Savaş politikaları ve büyüyen tehdit! -A.Cihan Soylu-
İsrail, Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye’yi, İran cumhurbaşkanının “yemin töreni”ne katılmak için gittiği Tahran’da öldürdü. İsrail, Lübnan’ın Başkenti Beyrut’u bombaladı. İsrail’in Filistin’in Han-Yunus bölgesine yaptığı saldırıda öldürdükleriyle birlikte katledilen Filistinlilerin sayısı 40 bini aştı. İsrail, Türkiye’yi Irak’ın durumuna düşürmekle tehdit etti. İsrail Başbakanı Netanyahu, Amerikan Kongresinde ayakta alkışlandı. ABD’nin başkanlık adayları sırasıyla Netanyahu ile görüşerek ‘Yahudi lobisi’nin desteğini almak için yarıştılar. ABD ve İngiltere, Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın çok sayıdaki ülkesinin yönetimleri, İsrail ve Ukrayna’ya desteği sürdürüyorlar. Zelensky’i ABD, AB ve NATO toplantılarının palyaçosu yapan bu ülkelerin yöneticileri, Rusya’yı savaş aracıyla emperyalist rekabet alanında güçten düşürme politikasında ısrarlılar. Toplamında yüz milyarlarca dolarlık savaş harcamaları yapılıyor ve on binlerce insanın öldürülmesinin, yüz binlercesinin yaralanmasının yanı sıra kentler, yerleşim alanları yakılıp yıkılıyor.
Bunlar ve onlarcası sıralanabilecek benzeri haber başlıklarıyla savaş politikalarındaki yoğunlaşma üzerine yorumlar, bölgemizde daha yaygın ve yıkıcı güç ve etkisi daha büyük savaş(lar)ın uzak geleceğin sorunu olarak görülmemesi gerektiğini gösteriyor. Netanyahu’nun ABD’den dönüşü sonrasında Haniye’nin hem de Tahran’da öldürülmesini, İsrail’in, savaşı yayma politikasıyla bağlı görmek için komploculuk gerekmiyor. Beyrut’un bombalanması ve Lübnan’ın savaş sahasına dahil edilmesi için başvurulan provokasyonlar, Suriye’deki bazı askeri bölgelere İran ile bağlantılı olduğu iddiasıyla sık sık yapılan saldırılar, İsrail’in, arkasına ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin gücünü alarak sürdürdüğü yayılmacı politikasının ve Amerikan emperyalizminin ön saldırı gücü olarak üstlendiği rolün ürünüdür. Siyonist yönetim savaş makinesi olarak çalışmaktadır ve bölge ülkeleri arasındaki ilişkileri gerginleştirici politika izlemekten geri durmamaktadır. Ortadoğu’nun uluslararası alanda başlıca gerginlik, çatışma ve savaş alanlarından biri olmaya devam etmesinde, emperyalistler arası rekabet ve paylaşım kavgaları denli siyonizmin yayılmacı-savaşçı politikalarının da payı vardır.
Savaş politikalarındaki yoğunlaşma ve Ortadoğu başta olmak üzere Afganistan’dan Libya’ya, Suriye’den Yemen ve Somali’ye geniş bölgelerin çatışma sahası olmaya devam etmesinde, ABD emperyalizmi, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye politikalarıyla özel bir rol oynadı. Buna Rusya’nın Ukrayna’da giriştiği saldırı ve süren savaş eklendi. Nükleer silah kullanma tehditleriyle birlikte kitlesel imha silahlarına yapılan büyük yatırımlarla savaş tehditi giderek artıyor. Bizim ülkemizde de burjuva devlet iktidarı, bir yandan bütçe kaynaklarının yetersizliği gerekçesiyle halk kitlelerine açlık ve yaksulluk koşullarını dayatırken, diğer yandan aralarında silah, enerji ve teknoloji alanında yoğunlaşan şirketlerin de olduğu tekellere vergi affı-teşvik vb. adlar altında milyarlar aktarmakta; Kürt sorunu gerekçeli militarist ve yayılmacı politikalarda yoğunlaşmayı sürdürmektedir. Bir taraftan ülke kaynakları; kıyılar, koylar, limanlar, madenler, ormanlık alanlar uluslararası sermaye ve tekellerle birlikte yağmalanırken, diğer taraftan halkın “ümiği sıkılarak” savaş malzemesine yatırım ve harcama, büyük meblağlarla sürdürülmektedir.
