8 Haziran 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI (8 Haziran 2024) + (Çalışma yaşamının geleceği: Kamu çalışanları da mı uzaktan ve esnek çalışacak?-Candan Buyraz)

 

Türkiye’de düzen içi çatışma: Nijer, BRICS,…(Erhan Nalçacı)

Türkiye çapındaki yayılmacı bir devlet ister istemez bir emperyalist hiyerarşi içinde devinecektir. Buna göre Türkiye sermayesi uluslararası sömürüden payını alacak, buna göre tezgâhını kuracaktır.

Son aylarda bu köşede Türkiye’de düzen içi çatışmaya sıklıkla eğildik ve müphem bir tül altındaki çatışmanın taraflarının emperyalist hegemonya krizine göre belirlendiğini yazdık.

Türkiye çapındaki yayılmacı bir devlet ister istemez bir emperyalist hiyerarşi içinde devinecektir. Buna göre Türkiye sermayesi uluslararası sömürüden payını alacak, buna göre tezgâhını kuracaktır. Ama dünyada çok belirsizlik var. 
ABD’nin başını çektiği ve halen Türkiye’nin de içinde olduğu Batı emperyalizmi mi, yoksa Çin-Rusya ittifakı mı?

Sermaye sınıfı çıkarlarına, bağlantılarına göre bu soru etrafında bölünüyor. Onları takip eden düzen içi siyasiler ve belki zaman zaman taraf değiştirerek bu soru etrafında kapışıyorlar. Bürokrasi de öyle, bir kısmı “devlet aklına” göre, bir kısmı çıkarlarının peşinden ip yarışmasında birbirlerinin beline sarılıyorlar.

31 Mart seçimlerinde bir tarafın ağırlık kazandığını ve Türkiye’nin ABD ve NATO’ya doğru çubuk büktüğünü izledik. Türkiye Ukrayna’da silah fabrikaları açtı, Rusya’ya karşı olduğu saklanmayan NATO tatbikatlarına katıldı, Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi’ne dâhil oldu, Karadeniz’de nereye varacağı belli olmayan anlaşmalar imzaladı, ABD ile sıvılaştırılmış doğal gaz satın alma sözleşmeleri yaptı vb.

Ayrıca Erdoğan sonrası için ABD’ye daha yakın olduğu bilinen İmamoğlu gibi yeni sermaye ajanları başkanlık için sıraya girdi.

Ancak seçimden sonra düzenin tekrar diğer tarafa yattığı ve ABD’cileri bir şekilde gerilettiği izleniyor.

Kuvvetli İsrail karşıtı çıkışın sadece seçimde AKP’nin bu konuda sıkıştırılmasına bağlanması doğru değil, muhtemelen karşı tarafı bastırmak için de İsrail karşıtlığı kullanılıyor.

Yargıtay krizinden, Anayasa Mahkemesi kararlarına, mafya operasyonlarından Fetullahçılara yönelik operasyonlara kadar her şey bu eksende gelişiyor.

Bu yazıda Türkiye’nin yayılmacı bir ülke olarak yönelimine iki yeni olay üzerinden bakalım:

Nijer’de Türkiye kiralık asker mi kullanıyor?

Elimizde açık kaynaklardaki haberlerin dışında bir delil olmadığı için temkinli bir şekilde yazılması gerekiyor. Batı emperyalizmine dayalı İngiltere ve Fransa tabanlı Suriye’de insan hakları gözlemi yapan iki örgütten yayılmış haberler. 

Bu haberlere göre Türkiye Suriye’den kendisine yakın ekiplerden para karşılığı asker toplayıp, onları uçaklarla Nijer’e sevketmiş. Sayının 3.500’e yaklaşacağı düşünülen paralı askerler Nijer sınırının ve madenlerin korunmasını üstlenmişler. Rus askerleri ile birlikte çalışıyorlarmış. 

Aşağıdaki emperyalistler için hazırlanmış, Afrika halklarını yok sayan ve ülkeleri içerdiği hammaddelere göre gösteren haritada Nijer’in yerini bulup hatırlayalım.

Emperyalizmi anlamak için mükemmel bir harita, ülkelerin ismi silikçe arka fonda yazılırken el konması gereken madenler öne çıkmış. Nijer Afrika’nın kuzey batısına doğru koyu yeşil ile gösterilen ülke. Emperyalistler için Nijer halkının bir önemi yok, Nijer’i şöyle kodlamışlar: Uranyum, petrol. Ayrıca altın da var, unutmuşlar, ya da birbirlerini atlatmak için yazmamışlar. Bu arada Nijer madenlerinde 14 yaş altı çocukların çalıştırıldığını ilave edelim.

Nijer’de geçen yılın ortalarında bir askeri darbe yaşanmış ve Nijer de Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Burkina Faso’dan sonra yıllardır süren Fransız sömürgeciliği ve hegemonyasından kopmuştu. Fransız ordusu sözüm ona cihatçı çetelere karşı mücadele için bulundurduğu askeri birliklerini çekmek zorunda kalmıştı.

Elektrik enerjisini büyük ölçüde nükleer reaktörlerden üreten Fransa için Nijer uranyum yatakları önemliydi ve bu olanağı kaybetmiş gözüküyor. Muhtemelen Fransa’nın Ukrayna’ya asker göndermeyi telaffuz edecek kadar Rusya karşıtı haline gelmesinde Afrika’da uğradığı büyük kayıp rol oynadı.

Nijer Başbakanı 2024 Ocak ayında Moskova’yı, Şubat ayında Ankara’yı ziyaret ederek ikili anlaşmalar yaptı ve yardım sözü aldı. Eğer paralı asker gönderildiyse muhtemelen bu ziyaretlerden sonra gerçekleşmiştir. 

Fidan’ın Çin ziyareti ne anlama geliyor?

Dışişleri Bakanı Fidan’ın geçen hafta gerçekleşen Çin ziyareti bir fırtınaya neden oldu. 

Nasıl olmasın, Fidan Çin’de BRICS’e Türkiye’nin katılma arzusunu dillendirdi. Moskova’da yapılacak gelecek BRICS zirvesinde bu isteğin memnuniyetle ele alınacağı şeklinde yanıt gecikmedi.

BRICS ki, ABD mali sermayesinin hegemonyasını ortadan kaldırmayı amaçlayan krizin cepheye sürülmüş temel araçlarından biri.

Yeni İpek Yolu’nun Orta Koridorunda işbirliği teklifi de sevinçle karşılandı. Hatta karşı taraf Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılımı telaffuz etti.

Görüldüğü gibi düzen içi karşı manevra çok keskin oldu.

Biz nereye bakalım?

Biz nereye bakalım? Bir kere sermaye sınıfına bu köşede şöyle taraf tutun, şöyle avantajlarınız olur diye öneride bulunmamayı ilke olarak benimsiyoruz.

Teşbihte hata olmaz denir ve tabi ki aralarında çok büyük fark var, ancak Kurtuluş Savaşı öncesinde ve sonrasında ABD mandacılarını hatırlayın. Wilson Prensiplerinin Türkiye’nin kurtuluşu olabileceğini, İngiltere ve Fransa’dan farklı olarak ABD’nin halkların özgürlüğünü istediğini ileri sürüyorlardı. Halide Edip Adıvar örneğin. ABD hegemonyasını o gün reddedenler o dönemi devrimci olarak geçirdiler, Mustafa Kemal gibi.

Günümüz hegemonya krizi esnasında hiçbir aydının yüzünü işçi sınıfı siyasetleri dışında bir odağa çevirmesini istemiyoruz.

Eğer umut besleyeceksiniz linki verilen videoyu bir kez izleyin lütfen. Geçenlerde ABD’den Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (PSL) yöneticileri Türkiye’yi ziyaret etmişti. Video da TKP’nin iki yönetici ile yaptığı röportaj görülüyor. 

Bu iki işçi sınıfı partisi yöneticisi, ABD’den değil de, örneğin, Türkiye’den, Yunanistan’dan, İspanya’dan, Hindistan’dan, Brezilya’dan vb. olabilirdi, bunun önemi yok, ama önemli bilgiler vermelerine karşı sadece sözlerine değil de gözlerine ve vücut hareketlerine yansıyan yaptıkları işe inanca bakın.

Dünyanın emekçi sınıflara dayanan geleceğine inanmayanlar savrulur gider bu kargaşada.(https://youtu.be/YaukcX0pzbg)

                                                                  /././

Normandiya Çıkarması’nın yıldönümünde unutturulan kayıplar (Ogün Eratalay)

Normandiya Çıkarmasından aylar önce, ABD ve İngiltere'nin tatbikatlarında gerekli önlemlerin alınmaması neticesinde 946 ABD askeri ölür. Bu trajedi bugün bile pek az kişi tarafından bilinmekte.

