12 Eylül 2024 Perşembe

Sesini kaybeden masumiyet + ‘Hata yaptık’ diyen karar +Zapsu: Ya Mehmet Şimşek ya faşizm - Barış Terkoğlu/Cumhuriyet

 Sesini kaybeden masumiyet 

İnsan sesini kaybeder mi? Çığlığı duyulmuyorsa kaybeder.

Neyse ki bu kez konuşuyoruz. Yoksa Narin’in ölümü de sessizliğin dipsiz kuyusunda kaybolup gidecekti. Belki milyonlar “Bulun” diye bağırmasaydı, “Katil kim” diye sormasaydı cansız bedeni suların içinde daha çok bekleyecekti.

Narin için öfkeleniyoruz. Peki Narinler için?

Önümde bir kitap duruyor. Adı: Katilimi Tanıyorum. Yazarı: Gazeteci Sinem Nazlı Demir.

Sinem’in kitabı bir istatistik çalışması değil. Kadınların anlattığı ya da öldülerse tanıkların ağzından hikâyeleri.

“Katilimi Tanıyorum” adı tesadüfen konmamış. Çünkü ensestten tecavüze, yaralamadan katletmeye kadar failler eş, sevgili, baba, ağabey, amca, komşu... Narin örneğinde olduğu gibi kadınların hayatını en çok “tanıdıkları” erkekler karartıyor.

Kitabı hazırlarken Sinem ile konuşmuştuk. Birbirinden farklı profildeki kadınlara ulaşmaya çalışıyordu. Acaba evsiz bir kadın yaşadıklarını anlatır mı diye merak ediyordu.

Okuduktan sonra gördüm. Bir gün çantasını alıp aramaya başlamış: “Daha az görünen yerlerde kalmayı tercih ettiklerini öğrendim. Taksim Gezi Parkı’nın arka kısmına doğru gitmeye karar verdim. Orada dolaşırken bir bankta battaniyesi ve çantasıyla birlikte oturan Yağmur’u gördüm.”

Yağmur’un dostu yoktu. Aslında konuşmak istiyordu. Ama kime anlatacaktı?

Sinem’in uzattığı sigarayı aldı. Sesi çok kısık çıkıyordu: “Birçok olayda bağırmak ve çığlık atmak zorunda kalmış. Bu nedenle ses telleri zarar görmüştü.”

Yağmur’un şiddet öyküsü evin içinde başlıyordu: “Babam hep dövüyordu benle kız kardeşlerimi. İstismara gelecek olursak... İlk seferini hatırlıyorum. Bir keresinde gözümü açtığımda babamı yatağımda gördüm. (...) Kalktı yanımdan sonra. O gece altıma işemiştim. Kız kardeşime de aynısını yaparken görüyordum. Ama bir şey diyemiyordum.”

Babası rezilliğini artırmıştı. “Başkası yaparsa hamile kalırsın”, “Kimseye söyleme”, “El s...ceğine ben s..erim” Yağmur’un duyduğu laflardan bazılarıydı. Cesaretini toplayıp her şeyi annesine anlattı:‘Kendinizi korumayı bilmiyor musunuz? İyi bir şey olsaydınız babanız size bunu yapmazdı’ demişti. Göz yumdu, fırsat verdi.”

Aslında anne de şiddet mağduruydu: “Annemi çok döverdi. Kolunu, bacağını kırdığı oldu. Sopayla vuruyordu genelde.”

Yağmur’u istemediği bir adamla çocuk yaşında evlendirmeye zorladılar. Hamile kaldı. Şiddet yüzünden karnındaki çocuğu da düştü.

EVDE NE VARSA BOĞUYORDU

Üç kız kardeş de evden kaçmıştı. Yağmur da kaçtı. Polis bulup ailesine teslim ediyordu. O da yeniden kaçıyordu: “Sonra bir adamla karşılaştım. Esrar içiyordu. Çalışmıyordu. Onunla birlikte olduk, nikâh yaptık. Hamile kaldım. Esrar bulamayınca beni dövmeye başladı. Kızım doğdu ama bu durum yine de değişmedi. Ondan ayrıldım, Adıyaman’a gittim.”

Artık 23-24 yaşına geldi. Kafe sahibi Abdurrahman ile tanıştı. Birlikte yaşamaya başladılar:“Evlenmemiştik, hamile kaldım. Aldırmak istedim, aldıramadım. Kürtaj parasını toplayamadım. 200 liram eksik kalmıştı, yapamadım. Şiddet görmeye başladım. Beni boğuyordu hep. Evde ne varsa onlarla boğuyordu beni. Kemerle, örtüyle, yazmayla, bazen de elleriyle. (...) Çocuğum doğdu, çocuğumu da boğmaya çalışıyordu. Dışarı çıkıp eve geldiğimde de soyunmamı isterdi. Vücudumun her yerine bakardı. Bir farklılık var mı, birisiyle bir şey yaşamış mıyım diye. ‘Bizimkisi namus meselesi, anca ölüm bizi ayırır’ diyordu.”

Abdurrahman dışarıda çok kibar bir adamdı. Kimse bunları yaptığına inanmazdı. Ama evde şiddet şiddeti doğuruyordu. Yağmur artık çekiçle dövülüyordu. Bir gün sesleri duyanlar polis çağırdı: “(Abdurrahman) Kaçtı ve birinin evinde saklandı.  ‘Başına hep polis mi dikelim’ dedi polis bana. Duruşma yapıldı. Duruşma günü beni eve kadar takip etmiş. Sokakta önüme çıktı. ‘Ne istiyorsun benden’ diye bağırdım. Kalçamdan bıçakladı. ‘Hafif yaralama’ dediler. Karakoldakiler de hâlâ ‘Evine dön’ diyordu. Bu olaydan sonra beş ay ceza aldı. Şu an firari, aranıyor.”

KADINLAR BAĞIRIYOR ASLINDA

Saldırgan değil ama Yağmur kaçtı. İstanbul’da sokaklarda yaşamaya başladı:  “Havanın aydınlanmasını bekliyorum. Evdeyken de bekliyorum, babam yatağa gelmesin diye.

Çoğu zaman açtı. Yardımla yaşıyordu. Ancak uzanan çoğu zaman yardım eli olmuyordu: “Birinden simit istedim. ‘Açım’ dedim. Bana su ve yemek aldı. Avukat olduğunu söyledi. Sonra, ‘Birlikte otele geçebiliriz, kahve içip dertleşelim’ dedi. Otel odasında sabaha kadar bana tecavüz etti.”

Yağmur’un vücudunda bıçak izi, jilet izi, kafasına vurulan sürahinin izi var.

“Birisi bana bir şey yaptığında donakalıyorum. Bir şey yapamıyorum. Nefesim kesiliyor” diye savunmasız kalışını anlatıyor.

Erkeklerden nefret ediyor: “Hayatımda hiç erkek istemiyorum. Oğluma bile sırf erkek olduğu için tahammül edemiyorum.”

Elbette Yağmur çok bağırmış. Kimse, hatta annesi bile dönüp bakmamış. Bu yüzden en çok annesini affetmiyor.

Sonunda sesini yitirmiş: “Sessiz çığlığım çok ama duyan yok. Geceleri kadınlar bağırıyor aslında.”

