiz.

Bu güvenlik bariyeri yıkılabilirse…

                                                                    /././

Biz bu filmi daha önce görmemiş miydik? (Mustafa Durmuş)

Muhalefetin yanıtlaması gereken sorun tam da şudur: "22 yıldır bu ülkeyi tek başına yönetip de, ülke ekonomisini 2001 krizinden daha derin bir kriz durumu ile karşı karşıya getirenlere karşı daha köklü, daha sonuç alıcı politikalar uygulamak gerekmiyor mu?"

Yerel seçimlerin ardından, sadece döviz kuru (adeta) sabitlenmekle kalmadı, aynı zamanda özellikle de son haftalarda, Merkez Bankası'nın net dış varlıkları giderek artmaya başladı. Bunun sonucunda, yerel seçim öncesinde eksi 70 milyar dolar civarına kadar düşmüş olan net dış varlıklar 29 Mayıs tarihi itibarıyla pozitife döndü.

Yabancı geliyor, yerli zenginler TL'ye dönüyor

Kısaca, Mehmet Şimşek'in bir süredir uygulamakta olduğu para politikası ve finansal sıkılaştırma önlemleri meyvesini vermeye başladı. Türkiye'deki finans piyasalarına (DİBS, borsa, fon, mevduat gibi), özellikle de kısa vadeli olmak üzere, yabancı kaynak akmaya başladı. Bu arada ülkede yerleşik para sahipleri de dövizden çıkıp TL'ye yönelmeye başladılar.

Örneğin, Borsa İstanbul verilerine göre hissede yabancı payı 26 Mayıs 2023 itibariyle yüzde 27,6 iken, 27 Mayıs 2024 itibariyle bu oran yüzde 39,4'e çıktı. 26 Mayıs 2023 haftasında yabancının toplam tahvil stokundaki payı yüzde 0,64 iken 17 Mayıs itibariyle yüzde 5,63'e yükseldi. Özellikle son iki haftadır çok daha güçlü girişler yaşanıyor. Ayrıca Mayıs 2023 seçimleri döneminde Türkiye'nin 5 yıllık iflas risk primi (CDS) ilk tur sonrasında (21 Mayıs itibariyle) 702 baz puana kadar yükselmişti. 27 Mayıs 2024 itibariyle bu rakam 263.25 baz puana kadar düştü. (1)

Net rezervler 50 milyar dolar, "carry trade" 13,6 milyar dolar oldu

Kısaca, bu gelişmeler sonrasında 1 Nisan'dan 16 Mayıs'ta kadar Merkez Bankası'nın swap ve Hazine mevduatı hariç net rezervi 50 milyar dolar arttı. 10 Mayıs'a kadar ise "carry trade" kanalından giriş 13,6 milyar dolar oldu. (2) Carry trade girişlerinin bu yılın ilk yarısı itibarıyla (Ocak-Haziran) 16 milyar doları bulması öngörülüyor. (3)

"Yüksek faiz, yüksek getiri, sabit kur, düşük enflasyon" sözü

Bu gelişmenin ardındaki temel nedenlerin sırasıyla; Merkez Bankası politika faizinin özellikle de yüksek getiri peşinde olan yabancılar açısından son derece cazip bir hale gelmesi olduğu, söylenebilir. Öyle ki bu getiri ABD doları cinsinden yıllık yüzde 7,5'i buluyor. Bu da ülkeyi dünyada dövizli borçlanmaya en yüksek getiriyi sağlayan ikinci ülke konumuna getiriyor. (4)

Bir diğer önemli etken de, TL cinsinden mevduat faizinin (yüzde 60'ın üzerinde), buna karşılık mevduatın vadesi boyunca beklenen enflasyonun (yüzde 38) oldukça üzerinde seyrediyor olması. Bu durum pozitif faizin süreceğine işaret ediyor.

Bu arada Merkez Bankası şu ana kadar yaptığı 50 milyar doları bulan döviz alımı ile dövizi neredeyse sabit tutmayı başardı (1 dolar = 32,2 TL). Döviz mevduatının faiz getirisi ise hâlâ çok düşük. Bu durum da TL'ye yönelimin artarak TL'nin değerlenmesiyle sonuçlanıyor ve ülkedeki döviz mevduatı sahiplerinin giderek artan bir biçimde dövizden çıkıp TL mevduata dönmesine neden oluyor.