6 Haziran günü, 1944 yılında gerçekleşen Normandiya Çıkartmasının yıldönümü. Bu gün Avrupa’nın çeşitli kentlerinde törenler düzenleniyor, kıtayı Nazi belasından kurtardığı öne sürülen ABD Ordusuna güzellemeler düzülüyor. Acaba gerçekten böyle mi, isterseniz gelin bir bakalım…

1944 yılı başlarına gelindiğinde II. Dünya Savaşı çoğunlukla hala Doğu Cephesinde sürmektedir. Nazi Almanyasını Sovyet topraklarından atan Kızıl Ordu ve partizan birlikleri cephe hattını artık Polonya içlerine, Slovakya’ya getirmiş, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan büyük ölçüde işgalden kurtarılmıştır. ABD başta olmak üzere emperyalist ülkeler Sovyet lider Stalin’in ısrarlı taleplerine rağmen Avrupa’da ikinci cepheyi açmakta ayak diremiş, Naziler tarafından görece az birlikle gayet başarıyla savundukları İtalya Cephesinde durma noktasına gelmiştir. Savaşın ardından Sovyet Kızıl Ordusu tarafından özgürleştirilmiş bir Avrupa kıtasından çekinen emperyalistler bu dönemde Fransa kıyılarına çıkartma planlarına iyiden iyiye başlar.

                                     1944 Ocak ayı itibarıyla Kızılordunun geldiği cephe hattı.
                             İtalya Cephesinde Müttefiklerin ilerleyişi durma noktasına gelir

Çıkartma için belirlenen Normandiya sahillerine fiziki özellikleri nedeniyle benzeyen İngiltere’nin güney bölgesindeki Devon kentindeki Slapton Sand plajı çıkartmaya katılacak ABD askerlerinin eğitilmesi için tatbikat bölgesi olarak belirlenir. Bölgedeki sivil nüfus başka yerlere tahliye edilir ve Nisan-Mayıs 1944 döneminde yoğun tatbikatlar başlar. 

                                                           Tank taşıma gemisi

Tatbikata tank taşıyabilen çıkartma gemileri, donanmadan çeşitli savaş gemileri ve yaklaşık 30 bin asker katılır. İlk olay 27 Nisan günü yaşanır. Tatbikatın o günkü faaliyetinde gerçekçi olması için deniz topçusu bombardımanı altında birlikler karaya çıkacaktır. Askerin savaş ortamına hazırlanması amacıyla yapılan planlar koordinasyonsuzluk ve iletişim hataları nedeniyle trajediye dönüşür. Çıkarma gemilerinin bazılarının tatbikat saati olan 07:30’a hazır olamaması nedeniyle başlangıç bir saat ertelense de bu bilgi bazı çıkarma gemilerine ulaşmaz. Yeni tatbikat saatine göre çıkarmadan hemen önce sahili gerçek mermilerle bombalayacak olan donanma topçusu, tatbikatın ertelendiğinden habersiz şekilde sahile çıkmış olan ABD askerlerini bombalar. Bu dost ateşi olayında yaklaşık 450 askerin öldüğü sanılmaktadır.

                                         Tatbikat sırasında sahile çıkan askerler

Ertesi gün ise daha büyük bir facia, komuta heyetinin beceriksizlik ve tedbirsizliği nedeniyle yaşanır. Tatbikat yapılan bölge Fransa sahillerine oldukça yakın olduğu için tatbikata katılan gemilerin güvenliği için Fransa’nın Cherbourg kentinde olan Nazi donanma üssü ablukaya alınmıştır. Buradan çıkabilecek savaş gemisi veya denizaltıların tatbikattaki gemilere saldırmaması için önlemler alınır. Ancak buna rağmen 9 Nazi hücumbotu ablukadan sıyrılarak sabaha karşı tatbikatın yapıldığı bölgeye gelir. 

                                        Saldırıya katılan Nazi hücumbotlarının benzeri

Çıkartma gemilerini korumakla görevli HMS Azalea kaptanının konumlama hatası ve diğer koruma gemisinin bakıma alınıp yerine yedeğinin henüz gelememiş olması belirleyici olur. İngiliz ve Amerikan birliklerinin farklı telsiz frekansında olmaları da ihmaller zincirine yeni halkalar ekler. Sonuçta destek birlikleri bölgeye gelinceye kadar Naziler tarafından savunmasız gemilere düzenlenen saldırılar sonucunda LST-507 ve LST-531 çıkarma gemileri vurularak batar, diğer çıkarma gemileri de vurulur ve ağır hasar alır. Çoğu ilk patlamalar sırasında olmak üzere toplamda 749 Amerikan askeri boğularak veya kurtarılmayı beklerken hipotermiden hayatını kaybeder.

                                 Devon sahilindeki anıt. Buradaki tank batıktan çıkarılmıştır.

Olay savaş sırasında askerin ve kamuoyunun moralini kötü etkilememek adına örtbas edilmiş, savaşın ardından da bu tutum sürdürülmüştür.

Günümüzde emperyalizm çeşitli filmlerle ve tarihi yeniden yazarak insanlığı Nazi belasından Sovyet halklarının, Kızıl Ordusunun değil Normandiya’ya çıkartma yapan Amerikan askerinin kurtardığı yalanını ısrarla yineliyor. Emperyalizm insana değer vermemekle suçladığı Sovyet rejimini karalamak için türlü yalanlar uyduruyor, asılsız ithamlarla anısını lekelemeye çalışıyor. Ancak kendi örtbas etmeye çalıştığı  tarihine baktığımızda askerini piyon olarak gören, beceriksizliğini, plansızlığını ve ihmalkârlığını örtmek için insanların hayatları feda edenin emperyalizm olduğu apaçık ortaya çıkıyor. 

                                                               /././

Yetkililer 21. yüzyılda eşek sırtında su taşınan köyleri görmüyor mu? (Özkan Öztaş)

Kars'ın Kağızman ilçesine bağlı Aşağıkaragüney köylerinde su yok. Köylüler eşek sırtında su taşıyor. Yıllardır aynı sorunu yaşayan köylüler sorunlarına çözüm bekliyor.

Eski bir film karesi ya da tarihi bir fotoğrafa benziyor ancak değil. Bu fotoğraf Kars'ın Kağızman ilçesine bağlı Aşağıkaragüney'inde çekildi. 

Köyde su yok. Su altyapısı da yok.

Konu ülke gündemine CHP Kars Milletvekili İnan Akgün Alp tarafından taşındı. İnan Akgün Alp, meclise taşıdığı gündem konuşmasında Kağızman’ın Yukarıkaragüney ve Aşağıkaragüney köylerinde su şebekesi olmadığı için vatandaşların hala eşek sırtında su taşıdığını belirtti.

'Köyde nüfus her geçen yıl eriyor' 

Köylüler her gün ihtiyaç duydukları suyu eşek sırtında götürüyor evlerine. Hal böyle olunca da zaman içinde köy dışarıya göç veriyor ve köydeki üretici nüfus günden güne azalıyor. Hem kentlerdeki ihtiyaç duyulan ürünlerin üretimini etkiliyor bu durum hem de üretici köylüyü kent merkezlerinde iş arayanlar kervanına dahil ediyor. 

Kağızman'daki Aşağıkaragüney köyü aslında benzer sorunlara sahip yüzlerce köyden bir tanesi. Ne yazık ki tekil bir örnek de değil. Üstlelik tarım ve hayvancılık açısından Türkiye'nin en verimli arazilerinden birine sahip olan bölgede yaşayan insanların maruz kaldığı mahrumiyet akıl alır gibi değil. 

Yüksek rakımlı yaylarlarında hayvancılığın uzun bir döneme yayıldığı, meyve, özellikle de kayısı, elma ve tarım ürünleri açısından bereketli bir yer olan Kağızman bölgesinde bir bardak su bulamayan köylüler haliyle kent merkezlerine taşınma eğilimi gösteriyor. Köyün 2009 yılındaki nüfusu 250 civarındayken en son yapılan sayımlarda güncel sayının 150'ye kadar düştüğü belirtiliyor. Neredeyse tamamının tarım ve hayvancılıkla geçindiği bir köy için üretici nüfusun yarıya yakınının göç ettiği anlaşılıyor. Çünkü sorun sadece içme suyu sorunu değil. İçme suyu sorunu, yaşanan tüm sorunların sadece bir parçası. Benzer sorunlar ulaşım için de, eğitim için de sağlık ve benzeri diğer kamu hizmetlerinin ulaştırılması için de geçerli. 

