17 Mayıs 2015 Pazar

Khalkedon cumhuriyeti- MİNE KIRIKKANAT

Günümüzde İstanbul’un bir ilçesi sayılan Kadıköy, Doğu Romalı geçmişinde Konstantinopolis’in karşısına kurulmuş bir liman kentiydi. Anatolia’dan (Anadolu) Kadıköy’e gönderilen ve gemilere yüklenip dünyaya ihraç edilen Kalsedon taşına adını vermişti. 
Batı Roma’nın Hun istilasıyla uğraştığı 8 Ekim 451 sabahı, Kadıköy’de Hıristiyanlık tarihinin İznik’ten sonraki dördüncü ekümenik konsili toplanıyordu. 

Kadıköy Konsili’nin hepsi kutsal sayılan 28’inci ve son kararıyla, Roma’nın yeni emperyal başkenti Konstantinopolis Patriği, eski başkent Roma Patriği “Papa”ya eşdeğer ve öncül ilan edildi. 
Bu da Konstantinopolis Patrikliği’ni, Roma Papalığı üstünde yetkili kılıyordu. Çünkü patrikleri atayan ve azleden makam Roma imparatoru olup payitahtı Kontantinopolis, payitaht patrikliği de elbette birincil ve öncül olandı!
***
Kadıköy Belediyesi’nin yeni sosyal tesisi, Küçük Moda’daki Khalkedon bahçesinde Başkan Aykurt Nuhoğlu’yla konuşurken kafama dank ediyor: Üzerinde en uzun süre çalıştığım kitabım ve tam da Kadıköy Konsili’nden öteye Roma İmparatorluğu’nun Doğu ile Batı arasında bölünmesini incelediğim Bir Hıristiyan Masalı’nı Kadıköy’de bitirmem kuşkusuz bir raslantı değildi… 
Bir beton denizinde boğdukları için boğulduğum İstanbul’da, annemin hatırasını taşıyan bu ilçeye iki yıl önce, bana Roma’yı olmasa bile 1970’lerin İstanbul’unu anımsattığı için taşındım. Zaten taşınır taşınmaz da Aykurt Nuhoğlu’nun seçim öncesi ilk basın toplantısına katıldım. O gün bugündür, dikkatle izliyorum Kadıköy Belediye Başkanı’nı. 
Başkan Nuhoğlu sakin, uzlaşmacı, gösterişten uzak biri. Algılaması ile değerlendirmesi arasındaki hız, çok zeki olduğuna işaret ediyor. Türkiye’de yıllardır onun kadar alçakgönüllü, “bizden biri” politikacıya rastlamadım. Bir kitap imzalatmak için yarım saat kuyrukta bekleyen eşi Ebru’yu da tanıyınca, sıradışı nazik, ama inandıkları idealleri gerçekleştirmeye kararlı insanlar olduklarına inandım.
***
Aykurt Nuhoğlu’na göre yetki sınırsız değil, zaten olmamalı. Türkiye’de yönetim modelinin değişmesi, daha katılımcı bir model geliştirilmesi gerektiğine inanıyor. Yerel yönetimlere daha geniş yetkiler, hatta özerklik verilmesini savunuyor. 
Gerçekten de 17 milyon nüfusuyla pek çok ülkeden büyük olan İstanbul’un İBB’nin iki dudağı arasına baktırılması kadar akıl dışı, daha doğrusu “rant içi” bir yerel yönetim biçimi, dünyada yok. 

Aykurt başkan, Kadıköy halkının halen İBB ile kısıtlı ve sınırlı yerel yönetime daha etkin katılımını sağlayabilmek için bir kültür oluşturmaya çalışıyor. 
Katılım kültürü nasıl oluşur? Elbette insanları, tarafları bir araya getirip birinin diğerini anlayarak çözüm üretmesini sağlamakla. 
Kadıköy’ün en yeni ve büyük sorunu, CHP’ye oy veren sosyal demokrat bir çoğunluğun CHP’li sosyal demokrat bir belediye ile oluşturduğu “özgürlük” alanının, dışardan gelen yoğun özgürlük talebiyle istilası…
***
Muhafazakâr semtlerde boğulan, mahalle baskısından bunalan gençler, özellikle hafta sonları soluğu Kadıköy’de alıyor. Üsküdar, Ümraniye, hatta son zamanlarda Zeytinburnu’ndan akın akın geliyorlar… 
Esnaf memnun. Ama özgürlük adabını bilmeyen bu genç akıncılar, Kadıköy’ün yerlilerine, yerleşik kültürüne uygunsuz davranıyorlar. 
Aykurt başkan, bu konuda ilk zaferini İhsan Ünlüer sokağında önce esnafla mahalle halkını buluşturup ardından müşteri gençlerle konuşarak kazandı. Eskiden ruhsatı olmayan hiçbir yere, içki ruhsatı vermiyor. Büfelerin içki satış saatleri kısıtlandı, çok sıkı denetleniyor. Geçmişte bazı yerler için 2, bazıları için sabah 4’e kadar verilen çalışma saatini, topluca gece 2’ye çekmeye kararlı. 
Asıl hayali, Kadıköy sakinlerinin oturdukları sokaklara sahip çıkıp, karşılıklı anlayışa dayalı bir mahalle kültürü oluşturması. 
Eğer başarırsa, ben bile inimden çıkıp öne düşecek, Kadıköy’e özerklik isteyeceğim!
G NOKTASI 
Aykurt Nuhoğlu ortak bir kent kültürüne zemin yaratabilmek için eğitime, sanata, spora yatırım yapmak ve yaşlıları toplumsal etkinliklere katmak gerektiğinin bilincinde: Kadıköy Belediyesi, her yıl tarihi bir köşk satın almayı, restore edip halkın hizmetine açmayı hedeflemiş. Bu yöntemle Hasanpaşa’daki bir köşk Karikatür Evi, Eski Gazete diye bilinen bina Haldun Taner Evi’ne dönüşüyor. Ahmet Haşim Evi restore ediliyor, mal müdürlüğü binası için izin bekleniyor. Yeni açılan Kadıköy Akademi, Tasarım Atölyesi gibi 17 proje var ve hızla hayata geçiriliyor. 
Kadıköy’ün en büyük derdi, elbette ki İBB’nin bütünsel, AKP’nin de betonsal rantı… 
Ama bu çoook uzun bir “çalıyor ama çalışmıyor” destanı ki, başka bir yazıya ancak sığar. 
DUYURU: Bugün saat 15’ten öteye Sarıyer Belediyesi’nin Edebiyat Günleri çerçevesinde Kireçburnu Haydar Aliyev Parkı’nda okurlarımla buluşuyorum.
Ethem Sancak, Erdoğan’a olan aşkını “İlahi aşk iki erkek arasında olabiliyor” diye gerekçelendirdi. Biz başka bir şeye ilahi diyoruz, ama neyse!