Her kadının yaşamında emin olun en az bir tane şiddet izi var. Emin olun Narin’in ölümü de o köydeki ilk şiddet hikâyesi değil. Köy neden susuyor diye kızıyoruz ya. Emin olun o köy, çocuğa ve kadına şiddetin en yakınından geldiği, birbirinin pisliğini bilen tanıkların ise suskunluk duvarları ördüğü koca toplum düzeninin küçük bir parçası.

En acısı da onları koruyan İstanbul Sözleşmesi’nin “er doğan”ların isteğiyle bir gecede kaldırılması. Yetmedi, 6284 sayılı yasanın da aynı sona doğru gitmesi.

Kalem değil, kitap değil, ses kayboluyor. Duyulmayan her çığlıkta bir çocuğun masumiyeti ölüyor.                          /././

‘Hata yaptık’ diyen karar

Hakikat hiç değişmez sanırsın. Oysa hakikat da zamanla kendisini dönüştürür.

Kemal Kılıçdaroğlu ve Ahmet Davutoğlu.

İki lider, altılı masada yan yana geldi. Birlikte mücadele etti. Sonunda da seçim kaybedildi.

Gelgelelim aslında iki isim uzun yıllar siyasi rakipti. Davutoğlu; Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık, AKP Genel Başkanlığı yapmıştı. Haliyle Kılıçdaroğlu’nun eleştirilerinin hedefindeydi. En önemlisi, Davutoğlu uzun yıllar boyunca dış politikanın mimarı olarak görünüyordu. Bu alanda yapılan hatalarla adı yan yana anılıyordu.

İşte Suriye krizinin henüz başladığı günlerde, 9 Ekim 2012’de, Kılıçdaroğlu, grup toplantısında konuştu: “Türkiye’nin yanında kim var? Hamas var, Barzani var, Katar var, Suudi Arabistan var. Denklemin diğer tarafına dönüyorum. Suriye’nin yanında, İran, Rusya, Çin, Brezilya var. Dünya nüfusunun yarısı var. Bu stratejik derinlik midir, yoksa stratejik körlük müdür? Böyle bir anlamsız dengenin içine Türkiye’yi sokan bir süreci bizim başımıza bela eden, çapsızlığı dünyada bilinen, bir dışişleri bakanıyla yola çıkılırsa Türkiye’nin geldiği nokta budur. Bunun için engin bilgiye gerek yok. Bunu yapmak için ileri derecede geri zekâlı olmak lazım.”

İşte bu sözler Davutoğlu’nu kızdırdı. Kılıçdaroğlu’na tazminat davası açtı.

12 YILDIR SÜREN DAVA

Meğer tam 12 yıldır o davada iki isim hukuk mücadelesi veriyormuş. Son sözü söyler mi söylemez mi denen Anayasa Mahkemesi (AYM) de geçen günlerde kararını vermiş.

Koca 12 yılda neler olmuş derseniz...

Yerel mahkeme “çapsız” ve “ileri derecede geri zekâlı” ifadelerinin hakaret olduğu gerekçesiyle Kılıçdaroğlu’nu 4 bin lira tazminata mahkûm etmiş. Yargıtay önce bu kararı bozmuş. Yerel mahkeme kararında ısrar etmiş. Dosya Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nden de geçerek Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’na gelmiş. Sonuç olarak “çapsızlığı dünyada bilinen” ifadesinin sert eleştiri, ancak “bunu yapmak için ileri derecede gerizekâlı” olmak lazım ifadesinin hakaret olduğu kanaatiyle ceza onanmış.

Olay orada kalmamış. Kılıçdaroğlu, Davutoğlu ile davasını AYM’ye taşımış. Tam da Erdoğan’ın Sisi’yi ağırlamaya hazırlandığı ve Suriye’de Esad’la görüşmek için teklifte bulunduğu günlerde, 17 Temmuz’da AYM kararını vermiş.

Önce şunu söyleyeyim...

Yargılama 12 yıl boyunca adeta Suriye politikasının tartışmasına dönmüş. Kılıçdaroğlu, Suriye politikasındaki hataları, sonunda Türkiye’nin başına gelenleri, bunun öngörülebileceğini söylemiş.

Elbette mesele Davutoğlu değildi. Bütün dış politika sorunları Davutoğlu’na mal edilse de onun görevi bıraktığı 2016’dan sonra da aynı politika uzun yıllar devam ettirildi. Aslında İhvan merkezli siyaset Erdoğan’ın tercihiydi. Rabia da onun sembolü olmuştu.

AYM’DEN MESAJ GİBİ KARAR

İşte AYM, 12 yıl sonra, Kılıçdaroğlu’nun Suriye sözlerinin suç olmadığı kararını oybirliğiyle verdi. Mahkeme kararında bazı ifadeler ise dikkat çekiciydi:  “(Kılıçdaroğlu) 2011 yılında Suriye’de başlayan savaş karşısında Türkiye’nin, hükümetin yanlış bir dış politika izlemesi sonucunda dünya nüfusunun yarısından çoğunu karşısına aldığını ifade etmiştir. Başvurucuya göre dış politikadan sorumlu bakan üstlendiği görev için yeterli nitelikleri taşımamaktadır. Bu fikri ifade etmek amacıyla başvurucunun davacı hakkında çapsız ifadesini kullandığı söylenebilir. Yine hükümetin bakanlık görevini yürütmesi amacıyla yanlış kişiye yetki ve sorumluluk verdiğini vurgulamak isteyen başvurucu, böylesi yanlış bir tercihin ancak zekâ geriliğinden ileri gelebileceğini belirtmiştir.”

Dahası da var.

AYM, kararında hukuki kanaatin ötesine geçen şu ifadelere de yer vermiş: “AYM’nin kanaatine göre başvurucu, ana muhalefet partisi genel başkanı sıfatıyla, konuşmanın yapıldığı tarihte henüz çok yeni olan Suriye savaşının Türkiye’nin jeopolitiği ve dış politikadaki konumu üzerinde yarattığı ve ilerleyen süreçte yaratması kuvvetle muhtemel olumsuzluklarla ilgili, ülke gündeminin ilk sıralarında yer alan güncel bir tartışma hakkında görüşlerini ifade etmektedir. Şu halde, başvurucunun konuşmasının keyfi ve somut dayanaklardan yoksun olduğu söylenemez.”

Sonuç olarak AYM, hem verilen cezanın bozularak yargılamanın yeniden yapılması gerektiğini söylemiş. Hem de Kılıçdaroğlu’na 30 bin lira manevi tazminat ödenmesine karar vermiş.

Hükümet yine “AYM kararını uygulamak zorunda değiliz” der mi bilmem.

Ancak AYM, 12 yıl önce Suriye politikasına yönelik eleştirilerin 12 yıl sonra gerçekleşmesine yönelik utangaç bir tespit yapmış denebilir. Halihazırda AYM yargıyı temsil eden en yüksek karar organı olduğuna göre, Erdoğan’ın Sisi’nin elini sıkmasıyla yaşanan hatanın kabulünün, yargı kararıyla tescillendiği söylenebilir.

Milyonlarca insan öldü. Milyonlarcası evsiz kaldı. Şam’da namaz diye çıkılan, Mısır’da Sisi’yi devirmeye uzanan masal 12 yılda bitti. Gerçek mi? O kendisini geç de olsa tanımayanlara kabul ettirdi.