                                                          Yukarıkaragüney Köyü

'Millet sizi attan indirir, eşeğe de bindirir'

Konuyu kamuoyuna taşıyan CHP Kars Milletvekili İnan Akgün Alp, mecliste yaptığı konuşmasında “Yukarıkaragüney ve Aşağıkaragüney köyleri vardır, Kağızman ilçemize bağlı ve 21'inci asırda su şebekesi olmadığı için insanlarımız maalesef hâlâ eşek sırtında su taşıyor. Bu köylerin altyapısını yapın yoksa milletimiz sizi attan indirir, eşeğe de bindirir” dedi.

Sorunlarına çözüm bekleyen köylüler ise bu çağda böylesi sorunlarla anılmaktan duydukları rahatsızlığı dile getirdi. 

'Yanı başımızda gürül gürül akan bir nehir var ama köylerde içecek su yok'

Konuya dair soL'a konuşan köylülerden biri ise yanı başlarından akan ve Kağızman'ı ikiye bölen Aras Nehri'ne dikkat çekiyor:

"Sulama suyundan falan vazgeçtik. İçme suyumuz dahi yok. Sadece Yukarı ve Aşağıkaragüney'de yaşanmıyor bu sorun. Birçok köyde benzer bir sorun var. Aşağıkümbet'te de benzer sorunlar var mesela. Yanı başımızda ilçeyi ortadan ikiye bölen gürül gürül akan Aras Nehri var ama biz burada içecek su bulamıyoruz. Yazıktır bu. Ayıptır gerçekten. Şu halimizi görsünler ve çözsünler bu sorunu. Bu ülkenin üvey evladı mıyız biz?" 

Köylüler özellikle yaz aylarında artan sıcaklıklarla sorunun daha da çekilmez bir hal aldığını belirtirken yetkililerin bir an önce bu soruna çözüm bulmalarını talep ediyor.

                                                               /././

KYK’den öğrencilere intikam gibi cezalar: ‘Öğrenciler arasındaki ortaklık duygusunun önüne geçmeye çalışıyorlar’ (Yekta Armanc Hatipoğlu)

Geçen yıl KYK yurtlarındaki skandallara tepki gösteren öğrenciler çok sayıda eylem yapmıştı. Şimdi yurt idareleri öğrencilere eylemlerin intikamını alırmışçasına cezalar vermeye başladı.

2023 yılının ekim ayına Kredi ve Yurtlar Kurumu’na (KYK) bağlı yurtlarda yaşanan skandallar ve bu skandallara öğrencilerin verdiği tepkiler damga vurmuştu. Güvenlik, hijyen ve yemek bakımından yetersiz olan KYK yurtlarında kalan öğrenciler, ülkenin dört bir yanında çeşitli eylemlere imza atmıştı.

25 Ekim Çarşamba gecesi, Aydın’ın Efeler ilçesinde bulunan Güzelhisar KYK Kız Öğrenci Yurdu’nda, 16 öğrencinin bulunduğu asansör düşmüş, 16 öğrenciden biri olan Zeren Ertaş hayatını kaybetmişti. Adnan Menderes Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 4. sınıf öğrencisi olan Ertaş’ın yaşamını yitirmesinin ardından diğer KYK yurtları da asansörlerindeki aksaklıklarla gündeme gelmiş, KYK eylemleri yeni bir boyut kazanmıştı.

KYK yurtları, eylemlere katılan öğrenciler hakkında soruşturma başlattı. Bazı öğrenciler uzaklaştırma alırken, bazıları da yurtlardan atıldı. Bazı öğrenciler ise sadece X’ten KYK yurtlarıyla ilgili gönderi paylaştığı için soruşturmaya tabi tutuldu.

Berfin Leyla Demir, yaşanan asansör arızasını videoya çektiği için, Ayça Reyhan Öztürk ise yurt idaresinin iftirası sonucu yurttan atılan ve uzaklaştırılan iki öğrenci. Demir ve Öztürk ile başlarından geçenleri, KYK yurtları üzerine çalışan akademisyen Özlem İlyas ve Türkiye Komünist Partisi (TKP) Parti Meclisi (PM) ve Üniversite Bürosu Üyesi Zekican Demirçelen ile yurt idarelerinin öğrencilere verdiği “intikam gibi cezaları” konuştuk.

‘Tüm Türkiye’ye yaydık eylemleri, bunun intikamını alıyorlar bizden’

Berfin Leyla Demir, Kocaeli’de bulunan Semiha Ayverdi KYK Yurdu’nda kalıyordu. Asansör arızasını videoya çektiği için yurttan atılan Demir, şimdi bir arkadaşında kalıyor.

Soruşturmanın altı ay sonra sonuçlandığını söyleyen Demir, yurttan çıkması için kendisine verilmesi gereken bir hafta sürenin verilmediğini, son gün apar topar çıkmak zorunda kaldığını kaydetti. Demir, “Barınmayı ve barındığımız alanın yaşanılabilir olmasını istiyoruz, bunu bile çok görüyorlar. İntikam alıyorlar sanki” dedi:

Bizim yurtta asansör arızalanmıştı altı ay önce. Ben de bunu videoya çektim. Malum, KYK yurtlarına asansörler bozulur ve sonra idare hiçbir şey yapmaz, olan yurttaki öğrencilere olur. Videoya çektikten sonra hakkımda soruşturma başlatıldı. Soruşturma altı ay sonra sonuçlandı, yurttan atıldım. Normalde bir hafta önce yurttan atılacağımı tebliğ etmeleri lazım ama yapmadılar. Son gün ‘Hadi gidiyorsun’ diyerek alelacele çıkarıldım yurttan. Şimdi bir arkadaşımda kalıyorum. Barınmayı ve barındığımız alanın yaşanılabilir olmasını istiyoruz, bunu bile çok görüyorlar. İntikam alıyorlar sanki. Ekim ayında insanca yaşamak istediğimizi söyledik, tüm Türkiye’ye yaydık eylemleri. Yavaş yavaş bunun intikamını alıyorlar bizden.”

Uyuşturucu ve içki iftirası: Tütün torbasına ‘esrar’ dediler

Ayça Reyhan Öztürk, İzmir’de bulunan Zübeyde Hanım KYK Yurdu’nda kalıyordu. Öztürk, yurtta yapılan eylemler nedeniyle pek çok öğrenci ve idare tarafından tanınıyordu. Sarma sigaraya “esrar” diyen ve Öztürk’ün yurtta içki içtiğini iddia eden yurt idaresi, Öztürk’ü final döneminde yurttan uzaklaştırıldı.

İdarenin odasına izinsiz bir şekilde girerek çantasındaki biber gazını silah olarak gösterdiğini kaydeden Öztürk, kendisine gerekçe gösterilmeden “Bir hafta git, sonra gel” denildiğini belirtti. Öztürk, şunları kaydetti:

“Zeren Ertaş eylemlerine katılımımdan dolayı öğrenciler beni tanıyordu. Daha önce de ufak tefek eylemler yapmıştık. Örnek veriyorum, yemekhane yemeklerinden böcek çıkmıştı, bunun için de eylem yapmıştık. İdare de beni tanıyordu. Sonra bir gün odama girdiler, izinsiz bir şekilde çantamı arayıp biber gazımı aldılar, bunu silah olarak gösterdiler. Odamda bulunan tütün torbası nedeniyle esrar kullandığımı söylediler. İçki içtiğimi iddia ettiler ama tek bir kanıt sunmadılar. Sonra süreci başlattılar. Bana önce herhangi bir karar olmamasına rağmen ‘Sen git, bir hafta gelme, izin al’ dediler. 2-3 gün böyle gitti. Daha sonra dedim ki ‘Benim artık dışarıda kalacak yerim yok, buraya para ödüyorum, burada kalmam gerekiyor.’ Ellerinde bir karar yok sonuçta, almaları gerekiyor. Aldılar beni, birkaç gün misafir odasında kaldım. Sonra uzaklaştırma kararı geldi tam final döneminde. Sınavlarım çok kötü geçti bu yüzden. Mecburen eve çıktım son çare.”

‘Yurt yönetmeliği öğrencilerin siyaset yapmalarını caydırmaya yönelik tasarlanmış durumda’

Özlem İlyas, Warwick Üniversitesi’nde sosyoloji alanında devam eden doktora öğreniminin bir parçası olarak KYK yurtlarındaki barınma koşulları ve öğrencilik deneyimlerini araştırıyor. Daha önce freelance çalışanlar ve evden çalışma konuları hakkında araştırma yürütmüş olan İlyas’ın akademik ilgi alanları arasında emek çalışmaları, gençlik çalışmaları ve siyasal öznellik konuları yer alıyor.