MİNE KIRIKKANAT
CUMHURİYET

Bir Atatürk devrimcisinin ölümü - MUSTAFA BALBAY

Zafer Dershaneleri’nin ve Zafer Koleji’nin kurucusu, biyoloji öğretmeni Ali Demir’i geçen çarşamba günü ölümsüzlüğe uğurladık.

O amansız hastalığa yakalandığını öğrendiğimde bir an enerjisinin ve heyecanlarının zedelenmiş olabileceğini düşünüp büyük bir hüzne kapılmıştım. Ancak demir parmaklıkların ardında, arada cam bölme de olsa, özel bir izinle ziyaretime geldiğinde gördüm ki neredeyse tam tersi olmuş. Hani işi çok aceleymiş de bir an önce tamamlamak isteyen ama mükemmellik arayan insanlar olur ya, işte öyle telaş içindeydi. 
Özgürlüğe kavuştuktan sonra sıklıkla kucaklaştık. Ülkenin sorunlarından birini kapatıp ötekini açtık. Kanser gırtlağına dayanmış, boğazına düğümlenmişti. Ama onun başlıca kaygısı hâlâ, “Atatürkçü nesiller nasıl yetişir” sorusuna yanıt aramaktı. Bir de AKP iktidarının sandığa gömüldüğünü görmek. 
Son görüşlerimden birinde yataktaydı. Uzatmak istemediği sağlık konularını hemen kesip konuyu seçimlere getirdi. Gazetecilik diliyle söylemek gerekirse tek sütun halinde kalmış bedenini zorlanarak yukarı çekti, gözlerini dört açıp “Bana bak” dedi. İki elini de güçlü bir makineli tüfek kullanır gibi titreterek seslendi: 
“Bu kez de CHP’yi iktidara taşımazsanız, hepinizi tarayacağım!”
***
Ali Demir, 12 Eylül öncesinde hem öğretmenlik hem de TÖB-DER hareketi içinde mücadele önderliği yapıyordu. 12 Eylül’den sonra o dönemin darbe koşulları içinde öğretmenlikten koparılınca Zafer Dershanesi’ni kurdu. Hızla büyüttü. Atatürkçülüğünden, mücadeleci kimliğinden hiç ödün vermeden Türkiye’nin dört bir yanına yayıldı. 
2002’de ODTÜ mezunu oğlunu trafik kazasında kaybedince, bedenindeki ve ruhundaki en büyük yarayı aldı. Bu yara hiç kapanmadı ama oğlunun hayallerini de gerçekleştirme gücünü ona verdi. 
Geçen yıl Zafer Koleji’ni açmaya hazırlanırken iki kez inşaatı gezdirdi. O laboratuvarları anlatışı, 1500 kişilik çok amaçlı salonu bir ucundan öteki ucuna koşarcasına yürüyüp burada neler yapacağını hayal edişi hâlâ gözümün önünde.
***
Ali Demir’in en büyük özelliği ise ödünsüz Atatürkçülüğüydü. Sadece bu düşünceyi benimsemekle kalmamıştı, Atatürk’ü ve onun fikirlerini yaymak için her şeyi yapmıştı. 
Binlerce “Nutuk” bastırmış, her yere göndermişti. En son Ankara kitap fuarında Cumhuriyet standını birlikte paylaştık. Standın önünden geçen herkese Nutuk armağan ediyordu. İlk sayfasına da güzel bir imza atıyordu. 
Son aylarda en büyük hayali, dünya ölçeğinde kabul görecek bir Atatürk filminin çekilmesini sağlamaktı. Kimlerin senaryo yazacağını listeliyor, hangi sanatçıların rol alabileceği konusunda bizlerden yardım istiyordu. 
Ali Demir gibi ödünsüz Atatürkçüleri tanımayanlar, bu topraklarda Mustafa Kemal’lerin hiç tükenmeyeceğini bilmezler ve bunu söyleyenleri anlamakta zorlanırlar. 
Yazının girişinde Ali Demir için toprağa verildi demedik, ölümsüzlüğe uğurladığımızı söyledik. O yetiştirdiği öğrencilerde, kurduğu dostluklarda Mustafa Kemal sevgisini başlıca ölçüt alan bir kişiydi. Bu sözümüzü ete kemiğe büründürecek o kadar çok örnek var ki... 
Halsiz düşmüş bedenine karşın dipdiri ruhuyla son nefesine dek bunca yaptıklarının üzerine bir de “üniversite nasıl kurulur” arayışı içindeydi. 
Başta eşi Müzeyyen Hanım olmak üzere tüm Ali Demir ailesinin başlıca görevleri, onun eserlerini yaşatmak ve hayallerini gerçekleştirmek olmalı. 
Atatürkçülerin, yurtseverlerin, bilimin ve aydınlık bir Türkiye mücadelesi veren herkesin başı sağolsun...

