26 Haziran 2024 Çarşamba

Patronlara kriz yok: Sanayi devleri kârlılığını artırdı, 937 milyar liraya kondu+Devlet payını kur farkıyla alıp, canları isterse vergi ödüyorlar: Mega projelere yine milyarlar akacak+'Zayıflar için gizlilik, güçlüler için şeffaflık': WikiLeaks kurucusu Assange kimdir? (soL)

 Patronlara kriz yok: Sanayi devleri kârlılığını artırdı, 937 milyar liraya kondu

En büyük 500 sanayi şirketine ait güncel veriler patronlar cephesinde son durumu ortaya koydu. Gelirler arttı, kârlar devam etti, istihdam yerinde saydı...

İstanbul Sanayi Odası (İSO) "En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu" araştırmasının 2023 yılı sonuçlarını açıkladı.

En büyük 500 sanayi şirketinin üretimden satışları 2023'te yıllık 42,1'lik artışla 6 trilyonu aştı. Bu oran enflasyondan arındırıldığında net satışlar reel olarak yüzde 13,8 geriledi.

2023’te 500 şirketin faaliyet kârı yüzde 39,7 oranında artarak 671 milyar liradan 937 milyar liraya çıktı. 500 sanayi kuruluşunun kârlılığını gösteren verilerden biri de FAVÖK’ün (faiz, amortisman, vergi öncesi kâr) üretimden satışlara oranı. Bu oran 2022 yılındaki düzeyine göre arttı, yüzde 15,4’ten yüzde 15,7’ye yükseldi.

Kârlılık oranındaki artışa, 500 kuruluşun 490’ının kâr etmesine rağmen 2022'den 2023'e istihdam artışı yüzde 1,9 ile sınırlı kaldı.Toplam istihdam 804 bin kişiye yükseldi.

İrtifa kaybedenler, yerinde sayanlar, yükselenler…

En büyük 10 kuruluş, rafineri, otomotiv ve demir-çelik firmalarından oluşuyor. Bunların en büyük ikisi Koç grubuna ait. Listenin birinci sırasında Tüpraş, ikinci sırasında Ford Otosan var. Azerbaycan devlet şirketi Socar’a ait olan, 2018 yılında üretime başlayan Star Rafineri ise ikinci sıradan üçüncülüğe geriledi.

Mercedes-Benz 7 basamak yükselerek ilk 10'a girdi. Bu kategoriye yükselen bir diğer firma Gramaltın Kıymetli Madenler oldu. Türkiye'nin toplam altın alımı 2023'te yüzde 66 artarak rekor seviyeye ulaşmıştı.

Teşvikler ve kredi kampanyalarıyla desteklenen Togg, listeye ilk kez giriş yaparak 42'nci sıraya yerleşti. Şirketin kâr oranı ve istihdam sayısı gibi birçok bilgiyi paylaşmaması dikkat çekti.

2010’lu yıllarla birlikte düşüş eğilimi gösteren yabancı sermayeli şirket sayısı 2023 yılında 8 adet artışla 116’ya yükseldi.

Şirket sayısı en çok düşen sektör tekstil

İSO 500 listesinde yine en yüksek payı gıda sektörü aldı. Sektörün üretimden satışlardaki payı yüzde 11,7'den yüzde 13,6'ya yükseldi.

Gıdayı "ana metaller ve makine imalat sanayii" takip etti. 2022'de 96 olan şirket sayısı 95'e gerilerken üretimden satışlardaki payı ise yüzde 23,4'ten yüzde 22,5'e geriledi. Düşüşe rağmen üretimden satışlardaki payı en yüksek olan kalem oldu.

Listede şirket sayısı en fazla düşen sektör "tekstil ürünleri sanayii" oldu. Tekstilden 2022'de 32 şirket listede bulunurken 2023'te 26'ya geriledi. Tekstilin üretimden satışlardaki payı da yüzde 2,7'den 2,2'ye indi.

Şirket sayısında gıdanın ardından en yüksek artış ise "kara, deniz taşıtları ve yan sanayii"nde oldu. 2022'de 50 olan şirket sayısı 54'e yükseldi. Bu kalemin üretimden satışlardaki payı da yüzde 14'ten yüzde 17,7'ye çıktı.

İlk 500 şirketin aktif toplamı 8,8 trilyon liraya çıktı

Şirketler bu yıl aktif toplamlarını "enflasyon düzeltmesi" yaparak bildirdi. Varlıkların değerleri güncellenince 500 şirketin aktif toplamı yüzde 126 artarak 3,9 trilyon liradan 8,8 trilyon liraya yükseldi. Ama bu artışın 2,9 trilyona yakın kısmı enflasyon düzeltmesinden kaynaklandı.

Özkaynaklar yüzde 245 artarak 4,8 trilyon liraya ulaştı. Bu kalemde enflasyon düzeltmesinin etkisi ise 2,8 trilyon lira oldu.

İSO 500 araştırmasının diğer ana bulguları şöyle:

  • Finansman Giderleri: Finansman giderleri yüzde 92,5 artarak 533 milyar liraya yükseldi.
  • Mali Borçlar: Mali borçlar yüzde 54 artışla 1,3 trilyon liradan 2 trilyon liraya çıktı.
  • Halka Açık Şirketler: İSO 500 içinde halka açık şirket sayısı 2023'te 85'e yükseldi. Geçen yıl İSO 500'deki 12 şirket halka açıldı.
                                                              /././
Devlet payını kur farkıyla alıp, canları isterse vergi ödüyorlar: Mega projelere yine milyarlar akacak
Bir kuruş vergi vermediği ortaya çıkan müteahhitlere "garanti ödemesi" altında aktarılacak milyara gelecek hafta bir de kur güncellemesi gelecek.
Kamu kaynaklarını büyük sermaye gruplarına aktarmanın araçlarından biri Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) ile inşa edilen projeler. İktidar bu yöntem sayesinde köprü, otoyol ve şehir hastaneleri gibi büyük yapıların "devletin kasasından tek kuruş çıkmadan" tamamlandığını savunuyor. Verilerse kuruş ödenmeyecek projelere milyarlar aktığını gösteriyor.

"Yap-İşlet-Devret" olarak da bilinen bu modelle yapılan köprü, tünel ve otoyollara 1 Temmuz itibariyle kur ayarlaması geliyor. Hazinenin şirketlere garanti ettiği araç geçiş ücretleri artırılacak, şirketlerin kasası doldurulacak.

CHP'nin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Deniz Yavuzyılmaz'ın paylaştığı hesaplamaya göre 4 projede uygulanacak zamlar şöyle:

  • Osmangazi Köprüsü’nde garanti edilen geçiş ücreti 1.808 TL’ye çıkıyor.
    Geçen araç ücreti 399 TL olarak kalacak ancak Hazinenin şirkete ödeyeceği fark tutarı 1.409 TL’ye çıkacak.
    Devlet köprüden günde 40 bin aracın geçmesini garanti ediyor.
     
  • Çanakkale Köprüsü’nde garanti edilen geçiş ücreti 740 TL’ye çıkıyor. 
    Geçen araç ücreti 419 TL olarak kalacak ancak Hazinenin şirkete ödeyeceği fark tutarı 321 TL olacak.
    Devlet köprüden günde 45 bin aracın geçmesini garanti ediyor.
     
  • Avrasya Tüneli’nde garanti edilen geçiş ücreti 213 TL’ye çıkıyor. 
    Geçen araç ücreti 112 TL olarak kalacak ancak Hazinenin ödeyeceği fark tutarı 101 TL olacak.
    Devlet tünelden günde 68 bin aracın geçmesini garanti ediyor.
     
  • Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nde garanti edilen geçiş ücreti 180 TL’ye çıkıyor. 
    Geçen araç ücreti 49 TL olarak kalacak ancak Hazinenin ödeyeceği fark tutarı 131 TL olacak.
    Devlet köprüden günde 135 bin aracın geçmesini garanti ediyor.

Milyarlar alıp vergi ödemiyorlar

Müteahhitlerin kasasını doldurmanın tek yolu garanti ödemeleri değil. Bir o kadar da devletin bu şirketlerden almaktan vazgeçtiği ya da "alamadığı" vergiler var.

Bu hafta Meclis'e gelmesi beklenen Vergi Paketi bunun itirafı oldu. Paket için Gelir İdaresi Başkanlığı’nın (GİB) hazırladığı sunumda köprü, otoyol, hızlı tren garları, havalimanı ve şehir hastanelerini işleten şirketlerin vergi ödemediğinden bahsedildi.

Pakette bu şirketlerden alınan Kurumlar Vergisi’nin yüzde 25’ten, yüzde 30’a çıkarılması öneriliyor. GİB önerisine eklediği notta şöyle diyor:

“Hali hazırda bu kapsamda 44 mükellef bulunduğu tespit edilmiş olup, 2023 yılında bu mükelleflerden 7’si 12.6 milyar lira matrah beyan etmiş ve bu tutar üzerinden 2.8 milyar lira Kurumlar Vergisi tahakkuk etmiştir. 37 mükellef matrah beyan etmemiştir.”

16 milyar dolar gitti, en az 672 milyar lira daha gidecek

2024 Bütçesi’nden KÖİ projelerinin müteahhitlerine toplam 162,4 milyar lira kaynak ayrıldı. 2025’te bu tutar 240,8 milyar liraya, 2026’da ise 270,3 milyar liraya çıkacak.

Mega projeler için 2017-2023 yılları arasında bütçeden toplamda yaklaşık 16 milyar 844 milyon dolar harcandı.