İlyas, sözlerine Zeren Ertaş’ın yaşamını yitirmesinin ardından ülke genelinde başlayan eylemlere değinerek başladı. “Yurt idare ve yönetmeliği öğrencilerin taleplerini kolektif olarak ifade etmeleri ve siyaset yapmalarını caydırmaya ve kriminalize etmeye yönelik tasarlanmış durumda” diyen İlyas, şunları kaydetti:

Zeren Ertaş’ın bir KYK yurdundaki asansör kazasında hayatını kaybetmesinin ardından çok sayıda kentte öğrenciler eyleme geçtiler hem yaşanan faciaya tepki göstermek hem de uzun zamandır kulak ardı edilen talep ve şikayetlerini daha yüksek sesle duyurmak istediler. Araştırma kapsamında görüştüğüm öğrenciler ısrarla ‘haklı olduklarını’, tepki göstermenin bir hak ve hatta sorumluluk olduğunu vurgulama ihtiyacı hissediyorlar. Bu vurgunun nedenini ise şöyle anlamlandırabiliriz: Yurt idare ve yönetmeliği öğrencilerin taleplerini kolektif olarak ifade etmeleri ve siyaset yapmalarını caydırmaya ve kriminalize etmeye yönelik tasarlanmış durumda. En fazla bireysel olarak CİMER’e şikâyette bulunabildiklerini veya dilekçe yazabildiklerini biliyoruz, ki bunların da dikkate alınmadığını aktarıyorlar. Asansör kazasının ardından aylar geçmesine rağmen yurtlardaki asansörler hâlâ arızalanmaya, tavan çökmesi gibi farklı türden kazalar gerçeklemeye ve öğrencilerin deyimiyle ‘yenemeyecek türden’ yemekler önlerine getirilmeye devam ediyor.”

‘Aydın’daki kazanın ölümle sonuçlanmasının ardından kolektif olarak harekete geçmenin önündeki baskıların bir hükmü kalmadı öğrenciler için’

Aydın’da Zeren Ertaş’ın yaşamını yitirdiği kazanın öğrencilerin kolektif hareketi açısından önlerinde duran baskıyı hükümsüz kıldığını söyleyen İlyas, “Biz de olabilirdik” duygusunun öğrencileri harekete geçirdiğini kaydetti. Eylemlerin toplumsal meşruiyetinin yüksek olduğu dönemlerde öğrencilere daha çok yazılı uyarı cezası verildiğini belirten İlyas, bugün verilen ağır cezaların ileride gelişebilecek bir eylemliliğin önünü almayı hedefleyebileceğini söyledi:

“Aydın’daki kazanın ölümle sonuçlanmasının ardından kolektif olarak harekete geçmenin önündeki baskıların bir hükmü kalmadı öğrenciler için. Doğrudan tepki göstermeye yönelik bir refleks oluştu, zira ‘biz de olabilirdik’ duygusu ve bunun getirdiği bir tepki gösterme sorumluluğu ağır bastı. Fakat eylemler sırasında veya sonrasında bazı yurtlarda belirli öğrencilerin idare tarafından hedef olarak belirlendiğini görüyoruz. Eylemlerin toplumsal meşruiyetinin yüksek olduğu ilk dönemde bu öğrencilere daha çok yazılı uyarı cezası veya gözdağı veriliyor. Bazı yurtlarda ise da bu eylemle ilişkilendirmeden başka ithamlarla cezalandırılıyor ve yurttan atılıyorlar. Öte yandan eylemler ve eylemlere neden olan barınma koşulları hızlı değişen gündemin biraz gölgesinde kalınca cezaların da dozu artmış ve odağı netleşmiş görünüyor. Yurt koşullarını değiştirme konusunda bir irade gösterilmediği düşünülürse, bu cezaların gelecekte benzer şekilde gelişebilecek bir eylemliliğin önünü almayı hedeflediğini düşünebiliriz.”

İlyas, yurttan atılmanın sadece barınma hakkını değil bununla birlikte öğrencilerin öğrenim ve gelecekleri üzerinde karar verme haklarını da ellerinden aldığını kaydetti:

“Yurttan atılma korkusu, üniversiteyi zamanında bitirememe korkusu ile beraber, öğrencilerin en temel kaygılarından biri. Özellikle kadın öğrenciler ‘yurda geç kalırsam ceza alırım, sonra belki yurttan atılırım’ korkusunu gündelik düzeyde yaşıyor. Zira öğrenciler kira ve gıda fiyatlarında rekor seviyelerdeki enflasyondan en çok etkilenen gruplar arasında. Hatta KYK yurdunda kalan pek çok öğrencinin dahi bir işte çalışmadan geçinemediğini aktarıyorlar. Yurttan çıkarılan öğrenciler ya okulu bırakıp aile yanına dönebiliyor ya da bir işe girip ‘dersleri geçebilecek miyim’ stresiyle öğrenimlerini sürdürmeye çalışıyorlar. Yani yurttan atılmak sadece barınma haklarını değil; öğrenim haklarını, gelecekleri üzerinde karar verme haklarını da ellerinden almış oluyor. Dolayısıyla yurttan atılmak onlar için ‘hayat memat’ meselesi halini alabiliyor ve psikolojik sağlıkları açısından da ciddi risk barındırıyor. Artan öğrenci yoksulluğuna ve ‘dersi geçemezsem’ stresine öğrenci intiharları sonrasında dikkat çekilmişti. Dolayısıyla bu tür cezalandırma yöntemlerine başvururken yurt idarelerinin nasıl bir sorumluluk altına girdiklerini de düşünmeleri gerekiyor.”

Yurtlarda inşa edilmeye çalışılan muhafazakâr kültür

KYK yurtlarında inşa edilmeye çalışılan muhafazakâr kültüre de değinen İlyas, öğrencilerin, yaratılmak istenen kültürün siyaseten caydırıcı bir amacı olduğu kanısında olduğunu söyledi. İlyas, Aydın’da yaşanan facianın ardından eylem yapan öğrencilere “Dua okuyun” denildiğini hatırlattı:

Öğrenciler bu cezalandırıcı tedbirlerin yanı sıra, yurtlarda inşa edilmeye çalışılan muhafazakâr kültürün de siyaseten caydırıcı bir amacı olduğu kanısında. Psikologlarla benzer görevler yüklenen manevi danışmanlar ve dini içerikli etkinliklerin yoğunluk kazanması bahsettikleri dönüşümler arasında. Aktardıklarına göre yurttaki zor koşullarda biraz avantaj elde etmenin bir yolu bu tür etkinliklere katılmaktan geçebiliyor. Gündelik düzeyde bu şekilde inşa edilen rıza bazı yerlerde eylemlerin kısa sürede bastırılmasında rol oynamış olabilir. Aydın’daki kazadan sonra bir KYK yurdunda eyleme geçen bir grup öğrenciye ‘bu yaptığınız arkadaşınıza zarar veriyor, arkasından bir dua okumak daha iyi olur’ denilerek eylemin sonlandırıldığını biliyoruz.”

‘İbretlik cezalandırma yöntemleriyle öğrenciler arasında güçlü olarak ifade edilen ortaklık duygusunun da önüne geçmeye çalışıyorlar’

İlyas sözlerini KYK yurtlarının idarelerinin “ibretlik” cezalarla öğrenciler arasında oluşan ortaklık duygusunun da önüne geçmeye çalıştığını söyleyerek noktaladı:

“Özetle, KYK eylemlerine yurt idareleri ve kurumun verdiği tepkinin öğrencileri dinleyip ifade ettikleri sorunlara dair somut politika ve çözümler geliştirmeye değil; öğrencileri yerine göre teskin, telkin ve tehditlerle sindirmeye odaklandığını gözlemliyoruz. Öğrencileri resmi olarak dinlemeseler de öfkelerinin, kaygı ve korkularının devam ettiğini onlar da gözlemliyor olmalılar ki ‘ibretlik’ cezalandırma yöntemleriyle öğrenciler arasında güçlü olarak ifade edilen ortaklık duygusunun da önüne geçmeye çalışıyorlar.”

‘Yöneticiler ‘mevzuata uygun’ diyerek bütün sorunların üstünü kapatıyor’

TKP PM ve Üniversite Bürosu Üyesi Zekican Demirçelen konuyla ilgili sözlerine yurt idarelerinin bütün sorunlara karşı “mevzuata uygun” deyip sorunların üstünü kapattığını söyleyerek başladı:

“Bu olaya sadece bir disiplin soruşturması ve onun nihayetinde verilen karar olarak bakarsak hata yapmış oluruz. Barınma ve beslenme en temel hakkımız fakat böcekli yemekler, asansör kazaları ve zehirlenmeler… KYK yurtları denildiğinde artık akla ilk gelenler bunlar oluyor. Yöneticiler ise bütün bu sorunlara karşı ‘mevzuata uygun’ diyerek sorunların üstünü kapatıyor.”