MUSTAFA BALBAY
CUMHURİYET

1 Kasım 2014 Cumartesi

Faziletin Ölümü-CAN DÜNDAR

“Bir devletin baştaki yöneticilerinin çoğu namussuz olsun da, aşağı tabakada bulunanlar iyi adam olsunlar; bu güçtür.”
Bu cümle, İsmail Hakkı Babanzade’nin “Anayasa Hukuku” kitabının 119. sayfasında geçiyor.
Mustafa Kemal, kitabı 1923’te, Cumhuriyet hazırlıkları sırasında okumuş. Okurken bu cümlenin altını çizmiş.
Kitap halen, Çankaya Köşkü Kütüphanesi’nde 620 kayıt numarasıyla korunuyor.
Köşk, içinde barındırdığı bu türden sakıncalı yayınlar nedeniyle de “müze” olmaya müstahak(!).
***
Daha Soma’nın acısı dinmeden Ermenek’te 18 işçi kâr hırsında boğuldu.
Soma’dan sonra madenlerde yaşam odalarının zorunlu tutulmasına ilişkin yasa teklifini Meclis’te reddeden Çalışma Bakanı, dünkü Vatan’da muhalefet lideri gibi konuşuyor:
“Küçük madenlerde işveren fazla kâr uğruna iş güvenliğine yatırım yapmıyor. Hepsi kapatılmalı. İçim yanıyor.”
Evet; bu feryadı Çalışma Bakanı’na duyurmak gerek(!).
Tabii Babanzade’nin kitabını anımsayarak…
Tarihte görülmedik boyutta yolsuzluk iddialarına muhatap olmuş, yandaşlarına rant dağıtımıyla nam salmış bir iktidarın, her faciadan sonra işletme sahiplerini rant düşkünlüğüyle suçlaması inandırıcı mı?
“Sen kendine bak” demezler mi?
***
Babanzade’nin kitabından devam edelim. Fransız düşünürü Montesquieu’ye atıf yaptığı bir bölümde diyor ki:

“Kavimler başlangıçta bir tek kişinin gücüne bağlıydılar -ki buna ‘despotizm’ denir. Daha sonraları ise yalnız kendi yaptıkları yasalara uydular -ki buna ‘cumhuriyet’denir.”
Gazi, 115. sayfadaki bu cümleleri de işaretlemiş.
Birkaç sayfa sonra şu satırların altını çizmiş:
“Cumhuriyet ve demokrasileri yaşatan genel kural, siyasal fazilettir.”
14 Ekim 1925’teki İzmir ziyaretinde bu cümleyi kullanmış:
“Sultanlık korku ve tehdide dayalı bir idaredir. Oysa Cumhuriyet, fazilettir.”
***
Ocak göçtüğünde, iskele çöktüğünde, asansör düştüğünde işverene parmak sallamak, isyan edeni tekmeleyip tokatlamak, despotik rejimlerin işidir.
Cumhuriyet ise, faziletle ve kanun hâkimiyetiyle yürür. Kural koyar, denetler, önlem alır. Beceremeyen, faziletle istifa eder.
Sultan özentilerinin anlayamadığı bu…
Adalet, hakkaniyet, hürriyet kalmayınca, fazilet, maden suları altında kalınca, memlekette büyüme oluyor; kalkınma olmuyor.
İstikrar oluyor; huzur olmuyor.
Saray oluyor; kutlamak nasip olmuyor.
Yemeği ocakta yiyin” baskısının yol açtığı facia yüzünden Ak Saray’da ziyafet çekmek kısmet olmuyor.
***
Aynı günden iki haber:
Türkiye’de 1 milyar doların üzerinde serveti olan aile sayısı 10 yılda 24’ten 57’ye çıktı.
Aynı Türkiye, ölümlü iş kazalarında Avrupa’da 1., dünyada 3. sıraya çıktı.
Anlamı şu:
Ölerek, öldürerek zenginleştiriyoruz.
Kölelik düzeninde, enkaz üzerinde bir servet büyütüyoruz.
Ve Erdoğan, 29 Ekim konuşmasında, “Türkiye Cumhuriyeti, 77 milyonuncumhuriyetidir. Her bir ferdi bilaistisna bu cumhuriyetin öz evladıdır” diyor.
Öyle hissedip hissetmediklerini, göçmüş madenlerin, çökmüş inşaatların, yere çakılmış asansörlerin yetimlerine, dullarına sormak lazım.
Biz yine Babanzade’nin kitabından, altı çizilmiş bir cümleyle bitirelim:
“Zorba hükümetler, ne şekilde olursa olsun, payidar olamaz, ayakta kalamazlar.”  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Kul Olmak Kolay!..-SERDAR KIZIK