Uluslararası alanda, bölgede ve ülkede yaşanan bu gelişmelerden, halihazırda ve olası daha yıkıcı savaşlar durumunda en büyük zararı her bir ülkenin ve genel olarak da tüm ülkelerin halklarına vermektedir ve verecektir. Yaşam koşulları daha da kötüleşmekte, kitlesel kıyımlar, yaralanmalar ve sakat kalmalarla birlikte maddi ve manevi yıkıcı etkiler mevcut ve sonraki kuşakları da kapsamak üzere uzun yıllar devam etmektedir. Afganistan, Irak, Suriye, Ukrayna, Libya örneklerinde görüldüğü üzere milyonlarca insan yaşam alanlarından kopmakta, sığınmacı-mülteci yığınağı, farklı ulusal kökenlerden insanları birbirleriyle karşıt konumlara itmekte; benzer sorunlar yaşamalarına rağmen, sermaye politikaları ve politikacılarının entrikaları sonucu birbirleriyle kardeşleşmek yerine, çatışmalara sürüklenebilmektedirler.
İşçi sınıfı başta olmak üzere sömürülen ve ezilen halk kitleleri, tüm bu yıkıcı-tahrip edici gelişme ve etkilere karşı itirazları yükseltmezlerse, emperyalistlerle iş birlikçilerinin bölgemizi ve dünyayı kana boğacak politikalarda yoğunlaşmalarına karşı mücadeleyi genişletmez, bölge ve uluslararası alanda yaygınlaştırmazlarsa, sürdürülen işgal ve savaşların son bulması ve savaş politikalarına yatırılan yüz milyarların halk yararına kullanımı için güç birliğiyle direnmezlerse, daha büyük yıkımlarla yüz yüze gelmek kaçınılmazlaşır. Tehdit giderek büyümektedir. Halklar bekleyerek tehditleri savuşturamazlar.
/././
İktidar sermayeyi vergiden korumaya devam edecek, emek cephesi şimdi ne yapacak? -İhsan Çaralan-
Toplumu çok ilgilendiren bir konuda beklenin çok gerisinde sonuç alındığında “Dağ fare doğurdu” denir.
Uzunca bir zamandan beri sendikalar, adil bir vergi sisteminin toplumsal önemini fark eden akademisyenler, iktisatçılar, emekten yana siyasi partiler başta olmak üzere muhalefet partileri…taleplerinin içerikleri farklı olsa bile “adil bir vergi düzeni” talep ediyorlardı. Çünkü devletten adrese teslim ve devlet garantili milyar dolarlık ihaleler alan büyük firmalar başta olmak üzere yerli ve yabancı menşeli büyük sermaye işlemleri artık saklanamaz hale gelecek kadar büyük “teşvikler”, “istisnalar” …adı altında uygulamalarla “vergi iadesi” alıp hiç vergi ödemezken emeği ile geçinen on milyonlarca emekçi, bizzat iktidar tarafından enflasyon da kullanılarak doğrudan ve dolaylı vergi olarak daha çok vergi öder hale getirilmişlerdi. Öyle ki AKP iktidarı, dünyanın her ülkesinde vergi adaletinin ana sloganı olan “az kazanandan az, çok kazanandan çok” vergi alınması olarak ifade edilen sloganı tersine çevirip “az kazanandan çok, çok kazanandan az” vergi alınmasının da ötesine geçerek “az kazanandan çok, çok kazandan hiç” vergi alınır biçimine dönüştürmüştür.
Enflasyonu işçi sınıfı ve emekçilerden sermayeye servet aktarımı kaldıracı olarak kullanan tek adam rejimi, tepkilerin hayli arttığı bir ortamda, enflasyonu tek haneye indirme iddiasını merkezine koyan Erdoğan-Şimşek programı bu tepkileri yatıştırmak için ilk yapacakları işin “Vergide adaleti sağlamak” olduğu iddiasını öne çıkarmıştı.
Ancak TBMM’den geçirilen ve vergi adaletini sağlamanın önemli bir adımı olduğu iddia edilen yasayla açıkça gördük ki bu düzenlemelerle emekçilerin vergi yükünü azaltacak hiçbir önlem alınmazken sermaye için ise sermayeyi vergilendirildiği iddia edilen tek maddede, yüzde 25 olan kurumlar vergisinin, yerli şirketler için asgari yüzde 10, çok uluslu şirketler için ise asgari yüzde 15 olarak belirlenmesi oldu. Tabii bu “asgari yüzdeler” yeni “istisna” ve “teşvikler”le sıfırlanmazsa!