                                                     /././

Zapsu: Ya Mehmet Şimşek ya faşizm

İnsan konuştukça anlaşılabilir. Suskun olan ise daha çok merak edilir.

Cüneyd Zapsu bir dönem Türkiye'nin en çok konuşulan isimlerinden biriydi. İşadamlığının yanı sıra, AKP'nin Batı ile köprülerini kuruyordu. Partinin kurucuları arasında yer aldı. MKYK'da Erdoğan'a en yakın isimlerdendi. 2008'de siyaseti bıraktı. Halen DEİK'te Yönetim Kurulu üyeliği yapıyor.

AKP içinde Mehmet Şimşek'in göreve gelişinde Zapsu'nun etkili olduğunun konuşulduğunu duydum. Bunun üzerine Zapsu'yu aradım. Bu iddiayı kesin bir dille yalanladı. 2008'den beri siyasetten elini çektiğini, hatta iç politikaya dair konuları konuşmaktan dahi uzak durduğunu anlattı.

Zapsu merak edilen biriydi. Buna rağmen uzun yıllardır basında görünmüyordu. Sohbetimiz devam etti. Mehmet Şimşek'in ekonomi programını nasıl bulduğunu sordum. Zapsu'ya göre Şimşek'in başarısız olması durumunda faşizm tehlikesi vardı: "Çok hassas olmayı gerektiren bir zamandayız. Bunu hiç kimsenin yapmadığını üzüntüyle görüyorum. Memleketin orta ve uzun vadeli çıkarlarına odaklanmak zorundayız. Sadece muhalefette değil iktidar partisi içinde de bunu düşünmeyip anlık faydaya göre çok kimse çok laf ediyor.

Hepimiz biliyoruz. Ne kadar ağır bir bedel ödenmiş olsa da şu anda klasik ekonomi kurallarına döndük. Niye döndük? Neden bu ağır bedeller ödeniyor, neden daha da ödenecek? Nedeni belli. Birincisi, çok yüksek cari açık, rezerv eksilerdeydi hatırlayın, ekonomi için büyük bir risk olmuştu. İş hayatındaki herkes, 'ne zaman' diye beklemeye başlamıştı. İkinci sebep deprem. Çok büyük bir bütçe gerektirdi. Bir de EYT çıktı. Bir de KKM çıktı. Açıkçası başka çare kalmamıştı. Türkiye bir şirket olsa ben de genel müdürü olsam mecburdum bunu yapmaya. Aksi takdirde hiperenflasyona doğru gidiyorduk. Hiperenflasyon sosyal patlama yaratır. İnsanlar kaybedecek bir şeyi olmayıp sokağa çıktığında ne oluyor? İnsanlık tarihine bakın, bugünü dahi mumla aratacak faşizm! Ama sol ama sağ faşizm! Kalıcı fakirlik tehlikesi vardı. Şimdi alınan tedbirleri kim gelirse gelsin almak zorundaydı. Muhalefeti sadece şu an için ekonominin dışına taşısak diye düşünüyorum..."

Uzun yıllardır refah kaybı "sabır" diyerek geçiştirilen halkın sorduğu "ne zaman düzelir" sorusuna Zapsu şöyle yanıt verdi: "Şirketler bu yıl sonundan itibaren normal bütçelerini takip edebilecek. İşadamları olarak senede 6-7 sefer bütçe değiştiriyorduk. Ne olacağı belli değildi. Bütçeler artık takip edilebilir olduğunda enflasyon da normale gelir. Peki tüketici ne zaman hisseder? Önümüzdeki yaz ancak hissedebilir."

Zapsu, "Şimşek'in hiç hatası yok mu" sorusuna şöyle yanıt verdi: "Mehmet Şimşek hepimizin yapması gerekeni yapıyor. Ama bir şeyi iyi yapmıyor: Anlatım. Pazarlaması eksik. Bugün Financial Times'ta inanılmaz bir şey gördüm. Türkiye'nin Afrika'daki gücüne yarım sayfasını ayırmış. Biz bunları anlatamıyoruz. Gri listeden çıktık diye çok sevindik. Ama halk ne anladı bundan. Halbuki bunun ne olduğunu anlatmak lazım. Gri listeden çıkmadan yurtdışından gerçek yatırım gelmez. Faizle kazanan ve kanımızı emen sıcak para gelir. Hoş, iki sene evvel onu bile bulamıyorduk!"

İHRACATÇI OLARAK BAĞIRMAM GEREKİR AMA...

İstifa iddiaları yalanlansa da son günlerde Şimşek'in Saray'daki ekonomistlerle yaşadığı gerilim konuşuluyor. Zapsu'ya bunu da sordum: "Bazı iyi şeyler oldu. Ama siyaseten 'olmuyor, düzelmiyor' diyerek ödün verildiği takdirde eski duruma sıcak bir duruma düşme tehlikesi görüyorum. Siyasi gözükmekten çok çekiniyorum. Ama yiğidi öldür hakkını yeme. Bana göre iyi giden iki şey var, biri dış politika öbürü ekonomi. Bakın ben ihracatçıyım, perişan durumdayız. İhracatçı ağlıyor şu anda. Benim 'İhracatçı Cüneyd' olarak barikatlarda bağırmam gerekir. Ama memleketi düşünen Cüneyd olarak baktığımda, 'evet birileri bir miktar kan bırakacak, sıkıntılar devam edecek, aksi takdirde daha kötüsü gelirdi' diyorum."

Peki Şimşek görevi bırakırsa? Zapsu, buna şöyle yanıt verdi: "Bu işin Mehmet Şimşek'le alakası yok. Kim olursa olsun bu yönde gitmeli. Yoksa kalan demokrasiyi de kaldırırım, yerine faşizm koyarım, idare ederim, ne enflasyon kalır ne başka bir sorun kalır mı diyeceksiniz! Ne içerde ne dışarıda Şimşek'e muhalefet eden hiç kimseden 'bunu şöyle yapmayalım' diye bir şey duymadım. Mesele belli, enflasyonu ve cari açığı düşüreceksin. Burada da keskin kılıç: Büyüme yavaşlar, işsizlik artar. Kim başka ne yapacak Allah aşkına! Bu işle alakam yok, içerde bir rahatsızlık var mı bilmiyorum. Ama dışarıdan bakan biri olarak şahsen değil, prensiplerle bakıyorum. Sayın Cumhurbaşkanı'nın da 20 yılın sonunda bunu çok iyi gördüğünü ümit ediyorum."

Şimşek politikaları iktidar adına geçmişin özeleştirisi mi? Zapsu siyasetten uzak durmaya çalışıyor: "Siyasi değilim, hiçbir zaman da olduğumu sanmıyorum. İnsanları seviyorum. İnsan hata yapar. Herhalde hatalar görüldüğü için de bu yöne gelindiğini tahmin ediyorum."