Cumhuriyetin en temel projesi kul değil birey, ümmet değil toplum yaratma anlayışıydı. 
Aklı ve bilimi esas alan, fikri hür, vicdanı hür nesiller. 
Özgür, herhangi bir güce, inanca, kişiye, gruba, cemaate biat etmeyen, düşünen, araştıran, sorgulayan, öğrenen, çalışan kuşaklar... 
Yurttaşlık projesi! 
“Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiç-bir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” demişti vasiyet olarak Mustafa Kemal Atatürk. 
Kadere, alın yazısına boyun eğilmeyecekti... 

                                                            *** 
Yıllar içinde aydınlanmayla, laik eğitimle epey yol alındı bu konuda. 
Ne var ki, Atatürk’ün ölü ümünden başlayıp daha sonra sağcı; gerici ve dinci iktidarlarla yürütülenkarşıdevrimcimücadele,Cumhuriyetin değerlerini adım adımgeriletti. 
Temel felsefeye darbe üstüne darbe vuruldu. 
Akıl, bilim, laik düşünce ötelendi. 
Gerici, işbirlikçi iktidarların biat eden, kaderci, kinci ve dinci kuşaklar yetiştirme projesi öne çıktı. 
Laik anlayış rafa kaldırıldı... 
HHH 
Erkekler tahrik olmasın diye 9 yaşındaki kızlara türban giydiriliyor artık. 
Okullar kız-erkek olarak ayrılıyor. 
İmamlar yönetiyor ülkeyi... 
Ne büyük bir ironidir ki Cumhuriyetin yıldönümünde “Cumhuriyet” konulu kompozisyon yarışmasında birinci olan imam hatipli genç kız, kendisine ödülü veren kaymakamın elini sıkmıyor. 
“Elimi vermem” deyip uzaklaşıyor genç kız. 
“Sap gibi” ayakta kalan kaymakam morarıyor, memleket kararıyor. 
                                                            *** 
91.yıldaCumhuriyetin getirildiğiyer, karanlıktır ne yazık. Gericiliğin kuşatmasında, baskı ve korkunun öne çıktığı, özgürlüklerin tırpanlandığı bir ülke. 
Mutsuz, huzursuz, gelecekten kaygılı bireylerin arttığı, toplumun ayrıştığı, karmaşanın tırmandığı bir yer... 
Haksızlığın, hukuksuzluğun, vicdansızlığın öne çıktığı bir düzen... 
Ortada ne demokratik, ne laik, ne sosyal bir hukuk devleti kaldı. 
Sadaka ve avanta düzeni kuruldu. 
Onun için başımıza gelen her felakete “kaza” diyorlar. 
“Bu işin fıtratında var” diyorlar. 
Kadere boyun eğilmesi isteniyor. Bunları söylemek kolay. 
Aslında suçlu olan kendileri, önlem almayan, aklın ve bilimin gereğini yapmayan, kâr hırsıyla gözü dönmüş sermayeye sürekli yol veren ülke yöneticileridir. 
En tepeden, en aşağıya kadar... 
                                                            *** 
Eski Başbakan Soma faciasının ardından söylemişti: Hani madenciliğin gelişmiş olduğu ülkelere gidilecek, incelenilecek, araştırılacak, çağa ayak uydurulacaktı
Ne oldu? Kim gitti, kim geldi, ne gibi önlemler alındı? 
Uzağa bakmaya gerek yok, Soma faciasından sonra çıkarılan torba yasaya göz atmak yeterli... 
Bu Cumhuriyet, yurttaşlarını, yoksulları, Soma’da olduğu gibi diri diri toprağın altına gömüyor. 
Ermenek’te olduğu gibi, tarımdan, topraktan, hayvancılıktan koparılmış yoksul köylüleri kör kuyularda sulara boğduruyor. 
Hâlâ utanmadan işi alın yazısına, kadere, fıtrata bağlıyorlar. 
Sel felaketi oluyor, “dua edelim” diyorlar. 
Kimi kandırıyorlar? 
Madencilikte birinci ülke Almanya’da 40 yıllır tek bir insan ölmemiş. 
Bizdekinin adı düpedüz katliam. 
Kaza değildir başımıza gelen, ortaçağ koşullarını dayatan iktidardır...