Bu yüzden de böyle beklenenden kötü sonuçlar veren durumlar için söylenen durumlar için söylenen “Dağ fare doğurdu” ifadesi bile yetersiz kaldı. Çünkü dağ fare bile doğurmamıştı!
ŞİMDİ ZAMANI DEĞİLSE NE ZAMAN?
İktidarın ağır geçim sıkıntısı içinde olan ve bunun önemli bir bölümünün de adaletsiz vergi düzeni olduğunu bilen işçileri, emekçileri ikna etmesi zor görünüyor. Ama ortaya çıkan bu hoşnutsuzluğun yığınların eylemli bir tepkisine dönüşmesi için hoşnutsuz olmak, öfke ifade eden konuşmalar yapmak, basın açıklamalarında dokunaklı çağrılar yapmak, tepkiler göstermek yetmez, yetmiyor.
Bu yüzden de 9 Temmuz günü Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in genel başkanları, üç işçi sendikası konfederasyonunun en üst yöneticileri olarak olup bitenden, bu olup biteninin önemli bir yanının nedeni de olan vergi düzeni için taleplerini dile getirdiler.
Gerek üç konfederasyon başkanının bir araya gelmesi gerekse alt alta sıraladıkları talepler geniş emekçi çevrelerinde son derece olumlu da karşılandı.
Bu açıklamadan sonra gazetecilerin sorularını yanıtlayan Türk-İş’in Genel Başkanı Ergün Atalay’a gazeteciler önemli bir soru sordu: “Eğer iktidar bu taleplerinizi yerine getirmezse ne yapacaksınız?”
Atalay bu soruya; “Onu o zaman değerlendireceğiz” mealinde kaçamak bir yanıt verdi.
Şimdi yasanın Meclisten geçip konfederasyon başkanlarının öne sürdüğü taleplerden hiçbirinin yasada yer almaması, tam tersine gerek enflasyonun gerekse vergi sisteminin emekçilere yıkılmasında yeni adımların da atılmasının yolunu açacak bir anlayışı temsil ettiği açıkça ortaya çıktığına göre üç konfederasyon başkanının şimdi yeniden bir araya gelip, “Madem bizim taleplerimizi yok saydılar, şimdi ne yapacağız?” sorusuna yanıt vermeleri gerekmez mi?
Öyle ya; sendikal konfederasyonların yöneticileri bu soruya şimdi değilse ne zaman yanıt vereceklerdir?
ŞİMDİ EN GENİŞ EMEKÇİ KESİMLERİ BİRLEŞTİRME ZAMANI
Çünkü geçim sıkıntısı eksenli hoşnutsuzluğun bu ölçüde yaygınlaşıp iktidarın da bu büyük soruna bu kadar umursamaz davranması ve sermayeye daha çok servet aktararak çözme tutumunu böyle öne çıkarması karışışında yaygınlaşan öfke, şimdi üç konfederasyon başkanının “İktidar bizim taleplerimizi kabul etmedi” diyerek yönünü işçilere emekçilere dönmelerinin, yani;
Üç konfederasyona bağlı sendikaları, yerel sendikal platformlarını, asgari ücretli işçilerin sözcüsü olabilecek kişi ve çevrelerden (A sanayi sitesinin sözcüsü olabilir denecek) temsilcileri, Kamu emekçileri sendikal konfederasyonları ve bağlı sendikaları, İş yerlerine dönüp tartışmayı işçiler ve kamu emekçileri arasına taşıması ve yığınları ortak talepler arkasında birleştirerek harekete geçirecek biçimde yaygınlaştırmaları, TMMOB, TTB, TBB… öteki tüm emek meslek örgütlerini, tüm emek güçlerini, Küçük üretici örgütlerini ve sendikalarını, Emekten yana siyasi parti ve çevreleri, bilim kütür insanlarını, aydınları demokratları… tüm emek güçlerini, bir araya getirerek, ortak mücadele kararları almak, bu kararı hayata geçirmek için zaman şimdi değilse ne zamandır?
Çünkü üç konfederasyonun formüle edip kamuoyuna duyurdukları talepler sadece işçilerin değil, tüm emekçi kesimlerin talepleridir. Mücadelede ortak talepler etrafında ortak bir mücadele olmak durumundadır.
Ancak bu taleplerin iş yerlerinde tartışmaya açılması ve mücadelenin sınıfın en geniş kesimlerinin harekete geçirilmesinin ancak iş yerlerindeki ileri işçilerin ve mücadeleci sendikaların etkin biçimde harekete geçmesiyle olabileceğini de bilmemiz gerekmektedir.