ABD ÇİN'E YENİLDİ

Son dönemde konuşmalarını izliyorum. Bir zamanlar Batıcı olarak bilinen Zapsu, Batı politikalarını eleştiriyor. Ona "ABD, Çin ile savaşını kaybetti" tespitini sordum:  "Dünya öyle garip bir yerde ki... İki gün önce Telegram'ın kurucusu Fransa'da gözaltına alındı. Huawei'nin yöneticisini Kanada'dan getirtip alıyorlar. Hukuk, hak, ahlak... Hiçbir şeyin kalmadığı garip bir dünya oldu. ABD, dünyayı hegemonya altına almıştı. Ama Çin'i çok küçümsediler. Çok geç uyandılar. Bunlar Türkiye'yi nasıl etkiledi? Türkiye'nin değeri bence artık biliniyor. Neden diyorum? Bir savaşın içindeyiz çünkü artık. Sadece Rusya'yı zayıflatmak ve asıl meseleye yani Çin'e yönelmek için Ukrayna'da savaş çıkarıldı. Ukrayna diye bir şey kalmadı. Ukrayna umurlarında bile değil. Çin silahlanmayı da becerirse ki becerecek, bütün dünya hegemonyası Çin'e kayar. ABD'nin de en iyi ihraç malı bastıkları dolar. O gittiği an ABD biter! Dünyada bir büyük çatışma umarım olmaz. Olursa da bizim dışarıda kalmamız gerekir."

Zapsu, dinlediğim konuşmalarında "Batı rol model olma özelliğini kaybetti", "Zulümle abad olan kapitalist düzen yıkılacak" gibi ifadeler kullanıyordu. Sahi Zapsu değişti mi: "İnsanlar gelişiyor, değişiyor. İnsan değişmiyorsa eyvah demek gerekir. Benim dünyam 90'lara kadar çok basitti. Batı iyi doğu kötüydü. ABD süper, Rusya ve Çin felaketti. Filmlerde 'yaşasın Amerika' derdik. CIA'ya bayılırdık. Amerikan askerleri kazansın isterdik. Uyanmam Bosna ile başladı. Arkasından Irak, Afganistan, Filistin... İyi ve kötü, doğru ve yanlış değişti."

BELKİ DE IRAK'TA BUNU YAPMAZDIM

Zapsu, Meclis'ten Irak tezkeresininin geçmesi için çalışmıştı. Haliyle sordum: Bugün olsa yapar mıydı: "Ben de kendi içimde bunu soruyorum. Iraz tezkeresi için çalıştım. Bugün yine yapar mıydım? Belki de yapardım. Ali Babacan'ın günahını 'at pazarlığı' diyerek alıyorlar. Asıl mesele bizim Musul, Kerkük'e kadar bir bölgeyi kontrol etmemizdi. Bu iyi bir şey mi olurdu, bilmiyorum. Misak-ı Milli'nin içinde. Emin değilim, belki de yapmazdım. Ama herhalde yapmazdım. Herhalde diyorum, ama emin değilim. Çok kan akacaktı o yüzden bilmiyorum diyeyim."

Zapsu, Almanya'daydı. Ona, Batı'nın Türkiye'ye yönelik otoriterlik eleştirilerini sordum: "Almanya'dayım. Bizim gençlerimiz burayı beğeniyor. Ama Batı rol modelliğini kaybetti artık. Bizim kendimize göre bir model bulmamız gerekir. Siz ABD'de demokrasi olduğuna mı inanıyorsunuz? Evet, Kovid'e kadar Batı'da Erdoğan nefreti vardı, geçti. Hala bir miktar var. Ama eskisi gibi değil. Türkiye otoriterliğe gidiyor diyenler kendi ülkelerine baksınlar. Telegram'ın kurucusu ülkene geldiğinde patır kütür içeri alabiliyorsan, herkese farklı hukuk işletebiliyorsan artık demokrasiden bahsedebilir misin? İngilizler 90'lardan itibaren Rus zenginleri ülkelerine aldılar. Bütün paralarını yatırttılar. Sonra el koydular. En tepedelerindekilere 2022'de bunu sormuştum, 'biz zaten bir fırsat arıyorduk' dediler. Bu korsanlık değil mi! Korsanlık yapan bir ülke ne hakla bana demokrasi dersi verir! Yanlış anlamayın, bizimki iyi demiyorum. Bizimki de daha iyi olabilir. Ama bana kötü diyebilenin kendi evinin temiz olması gerekmez mi? ABD'nin İsrail'de yaptıklarına bakın. ABD'de mi demokrasi var? Trump'tan Le Pen'e dünyanın sıkıntısı bu. Biz de buna uymak zorunda kaldık."

ZAMANI GELİNCE MUHALEFET YAPALIM

Zapsu, ısrarlı iç politika sorularıma cevap vermedi: "Bu sıkıntıları atlatalım, en büyük muhalefeti ben de yaşarsam beraber yaparız. Türkiye'de doğruya doğru yanlışa yanlış olan iyi bir muhalefet olsa faşizm ihtimalini de önlemiş oluruz. Bakın, eleştirdiğimiz merkezileşmiş sistem kovid döneminde Almanya ve ABD'ye göre bize öyle avantajlar sağladı ki... Merkel'in söylediğini alttaki eyaletler yapmıyordu. ABD'de eyaletler başkanı dinlemiyordu. Bizde ise bir karar iki saat içinde her yerde uygulandı. Bir de dünyada hangi ülkenin böyle aşı seçme hakkı vardı? Türkiye'den başka ülkede yoktu. Merkezileşme krizlerde avantaj sağlıyor. Ancak dört yıldır kovid, savaş, Gazze krizinden kafamızı kaldıramıyoruz. Krizler bittiğinde inşallah ihtiyaç da olmaz bunlara."

Cüneyd Zapsu, nasıl bir muhalefet istiyor: "2000'lerde bir ara CHP'ye gireyim de muhalefeti biraz toparlayayım diye düşünüyordum. Sebebi neydi biliyor musunuz? AK Parti 100 tane şey yaptı. Diyelim ki 51'den fazlası iyidir. Ben ona inanıyorum. Bu partiden sonra diyelim bir başka parti gelecek. Bu iktidarın ırkçı, dinci, radikal olmaması için ikinci bir merkez parti lazım. O parti de geldiğinde kötü olanları yapmasın ama iyileri de bozmasın. Belki son zamanda inşallah değişim oluyordur."

AKKUYU'DA NELER OLUYOR

Cüneyd Zapsu, Rusya'nın isteğiyle Akkuyu Nükleer Santrali'nin yönetim kuruluna girmişti. Sonrasında istifa etmiş, şirkete dava açmıştı. Akkuyu'da gördüğü sorunları sordum: "Birincisi şu, teknoloji olarak Akkuyu çok iyi. Teknoloji, Siemens ve Alström üzerine temellendirilmişti. Ukrayna savaşından sonra bu iki şirket son parçaları vermiyormuş. Ama Çin'den alırlar, Çin eskisi kadar kötü değil. İdari konuda ise mutlaka Türkiye'nin azınlık bile olsa hisse alması gerekir. Yeni bakanın bunu bildiğini biliyorum. Mutlaka bizim orada söz hakkımız olmamız gerekir. Ruslar hatırlarsınız beni seçmişti. 'Bu herhalde Cumhurbaşkanı'na yakındır' diye seçtiler. Ama Cüneyd Zapsu Alman kafayla gidince olmadığını gördük. Ben onlara da yakın değildim, Türkiye'nin haklarını korumaya çalıştım. Mutlaka ama mutlaka yönetimde söz hakkımızın olması gerekir. Öte tarafta da askeri üs, radar olaylarını çoktan bizimkiler çözdüler. Yani ben söylemiştim, hemen üzerine gidildi.