SERDAR KIZIK
Cumhuriyet

Cumhuriyet’in 91. Yılını ‘Söylev’le Anmak-Meriç Velidedeoğlu

Cumhuriyet’in 91. yılını “Ulusal Kanal” gün boyu süren özel bir yayınla kutladı; bu yayında yer alan programların birinde “Söylev”e (Nutuk) de yer verildi. 
“Atatürk’ün Dilinden Cumhuriyet’in Öyküsü” adlı bu programda usta TV yapımcısı ve ünlü spiker “Gülgün Feyman” ile birlikte, “Söylev”den yer yer okumalarla “19 Mayıs”tan başlayıp “29 Ekim 1923”e ulaştık.
Okudukça, bugün “AKP” iktidarındaki ülkemizin yaşadığı, yaşamakta olduğu olumsuzlukları ve özellikle yaratılan derin ayrışmayı, Atatürk’ün inanılmaz bir öngörüyle“87 yıl” önce görerek dile getirdiği uyarıları, önlemleri aktardıkça insan daha da bir üzüntü içinde kalıyor. 
“Sivas Kongresi”
(4.9.1919) sırasında yapılan konuşmalarda “kurtuluş” yolunun ancak “Amerikan Mandası” yani “Amerikan Güdümü” olduğunu yana yıkıla dile getirmelerine Atatürk’ün verdiği yanıt: “Yabancı bir devletin güdümüne girmeyi istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü, uyuşukluğu benimsemekten başka bir şey değildir!” olur ki bu, Mandacılar’a okkalı bir tokattır... Peki onca yıl sonra, “Amerika tarafından kullanılması” açıkça yalvar yakar istenen ve bu “kullanılma”yı rahatça içine sindiren “R.T. Erdoğan”1919’un “Mandacılar”ından daha ileri gitmiş olmuyor mu? 
“Söylev”i okumayı sürdürürsek Atatürk’ün, “Sadrazam Ali Rıza Paşa’nın, 1920 yılı şubatında Osmanlı Mebusan Meclisi’nde açıkladığı hükümet programında yer alan‘Yerel Yönetimler Reformu’ndan” söz ettiği görülecektir. 

Bu düzenlemeye göre “Yerinden yönetime geniş ölçüde yer verildiğini, tüm devletişlerinin ‘Yerel Meclisler’le yürütüleceğini” açıklar Atatürk ve ardından “bu YerelMeclisler”in alacakları bir kararla “özerklik’ten vazgeçip ‘bağımsızlık’ ilan edebileceklerini” dile getirir. 
Atatürk, kuşkusuz çok haklıdır; çünkü bu “yerel yönetimler” aracılığıyla Osmanlı Devleti’nin parçalanması, “Sevr Antlaşması”nda da aynen kullanılmıştır. 
Peki, Erdoğan’ın “2004”te büyük bir coşkuyla hazırlatıp Meclis’ten geçirdiği “Özel İdareler Yasası”nda “özerklik”ten öte, “bağımsız” niteliğe kolayca dönüşebilecek“yerel bir meclis” oluşturulması isteğinin Sadrazam Ali Rıza Paşa’nınkinden bir ayrımı var mı?
Erdoğan’ın bu atılımı hem PKK tarafından hem de Kürt kökenli yurttaşlarımızın bir bölümünce sevinçle karşılanmamış mıydı? 
Başta ABD’de olmak üzere “Alb. Peters”ın -bir bakıma- Sevr’e rahmet okutan “2. Sevr Haritası” dünya gündemine oturtulmadı mı? 
Öte yanda, “Söylev”i okurken, insanlığa çok yakışan “sevgi”nin “saygı”yla birleşmesinin en güzel örneklerinden birine de tanık oluruz. 
“Lozan Antlaşması” görüşmeleri, “1923 yılının temmuz ayı ortalarında anlaşmayla noktalanır; ancak Antlaşma’yı imzalaması için ‘İsmet Paşa’,Başbakan Rauf Beyden, günlerce olumlu ya da olumsuz bir yanıt alamaz; büyük bir üzüntüye düşer; delegelik görevinin kendinden alınmasını ister.” Atatürk sorunu böyle ortaya koyduktan sonra da, çözümü İnönü’ye gönderdiği telgrafla başlatır; telgraf şöyledir: “Kazandığınız başarıyı, en sıcak ve en içten duygularla kutlamak için Antlaşma’nın imzalandığını bildirmenizi bekliyoruz kardeşim!”İsmet Paşa’nın yanıtıysa: “Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı bir düşün. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerindenöperim. Kardeşim sayın önderim!” 
Kuşkusuz “iki sarhoş” diyerek bu ikiliyi kasteden Erdoğan’ın “yoldaş”ına bağlılığını milletin malı olan İstanbul’da, Boğaz’ın kıyısındaki “Huber Köşkü”nü “A. Gül”ailesine “tahsis etmekle” ortaya koyduğunu da bilmem ki sindirecek miyiz? 
Ama şunu da unutmasak diyorum; “Afganlı” bir tarikat lideri olan “Hikmetyar”ın dizlerinin dibinde oturarak yetişen birinden daha fazla bir şey beklememeyi... 
Yarın Beşiktaş’ta olalım; hem kumpasçılardan hesap sormak, hem de emekçi kardeşlerimizi anmak, ailelerinin acısını paylaşmak için.  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

Politik Sıvılaşma ve Mizah-DOĞAN KUBAN

Türkiye’de her kavram; konturları belirsiz, sıvılaşmış bir toplumsal kargaşada yüzüyor. Kaygan ve ele avuca gelmiyor. Her tür hak ve özgürlük var ama alan ve veren belli değil. Şaşılacak bir dönüşümle, 1980’den bu yana, içeriksiz bir kültür ortamında toplum düşünsel dengesini yitirdi. Sınırları belirsiz bir otorite çukurunda, ayakta durmaya çalışıyor.