GAZETEMİZ VERGİ REZALETİNİN ORTAYA ÇIKMASINDA BELİRLEYİCİ OLDU
Vergiyle ilgili düzenlemeler kamuoyunda ve TBMM’de yapılan tartışmalar çok yönlü ve hayli de yoğun oldu. Ama bu gelişmeler içinde en ilginci hiç kuşkusuz daha yasanın TBMM’den geçirilmesinin hemen arkasından Hazine ve Maliye Bakanlığının yasaya yönelik eleştiriler karışışında “zorunlu” açıklama yapmak zorunda kalmasıydı.
Çünkü gazetemizin, yasanın kamuoyunda tartışılmaya başlamasından itibaren işçi sınıfı ve emekçilerin bu konudaki taleplerini gündeme getirerek müdahale etmeye çalışmasının yanında Meclis görüşmeleri sırasında da gazetemizin;
18 Temmuz 2024 günlü haberinde İstanbul, Ankara, İzmir, Denizli, Bursa … gibi en büyük sanayi kentlerindeki sanayi odası başkanlarının bile hiç vergi ödemediği ya da çok az ödediğinin,23 Temmuz 2024’te yayımladığı haberde “vergi paketinin ilk imzacısı” olan AKP Denizli Milletvekili Nilgün Ök ve ailesine ait şirketlerin son yıllarda hiç vergi ödemediğinin,27 Temmuz 2024’teki haberde ise “Toplam 190 milyar liralık adrese teslim kamu ihalesi alan 20 inşaat patronun 8’inin hiç vergi ödemediği”, diğerlerinin ise çok az miktarda ödediklerini ortaya koymasıyla hem büyük sermaye sahiplerinin vergi ödemediği hem de iktidarın yıllardır bu bilinmesine karşın patronların onları vergi ödememeye teşvik ettiği ortaya çıkmış oldu. Nitekim bu habereler üzerine Hazine ve Maliye Bakanlığı bir açıklama zorunluluğunu duyarak gazetemizin verdiği haberlerin doğruluğunu kabul etmek zorunda kaldı. Ama aynı zamanda da “2 bin 815 büyük mükellefin halihazırda toplam yüzde 27’si nezdinde vergi incelemelerine devam edildiği”ni bildirdi. Böylece Bakanlık bir gerçeği ifade ederken aynı zamanda az çok demokratik bir ülkede kabul edilemeyecek en zenginlerin vergi vermemesi rezaletini de kabul edilebilir bir çizgiye de çekmeye çalıştı.
Ancak bu açıklamalarının neresinden tutsan rezalet olan durumun normalliğine emekçileri inandırması kolay olmayacaktır.
/././
İktidar olup muktedir olamama ızdırabı -İzettin Önder-
Vaktin bir zamanında, yanılmıyorsam Erzurum’a bir mezbahaya başkan atanıyor. Artık şaka mı, yoksa gerçek mi bilinmez, müdüre ilk gün kurumun geleneği olarak, bir koç kesmesi gerektiği hatırlatılır. Fakat müdür yönetici idi, kasap değildi. Ne var ki itibardan tasarruf olamayacağı geleneğinden geliyor olmalı ki at binemese de koç kesebileceği gafletiyle hayvanı kesmeye yeltenmiş. Doğa, galiba hayvanları insanlardan daha basiretli ve öngörülü oluşturmuş olacak ki müdürün tam olarak kesemediği hayvan bağlarını kopartmış ve etrafa korku salarak, müdüre saldırmış. Tabii, duruma hakim olunmuş, fakat bu durumdan Kantvari şöyle bir ahlak öğretisi oluşturulmuş: Başaramayacağınız işlere girişmeyin, yolun sonunda tahmin edemeyeceğiniz risklerle karşı karşıya kalabilirsiniz.
Bu öğretinin ışığı altında siyaset alanına yönelirsek, şöyle bir manzara ile karşı karşıya geliyoruz. Nasıl kazanıldığı kuşkulu son başkanlık, özelikle de çok açık farkla yerel iktidarların el değiştirdiği son yerel seçimlerden sonra alan kaybettiğini ve duruma muktedir olamadığını, çok şükür, artık anlayarak büyük panik yaşayan iktidar partisi, altından kayan zemini tahkim etmek için bazı yapay çarelere başvurmaya başladı. Bunlar arasında, normalleşme sinyalleri, bazı emekçi direnişlerinde polis şeflerinin adeta göz yaşartıcı olası olumlu davranışlar sergilemesi vs. gibi geçmişteki sert ve habis uygulamalara ters bazı aldatıcı gelişmeler bulunmaktadır. 22 yıllık deneyimimizden sonra, artık defalarca aldatılabilecek kadar aptal olmadığımızdan umarım son numaraları yutmayız. Ne var ki öğrenilmiş cehalette her şey mümkün olduğu için son perdeyi de kuşkulu izlemekteyiz.