Akkuyu kötü bir şey değil. Pahalı demek için iktisadı bilmek gerekir. En  pahalı mal, olmayan maldır. Bu arada ben bir zamanlar Greenpeace'ci bir gençken Akkuyu yönetimine girdim. Hatta 2000'li yılların başlarında hapse düşen Akkuyu eylemcilerine yardımcı olmuştum. Ama hep şöyle düşünmek lazım, ülkenin enerjiye ihtiyacı var. Alternatifin ne? En berbat kalitedeki linyit kömürü yakmak mı? Güneş enerjisine, rüzgara verebildiğimiz teşvikler düşük, olsalar da yetmiyor. Şu anda dünyaya baktığımızda da yanlış değil.

Türkiye'nin nükleere ihtiyacı var. Akkuyu dışında iki santral daha gerekir. Mutlaka baştan Türkiye'nin söz hakkı olması gerekir. Bu arada Türkiye istemediği an bakanlık aynı gün kapatır santrali. O kadar çok denetim hakkımız var ki... Ama yönetimde de olsak daha iyi olur. Sonuçta Rosatom Rusya'nın devlet şirketi.

Neden Ruslara verildi? Ben Amerikancı kültürden gelen biri olarak General Electric'in, Almanların Fransızların girmesini istedim. Mesela Almanlar 'kanunlar yeterli değil' dedi. Ama öbürleri siyaseten istemedi. Bir tek Ruslar girdi. Bütün kanunlar yolda yapıldı. Aksi takdirde 10 sene hazır olamazdık. İkinci santralde mutlaka daha başka alternatiflerimiz de olmalı. Ayrıca Türk şirketleri de girmeli. Çok stratejik bir sektör çünkü. Hatta devlet şirketleri de küçük de olsa ortak olmalı."

Erdoğan'ın ilk iktidar adımlarını birlikte attığı suskun yol arkadaşının bugün durduğu yer böyle. Bütün sözler söylense de hep eksik söz kalmıştır...

Not: Bir kısa tatil molası veriyorum. Dönüşte görüşmek üzere.



31 Ağustos 2024 Cumartesi

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -31 Ağustos 2024-

 

AKP’nin Kahramanlık Tarihi Yaratma Çabası -Işık Kansu-

Tek adam rejiminin simgesi Saray, kendine göre bir “kahramanlık tarihi” oluşturma peşinde.

Saray’ın propaganda bakanlığının uydurduğu “Türkiye’nin Yeni Yüzyılı” sloganıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yılını değersizleştirmeye kalkışması, bu amaca yönelikti. 15 Temmuz’un bayram yapılması da aynı amaç içindi.

Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kindar gençlik” kuşağından gelen Saray ve kadrosunun, 30 Ağustos Zaferi yerine epeydir 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’ni asıl zaferden saymaya çalışması da aynı nedendendir.

Bütün bunların kof girişimler olduğu açıktır. Saray’ın tüm anlamsızlaştırma girişimlerine karşın yurttaşlar Cumhuriyetin 100. yılını kendi örgütledikleri görkemli etkinliklerle kutlamışlardır.

Halk; Saray’ın, FETÖ’nün eski iktidar ortağı olması dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişiminden ve ona karşı çıkan yurttaşların ölümünden sorumlu olduğunun ayrımındadır.

Saray’ın Anadolu’nun Türkleşmesinin başlangıcı olarak zafer diye kutladığı Malazgirt’e gelince...

Tarihçiler, Malazgirt’ten önce Türklerin zaten Anadolu’da yurtlandığını belgelerle ortaya koymuşlardır.

Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Anadolu’ya Türk yerleşmesinin 9. yüzyılda başladığını aktarır. Abbasi halifelerince Semerkant tarafından getirilen Türkler; Tarsus, Misis, Adana, Maraş, Ahlat, Malazgirt tarafına yurtlanmışlardır.
Karal, 530’da Bizans imparatorlarının Bulgar Türklerinden bir kısmını Trabzon, Çoruh ve Yukarı Fırat taraflarına yerleştirdiklerine değinir. Bu Türklerin, beyleri yönetiminde “bağımsız” olduklarını da vurgular. 577 ve 620 yıllarında, yine Bizans, Avarları İran sınırına yerleştirmiştir.

Mükrimin Halil Yinanç ise 1071’den yüzyıllar önce, 471 yılında Horasan’dan 80-120 bin Türkün Anadolu’ya gönderilmiş olduğunu yazar. Selçuklulardan çok önce Anadolu’ya, Bizans imparatorları tarafından Balkanlar’dan Hıristiyan Türkler getirildiğine de değinen Yinanç’a göre, fetih (Malazgirt) sırasında Anadolu’daki Türklerin sayısı bir milyona yaklaşmıştır.

Özetle, Malazgirt öncesi Anadolu zaten büyük ölçüde Türkleşmiştir. Malazgirt, yalnızca Anadolu’nun Türklerce siyasal açıdan fethedilmesi anlamını taşır.
Saray’ın gölgelemeye çalıştığı 30 Ağustos 1922 ise Saray ve ortaklarının Malazgirt’te fethini kutladıkları yurdun işgalden, yok olmaktan kurtarılmasıdır. 
30 Ağustos, Anadolu’da birbirini izleyen çürümüş, sömürgeleşmiş imparatorluklara son vererek, Atatürk’ün deyişiyle “bizi mahvetmek isteyen” emperyalizme karşı Türk ulusunun egemenliğini, bağımsızlığını ilan etmek demektir ki; Saray, uyguladığı yönetim sistemiyle birlikte düşünsel, siyasal, tarihsel açıdan bu onurlu tarihsel dönemece tümüyle karşıdır.

Ahlat’ta Saray ittifakı ile hatıra fotoğrafı çektiren Hava Kuvvetleri Komutanı Ziya Cemal Kadıoğlu ile Deniz Kuvvetleri Komutanı Ercüment Tatlıoğlu da Saray’ın simgelediği işte bu karenin bir parçası olmuşlardır.

ÖLÜM DÖNGÜSÜ
Gazze’de yaşananlar; emperyalist tutkuların, soykırıma uğramış bir halkın seçtiği siyasal yönetimin eliyle soyca akrabası da olan bir başka halka kırım uygulatmasıdır.
Emperyalizmin yörüngesinden kurtulamayanlar, bu döngüden sıyrılmanın çaresini bulamazlar.                                   /././

Ihlamur çiçeklerine ve dünyanın sonuna dair -Ergin Yıldızoğlu-
İnsanın yaşamında bazen, bir “şey” (örneğin bir koku), “önemli olanın anlamını ” kavramaya, yol açan bir farkındalık anı yaratır. Önceki hafta, bir gün, yıllardır sabah yürüyüşlerimi yaptığım Growlands Park’ın kapısından girer girmez böyle bir “anı” yaşadım. Sabah haberlerinde dinlediklerim, dünyanın en büyük askeri gücü olan ülkede bir tarafın “Seçimleri kaybedersek iç savaş” çıkar hezeyanları, Elon Musk gibi faşist trilyonerlerin ülkelerin iç politikalarını dizayn etme hevesleri, daha nice ekonomik, jeopolitik “şeyler”, hatta ülkemin üzerine her gün biraz daha çöken  ortaçağ karanlığı aniden arka plana düştü. Yine aklıma,   “Titanik’in güvertesinde şezlong kapma yarışı” deyimi geldi. “Artık kabak tadı” verdi ama yazıyı yazmaya oturduğumda ruh halim buydu.