‘Mücadelemizi arttırarak sürdüreceğiz’

Sorunların çözülmesi yerine öğrencilerden intikam alındığını söyleyen Demirçelen, mücadelelerini arttırarak sürdüreceklerini kaydetti:

“Tüm yetersizliğiyle öğrencilere reva görülen yurtlarda, koşulları iyileştirmenin yerine aciz biçimde intikam almaya çalışılıyor. Ancak bir takım kötü yöneticilerin intikam duygusu değil kastımız. En temel hakların bile talep edilmesinin, örgütlü herhangi bir mücadelenin önünü kesmeye yönelik bir sindirme hamlesi olarak görüyoruz bu tür soruşturmaları. KYK yurtlarındaki sorunlar için haklarını arayan öğrencileri tehdit ederek, barınma haklarını ellerinden alarak çözmeye çalışanlara karşı yurtlardaki mücadelemizi arttırarak sürdüreceğimizi bir kez daha hatırlatıyoruz.”

                                                           /././

Çalışma yaşamının geleceği: Kamu çalışanları da mı uzaktan ve esnek çalışacak?(Candan Buyraz*)

Yayınlanan son Tasarruf Tedbirleri Paketi'ne göre kamuda esnek ve uzaktan çalışma modellerinin geliştirilmesi de öngörülüyor. Ancak önümüzde tartışılıp geliştirilmesi gereken nice soru, sorun var.

1980'lerden itibaren dünya genelinde belirleyici olmaya başlayan neoliberalizme geçişin önemli bir ayağını oluşturan emek süreçlerinin esnekleştirilmesi, başka deyişle çalışma rejimi değişiklikleri kimi gerekçelerle tartışılmak, uygulamaya konulmak istenmektedir.

Dünya ölçeğinde ortaya çıkan ve küresel çapta etkisi epey büyük olan pandemi, rastlanılan tüm ülkelerde önlem almayı zorunlu kılmış; kamusal hayatta alınan önlemlerin yanı sıra çalışma hayatına ilişkin yeni modelleri de tekrardan gündeme getirmiştir.

Yine bu çalışma modellerinin (uzaktan, kısmi, geçici) siyasi mercilerin ve şirketlerin gündemine girmesinin nedenleri arasında pandemi dışında son yıllarda yaşanan ekonomik, sektörel, bölgesel krizler yer almaktadır. Diğer bir ifade ile, çalışma modelleri genel anlamda ekonomik krizlerin oluşturduğu tehditlere karşı önlem almak üzere kullanılan araçlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ayrıca; küreselleşme ile ekonomik sınırların ortadan kalkması, buna ilişkin rekabetin artması, yeni arayış içine giren sermaye sınıfının kârını maksimize etme hevesi, aynı anlama gelecek şekilde maliyetlerini düşürme hedefi yeni çalışma rejimleri üzerine kafa yormalarına sebep olmuştur.

Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde çalışma saatleri kavramı etkisini yitirmekte, esneklik kavramı devreye girmektedir.

Devlet memurlarının esnek çalışma esasları

Ülkemizde çalışanlar ve işverenler açısından yeni çalışma modelleri üzerine çalışmalar son olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca 31 Ekim 2023 tarihinde onaylanarak yürürlüğe giren 12. Kalkınma Planı’nda yer almıştı.

“Sosyal Güvenlik Sistemi ve Finansmanı” başlığında; yeni nesil esnek çalışma modelleri, bu modellerin sosyal güvenlik sistemi ile uyumlaştırılması, ayrıca sosyal güvenlik sisteminin tamamlayıcı emeklilik ve sağlık sistemleriyle desteklenmesi gibi politikalar yer almıştı.

Yakın zamanda ise devlet memurlarının esnek çalışma esasları hakkında yönetmelik taslağı servis edildi. İlgili taslak metinde yönetmeliğin amacının; memurların iş-yaşam dengesini kurmalarına yardımcı olmak suretiyle işe bağlılıklarını, sorumluluk bilinçlerini ve verimliliklerini artırmak, işe geliş-gidişteki zaman kaybını önlemek, trafik sıkışıklığını azaltmak, hasta, çocuk, engelli ve yaşlı bakım sorumluluklarını kolaylaştırmak, idari hizmet masraflarını azaltmak ve kamu kaynağının israfını önlemek, olduğu yer almaktadır.

Aynı taslakta esnek çalışma şekilleri olarak; esnek zamanlı, değişken zamanlı, yoğunlaştırılmış, uzaktan, kısmi zamanlı çalışma ve akademik eğitim amaçlı çalışma şekilleri yer almaktadır. Yine, yayınlanan son Tasarruf Tedbirleri Paketine göre kamuda esnek ve uzaktan çalışma modellerinin geliştirilmesi de öngörülüyor.

Bugün çalışma; istihdam, buna bağlı olarak sosyal güvenlik hak ve yardımlarına (emeklilik, sağlık vb. ) ilişkin ise; ücret hakkının, çalışma hakkının, sosyal güvenlik hakkının güvence altına alınarak günümüzdeki nüfus ve teknolojik düzey düşünüldüğünde, çalışma saatlerinin kısaltılabileceği, ağır işlerin de kolaylaştırılabileceği ortadadır.

Tasarının bıraktığı boşluklar ve çalışanların karşılaşabileceği sorunlar

Önümüzde tartışılıp geliştirilmesi gereken nice soru, sorun bulunmaktadır.

Çalışma rejimi değişikliği, hizmet akdi unsurlarının biçimsel farklılıklarını da beraberinde getirecek, işyeri kavramını fiziksel bir yerden sanal bir ortama kaydıracaktır. Buna göre, işveren, işyeri, bağımlılık gibi kavramların sınırları silikleşeceğinden sosyal güvenlik kapsamında sorun ve eksikliklerin ortaya çıkacağı anlaşılmaktadır. Örneğin, çalışanların sosyal güvenlik primlerinin düzenli olarak ödenip ödenmediği konusunda belirsizlik yaratabileceği gibi esnek çalışma saatleri fazla mesai kavramını ve bu sürelerin nasıl hesaplanacağını da belirsizleştirecektir. Ayrıca, uzaktan çalışma durumunda iş kazalarının ve meslek hastalıklarının tanımı ve tespiti de zorlaşacaktır.

Diğer taraftan, geleneksel aile yapısı ile kadının toplumdaki ikincil konumu göz ününe alındığında, ev içi hizmet ve çocuk bakımı gibi sorumlulukların kadının sırtına yüklendiği toplumsal düzenin kendisi de emeği en büyük maliyet kalemi gören sermayenin varlığı ve en nihayetinde emeğin atomize ve örgütsüz olduğu toplumumuzda yeni istihdam modelleri kapsamında kimi önlemler ve uygulamalar dikkate alınmak zorundadır. Emeğin örgütü sendikalar da yeni nesil çalışma modellerinin ortaya çıkaracağı sorunlara karşı hazırlıklı olmak zorundadır.

*Büro-İş Sendikası Örgütlenme Sekreteri 

(soL)

T24 KÖŞEBAŞI (8 Haziran 2024)

 

İYİ Parti liderinin tavrı, Akşener’in yol haritası ve soruşturmaların gölgesindeki AKP-MHP ortaklığı (Gökçer Tahincioğlu)

AKP’nin önceliği, iktidarı mümkün olabildiğince sürdürerek, ekonominin düzelmesini beklemek, yeni anayasa yoluyla bir sonraki seçimden en güçlü biçimde çıkabileceği bir ortamı yaratmak

Ankara’da bir süredir genel seçimde oy oranı yüzde 35’e inen, 31 Mart yerel seçiminde oyları daha da eriyen ve ilk kez ikinci parti konumuna düşen AKP’nin arayış içerisinde olduğu konuşuluyor.

Ancak farklı iddiaların sahiplerinin kimler olduklarına bakmakta fayda var.

AKP içerisindeki Millî Görüşçü gelenekten gelen, kıdemli isimlerle konuştuğunuzda, partinin MHP ile yürüttüğü ortaklığı bitirme, yeni bir iktidar yapısı tahkim etme eğiliminde olduğu bilgisini alıyorsunuz.

