19 Haziran 2024 Çarşamba

soL KÖŞEBAŞI - 19 Haziran 2024 -

 

Artık daha çok öldürülecekler -Ali Ufuk Arikan-

Ya bu tablo sessizlikle kabul edilecek ve işçiler yüzer yüzer ölmeye devam edecek, ya da patronların 2 trilyon liralık vergisini bir gecede affeden AKP iktidarına karşı gerçek bir kavgaya girilecek.

Salgın günlerinde sağlık emekçilerini saymazsak en çok konuşulanların başında onlar geliyordu.

Herkes takdir ediyor, övgüler diziyordu…

Günde 14-15 saat kesintisiz çalışıyorlar, herkes sosyal mesafe, aman hiçbir şeye dokunmayın derken, onlar kapı kapı geziyor, kimsenin dokunmak istemediği ürünleri tek tek taşıyordu.*

Her dönemin fırsatçısı patronlar pandemi günlerinde onlar üzerinden paranın kokusunu anında alıp, hamle üstüne hamle yapıp büyüme ve kâr rekorları kırdılar.

Kural bu ya, patronlar ne zaman paranın kokusunu alsa, ona eşlik eden bir kan kokusu yayılır dört bir yana… 

Patronlar kar rekorları kırarken, o rekorun ardında sadece pandemi günlerinde kayıt altına alınan 160 motokurye ölümü vardı, yüzlerce hatta binlercesi iş baskısı sonucu ağır sakatlıklarla sonuçlanan kazalar yaşadı.

Sonrası mı?

Üst üste gelen ölümler motokuryeleri yavaş yavaş bir araya gelmeye, güçlü eylemler yapmaya, hak aramaya itti. Bu mücadeleler sonrası üst üste kazanımlar da geldi.

Buradan ders çıkaran patronlar daha en başta planlayıp devreye soktukları esnaf motokurye modelini iyiden iyiye yaygınlaştırdılar.

Bu sayede motokuryeler kar rekorları kıran şirketlerin işçisi olmaktan çıkıyor, -patronların süsledikleri paketle- kendi işlerinin patronları oluyordu.

Oysa asıl yapılmak istenen motokuryelerin iş güvencesini ortadan kaldırmak, işçilere karşı tüm yasal yükümlülüklerinden kurtulmak ve belki de en önemlisi onların örgütlü bir şekilde haklarını arama şansını tümüyle yok etmekti.

Bu üç başlıkta da epey yol aldılar.

Ama iktidar ve patronlar bununla yetinmeyeceklerini gösteren yeni bir adım peşinde şimdi.

Mehmet Şimşek düşünüp taşınmış, iktidara yeni gelir yaratma kanalı olarak motokuryeleri görmüş ve yeni bir vergi adımı atmaya karar vermiş.

Aman yanlış anlamayın, Şimşek milyarlarca liralık vergi affı adımı attığı patronlara yeni bir vergi kalemi çıkarmayacak elbette.**

Hedefte olanlar, ölümle dans eden motokuryeler.

Diyor ki AKP iktidarı, yıllık kazancı 3 milyon liranın altında olan esnaf kuryeler, yüzde 15 oranında vergi ödeyecek. Bu vergi, patronların yatırdığı maaşlar üzerinden, doğrudan banka aracılığıyla daha emekçinin cebine gitmeden kesilecek.

Peki, ne mi olacak bu adımın sonucu olarak?

Şu anda bir motokurye, açlık sınırı olan 19 bin liranın üzerinde bir gelir elde etmek için günde en az 14 saat kelle koltukta çalışıyor.

Daha fazla paket yetiştirirse üniversiteye devam edecek, daha fazla paket yetiştirirse çocuğunun okul masrafını karşılayacak, daha fazla paket yetiştirirse evine sıcak çorba götürecek, daha fazla paket yetiştirirse sağlık giderlerini karşılayacak motokuryelere diyorlar ki; biz patronların milyarlarca dolarlık gelirlerine değil, sizin açlık sınırının biraz üzerinizdeki ücretlerinize göz diktik. O yüzden tüm bu ihtiyaçlarınızı gidermek istiyorsanız daha fazla paket yetiştireceksiniz, günde 14 saat değil de 20 saat çalışacaksınız, daha çok öleceksiniz ama belki şanslıysanız daha çok kazanıp, daha çok vergi ödeme şansına erişeceksiniz…

İktidar ve patronlar eliyle işçilere kurulan bundan daha açık bir ölüm tuzağı var mı?

Ya bu tablo sessizlikle kabul edilecek ve işçiler yüzer yüzer ölmeye devam edecek, ya da patronların 2 trilyon liralık vergisini bir gecede affeden AKP iktidarına karşı gerçek bir kavgaya girilecek.

Arası yok!

Ne motokuryelerin ne de bu düzende payına yoksulluk ve ölüm düşen milyonlarca emekçinin başka bir çıkışı yok. Birileri servetlerine servet katarken bizlerin boynunu eğip böyle gelmiş böyle gider diyeceğimizi düşünenlerin yanıldıklarını göstermek boynumuzun borcu.

Somali Cumhurbaşkanı'nın oğlu Mohammed Mohamud'un öldürdüğü motokurye Yunus Emre Göçer’e, Sakarya'da işe başladığı gün kaybettiğimiz 19 yaşındaki Enes Aygüneş’e, İzmir’de motokuryelik yaparken ölen 17 yaşındaki çocuk işçi Halil Togay’a ve pandemide birilerinin kâr hırsı uğruna yaşamını yitiren 160 motokuryeye olan borcumuz bu.

Biz onlara olan borumuzu örgütlü bir mücadeleye taşıyamadığımız oranda bu borç listesi kabaracak, daha çok arkadaşımızı bu kana doymaz düzene kaptıracağız.

Bu düzene verecek sağlam bir yanıt için işe örgütlü bir mücadeleyle başlamalıyız, başka çıkışımız yok!

  • *.*Deprem günlerinde de öyle olmadı mı? Kimsenin giremediği, gidemediği noktalara motorlarıyla yardım ulaştıranlar onlar değil miydi?
  • **.Devletin 2024 yılında uygulayacağı vergi, ceza ve harçlara ilişkin düzenlemeler Resmi Gazete’de yayımlandığında, patronlara 2 trilyon 210 milyar TL’lik vergiyi muafiyeti getirildiğini öğrendik.
                                                                                      /././
Gericilikle piyasacılığın kıskacında 'Türkiye’nin maarif davası' -Fatih Yaşlı-
Buraya müdahale etmek, burada mücadele etmek, sosyalistlerin de bir “maarif davası” olduğunu topluma anlatmak gerekiyor.

Nurettin Topçu, Cumhuriyet’in yurtdışına okumaya gönderdiği ilk kuşağın mensuplarından biriydi. 1928’de İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun olduktan sonra felsefe eğitimi alması için Fransa’ya gönderildi. Burada yaptığı okumalarda, başta Fransız filozoflar Blondel ve Bergson olmak üzere Batı felsefesinin ve Hıristiyanlığın metafizik/mistik düşünürlerinden etkilendi. Sonrasında ise bu mistisizmi İslam’la sentezlemeye çalıştı.

Topçu doktora tezini Sorbonne’da savundu ve bu üniversitede felsefe doktorasını veren ilk Türk oldu. Doktora sonrası kendisine Fransa’da kalması için yapılan teklifleri reddeden Topçu Türkiye’ye dönerek Galatasaray Lisesi’nde Fransızca dersleri vermeye başladı. Lise müdürünün torpil talebini uygulamadığı için İzmir Lisesi’ne tayini çıkarıldı ve görev yeri birkaç kez değiştirildi. 1939 yılından itibaren, tezinin de merkezinde yer alan Blondel’in “hareket felsefesi”ne atıfla “Hareket” isimli bir dergi çıkarmaya başladı. 

Felsefenin dışında siyasetle de ilgilenen Topçu, çıkardığı dergide “Anadoluculuk” adını verdiği milliyetçi-muhafazakâr bir tutumu benimsedi. “Anadoluculuk”, Turancı milliyetçiliğin karşısında konumlanıyor, Anadolu coğrafyası üzerinden bir yerlilik/millilik tarif ediyor ve Türklükle İslam arasında varoluşsal bir bağlantı olduğunu öne sürüyordu. Topçu Fransa’dan döndüğünde bugün İskenderpaşa Cemaati diye bilinen Gümüşhanevi Dergahı’nın o dönemki şeyhi Abdülaziz Bekkine’ye intisap edecek ve ölene kadar da ona bağlığını sürdürecekti. 

Topçu’nun düşüncesi Türk sağının bütün kolları gibi şiddetli bir antikomünizme dayanıyordu ama onun ayrıksı bir yanı vardı. Topçu, Türk sağında pek rastlanmadık bir şekilde “komünizm zehri”nin gerisinde kapitalizmin bulunduğunu söylüyor ve buna göre bir “panzehir” öneriyordu. Mülkiyet ve kapitalizm üzerine yazdıkları Marksizm’le şaşırtıcı derecede benzerlik taşıyan Topçu örneğin şöyle diyordu: 

"Mülk kendi sahibine kendini kullanma hürriyetini bağışlar; başkalarını bu hürriyetten men eder. Büyük mülk genişledikçe, bir fert için hürriyet ve saadet mevzuu olan şey, sayısı kendi genişliği nisbetinde çoğalan başka fertler için yasak ve esaret mevzuu olur."

Ancak onun anti-kapitalizmi hiçbir şekilde Marksist değildi, o “muhafazakâr” bir “sosyalizm”in peşindeydi ve bunu da “ruhçu sosyalizm” olarak adlandırmıştı. Topçu, komünizmi “maddeci kolektivizm” olarak adlandırıyor ve karşısına “ruhçu kolektivizm”i koyuyordu. Ruhçu sosyalizm aslında kapitalizm öncesi üretim biçimlerine dönüş, sanayileşmenin ortadan kaldırılması ve bir küçük esnaf, zanaatkâr ve çiftçi toplumunun yaratılması anlamına geliyordu. Böylece din, ahlak, aile gibi geleneksel değerler üzerine kurulu bir düzen ortaya çıkabilecekti ki Topçu buna “ahlak nizamı” adını veriyordu. 

Topçu’nun idealindeki bu düzenin yönetim aygıtının en tepesinde iki güç bulunacaktı ve bunlardan ilki “ilahi iradeyi dosdoğru tercüme edecek ve her cephede beşerin imdadına yetişecek bir dini zümre”, ikincisi ise “devlet iradesini ve insan haklarını bu teşkilatla çerçevelenmiş olarak koruyucu olan ve dünya üniversitelerinin hukuk mezunlarına verilecek daha üstün bir kültürle yetişmiş gençlerden mürekkep bir polis teşkilatı” olacaktı. 

Yani Topçu “ruhçu sosyalizm” derken aslında bir “imam-polis devleti”nden söz ediyordu ve bu yönetim biçiminde “imam-polis” ikilisinin hemen altında “ilk mektep hocası” yer alacaktı; çünkü Topçu idealindeki düzeni kurmanın yolunun eğitimden geçtiğini düşünüyordu ve “maarif davası”na son derece büyük bir önem atfediyordu. 

Topçu’nun “maarif davası” Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine ve Cumhuriyet’e yönelik düşmanlıkla antikomünizmin kesişim noktasında duruyordu. Buna göre “milletimizin üç asırdır geçirdiği buhranların sebebi kültür ve maarif sahasında aranmalı”ydı. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şey “milli bir maarif modeli” ve bir “milli mektep”ti.

Peki “milli mektep” neydi? Topçu bunu şöyle anlatıyordu: 

"Millî mektebimiz ne medresedir, ne de çeşitli kozmopolit unsurların karışığı olan bugünkü mekteptir. Müslüman Türkün mektebi, maarif, metafizik ve ahlâk prensiplerini Kur’ân’dan alarak Anadolu insanının ruh yapısına serpen ve orada besleyen, insanlığın üç bin yıllık kültür ağacının asrımızdaki yemişlerini toplayacak evrensel bir ruh ve ahlâk cihazı olacaktır."

Topçu’nun “milli mektep”i dört temel üzerine inşa edilmişti. Bunlardan ilki “ders”ti ve dersin temel amacı “dindeki aşk idealini damla damla çocuğun kalbine aşılamak”tı. İkincisi “talebe”ydi ve talebenin temel hedefi “manevi olgunlaşma”ydı. Nasıl ki “bir şehrin maddi zabıtası polis teşkilâtı” ise “manevî zabıtası da, din adamlarının hemen yanında yer alan talebe zümresi” olmalıydı. Üçüncü temel “muallim”di ve “Türk muallimi yarınki Türk mektebinin ve yarınki Türkiye’nin temel taşı” olacaktı. Dördüncü temel bizzat mektebin kendisiydi ve mektep “kutsal çatısı altında siyasete asla yer vermeyen, muallimin ilmî ve ahlâkî otoritesinden başka hiçbir otorite tanımayan, ruhları huzur içinde birleştirici disiplinin barındığı” kutsal bir çatı niteliği taşımalıydı. 

Peki tüm bunları niye anlattık, derdimiz bir Topçu analizi yapmak olmadığına göre buradan nereye varacağız? 