Son sahnenin ve bu bağlamda iktidarın göz boyayıcı numaralarının bir bütünsellik içinde verilmesi daha uygun olabilirdi, fakat böylesi bütünsel anlatımda detayların kaybolacağı endişesiyle, şu yeri göğü inleten köpek meselesini, salt görüntüsüyle değil, bütünsel anlamı ile ele almak istiyorum.
İktidar partisinin her eyleminde “bitaraf” kesimi tahkim ve karşıtları “bertaraf” etme mantığı hakimdir. Yargıda, akademide, medyada, hemen hemen toplumun tüm kesimlerinde başat olan bu durumun yaratılmasına yönelik işlemler de bu mantıkla kurgulanır. Örneğin, kamu kuruluşlarıma atamalarda sınav başarısı ve/veya objektif referans değil, mülakat devrededir. 22 yıllık baskılı uygulama ile tüm iliklerimize işlemiş olan bu uygunsuz, usulsüz hatta hukuksuz yöntemin sonuncusunda, bu kez de yine bir tabanı tahkim, karşıtları ise uzaklaştırmak için ellerin kana boyanacağı bir köpek katliamı projesi devrededir. Veterinerler heyetinde yürütülebilecek müzakereler sonucunda oluşabilecek makul teknik kararların siyasal karara dönüştürülerek uygulanabilmesi olası en adil çözüm gün gibi ortada iken, mesele, uzaktan yakından konu ile ilgili olmayan fakat iktidar partisi mensubu olarak tartışmasız her konunun üstadı sayılan siyasetçiler ortamında tartışılması tam bir tiyatro senaryosuydu. Bu süreci, iki sebepten dolayı, ileriki dönemlerde siyaset doktora konusu olabilecek ibretlik bir girişim olarak dikkate almamız gerekmektedir.
Birincisi, sadece ekonomi alanında değil, her konuda sonsuz bilgi sahibi iktidar mensubu ulu siyasilerimiz bu konuda da bir bilenden akıl alıp, ona uygun düzenleme yapmak yerine ki bu durum iktidar sarhoşluğu ile bağdaşmaz, bizzat iki dudak arası kararla hükme bağlanma yoluna yönelindi. Çünkü mesele sorunu çözmek değil, özellikle karşıt topluma güç gösterisinde bulunmaktır. Böylece her konuda olduğu gibi, bu konuda da çok daha sağlıklı şekilde çözülebilecek bir konu olan köpek konusu büyük bir ceht alanına çekildi. Zira amaç, meselenin mücadeleyle, hatta dayatılarak çözüldüğü görüntüsü yaratılarak, giderek yitirildiği net olarak görülen iktidarın hâlâ muktedir olduğunun kanıtlanmasıydı! Konunun uzmanı olsun veya olmasın, böylesi konuların tartışıldığı siyasi müzakerelerde güç ve iktidar gösterisinde ağzım var diye konuşmak, mübahtı! İlginçtir, toplantıların birinde bir kişi (Kan grubunu tahmin edebilirsiniz!) yanılmıyorsam, hasta bir köpek saldırısı sonucu ölen kızının ayakkabısını karşıtlarının üzerine fırlatmadan edemedi. Aynı mantıkla, acaba otomobil kazaları nedeniyle otomobile binmememiz, hatta sokağa çıkmamamız mı gerekiyor, bilemedim!
Bu konuda atlamamız gereken ikinci mesele de yine tabanı tahkimi meselesidir. İslam toplumunda genellikle köpek farklıdır, kedi ve attan farklı algılanır, hatta Şiilik mezhebi mensuplarınca köpek mekruh addedilir. Bu görüşleri tartışmamız burada bizim konumuz değildir, fakat iktidarın sıkıştığında dinsel inanış ya da görüşleri nasıl sömürdüğünü ve böylesi davranışın nasıl bir din sömürüsü halinde sahtece topluma dayatıldığını tespit etmemiz gerekir. Ben samimi dindar vatandaşlarımızın iktidarın böylesi sömürücü tavrına onay vermediğini düşünmek istiyorum!