AKP’ye orta vadede katılan, MHP ile yürütülen ortaklığa karşı çıkmayan ancak partinin yenilenmesi gerektiğini savunan AKP’lilerle konuştuğunuzda ise Cumhur İttifakı'nın bozulmayacağı ancak AKP’nin kendi payına düşen reform adımlarını atması gerektiği yanıtı geliyor.

Ve bir de bu ittifakın mutlaka ve mutlaka sürmesi gerektiğini savunan, güvenlikçi paradigmanın doz artışı ile sürdürülmesi gerektiğine inanan, bunu da hukuk, demokrasi laflarıyla süsleyen bir kesim var. Hem Cumhurbaşkanlığı’nda hem de partide bu kesimin temsilcilerini görmek mümkün.

Farklı görüşlerden temsilcilerin ortaya attığı iddialardan hangisinin yaşama geçeceğini zaman gösterecek. Ancak bu iddialarla yakından ilgili bir parti daha var: İYİ Parti…

***

Altılı masayı dağıtan, yerel seçimde hüsrana uğradıktan sonra genel başkanlığı bırakan Meral Akşener’in, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesi, bu iddia sahiplerini yeniden hareketlendirdi.

Kulislerde, Akşener’in cumhurbaşkanı yardımcısı olacağı, görev almasa bile Cumhur İttifakı'na destek vereceği, beraberinde İYİ Parti’nin etkili bazı isimlerini de bu ittifaka taşıyacağı iddiaları konuşuldu. İddia sahiplerinden bir bölümü, böylece AKP-MHP ittifakının güçleneceğini söylerken, bir bölümü ise AKP’nin MHP’den ayrılmak için İYİ Parti formülünü devreye soktuğunu ifade etti.

***

İYİ Parti lideri Müsavat Dervişoğlu, T24 ekibini ağırladı

Tüm bu iddiaları İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu ile konuşma imkânı bulduk. İYİ Parti Genel Merkezi’nde T24 ekibini ağırlayan, kamuoyunun genel başkan seçilene kadar fazla tanımadığı Dervişoğlu, açık sözlü, net bir siyasi kişilik. İlk anda bunu fark ediyorsunuz.

Örneğin, iktidarın DEM Partili belediyelere yönelik kayyım politikası sorulduğunda, lafı eğip bükmeden, “Ahmet Türk kaç kez başkan seçildi, kaç kez daha görevden alınacak?” diyerek absürtlüğe dikkati çekiyor. Milliyetçi gelenekten gelmesi, partisinin kodları, düşüncesini söylemeye engel olmuyor.

***

Dervişoğlu, Akşener’le ilgili sorularda ise hassasiyet gösteriyor. Doğrudan, isme yönelik eleştirel bir söylemden kaçınıyor. Ancak bunu yaparken, partisinin izleyeceği yolla Akşener’in yol haritası konusunda bir yakınlık bulunmayacağını işaret etmekten de geri durmuyor.

Dervişoğlu, Erdoğan-Akşener görüşmesi sorulduğunda, içeriği bilemeyeceğini belirtirken, “Beklemiyordum ama şaşırmadım ifadesini kullandı. Partisinin durduğu yeri de net biçimde tanımladı:

“Ben, bana teklif edilemeyecek bir şeyin, ona da, kurucu başkanımıza da teklif edilemeyeceğini düşünürüm. Benim başında bulunduğum parti tek adamlığa hizmet etmeyecek. İsteyen istediğiyle görüşebilir ama ben kurulan senaryolara karşı çıkacağımı ilan ediyorum. Ben bu potada milletin iradesini erittirmeyeceğim. İYİ Parti'yi milletin vicdanının merkezi olarak görüyorum. Oturduğum koltuğu da milletin yüklediği sorumluluk olarak kabul ediyorum.”

***

Dervişoğlu, AKP ile MHP arasındaki ilişkiyi, “ittifak değil koalisyon” olarak tanımlıyor. Meclis’ten, MHP’li vekillerin istemediği hiçbir yasanın geçemeyeceğine işaret ediyor. Koalisyonun dağılıp dağılmayacağı senaryoları ile de ilgileri olmadığının altını çiziyor. Erdoğan’ın, bugüne kadar, oy oranı yükselen bütün sağ partileri AKP’nin içinde nasıl erittiğine dikkati çekerek, bu konuda eskiden bu yana net bir düşünceye sahip olduğunu, “Ben bu erimeye, içinde kaynamaya müsait bir adam değilim” sözleriyle dile getirdi.

***

Dervişoğlu, İYİ Parti’yi burun üstü çakılacak bir halden yere paralel giden bir hale taşıdıklarını, yapacak çok işlerinin olduğunu söylüyor. Partinin seçmen nezdinde güvenini yeniden kazanmak, siyasetin merkezine partiyi oturtmak temel amacı.

Kurultay döneminde söylenenin tam aksine, “emanetçi” görüntüsü de ilk günden bu yana vermiyor.

Siyaset bütün ihtimallere elbette açık. Ancak Dervişoğlu’nun tavrı gösteriyor ki AKP’nin, eğer böyle bir niyeti varsa, başkanlık sisteminden vazgeçmeden, mevcut politikalarını değiştirmeden, İYİ Parti ile yol yürümesi mümkün görünmüyor.

Belki yaşanan son gelişmeleri bu bilgi ışığında değerlendirmek gerekir.

AKP ve MHP’nin İYİ Parti’nin başında kalmasını istedikleri Akşener’le makası daraltmanın, dirsek temasını sürdürmenin İYİ Parti’yi denklemden bütünüyle çıkarmayı sağlayabileceğini düşünmüş olmaları da muhtemel.

***

Ancak elbette siyasetin “merkezini” ilgilendiren bütün bu planlar, düşünceler öncelikle AKP-MHP ittifakının sürmesine bağlı.

AKP’nin önceliği, iktidarı mümkün olabildiğince sürdürerek, ekonominin düzelmesini beklemek, yeni anayasa yoluyla bir sonraki seçimden en güçlü biçimde çıkabileceği bir ortamı yaratmak.

MHP ise iktidarın oy oranı düşük ortağı olmasına rağmen etki alanı büyük parti konumunu korumayı amaçlıyor.

Bu nedenle şimdilik, Ankara’da yürüyen Ayhan Bora Kaplan davası ve soruşturmaları ile Sinan Ateş cinayeti dosyasının yarattığı sorunlar halının altına süpürülüyor.

Başta yargı bürokrasisi olmak üzere, bürokratik kadrolarda bu yol ayrımının çoktan yaşandığı, bürokraside herkesin kendini ve yakınını kolladığı bir ortamın çok oluştuğu, Ankara’da gayet iyi biliniyor.

Mecburiyetlerle ne kadar yol yürünebileceği, kimin, hangi planının tutacağı ise meçhul.

İYİ Parti de bu denklem içerisinde, doğru politikalar uygulaması halinde, hala kilit konumuna gelme gücüne sahip.

                                                                /././

Kutuplaştırmanın panzehri merkeze mi yönelmek, yoksa karşı kutbu mu inşa etmektir? (Mustafa Durmuş)

Sosyalist solun etkili olmadığı bir dönemde, iktidar da ya da muhalefetteki siyasete hâkim olan dogmatistler için her sorunun tek bir cevabı var: Piyasa fetişizmi. Bugün iktidardakiler bunun en vahşi, en tehlikeli, en faşizan biçimini temsil ediyorlar

10 seneyi aşkın bir zamandır AKP iktidarları ve Erdoğan ülkeyi kutuplaştırarak yönetiyor. Bu konuda kendileri açısından başarılı sayılabilirseler de bunun toplumda, ekonomide, siyasette ve ahlakta neden olduğu hasar çok büyük. Öyle ki örneğin siyasette merkezde bir siyasal partinin oluşmasının zemini bütünüyle ortadan kalktı: “Ya Millet ya da Zillet İttifakı’ndasınız, bunun arası ya da ortası yok!”

Bu toksik stratejinin toplumsal zararı anlaşılmaya başlayınca, muhalefet cephesinde merkez partisi olma iddiaları ve çabaları da arttı. Önce İYİ Parti’ye merkez sağı temsil eden bir misyon yüklendi ama genel başkanlarının yaptığı büyük hatalar sonucunda bu parti yerel seçimler sonrasında yüzde 3’lere kadar gerileyince bunun olamayacağı anlaşıldı. Zaten aynı eski genel başkan bir iki gün önce Saray’a sürpriz bir ziyarette bulunarak aslında hangi kutupta yer aldığını ya da yer almak istediğini de ortaya koydu.