                                                              /././

'Zayıflar için gizlilik, güçlüler için şeffaflık': WikiLeaks kurucusu Assange kimdir?

WikiLeaks'teki ifşalarıyla ABD'nin askeri suçlarını ortaya döken Assange uzun süre hapis yatmasının ardından artık serbest. Yapılan anlaşma gereği Assange bir daha hapse girmeyecek.

Ekim 2010'da ABD'nin Irak ve Afganistan'da işlediği suçları da delillendiren binlerce gizli belgeyi yayımlayan ve 2019 yılından bu yana İngiltere'de hapiste olan WikiLeaks kurucusu Julian Assange'ın tahliyesi için ABD'yle anlaşma yapıldı.

Avustralya vatandaşı Assange İngiltere'de hapishanede 1901 gün geçirdikten sonra 24 Haziran sabahı Belmarsh hapishanesinden ayrıldı. Londra'daki Yüksek Mahkeme tarafından kefaletle serbest bırakılan Assange burada bir uçağa binerek İngiltere'den ayrıldı.

Assange, günümüzde birçok kişi için basın özgürlüğünün bir temsilcisi konumunda.

Julian Assange kimdir?

Assange, 1971 yılında Avustralya'nın Queensland eyaletindeki Townsville'de doğdu. Genç yaşta bilgisayarlara ilgi duymaya başladı ve 90'ların başında Avustralya'nın en yetenekli bilgisayar korsanlarından biri olarak kabul edildi.

1995'te bilgisayar korsanlığı suçunu kabul etti ve para cezasına çarptırıldı. Daha sonra Melbourne Üniversitesi'nde matematik ve fizik okudu.

2006 yılında sızdırılan materyalleri yayınlayan bir kuruluş olan WikiLeaks'i kurdu. Web sitesi, dünyanın dört bir yanındaki hükümetlerin sınıflandırılmış belgelerine erişim sağladı. İzlanda ve İsveç gibi ülkelerdeki sunucuları kullanan ulusötesi bir kolektif tarafından işletiliyordu.

Assange, eski bir ABD ordusu askeri olan Chelsea Manning'in bir dizi sızıntısını yayınladı. Assange'ın yayınladığı dosyalar arasında, iki Reuters gazetecisi de dahil olmak üzere 11 kişinin öldüğü, Amerikan kuvvetlerinin 2007'de Bağdat'ta gerçekleştirdiği Apache helikopter saldırısının videosu da vardı.

ABD hükümetinin konuya dair bir ceza soruşturması başlatması sonucunda Manning, suçlu bulunup hapse atıldı, ancak daha sonra cezası hafifletildi.

WikiLeaks, Kasım 2010'da da 250 binden fazla ABD diplomatik telgrafının bir dökümünü yayınladı.

2016'da Assange, WikiLeaks'in ABD başkanlık seçimleri öncesinde Demokrat Parti çalışanlarının e-postalarını yayınlamasının ardından tekrar manşetlere çıktı. ABD savcıları, e-postaların Rus istihbaratı tarafından çalındığını ve Donald Trump adına seçimlere müdahale etme operasyonunun bir parçası olduğunu ileri sürdü.

Neden hapisteydi?

Kasım 2010'da İsveç, o sırada konferans için Stockholm'de bulunan Assange hakkında cinsel suç iddiaları nedeniyle bir tutuklama emri çıkardı. Aralık 2010'da İngiltere'de tutuklandı. Assange iddiaları reddetti ve bunların WikiLeaks ifşaları nedeniyle kendisini ABD'ye iade etmek için bir bahane olduğunu savundu.

2010'da Obama hükümeti Assange'ı suçlama konusunda spekülasyon yaparken, İsveç'te kendisine karşı bir cinsel saldırı davası açılmıştı.

2012'de İngiltere'de, İsveç'in tutuklama emrine karşı İngiltere mahkemesinde yaptığı itirazı kaybettikten sonra kefaleti ihlal etti. Assange yardım için o zamanki Ekvador Devlet Başkanı Rafael Correa'ya yöneldi. Nihayetinde Londra'daki Ekvador büyükelçiliğine sığındı. Ekvador sığınma hakkı verdi ve sonraki yedi yıl boyunca büyükelçiliğinde kaldı.

Yaklaşık yedi yıl orada kalan Assange'ın bu süre zarfında Ekvador'da Lenín Correa yerine gelen Moreno hükümetiyle ilişkileri giderek daha düşmanca bir hal aldı. Ülkenin Dışişleri Bakanı 2019'da Assange'a, elçilik içinde futbol oynamaktan elçilik personeline kötü muamele etmeye ve onları tehdit etmeye kadar uzanan birtakım suçlamalar yöneltti.

2017'de İsveç yetkilileri Assange'a karşı suçlamalarını düşürdüler ancak kefaleti ihlal ettiği için İngiltere'deki tutuklama emri hâlâ geçerliydi. 2019'da Ekvador, sığınma talebini geri çekti ve İngiltere polisinin Assange'ı tutuklamak için elçiliğe girmesine izin verdi.

Elçilikten ayrıldıktan sonra Assange, iadesini talep eden ABD adına tutuklandı. ABD, 18 ayrı suçlamayla yargılanmasını istedi ve Manning'in askeri dosyalarını çalmasını teşvik etmek ve yardım etmekle suçladı. Suçlu bulunursa 175 yıla kadar hapis cezasıyla karşı karşıya kalacaktı.

Neden serbest bırakıldı?

Assange, son beş yıldır Güney Londra'daki yüksek güvenlikli bir hapishanede tutuluyordu. Assange'ın burada kaçma riski taşıdığı gerekçesiyle kefaletle serbest bırakılması talebi reddediliyordu. Bu süre boyunca ailesi ve destekçileri, fiziksel ve ruhsal sağlığının kötüleştiğini söylüyordu.

2021'de bir İngiltere mahkemesi Assange'ın ABD'ye iade edilebileceğini söyledi, ancak Assange, bu yılın başlarında bu karara itiraz etme hakkını kazandı.

Şubat ayında Avustralya parlamentosu, ABD ve İngiltere hükümetlerini Assange'ın ülkesine dönmesine izin vermeye çağıran bir önergeyi kabul etti. Ardından Nisan ayında ABD Başkanı Joe Biden, Avustralya'dan Assange'a karşı açılan davanın düşürülmesi talebini değerlendirdiğini söyledi.

Anlaşmanın içeriği

Assange'ın, Batı Pasifik'te bulunan bir ABD eyaleti olan Kuzey Mariana Adaları'ndaki federal mahkemeye çıkması planlanıyor. Burada, gizli ulusal savunma bilgilerini yasadışı bir şekilde elde etme ve yayma komplosu kurma suçlamasını kabul etmesi bekleniyor. İade talebinin düşürüleceği ve Assange'ın başka hiçbir suçlamayla karşı karşıya kalmayacağı öngörülüyor.

Assange'ın ABD anakarasına seyahat etmeye karşı çıkması ve mahkemenin Avustralya'ya yakın olması nedeniyle duruşma Kuzey Mariana Adaları'nda gerçekleşiyor.

Savcılar beş yıllık bir cezayı kabul etse de, İngiliz hapishanesinde geçirilen sürenin buna sayılacağını söylediler. Bu, Assange'ın muhtemelen cezasının açıklanmasından sonra serbest kalacağı anlamına geliyor.

Assange'ın, suçunu kabul ettiğine dair beyanının yargıç tarafından onaylanmasının ardından Avustralya'ya dönmesi bekleniyor.

WikiLeaks'in önemli yayınları

Nisan 2010: 2007'de Bağdat'ta gerçekleşen ve aralarında iki Reuters gazetecisinin de bulunduğu birkaç kişinin ölümüne yol açan bir ABD helikopter saldırısını gösteren gizli bir video yayınladı.

2010: Afganistan'daki savaş hakkında 90 binden fazla gizli ABD askeri belgesi ve Irak savaşı hakkında yaklaşık 400 bin gizli dosya yayınladı. Bunlar, ABD askeri tarihindeki en büyük güvenlik ihlallerinden bazılarıydı.

2011: Dünya çapındaki ABD büyükelçiliklerinden 250 bin gizli diplomatik telgraf yayınladı. Bazıları The New York Times ve The Guardian gibi büyük gazeteler tarafından yayınlandı.

2016: Demokrat başkan adayı Hillary Clinton'ın kampanya başkanına ait on binlerce e-postayı yayınladı.

Assange'ın dünya görüşü: Zayıflar için gizlilik, güçlüler için şeffaflık

WikiLeaks ifşaları döneminde Assange hakkında çeşitli çevrelerden birçok iddia ortaya atılmıştı. Assange'ı destekleyenler, kendisinin basın özgürlüğünün güçlü bir temsilcisi olduğunu vurgularken, Washington başta olmak üzere, kendisini hedef alanlar, onun "belli güçlerin bir ajanı" olduğunu iddia ediyordu.

Assange, 2012'de yayınlanan "Şifrepunk: İnternetin Özgürlüğü ve Geleceği" adlı kitabında temel ilkesinin "zayıflar için gizlilik, güçlüler için şeffaflık" olduğunu yazmıştı. Bireylerin kendilerini hükümetlerin, şirketlerin ve gözetleme ajanslarının müdahalelerine karşı koruması ve devletlerin de kendilerini Batı emperyalizmine karşı koruması için kullanması gerektiğini söylediği şifrelemenin güçlü bir savunucusuydu.