Köpeklerle ilgili girişimde iktidar partisinin siyasal içerikli asıl amacı da bir türlü hazmedemedikleri olgu olan AKP’den CHP’ye geçmiş olan yerel idarelere ciddi baskı uygulamaktır. Zira aynı hırs belediyelerin sosyal güvenlik borçlarının ödenmesi konusundaki baskıda da görülmektedir. Belediyeler de AKP’den devraldıkları döneme ait borçları AKP yönetimindeki devlete yıkmalıdır. Zira son dönemde CHP’ye geçen belediyelerin gecikmiş borçları CHP borçları değil, devraldıkları AKP yönetimi borçlarıdır.
Köpek meselesi saldırı bağlamında ele alınmaktadır. Evet, hastalıklı bir köpek saldırısına maruz kalındığında, hatta ufak bir çizik dahi alınsa, risk alınmadan aşı işlemine girişiliyor. Peki, toplumda bir yılda kaç kişi köpek saldırısıyla karşı karşıya kalıyor, buna mukabil kaç kadın eş, boşanılmış eş ya da sevgili tarafından tehdit ve öldürülme riski ile karşı karşıya kalıyor? İktidar samimi ise iki ayaklılarla dört ayaklıların saldırı sonuçlarına ait istatistiksel bir çalışma yaparak, hiç değilse mücadeledeki haklılığını kanıtlama yoluna gitmiş olsa idi! Sizce, bu zihniyetteki bir siyasi grubun köpek konusunu böylesi geniş anlayışla tartışmaya açması olası olabilir mi?
İnsanoğlu, hele de deruni algılama ve düşünme yeteneğine henüz ulaşamamışsa her olguyu öncelikle fiziksel görüntüsüyle algılar. Köpek saldırısı da bu tür algılamanın çok tipik bir örneğidir. Kadına yönelik saldırılar da aslında bu tip algılamanın tipik örneğidir. Acaba köpek saldırılarını, kendi cinsinden olduğu için köpeklerin görememesine analojik olduğu için midir ki kadın saldırılarını da göremiyoruz ya da görmezden geliyoruz?
Görmemiz gereken başka tür saldırı da kimi parti trollerince bilincimizin derinine hedeflenen saldırılarıdır. Medeni bir toplumda basın özgürlüğü ve basın ahlakı konuları ciddiyetle tartışılır ve korunurken, hakim siyasi partinin basını ele geçirerek toplumsal kararda çok önemli olabilecek bazı kararları perdelemesi, temeli olmayan fakat siyasete yararlı olabilecek bazı kararları ise öne çıkarması basın ahlak anlayışına olduğu kadar çok temel insan haklarına da aykırılığı niteliği ile bir tür saldırıdır. Mazisinden devraldığı düşüncelerle oluşturduğu iktidarda sürdürdüğü 22 yıllık saltanat uygulamalarına bakarak, uluslumuzun kaderini emanet ettiğimiz bu iktidarın burjuva demokrasisine dahi sahip olamayacağını artık kör olanların dahi görmesi gerekmez mi?
/././
Mesleki eğitim cehenneminde kaybolan çocuk işçiler -Kansu Yıldırım-
Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM), Türkiye kapitalizminin emek yoğun sektörlerini ayakta tutmayı amaçlayan, iş gücü piyasasına uzun vadede karakter kazandırmayı hedefleyen eğitim politikasının temel bileşenlerindendir. Neoliberal politikalarla birlikte sadece eğitimin özelleştirilmemiş, kamunun tüm hizmet fonksiyonları da özel sektöre göre yapılandırılmıştır. MESEM, neoliberalizmin eğitim alanındaki iz düşümü ise üretimde ucuz emeğin, istihdamda güvencesizliğin tezahürüdür. MESEM, büyük sermayenin iş gücünü kalifikasyon projesinden yola çıkarak, ucuz emek rezervini çocuk ve genç işçilerle takviye eden bir mekanizmadır.
MESEM’in proje kökeni 2006 yılına uzanır. “Meslek lisesi memleket meselesi” sloganı eşliğinde, Türkiye’nin en büyük tekellerinden Koç Holding ile Milli Eğitim Bakanlığının (MEB) iş birliğiyle tohumları atılmış, daha sonraki yıllarda ihracata dayalı ekonomik modelin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmiştir. Ucuz emek-ucuz meta üretimine dayalı ihracatçı modelin devam edebilmesi için yoğun bir ilksel birikim sürecine ihtiyaç vardır.