Varacağımız yer elbette ki günümüz eğitim sistemi olacak; çünkü “Türkiye’nin Maarif Davası” adlı kitabı bir süredir MEB tarafından temel okuma kaynaklarından biri olarak sunulan Topçu’ya bilinçli bir göndermeyle adı “Maarif Modeli” konulan bir model var karşımızda.

Sadece Topçu değil elbette; milliyetçisiyle, muhafazakârıyla, İslamcısıyla, tarikatıyla, cemaatiyle Türk sağının yaklaşık yüz yıllık eğitim perspektifini sentezleyip toplumun önüne koyan, baştan aşağı bilim ve akıl dışı bir karaktere sahip bir model bu ve hem Türkiye’nin yakın tarihini hem de rejimin kafasındaki insan tipolojisini, yetiştirmek istediği nesilleri anlamak açısından son derece önemli. 

Daha geçtiğimiz günlerde kıyafetleri nedeniyle kendi mezuniyet törenlerine ve okullarına alınmayan kız çocukları şimdilik bir istisna olarak görülebilir ama burada istisnanın giderek kural haline gelişinin ipuçları gizli. “Maarif modeli” denilen şeyle o çocukları okullarına almayan zihniyet aynı yerden besleniyor yani: Türkiye gericiliğinin 100 yıllık birikiminden ve inşa edilmek istenen rejimden.

Ancak mesele tek başına gericilik değil; Türkiye tarihi bize her daim dincilikle piyasacılığın iç içe geçtiğini, birlikte hareket ettiğini gösteriyor. İşte kız çocuklarının kıyafetleri nedeniyle kendi mezuniyet törenlerine alınmamasına herhangi bir itirazı olmayan, bilakis bunun altyapısını hazırlayan zihniyet çıktı ve öğretmenler için “dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi kamu tarafından fonlandırılmıyor” diyebildi. 

Buradaki “fonlamak” tabirine dikkat etmek lazım öncelikle; çünkü Hayek ya da Friedman gibi en azılı kamuculuk düşmanlarının aklına bile çalışanlara emeklerinin karşılığı olarak ödenen maaşlardan “fonlamak” diye söz etmek gelmemiştir, Topçu ise bütünüyle piyasacı bu kavramı duysa, kendisine yapılan bütün atıflara rağmen mezarında ters dönerdi herhalde.  

Bu tabir, sadece öğretmen sayısının çokluğu yönündeki temelsiz bir iddiayı dillendirmiyor, öğretmenleri halkın sırtında bir yük olarak göstererek onları giderek yoksullaşan halk nezdinde düşmanlaştırmak anlamına da geliyor.  

Peki sahiden de dünyanın hiçbir yerinde kamu bu kadar çok öğretmeni “fonlamıyor” mu, yani Türkiye’de öğretmen sayısı fazla mı?

Çok net olarak söylenmeli ki bu da Türkiye’de devletin ekonomideki payının büyüklüğü ya da memur sayısının fazla olduğu gibi liberal zırvaların bir parçası. OECD verilerine bakıldığında Türkiye’de nüfusa oranla öğretmen sayısının yetersizliği de öğretmen başına düşen öğrenci sayısının ortalamanın üzerinde olduğu da çok net bir şekilde görülebiliyor.

Bu piyasacı bakış açısının Türkiye’ye “armağanı” ise kamusal, laik, akıl ve bilime dayalı bir eğitim sistemi değil, ancak piyasacılık olabiliyor. Ozan Gündoğdu’nun dünkü BirGün'de yayınlanan yazısına göre son durum:

“Son 10 yılda özel okul öğretmeni sayısı 74 bin 745’ten 179 bin 895’e yüzde 140’lık bir artış yaşarken, devlet okullarındaki öğretmen sayısı 757 bin 981’den 974 bin 488’e yüzde 28’lik artış yaşıyor. 10 yıl önce her 100 öğretmenin 9’u özel okul öğretmeniyken, bugün her 100 öğretmenin 15,5’i özel okul öğretmeni.”

Bu verilere o özel okulların velilerden astronomik asgari ücret talep ederken öğretmenleri kölelik koşullarında istihdam ettiklerini de hatırlatalım ki tablo tamamlanmış olsun. 

Türkiye’nin eğitim sistemi, gericiliğin onlarca yıldır yatırım yaptığı ve Türkiye’nin sermaye düzeninin yoksulluğun yönetimi için cehalete, cehaletin yönetimi için yoksulluğa duyduğu ihtiyacın somutlaştığı bir alan olarak karşımızda duruyor. ÇEDES’iyle, MESEM’iyle, müfredatıyla, din istismarı ve emeğin istismarının iç içe geçtiği bu alan laiklik mücadelesiyle sınıf mücadelesinin kesişim noktasını oluşturuyor ve güçlü bir devrimci müdahaleyi bekliyor. 

Buraya müdahale etmek, burada mücadele etmek, sosyalistlerin de bir “maarif davası” olduğunu topluma anlatmak gerekiyor.

                                                                 /././

Öğretmenler hakkında söylenenler…-Maksut Balmuk*-

Bu nedenle diyoruz ki bakanlar, isimler değişse de anlayış değişmiyor. Eğitimde gelişim için anlayış değişikliği, anlayış değişikliği için ise iktidar değişikliği şarttır.

Bakan Tekin’in “Dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi kamu tarafından fonlanmıyor” sözleriyle gündem olan öğretmenlere yaklaşımın ilki bu değil ve son da olmayacak.

Hatta “Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel yönetirdim” diyen maarif nazırını dahi aratır sözler var. 

MEB’in en sempatik ve kendi karikatürünü kara tahtaya çizebilecek kadar entelektüel bir bakanı olan Nabi Avcı konuyu şöyle izah etmişti:

“Bize çok hizmetleri geçmiş bir maarif nazırımız. Allah gani gani rahmet eylesin. Bu sözü de söylemiş hakikaten. Ama orada söylediği şu; o dönemde maarif sistemimizin temel gövdesini, ana yapısını medreseler teşkil ediyor. Mektep, o günlerde yeni yeni kullanılmaya başlanmış bir tabir. Daha çok İstanbul´da, sefarethanelerin sağında solunda açılmış olan, sefarethanelerin kanadı altında faaliyet gösteren bu müesseseler, Emrullah Efendi´nin de çok başını ağrıtmış. Adamcağızın şikâyeti, o çok sınırlı sayıdaki, o özel kurum, çok ayrı bir gruba, bir okul türüne ait bir vasıf. Onlar için söylüyor ´Şu mektepler olmasaydı, ben bu maarifi ne güzel idare ederdim´ sözünü.”

Emrullah Efendi’yi böyle savunsa da o da gafta geri kalmadı ve o da üzdü öğretmenleri.

Eski Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı atanamayan öğretmenlerin intiharını değerlendirirken ”Gösterişçi intihar eylemi" demişti.

AK Parti iktidarlarının en uzun süre görev yapan bakanı Hüseyin Çelik ise “Öğretmenler haftada 15 saat maaş karşılığı çalışıyor. Bu da iki gün mesai demek. Birçok öğretmen müdürüyle anlaşıyor, zamanının çoğunu evinde geçiriyor. Bu yüzden üst düzey bürokratların çoğu öğretmenlerle evleniyor” demiş ve bu noktada dönemin başbakanı Erdoğan’ın “Öğretmen az çalışıp çok kazanıyor” minvalindeki sözleri ile yarışmıştı.

Bakan Ömer Dinçer ise öğretmenlik mesleğine en çok zarar veren bakan olarak anılır halen ve şu sözleri hiç unutulmadı:

"Ben öğretmen olmak isteyenleri, Eminönü'ndeki caminin önünde bekleyen güvercinlere benzetiyorum. Bekliyorlar ki biri önlerine yem atsın. Allah'tan çocuklarım memur olmadılar.” 

Tabii ki bakan hatta eğitimci kimliği nedeniyle umut bağlanan(!) Ziya Selçuk’un öğretmenleri yük gören sözleri halen hafızalarda.

İşte son günlerde çok konuşulan öğretmene şiddetin kaynağı da burası. Yönetenler kendilerini dahi yetiştiren öğretmenlerle ilgili bu sözleri söylerlerse mesleğin itibarı kalmaz.

Alınan ücretin, harcanan emeğin daha önünde olması gereken öğretmenlik mesleğinin onurudur. Bu noktada son 22 yılda çok irtifa kaybetti öğretmenlik mesleği. 

Mesleğin onuru düzeltilmeden öğretmenlerin hiç bir sorunu da eğitimdeki kötü gidişi de düzeltmek mümkün değildir.

Liyakatsiz yöneticilerin mobbingine maruz kalan, liyakatin yerini itaatin aldığı, öğretmenler odalarının son 22 yılda; baş, uzman, sözleşmeli, aday, kadrolu, ücretli diye ayrıştırıldığı ekonomik olarak yoksulluk sınırı altına düşürülen öğretmenlerin en üst düzeyde bir de bu sözleriyle yaralanması eğitimin gel(eme)diği noktanın da öğretmene şiddetin de özetidir aslında.

Bu nedenle diyoruz ki bakanlar, isimler değişse de anlayış değişmiyor. Eğitimde gelişim için anlayış değişikliği, anlayış değişikliği için ise iktidar değişikliği şarttır.

*Öğretmen, Yazar

                                                                     /././

Euro 2024: Futbol ne kadar 'Ulusal'?-Serdal Bahçe-

Demek ki “ulusallık” artık sermaye birikimiyle, para ile ilgiliymiş. Ne kadar zenginsen o kadar ulusal olabiliyormuşsun.

Avrupa Futbol Şampiyonası, Euro 2024 Almanya’da başlayalı 4 gün oldu. Bu seviyedeki her büyük turnuva kuşkusuz bir futbol festivaline, bir şenliğe dönüşüyor; hele hele bizim gibi futbol aşıkları için. Üstelik ilk dört günde yapılan maçlardan hareketle şunu söyleyebilirim futbol kalitesi olarak müthiş bir şampiyona olacak gibi. Bu satırların yazarının aklının yettiği ilk Avrupa şampiyonası 1980 yılındaki, İtalya’da yapılan ve Federal Almanya’nın (o zamanlar adı buydu) kazandığı idi. Fakat o şampiyonaya ait anıları çok silik. Anılarının daha net olduğu ilk şampiyona Euro 1984’tür. Fransa’da yapılmış ve Fransa kazanmıştı. O Fransa müthiş bir takımdı, sonra adı yolsuzlukla anılacak Michel Platini’nin takımıydı o Fransa. Ve final maçı hiç unutulmayacak bir maçtı. Finalde Fransa İspnaya’yı 2-0 yendi. Ama maçı unutulmaz kılan ilk goldü; Platini çok da sert olmayan bir şut çekti, İspanya’nın efsane kalecisi Arconada bacaklarının arasından kaçırıverdi. Büyük travmaydı, Fransa 10 kişi kalmasına rağmen kupayı aldı. 

Bir diğeri 1988 Avrupa Şampiyonası idi. Biz sosyalistler açısından önemi şuydu ki Sovyetler Birliği kendi futbol tarihindeki en iyi takımlardan biriyle gelmişti şampiyonaya (ilk Avrupa Şampiyonası’nı Sovyetler Birliği kazanmıştı. Daha sonra da iki final oynamıştı). Valeriy Lobanovsky ve ekibi makine gibi oynuyordu gerçekten. Hatta finalde yeninden karşılaşacağı Hollanda’yı (hem de Van Bastenli, Gullitli, Rijkardlı Hollanda’yı) grup maçında yenmişti. Final Sovyetler Birliği-Hollanda finaliydi. Hollanda 2-0 kazandı, Sovyetler Birliği’nin kazandığı penaltıyı Belanov kaleci Van Breukelen’in üstüne vurmuştu.  

Şampiyonanın tarihi açısından daha da ilginç olan 1992 yılındaki şampiyonaydı. İsveç’te düzenlenen şampiyonaya katılacak takımlar arasında Yugoslavya da vardı. Emperyalizmin müdahalesiyle vahşi etnik bir iç savaşa sürüklenen ülke artık birleşik bir ülke olmadığı gerekçesiyle kupanın başlamasına 10 gün kala diskalifiye edildi. Elemelerde onunla aynı grupta olan ve 2. olarak kupaya katılma hakkını kaybeden Danimarka kupaya davet edildi. Danimarka apar topar bir takım topladı, hazırlılar için sadece 9 gün vardı. Diğer takımlar birkaç haftadır kamptaydılar. O apar topar toplanan takım finalde Almanya’yı 2-0 yenerek kupayı aldı. Olağanüstüydü. Ama asıl olağanüstü olan Danimarka’nın kalecisi Peter Schmeichel idi. Finalde sayısız Alman atağının golle sonuçlanmasını bedeniyle, dirayetiyle engellemişti. Bu satırların yazarı iyi bir kalecinin ne anlama geldiğini o maçta anlamıştı. 

Neyse lafı uzatmayalım. Şimdi 24 takım Almanya’da mücadele ediyorlar. Futbol arenası artık bir tarafta halk sınıflarının futbolu, diğer tarafta ise medya tekellerinin, kirli bahis şirketlerinin, ırkçılığın, şikenin, onu bir endüstri haline getiren sermayenin futbolu arasındaki mücadelenin arenasıdır. Ne yazık ki birincisi ikincisi lehine sürekli toprak kaybediyor. Bu süreçte pek çok şeyin anlamı ya değişiyor ya da içi boşalıyor. Örneğin bunlardan biri de ulusallık iddiası. Euro 2024’te rekabet edenler, mücadele edenler ulusal takımlar, öyle değil mi? Ama herhangi bir ülkeyi temsil eden “ulusal” takım o ülkenin “ulusal” futbolunu ne kadar temsil ediyor?