Assange, 2010 yılında yaptığı bir açıklamada, kendisini bir "liberteryen" olarak tanımlamış ve "WikiLeaks'in kapitalizmi daha özgür ve etik hale getirmek" olduğunu belirtmişti. WikiLeaks'in tarafsız olmak için tasarlanmadığını, adaletsizliği açığa çıkarmak için tasarlandığını dile getirmişti.

Assange, 2017 yılında da WikiLeaks'in mükemmel bir sicile sahip olduğunu ve ana akım gazetecilerin yalnızca yüzde 2'sinin "güvenilir" olduğunu söylemişti.

ABD'nin basın özgürlüğüyle savaşı: Snowden ve Assange

Assange'ın başına gelenler, ABD'nin gizli belgelerini ifşa eden bir diğer ismi de akıllara getirdi.

2022'de Rus vatandaşlığına geçen ABD'li Edward Joseph Snowden, 2013'te bir sözleşmeli hükümet görevlisi olarak çalışırken Ulusal Güvenlik Ajansı'ndan (NSA) son derece gizli bilgileri sızdırmıştı. Şu anda ABD tarafından casusluk suçlamasıyla yargılanıyor.

Snowden'ın ifşaları, çoğu NSA ve Five Eyes istihbarat ittifakı tarafından, telekomünikasyon şirketleri ve Avrupa hükümetlerinin işbirliğiyle yürütülen çok sayıda küresel gözetleme programını ortaya çıkarmıştı.

Snowden, 2013'te Dell ve CIA'de daha önce çalıştıktan sonra bir NSA yüklenicisi olan Booz Allen Hamilton tarafından işe alınmıştı. Snowden, dahil olduğu programlardan giderek hayal kırıklığına uğradığını ve etik endişelerini çeşitli kanallardan dile getirmeye çalıştığını ancak görmezden gelindiğini söylüyordu. Snowden, 20 Mayıs 2013'te Hawaii'deki bir NSA tesisindeki işinden tıbbi izin aldıktan sonra Hong Kong'a uçtu ve Haziran ayının başlarında gazeteciler Glenn Greenwald, Laura Poitras, Barton Gellman ve Ewen MacAskill'e binlerce gizli NSA belgesini ifşa etti. Snowden, The Guardian, The Washington Post ve diğer yayınlarda yer alan belgelere dayalı haberlerden sonra dünya çapında ilgi gördü.

21 Haziran 2013'te Amerika Birleşik Devletleri Adalet Bakanlığı, Snowden'a karşı Casusluk Yasası'nı ihlal etme ve hükümet malını çalma suçlamalarını yöneltti ve ardından Dışişleri Bakanlığı pasaportunu iptal etti. İki gün sonra, Moskova'daki Şeremetyevo Uluslararası Havaalanı'na uçtu ve bir aydan fazla bir süre boyunca havaalanı terminalinde kaldı. Rusya daha sonra Snowden'a bir yıllık ikamet için sığınma hakkı verdi. Sığınma hakkı süresinin uzatılmasının ardından Ekim 2020'de Rusya'da daimi ikamet izni aldı. Eylül 2022'de Snowden'a Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından Rus vatandaşlığı verildi.

Snowden, eylemlerini "halkı kendi adlarına yapılanlar ve kendilerine karşı yapılanlar konusunda bilgilendirme" çabası olarak savundu.

Assange ve Snowden'ın yaşadıkları, uzun bir süre ABD'nin basın özgürlüğüne saldırısı olarak hatırlanacak.

(soL)

soL KÖŞEBAŞI (II) -26 Haziran 2024)+

Tarikat yurdunda 10 çocuğa istismarda ikinci duruşma: Yeni iddianame kabul edildi -Burcu Günüşen-

Alanya’da Süleymancılara bağlı yurttaki cinsel istismara ilişkin davanın ikinci duruşmasında yeni iddianame kabul edildi. Kamu görevlilerine de soruşturma izni çıktı.

Antalya'nın Alanya ilçesinde Süleymancılara bağlı Özel Sugözü Erkek Öğrenci Yurdu’nda “belletmen” adı altında çalışan G.R.U.’nun 10 çocuğa cinsel istismar ve tacizden toplam 94 yıl hapis istemiyle yargılandığı davanın ikinci duruşması 24 Haziran 2024'te görüldü.

Alanya 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada mahkeme heyeti tutuklu sanık G.R.U. hakkında hazırlanan yeni iddianameyi kabul etti.

İlk duruşmada beyanı alınan mağdur 5 çocuktan biri, daha önce anlattığı ve davaya dönüşen istismar olayının dışında başka bir zamanda, başka bir istismar olayının daha mağduru olduğunu belirtmişti. Mahkeme heyeti bu beyanın ardından sanık hakkında hazırlanan yeni iddianameyi kabul etti.

Davanın ikinci duruşmasında 4 mağdur çocuk daha dinlendi, ayrıca ailelerin ve tanıkların da ifadeleri alındı. Heyet henüz ifadeleri alınmayan tanıkların bir sonraki duruşmada zorla getirilmesi kararı verdi.

Telefonundaki görüntülere ilişkin yeni rapor istenilecek

Mağdur çocuklardan bir kısmının ailesinin avukatı olan Canel Durak, soL’a yaptığı açıklamada sanığın telefonunda yapılan incelemede bulunan pornografik görüntülerde çocukların kullanıldığına ilişkin iddiaları olduğunu ve mahkemeden bu doğrultuda yeniden bir rapor istenmesini talep ettiklerini, mahkeme heyetinin bu talebi kabul ettiğini belirtti.

14 çocuğa eziyet suçundan da yargılanıyor

Öte yandan tarikat yurdunda hiçbir eğitim sertifikası olmadan “belletmen” adıyla çalıştırılan sanık hakkında bir başka dava da yurtta 14 çocuğa yönelik eziyet suçundan asliye ceza mahkemesinde açıldı. 

Asliye ceza mahkemesinin iki davanın birleştirilmesi konusundaki talebini değerlendiren dünkü duruşmanın görüldüğü ağır ceza mahkemesi heyeti, dosyada ilerleme kaydedildiği gerekçesiyle bu talebi reddetti.

Sanık G.R.U. hakkında ayrıca tehdit, hakaret, Atatürk'e hakaret gibi suçlardan da dava açıldığı öğrenildi.

İlçe milli eğitim müdürü dahil 4 kamu görevlisine soruşturma izni

Alanya Kaymakamlığı, 10 çocuğun yurtta cinsel istismara uğramasında ihmalleri bulunduğu gerekçesiyle ilçe milli eğitim müdürü, ilçe milli eğitim şube yardımcısının da aralarında olduğu 4 kamu görevlisi hakkında soruşturma izni talebini reddetmişti.

Kaymakamlık kararına yapılan itiraz üzerine bölge idare mahkemesinin geçen ay bu kararı iptal ettiği ve 4 kamu görevlisi hakkında soruşturma izni verilmesine karar verdiği de ortaya çıktı. (https://haber.sol.org.tr/haber/suleymancilarin-yurdunda-istismar-davasi-basliyor-magdur-cocuk-sayisi-10a-cikti-391449)

                                                             /././

Talep iletme muhalefeti -Oğuz Oyan-

İletilen taleplerin bir karşılık bulup bulmaması ikincil önemdedir. İletilen taleplerden daha önemlisi iletilmeyen taleplerdir. Talep listesi oluşturduğunuz zaman mutlaka dışarda bıraktıklarınız olur.

Öncelikle bir not: Aşağıdaki yazı geçen hafta yazıldı. Ancak dünkü (24 Haziran'daki) Şimşek-Karatepe görüşmesinden çıkacak bazı ayrıntıları almayı da bekledim. Sonuçta yazımın içeriğini değiştirecek bir durum göremedim. Pazar akşamı bir TV kanalında söylediğim gibi, bu görüşmenin bir "sağırlar diyaloğu" biçiminde geçmesi ve herhangi bir somut sonuç vermemesi beklenirdi. Nitekim öyle olmuş görünüyor. Dış ve iç sermayenin program müdürü Şimşek'in zaten esneme payı olsaydı, bunu 31 Mart seçimleri öncesinde Erdoğan'a daha fazla göstermeyi tercih ederdi. Karatepe'nin ilettiği dört başlıktan (diğerleri asgari ücret, emekli aylıkları, tarımsal destekler ve vergi adaletsizliği) Şimşek'in sadece vergi alanında geleceğe dönük olumlu niyet beyanında bulunması bile önceden öngörülebilirdi. Çünkü Türkiye'nin vergi yapısındaki çarpıklık uluslararası finans kuruluşlarının dahi şikayetçi olduğu bir konudur.

Muhalefetin işlevi nedir?

Siyasi muhalefetin işlevi nedir? Eğer halkın taleplerini iktidara iletmekten ibaretse, o zaman dernek türü yapıların, demokratik kitle örgütlerinin işlevi nedir? Soruyu bir de son seçimde birinci parti konumuna yükselmiş bir anamuhalefet partisi açısından sorarsak, olayın tuhaflığı daha da belirginleşir. 

İşin özünde, iktidarın "masumiyeti" ve "iyiniyeti" üzerine bir önkabul olmalı. Özellikle ekonomide. "Yanlış" politikalar uygulanmıştır; iktidar "rasyonel politikalara" geçiş yapmıştır ama bu programın da ölçüsüzlükleri vardır ve bunlar onarılmalıdır. İktidarın uyguladığı politikalar gelir dağılımını aşırı bozmaktadır; halktan kopuk uygulayıcılar bunu yeterince kavrayamamaktadır veya yürütmenin esas adamına ulaşılamamaktadır. Anamuhalefet halkın sesi olmalı, ekonomi yönetimine çıkış yollarını ve kaynak sorununun nasıl çözülebileceğini göstermelidir. Bu kadar eşitsizlik üretilmesinin sistemin işleyişini bozacağı uyarısı eşliğinde elbette. 