Marksist İktisatçı Michael Perelman’ın “sürekli ilksel birikim tezi” üzerinden düşünürsek, mülksüzleştirilen, siyasal zor yoluyla üretim araçlarından koparılan ve yoksullaşan kitleler daha yoğun şekilde iş gücü piyasasına katılır.1 Nüfusun tüm katmanlarını içeren bu işçileşme dalgası iş gücü piyasasını köle pazarına dönüştürür. Her dönemde olduğu gibi şirketlerin ve patronların ilk tercihi, hak ve ücret pazarlığı imkanından mahrum, güvencesiz koşullarda çalıştırabileceği işçi kütlesi yaratmaktır. Türkiye’de MESEM programı, emek yoğun sektörlere can suyu olsun diye çocuk işçiliği formelleştiren ve yasallaştıran, çocukların canını patronlara ucuz emek olarak bahşeden üretim stratejisinin parçasıdır.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin verilerine göre, 2024 yılının ilk yedi ayında en az 42 çocuk işçi hayatını kaybederken, 9 çocuk iş cinayeti MESEM programı kapsamında gerçekleşti: 17 yaşındaki İnşaat İşçisi Alperen Enes Ural, 17 yaşındaki İnşaat İşçisi Murat Can Eryılmaz, 15 yaşındaki Mobilya İşçisi Erol Can Yavuz, 14 yaşındaki Metal İşçisi Arda Tonbul, 17 yaşındaki Ömer Çakar, 16 yaşındaki Zekai Dikici ve 17 yaşındaki Ulaş Dumlu.
MESEM’in sermaye-kurumsal yapısı eğitim ve teşvik politikalarında daha net görülür. Son 3 yılda 15 milyar liraya yakın kamu kaynağı ayrılan MESEM’in, daha çok öğrenci-işçi kapsamı için eğitim alanında düzenlemeler yapılmaktadır. Sınıfta kalmanın geri gelmesiyle birlikte 9. sınıfların yarıya yakını sınıfta kalmış, buna karşılık kalan öğrenciler için af ya da telafi sınavları yapılmayacağı açıklanmıştı. MEB, sınıf tekrarı yapmak istemeyen öğrencilere MESEM’e geçme hakkı tanıdı. Basında çıkan bilgilere göre bazı okullarda sınıfta kalan yaklaşık 15-20 öğrencinin 8-10’u MESEM’e geçmeye hak kazandı.
MESEM’e geçiş hakkının tanınması ve kolaylaştırılması, iktidar ve patronlar tarafından çocuk yoksulluğunun araçsallaştırılmasından kaynaklanır. TÜİK’in verilerine göre 2023 yılında yoksul çocuk oranı yüzde 31.3, maddi yoksunluk içinde yaşayan çocukların oranı ise yüzde 33.3’tür. Nüfusa oranlandığında her 10 çocuktan 3’nün yoksul olduğu görülecektir. OECD’ye göre Türkiye’de çocuk yoksulluğu, toplam nüfusun yoksulluk oranından daha fazladır.
Kötü ekonomik koşullarda yetişen ve büyüyen, temel ihtiyaçlarını karşılanmayan çocuklar, erken yaşlarda çalışma hayatına katılarak işçileşmektedir. 2023 yılında 15-17 yaş arasındaki yaklaşık 5 çocuktan 1’i çalışmak zorunda kalmıştır. Çocukları emek yoğun sektörler cehennemine iten koşulları yine en iyi çocuk işçiler betimlemektedir. Evrensel’de çıkan bir röportajda Ankara Sincan OSB’de çalışan çocuk İşçi Melih, “Cebimde para olmadan okula gitmektense çalışıp para kazanmayı tercih ederim” derken, başka bir çocuk İşçi Melih, “Şu an yorucu olsa bile en azından cebime para giriyor. Okula devam etseydim ailemin verdiği 50-60 TL ile günü geçirmeye çalışacaktım. Parasız okula gitmektense çalışıp para kazanmayı tercih ettim” diyerek çocuk işçiliğin maddi nedenleri gözler önüne sermektedir.
MESEM’e yani patronlara aktarılan kaynağa karşı MESEM’e giden 9, 10 ve 11. sınıf öğrencileri asgari ücretin yüzde 30’u, 12. sınıf öğrencileri ise asgari ücretin en az yarısı kadar maaş alarak çalışmaktadırlar. Birleşik Metal-İş Araştırma Merkezinin hesaplamasına göre tek başına yaşayan bir kişi için yoksulluk sınırının 30 bin liranın üzerine yükseldiği bir dönemde, MESEM’de ödenen ücretler sefalet göstergesidir.