Bu sorunun cevabı pek çok açıdan verilebilir. Ama biz sadece basit bir yol tutarak ulusal takımlarda oynayan oyuncuların ne kadarının kendi ulusal futbol liglerinde oynadıklarına bakalım dedik. Bunu yaparken de ligleri ikiye ayıralım dedik. Ve hatta bunu yaparken biraz da Dünya Sistemci bir bakış açısından faydalanarak “Merkez Ligler” ve “Çevre Ligler” ayrımına gidelim dedik (gerçi Dünya Sistemci bakış açısına göre bir de “yarı-çevre” var, ama onu sonraya bırakalım). 

“Merkez Ligler” derken Almanya’daki Bundesliga’yı, İngiltere’de Premier League’i, İspanya’daki La Liga’yı ve İtalya’daki Serie A’yı kastediyoruz. Bunları merkez olarak adlandırmamızın pek tabii ki bir ekonomik bir gerekçesi var. Bu türden analizler yapılırken sıkça başvurulan ve futbol ile ilgili parasal büyüklükler konusunda bilgi sağlayan transfermarkt.com sitesinden yararlanacağız. Bu site Avrupalı liglerin ekonomik büyüklüklerini de veriyor. 2024 yılı için hazırlanan listeye göre1 listenin tepesinde İngiliz Premier League var, toplam bedeli 11,3 milyar avro. Anlaşılan Sovyetlerin mirasını yağmalayan Rus oligarklar ile gerici Arap şeyhliklerinin taşıdıkları parayla iyice şişmiş durumda. İkinci sırada ise İspanyol La Liga var, onun ederi 5,2 milyar avro. Onu İtalyan Serie A takip ediyor 4,8 milyar avroluk hacmiyle. Alman Bundesliga’nın değeri ise 4,4 milyar avro. Futbol sermayeleştikçe sıradan sermaye birikiminin başına gelen onun da başına geliyor; merkezileşme ve yoğunlaşma. Aslında bu merkezin yanında bir de yarı-merkez ya da yarı-çevre olarak adlandırılabilecek ligler var. Burada yeri en tartışma götürecek lig Fransız Ligue 1, ederi 3,7 milyar avro gibi büyük bir meblağ; ama aşağıda bahsedilecek nedenlerden dolayı onu yarı-çevre kabul etmek gerekiyor. Keza ayı durum Hollanda, Belçika ve Portekiz ligleri için de geçerli. 

Aşağıdaki tabloda Euro 2024’e katılan takımlardan, merkez liglere sahip olanlar dışındakilerin kadrolarındaki oyuncuların hangi ülkelerde top koşturdukları verilmiştir.

Ulusal Takım Kendi ülkesinde Almanya İngiltere İspanya İtalya Diğer Kadro toplamı 
İskoçya8141326
Macaristan9632626
İsviçre2736826
Hırvatistan64224826
Arnavutluk121101226
Slovenya31151626
Danimarka31113826
Sırbistan312371026
Polonya31319926
Hollanda66724126
Avusturya71212426
Fransa82356125
Belçika33932525
Slovakya33261226
Romanya7136926
Ukrayna14341426
Türkiye121313626
Gürcistan211221826
Portekiz61022626
Çekya16521226

Peki şimdi kendimizce üç gösterge oluşturalım. Bunlardan “Ulusallık” kadronun içindeki kendi ülkesinde top koşturan futbolcuların oranını göstersin. “Merkez Ligler” de dört büyük ligde oynayan futbolcuların oranını versin. “Çevre kardeşliği “ise dışarıda top koşturan ancak merkez liglerde oynamayanların oranını göstersin. Aşağıdaki tablo “Ulusallık” göstergesi için büyükten küçüğe doğru sıralanmış bir şekilde vermektedir ülkeleri.

Ulusal TakımUlusallık (%) Merkez Ligler (%) Çevre kardeşliği (%) 
Çekya61,530,87,7
Ukrayna53,830,815,4
Türkiye46,230,823,1
Macaristan34,642,323,1
Fransa32,064,04,0
İskoçya30,857,711,5
Avusturya26,957,715,4
Romanya26,938,534,6
Hırvatistan23,146,230,8
Hollanda23,173,13,8
Portekiz 23,153,823,1
Belçika12,068,020,0
Slovenya11,526,961,5
Sırbistan11,550,038,5
Polonya11,553,834,6
Slovakya11,542,346,2
İsviçre7,761,530,8
Gürcistan7,723,169,2
Arnavutluk053,846,2
Danimarka069,230,8

Tabloya göre ulusal takımı en “ulusal” olan Çekya, onu Ukrayna takip ediyor. Türkiye ise üçüncü sırada. Arnavutluk ve Danimarka ise övünebilirler, kendi ulusal takımlarında kendi ulusal liglerinde top koşturan bir tek futbolcu bile yok. Anlaşılan ulusalcılıktan kurtarmışlar yakalarını. Diğer taraftan büyük merkez liglere teslimiyet babında en büyük oranlar Fransa, Belçika, İsviçre ve Danimarka’ya aittir. Fransa kendi ulusal takımını ağırlıklı olarak dört büyüklerden birinde forma giyenlerden kurmuş. Bu nedenle yarı-çevreleşmiş durumdadır. 

Peki bir de merkez ülkelere bakalım. Aşağıdaki tablo merkez ülke ulusal takımlarında oynayan futbolcuların hangi ülkelerde oynadıklarını göstermektedir. 

 Futbolcuların Oynadıkları Ülkeler 
Almanya İngiltere İspanya İtalya Diğer 
Almanya2024
İngiltere1241
İspanya23192
İtalya2231

Her şey açık değil mi? Alman milli takımındaki 26 kişiden 20’si, İngiltere ulusal takımındaki 26 futbolcudan 24’ü, İspanya'nın kadrosundaki 26 kişiden 19’u ve İtalya milli takımındaki 26 topçudan 23’ü kendi ülkelerinde top koşturuyorlarmış. Demek ki “ulusallık” artık sermaye birikimiyle, para ile ilgiliymiş. Ne kadar zenginsen o kadar ulusal olabiliyormuşsun. Aksi takdirde lejyonerlerden oluşan bir garip ulusal takım kurmak zorunda kalıyorsun işte. 

Bu arada sermayenin yoğunlaşarak büyüttüğü bu dört büyük lig ile ilgili son bir not: Turnuvada 626 futbolcu forma giyiyor. Bunların yaklaşık yüzde 57’si bu dört büyük ligde oynuyorlar. Ne güzel değil mi? Aslında ulusal takımlar arasında bir şampiyona; ama gel gör ulusal takımlar kendi ulusal futbollarını ne kadar temsil ediyorlar bilemiyoruz. 

(1)European leagues & cups (Detailed view) | Transfermarkt

                                                                      /././

Efes'te 'Zengin Mutfağı': Sonunda halk isyan etti, satılan programlar ne olacak?-Yalçın Çuğ-

Efes Antik Kenti, ABD'li şirketin kullanımına verildi, ayrıcalıksız ziyaretçiler alana alınmadı. Şirket, turu Efes üzerinden pazarlamayı, bakanlık ise Efes'i peşkeş çekmeyi sürdürecek gibi görünüyor.

Uğruna sonsuz savaşlar verilen ve gezegendeki en iyi korunmuş Greko-Romen şehirlerinden birini ziyaret etmek ister misiniz?

Peki, milattan sonra 1. yüzyılda Aziz Pavlus'un vaaz verdiği bu şehirdeki kutsal mermer yolda yürümek veya Meryem Ana'nın ruhuna ev sahipliği yapan ve son nefesini verdiğine inanılan küçük taş evinde zaman geçirmek?

Hatta ve hatta bu antik şehrin ortasında orkestra eşliğinde ve beyaz eldivenlerle sunulan beş çeşit yemeği, yıldızların altında yemek?

Eğer aradığınız buysa sadece birkaç bin dolar ödeyerek katılabileceğiniz gemi seyahati kapsamında, bir gününüzü böyle geçirebilirsiniz. Tabii, sizin gibi ayrıcalıklı olmayan diğer turistlerin protestosuna denk gelmezseniz...

Efes'te 'ayrıcalıklı olmayan' turistlerden protesto

Dün sosyal medyaya bir video yansıdı. Söz konusu videoda, Efes Antik Kenti'nde bulunan Celsus Kütüphanesi'nin avlusunda yemek organizasyonu düzenlendiği ve organizasyon nedeniyle avlunun diğer turistlere kapatıldığı görüldü.

Ören yerini ziyaret eden ancak çekilen şeritlerle kapatılan alana alınmayan diğer turistler, durumu alkışlayarak ve yuhalayarak protesto etti. Organizasyon protestolar nedeniyle sonlandırılırken, alan "ayracalıklı olmayan" diğer ziyaretçilere de açıldı.

ABD'li şirketin binlerce liralık turunun göz bebeği: Efes

Sosyal medya ve birçok haber sitesinde "özel davet" olarak nitelendirilen organizasyon, ABD merkezli "Windstar Cruises" isimli şirketin, gemi seyahati kapsamında gerçekleştirildi.

Söz konusu organizasyon, dönem ve paketin kapsadığı özelliklere göre 3 bin 499 dolar ile 9 bin 499 arasında değişen "Yunan Adaları'nın hazineleri" isimli tur paketi içinde yer alıyor.

Atina'da başlayan ve 8 gün süren turun üçüncü günü ise Türkiye'de geçiyor. Sabah 07.00'de Kuşaadası'na ulaşan turistler, Efes Antik Kenti ve Meryem Ana Evi gibi çeşitli noktaları ziyaret ettikten sonra, geçtiğimiz günlerde protestoyla karşılanan söz konusu etkinliğe katılıyor. Turistler, etkinliğin ardından saat 23.00'de gemi ile Türkiye'den ayrılıyor.

Şirket ise söz konusu organizasyonu, "Windstar misafirlerine özel olarak düzenlenen bu eşsiz Akşam Ephesus Etkinliği'nde, yıldızlar altında beş çeşit yemeğin tadını çıkarın. Bu özel etkinlikte, Ege Oda Orkestrası'ndan bir trio eşliğinde, beyaz eldiven hizmetiyle sunulan akşam yemeği sizi bekliyor. Antik kalıntıların büyüsüne kapılın ve her detayın keyfini çıkarın" ifadeleriyle pazarlıyor.

                                              "Yunan Adaları'nın hazineleri" isimli turun rotası

İlk defa yapılmadı: 'Efes'in harika kalıntıları içinde Türk lokumları'

Öte yandan Efes'te gerçekleştirilen organizasyon ilk defa tepkiyle karşılandı veya kamuoyunun gündemine ilk defa yansıdı. Ancak şirketin internet sitesinde yer alan bilgilere göre, bu organizasyon ilk defa yapılmadı.

Şirketin bir süredir "Yunan Adaları'nın hazineleri" turunu yapmakta olduğu ve turu özellikle Efes Antik Kenti'nde gerçekleştirilen "deneyim" üzerinden pazarladığı anlaşılıyor.

Şirketin internet sitesinde "Türk lokumları: Efes'in harika kalıntıları içinde" başlıklı bir yazı da bulunuyor. Yazıda, uğruna sonsuz savaşlar verildiği aktarılan Efes'in, Meryem Ana'nın ruhuna sahiplik yaptığı, UNESCO Dünya Mirası Alanı arasında yer aldığı, gezegendeki en iyi korunmuş Greko-Romen şehirlerinden biri olarak kabul edildiği ve Aziz Pavlus'un milattan sonra 1. yüzyılda kentte vaaz verdiği belirtiliyor.

Ve ekleniyor:

"Windstar, Kuşadası’nı ziyaret ederken gündüz kıyı turlarınıza ek olarak, Efes'in zeminlerinde kelimenin tam anlamıyla bir Keşif Destinasyonu Etkinliği sunar.

'Saatler sonra geldik, turist yoktu' diyor Windstar Başkanı Chris Prelog, 'Antik mermer yolu keşfetmeye başladık. Kısa bir süre sonra amfi tiyatrodan güzel bir ses yankılandı - akustiği test eden bir yolcu. Bu, harika bir akşam yemeği ve konser için mükemmel bir başlangıçtı.'

Gerçekten de güneş antik yapıların arkasına kayarken, canlı orkestra müziği bu tarihi yapının içinden yankılanır ve yemek yiyenler arasında dolaşır. Windstar Cruises konukları, bu harika ambiyans eşliğinde beş çeşit yemek için özel erişime sahiptir."

Altı gün sonra tekrar kapatılacak ve kapatılmaya devam edilecek

Şirketin Efes Antik Kenti'nde gerçekleştirdiği bahse konu organizasyon, ilk defa yapılmadığı gibi devamı da gelecek gibi görünüyor. En azından şirket, hala söz konusu seyahat paketini satmaya ve "Efes deneyimini" pazarlamaya devam ediyor.

Tur paketinin şu anda satışta olan en yakın tarihli seyahati, 22 Haziran'da Atina'dan başlayacak ve gemi 24 Haziran sabahı Türkiye'ye varacak. Son protestoya rağmen paketin içinde yer alan yemek organizasyonu ise hala varlığını koruyor.