Gerçi ülkede 1946’dan bu yana çiviler çıkıyordu. İki Dünya Savaşı yeni ve değişik bir Anglosakson İmparatorluğu doğurdu ama Türkiye’nin yeniden şekillenemez, yeniden yoğrulamaz, yeniden bir biçim kazanamaz duruma dönüşeceğini ve çağdaş toplum amaçlarını dışlayacağını düşünememiştik. Türk toplumunun sayısal büyümesine paralel bir bilgi ve olgunluk dönemine ulaşacağından kuşku duymamıştık. Bu bizim gibi doğuştan Cumhuriyet kuşağının asil üyesi olan yaşlılar kuşağında, politik, dini, ulusalcı ideolojilerden çok farklı bir çağdaşlık, dünyaya yetişme ideolojisi, bir tür Kızıl Elma idi.
Bugünkü durumun çivisi çıkmış. Çünkü sadece Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın geleceği hakkında bilimsel öngörüleri dinleyen politikacılar, sanayicileri dinleyen toplumlar, gazete okuyanlar, sokaklarda aç dolaşanlar, dünyayı idare ettiklerini sananlar da bir şey anlamıyorlar. Bozulmuş makineyi bir gün çalıştırdıkları zaman sevinen tamircilere benziyorlar. Bir gün sonrasını göremeyenlere de uzman deniyor. Türkiye’de de, dünyada da ‘böyle başa böyle tıraş’ deyimine uygun bir ortam var. Dünya bu kadar kırılgan durumlara 1918’de, 1945’te, Komünist Rusya çözüldüğü zaman da düşmüştü. Arap Baharı da bunun üzerine tüy dikti.
Plansız kentlere dolmuş, ömürlerini yollarda harcayan insanlar, kardan adam gibi yükselen, boş alanları, kesilen ormanları dolduran gökdelenler, eğitim yaftası altında içeriksiz masal öğretimi. Maçlar, reklamlar, tüketim, yolsuzluk ve cinayet güncel konular. Otomobiller Afrika’dan boşanmış çekirge sürüleri gibi hepimizi esir etmiş. Her dakika sizi soyacak bir tüketim etkinliği, dünyanın birileri için çalışan bir pazar olduğunu, telefonunuzu çaldırarak anımsatıyor. Bu, cahil ve geri kalmış toplumun görünümü. Toplumların, milyarlarca insanın içine düştüğü zavallılık, bu durumun sorumluları gibi görünenlerin gazetelere düşen zavallı serüvenlerinden binlerce kez daha önemli.
Gazeteler, televizyonlar, telefonlar, sirenler, motor sesleri, mitingler, birtakımı sakin, birtakımı gürültücü kalabalık. Herhalde eski çağlarda, hele top olmadığı zaman savaş bile böyle bir gulgule değildi. Bu hastalığın ne hastanesi var, ne de doktoru.
Toplum kendisi kaburgasız olduğu için tümel kaburgasızlığı ve kırılganlığı anlamıyor. Fakat yanlısı, yansızı, karşıtı koyu bir afyon sersemliğinde, anlaşılan hoş rüyalar bile görüyor.
İNSANLARIN HAYAL GİBİ DOLAŞTIĞI DÜNYA
1970’lere kadar (50 yıl öncesi) Türk insanının hiçbir şeyden haberi yoktu. Uyanmış genç insanların çabaları kalabalıklara ulaşmıyordu. İletişimin yoksulluğu bilgisizliktir. Bu uzun vadede okulları bilgi veren kurumlar olmaktan uzaklaştırdı. Bugün iş dünyasının ve politikacıların satın aldığı iletişim kurumları reklam levhası niteliğinde. Dünya, kişilerin çektikleri acılar dışında, bir gezici komedi sahnesi gibi çalışıyor. İnsanlar köle, robot, budala ve kaburgasız oldular. Bu, her olanağı geri tepmiş, her şeyi illüzyona çevirmiş, bitmiş bir dünyadır. İnsanlar ortada hayaller gibi dolaşıyorlar. Gülen de çok. Umutsuzluktan neredeyse göbek atacaklar.
‘Ne olacak halimiz?’ dendiği zaman gülmeye başlıyorum. Ortalık bu kadar kaburgasız sözle dolunca insan ciddi düşünmesini beceremiyor. İşi, Evliya Çelebi gibi, lubaiyat’a yani güldürüye vuruyorum. Güldürü insanı çakırkeyif yapıyor. Can sıkıntısına iyi geliyor.
Eminönü meydanında gazeteci ve bir AKP’li konuşuyorlar:
Gazeteci- Bu tapelerde başbakan ve oğulları arasında geçen olaylar hakkında ne düşünüyorsunuz?
AKP’li- Çalıyor olabilir ama çalışıyor.
Dilimizi öğreniyoruz. Türkçe de ÇALmak , ÇAL-ışmak aynı kökten geliyormuş. Halkımızın açıklaması uyarıcı. Bu bir göçer yorumu. İki tür çalmak var: İş yapmadan ÇALmak, iş yaparak ÇALmak. İkisi de ÇALışma gerektiriyor. Örneğin ÇApul için komşu kabilenin ÇAdırlarını bastınız. Kadın, çocuk, hayvan, eşya ne varsa götürdünüz. Bu ÇApul yaparak yani ÇAba göstererek ÇALmak oluyor. Ama geçerken tezgâhtan bir şey yürüttünüz. Bu düz ÇALma. Rüşvet de düz ÇALma. Bu yerleşik dönem etkinliği.
Eh, bugün de yerleşik bir yaşamımız var. Oysa göçer yerleştikten sonra, örgütlenip bir beylik kurduğu zaman yaşam zorlaşmıştı. Çalışmak gerekiyordu. Uzun yüzyıllar düşündükten sonra çaresini buldular. Ülkenin yarısı hassa mülkü oldu. Çalışanlar da Müslüman olan dönmeler. Türk dili uzmanlarından özür dilerim.
ÇALIYOR AMA ÇALIŞIYOR
Bunlar kuşkusuz şaka. Fakat yaşamımı ve özellikle Türk geçmişini düşününce bu etimoloji (İştikak) hikâyesi hoşuma gitti. Şoför ‘çalıyor’ ama ‘çalışıyor’ dedi. Bende ona ‘sende çalışkan bir adamsın!’ dedim, hoşuna gitti. ‘Ne kadar çalıyorsun?’ diye sordum. Arabayı durdurdu, küfretti. O zaman anladım. İdare edilen fakir, fukara için çalmak kötü şey. Fakat idare eden için uygun.
Osmanlı padişahlarını düşününce ayıldım. Onlar da haklıydı. Haraç ve çapul gelirinin hatırı sayılır bir yüzdesi sultanın. Devlet-i Seniyye’nin bekası için. Çalışan esir de parayı ona getirecek. Padişah haklı. Harem’de 200 kadın, sarayda 5000 kişi çalışıyor, aşağıdakiler çalışıyor. Çalışıyorum, çalıyorum. Çalışıyorum demek ki çalıyorum. Türklerin çok çalışması gerekiyor. Bütün bu felsefeye kılıf giydirmek gerek.
Bunları düşünerek ‘Eski dünya bitti’ demek iki anlam taşıyor: adaleti, özgürlüğü, öğretimi yeniden tanımlayın! Ya ilerisi için, ya geriye dönmek için. Geriye dönmek daha kolay. Onu bildiklerini sananlar geriye dönmek istiyorlar. Ne var ki geriye otomobile binerek dönülmüyor.
YALAN VE YANLIŞ: DİL İLE YAŞAMIN ORGANİK BAĞI
Bu eğri büğrü ortamda şaşırıp etrafa bakarken Türk dili beni bir kez daha aydınlattı. YAlan ve YAnlış sözcükleri de ‘YA’ ile başlıyor. Bunu yorumlarsak yalan söylemek istemedi, yanlışlık yaptı anlamına geliyor. Böylece Türk dili ile yaşam arasındaki organik ilişkinin Türk ulusunun namusunu temize çıkaracak bir gerçeği aydınlattığını görüyorsunuz.
Bunun son açıklaması sayın birinden geldi: ‘günah özgürlüğü’ de dinimizde var’ demiş.
Bu tarihi ve dinsel yorumları temel alırsanız, Türk ve Müslüman olarak istediğiniz kadar çalabilir ve yalan söyleyebilirsiniz.
Yalnız bir sorun var:
Türkiye’nin dışında Türk ve Müslüman olmayan yedi milyar insan yaşıyor. Bizim gibi düşünmeyebilirler.
Bu da Yalan olabilir mi?