Diğer taraftan çöküşün farkında olan ekonomi ve siyasette etkili konumdaki sermaye çevreleri ve müesses nizamın bazı yetkili unsurları merkeze oturtacak yedekte bir parti arayışından vazgeçmiş değiller. Mevcut siyasal partilere ilişkin dizayn edici müdahalelerinin bir kısmı aslında bu yönde gelişiyor.

Kimler, nerede yer alıyor?

Öncelikle, hali hazırda ‘İktidar Bloku’nu oluşturan AKP ve MHP aşırı sağda konuşlanmış durumdalar. Bu partilere son dönemlerde yükselişte olan Zafer Partisi de eklenebilir.

Diğer yandan Gelecek, Saadet, DEVA, Yeniden Refah Partisi gibi, sağda ve büyük bir kısmı Millî Görüş geleneğinden gelen, ancak seçmen tabanları sınırlı olan siyasal partiler de merkeze aday olabilecek konumda değiller.

Halkların Demokrasi ve Özgürlük Partisi (DEM), Türkiyelileşme söylemine hala sadık gibi görünse de hem mevcut siyasal konjonktür hem de son kayyım atamalarından da görüldüğü üzere, siyasal iktidarın üzerlerinden bir türlü eksik etmediği baskılar yüzünden, giderek kendi kabuğuna çekilen ve bir kimlik partisine dönüşme belirtileri gösteren bir konumda olduğundan merkezde yer alabilecek durumda değil.

TİP, TKP, Sol Parti ve EMEP gibi kendilerini sosyalist olarak tanımlayan partiler zaten kendilerini kategorik olarak merkezde değil, solda gören partiler ve ayrıca toplam oyları yüzde 1’i ancak bulabildiği için merkezcilik tartışmasının dışındalar.

CHP merkez partisi olur mu?

Geriye bir tek CHP kalıyor. CHP’nin merkezin sağından da solundan da aldığı oylarla kendini büyüterek, uzunca bir zaman sonrasında ilk kez birinci parti haline gelmesi onu bu konuma en yakın aday gibi gösteriyor.

Ancak, CHP de kendisini müesses nizamın bir parçası olarak görüyor olsa gerek ki (aslında kategorik olarak öyle olduğu söylenebilir), açıkça olmasa da ekonomik krizden çıkılabilmesi için iktidar bloku ile iş birliği yapmaya hazır olduğunun işaretlerini veriyor. Bunu da son dönemdeki “normalleşme” söylemleri ve Erdoğan ile yaptığı yüz yüze görüşmeler çerçevesinde açıklıyor.

Batılı burjuva demokrasilerinde merkez partiler demokratik siyasete ağırlığını koyan ve bu şekilde burjuva düzeninin sorunsuz işlemesini sağlamaya katkıda bulunan partilerdir. Yani gerektiğinde bir restorasyon projesinin parçası olabilirler.

Diğer yandan, “merkez” ve “aşırı uç” gibi kavramların bizim gibi Güney’in azgelişmiş ülkelerinde farklı anlamları olabileceğini unutmamak gerekir.

İktisadi anlamda “aşırı uçta” olmak?

Bu noktada yanıtlanması gereken önemli bir soru, “aşırı uçta veya merkezde olmanın” özellikle de ekonomi politikaları ve stratejileri açısından ne anlama geldiğidir.

Bu bağlamda, özellikle “aşırı ucu”, daha doğrusu “aşırı sağı” tanımlayalım. Çünkü bugün “aşırı sol” gibi bir olgudan söz edebilmek çok zor.

Aşırılık örnekleri

Öncelikle, aşırı sağcılık, kapitalizmin neo-liberal versiyonunu veri kabul ederek piyasaların; ekonominin yatırım, tasarruf, gelir bölüşümü, kalkınma ve büyüme dâhil tüm sorunlarının çözümünü sağlayacağına inanmaktır. Bu bağlamda, piyasaların taleplerine uymayanların, piyasalara ters düşenlerin, kamucu tarafta yer alanların ötekileştirilmesi aşırı sağ bir yaklaşımdır.

Başta eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, toplu ulaştırma ve yaşlı, engelli ve çocuk bakımı gibi, hem etkin bir şekilde kamu tarafından yerine getirebilecek hizmetlerin özelleştirilerek özel şirketlerce, piyasalarca fiyatlama yoluyla sunulmasını ya da kamunun bu işleri üzerine almamasını savunmak aşırı sağcı bir bakıştır.

Sermayenin, servet zenginlerinin (örneğin yatırım yaptıkları gerekçesiyle) vergilendirilmemesini ya da emekçilere nazaran daha düşük oranlarda vergilendirilmesini savunmak aşırı sağcılıktır.

Gelir, fırsat, olanak eşitsizliklerine ve hatta fiziksel eşitsizliklerin varlığına rağmen (örneğin engelliler), toplumdaki herkesin, “piyasalar karşısında durumu ya da kişisel durumu ne olursa olsun” çalışmakla yükümlü olduğunu savunmak aşırı sağcılıktır.

Tekellerin siyasal güçlerini de kullanarak hiçbir denetlemeye tabi tutulmaksızın faaliyetlerine izin verilmesi, yüksek kârlı devlet ihalelerinin iktidar üzerinde ağırlığı olan sermaye gruplarına ya da çevrelerine peşkeş çekilmesi de aşırılıktır.

Merkezci tutum?

Diğer taraftan, birey ve toplum arasındaki ilişkinin herkes için farklılık gösterebileceğinin ve yaşanan bölgedeki toplumsal dinamiklere göre farklılaşabileceğinin bilinciyle, siyasetin merkezinde yer alan bir parti açısından; bireyin statüsü toplumun statüsünden üstün olmadığı gibi, toplumun çıkarları da her zaman bireyin çıkarlarından üstün tutulamaz. Bunun yerine, bu ikisinin bir arada çözümlendiğine inanılır.

Ancak, gerçek bir merkezci tutum, toplumun kapasitesi ve kaynakları, talepleri karşılamak için kullanılmadan önce, herkesin (en başta da en çok ihtiyaç sahiplerinin) ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamanın devletin görevi olduğu görüşünü benimser. Çünkü böyle bir merkezci yaklaşım, herkesin topluma etkin olarak katılma şansına sahip olması gerektiğine inanır.

Merkezciler ayrıca tanım gereği, kendilerini sürekliliğin bir parçası olarak görürler. Diğer bir deyişle, mevcut anı tek endişe noktası olarak gören piyasa yanlısı aşırı uçların aksine, şimdiki zaman onların tek odak noktası değildir. Örneğin, piyasaların ve sermayenin ihtiyaçlarına öncelik verenlerin aksine, iklim değişikliğinin sonuçlarına kayıtsız kalamazlar.

CHP’nin konumu?

Şimdi bu perspektiften hem İktidar Blokunu hem de Ana Muhalefet Partisi CHP’yi değerlendirelim.

İktidar Blokunun aşırı sağda yer aldığı çok net. Ancak CHP’nin de az önce tanımlanan merkeziyetçi bir davranışının olup olmadığı tartışılır (kısmen böyle bir fikriyatı olsa da).

Çünkü her ikisi de özünde serbest piyasa yanlısıdır ve kamu ekonomisini küçültmeye, kamunun sorunları çözme gücünü zayıflatmaya, küçümsemeye ve yok saymaya çalışıyor (CHP’nin kamu yönetiminde liyakatli olma dışında örneğin yeniden kamulaştırma gibi somut bir önerisi de yok.)

Her ikisi de karşı karşıya olduğumuz sorunları asıl olarak özel sektörün ve ülkeye gelecek olan yabancı sermayenin çözebileceğine inanıyor. Bunun için de her türden teşvikin sermaye kesimine verilmesi gerektiğini savunuyor, sermaye kesiminin yeterince vergilendirilmemesinden rahatsız olmuyor (örnek olarak her ikisi de servet vergisine karşı.)

Her iki partinin liderleri de ülkedeki etnik farklılıklar ve farklı inanç gruplarının var olduğu gerçeğine rağmen, bu konuda eşitlikçi ve özgürlükçü bir tutum geliştirmiyor, hatta özellikle de milliyetçiliğin yükseldiği dönemlerde ülkedeki farklı kimliklerin var olduğu gerçeğini inkâr eden bir tutum takınabiliyor (Kürt illerindeki kayyım atamalarına karşı CHP’nin doğru tutumu bu anlayışın yumuşamış olduğunu gösterse de bunun konjonktürel olup olmadığını zaman gösterecektir.)

Sadece temsil siyasetine ve seçimlere odaklanmış olmaları, sistem değişikliğine değil, asıl olarak bireysel değişikliklere önem verdiklerini gösteriyor.