Öte yandan bu organizasyonun uzun aralıklarla gerçekleştirildiği ve alanın ABD'li şirkete kısa süreliğine kiralandığını düşünmek büyük bir hata olur. Çünkü şirket, Haziran'da 2, Temmuz'da 6, Ağustos'ta 4, Eylül'de 10 ve Ekim ayında ise 4 defa olmak üzere sadece bu yıl 26 kez daha Celsus Kütüphanesi'nde akşam yemeği organize edecek.

Ayrıca şirket, 2025 yılının Mayıs ve Ekim aylarını kapsayan aralık için şimdiden 38 turun satışına başladı bile.

Kültür ve Turizm Bakanlığı da Ersoy da sessiz

Normal şartlarda bayramın birinci günü öğlene kadar kapalı olan müze ve örenyerlerinin artık bayramın birinci günü de ziyarete açık olacağını duyuran Kültür ve Turizm Bakanlığı, "Bu düzenleme ile müze ve örenyerlerinin ziyaret saatleri genişletilerek, ziyaretçilere daha fazla hizmet sunulması amaçlanıyor" açıklamasında bulunmuştu.

Bayram öncesinde yaptığı açıklamada ise tüm müze ve ören yerlerinin Müzekart ile ziyaret edilebileceğini vurgulayan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, "Tarihe ve kültüre yolculuk edenlerin vazgeçilmezi Müzekart sadece 60 lira" diyerek müzelere gidilmesi için çağrı yapmıştı.

Ersoy Müzekart'ın fiyatına vurgu yapıyor, onun yönetiminde olan bakanlık ise UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Efes Antik Kenti'ni binlerce dolarlık gemi turları aracılığıyla şirketlere peşkeş çekiyor, ayrıcalıklı olmayan turistlere kapatıyor.

Kamuoyunun gündemine yansıyan protestonun ardından Ersoy da Bakanlık da sessizliğini korumaya devam ediyor. 

Videolar için link: https://haber.sol.org.tr/haber/efeste-zengin-mutfagi-sonunda-halk-isyan-etti-satilan-programlar-ne-olacak-393805

(soL)











                                                                        





Ete hasret bir toplum! - Mustafa Durmuş /T24

 

Güvenli ve yeterli gıdaya erişememe sorunu sadece kırmızı et ile de sınırlı değil. Genel olarak Türkiye'nin özellikle de yoksullarının, gıdaya erişimi giderek imkânsızlaşıyor

Kurban Bayramı'nın sonuna geldik. Ancak hem halk hem de kurbanlık hayvan satıcıları bu yıl da bayramı bayram gibi kutlayamadı. Çünkü kurbanlık satış fiyatları çok yüksek olduğundan kurban kesmek niyetinde olan düşük gelirlilerin çoğunluğu kurbanlık satın alamadı.

Oysa kurban kesmek, bir gelenek olduğu kadar (hayvan haklarını ve hijyen koşullarını ihlal etse de), halkımızın yıl boyu tüketemediği et ihtiyacını karşılayan önemli bir faaliyete dönüştü uzun zamandır.

Öyle ki kurbanlıklar (çoğu kez de birkaç ailece ortak bir biçimde) satın alınıyor, kesiliyor, bir kısmı dini gerekçesiyle dağıtılsa da, önemli bir kısmı buzluklarda gelecekte tüketilmek üzere depolanıyor.

Avrupa'da kişi başı et tüketiminde en yoksul ikinci ülkeyiz

Aşağıdaki harita 2021 yılı itibarıyla Avrupa'daki kişi başı et tüketim miktarlarını gösteriyor. (1)

Bu harita halkımızın kırmızı ete, üretim yetersizliği, et fiyatlarının yüksekliği, buna karşılık asgari ve ortalama işçi ücret düzeyinin düşüklüğü gibi nedenler yüzünden, ulaşmakta çok zorlandığını gösteriyor. Üstelik 2024 yılı geçim zorluğu açısından 2021 yılından çok daha kötü olduğundan, mevcut durumun daha da vahim olduğu ileri sürülebilir.

İşin kötüsü, güvenli ve yeterli gıdaya erişememe sorunu sadece kırmızı et ile de sınırlı değil. Genel olarak Türkiye'nin özellikle de yoksullarının, gıdaya erişimi giderek imkânsızlaşıyor.

Nitekim 2021 yılına ait ve 113 ülkeyi kapsayan Küresel Gıda Güvenliği Endeksine göre, Türkiye 100 üzerinden 65 puanla "iyi" kategorisinde yer almış olsa da, sıralaması son 10 yılda 36'ncı sıradan 48'nci sıraya (113 ülke arasında) geriledi. (2)

Haftada sadece 820 gram et o da eşit dağıtılırsa!

2021 yılında Türkiye'de (ortalama) kişi başı kırmızı et tüketimi sadece 43 kg oldu. Yani insanımız haftada sadece 820 gram civarında bir et tüketebildi. Buna karşılık en fazla et tüketimine sahip ülke olan İspanya'da bu sayı 100 kilonun üzerinde. Yani İspanya'nın kişi başı et tüketimi bizim yaklaşık 2,5 katımız kadar. Bizden düşük, 41 kg ile sadece Kuzey Makedonya var. Yani Kuzey Makedonya'dan sonra Avrupa'da en az et tüketen ülkeyiz.

Dahası, bu sayılar ortalama sayılar. Yani yılda tüketilen "toplam kırmızı et miktarı nüfusa eşit paylaştırılıyormuş" gibi varsayılarak hazırlanan sayılar bunlar. Oysa durumun öyle olmadığını ve tüketimin eşit dağılmadığını biliyoruz.

Yani gelir dağılımı eşit olmadığından, kırmızı et tüketimi de eşit dağılmıyor ve örneğin işçi nüfusunun neredeyse yüzde 60'nı oluşturan asgari ücretliler ve aileleri, emekliler ve aileleri, kısaca toplumun ciddi bir bölümü yılda 43 kilonun çok altında et tüketebiliyor. Diğer yandan zengin aileler bu ortalamanın çok üstünde ve değişik kalitelerde ve türde kırmızı et tüketebiliyorlar.

"Ayda 1 kez dahi et yiyemiyoruz!"

Nitekim TV'deki ve sosyal medyadaki röportajlarda konuşan halkımızın büyük bir kısmı ayda bir kez dahi kırmızı et alıp tüketemediğini ya da sadece gramlarla et alabildiğini söylüyor. İşin gerçeği ayda 10 bin TL maaş alan emekliler, 17 bin TL asgari ücrete çalışan işçiler nasıl et alabilirler ki?

Bir tartışma: Kırmızı et üretimi iyi mi kötü mü?

Diğer yandan, "kırmızı et hayvancılığı sektörünün küresel ısınmaya neden olan karbondioksit emisyonlarının temel kaynaklarından bir olduğu, bu nedenden dolayı da artık daha farklı bir beslenme biçimine dönülmesi gerektiği" düşüncesi, özellikle de doğa ile uyumlu ekonomik büyümeyi seçenlerin son zamanlarda gündeme getirdikleri önemli bir konu. Zira karbon emisyonlarının azımsanamayacak kadar bir kısmı büyükbaş hayvanların çıkardığı gazlardan oluşuyor.

Diğer taraftan, bir otomobilin bir inekten daha az emisyona neden olduğu söylenemez. Yani mesele emisyonu azaltmaksa, önce otomotiv ya da savaş sanayinden başlamak çok daha doğru olur.

Beslenemeyenleri görmezden gelmek

Kaldı ki böyle bir yaklaşım yoksul ve yoksun insanlarımızın beslenme gereksinimlerini de görmezden gelen bir yaklaşımdır. Her ne kadar kırmızı et üretiminin emisyona neden olduğu bir gerçekse de, bu ürünler temel bir beslenme ve protein kaynağı ve azgelişmiş dünyada açlığa ve beslenme yoksulluğuna karşı bir koruma yaratıyor. Ayrıca milyonlarca küçük çiftçinin temel geçim kaynağını oluşturuyor. Dolayısıyla da kırmızı et ve gezegeni karşı karşıya getiren yaklaşımlar üzerinde daha dikkatli düşünmekte yarar var. (3)

İktidar bloku gurur duymalı (!)

Bu ülkeyi yıllardır yönetenler eserleriyle gurur duymalılar. Sadece özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, işçi hakları gibi konularında değil, bizleri kırmızı et tüketiminde de Avrupa'nın en zavallı insanları haline getirdiler. Ayrıca, et, süt, peynir, hatta sebze tüketemeyen çocuklarımızın sağlıklı bir biçimde gelişebilmelerini önlüyorlar.

22 yıldır uygulanan ve bilinçli bir biçimde tarım ve hayvancılığı devasa büyüklükteki çok uluslu şirketlerin yüksek kârlar elde etmeleri için bitirme noktasına getiren, çiftçiliği ve köylülüğü yok eden, diğer yandan insanları açlık sınırının dahi altında ücretlerle yaşamaya mahkûm eden, emek ve doğa düşmanı neo-liberal politikalar ve bu politikaları uygulayan İktidar Bloku bu tablonun asıl sorumlusudur.

Sonuç olarak

Bayram vesilesiyle TV'lerde verilen "kardeşlik" mesajları, sözde "yumuşama" söylemleri işte bu ve benzeri gerçeklerin üzerini örtmek için kullanılıyor. Bu nedenle de, İktidar Blokunun hızla halk desteğini yitirdiği ve ekonomik ve sosyal krizin giderek derinleştiği bu süreci emek, demokrasi ve barış güçleri dikkatli bir biçimde değerlendirmelidir. Bu süreç "yıldızın parladığı anlara" tanıklık edebilecek bir süreçtir.

Eşitlik, adil bölüşüm, ücret artışı, sosyal adalet ve demokrasi talepleriyle birleşik muhalefet parlamento dışına taşmalı, sokakta, mahallede, işyerlerinde, fabrikalarda, üniversitelerde örgütlenmeli ve ilerici, devrimci bir değişim talebini toplumsallaştırmalıdır.

İktidar blokunun hamlelerinin ekonomik kriz ortamında yitirilen meşruiyetini tekrar kazanmak ve toparlanmak amaçlı olduğunun bilincinde olarak, emekçi sınıfların çıkarlarını korumaya dönük bir sınıf siyaseti yürütmenin tam zamanıdır.

Son olarak, kapitalizm bizi doğadan, birbirimizden ve kendimizden koparıyor, milyarlarca insanı ekolojik felaketlerle, savaş ve göçlerle, yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya bırakıyor.

Diğer yandan çoklu krizlerin kucağında debelenen bir uygarlığın karanlığının kalbinden çok farklı bir yol da ortaya çıkmaya başladı. Her kıtada insanlar, kapitalist şirketler tarafından yönlendirilen tüketim monokültürünü reddediyorlar ve eve, topluma, doğaya ve daha derin benliklerine dönüyorlar. "Küresel olanın karşısına yereli koyarak", her yerde demokratik katılımcı ekonomi modellerini inşa etmeye dönük mücadeleler veriyorlar.

Varılacak son durağın "sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız ve sınırsız bir dünya" olduğunun bilincinde olarak böyle bir dünyayı bugünden inşa etmeye çalışmak gerekiyor.

O halde, yerelleştirilmiş demokratik çiftçi, işçi ve tüketici kooperatifleri, komünler ve yerel meclislerle kapitalist üretim, dağıtım ve bölüşüm ilişkilerini değiştirip, insanlık ve doğa için dönüştürelim.

 Mustafa Durmuş /T24


Dip notlar:

  1. https://twitter.com/WorldwithStats/status/1783093649657716807/photo/1 ( 25 Mayıs 2024).
  2. The Economist Group Economic Intelligence Unit, Global Food Security Index
  3. Aravindhan Nagarajan, "Is it a Case of 'Meat-versus-Planet'? Lessons for the Global South", https://www.theindiaforum.in/article/meat-versus-planet (13 July 2021).

18 Haziran 2024 Salı

Rica ile hak alınır mı? + Normal mi anormal mi? + Fransa’da ‘Le Pen’ siyaseti: Kurtarıcı kılığında kadın düşmanı (EVRENSEL)

 Rica ile hak alınır mı? - Kamil Tekin Sürek

Ortalıkta bir "yumuşama", "normalleşme" sözleri dolaşıyor ama bu sözlerle ne anlatılmaya çalışılıyor belli değil. Muz gibi sözler. Her konuşan kendine göre tarif ediyor. Fakat, sözlerin sahipleri ise lafı eveleyip geveliyor. Bu sözlerle nasıl bir politika değişikliğini gündeme getirdiklerini anlatmıyor. Belki de bir politika değişikliğinden çok, politika değişikliği lazım ile kitleleri oyalamaya, avutmaya çalışıyorlar.

Örneğin Erdoğan yumuşama ile nasıl değişik bir politikayı yürürlüğe soktu? Cezaevindeki 28 Şubat hükümlüsü generalleri (Bir sene önce serbest bırakması gerekirken) bırakınca yumuşamış mı oldu? Ya da CHP'yi ziyaret edince yumuşadı mı? Önce neden yumuşak değildi de şimdi yumuşadı?