AH! 1.5 °C VE IHLAMURLAR!

Growlands, 300 yıllık bir mekân; içinde bir göl, bir koru, sıra dev çam, çınar, ıhlamur ağaçları ve geniş bir çayırlık alan var; 1913 yılında halka park olarak açılana kadar birçok aristokrat ve tüccar ailenin yaşadığı bir köşkün bahçesiymiş. O köşk halen bir rehabilitasyon merkezi olarak çalışıyor. Bu parkta, yazları, dev ıhlamur ağaçlarının çiçeklerinin altından geçerken hep bir “eksiği”, duyumsar kederlenirdim: “Ihlamur kokusu yok.”

O sabah parkın kapısından girdiğimde beni yoğun bir ıhlamur kokusu karşıladı. Bir an durdum, bu kokuyu anlamaya çalıştım. Bende, “bir durumu veya gerçeği net bir şekilde kavramaya yol açan bir farkındalık anı” yaratan işte bu, çocukluğumun Üsküdar’ının imajlarıyla dolu tatlı kokuydu: “Küresel ısınma ve iklim krizi artık kontrolden çıktı!” diye düşündüm. Eve döndüğüme son birkaç ayın haberlerini tarayınca bunun bir kuruntu olmadığını gördüm.

Geçtiğimiz mayıs ayında The Guardian en ünlü 380 iklim bilim insanı ile yaptığı görüşmelerin korkutucu sonuçlarını yayımladı. Bu bilim insanlarından yüzde 77’si küresel ısınmanın bu yüzyılın sonuna kadar Sanayi Devrimi öncesine kıyasla 2.5 °C artış sınırını geçeceğine inanıyorlarmış. Bu bilim insanlarının sıcaklık artışının 3 °C’yi geçeceğine inanan yüzde 42’si çok daha ağır bir felaket senaryosunu düşünüyor. Sıcaklık artışının 1.5 °C’nin altına tutulabileceğine inananların oranı ise yalnızca yüzde 6. 

Sıcaklık artışında 2.5 °C sınırının geçilmesi, hele 3 °C’nin aşılması durumunda  bugün bildiğimiz haliyle günlük yaşama veda etmek zorunda kalacağız. Ortalama 2.5-3 °C düzeyinde aşırı sıcaklık dalgaları ölüm oranlarını hızla artıracak; kuraklık, susuzluk, açlık ve doğal yangınlar yaygınlaşacak. Diğer taraftan kutup buzlarının, dağ buzullarının erimesine, kasırgaların, sağanak yağışların olağanüstü düzeylerde artmasına paralel deniz sularının seviyesi yükselecek, su baskınlarının etkisiyle içme suyu kaynakları kirlenecek, kimi kıyı alanlarında gıda üretim havzaları sular altında kalacak, kimi kentler kısmen, kimileri tamamen suların altında kalacak. İnsanlığın en zengin yüzde 10’u kendi başının çaresine bakarken büyük göç dalgalarının, gıda kaynakları üzerinde savaşların sıklaşması, liberal demokrasiyi sürdürülemez düzeyde çürütürken militarist-emperyalist faşist rejimler yaygınlaşacak. Tüm bu krizlerin basıncı altında kapitalist uygarlığın çökme süreci hızlanacak. 

ARTIK ÇOK MU GEÇ!

Tüm bu felaket senaryolarını The Guardian’ın mayıs ayında yayımlanan anketinin sonuçlarından hareketle düşünmek o zaman da olanaklıydı. Geçen ay, Copernicus İklim Değişikliği Servisi, en son araştırmasının sonuçlarını açıkladı: Temmuz 2023 ile Haziran 2024 arasında, bir yıl boyunca küresel ortama sıcaklık, sanayi öncesi dönemdeki düzeyin 1.64°C üzerinde gerçekleşmiş. Kısacası, o kritik 1.5°C sınırı daha yüzyılın ilk çeyreği tamamlanmadan geçilmiş. Geçen yıl, Avrupa’da 70 bin kişi aşırı sıcakların etkisiyle ölmüş. Ortadoğu, 50+°C sıcaklıklarla hızla yaşanamaz hale geliyor. Yukarıda işaret ettiğim felaket senaryolarının gerçekleşme olasılığı hızla artıyor.

Peki hiç mi umut yok? 

Umut, insanlığın bir araya gelebilmesine, devletlerin işbirliği yapabilmesine ve sermayenin (kâr makinesinin) arzularının dizginlenmesine, üretimin yatırımın ve tüketimin planlanmasına bağlı. İnsanın aklına Kafka’nın sözleri geliyor “Umut var ama bizim için değil”. Ya da şöyle koyalım: “Kapitalist gerçekçilik” içinde kaldıkça umut yok!

                                                     /././

CHP’nin ‘ya AB ya ŞİÖ’ yanlışı -Mehmet Ali Güller-

Ne oldu da Brüksel beş yıl sonra Türkiye’yi AB Dışişleri Bakanları Gayriresmi toplantısına davet etti? 

Yanıtı davet sahibi AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell veriyor. Her ne kadar davet edilen Dışişleri Bakanı Hakan Fidan “Kıbrıs konusuyla bağ kurulmaksızın müspet yaklaşım sergilenmesi Türkiye ile AB’nin ortak menfaatine hizmet eder” dese de Borrell, açıkça belirtti: “Türkiye dışişleri bakanını toplantımıza davet etmemizin tüm sorunlara ancak özellikle Kıbrıs’a bir çözüm aramak için diyalog sürecini yeniden başlatmanın ilk adımı olmasını umalım.”

Kıbrıs, Ukrayna’da Türkiye’ye duyulan ihtiyaç, sığınmacı sorununda Türkiye’nin tamponluğunun sürdürülebilmesi, ABD’nin NATO stratejisinde Türkiye’ye verilen yeni roller... AKP, bu durumu iktidarını sürdürebilmek için bir fırsat olarak görüyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan o nedenle “Türkiye’nin stratejik hedefi AB üyeliğidir” diyor.

ÖZEL’İN KURDUĞU YANLIŞ DENKLEM
Asıl vahimi ise CHP’nin tutumu. Zira AB’nin bir masal olduğunu, Türkiye’nin AB kapısında Atlantik cephesinin ihtiyaçları için tutulduğunu, ne kapıdan içeri alındığını ne de kapıdan ayrılmasına izin verildiğini, bunca yıldan sonra sıradan yurttaşlar bile görüyor ama CHP liderliği görmüyor!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel aynen şöyle söylüyor: “Türkiye, tarihinin dönüm noktasında. Yapılacak ilk seçim bir yönüyle yeniden referandum olacak. Bu sefer referandum, zengin müreffeh Avrupa’nın bir parçası, hukukun üstünlüğünün kalkınma getirdiği bir Türkiye mi? Yoksa Şanghay İşbirliği Örgütü’nde olduğu gibi güçlü liderlerin, yoksul halkların olduğu bir Türkiye mi?”