Her ikisi de gerçek toplumsal ihtiyaçları görmezden geliyor ve bunun yerine partilerinde yapılan siyasetin sınıfsal karakteri gereği, bu durum bazı kesimlerin (örneğin müteahhitler gibi) isteklerini tatmin etmeyi öncelemelerine neden oluyor.

Özetle, İktidar Bloku partilerinin merkezci olamayacakları açıktır. Diğer yandan muhalefet partilerinin de gerçek anlamda “merkezci” olarak tanımlanabilmeleri son derece tartışmalıdır. Çünkü eğer demokratik çözümleri reddederseniz, toplumun önemini görmezden gelirseniz, sadece güçlü olanla ve iktidar olmakla ilgiliyseniz, toplumsal muhalefeti önemsiz görürseniz, gerçek ihtiyaç sahiplerine karşı kayıtsızsanız, geleceği umursamıyorsanız, savaşlar, militarizm, ırkçılık, kadın cinayetleri, ekolojik yıkım ve eşitsizlikler sizi endişelendirmiyorsa, bazılarına kasıtlı olarak değersizlermiş gibi davranıyorsanız, o zaman siz bırakın merkezde filan yer almayı siz aslında bir aşırısınız, aşırı sağcısınız, demektir.

Sonuç olarak

Eğer, “Emek, Demokrasi ve Barış Güçleri” önümüzdeki ekonomik ve politik sürece aktif ve örgütlü bir biçimde müdahale etmezse, dört yıl sonra gerçekleşmesi beklenen genel seçimlerde halklarımız kabaca iki tehlikeli çizgi arasında kalacaktır: Aşırı sağcı, siyasal İslamcı aşırılık ve ulusalcı-sol aşırıcılık.

Sosyalist solun etkili olmadığı bir dönemde, iktidar da ya da muhalefetteki siyasete hâkim olan dogmatistler için her sorunun tek bir cevabı var: Piyasa fetişizmi. Bugün iktidardakiler bunun en vahşi, en tehlikeli, en faşizan biçimini temsil ediyorlar. Yeniden kamulaştırmaları, servet vergisini, yerinden doğrudan demokrasiyi ağızlarına alamayan muhalefet ise bunun ancak ulusalcı sol versiyonunu temsil edebilir.

Diğer yandan, liderlik değişimi ile toplum CHP’ye yeni bir misyon yüklemiştir: Israrla merkezde bir yerde konuşlanmak arzusuyla daha fazla sağcılaşmadan uzaklaşmak.

                                                               /././

Sen, ben, bizim oğlan töreninde “Heraklitos” yok, 26 il ve ilçe yolda (Yalçın Doğan)

İçi boş demokrasi nutukları ne yerel medyayı kurtarıyor ne de gazetecilerin yargı karşısına çıkmalarını önlüyor. Tören ya... Kendi aralarında ödül alıp veriyorlar!.. Sonra da gazete köşelerinde birbirlerini övüyorlar!

8. Anadolu Medya Ödülleri töreninden bir kare (AA)

“Halktan yana yayın yapan yerel medyanın yerini başka hiçbir kurum dolduramaz.

Anadolu medyası ne kadar etkili olursa, demokrasi kültürümüz o kadar güçlü olur.”

Yerel medyaya, Anadolu’da yayımlanan gazete, radyo ve televizyonlara Tayyip Erdoğan geçen akşam Saray’da düzenlenen törende bu sözlerle güzelleme çekerken...

Darbe girişimi karşısında “demokrasimizi korkusuzca savundunuz” diye devam ederken...

Gazeteci kökenli CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer gazetecilerin canını acıtan açıklamalarda bulunuyor:

“Maliyetlerini karşılayamadığı için son zamanlarda sadece Ankara’da beş yerel gazete kapandı.

Yerel gazeteler çok zor durumda.

Yaptığı haberler, yazdığı yorumlar nedeniyle sadece mayıs ayında 60 gazeteci soruşturma, kovuşturma ve ifade için yargı karşısına çıktı.”

Saray’da tören

Üç gün önce “Anadolu Yayıncılar Federasyonu’nun” 8. Anadolu Medya Ödülleri töreni.

Pek çok farklı konuda olduğu gibi, bu tören de yine Saray’da düzenleniyor.

Erdoğan’ın övgüler çektiği yerel medyada gazeteler neden kapanıyor, neden zorlanıyor?..

“Tasarruf tedbirleri çerçevesinde yerel medyanın abonelikleri, ilanları kesildiği için!..”

Bu kararın yerel medyayı çökerteceği kaç kez söyleniyor ama, dinleyen kim?..

İçi boş demokrasi nutukları ne yerel medyayı kurtarıyor ne de gazetecilerin yargı karşısına çıkmalarını önlüyor.

Tören ya... Kendi aralarında ödül alıp veriyorlar!..

Sonra da gazete köşelerinde birbirlerini övüyorlar!..

Adı geçen Anadolu Yayıncılar Federasyonu’nun başkanı olan kişi şu anda AKP’den Ankara Belediye Meclis üyesi!..

Ödül ve övgü nedeni kendiliğinden anlaşılıyor.

“Hakkâri ilk adım”

DEM Partili Hakkâri Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın görevden alınması, yerine kayyum atanması ve tutuklanması ile ilgili Erdoğan ilk açıklaması bu törende:

“Yargının Hakkâri ile ilgili verdiği karar kimseyi rahatsız etmesin. Yargı kanunu değil, hukuku konuşturmuş kararını buna göre vermiştir. Gayri yasal işler yapılmışsa, yasaları işletiriz.

Hakkâri bunun ilk adımıdır.”

Yandaştan al haberi

Aktardığım törendeki gibi, AKP iktidarı ve Erdoğan yerel medyanın bir bölümüyle nasıl al takke ver külah ise, ulusal medyada kontrol ettiği yandaşlarla da öyle. Sır değil.

Dün o TV kanallarından birinde yayınlanan haber:

“Adalet Bakanlığı kaynaklarına dayanılarak,

Toplam 26 il ve ilçede Dem Partili belediye başkanlarıyla ilgili yargı sürecinin başlayabileceği öğrenilmiştir.”

Aralarında Mardin ve Van’ın bulunduğu dört ilin yanı sıra, 22 ilçe haberde tek tek sayılıyor.

Ne “kaynakmış” ama!..

Haberin sonundaki ek, yine Adalet Bakanlığı’ndan:

“Bu yerlere illa kayyım atanacak diye bir kural yok.”

Haberi yandaşlardan al!..

“Oyunbozan”

Tutuklanan Hakkâri Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış ile ilgili DEM Parti Milletvekili Meral Danış Beştaş Meclis’te dikkat çeken bir açıklama yapıyor:

“Bendeki dosyaya göre, soruşturma 2009’da başlamış, savcı ne yapacağına bir türlü karar verememiş, davayı nihayet 2014’te açmış.

Bu arada bir gizli tanık var, kod adı ‘Oyunbozan.’

Bu gizli tanık sonra dilekçe vermiş, ifadesini kabul etmemiş ve geri çekilmiş.

Soruşturma aşamasında TEM şube müdürü, savcı, hâkim FETÖ üyeliği iddiasıyla görevden alınmış ama, bunların hazırladığı dosya yine geçerli.

Sıddık Akış başkanımız seçilir seçilmez, dava hızlandırılmış, 23 Mayıs’taki duruşmada avukatlara tebliğ etmişler, savunma yapacaksınız diye.

5 Haziran’a gün vermişler.” (Meral Danış Beştaş, 5 Haziran tarihli TBMM Tutanak)

Sıddık Akış aynı gün on dokuz yıl hapse mahkûm ediliyor.

“Aynı suda iki defa”

İşine geldiğinde ve her fırsatta “sandık da sandık, milli irade de milli irade” davulu çalan AKP, yandaşlarına sızdırdığı haberle, eğer o haber doğru ise, 26 il ve ilçede DEM Partili belediye başkanlarıyla ilgili yargı süreci başlatmaya hazırlanıyor.

31 Mart’ta seçim kaybetmiş, çeşitli nedenlere ek olarak, kayyım atamalarından dolayı da Doğu ve Güneydoğu’da oyları gerilemiş ama, AKP bundan hiç ders çıkarmamış.

AKP hala inatla aynı suda iki defa yıkanıyor.

Malum, Milattan Önce Efes’te yaşamış Yunan filozofu Heraklitos ne demiş:

“Aynı suda iki defa yıkanılmaz”, yani aynı konuda iki hata yapılmaz.

Erdoğan ödül verdiği yerel medya mensuplarına ve yandaşlarına sorsun.

Bazılarının farklı bir görüş bildirme cesaret ve feraseti varsa!..

(T24)