Özgür Özel "normalleşme" diyerek neyi kastediyor? Cumhurbaşkanını ziyaret etmek, bakanlarla görüşmek normalleşme mi oluyor? Özel ve CHP'li yetkililer Erdoğan ve bakanlarla görüşünce asgari ücret iki katına mı çıkacak, en düşük emekli maaşı asgari ücrete mi endekslenecek? Vergi yükü işçi ve emekçilerin sırtından alınıp patronlara mı yüklenecek? Tarımda üreticiye destek mi artacak, ürün taban fiyatları mı yükselecek? Kavala, Demirtaş, Can Atalay ve diğer Gezi mahpusları ve Kürt siyasetçiler serbest mi kalacak? Kayyum atamalarına, grev yasaklarına mı son verilecek? Eğitimde şeriatçı yönelim mi sona erecek? Üniversitelerden atılan ilerici, demokrat akademisyenler mi görevlerine dönecek?

Özel bu hukuksuzlukları, adaletsizlikleri Erdoğan'a anlatınca Erdoğan "Sayın Özel, iyi ki sizi dinlemişim, iyi ki normalleştik, yumuşadık, ben bunları bilmiyordum, hemen dediklerinizi yapayım" mı diyecek? 

Şimdi Özel ve CHP'liler biz sadece Erdoğan'a ve bakanlarına akıl vermiyoruz ara sıra da miting yapıyoruz diyebilirler. Evet ara sıra miting yapıyorsunuz ama o mitinglerde de Erdoğan'a ricacı oluyorsunuz.

Sizin yaptıklarınız aklıma Papaz Gapon'u getiriyor. O da işçileri peşine takıp çara ricaya götürmüştü. İşçiler çara bir dilekçe vermek istiyorlardı. Çar babamız, çok zor durumdayız, ücretlerimiz artsın, sekiz saat çalışalım, insan gibi yaşayalım diyorlardı. Papaz Gapon, çar babalarının aslında iyi biri olduğuna, ama işçilerin durumunu bilmediğine, evlatları işçiler onunla yüz yüze konuşursa ve dertlerini anlatabilirlerse, babalarının onların sorunlarına çare olacağına inandırmıştı. Çar babaları işçileri sarayına kabul etmedi. Makineli tüfeklerini ve atlı askerlerini dikti önlerine. Sonuç binlerce işçinin katledilmesi ve hakların daha da kısıtlanması.

CHP ve Özel'in yaptıkları Gapon'un yaptığına benziyor. İşçiler, emekçiler, emekliler, işsiz milyonlar açlık sınırının altında yaşamaya çalışıyor. Yüzde yüzü geçmiş enflasyon altında işçilere ve emeklilere yüzde yirmi beş zam yapılıyor. Bir avuç sömürgen dışında herkes burnundan soluyor. Görece rahatlatan yaz mevsimi bile öfkeyi dindiremiyor. Erdoğan ve Cumhur İttifakı, Gezi gibi bir direniş beklediği için "yumuşama" ilan edip halkı oyalamaya, kandırmaya çalışıyor. Bir taraftan da hak alma mücadelesini bastırmak için tedbirler almaya çalışıyor. Yeni yasalar gündeme getiriyor.  Bizim sosyal demokratlarımız ise Cumhur İttifakının koltuk değnekliğine soyunuyor. Tarihte sosyal demokrasiye "koltuk değneği", "itfaiyeci" adı verilmişti. CHP tarihi bir kere daha haklı çıkardı.

Herkesin bildiği, işçilerin daha da iyi bildiği bir söz vardır. Hak verilmez alınır. Hak rica ile karşındakini ikna ederek değil zorla alınır.

15-16 Haziran'ın yıl dönümünde, Kavel direnişini, fabrika işgallerini, grevleri yad ederken, yumuşama, normalleşme ne oluyor? Mehmet Şimşek'i ikna edip işçileri açlık ve yoksulluktan mı kurtaracaksınız?

İşçinin, emekçinin en etkili hak alma aracı üretimden gelen gücüdür. Grev, genel grev, boykot, iş yavaşlatma vs.

Erdoğan ile bakanlarla konuşup işçileri, emekçileri yoksulluktan kurtarın diyeceğinize; işçilerle konuşup genel greve hazırlanın demek lazım. Emekçilerin üretimden gelen güçlerini devreye sokmaları için örgütlenmeye başlamak gerekir. 

                                                              /././

Normal mi anormal mi? - Mustafa Yalçıner

Ö. Özel Erdoğan’ı ziyaret etti, sonra Erdoğan CHP’yi. CHP saygıda kusur etmeyip direğe cumhurbaşkanı forslu bayrak bile çekti.

Bir “yumuşama” ve “normalleşme” söylemidir gidiyordu.

Rivayetse muhtelifti. Gayet normaldi, herkesin farklı amaçları vardı.

Kaybettiği yerel seçimlerin ardından Erdoğan’ın nefeslenmeye ihtiyacı vardı. Asıl ihtiyacı ise, birkaç milyonluk faiz, finansal işlem ve al-sat vurguncusu dışında, emeğiyle geçinmeye çalışanların kan ağladığı gelir transferi ve vurgun düzeni ekonomisinin iktidarını sıkıştırdığı darboğazı atlatmaktı. CHP’nin halkın yatıştırılmasına yardım etmesi beklentisindeydi.

Özel’in amacıysa, “1. parti olmanın sorumluluğuyla davranmak”tı. CHP bu sorumluluğu 1 Mayıs’ta göstermiş; el verip destekliyor göründüğü göstericileri ortada bırakıp gitmişti. Muhalefet ediyor görünmek, ama düzeni savunmakta kusur etmemek-canı burnunda halkın düzene yönelik tepkilerinin arttığı koşullarda CHP’nin tutumu daima bu olageldi.

Devleti ben kurdum” diyen bir düzen partisi olan CHP’nin misyonunun eleştirip muhalefet ediyor görünüp düzeni savunma ve iktidar olduğunda düzenin asıl sahibi tekellerin çıkarlarının gereğini yapma ve arada kendi kesesini de doldurma olmasında şaşacak şey yoktur. Tüm düzen partileri için böyledir. AKP de kurulduğunda, hatta ilk iktidar yıllarında düzeni eleştiriyor görünüyordu. Sloganı “yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele” idi. “Vesayetle mücadele” deyip “yetmez ama evet”çi sözde solcuların desteğini bile almıştı.

Düzen partisi, düzenin, sahibi tekelci burjuvazinin ve devletinin bekasının koruyucusudur.

İkincil olan, rakip düzen partileriyle yarış içinde olmasıdır. Yöneten tekellerdir, egemenlik onlarındır; ama onların çıkarlarının gereğini yapmak üzere kim hükümet olacak, ihale ve rantlar türü hükümet olmanın ganimetlerini kim dağıtacaktır- bu konuda yarışırlar.

CHP böyle davrandı. 1. partiydi, zaten ucundan tutmuştu. Halkın tepkilerine olumlu yanıt verip çıkarlarını savunuyor görünmeli, “halkın sözcüsü” olarak artmakta olan tepkilerini arkasına alıp Erdoğan’dan iktidarı almalı, ancak tepkilerin düzene zarar vermesini önlemeliydi. Fazla gerilip sertleşirse halk kontrolden çıkabilirdi, “normalleşme” şarttı. Özel bu tutumu “hem müzakere hem mücadele” olarak formüle etti. Halkın talepleri müzakere yoluyla Erdoğan’a iletilecekti. Sanki bilmiyordu! Olabilirmiş gibi, gereği yapılmazsa mücadele edilecekti. CHP mitingler düzenlemeye başladı.

Görüşme olmaz değildir. Ancak nefes almak için de görüşürsünüz, nefeslendirmek için de.

İtiraz Bahçeli’den geldi. AKP’nin yanı sıra “ikinci aktör” kim olacaktı? MHP mi CHP mi? Suç dosyası en az AKP’ninki kadar kabarık olan MHP yerini CHP’ye kaptırmaya razı olmadı. “Ne normalleşmesi”ydiAnormal şey mi var?”dı. CHP’yi eleştirirken Erdoğan’ı tehdit edip “Normalleşme önünde bariyer görülüyorsak gereğini yaparız” deyip sürdürdü: “AK Parti içindeki gayri memnun kesimi de dikkate alarak, AKP ile CHP’nin ittifak yapması, buna altılı masanın desteği MHP’nin temennisidir.” Esas niyetini de belirtti tabii: “Cumhur İttifakına bağlılığı kararlılıkla devam edecek”ti. “Şartlar ne olursa sonuna kadar Erdoğan’ı yalınız bırakmayacak”tı.

Özel de Bahçeli’yi suçlayıp “Belli ki Cumhur İttifakında sorunlar var” diyerek koltuğuna göz diktiğini açık edince Erdoğan dayanamayıp başa döndü. Oysa Özel “emekliyi, emekçiyi gözetelim” dese bile Şimşek’in yükleri emekçiye yıkan gelir transferi politikasını asıl olarak olumlu buluyor, “yıkıcılık” yapmıyordu.

“Siyasete bir yumuşama, bir kibarlık getirelim dedik. Ama kibarlıktan anlamayanlar İstanbul’da basın toplantısı yaptılar. Bu yumuşama değildir. Cumhur İttifakı olarak aynı dayanışmamızı devam ettireceğiz.” Ekonomi politikalarına sert muhalefet edilmemesinden memnundu, ama bir beklentisi daha vardı ve Özel de umduğunu bulamamıştı: “Bizim bu ziyaretleri yapmamızın altında yatan gerçek ‘CHP ile bir anayasa yapma başlığı altında buluşabilir miyiz?’ arayışıydı. Onlarda ‘niye olmasın’ yaklaşımı gördüm. Fakat iki gün sonra arzu etmediğimiz bir yaklaşım ortaya çıktı.

Halka düşen, dertlerini çözmek üzere birleşip kolları sıvamak, düzen yanlılarının peşinde hayal kırıklığına uğramamaktır!

                                                            /././

Fransa’da ‘Le Pen’ siyaseti: Kurtarıcı kılığında kadın düşmanı - Ela Eva

Fransa’da aşırı sağ, kadınları ve özellikle göçmen kadınları ‘Korumak istiyoruz’ söylemleriyle kadın ve göçmen düşmanı politikaları yeniden üretiyorlar.

Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri AB’de aşırı sağın yükselmesinin sonuçlarını da ortaya serdi. AP’ye Almanya’dan sonra en çok vekil gönderen Fransa’daki seçim sonuçları, büyük yankı yarattı. Marine Le Pen’in liderliğini yaptığı Ulusal Birlik Partisinin sandıktan birinci çıkması üzerine Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, erken seçim kararı aldı. Seçimler Fransa’da çeşitli boyutlarıyla tartışılırken, Le Pen siyasetinin kadınlar üzerindeki etkisi ve önümüzdeki süreçte kadınların mücadelesini Fransa’da Siyaset Bilimci ve Kadın Araştırmaları Uzmanı Soma Rayan ile konuştuk.

AB Parlamentosu seçimlerinin sonuçları, aşırı sağın koltuklarını güçlendirdiğini de gösterdi. Geçtiğimiz dönem Fransa’da aşırı sağın yükselişi kadınlar ve göçmenler açısından nasıl sonuçlar yarattı?

AB ülkelerinde ve Fransa’da son yıllarda aşırı sağ bildiğiniz üzere iki eksen üzerinden propagandasını sürdürdü. Birincisi göçmen ve mülteci düşmanlığı, ikincisi ise homofobi ve aileyi koruma meselesi.

Bu iki eksen tabii ki en çok mültecileri ve kadınları etkiledi. Bu tabloda en fazla zarar gören kesim ise mülteci ve göçmen kadınlar oldu. Göçmen ailelerin fertleri ve özellikle kadınlar Fransa’da doğmuş olsalar bile ırkçılığa maruz kalıyorlar. Kadınlar en çok isimleri, ten renkleri ve dinleri üzerinden yargılanıyorlar.

Bu noktada medyanın dönüşümüne de şahit olduk. Medya aşırı sağın propaganda aracına dönüştü ve etki yarattı. Geçtiğimiz AB seçimlerinde Fransa’da medyanın yüzde 70’i aşırı sağın hizmetindeydi. Bunun etkilerini aşırı sağın yeni yüzlerinden olan 28 yaşındaki Jordan Bardella için gördük. TikTok’ta 1.6 milyon takipçisi olan Bardella’ya medyanın tanıdığı kürsü, Ulusal Birliğin, AP seçimlerinde tarihinin en büyük başarısını elde ederek yüzde 31’den fazla oy almasına yol açtı. Bardella’nin en çok üzerinde durduğu ve sürdürdüğü propaganda ise LGBTİ düşmanlığı üzerineydi.

Şimdi az önce dediğim gibi homofobi, kadın ve göçmen düşmanı politikalar olabildiğince normalleştirilmeye çalışılıyor.