"Dövizle borç al, yüksek faizli TL'ye yatır" dönemi

Böylece, büyük para sahipleri ve şirketler giderek dövizle borçlanıp TL cinsinden yatırım yapıyorlar. Öyle ki şirketlerin döviz kredileri sadece geçen hafta 4,7 milyar dolar ve yılbaşından bu yana 20 milyar doları aştı. (5) Yani kur bir tür sabit tutularak yüksek faiz koşullarında dövizle borçlanma cazip hale getiriliyor ancak finansal olmayan özel sektör bilanço kur riskini de yüklenmek durumunda kalıyor. Yani dövizle hammadde/girdi alıp TL cinsinden satış yapanların karşılaştığı türden bir kur riski reel sektörü bekliyor.

Sürekli alım yapılarak sabit tutulan döviz kuru, değerlenen TL, artan reel faiz ve düşecek olan enflasyon, işler böyle gittiğinde, "carry trade'nin en az bu yılsonuna kadar artarak devam edeceğini gösteriyor.

Diğer yandan, bu durum "dışlama etkisi" ve "dış ticaret etkisi" ne neden olacağı gibi, ülkede yoksuldan zengine doğru yeni bir servet transferinin de yolunu açtığından (tıpkı KKM gibi), "gelir ve servet dağılımının daha da adaletsiz" bir hal gelmesiyle sonuçlanacaktır.

Dışlama etkisi/ Dış ticaret açığı

Öncelikle, mevduat/kredi faiz oranlarındaki artışlar, özel sektörün reel yatırımlarını daha da maliyetli bir hale getirerek dışlanmasına, bu da başta istihdam ve gelir olmak üzere önemli kayıplara ve emekçilerin zarar görmesine neden olacaktır. Keza değerlenen TL, ithalatı göreli olarak ucuzlatıp daha da özendirirken, ihracatın zora girmesine, bu da dış ticaret açığının artmasına neden olacaktır.

Taşıma para ticareti (carry trade) ve finansal kriz riski

Ancak bu kontrolsüz sıcak para girişleri, asıl olarak, ülkenin kırılgan yabancı kaynağa bağımlı ekonomisini daha da kırılgan bir hale getirerek ülkeyi yeni finansal krizlere gebe bırakıyor. Bu bağlamda, carry trade'nin bir ülkenin ekonomisine nasıl zarar verdiğine ilişkin en çarpıcı örneklerin başında İzlanda geliyor. Öyle ki ülke ekonomisi geçmişte nerdeyse batmanın eşiğine gelmişti.

İzlanda krizi

İzlanda 2006-2007 yıllarında büyük ölçüde 'carry trade' lerle beslenen bir sıcak para krizi yaşadı. Çünkü 2005-2006 döneminde ABD ve Japonya'daki düşük faiz oranları, dünyadaki bir kısım kısa vadeli sıcak paranın İzlanda'nın yüksek getirili devlet tahvillerine yönelmesine neden oldu.

Kriz mekanizması şöyle işledi: Spekülatörler ABD ve Japonya'da çok düşük faiz oranlarından dolar ve yen borçlanıp bu fonları İzlanda'ya yatırdılar. Bunun sonucunda İzlanda ekonomisi hızla büyüdü ama aşırı ısınmaya başladı. Bu durum (nihayetinde) gelen sıcak paranın ülkeden hızlıca kaçarak, ülke parası kronun hızla değer kaybetmesiyle ve ardından da ülkede faiz oranlarının hızla yükselmesiyle sonuçlandı. Öyle ki, Kasım 2007'den Mayıs 2008'e kadar, euro ve diğer para birimlerine kıyasla değer kaybetmekte olan dolar karşısında kron yüzde 27 oranında değer kaybetti.