DOĞAN KUBAN
Cumhuriyet

19 Ekim 2014 Pazar

‘Erdoğan Badireye Gidiyor’-NİLGÜN CERRAHOĞLU

İngiliz, Fransız, Alman basınında dün Erdoğan ve Erdoğan Türkiyesi’ni eleştiren ağır yazılar vardı… 

Le Monde’un, “Erdoğan ve Nöropsikiyatri/ Erdoğan et le neouropsychiatre” başlığını taşıyan yarım sayfaya yakın yorumu, Türk cumhurbaşkanının “güç sarhoşluğunu” patoloji boyutunda irdeliyordu… 
Daily Telegraph, fiilen Erdoğan’ın “IŞİD’le aynı safta yer aldığını” belirtiyordu. 
Almanya’nın etkili fikir gazetelerinden Frankfurter Allgemeine ise Türkiye’nin BM üyeliğine seçilememesini; “Türk dış politikasının iflası” diye nitelendiriyor; Erdoğan’ın “sorumluluktan uzak dış politikasının” Türkiye’yi bu noktaya taşıdığını vurguluyor, “Cumhurbaşkanı, ülkeyi, dış dünyadan izole bir konuma getirdiğini hâlâ kabul etmiyor” değerlendirmesini yapıyordu. 
Avrupa yayın organlarında bu eleştiri bombardımanı patlak verirken ben de Çizme’de tanınmış Akdeniz-Ortadoğu uzmanlarından Stefano Silvestri ile konuşuyordum…
‘Tek başınıza tanzim edemezsiniz’ 
Çizme’nin en önemli düşünce kuruluşlarından IAI-Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nü yıllarca yöneten, savunma bakanı yardımcılığı, başbakanlık danışmanlığında bulunan, “askeri strateji” konularında uzmanlığı ile tanınan Silvestri; Erdoğan’ın Ortadoğu politikalarının kısaca ağır bir “badireyle” sonuçlanabileceğini söylüyor. 
Bunun “nedenlerini” sorduğumda; “Çünkü” diyor: “Türkiye, tek başına Ortadoğu’yu tanzim edemez. Ankara ile rekabet eden İran ve Suudi Arabistan var. ABD, Rusya gerçekleri var. Erdoğan bir başına ‘çözüm’ dikte edemez. Dayatmasında başarılı olamadığı için zaten bugün sıkışmış durumda...