‘İÇİNDE EŞİTLİK GEÇEN HER ŞEYE KARŞILAR’

Bu meselenin diğer ayağı ise tabii yasal düzenlemeler. Aşırı sağın parlamentoyu etkilemesi sonucu Fransa’da tehlikeli yasaların onaylandığını gördük. Orta sağa yakın olan Macron ise günden güne oy sevdasıyla kendini aşırı sağa yaklaştırdı. Geçtiğimiz sene onaylanan göçmen yasası, göçmenleri sınırlamak ve sınır dışı etmek için düzenlenen bir yasaydı. Bu yasa aynı zamanda göçmenlerin barınma, eğitim ve en önemlisi sağlık hizmetlerine erişimini engellemek üzere düzenlendi ve çok tepki topladı. “Cumhuriyetin değerleri” meselesi üzerinden düzenlenen yasa en çok göçmen kadınları etkiliyor, toplumda öfkeyi besliyor, şiddete zemin hazırlıyor.

Parlamentoda onaylanan diğer şeylerden biri “kadına yönelik şiddetle mücadele”ye ayrılan bütçenin azalmasıydı. Aşırı sağın en çok muhalefet ettiği şeylerden biri buydu. Aşırı sağın parlamentoda kadın-erkek eşitliğine karşı sürdürdüğü politika kadını geleneksel aile rollerine sıkıştıran bir çizgide ilerliyor.

Şimdilerde Le Pen’in tıpkı İtalya’da seçilen Meloni gibi Fransa’da seçilme şansı var. Aşırı sağın kadın temsilcileri de az önce dediğiniz gibi kadın ve LGBTİ düşmanı politika yürütüyorlar. Le Pen, Fransa’da nasıl çalışma sürdürüyor? Sürdürdüğü siyasetin kadınlar açısından etkisi ne?

İki yönlü bir çalışmadan bahsedebiliriz. Birincisi “aile değerleri” üzerinden sürdürdükleri propaganda. Yani kadın-erkek rollerinin bu sistemin içinde tarif edildiği şekilde şekillenmesi.  Mesela 2013 yılında Fransa’da eşcinsellerin evlenmesine yönelik onaylanan yasaya karşı Le Pen’in önderliğinde çok kitlesel eylemler oldu. Geçtiğimiz sene “iş yerlerinde kadın-erkek eşitliği” yasa tasarısına ciddi karşı çıktılar. İçinde “eşitlik” geçen her şeye karşılar. İkinci yönü de çok göstermelik ve halkı kandırmaya yönelik sürdürdükleri propaganda. Şöyle ki kadınları ve özellikle göçmen kadınları “Korumak istiyoruz” söylemleriyle kadın ve göçmen düşmanı politikaları yeniden üretiyorlar. “Bütün erkek göçmenler tacizcidir” propagandasının sonucu toplumun içinde de yaygın olan şiddet ve tacizin sorumlusu göçmen erkekler olarak kabul ediliyor ve bunun kendisi ırkçılığı besleyen bir yerde duruyor. Öte yandan son yıllarda aşırı sağın kadın temsilciler üzerinden ilerlemeye çalışması da tesadüf değil. Göstermelik “kadın lider” olumlamasıyla bir yandan kadın düşmanı politikalarının üstünü örtemeye çalışıyorlar.

Anayasal hak olarak geçtiğimiz yıl kadınlar için onaylanan kürtaj hakkı Fransa’da kadınların çok uzun yıllar sürdürdüğü mücadelenin sonucuydu. Ama Le Pen ve partisi kadınların kazandığı birçok hakka saldırmaya devam ediyor. Çoğu Katolik olan toplumun içinde dini propagandanın yanı sıra “aile ve milli değerler” meselesi üzerinden halka ulaşmaya çalışıyorlar. Mesela parlamentoda kürtaj hizmetlerinden ve cinsel sağlık ürünleri ve hizmetlerinden kadınların ücretsiz yararlanmasını engelleyecek adımlar atmaya devam ediliyor.

ARANAN ‘SUÇLUYLA’ İLGİLİ YALAN YANITLAR VERİLİYOR

Geçtiğimiz yıllarda emeklilik meselesi, işsizlik, göçmen karşıtlığı politikalar Fransa’da büyük çaplı eylemlere de neden olmuştu. Sermayenin Fransa’da halk ve özellikle işçi sınıfı için ortaya çıkardığı krizlerle birlikte halkın sağa kaydığını da görüyoruz. Sizce neden sağ propaganda özellikle kadınlar içinde karşılık buluyor?

Fransa’da ciddi ekonomik sıkışmışlıktan bahsedebiliriz. Özellikle ekonomik krizlerin nüksettiği dönemlerde sağ ve aşırı sağın yükseldiğini görebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkede faşizmin yayılması kapitalizmin içinde sıkıştığı krizden sonra ortaya çıktı. Sermaye kendi yarattığı krizler üzerinden öfkeli olan halka siyasi yanıtlar üretiyor. Ve bu yanıtlar hep toplumda kutuplaştırmayı arttıran yanıtlardır. Son süreçte aşırı sağa oy veren kesim esasında işçi sınıfı. Özellikle kadınlar açısından etkileyici olan propagandaların biri, “Göçmenler geldi işimizi elimizden aldı” oluyor. Çünkü işsizliğin arttığı dönemde en çok bundan etkilenen kadınlar oluyor. En zor kadınlar işe alınıyor.

Diğer yandan kadına yönelik şiddet oranları Fransa’da çok artıyor ve kadınlar güvensiz hissediyor. Yine burada da erkek göçmen karşıtı propaganda karşılık buluyor. Çünkü Fransa’da kadınların yaşadığı bütün güvensizlik ve şiddet sarmalı erkek göçmenler hedef alınarak tarif ediliyor. İstatistikler erkek göçmenlerin şiddet, taciz vs. oranını söylendiği gibi göstermese de kadınlar “suçlu” arıyor ve aşırı sağ bu “suçlunun” kim olduğuna dair yalan yanıtlar veriyor kadınlara.

TARIM İŞÇİSİ KADINLAR SAĞA KAYDI

Bir diğer önemli nokta köyler ve kasabalar. Özellikle solun uzun yıllardır çalışmasının zayıf olduğu köylerde, özellikle kadınlar aşırı sağa kaydı. Fransa’da köylerin çoğu aşırı sağa oy verdi. Özellikle köylü kadınların yaşadığı sorunların görünmez olduğu üzerinden bir öfke birikmişti. Fransa’da tarım işçisi ve çiftçi kadın sayısı çok fazla. Öte yandan son yılarda küçük tarım şirketlerinin kapatılması veya büyük şirketler ve holdinglere bağımlılaşması küçük ebatta tarımla uğraşan tüm kadınları ekonomik olarak çok etkiledi. Mesela çiftçiler ve tarım işçilerinin geçtiğimiz aylardaki eylemleri çok kendiliğinden gelişti ancak eylemleri yönlendirmeyi başaran sağ oldu.

BUHRANLARI YARATAN DA AŞIRI SAĞI YÜKSELTEN DE SERMAYE

Muhaliflerin, sol-sosyalistlerin önümüzdeki süreçteki pozisyonu nasıl olacak? Mesela seçimlere giderken Halk Cephesinin kurulması, kadın ve LGBTİ’lerin açıklamaları bu süreci nasıl etkileyecek? Hangi talepleri öne çıkararak bu örgütler propaganda sürdürüyor?

“Acil alarm” diyerek kurulan yeni sol koalisyon aslında faşizmin inşasını engellemek üzere bir araya geldi. Avrupa Birliği’nde faşizm deneyimi ve o dönem halklara ve özellikle kadınlara yaşatılanlar bir yandan da tarihsel olarak travmatik. Dolayısıyla faşizmin gelişmesine karşı “Tetikte olmak” da önemli bir kesim tarafından benimseniyor. Bu koalisyon bütün farklılıklarıyla en asgari programda birleşerek aşırı sağa karşı mücadele yürütüyor. Irkçılığa karşı mücadele sürdürmek bir yana bu koalisyonun en önemli hedeflerinden biri sermaye cephesini daha güçlü ifşa etmek. Özellikle aşırı sağın işçi ve emekçiler için parlamentoda sürdürdüğü politikanın bilançosunu teşhir etmek üzere propaganda sürdürmeye çalışıyor Halk Cephesi.

KAMUDA TASARRUFA KARŞI HALK CEPHESİ

Son yıllarda parlamentoda emeklilik ve emekli ücretlerinin arttırılması, işçi ve emekçilerin ücretlerinin artması, kamu hizmetlerinden yararlanma, zenginlik vergisi, işsizlik maaşı, temel gıda ürünleri ve barınma için kira fiyatlarının sabit tutulması ve öğrencilere burs için yasa tasarılarına ilişkin aşırı sağ hep ret oyu kullanmış. Bu Fransa’da halkın geneli tarafından bilinen şeyler değil. Dolayısıyla koalisyonun bu süreçte teşhirini güçlü tutmaya çalışıyor.

Özellikle ve özellikle kamuda tasarruf meselesi ve kamu hizmetlerinden yararlanmama tehlikesi Halk Cephesinin üzerinden durmaya çalıştığı şeylerden biri. Çünkü aşırı sağın kamuda tasarruf meselesi üzerinden sürdürdüğü propagandanın sonuçları yine en çok kadınları etkileyecek.

Seçim süreci sermaye klikleri açısından nasıl bir tablo ortaya koyuyor? Sağ ve aşırı sağ seçimlere nasıl gidiyor?

Sağ ve aşırı sağın sınırları Farnsa’da günden güne azaldı. Sağın ve orta sağın aşırı sağa kaydığını görüyoruz. Macron ve Le Pen arasındaki çizgi de gitgide inceleşen bir yerde duruyor. Macron’un erken seçim çağrısı da tam olarak aşırı sağa hizmet eden bir yerde duruyor. Macron iki eliyle aşırı sağın istediğini onlara verdi. Bu tablo tam olarak sermayenin yarattığı sonuçların siyasi görüngüsü. Bu çizgi Fransa’nın ötesinde AB’yi saran bir hareket olarak önümüze çıkıyor. Buhranları yaratan sermeye, aşırı sağı yükselten yine sermaye. Sağın kendi arasındaki bölünmeler görünür olsa da bir yandan da birleşiyor bu gerçeği görmemiz lazım. Bugün Halk Cephesi kurulmuşken sağ ve aşırı sağ da koalisyonunu kurmaya çalışıyor. Özellikle merkez sağa bağlı Cumhuriyetçilerin aşırı sağ ile koalisyon kurmaya hazır olması önemli bir yerde duruyor. Sağ ve aşırı sağ koalisyonu seçimleri elbet etkileyecek. Ancak bugün Fransa’da halkın ve en önemlisi kadınların mücadele etmekten başka çaresi de yok. Son günlerde sokaklarda “faşizme karşı mücadele” eylemlerinde de gördüğümüz gibi çok çekişmeli bir süreç bizleri bekliyor.

(Evrensel)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (18 Haziran 2024)

 

Balık kavağa çıkınca - Özdemir İnce

7 Haziran 2024 tarihli gazetemizin manşeti: “Din Sorusu Dayatması”. Son yapılan Liselere Geçiş Sistemi (LGS) sınavında din kültürü ve ahlak bilgisi sorularının sınav sonucunu belirleyici ağırlığa yükselmesi söz konusu. Derslerin sınav puanına etkisi incelendiğinde TC inkılap tarihi ve Atatürkçülük dersinin payı yüzde 5.44’e, yabancı dilinki yüzde 4.92’ye düşmüş; din kültürü ve ahlak bilgisinin payı ise 6.20’ye yükselmiş.
Ben burada durup hemen anayasaya bakarım: 42. maddenin ilgili bölümü: “Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. Eğitim ve öğretim hürriyeti, anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.”

Demek ki “ahlak bilgili” din kültürü dersi anayasanın 2. maddesinin laiklik ilkesine aykırıymış ve demek ki bu dersten sınav yapmayı bir yana bırakın anayasaya göre din kültürü dersi, imam hatip okul ve liseleri dışında okutulamazmış. Ama okutuluyor ve sınavı bile yapılıyor. Ama yasal suç! Laik bir devlette din kültürü dersinde İslam dini öğretilemez çünkü bu devletin vatandaşları her dine mensup ve dinsiz insanlardan oluşmaktadır.

Din dersleri AKP iktidarından önce de vardı. Demokrat Parti iktidarına kadar din dersleri müfredat programlarında yer almıyordu. 1950’lerden itibaren seçmeli din dersi uygulamasına geçildi ve son olarak 1982 Kenan Evren anayasası ile din dersi zorunlu hale getirildi. AKP de iktidarında okulları kullanarak din devleti kurma amacını kullanmaya başladı. Peki AKP bu amacını gerçekleştirebilir mi? Balık kavağa çıkarsa! Buna halkın büyük bölümü izin vermez. AKP iç savaşı göze alabilr mi? Bilemem, kendi bilir! Ama siz anayasanın giriş bölümünü okuyun!

Ülke nüfusunun ezici çoğunluğu böyle bir felakete izin vermez. 22 yıllık iktidardan sonra AKP’nin oyu yüzde 30’un altında değil mi? Bu yüzde 30’un ancak yüzde 5’i AKP kafasındadır.

Türkiye’nin aile toplamının yüzde 95’i televizyonlarda Türk dizilerini izliyor. “Kuruluş Osman” dizisinde ne görüyor? Meğer Türk kadınları AKP’nin örnek olarak sunduğu tipe benzemiyormuş; başında geleneksel başlık varmış ama bu türban değilmiş; peçe kullanmıyormuş; erkek-kadın arasında kaç-göç yokmuş; özel saygının dışında iki cins eşitmiş; kadınlar erkeklere, erkekler kadınlara âşık oluyormuş, kadınların “Bacıyan-ı Rum” örgütü Osmanlı beyliğinin meğer temel direğiymiş. Saltanatın Araplaşmadan, Acemleşmeden önceki durumu bu. Bu dizi halkı etkilemiyor mu sanıyorsunuz? İnci Taneleri neden bunca tutkuyla izleniyor?