Aşağıdaki grafik sıcak para çıkışını ve bunun yurtiçi faiz oranları üzerindeki etkilerini gösteriyor. Böylece sıcak paranın ani çıkışıyla yurtiçi faiz oranları i0'dan i1'e keskin bir şekilde yükseliyor. Bu durum 1995'in sonlarındaki çıkışın ardından Meksika'da ve 1997-1998'de Güneydoğu Asya'da ve 2000-2001 krizinde Türkiye'de yaşandı.

Özetle, sıcak para çıkışlarının ardından yurt içi faiz oranlarındaki keskin yükseliş, borçlanma maliyetlerini yükseltip fiilen yatırım yapmayı zora sokunca, ülke bu kez ekonomik durgunluğa giriyor. Ayrıca, yatırımcılar spekülatif yatırımlarını elden çıkarma yarışında yerli varlıkları "terk ettikçe" yerli para çöküyor. Para birimi giderek zayıfladıkça ithalat çok daha pahalı hale geliyor, bu da enflasyonda (özellikle gıda ve enerji fiyatlarında) artışa yol açıyor ve çöküş tırmanmaya devam ettikçe ekonomiye ve siyasete olan güveni zayıflatıyor.

Ya açığa satarlarsa?

Dahası, yerli ve küresel yatırımcılar yerli para biriminin gelecekte daha da düşeceğini beklerlerse, arbitraj fırsatından yararlanmak için yerli para birimini "açığa" satarlar.

Bir finansal varlığı "açığa satmak", varlığın gelecekte fiyatının düşme olasılığının çok yüksek olduğu bilgisinin sunduğu arbitraj fırsatından yararlanmaktır. Çok basit olarak, 1 birim yerli para bugün 10 birim "yabancı" para biriminden işlem görüyorsa, ancak 30 gün sonra günde sadece 6 birim "yabancı" para biriminden işlem görmesi bekleniyorsa, yatırımcılar bugün para birimini "açığa" satacaktır. Bugün 1 birim yerli para birimi ile 10 birim "yabancı" para birimi satın alacaklar ve 30'uncu günde 6 ya1 oranında yerli para birimine "geri dönecekler" ve böylece yüzde 67 kâr elde edeceklerdir Ancak giderek daha fazla yatırımcı "bugün" yerli para satmaya başladıkça, bu durum yerli para birimindeki düşüşü şiddetlendirecek ve böylece devalüasyonu hızlandıracaktır. (6)

Ulusal para biriminin değerinin daha da düşmemesi için (hem spekülatif sıcak para/sermaye girişlerine hem de çıkışlarına ket vurabilmek amacıyla) uygulanabilecek bir önlem olan Tobin Vergisi (ya da diğer sermaye kontrolleri) neo-liberalizm altında uygulanamadığından devalüasyonlar kaçınılmaz hale gelecektir.

"Çıkan para mağarasına geri döner"

Yüksek faiz oranları ve uzun vadeli makroekonomik görünüme ek olarak, küresel sermaye akışlarının bir başka belirleyicisi daha vardır. Büyük ve ciddi küresel kriz dönemlerinde sermaye genellikle güvenli liman ülkelerine park edilir. Bu ülkeler istikrarlı hükümetler ve nispeten sağlam mali ve parasal politikalarla karakterize edilen ekonomilerdir. Bunlar aynı zamanda küresel çalkantılardan nispeten bağışık olan ve diğer ülkelerin çoğunu sarsabilecek dışsal şoklara karşı dirençli ülkelerdir.

Büyük makroekonomik/politik çalkantıların yaşandığı dönemlerde, yatırımcıların (uluslar, bireyler, kurumlar) anaparanın korunmasını belirsiz getirilere tercih ettiği zamanlar olur. İşte böyle zamanlarda "mağara" teorisi devreye girer. (7)

Bu teorinin doğruluğu defalarca kanıtlanmıştır. Geçmişte Afrika'da haydut bir rejimin iktidarı ele geçirmesi, İzlanda'da bir volkanın patlaması, Yunanistan'ın temerrüde düşme tehdidinde bulunması ya da Ukrayna-Rusya savaşı ile temel gıda ve petrol arzının kesintiye uğraması, Türkiye'nin Irak ve Suriye'de yürüttüğü askeri operasyonların etkileri, İsrail'in Filistin topraklarını işgalini sürdürmesi ve bu sürece İran'ın da dâhil edilmesi gibi jeopolitik gelişmelerde sermaye ABD'ye ve bir ölçüde de diğer güvenli liman ülkesi olan İsviçre gibi ülkelere akın edebilir.