Şirketlere teşvikleriyle ve çocukları işçileştirmesiyle birlikte MESEM programı, Kapital’in ilk cildinde bahsi geçen “zora dayalı fabrika rejimi”nin ideolojik ve ekonomik araçlarından birisidir. Söz konusu çalışma rejiminde işçilere dayatılan patronlara emek-gücünü satmak veya açlıktan ölmektir. Marx, zora dayalı fabrika rejiminde işçinin hayatında huzur ve güvenden eser kalmadığını, işçiyi emek araçlarından yoksun bırakarak devamlı bir biçimde geçim araçlarından da yoksun bıraktıklarını belirtir. Bu süreç, “İşçi sınıfının ardı arkası kesilmeksizin kurbanlar vermesine”, “İnsan emek gücünün ölçüsüz bir biçimde israf edilmesine” yol açar.2
MESEM’i ve çocuk işçiliği var eden siyasal mekanizmalar ile ekonomik paradigma değişmediği müddetçe başka iş kazaları ve iş cinayetleri de yaşanmaya devam edecektir. Mevcut sermaye birikim modeli ve emek rejimi, sistemde herhangi bir revizyona dahi tahammül etmemektedir. Siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri tarafından çocuk işçilik olgusuna ve iş cinayetlerine karşı topyekun seferberlik ilan edilmesi gerekmektedir.
DİPNOTLAR
1) Michael Perelman, The Invention of Capitalism: Classical Political Economy and the Secret History of Primitive Accumulation, Duke University Press, 2000
2) Karl Marx, Kapital I, Çev. Nail Satlıgan ve Mehmet Selik, Yordam Kitap, 2011
Evrensel - GÜNDEM
Daha fazla MESEM daha fazla ölüm -Vural NASUHBEYOĞLU-
Konya'da 16 yaşındaki Eren Dağ'ın ölümüyle 1 yılda 9 MESEM'li çocuk çalıştırılırken can verdi. MEB sermaye iş birliği ile MESEM’ler organize çocuk cinayetleri merkezi haline geldi.(https://www.evrensel.net/haber/524535)
***
Polis tecavüze maruz kalan kadının başvurusunu işleme almadı, mahkeme faili serbest bıraktıBornova'da tecavüze maruz kalan C.K.’nin polisler başvurusunu işleme almadı. Başka bir karakola yapılan başvuru üzerine gözaltına alınan taksi şoförü, "kuvvetli suç şüphesine" rağmen serbest bırakıldı.(https://www.evrensel.net/haber/524584)
***
Can Atalay: AYM kararının geçiştirilebilir bir yanı yok -Birkan BULUT-Anayasa Mahkemesi, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin yok hükmünde olduğunu tespit etti. Atalay, AYM kararının derhal uygulanması gerektiğini söyledi.(https://www.evrensel.net/haber/524605)
***
RTÜK'ten Halk TV'ye inceleme: Kurul "vicdanlı medya" beklentisindeymiş RTÜK, Haniye suikastına dair Halk TV ekranında yer alan “İsrail bir gece ansızın nasıl geldi?” başlığı üzerine inceleme başlattı. RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin "Vicdanlı medya beklentisindeyiz" dedi.(https://www.evrensel.net/haber/524597)
***
Halkbank BirGün'e 1 milyon liralık tazminat davası açtı
Halkbank, BirGün'e 5 Haziran 2024 tarihinde yayımlanan "Halkbank'tan mafyaya 550 milyon kredi" haberi nedeniyle 1 milyon TL'lik tazminat davası açtı. BirGün'den "Cezalarla susmayız" yanıtı geldi.(https://www.evrensel.net/haber/524579)
***Paris 2024 | Milli Kadın Voleybol Takımı çeyrek finale yükseldiMilli Kadın Voleybol Takımı, Paris 2024 Olimpiyat Oyunları'nın 2. maçında Dominik Cumhuriyeti'ni 3-1 yendi. Milli Takım çeyrek finale yükseldi.(https://www.evrensel.net/haber/524577)
***
Yurttaşın iktidara tepkisi: Biz vergiyle eziliyoruz, saray şatafatlı yaşıyor -Berkay AVCI/Ezgi CANSEL-Bursa'da Görükle'de kurulan pazarda görüştüğümüz yurttaşlar şirketlerden vergi almayan iktidara tepki gösterirken, kendilerinin vergi yükü altında ezildiğini söylüyor.(https://www.evrensel.net/haber/524566)
(EVRENSEL)