Şunun şurasında 2028’e ne kadar kaldı?

                                                          /././

Az gittik, uz gittik bir arpa boyu yol gidemedik..- Şükran Soner

Dünkü gazetemizin 1.sayfasında, Kayseri Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk anıtına baltayla yapılmış saldırının fotoğraflı haberini görünce dayanamadım. 1964’lü yılların anılarına, yaşanmışlıklarına geçiş yaparak sizinle paylaşmayı istedim. Gazetecilik Ensitüsü Fikir Kulübü üyeleri olarak dönemin en parlak öğrenci liderlerinden Harun Karadeniz’in öncülüğünde düzenlenmiş öğrenci eylemine katılmayı seçmiştik. İstanbul Üniversitesi bahçesi içindeki Atatürk heykelinin önünde toplanılmıştı. Ülkenin birçok yerinde Atatürk heykellerine düzenlenen saldırılar ile Türkiye İşçi Partisi’nin bombalanmasına karşı ortak protesto eylemine katılım çok yüksek, bir o kadar da akılcı, barışçı içerikliydi...

“Bizim 68’lilerin” ruhunu, özetleyen yüz binler, dönemin öne çıkan sorunlarının ağırlığı ile bağlantılı, gerektiğinde gençliğin, eğitim reformlarının, gerektiğinde işçi haklarının yanında durmakta, gerektiği zaman gerektiği yerlerde olarak bedellerini ödemekte hiç zorlanmayarak ülkenin, toplumsal gelişmelerin, yaşamın her alanına dönük olarak açılmasında, Cumhuriyet’in devrimlerinden ödün verilmeyerek yaşatılmasında, sorumluluklarını bildiler...

Aradan 76 yıl geçmiş... “Az gittik, uz gittik/bir arpa boyu yol gidemedik...” diyerek ülkemizin bugünlerinde halkımıza, hepimize birden yaşatılanlara karşı çıkmak, en doğal, yaşamsal hakkımız değil mi? Bir adım ötesi, bizim sesiz kalarak, isterseniz korkarak, yılarak, suspus olmamız, çocuklarımızın, Ülkemizin geleceğindeki yaşam haklarını gasp etmek olmaz mı?

                                                 ***

Evlerde telefonların çoğunlukla olmadığı, birbirimizi çağırarak toplanabildiğimiz yıllarda böylesine güçlü eylemlerle duruşu, hak aramayı başarabiliyorken, iletişim teknolojilerinde yılları unutun, aylar içinde aklımızın önceden eremeyeceği ölçeklerde gelişim yaşanırken, bizi en çok elbette ülkemiz ilgilendirmeli... Ancak dünya ölçeğinde de haklarda çağlar gerilerine çekilmenin ağır örnekleri ile yüzleşip duruyor olmamızı nasıl açıklayamıyorsak, ülkemizde de olup bitenlere seyirci kalarak korunabileceğimizi sanmakla, bir o kadar kendi kendimizi aldatmış olmayacak mıyız?

İletişim teknolojisi sayesinde, bayram günlerinde yakın geçmiş yıllarda bile bundan daha iyisini yaşayabildiğimiz buluşmaları, keyifli tatilleri unutun, aile kavuşmalarının eksikliğini gidermeye çalışıyoruz ya... Ses tonumuzu mutluya ayarlamış olarak şen şakrak görünümlü bayramlaşma koşumaları için kendi kendimizi de aldatmıyor muyuz? Teknolojiyi kullanabilenlerimizin sayesinde kullanamıyanlarımız da özlediklerimizi ekrandan olsun görmeye çabalamıyor muyuz? Sonrasında, tamamen duygusal, parasal, yoksullaşmanın dibinin görünememesi yüzünden, çekirdek aileler ölçülerinde de olsa gerçekçi buluşmaların yakın tarihli özlemleriyle burulmuyor muyuz?

                                                    ***

Ayrımında olsak da olamasak da elimizden hızla alınanlar, haksız, hukuksuz el konunlar yüzünden bileniyoruz... Gözlemim o ki çaresizlikle kendilerini evlerine kapatmış olanlar hem sağlıklarından hem de moral değerlerinden çok daha fazla şeyi yitiriyorlar. Elbette kaçınılmaz sağlık sorunları olanlar üzerinden söylenebilecek fazlaca söz yok. Ancak en travmatik gerçekler karşısında bile nefes alınan, her günü anlamlı kılabilmenin yolları tükenmiyor...

En geniş kapsamlı çoğunluğumuz için ise en geçerli çıkış yolu, ulaşılabildiği kadarı ile kalabalıklara ulaşmak, kalabalıklarla buluşup, kenetlenmiş olarak iletişim kurabilmenin yollarını bulmak... Bir 76 yılı daha yitirmede suç ortağı olmak istemiyorsak başka çaremiz olabilir mi ki?

(Cumhuriyet)

Birgün KÖŞEBAŞI (18 Haziran 2024)

 

Yoksulun bütçesini gıda ve kira yutuyor (Hayri Kozanoğlu)

Hanehalkı Bütçe Araştırması’na göre harcamaların %20.6’sı gıdaya, %21.9’u ulaştırmaya, %23.9’u konut ve kiraya yapılıyor. Eğitime, eğlence ve kültüre para ayıramıyoruz. Zengin yoksul uçurumu derinleşiyor.

TÜİK’in yılda bir kez yayımladığı, anket sonuçlarına dayalı Hanehalkı Bütçe Araştırması’nın 2023 yılı bulgularını geçen hafta öğrendik. Ekonomik ve sosyal eğilimlere ilişkin ayrıntılı bilgiler içeren, özellikle emeklilerin ve dar gelirlilerin yüksek enflasyon ortamında içine düştükleri geçim sıkıntısını büyük ölçüde yansıtan bu araştırmanın sonuçlarını gelin birlikte irdeleyelim. 

EEĞİTİME, EĞLENCE VE KÜLTÜRE PARA AYIRAMIYORUZ  

Öncelikle, ortalama aile, harcamalarının yüzde 20.6’sını gıdaya, yüzde 23.9’unu konut ve kiraya, yüzde 21.9’unu ulaştırmaya yapıyor.

Bütçesinin yüzde 66.4’ünü, yani üçte birini söz konusu kalemlere ayırınca, haliyle gönençli bir yaşam için gerekli; eğitim, sağlık, eğlence, spor, kültür, lokanta, otel, kişisel bakım gibi hizmetlere kalan pay daralıyor. 2023 yılsonu resmi tüketici enflasyonu yüzde 64.77’ydi. Buna karşın gıda fiyatları yüzde 72.01, ulaştırma yüzde 92.44, konut ise yüzde 40.39 artmıştı. Ancak konut enflasyonunu başta doğalgaz, enerji sübvansiyonları aşağı çekiyordu. Konutun bir alt bileşeni olan yıllık kira artışı ise yüzde 108.38’i buluyordu. Yani kirada oturanın beli daha fazla bükülüyor, zorunlu harcamalar dışında hareket yeteneği kalmıyordu. 

EMEKLİLERİN HALİ PERİŞAN 

Tüketim harcamalarını temel gelir kaynağına göre incelediğimizde daha çarpıcı sonuçlara ulaşıyoruz. İsterseniz önce emeklilerin haline bakalım. 

Emekli maaşıyla geçinenler gelirlerinin yüzde 28.4’ünü gıda ve yüzde 31.9’unu konuta, toplamda yüzde 60.3’ünü bu iki alana ayırıyorlar. Mobilizasyonları aktif çalışanlara göre düşük olduğu için, ulaştırmanın payı ortalamanın altında yüzde 14.4’te kalıyor. Yaşamlarının bu demli günlerinde eğlenmeyi, gezmeyi-tozmayı, kültür etkinliklerine katılmayı fazlasıyla hakkediyorlar. Lakin eğlence, spor ve kültüre ancak yüzde 1.2, lokanta ve konaklamaya yüzde 3.1, kişisel bakıma yüzde 2.2 bütçe tahsis edebildikleri görülüyor. 

BERBER İLE HOLDİNG SAHİBİ AYNI KATEGORİDE  

Maaş, ücret, yevmiye geliri ile geçinenler ise, gıdaya yüzde 18.9, konuta yüzde 22.2, ulaştırmaya 22.8 ile harcama olanaklarının yüzde 63.9’unu bu üç kaleme paylaştırıyorlar. Kamuda “tasarruf önlemleri” kapsamında, servislerin kalkması halinde ulaştırma harcamaları artacak, bu diyelim eğlence ve kültür, lokanta ve kafe gibi alanlardan özveri göstermelerini gerektirecek. Dolayısıyla kamu çalışanlarının yaşam standartlarını aşağı çekecek. 

Temel gelir kaynağını müteşebbis geliri diye tanımlayınca, holding sahibi ile mahalle berberini veya ayakkabı boyacısını aynı kategoriye sokuyorsunuz. Dolayısıyla buradan sağlıklı bir değerlendirme yapmak olanaksız hale geliyor. O nedenle yüzde 20’lik gelirlere göre sıralı gruplar üzerinden yorum yapmak daha anlamlı görünüyor. 

ZENGİN YOKSUL UÇURUMU 

En düşük gelirli yüzde 20 gelirinin yüzde 36.6’sını gıdaya, yüzde 29.2’sini konuta, toplam yüzde 65.8’ini bu iki kanala akıtıyor. Böyle olunca eğlence ve kültüre ancak yüzde 1.2, sağlığa yüzde 1.9, lokanta ve konaklamaya yüzde 3.0 kalırken, eğitim yüzde 1’i bile bulamıyor. Bu kategorideki yurttaşlarımızın gerçek anlamda yaşamadıklarını, ancak ölmemek için çaba gösterdiklerini veriler ortaya koyuyor. 

Buna karşın en yüksek yüzde 20’lik grup gıdaya yüzde 14.5, konuta yüzde 21 harcayarak; sağlığa yüzde 5.4, eğlence, spor ve kültüre yüzde 2.5, lokanta ve konaklamaya yüzde 6.9’luk pay ayırabiliyor. En yüksek gelir grubunda dahi, bütçede spor ve kültür etkinliklerinin payının düşüklüğü, ülkenin genel bir sorunu, kültürel çoraklaşmanın somut bir yansıması kabul edilebilir. 

ZENGİNİN HARCAMASI YOKSULUN 5.33 KATI 

Ortalama bir aile 2023’te tüketime ayda 24.282 TL harcamış. Bunun 5.025 TL’si gıdaya, 5.824 TL’si konut ve kiraya, 5.351 TL’si ulaştırmaya gitmiş. Sağlığa 537 TL, eğitime 255 TL, eğlence, spor ve kültüre 468 TL kalmış. 

Yüzde 20’lik gelire göre sıralı olarak hanehalkının aylık harcamaları 8.827 TL, 14.745 TL, 21.254 TL, 28.250 TL ve 48.830 TL. Diğer bir ifadeyle, üst yüzde 20’lik grup, alt yüzde 20’lik grubun 5.53 katı kadar aylık tüketim harcaması yapabiliyor. Üst gelir grubu gelirinin bir kısmını tüketip, bir kısmını tasarruf ederken; yoksul kesimlerin tasarrufları sıfır, hatta bazen borçlanarak gelirlerinin üzerinde harcama yaptıkları için eksi. O nedenle üst ve alt gruplar arasında gelir farklılıkları harcamalarının işaret ettiği 5.53 katsayısının üzerinde. 

Bu verilerden, alt gelir gruplarının gelirinin daha fazlasını gıdaya harcasa dahi sağlıklı ve yeterli beslenemediğini kolaylıkla hesaplayabiliriz. Sonuçta, en alt yüzde 20’nin aylık ortalama 8.827 TL harcamasının gıdaya ayırdığı yüzde 36.6’sı 3.230 TL eder. Buna karşın en üst yüzde 20’nin aylık 48.830 TL gelirinin yüzde 14.5’i bile 7.080 TL’yi bulur. Kısaca en zengin yüzde 20 gıdaya yoksul yüzde 20’nin iki katından fazla ayırabiliyor. Sonuçta daha düşük bir oranla daha iyi beslenebiliyor. Yoksullar ise yeterli ve kaliteli beslenmenin uzağında kalıyor. 

Bu farklar zorunlu harcamalar dışındaki kalemlerde adeta uçurumlara dönüşüyor. Örneğin lokanta ve konaklama üst grup ayda 3.369 TL, alt grup ise 264 TL ayırıyor. Bu rakamlar sağlıkta 2.637 TL’ye karşı 203 TL; kişisel bakımda 1.709 TL’ye karşı 220 TL diye gidiyor… 

KADINLARIN SORUMLU OLDUĞU AİLE AZ HARCIYOR 

Hanehalkı sorumlusu erkek ise aylık harcama toplamı 25.842 TL, kadın olması halinde ise 20.343 TL. Bu durum eşit işe, eşit ücret ödenmemesinin ve kadınların eğitim düzeyinin erkeklerden daha düşük olmasının, gelir kanalıyla tüketime aktarımının bir sonucu kabul edilebilir. Hanehalkı sorumlusu eğer işsiz ise de, aylık tüketim 16.757 TL. Bu harcamanın işsizlik ödemesi, geçmiş tasarrufların harcanması, çeşitli dayanışma bağlarıyla sağlanan desteğin sonucu olarak gerçekleştiğini tahmin edebiliriz. 