Elbette "programın" bütününe cephe almak "müzakerenin" raconuna uymaz; o zaman müzakere zemini de oluşmaz. Ama "programın" orasına burasına yama yapma önerileri, tam da bu programa esasta karşı olmamanın dışa vurumu değil midir?

Şimşek ile buluşmak!

Bu kadar safdillik inandırıcı gözükmeyebilir ama gerçeklerin önünden kaçış, kitlesel bir mücadeleden kaçışın da gerekçesidir. Sınıfsal bakıştan dehşetli ürküp yan yollara sapılınca anayolu bulma umudu da kolayca tüketilir. İktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partileri sermayenin ekonomik programına angaje edilir. Yeni normal (ki sistemin daimi normalidir) sermayenin özel bir baskılama yapmasına bile gerek kalmadan "ülkenin" (sermayenin) yüksek çıkarları doğrultusunda iktidar ve muhalefetin ortak hareket etmeye yönlendirilmesidir. Şimşek ile CHP yetkililerinin buluşturulmasıyla yapılan da budur.

Ülkenin/sermayenin âli menfaatleri için neler yapılmalıdır? OVP ve neoliberal amentü bunun çerçevesini zaten çiziyor. Şimdiki mesele buna anamuhalefeti de ortak etmek ve toplumdan bu yoksullaştırıcı "darlık iktisadına" ses yükseltilmesini engellemek... İşin bu noktaya geleceği "Altılı Masa"nın ekonomi programından da belli değil miydi? 

CHP MYK'de ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı konumunda olan değerli meslektaşım Yalçın Karatepe Birgün Gazetesi'nde 14 Haziran'da "Ne diyeceğiz?" başlıklı bir yazı yazdı. "Listemiz uzun, bazı başlıkları paylaşayım" diyerek 10 madde sıraladı. Şöyle:

1)Temmuz'da asgari ücrette artış yapılmalıdır; 2)Emekli aylıkları, kök aylıklar da dahil ciddi şekilde arttırılmalıdır; 3)Tarıma destekler milli gelirin yüzde 1'ine çıkarılmalıdır 4)TÜİK verileri şeffaflaştırılmalıdır; 5)KÖİ bilgileri kamuoyuyla paylaşılmalı, bu projeler kamu yararına güncellenmelidir; 6)Kamu İhale Kanunu kamu yararını gözetecek şekilde düzenlenmelidir; 7)Vergi sistemi adil hale getirilmelidir; bunun nasıl yapılabileceğini anlatacağız (!); 8)Dolaylı vergilerin OECD ortalamasına indirilmesini talep edeceğiz; 9)Gelir dağılımındaki bozulmanın nasıl tersine çevrilebileceğini anlatacağız (!); 10)Varlık Fonu'nun tasfiyesini talep edeceğiz...

Karatepe'nin de bu süreçten duyduğu sıkıntılar olabilir. (21 Haziran tarihli Cumhuriyet demecine bu sıkıntı biraz sızmış). Ama bizi ilgilendiren kurumsal ilişkiler. Yukarıda sıralanan başlıklardan 3. talep, tarım desteklerinin yüzde 1'e çıkarılmasını istiyor. Bu zaten kanun gereği, ama AKP uymuyor! Vergi adaleti de anayasa 73. maddesi gereği, ama iktidarın umurunda değil. KÖİ, iktidar seçkinlerinin ve yandaşlarının rant ve zenginleşme kaynağı. Gelir dağılımındaki bozulmayı niye tersine çevirmek istesinler ki, bu sermaye düzeninin icabı. Asgari ücret ve emekli aylıklarının enflasyona ezdirilmesi de IMF tarzı "gelirler yönetimi" politikasının (yani iktidarın OVP'sinin ve 12. Plan hedeflerinin) gereği. 

Sonuç olarak, kimi kime şikayet edeceksiniz? Ortada yapılmış yanlışlar var da düzeltmesini bilemeyen bir iktidara akıl öğretmeye heveslenen bir de muhalefet mi var? Oysa iktidar hiçbir şeyi yanlış yapmıyor kendine göre; faizleri indirmek bile Mayıs 2023 seçimlerini almaya odaklanmış bir hamleydi. Üstelik sermayenin kârlarını katlamasına hizmet etti. Şimdi enkazı kaldırmak için "muhalefet de destek verse ne güzel olur" yaklaşımındalar. Siyaset öğretisine dokuz takla attıran bir yaklaşım bu!

Tekrar edelim: Meselenin candamarı başka yerde: Bu itirazları iletmek bile, "neoliberal programın" esasına meşruiyet kazandırmak anlamına gelir. Yani dile getirilmeyen şey, asıl meseledir.

İktidara yeni meşruiyet alanları kazandırmak

Gerçekten de iletilen taleplerin bir karşılık bulup bulmaması ikincil önemdedir. İletilen taleplerden daha önemlisi, iletilmeyen taleplerdir. Zaten bir kere talep listesi oluşturduğunuz zaman, mutlaka dışarda bıraktıklarınız olur. Ama doğru ve öncelikli taleplerin iyi seçilmiş olup olmadığı da tamamen tâlidir. Eğer perakende taleplerle uğraşıp bütünü kapsayan temel meseleleri es geçerseniz, muhatabınızın -burada iktidar partisinin- değirmenine su taşımış olursunuz. 

Yani eğer iktidarın uyguladığı iktisadi-sosyal politikalarına esastan bir itirazınız yoksa, daha doğrusu kapsamlı ve bütüncül alternatifler ortaya koyamıyorsanız, bu tür istişarelerin aleyhinize çalışacağı kesindir. Böylece iktidar, bir 12 Eylül askeri rejimi tarzı sosyal zorlamalara gerek duymadan yoksullaştırıcı programını kolayca uygulayabilecek demektir.

Peki ya Erdoğan-Özel buluşmaları? Her iki buluşmada da Özel'in bagajında iktidarın eğitim sistemine dinci saldırılarının yer almamasının anlamı nedir? Anlamı, Kılıçdaroğlu'nun başlattığı çizginin sürdürülmesidir. Yani dinci-faşizan bir devlet inşasına dair girişimlere, eğitimin "Ortaçağ" değerlerine göre şekillendirilmesine temelden karşı çıkmamaktır. Eğer PR'cı danışmanlara kulak verilerek "kazanılamayacak kavgaya (laiklik kavgasına) girilmez" düsturu egemen kılınmışsa, o zaman bir gün bu siyaset sahnesini neden işgal ettiğiniz sorusu da size sorulur. 

CHP yönetiminden gelen bir diğer 'açıklama'

Biz gelişmeleri açıklamaya çalışıyoruz. Ama CHP içinden öyle bir ses geldi ki, hepsini boşa düşürdü! CHP Genel Başkan Yardımcısı Murat Bakan'ın VOA Türkçe'ye verdiği demeç 16 Haziran tarihli Cumhuriyet'e de yansıdı. Şöyle diyordu Bakan: "Normalleşme olur da demokratik bir ülkede olması gerektiği gibi yasalar karşılıklı istişareyle uzlaşıyla gelirse parlamentoya, MHP'nin varlık sebebi ortadan kalkacak”. Bu ifadeler vahim bir "iktidarı ve siyaseti kavrayamama" haline tekabül ediyor. Neresinden düzeltilir bilemiyorum. İlki şu olsun: Böyle bir durum olabilseydi, MHP'nin değil AKP'nin varlık nedeni ortadan kalkardı! Siyasal İslamcı iktidarın yeni rejim inşası tasarımından vazgeçmesi anlamına gelirdi ki, onun varlık nedenini ortadan kaldırırdı. Anamuhalefet hele AKP'yi eğitim sistemine yönelttiği dinci saldırıdan bir geri adım attırabilsin de ondan sonra bu başlığı yeniden konuşalım. 

İkincisi, tutalım ki yasaların AKP-CHP uzlaşısıyla Meclis'ten çıkması başarılabiliyor olsun; bu neye denk düşer? Karşı-devrimci parti ile CHP arasında orta yolda buluşma sentezlerinin mümkün olmasına. Bu durumda CHP'nin de kendini iptal ettireceği (devrimci geçmişinden büsbütün kopuşunu tescilleyeceği) bir durum ortaya çıkacak demektir. Bu ifadeler CHP'yi MHP'yi ikame etme partisi konumuna düşürecektir; yani AKP'nin fiili iktidar ortağı konumuna sokacaktır ki, yerel seçimlerden birinci parti çıkmış bir siyasi hareket açısından pek hazin bir tenzili rütbe olur! Buna kendini layık gören bir partinin iktidar iddiası olamaz. 

Üçüncü ders de şu olsun: "Demokratik" denilen Batı burjuva demokrasilerinde de, yasa tasarıları iktidar-muhalefet istişaresiyle çıkmaz! (Aksi durumda siyaset işlevsiz kalırdı!). İktidar ve muhalefette ağırlıklı olarak sağ partiler yer alıyor olsa dahi böyle olmaz, çünkü burjuvazi içinde de çelişkiler vardır. Kaldı ki emekçi sınıfların çıkarlarını temsil eden veya eder gibi yapan siyasi partilere de kıran girmemiştir. Yani Bakan'ın "demokrasi" tahayyülü "Alice Harikalar Diyarında" sendromu taşımaktadır, böyle bir dünya yoktur. VOA aracılığıyla ABD'ye selam olsun denilmek isteniyorsa, bu da gülünç bir çabadır.