CHP bu anlayışla Türkiye’yi AKP’ye mahkûm etmeye devam eder ne yazık ki! Dünyanın gerçeklerinden bu kadar kopuk, küresel gelişmelere bu kadar aykırı, tarihsel ilerleyişe bu kadar ters bir denklem, yüzyıllık bir partinin en hafifinden entelektüel birikimine haksızlık!

Hepsi bir yana, Türkiye’yi yönetecek bir liderin en azından gerçeklik zemininde olması gerekmez mi? Türkiye’nin önünde Özel’in işaret ettiği gibi “ya AB ya ŞİÖ” ikilemi mi var? AB Türkiye’yi üye yapmak istiyor da bizim mi haberimiz yok!

ERDOĞAN’IN ŞANSI!
CHP liderliği bir süredir şu tezi işliyor: “Türkiye, AKP hükümetinin politikaları nedeniyle ABD’yle sorunlar yaşıyor, AB’den uzaklaşıyor, Türkiye’nin eksenini kaydırıyor.” 
Erdoğan’ın şansı da bu işte. Ana muhalefeti gerçeklikten kopmuş bir ülkede, her türlü kötü yönetimine rağmen, iktidarda kalabilmeyi sürdürebiliyor.

ABD’nin terör örgütlerini desteklemesi, Akdeniz ve Karadeniz’de Türkiye’nin çıkarlarına karşı konumlanması, AKP’den kaynaklı değil; Washington’un çıkarlarıyla ilgili. Türkiye’nin AB’den uzaklaşması ya da AB’nin Türkiye’yi kapıda tutması AKP’den dolayı değil, AB’nin Türkiye’yi Avrupa ile Ortadoğu arasında tampon bölge görmesiyle ilgili.

Türkiye, bugünkü noktaya AKP Doğuculuk yaptığı için değil, Batıcılık yaptığı, ABD’nin projelerini uyguladığı, AB’nin uyum programını yerine getirdiği için geldi.

BATICILIK YARIŞI
Tersine, bunları saptayarak kurucusunun antiemperyalist ve bağımsızlıkçı çizgisine uygun hareket etmesi gerekirken CHP, sürekli iktidarı “Türkiye’nin Batı’yla arasını bozmakla” suçluyor! Oysa AKP, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en Amerikancı, en Avrupacı partisidir. 

CHP, AKP’nin Batı’yla pazarlık için zaman zaman Doğu’yla işbirliğine yönelmesindeki yanlışlığa itiraz edeceğine, Washington ile Brüksel’e “Ben AKP’den daha Batıcıyım” mesajı veriyor ne yazık ki...

Bir kez daha uyaralım: CHP’nin AKP’yle mücadeleyi, dün olduğu gibi bugün de “Ben daha Batıcıyım” diyerek sürdürmeye çalışması, eline geçen birinci parti olma fırsatını tepmesi anlamına gelecektir.
                                                          /././

Baron sopası nasıl kırılır? -Mehmet Ali Güller-

S-400 sadece bir füze savunma sistemi değildir. Evet, kesinlikle şu anda ABD ve Avrupa’nın geliştirdiği füze savunma sistemlerinden çok daha iyidir ama bundan ötesidir. 
S-400 askeri anlamda, silah envanterini çeşitlendirebilmek demektir.  ABD merkezli Atlantik cephesine 75 yıldır sürdürülen silah bağımlılığına karşı bir hamledir. Zira 75 yılda görüldü ki ABD, İngiltere ve Almanya, verdikleri silahları isterlerse terörle mücadelede kullandırtmayabiliyor ya da Kıbrıs gibi stratejik konular nedeniyle ambargo uygulayarak yedek parçasını sağlamıyor, yenisini vermiyor. 
S-400 siyasi anlamda, Türkiye’nin ABD stratejilerine eklemlenme çizgisinin  dışına çıkabilmesinin adıdır. Çünkü ABD Türkiye’yi tehdit eden çeşitli terör örgütlerini desteklemekte, çıkarları ve stratejisi için Türkiye’yi komşularıyla düşmanlaştırmakta, Akdeniz ve Karadeniz’de Ankara’ya karşı konumlanmaktadır. Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyabilmek için “çizgi dışına” çıkması zorunluluktur.
 
 S-400 AKP İÇİN PAZARLIK KARTIDIR
Özetle S-400, bağımlılığı zayıflatma, bağımsızlığı güçlendirme hamlesidir. Sorun şu ki S-400 Türkiye’yi yöneten iktidar için bu anlama gelmemektedir. Doğru S-400’ü Rusya’dan AKP hükümeti almıştır ancak yukarıda özetlediğim nedenlerle değil, “müttefiki ABD’yle” daha sıkı pazarlık yapabilmek için!

Çünkü Erdoğan, “Neo-Abdülhamit”tir; kendisine bölgede alan açabilmek için Rusya’yla işbirliği yapar, bunu ABD’yle pazarlığında kullanır, ABD ve Rusya’yı ise AB ile dengelemeye çalışır. 

İşte Ankara’nın “S-400’leri kutulara koyalım, ABD’den F-35 alalım” yoklaması bu nedenledir. Doğa Öztürk’ün önceki gün Cumhuriyet’te manşetten verilen bu haberinin yalanlanmaması, zaten AKP hükümetinin son uygulamalarıyla da uyumludur.

DOLAR TEHDİDİ
Erdoğan’ın politikalarını bir stratejinin taktikleri olarak değerlendirmek mümkün değildir. Erdoğan’ın dış politikaları da iç politikaları da öncelikle “iktidarda kalabilmek” içindir.

Örneğin Mayıs 2023 seçiminden bu yana hangi politikaları öne çıkıyor? Mehmet Şimşek’in uygulayıcılığında neoliberal ekonomi, Mavi Vatan ve Doğu Akdeniz’de  geri adım, ABD’nin Rusya’ya yaptırımlarına kısmi uyum, Suriye’yle normalleşmeye fren, sığınmacı politikasına devam, yeniden “AB stratejik hedefimizdir” söylemleri, İsrail’i korumaya gelen ABD savaş gemileriyle ortak tatbikat vb..

Peki bu geri adımlar neden? Çünkü ekonomi-politikaları ile Türkiye’yi krize soktular, iktidarda kalabilmek için yeni borçlara ihtiyaçları var.

New York bankerleri ve Londra tefecilerinden borç bulabilme programı uygulayan AKP hükümeti, içerideki kimi sermaye grupları kavgası nedeniyle, zaman zaman baronların sözcülerinin sopalarıyla hizada tutulmaya çalışılmaktadır. Uluslararası faiz baronlarının sözcülerinden Timothy Ash’in şu son mesajı bu nedenledir: “Şunu netleştirelim: Şimşek istifa ederse veya görevden alınırsa son bir yıl içinde görülen  20 milyar dolardan fazla portföy girişinin tamamı çıkacaktır. Bu da hızlanan dolarizasyon, büyük döviz rezervi kaybı, yeniden büyük bir devalüasyon anlamına gelir. Sistemik bir kriz (bankalar, ödemeler dengesi ve kamu borcu) çok olası olacaktır.”