‘RTE IŞİD’in müttefiki gibi’ 
“Nasıl?” dediğimde Silvestri “sıkışmışlığı”; “Ankara’nın yalnızlığını; ‘IŞİD müttefiki görüntüsüne girmeye’ dek vardırdığını” söyleyerek açıyor ve bunun haliyle “ideal pozisyon olmadığını” belirterek ekliyor: 
Esad baş düşman, Bağdat düşman; İsrail, Mısır’da büyükelçiniz yok. ABD ile restleşiliyor. Bu durumda de-facto biricik müttefik IŞİD olmuyor mu?
‘Yolunu yitiren dış politika’ 
“ ‘IŞİD’e yardım’ iddialarını cumhurbaşkanının ‘ispatla’ yanıtıyla karşıladığını” söylediğimde; “Öncelik, IŞİD yerine Esad’ı tepelemek olduğunda, Ankara fiili biçimde IŞİD’den yana saf almış oluyor” diyor Silvestri: 
Esad çöktüğünde, IŞİD güçleniyor. Ötesi var mı? Türk dış politikasının en hafif deyimle yolunu kaybettiği düşünülebilir. Dış politikanız ne Amerikalılar, ne Rus, ne Çinlilerle örtüşüyor. Nereye varacağı belli olmayan, ne istediğini açık etmeyen bir ulusal politika var ortada…” 
Neo-Osmanlılığın ne olduğu açık değil mi?” 
Öyle ama neo-Osmanlılık şimdiye dek kültürel… sunulageldi. Bu kültürel boyutunötesinde bunun Osmanlı’nın eski nüfuz alanını ele geçirmek olarak tebarüz ettiğini görüyoruz şimdi. Putin’in Rus imparatorluğunun nüfuz alanını ele geçirmek istemesi gibi, Ankara da Osmanlı nüfuz alanını sanki (fiziken) yeniden tesis etmek istiyor. Ancak bunu; iç, dış tepkiler yüzünden açıkça söylemek istemiyor. Kartlarını tam açmıyor. Erdoğan’ın politikasına bu yüzden belirsizlik hâkim.
‘Obama İran’la anlaşırsa…’ 
Erdoğan Washington için vazgeçilmez olduğunu düşünüyor olamaz mı” sorumu ise tanınmış uzman şöyle yanıtlıyor: 
Obama zayıf ve ne yapmak istediğini bilemiyor. Ancak Erdoğan, Obama’nın bu zayıflığından gücünü artırmak için yararlanabileceğini düşünüyorsa yanılıyor. ABDBaşkanı bu fırsatı ona vermez çünkü başka öncelikleri var. Mısır ve Suudi Arabistan’la ilgilenmek, İran’la anlaşma kotarmak durumunda. Obama, Tahran’la anlaşırsa Türkiye önemini kaybeder. Çok bıçak sırtı yerde Türkiye. Komşularla, AB, NATO, ABD ile hep ‘değerli yalnızlık’ restleşmesine girmiş; kendisini yalıtmış halde. Yalıtılmışlık arttıkça bu ‘bıçak sırtı konum’ da derinleşir…
‘Bölgesel güçten probleme’ 
Erdoğan bunca yalıtılmışlıkta neye güveniyor?” 
Sandık gücüne ve Türkiye’nin bölgesel güç olduğu iddiasına… Ama ne ki bölgesel güç olmak için bölge ülkeleriyle farklı ilişkiler içinde olmak; bölgede siyaset belirleyen ve bölge ülkelerinin tercihlerinde referans alınan bir güç olmak gerekir. Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır, İsrail gibi ülkelerde referans görülen bir ülke değil Türkiye. Riyad ve Tahran’la… bölgesel güç iddiası üzerinde açık yarış var.Bölgesel gücün ayrıca bölge barışı tesisinde rol oynaması lazım. Türkiye bu rolü oynamıyor. Bölgesel güç olma ötesinde bir probleme dönüşüyor.
‘Hatayı anladılar ama… 
Problemi T.C. kodlarıyla oynayarak Batı yaratmadı mı? Sorun ‘laik Türkiye modelinden’, ‘ılımlı İslam modeli’ çıkarmaktan kaynaklanmadı mı?” 
AB’nin sorumluluğu çok büyük. ‘Batı yanlısı İslamcı model’ herkesin işine gelmişti. Bugünü göremediler. Şimdi hatayı herkes fark etti ama Ankara ile açıkça kavgaya tutuşmamak için kimse yüzlemiyor.” 
Silvestri ile Ortadoğu’nun Sykes-Picot ile tetiklenen harita tartışmalarını da konuştuk… O da yarına.  

Nilgün Cerrahoğlu
Cumhuriyet