Bakan'ın söyleşisinde geçen, 'bu müzakere süreçlerinde oyuna da gelmeyiz zira bizim siyasi zekamız onlardan fazla' şişinmesini anlamak da mümkün değil; sonuçta 22 yıldır kesintisiz olarak -ama farklı ittifaklarla- iktidara çöreklenen bir siyasi hareket var ve onu küçümsemenin kaygı verici sonuçları yeterince alındı. Dozunda özgüven iyidir ama kibir, savaşta olduğu kadar siyasette de ölümcül sonuçlara yol açabilir.

Umarız bütün bu ifadeler/konumlanmalar onarılamaz bir aymazlığa denk düşüyor olmasın.

Sonuç: Bu nafile görüşmeler niye yapılıyor?

Bir kere sistem üzerinde ortaklaşıldığını gösterme işlevi var. Anamuhalefet, içe ve dışa karşı (sistemin asıl karar alıcıları gözünde) kendini görücüye çıkmış gibi pazarlama ihtiyacı hissediyor. Sistemin özüne aykırı radikalliklerle ilişkisinin olmayacağını teyit etmiş oluyor. İktidar yolunun buradan geçtiğine inanıyor. 

İkincisi, seçmen çevrelerinin uzlaşma adımlarını olumlu gözle gördüğü düşünülüyor ve seçmen desteğinin pekiştirilmesi umuluyor. Kuşkusuz bu iki taraf açısından da geçerli. Özellikle iktidarın siyasette ipleri çok gerdiği (ve eğitimde kararlılıkla germeye devam ettiği) düşünülürse, gevşeme adımları, programından milim sapmayan iktidarın daha çok işine yarar. 

Üçüncüsü, oy oranları gerileyen iktidarın buna koşut olarak kendini topluma kabul ettirme sorunlarının büyüdüğü de hesaba katılmalı. Dolayısıyla iktidar çevreleri, bu göreli zayıflık dönemini bu şekilde (yani muhalefetin desteğiyle) aşma planları içinde. Kaldı ki, ittifak ilişkilerini bile gözden geçirebileceği yeni bir süreci de dikkate aldığının işaretleri birikiyor. 

Sonucun sonucu: "Talep iletme muhalefetinin" sınırları şuradadır: Temel meseleleri iletemezsiniz, çünkü uzlaşma yapmak ve bazı ulaşılabilir sonuçlar elde etmek istersiniz. Ama böylece iktidara o temel meselelerde bir haklılık kazandırmış ve ona dinci-despotik rejim inşasında sınırsız bir meşruiyet alanı açmış olursunuz.

                                                             /././

Temel Kotil’e ne oldu? -Okan Ataer-

Büyük bir yaygarayla TUSAŞ’ın başına geçen, Kotil sessiz sedasız görevden alındı. Yaşanan bir tasfiye mi yoksa sermayenin talebi üzerine gerçekleştirilen bir yenilenme girişimi mi?

                                                         TUSAŞ iç iletişim bilgi notu

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin önemli “teknokrat” isimlerinden Temel Kotil’in TUSAŞ Genel Müdürlüğünden alınması ulusal basında neredeyse hiç yer almadı. TUSAŞ tarafından yayınlanan bilgi notunda ise adı dahi geçmiyordu. Yönetim Kurulu olağan toplantısının yapıldığı ve Genel Müdürlüğe Mehmet Demiroğlu’nun atandığı bildiriliyordu. Temel Kotil’in ise geçtiğimiz ay 27 Mayıs günü Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Yönetim Kurulu’na seçilmesinin gerekçesi öğrenilmiş oldu. DEİK’in TUSAŞ gibi firmaların çeşitli seviyelerde yöneticilerinin toplandığı havuzların birisi olduğu düşünülürse Kotil’in bir süreliğine kızağa çekildiğini söylemek yanlış olmayacak.

TUSAŞ hatırlayacağınız gibi kısa süre önce tedarikçilerinde yaşanan kalite sorunuyla gündeme geldi. Bu haber de ulusal medyada pek yer bulmadı. Emperyalist merkezlere yüksek teknoloji ürünü ara parça sağlayan TUSAŞ bu türlü tedarik zincirlerinde hiçbir şekilde karşılaşılmayacak bir durumla karşı karşıya kaldı. Bu türlü yüksek teknolojik imalatta kalite gerekliliği olarak sağlanması gereken izlenebilirlik (İngilizcesi traceability) hammaddeden son ürüne kadar işleyen süreçte sekteye uğramış gözükmekte. TUSAŞ tarafından yapılan işlerin Boeing ve Airbus gibi küresel devlerin işleri olduğu düşünülürse sürece onaylı tedarikçi olmayan bir unsurun (hele de Çin menşeli) girmesi ilginç bir konu.(https://haber.sol.org.tr/haber/ucaklarda-sahte-titanyum-sorusturmasi-tusasa-uzandi-supheli-ham-maddenin-izi-nereye-cikiyor)

Kotil’in tasfiyesine 'resmi' yorum

Konumuza geri dönecek olursak Kotil’in görevden alınması haberi ulusal basında geçiştirilse de savunma sanayi haberlerinde düzenin iliştirilmiş ve kendinden menkul haber ajansı Tolga Özbek isimli zat tarafından “devletlü” şekilde ele alındı. Her türlü fuar ve tatbikata davet edilen, savaş gemisi güvertelerinde röportaj yapan, Bayraktar gibi üst düzey yöneticilerle özel sohbet programları çekebilen bir kişiden bahsediyoruz. Adeta Savunma Sanayii camiasının Abdülkadir Selvi’si olan bu zat muhteşem bir akrobatı andırırcasına yaptığı yorumda, Kotil’in ilkleri başarmak için mesai mefhumu gözetmeden yaptığı faaliyetlerle rekorlar kırdığını ancak artık vaktin konsolidasyon ve verimlilik çağı olduğunu belirterek yeni yönetimin bayrağı devraldığı yönünde yorumlar yaptı. 

Görev değişikliği elbette önemli. Temel Kotil hem siyasal İslamcı geçmişi, hem “teknokrat” kimliğiyle THY’yi dönüştürüp Türkiye sermayesinin bölgesel açılımlarıyla entegre hale getiren önemli bir yönetici. Bunun ötesinde emperyalizme tartışmasız şekilde bağlı. Silah sanayii alanındaki işbirliklerinin ötesinde, 25 Şubat 2009 tarihinde yaşanan olayda görüldüğü gibi çekincesizce emperyalizme bağlı kalmaktan geri duymuyor.

İstanbul’dan kalkan ve Amsterdam Schipol Havalimanına iniş sırasında düşen Boeing yapımı THY uçağının kaza kırıma uğraması sonrasında ABD şirketi aleyhine olabilecek her türlü adımdan uzak durmuş, olay sırasında hayatını kaybeden üç pilota kusur bildirilmesine razı olmuştu. Boeing uçuş bilgisayarının THY uçağıyla uyumsuz güncelleme sebebiyle ortaya çıkan bariz hatası Hollandalı uzmanlar tarafından belirlense de THY yönetiminin göz yummasıyla kaza raporundan çıkarılmıştı.

2009 yılında düşen THY uçağında Boeing hatasının örtbas edilmesine Kotil yönetimi sessiz kaldı

Dolayısıyla bahis konusu isim önemli bir isim. Ancak önemli olan Türkiye sermayesinin çıkarları ve buradan da görülebileceği gibi KAAN gibi bir projede göz boyamayı başaran Kotil istenen performansı gösterememiş durumda. Demek ki sermaye yeni bir kan arayışında.

Bu kan arayışı Türkiye sermayesinin AKP eliyle gerçekleştirdiği konsolidasyon ve atılımın bir parçası. Kan arayışının yapıldığı havuz da aslında belli.

Silah sanayisinde öne çıkan STM-Roketsan-TUSAŞ Yönetim Kurullarına ayrıntıyla bakıldığı zaman büyük resim ortaya çıkıyor.

Milli Teknoloji Hamlesinin Müslüman Teknokratları

Kendilerine ne dediklerini bilmemekle beraber eğer bu ekibe (her bir terim tırnak içinde olacak şekilde!) "Milli Teknoloji Hamlesinin Müslüman Teknokratları" dersek yanılmayız sanırım. Bu ekip üç gruba ayrılıyor. 

Birincisi eski toprak diyebileceğimiz ve Temel Kotil ile yaşdaş olan ekip. Ortak özellikleri siyasal İslam ve özellikle de Fethullan Gülen ile bağlantıları. Türkiye'de mühendislik eğitimi aldıktan sonra büyük çoğunlukla ABD'de yüksek lisans-doktora eğitimi alınıyor. Bunun ardından kamuda önemli mevkilerde veya doğrudan emperyalist şirketlerde göreve başlanıyor. 

İkinci grup bugün 40'lı yaşlarında olan "genç" ekip. Bunlar da önemli okullarda okuduktan sonra doğrudan iktidar eliyle kamuda veya kamu iştiraki firmalarda göreve başlatılıyor. Bayraktarlar da bu ekipte.

Üçüncü grup ise profesyonel olarak ordu mensubu veya akademisyen olup AKP döneminde silah sanayisine teknik bilgileri sebebiyle destek verip yükseliyor. Grubun tamamının ise ortak kesişim kümesi muğlak bir milliyetçilik ve mukaddesatçılık ile yoğrulmuş teknokrat bir yaklaşım. Elbette sermaye dostu ve emperyalist ülkelerle mükemmel uyumlu.