DEVLETÇİLİK VE KARMA EKONOMİ
Atatürk’ün “Tam bağımsızlık ancak mali bağımsızlıklık ile mümkündür” saptaması, geçen yüzyıldaki tüm antiemperyalist büyük devrimcilerin ortak saptamasıdır. 
Türkiye’nin esas meselesi de budur. Türkiye’nin devletçilik ilkesinden sapmasıyla Atlantik cephesi içinde bağımsızlığının aşınması aynı süreç içindedir. 
Türkiye, 21. yüzyılda tam bağımsız olacaksa, baron sopalarına maruz kalmak istemiyorsa ABD stratejilerine eklemlenen vassal ruhlu hükümetlerden kurtulmak ve yeniden devletçiliği yükseltip kamu-özel karma ekonomi sistemi uygulamak zorundadır.               
                                                  /././

Deli kızın bohçası -Miyase İlknur-

Millet olarak delirme aşamasına gelmiştik. Ama devletin ya da “Devlet benim” diyenlerin delirmesi yeni değil. Son günlerde yaşananlara bakınca, bu konuda delirmenin de ötesine geçilmiş nirvanaya ulaşmış durumdalar.

Yargı sopası kullanılarak sandıktan çıksa da kimin milletvekilli olacağına iktidar karar veriyor. Muhalefet partilerinin liderlerini “Ben tayin ederim” diyor.
HDP lideri Selahattin Demirtaş’ı sırf “Seni başkan yaptırmayacağım” dediği için hapse atıyor. Bir davadan beraat ettiğinde bohçadan “hoop!” başka bir dosya çıkarılıyor. Bu kez ondan ceza veriliyor.

Gezi davasıyla topluma sopa gösteren iktidar, aynı yöntemi Osman Kavala için de kullandı. Bir davadan beraat ettiğinde yine bohça içinden başka bir dosya çıkarılarak “Bitmedi bir de bu vardı” diye başka bir davadan tutukluluğu sürdürülüyor.

Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ortada iken “İstediği kararı versin, vız gelir tırıs gider” havası çalan Cumhur İttifakı, bununla yetinmeyip muhalefetin içini de dizayn etmeyi görevleri arasında sayıyor.

Kendilerine seçim kaybettiren ve kaybettirecek adayları yargı eliyle siyasetin dışına iterek muhalefeti dizayn etmeyi de görev edindi. HDP ve onun devamı partinin yönetim kadroları ve belediye başkanlarına siyaset yasağı eskiden beri vardı. Sonradan buna CHP’yi de eklemledi. Önce 2019 seçimlerinde İstanbul’da AKP’ye seçim kaybettiren aktörlerden CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na beş yıl siyaset yasağı getirerek ringin dışına attı. Ardından İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na akıllara ziyan bir davayı günü geldiğinde kullanmak üzere sümen altında bekletiyorlar. Kamuoyunda “ahmak” davası olarak bilinen bu dava bugünlerde yine harlandı. Kimine göre adli tatilin bitiminde, kimine göre aday belirleme süreci yaklaştığında dava sonuçlanacak. Tabii Ekrem İmamoğlu’nun aleyhine. Beş yıl siyaset yasağı getirilmek suretiyle adaylardan biri elenecek. Ola ki bir terso durum olur da bu davadan beraat ederse deli kızın bohçasında ek davalar da hazırda.

BAŞKA DELİ KIZLARIN BOHÇASI DA VAR
Can Atalay ve İmamoğlu’na karşı yapılan yargı darbesini tartışırken hooop bir dava da CHP 7.Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na geldi. Hem de Sinan Ateş davasından sanık sandalyesine oturtulması beklenen MHP’li İzzet Ulvi Yönter, Feti Yıldız ve İsmail Faruk Aksu’nun şikâyetiyle. Gel de Bekri Mustafa’yı anma.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlığı geçen yılın mayıs ayından beri yok. Peki neden şimdi?

Vardır bir hikmeti. Amaç CHP’yi karıştırmak mı, yoksa CHP yönetimine “Akıllı olun sıra size de gelebilir” mesajı mı bekleyip göreceğiz. Kokusu çıkar nasıl olsa.
İyi de bu saçmalıklar CHP’yi daha da kenetlerken kamuoyunun tepkisi iktidara yönelemez mi?

Yönelir elbet. İmamoğlu’nun seçimini iptal ettirdikten sonra yenilenen seçimin sonucu ortada. O kadar çaresizler ki bütün tuşlara basıyorlar. Ama ne yaparlarsa yapsınlar “Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz.”

Seçim yaklaşırken deli kızın bohçasından bakalım daha ne çeyizler çıkacak. Ama dikkat etsinler başka deli kızların bohçasında da kendilerini diken üstünde oturtacak neler var neler. Biz demiyoruz iktidar ortağı MHP’nin verdiği sübliminal mesajlar diyor.

                                                     /././

                                          Cumhuriyet - GÜNCEL

Gümüşhane'de film gibi olay: Yarım kalan cami inşaatı nedeniyle tarihi kilisede namaz kılmaya başladılar.

Gümüşhane’nin Torul ilçesindeki bir köyde yıllar önce başlanan cami inşaatının maddi sorunlar nedeniyle tamamlanamaması nedeniyle tek odalı tarihi kiliseden camiye çevrilen bina içerisinde namaz kılmak zorunda kalan köy halkı camilerinin bitirilmesi için destek bekliyor.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/gumushanede-film-gibi-olay-yarim-kalan-cami-insaati-nedeniyle-tarihi-2243070)

                                                                 ***
Aynı havuzda 2. çocuk ölümü: İşletmenin ruhsatı olmadığı ortaya çıktı

Manisa'da 3 yıl önce 8 yaşındaki bir çocuğun öldüğü havuzda, bu kez de Halil Umut Kocakaya (5), boğularak hayatını kaybetti. İncelemede, havuzun ruhsatsız olduğu ortaya çıktı. Sorumlu müdürünün tutuklandığı, işletme sahibinin arandığı olaya ilişkin ailenin avukatı Haşim Çelik, "Yaptığımız araştırmada baştan sona ihmaller zinciriyle, bu ölümün meydana geldiğini tespit ettik" dedi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/ayni-havuzda-2-cocuk-olumu-isletmenin-ruhsati-olmadigi-ortaya-cikti-2243091)

                                                            ***

Tonlarca ölü balık deniz yüzeyini kapladı... Yunanistan'da olağanüstü hal ilan edildi!

Yunanistan'da tonlarca ölü balığın deniz yüzeyini kapladığı Volos kentinde 1 ay olağanüstü hal ilan edildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/tonlarca-olu-balik-deniz-yuzeyini-kapladi-yunanistanda-olaganustu-2243090)

                                                                 ***

Emekli maaş sistemi sil baştan değişiyor: Yeni aylık hesaplama yöntemi ortaya çıktı

Emekli maaşına yeni sistem yolda... Orta Vadeli Program'da (OVP) yer alan yeni sistem ile çalışanların daha çok sistemde kalmaları teşvik edilecek. Peki yeni sistemle aylık nasıl hesaplanacak? İşte tüm ayrıntılar...(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/emekli-maas-sistemi-sil-bastan-degisiyor-yeni-aylik-hesaplama-yontemi-2243037)

(Cumhuriyet)