Zaten son işgücü istatistikleri, Nisan 2024 itibarıyla manşet işsizlik yüzde 8.5 iken, atıl işgücü oranının yüzde 27.2’ye yükseldiğini gösterdi. Bu da insanların “bari tencerem kaynasın” diye, aslında tam zamanlı çalışmayı isterken, kısmi zamanlı veya geçici işleri kabul etmek zorunda kaldığına işaret ediyor. 

                                                                /././

Bakan’ın her adımı ayrı bir skandal: Tekin’in verileri de fikirleri de yanlış (Ozan Gündoğdu)

Bakan Yusuf Tekin “Dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi kamu tarafından fonlandırılmıyor” diyerek öğretmenleri hedef aldı. Eğitim Bakanı Tekin’in verileri de fikirleri de yanlış.

Son zamanların tartışmalı ismi Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in Erzurum’da partisinin bayramlaşma töreninde söyledikleri, eğitim camiasının tepkisini çekti.  

Devlet okullarında öğretmen fazlası olduğunu ima eden Tekin; “Sokakta gördüğünüz her 80 kişiden biri MEB tarafından maaşı ödenen öğretmen statüsünde. Bu devasa bir rakam. Dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi kamu tarafından fonlandırılmıyor” ifadelerini kullandı.  

Milli eğitim bakanının bu açıklamaları üzerinden nasıl bir zihin yapısına sahip olduğuna ilişkin fikir yürütmek mümkün ama evvela, dediklerinin doğruluğunu tespit edelim.

EN ÇOK ÖĞRETMEN TÜRKİYE'DE DEĞİL 

Bir kere dünyada en çok öğretmeni olan ülke Türkiye değil. Neden olsun ki? Elbette 1,5 milyarlık Çin’de ya da 1,4 milyarlık Hindistan’da Türkiye’den çok daha fazla öğretmen var. O halde Yusuf Tekin öğretmen sayısı ile nüfus ve öğrenci sayılarını mukayese etmiş olmalı. O halde biz de aynı yolu izleyelim. UNESCO’nun “Global Report on Teachers-2024” raporuna göre, Türkiye, dünyanın en çok öğretmeni olan 17’nci ülke konumunda. Bunu da olağan saymak gerekir zira Türkiye dünyanın en kalabalık 18’inci ülkesidir.  

Peki, nüfusu analizin dışına çıkaralım ve Tekin’in söylediklerine daha yakın olan öğretmen başına düşen öğrenci sayısına bakalım. Bu oranda Türkiye birinci midir? Yine hayır, hatta ilk 20’de bile değildir. OECD verilerine göre örneğin San Marino’da her 6,93 öğrenciye 1 öğretmen düşüyor. Küba’da ve Lüksemburg’da her 9 öğrenciye 1 öğretmen düşüyor.  

ÖÖĞRETMEN BAŞINA DÜŞEN ÖĞRENCİ VERİSİ NEDİR?

Ancak kişi başına düşen öğretmen sayısı bölgeden bölgeye değişebiliyor. Mesela, Türkiye’de köylerdeki ilkokullarda öğretmen başına 12,4 öğrenci düşerken, kentlerdeki ilkokullarda öğretmen başına 17,6 öğrenci düşüyor. İstanbul’da ise bu sayı 19,8. Buradan hareketle köylerdeki eğitim daha konforlu denilemez zira öğretmen başına düşen öğrenci sayısı sadece bir göstergedir. Bu veriden hareketle esaslı bir analiz de yapılamaz. Bu veri hem branş öğretmenleri sayısındaki artış, hem de köy okullarında öğrenci sayısındaki azalış nedeniyle manipülatiftir.  

Türkiye’de ise 2022/23 MEB İstatistikleri’ne göre kamu ve özelde çalışan toplam öğretmen sayısı 1 milyon 154 bin 383. Yani Yusuf Tekin’in ifade ettiği “her 80 kişiye 1 öğretmen düşüyor” ifadesi doğru. Zaten sadece bu veri doğru, o da yarım doğru… Zira her 80 kişiye 1 öğretmen düşüyorsa bu veriye özel okul öğretmenleri de dahildir. 2022/23 eğitim yılı baz alındığında öğretmenlerin yüzde 15,5’i özel okullarda çalışmaktadır. Bu öğretmenlerin de parasını MEB değil, özel okul sahipleri verir. Türkiye’de örgün eğitim sisteminde ama devlet okullarında çalışan öğretmen sayısı 2022/23 sezonu itibariyle 974 bin 488, buna karşılık 179 bin 895 öğretmen de özel okullarda çalışıyor. 

TÜRKİYE'NİN ÖĞRETMEN AÇIĞI VAR

Veriler, Yusuf Tekin’in doğru söylemediğini ortaya koyuyor. Türkiye ne öğretmen sayısında, ne de öğretmen başına düşen öğrenci sayısında birinci… Zaten bu alanda birinci olmak ya da olmamak önemli değil. Fakat işin ilginci, Yusuf Tekin’in kendisi bile aslında doğru söylemediğini onaylıyor. Bugün öğretmen sayısının fazla olduğunu ima eden Yusuf Tekin, bakın 5 Ekim 2023’te gazetecilere verdiği beyanatında ne diyor?  

“Her yıl ekim ayı itibariyle hangi branştan kaç tane öğretmen eksiğimizin olduğu belli olmuş olur. Şu andaki rakamlar 60 binin üzerinde” 

Milli Eğitim Bakanı’nın kendisi bile 60 binin üzerinde öğretmen açığı olduğunu söylemesine rağmen Mayıs’ta 20 bin öğretmen atamasının yapılması büyük tepki çekmişti. Şimdilerde Yusuf Tekin nereye gitse, ataması yapılmayan öğretmenler bakanın yolunu kesiyor. 8 ay önce öğretmen açığımız var diyen  bakanın şimdilerde çok fazla öğretmenimiz var demesi de muhtemelen siyasetçiliğin gereğidir.  

PİYASACILIĞI GERİCİLİĞİYLE YARIŞIYOR

Ancak bu siyasetçilik arka planda neo-liberal bir aklı da barındırıyor. Zira Yusuf Tekin’in aklı kamusal eğitimi kamunun sırtında bir yük olarak görüyor. Halbuki, eğitim bir kamusal hizmet olduğu için kamu tarafından “fonlanmak” zorundadır. Zira eğitim fiyatlanabilir bir hizmet olmasına karşın, sadece bireysel fayda üretmez. Eğitim bireysel faydanın çok daha fazlasını toplumsal alanda üretir. Toplumsal faydası bu denli yüksek olan bir hizmet, özel kesime bırakılamadığı için eğitim kamusal bir hizmettir.  

Fakat Yusuf Tekin’in zihni, eğitimin kamusal niteliğini görmeyi reddediyor. Yusuf Tekin’in Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı olduğu 2012/13 eğitim sezonu ile 2022/23 sezonu kıyaslanınca, Bakan Tekin’in piyasacı anlayışı açığa çıkıyor. Verilere göre son 10 yılda özel okul öğretmeni sayısı 74 bin 745’ten 179 bin 895’e yüzde 140’lık bir artış yaşarken, devlet okullarındaki öğretmen sayısı 757 bin 981’den 974 bin 488’e yüzde 28’lik artış yaşıyor. 10 yıl önce her 100 öğretmenin 9’u özel okul öğretmeniyken, bugün her 100 öğretmenin 15,5’i özel okul öğretmeni.  

Yusuf Tekin’in verileri yanlış olduğu gibi, eğitime bakış açısının da halk dostu olmadığını anlıyoruz. Milli Eğitim Bakanı’nın hayali, eğitim sistemine Türk-İslam Sentezci ideolojik bir müfredat dayatmak ve kamu okullarını kamuya yük olmaktan çıkararak tamamen piyasalaştırmak var. Bu haliyle bakanın varlığı halkın zararınadır.

                                                            /././

Adalılar Azmanbüs istemiyor (Özge Güneş)

Adalar halkı bayram günlerini sokakta geçiriyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) bünyesindeki İETT Genel Müdürlüğü'nün Adalar’a getirdiği elektrikli minibüslere itiraz ediyorlar. İtirazın sebebi söz konusu araçların koruma altında olan ve sit alanı ilanı olan Adalar’ın bu özelliklerini tehdit eden bir nitelik taşıyor olması. 

Esasen Adalıların ulaşım mücadelesi yıllar öncesine dayanıyor. Bundan yaklaşık beş yıl önce hayvan hakları savunucusu Adalılar ve İstanbullular “Sıfır Atlı Fayton” diyerek Adalar’daki faytonların kaldırılması talebiyle günlerce İBB önünde eylem yapmış, “Yaşam Nöbeti” tutmuşlardı. 

367 hayvan hakları savunucusu dernek ve topluluğun talepleri şunlardı: Adalardaki tüm canlıların sağlığı için gerekli tedbirlerin alınması ve gerekirse karantina uygulamasının genişletilmesi; atların sağlık koşullarını sağlamayan yetkililer hakkında inceleme başlatılması; hastalıklı atlara yapılan testlerin ve sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılması; Adalarda ekolojik ulaşım alternatiflerinin devreye sokulması; atların yarışma, yük taşıma ve diğer insan kullanımlarına karşı korunması ve fayton uygulamasının sonlandırılması; fayton işçilerine belediye bünyesinde ekolojik istihdam olanakları sağlanması; faytonlardan kurtarılan atların ömür boyu güvenli ve özgürce yaşayacakları bir tesisin yapılması. 

                                                             ***

Nöbet bir süre sonra sonuç vermiş fayton eziyeti sona ermişti ancak atların akıbetine ve Adaların ulaşım ihtiyacına yönelik tartışma bugüne kadar sağlıklı bir çözüme kavuşturulamadı. 

Ulaşım sorunu çözüme kavuşturulamamakla da kalmadı daha da derinleşti. Esasen ulaşım İstanbul’un geneli için çözümsüz hale gelmiş bir sorun olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunda şüphesiz bakanlıklar ile yerel yönetimler gibi farklı ölçeklerdeki karar vericiler arası siyasal “yumuşayamama” halleri en önemli etken. Fakat bunun yanı sıra halkın talep, ihtiyaç ve toplumun genel çıkarları ile kentlerin uzun vadeli sorunlarına yanıt üretmek için benimsenmesi gereken ilkelerin birbiriyle uyumunun yok sayılması da önemli bir rol oynuyor. 

Halbuki bu doğrultuda adımlar da atılmadı değil. İBB ulaşım çalıştayları yaptı. Toplumsal ihtiyaçlar ile kentsel ekosistemlerin ortak çıkarlarını göztebilecek çözümlerin nasıl geliştirilebileceği konusunda birçok öneri birikti. Ancak ortaya çıkan sentez bunlara yanıt üretemedi. 

Konuya istinaden yapılan kamuoyu bilgilendirmesinin ise katılımcı başlayan sürecin böylesi bir yanlışla sonuçlanmasının sebeplerini ortaya koyuyor. Öncelikle açıklama ile yapılanın “yeşil aklama” olduğu eleştirilerine katılmamak elde değil. Aracın elektrikli olması çözümün tüm süreci görmezden gelmesini meşrulaştırmıyor. Açıklama aynı zamanda Adaların demografik, tarihsel, ekolojik vb gereklerine uygun bir çözüme gidilmemiş olduğunu; aksine, yaz aylarında ve bayramlarda artan nüfusun turizm ihtiyacının önceliklendirildiğini ifade ediyor. Bu turistikleştirme çabalarının kentler için önemli bir tehdit olduğunu da hatırlatması bakımından ders alınması gereken önemli bir hata. 

                                                             ***

Tam da İBB Adalar Strateji Belgesi’nin dediği gibi “Adalar’da yeni yapılaşma getirecek, yeni çekim alanı oluşturacak plan, proje ve uygulamalara izin verilmemesi” gerekirken... Bölge sakinlerinin gündelik ihtiyaçlarına veya tarihsel, kültürel, doğal ortak varlıklarına tehdit oluşturacak biçimde körüklenen turistikleştirme çabaları ne yazık ki marifet gibi sunuluyor.  

Benzer itirazları Kabataş İskele Meydanı Projesi ve Yedikule Bostanları için de gördük. Kabataş projesi, kentin tarihine ve sosyal dokusuna duyarsız olmakla, deniz kıyısının doğal görünümünü bozma ve yerel halkın katılımını dışlama gibi nedenlerle eleştiriliyor. Yedikule bostanlarına yapılan proje ise kentin ekolojik ve kültürel hafızasını yok ettiği, bostanların ve tarihi dokunun rant uğruna tahrip edildiği gerekçesiyle eleştiriliyor. Ayrıca, projenin bölgeyi turistik bir alan haline getirme amacı olduğu da eleştiriler arasında. Sonuç olarak yerel yönetimler halkın ihtiyaçlarına cevap vermeyen bu tür projelerin kentin uzun vadeli çıkarlarına zarar vermekten başka bir işe yaramayacağını da görmeli. 

(Birgün)