Bu yeni kan arayışının sebebi ne?

TUSAŞ başta olmak üzere Aselsan, Roketsan, STM gibi kurumlar karlılık olarak küresel ölçekte sürekli yukarı sıralarda yer alan şirketler arasında. Emperyalizmin krizi sonucu kendi bölgesinde bir bölgesel varlık kurmak isteyen Türkiye sermayesi bu alanda kendi ölçeğinde çeşitli şirketler rekabet halinde. TUSAŞ özelinde bakıldığında bu rakip Korean Aerospace Industries (KAI) olarak beliriyor. Güney Kore’de 1999 yılında Daewoo-Hyundai-Samsung ortaklığı olarak kurulan firma TUSAŞ’ın çok benzeri imalat kabiliyetine ve pazar payına sahip. Ancak yaklaşık 15 bin personelle 2.3 milyar dolar gelir kazanan TUSAŞ’ın aksine KAI 3 bin 500 personelle 2.5 milyar dolar seviyelerine çıkıyor.

Pandemi günlerinde işçileri ölümleri pahasına çalıştıran, kamu kurumunun deneyimli teknik personelini tasfiye etmekten çekinmeyen, kurumu bağlı bulunduğu tarikatın arpalığına dönüştüren Kotil anlaşılan silah patronlarını yeterince tatmin edememiş. Yerine gelen en teknokrat, en müslüman, en emperyalizm yanlısı, en patronsever idarecinin de ilk yapmaya kalkacağı icraatının ne olacağı belli. Dolayısıyla yeni genel müdürün işçi haklarına saldıracağı, maaşlara gider gözüyle bakıp sömürüyü şiddetlendirecek adımlar atmaya kalkacağı sürpriz olmayacak. Pekiyi ne zamana kadar?

 (soL)


soL KÖŞEBAŞI -26 Haziran 2024-

 

Sınıf mücadelesinin muharebe alanlarından biri: Vergileme -Fatih Yaşlı-

"Vergileme de sınıf mücadelesine dâhildir ve emekçiler mücadele etmedikçe 'halk ağır vergilerin altında eziliyordu' cümlesinin devamı gelmeyecektir."

Marx, “Fransa’da Sınıf Savaşları” adlı çalışmasında “köylü şeytanı resmetse onu vergi tahsildarı kılığında resmeder” der. Sahiden de kapitalizm öncesi/feodal toplumlarda vergi, ekonomik artığa el koymanın, yani sömürünün temel biçimlerinden biriydi; bu nedenle de tahsildar köylünün en büyük kâbuslarından birini oluşturuyordu. 

Henüz o zamanlar para ekonomisi gelişmediği için vergi nakdi değil ayni ödenmek durumundaydı; yani köylünün ürettiği ürünün, buğdayın, nohudun, mercimeğin vs. belirli bir kısmına doğrudan ve zor aracılığıyla el konulmaktaydı. Bu zorla el koyma nedeniyle tahsildara feodal devletin zor aygıtı da yani askerler de eşlik etmekteydi 

Kapitalizm feodalizmin yerini aldığında hem sömürünün hem de vergilemenin mahiyeti değişti. Kapitalizmde emeğin ürününe, yani ekonomik artığa zor aracılığıyla değil ekonomi içi mekanizmalarla el konuluyordu. Yani işçi emek gücünü satıyor ve bunun karşılığında bir ücret alıyordu; kendisine verilen ücret kapitalizmin doğası gereği asla yarattığı artı-değerden büyük olamıyordu ve sömürü de buradan kaynaklanıyordu. 

Vergilemede ise elbette ki para ekonomisinin gelişimiyle birlikte her şeyden önce ayni ödemelerin yerini nakdi ödemeler aldı, yani vergiler parayla ödenmeye başlandı. İlk baştaki tüketim vergilerine ise zamanla gelir, servet ve kazanç üzerinden alınan vergiler eklenecekti. Kapitalist toplumlar burada sınıf mücadelesinden kaynaklı karmaşık bir süreç yaşadılar. 

Yönetici sınıflar bir yandan vergilemeyi mistifize ederek yaygınlaştırıyorlar, yani tüketim maddelerinin fiyatlarına ekliyorlar, bordroda kesiyorlar, beyanname ile tahsil ediyorlar ve adeta doğallaştırıyorlardı. Öte yandan işçi hareketinin, sendikal mücadelenin ve sosyalist solun güçlenmesiyle birlikte devlet vergi yükünün belli bir bölümünü sermaye sınıfına yüklemeye mecbur kaldı. 

2. Dünya Savaşı sonrasında “sosyal devlet” ortaya çıktığında, vergileme sadece kamu harcamalarının finansmanı için kullanılan bir araç olmanın ötesine geçip “sosyal adalet” kavramıyla birlikte anılmaya başladı. Ancak 70’lerin ortalarından itibaren kapitalizm yeni bir kriz yaşamaya başlayınca devreye neoliberalizm sokuldu ve devletin küçültülmesi, sosyal devletin gereksizliği, sermayeden az vergi alınarak onun daha çok istihdam yaratmaya ve üretmeye teşvik edilmesi gibi söylemler egemen hale geldi. 

İşte o zamandan bu zamana sermayenin üzerindeki vergi yükünün hafifletilip halk üzerindeki yükün artırılmasının bazı ülkelerde hızlı, bazı ülkelerde yavaş ilerlemekle birlikte bir kaide haline geldiğini biliyoruz. Hızı ve yavaşlığı ise sınıflar arası güç ilişkileri ve mücadeleler belirliyor; işçi sınıfının her şeye rağmen örgütlü olduğu ülkelerde daha yavaş, örgütsüz olduğu ülkelerde ise daha hızlı…

Türkiye’de de aynı sürecin 12 Eylül’den beri devam ettiğini görüyoruz. Bir sermaye darbesi olarak 12 Eylül emek hareketinin ve solun üzerinden silindir gibi geçmekle yetinmedi, bütün düzenlemelerini de emek aleyhine/sermaye lehine yaptı ve vergileme de bunun dışında değildi.

12 Eylül’den bugüne Türkiye’de dolaylı vergi/dolaysız vergi oranlarında çubuk radikal bir şekilde ilkine doğru büküldü. Yani toplanan vergilerin yüzde 65’i tüketim üzerinden alınırken, sadece yüzde 35’lik dilim gelirden, servetten, kazançtan alınır oldu. 

Ama bu da yetmedi ve gelinen noktada gelirden, servetten, kazançtan alınan gelir vergisinin yüzde 92’si kaynakta tahsil edildiği ve bunun yüzde 62.3’ünün ise ücretli çalışanlardan alındığı bir tablo ortaya çıktı. Yani dolaysız vergilerin de çoğunu yine emekçi halktan tahsil eden bir düzen yerleşti. 

Peki ya kurumlar vergisi? İstisnalar, teşvikler, indirimler, uzlaşmalar, silinen borçlar ve aflar derken kazanılan paralara ve elde edilen kârlara kıyasla ortada gerçek anlamda bir vergi tahsilatı olduğunu, yani sermayenin vergi ödediğini söylemek mümkün değil. 

Holdingler, irili ufaklı şirketler, bankalar, bunların hepsinin çeşitli yöntemlerle vergiden kaçındığını, borsa, faiz, devlet tahvili kazançlarından da gerçek anlamda vergi tahsil edilmediğini biliyoruz, “Türkiye’den para kazanan neredeyse hiç kimse vergi ödemiyor, vergiyi sadece emekçiler ödüyor” dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız bu yüzden.   

Tüm bunların nedeni ise sermaye sınıfının tepeden yürüttüğü saldırıya alttan yanıt verecek güçlü bir işçi sınıfının ve emek hareketinin yokluğu elbette. Sınıfın ve sosyalist solun zayıflığında, sermaye vergi alanında da istediğini aldı, vergi ödemez hale geldi. 

Şimdilerde vergi meselesi kamuoyunda daha yoğun bir şekilde tartışılıyor; çünkü Şimşek programının uzantısı olarak yeni bir vergi paketinin önümüzdeki günlerde açıklanacağı ve yürürlüğe gireceği biliniyor. 

Defalarca yazdık ama tekrar edelim; Şimşek programının özü Türkiye’nin sermaye düzeninin çıkarları adına halkın bilinçli bir şekilde yoksullaştırılmasıdır; sermayenin daha da semirmesi için emekçilerin kemerlerinin sıkılması da artık yetmemekte, boğazlarının sıkılması gerekmektedir. 

Bu nedenle de Şimşek programının uzantısı bir “vergi reformu”nun halkın lehine, sermayenin aleyhine olması mümkün değildir; bilakis bu “reform” dolaylı vergilerle dolaysız vergiler arasındaki orantısızlığa hiçbir şekilde müdahale etmeyecek, halkın sırtındaki vergi yükünü daha da artıracak, sermayenin silinen vergi borçlarını, istisnaları, teşvikleri, muafiyetleri gündemine almayacaktır.

Dolayısıyla Türkiye’de vergilemenin temel mantığı olan “halkın cebinden alınanın sermayenin cebine konulması” değişmeyecek, halktan vergi olarak toplanan paralar, sermayeden bilinçli bir şekilde vergi almak yerine borç alındığı için, alınan borçların faizine gidecektir. Halka ise bir kez daha dönülüp “bakın bütçede para yok, olsa vermez miyiz” denilecektir.