2000-2001 krizi

Türkiye'de ve diğer azgelişmiş ülkelerde spekülatif sıcak paranın neden olabileceği likidite krizi başta olmak üzere finansal krizi anlamak önümüzdeki tehlikeleri görebilmek için son derece önemlidir. Zira 2001 krizi öncesinde IMF'nin desteğini de arkasına alan Türkiye'ye sıcak para girişleri çoğalmış, Türkiye'nin orta vadeli risk algısında iyileşmeler görülmüştü.

Ancak programın temel hedefi olan enflasyondaki düşüş beklendiği kadar hızlı olmadı. İthalatın hızla artması sonucunda dış açık kaygı verici boyutlarda büyüdü. Bu gelişmeler aktiflerinin önemli bir bölümü Hazine kâğıtlarından oluşan bankaların likidite talebini arttırınca Kasım 2000 sonunda likidite sıkışıklığı had safhaya ulaştı. "Likidite krizi" olarak da adlandırılan bu durum sonunda, Ekim'de yüzde 39 olan gecelik faizin Kasım ayında yüzde 95'e, Aralık ayında ise yüzde 183'e kadar çıkmasıyla sonuçlandı.

21 Şubat 2001 tarihli MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Sezer'in Başbakan Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlatması olayından sonra Ecevit'in "devlet yönetiminde kriz var" açıklamasıyla birlikte mali piyasalarda panik başladı. Sonuçta bir gün önce 670 bin TL olan 1 doların değeri 1 milyon TL'yi aştı. Yabancı yatırımcının borsadan panikle kaçışı ve yabancı bankaların vadesi gelmemiş kredilerini geri çekmeye başlamasıyla 21 Şubat'ta bankalar arası para piyasasında gecelik faiz yüzde 6200'e kadar çıktı.

Sonuç olarak

İşte bu yüzden, ülkedeki hâkim sınıflar ve devleti yöneten iktidar bloku sıcak para girişine dayalı bir ekonomik modelini uygulayıp bunun faturasını halka ödettirirken, halkın muhalefetini önleyecek her türden tedbiri alıyor.

Diğer yandan da "normalleşme" adı altında iktidarda bir politik krizin çıkmasını önlemeye ve ana muhalefet partisini de bu işe entegre etmeye çalışıyor. Çünkü hızlı sermaye çıkışlarının ülke ekonomisini (dolayısıyla da siyasal iktidarı) nasıl vurabileceğini en iyi onlar biliyorlar.

Kuşkusuz, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler de ülkede yeni bir kriz çıksın istemezler. Ancak normal zamanlarda elde edilen yüksek kârların patronların cebinde kalırken, sözde "tasarruf" adı altında uygulanan kemer sıkma dönemlerinde zararın emekçilere nasıl ödettirildiğinin de farkında olmaları gerekir.

Muhalefetin yanıtlaması gereken sorun tam da şudur: "22 yıldır bu ülkeyi tek başına yönetip de, ülke ekonomisini 2001 krizinden daha derin bir kriz durumu ile karşı karşıya getirenlere karşı daha köklü, daha sonuç alıcı politikalar uygulamak gerekmiyor mu?"


Dip notlar:

  1. https://www.ekonomim.com/ekonomi/secim-sonrasi-1-yilda-hisse-ve-tahvile-114-milyar-geldi-haberi (28 Mayıs 2024).
  2. https://www.ekonomim.com/ekonomi/secimden-sonra-136-milyar-dolar-carry-trade-girisi-haberi (21 Mayıs 2024).
  3. Selva Baziki @SelvaBaziki @TheTerminal (28 Mayıs 2024).
  4. Agt.
  5. https://x.com/BloombergHT/status (30 Mayıs 2024).
  6. Farrokh K. Langdana, Macroeconomic Policy, Demystifying Monetary and Fiscal Policy, Third Edition, Springer, 2016, s. 42-44.
  7. Agk.