Burada Türkiye’nin sermaye düzeni açısından bir anormallik yok, düzenin normali bu. Anormal olan ise Şimşek programının bu kadar rahat bir siyasi atmosferde, yaprak kıpırdamaksızın yoluna devam etmesi. 

CHP’nin Şimşek programına topyekûn bir karşı çıkışı siyasetinin merkezine koymaması, hatta ona bir süreliğine kredi açması, emek hareketinin zayıflığı, sosyalist solun etkisizliği, toplumun sindirilmişliği… Birçok nedeni arka arkaya sıralayabiliriz ama böylesi bir kemer sıkma programının ancak darbe dönemlerinde görülebilecek bir rahatlıkla uygulanabiliyor oluşunun anormalliği üzerine düşünmek gerekiyor. 

Kuşkusuz sosyalistler, devrimciler kapitalizmin rehabilitasyonuna, kapitalizmde eşitliğin ya da adaletin mümkün olduğuna inanmaz ve bunun için mücadele etmezler, onlar açısından esas mesele düzenin değiştirilmesi, kapitalizmin ilga edilmesidir. Ancak asgari ücretten vergilemeye, sendikal haklardan düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne uzanan bir genişlikte, sınıf mücadelesi kendisini gündelik mücadele biçimlerinin içerisinde var eder, sınıf da buradan örgütlenir. 

Emekçilerin üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, sermayenin vergi yükünün artırılması, servet vergisinin bir tartışma başlığı haline getirilmesi, lüks ithalatın vergilendirilmesi talebi, temel gıda ürünlerinden KDV alınmaması, patronların silinen borçları, özelleştirilen kamuya ait şirketlerin eskisi kadar vergi ödememesi, tüketim üzerinden alınan vergilerin adaletsizliği… Tüm bu başlıklarla birlikte vergilemenin bizzat bir sömürü biçimi olduğunun halka anlatılması ve mevcut anormalliğe karşı mücadele edilmesi, bugün devrimcilere, sosyalistlere düşen en önemli görevlerden biridir. 

Vergileme sınıflar arası güç ilişkilerinin somutlaştığı ve sınıf savaşının gerçekleştiği alanlardan biriyse emekçiler, devrimciler, sosyalistler bu alanı boş bırakamazlar. Velhasıl vergileme de sınıf mücadelesine dâhildir ve emekçiler mücadele etmedikçe “halk ağır vergilerin altında eziliyordu” cümlesinin devamı gelmeyecektir. 

                                                        /././

Paravan şirketin mobbing, taciz ve tehditleri devam ediyor: Hedeflerinde depremzede kadınlar var -Özkan Öztaş-

Daha önce "paravan şirket" olarak bilinen grup, şimdi "Dora Group" adı altında aynı yöntemlerle insanları dolandırmaya devam ediyor. Sorunun mağdurları depremzedeler yaşadıklarını soL'a anlattı.

Daha önce soL'da yayımlanan haberimizde, paravan şirket kurarak çalışanlarına mobbing, taciz, tehdit ve şantaj uygulayan bir dolandırıcılık hikayesine dikkat çekmiştik. Olayların merkezinde olan kişiler, bu sefer şirketin adını Dora Group olarak değiştirip benzer yöntemlerle faaliyetlerine devam ediyorlar.

Ankara'da AAS Endüstriyel ve Hayvancılık ismiyle temizlik ürünleri satan kişiler şirketin adını değiştirerek aynı yöntemle insanları kandırmaya devam ediyor. soL'a ulaşan mağdurlar şirket olduklarını öne sürerek işe aldıkları çalışanlara mobbing, taciz, tehdit ve şantaj yapan firmanın aynı yöntemle devam ettiklerini belirtti.

Kendisini firma yetkilisi olarak tanıtan A.U. ve kardeşi S.U. staj adı altında kısa süreli işlerde işe aldığı kadınlara temizlik ürünü sattırırken neredeyse kimse ilk ayını doldurmadan işten ayrıldığı için de maaşlarını vermeden eleman çalıştırıyor. Aynı zamanda işten çıkan kişilere "Sözleşmeye uymadan işten çıkıyorsunuz en az 3 asgari ücret ceza ödersiniz" diyerek tehdit eden firmada uzun süreli çalışana neredeyse rastlanmadığı dikkat çekiyor. 

'Esnaflar uyardı: Kaçın kızım kurtarın kendinizi'

Konuya dair soL'a konuşan firmanın eski çalışanlarından biri "Daha önce çeşitli sanayilere götürülüyor ve temizlik ürünleri satıyorduk. Orada bizi gören bir esnaf 'Yine aynı ürünler mi? Kızım buraya her ay başka bir genç geliyor. Kullanıyorlar sizi. Kaçın kurtarın kendinizi. Eğer memleketiniz uzaksa biletinizi ben alayım. Ben burada 4 hafta üst üste çalışanı görmedim' dedi. O zaman anladık biz de nasıl bir şeyin içine düştüğümüzü. Firmanın adını falan ararken soL'daki haberi gördük. Size ulaştık. Aynı isimdeki adamlar firmalarının adını değiştirerek yine aynı yöntemle insanları sömürüyor adeta. İşe alıyorlar ama para falan verdikleri yok. Eğitim adı altında satış yaptırıyorlar. İyi satış yapan da eğitimini tamamlar diyorlar" diye anlatıyor yaşadığı sorunu.

'Hedeflerinde acil iş arayan özellikle de depremzede kadınlar var'

Çalışanların önemli bir çoğunluğunu şehir dışından geldiğini ve bir kısmının da depremzede olduğunu ifade eden çalışanlar, insanların zor durumlarından ve acil iş arayışlarından istifade edildiğini belirtiyor. 

Özellikle genç kadınların hedef alınarak işe alındığı Dora Group'ta, bu kişilere yönelik özel sorular, kişisel hayatlarıyla ilgili bilgiler alındığı ifade ediliyor. Taciz iddialarının olduğu çalışma ortamında çalışanların ifadelerine göre, şirket yöneticileri genç kadınları işe alıyor ve sorunlara karşı çıkanlar ise işten çıkartılmakla tehdit ediliyor.

Birçok mağdur, işten ayrılmak istediklerinde karşılaştıkları para cezası tehdidi ve mobbing nedeniyle büyük bir baskı altında çalışmak zorunda kaldıklarını ifade ediyor. İsmini vermek istemeyen bir mağdur, "Bu şirkette çalışmak zorunda kaldım çünkü iş bulmam gerekiyordu. Ama burada yaşadıklarım psikolojik ve fiziksel olarak beni çok yıprattı. İşten ayrılmak istediğimde ise bana yüksek bir para cezası ödemem gerektiği söylendi. Bu kadar parayı nasıl ödeyebilirim?" şeklinde konuştu.

'Bizim adımızı kullanıyorlar, baş edemedik bir türlü'

Ortada bir Dora Group diye iş ilanı ve mekan var. Ancak bunun ismi geçen şirketle alakası yok pek tabii.

Firma bu yöntemi kullanarak iş ilanı veriyor. İnternetten arayanlar da Dora Group adında İstanbul ve İzmir'de kimi şirketlerin profilini görüyor. Bu sayede güvenilir ve kurumsal bir firma görüntüsü çiziyorlar. Aradıklarında da "Firmamızın merkezi İstanbul burada şube açıyoruz" deniyor.

Yaşanan olayların ardından Dora Group adındaki İstanbul'daki firmayı arayan bir çalışan "Arayınca 'Yine mi onlar. Daha önce şikayet ettik. Hatta polis baskını dahi yapıldı binaya. Ama hala bu isimle eleman alıyorlar. Bizimle alakaları falan da yok. Kurtarın kendinizi'  dediler bize. O zaman anladık bir kurgunun içinde olduğumuzu" diye anlatıyor yaşadıkları sorunu.

Şirket işe aldığı genç kadınları "eğitim" sürecinden geçiriyor. Ancak sorun şu ki bu "eğitim" hiç bitmiyor. Zira firma yetkilileri "Siz iyi satış yapana kadar eğitim anlaşılmamıştır" diyor. Süre zarfında satılan ürünlerin paraları patronun kasasına giderken, birkaç haftalık ücretlerini alamadan çalışan işçiler de gördükleri ortamdan sonra işten ayrılıyor. Firma bu sayede sürekli yeni kişileri işe alarak maaş ödemeden sadece harçlık vererek çalışacak kişiler edinmiş oluyor.

Şirketin eski çalışanı: 'Hala aynı yöntemle devam ediyorlar aklım almıyor' 

soL'un ulaştığı firmanın eski çalışanlarından biri de şirkete dava açtıklarını ancak ortada somut bir delil olmadığı için de davaya takipsizlik kararı verildiğini ifade etti. Mevcut çalışanlar ise şunları anlatıyor:

"Vekalet ücretleri ve dava masrafları çok fazla. Üstelik kendimizi korumak için geri adım atıyoruz. Yoksa başımıza daha birçok şey gelir. Bir ev var Ankara Yenimahalle'de. Bu ev şirketin eğitim eviymiş. Oraya giden bir kadın enfeksiyon kaptı. O kadar pis bir yer yani. Ama evin içindeki dolaplarda şirketin sahibi A.U.'nun kıyafetleri yer alıyor. Sonra da diyorlar ki burada kalabilirsiniz. Bizim mağduriyetimizden yararlanıyorlar. İşe gelenlerin çoğu 6 Şubat Depreminin vurduğu kentlerden. Kimisi depremzede kimisi depremden etkilenmiş. İş arayan çaresiz insanları ağlarına düşürüyorlar. Ama ne yazık ki hukuk birilerinin başına bir şey gelince adım atacak gibi. Çok basit. Aslında şirketin giriş çıkışlarına bakılsa yetkililerin 'İyi de kardeşim sizin neden hiç iki ay üst üste çalışanınız yok' diye sorması gerekir. Hukuk da sorgu da bir yana. En azından firmaya iş başvurusu yapanları uyarmak istedik. Sesimizi duyurun istedik."

Yaşanan sorundan dolayı KOD 46 ve 48 ile işten atıldıklarını ifade eden çalışanlar bu nedenle başka iş başvurularında da geçmişteki bu sorundan mağdur olacaklarını belirtiyor. "Bizi burada 'devamsızlık' nedeniyle işten çıkarmışlar. Ama öyle bir şey yok. Şimdi yeni iş başvurularında sorunlarla karşı karşıya kalacağız" diyen işçiler, önceki adı AAS Endüstriyel ve Hayvancılık olan şimdi ise Dora Group ile devam eden firmanın çalışanlarına aynı sorunları yaşatmaya devam ettiğini ifade ediyor. (https://haber.sol.org.tr/haber/mobbing-taciz-tehdit-ve-santaj-hikayesi-paravan-sirket-kurup-calisanlari-dolandirdilar-384441)

                                                            /././

Einstein’vari bir CHP’li: Tuncay Özkan -Yiğit Günay-

Tuncay Özkan çok mühim fikirlerinden para kazanmakta ısrarcıysa bize açsın davayı, bu yazının telifine ortak olmak istesin. Biz de fikirlerinin beş para etmez olduğunu kanıtlayalım.

Köşe yazımı bir gün geciktirdim.

Sevgili Gamze Yücesan Özdemir’in Pazartesi günü yayımlanan “Yeniden Pravda mı? Elbette!” yazısında açtığı tartışmayı gündeme getirmeyi planlıyordum. 

Gamze Hocamız, nasıl bir yayın ve yayıncılığa ihtiyaç olduğu konusunu tartışıyor yazısında. Ben de meselenin önemli bir boyutuna, dijital dönemde, medya ekonomipolitiğinin dönüşümüne değinecektim.

Hep “dijitalleşme haberciliği özgürleştirecek” denildi, oysa etkisi tam tersi oldu, gazetecilik bir çöküş dönemine girdi. Gelir modeli çöktü, kalitesizlik her yanı sardı…

Yazıyı bir gün geciktirdim, çünkü dün TBMM’nin Dijital Mecralar Komisyonu toplanıyordu, Google yetkilileri ağırlanacaktı, tam da Google’ın yayıncılara telif ödeyip ödemeyeceği konuşulacaktı, o toplantıyı takip etmek istedim.

Ve fakat, toplantıyı takip edince, planladığım yazıyı ertelemek durumunda kaldım.

Çünkü, Tuncay Özkan’ın komisyonda söyledikleri karşısında bir süre ekrana bakakaldım.

Önce doğru mu okuyorum dedim, anlamaya çalıştım. Anladıkça şaşkınlığım, ardından öfkem büyüdü.

Nasıl bir gaflet karşısında olduğumuzu idrak edince, ve kimsenin de gündeme getirmeyeceğini hissedince, Özkan’ı yazmaya karar verdim.

Toplantının bağlamı şu: Google, çeşitli ülkelerde, gelirinin bir kısmını yayıncılarla paylaşmayı kabul etti. Konu TBMM’nin de gündeminde. Zaten komisyon üyeleri, bu açıdan büyük oranda ağız birliği içerisinde, Google’ın sorumluluklarını yerine getirmesinin koşullarını anlamaya ve oluşturmaya çalıştı toplantıda. Birden fazla vekil, bağımsız medyanın nasıl güçlenebileceği sorusunu ele aldı, yanıt aradı. Yaklaşımlarında doğrular da var yanlışlar da, ama toplantı, vekillerin kamu temsilcileri olarak büyük oranda örtüştükleri ve bazı açılardan ağız birliği etmekte haklı oldukları nadir örneklerden birine tanıklık etti.

Toplantının içeriğine girmeyelim, Google’ın hemen her şeyi geçiştirdiğini söylemek yeterli. Gerisini, bir başka yazıda irdeleriz.

Komisyon üyeleri medyanın uluslararası tekelden nasıl telif alabileceğini sorgularken, toplantının sonlarına doğru, Tuncay Özkan söz alıyor.

Noktasına, virgülüne dokunmadan aktarıyorum: “Şimdi, Milletvekili değilim, beni Milletvekili olarak düşünmeyin; kendi adım üzerinden örnek vereceğim: YouTube'a çıktım, beni X televizyon kanalı çıkarttı, oradaki konuşmalarım nedeniyle X televizyon kanalının YouTube yayınında da yer aldım. Ben bu içeriği aldım, getirdim, sayfama koydum, X televizyon kanalı ‘Telifi benimdir, onu yayınlayamazsın’ diyor, YouTube onu dinliyor, Google aramalarında da o benden daha yukarıda olduğu için ben kendi ürettiğim fikre ulaşmakta telif sorunuyla karşı karşıya kalıyorum; bugün yaşadığımız şey bu. Benim hakkımı nasıl koruyacaksınız?”

Benim gibi ilk okuduğunda emin olamayanlar için söyleyeyim: Tuncay Özkan, diyelim TRT’de bir programa konuk oluyor, kendisine sorulan soruları yanıtlıyor. Sunuculuk veya düzenli yorumculuktan bahsetmiyor—zaten o durumda kanalla arasında sözleşme olur. Konuk olmaktan bahsediyor. İstiyor ki, konuk olduğu programın telifi kendisine ait olsun. Bunu da “hazır yakalamışken” Google yetkililerine soruyor, “Ben niye paylaşamıyorum TRT’nin o programını, çözün benim bu meselemi” diyor.

İnanılır gibi değil. Bu kişi on yıllarca sektörde çalıştı, üstüne yine on yıllarca medya patronluğu yaptı… İşin en basit kuralını bilmiyor. Kanalın fikir olarak yarattığı, stüdyo ve haber merkezi çalışanlarıyla var ettiği, teknik olanaklarıyla çektiği ve sahip olduğu mecrada yayınladığı programın telifinin kanala ait olmaması gerektiğini savunuyor. Gazeteciler, soru sordukları kişilere para versinler diyor, gazeteciliğin temeline dinamiti koyup patlatmak istiyor.

Düzelteyim, bilmiyor olması imkansız. Kendi kanal sahibi oldu sırada bir konuk “Eeee Tuncay Bey, çağırdınız konuştum o kadar, o kaydın telifi benim” dese çıngar çıkarmaz mıydı? Elbette biliyor, yine de yapıyor. 

Bugün, öyle işine geliyor. Tamamen şahsi çıkarlarını düşünüyor, kendi teknesini yürütmenin derdine düşüyor.

Google tartışmanın bağlamını tekrar hatırlatayım: Kendi kaynaklarıyla gazetecilik yapan mecraların içerikleri sürekli kopyalanıyor, çünkü bunlardan reklam geliri sağlanıyor. Bunu da engellemenin yolları aranıyor.

Ve Tuncay Özkan, tam olarak o hırsızlığı yapma hakkını savunup, bir de Google’dan yardım istiyor.

Çünkü, kendini çok önemsiyor. Büyük kurtarıcı, sürüyü güden çoban sanıyor. Megalomani, gözlerini kör ediyor.

Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? Yine toplantı tutanaklarından, Özkan’ın sözlerinin devamını aktarıyorum: “Ben Einstein olsam, yayına çıksam, e=mc2 desem, Einstein olarak Türkiye'de o içerikle ilgili telif hakkım yok. Böyle bir şey olabilir mi? Ben bunu mahkemeler kanalıyla arayacağım, yani kendi ürettiğim düşüncenin telifiyle ilgili olarak demek ki bir politikanız yok.”

Özkan “kendi ürettiği”, kütle-enerji eşdeğerliği kadar mühim, özgün, evrensel fikirlerinden para kazanmak istiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin, hatta bütün ülkelerin yasalarından bihaber, Google yönetimini yakalamışken, “çözün benim bu meselemi” istiyor.

Bakın, Tuncay Özkan’ı birileri yıllarca “büyük gazeteci” diye pazarladı. CHP yıllarca milletvekili yaptı, genel başkan yardımcısı yaptı, partinin medya işlerini aldı bu kişinin ellerine bıraktı.

Hiç “değişim” demesinler, “Tuncay Özkan eskide kaldı” demesinler. Hepsi Özkan’la yıllarca birlikte aynı kurullardaydı, aynı partideydi, hala öyleler. CHP aynı CHP.

Sorun Tuncay Özkan değil.

Halkı temsil etsin diye patronu oraya koyarsan böyle yapar. Şahsi çıkarlarını düşünür, kendi teknesini yürütmenin derdine düşer.

O yüzden, eğer Tuncay Özkan komisyonda söylediklerinin, Einstein’vari mühim fikirler olduğunu düşünüp kendi kendine böbürleniyorsa, kötü haber: Yalnız değil. Özgün, hiç değil.

Yok inanmaz, fikirlerinin çok mühim olduğunda ısrar eder, bir de komisyonda dediği gibi hakkını “mahkemeler kanalıyla aramaya” karar verirse…

Bu yazıda kendisinin ürettiği fikirlere epey yer verdik, bize açsın davayı, yazının telifine ortak olmak istesin.

Biz de fikirlerinin beş para etmez olduğunu kanıtlayalım.

(soL)