25 Ekim 2016 Salı

Siyasal İslamcının mumu yatsıya kadar… - ORHAN GÖKDEMİR

“Dikine”, benim de içinde olduğum, yazdığım bir dinler tarihi sitesiydi. Yayınını birkaç yıl boyunca kesintisiz sürdürdü. Benim “Din ve Devrim” kitabı biraz da o site için yapılmış çalışmaların getirisidir. Yazan arkadaşlar Marksist ama ilgi alanı dinler tarihi olunca yazıların ucu mecburen inanç alanına da giriyor ve zorunlu olarak o konularda da yazı üretiyoruz. Bu nedenle ülke ortalamasına göre biraz “tuhaf” bir platformdu Dikine. Zaten sadece tuhaf insanların ilgisini çekebildi. 

Bir gün siteyi birlikte hazırladığımız arkadaşlar bir İslamcı çevrenin Dikine yazarlarıyla tanışmak, görüşmek istediğini haber verdi. Bizim için de ilginçti bu istek. Uzun yıllardır bu tür dergilerde yazarım, ilk defa bir İslamcı gurubun ilgisine maruz kalıyorduk. Süleymaniye’de İslamcı çevrelerin teşrik-i mesai yaptığı her halinden belli bir çay bahçesinde toplandık. Arkadaşlar İslamcı ama mazlumların yanında olmak gibi o çevre için biraz tuhaf bir fikir geliştirmişler. Daha “antikapitalist Müslümanlar” falan ortalıkta yok. Alışık değiliz bu durumlara. E biz zaten “mazlumseveriz”, kafa kafaya vermeye ne engel var? Kelimesi kelimesine böyle dedi lider pozisyonundaki İslamcı arkadaş.

O sırada “Haber 10” adında muhalif bir site yapıyorlardı. Baktım, içlerinde soldan gelen bir takım insanlar var. Muhalifler mi? İlk bakışta evet. Ama arada, Muhsin Yazıcıoğlu’na ermiş muamelesi yapan yazılar da yer alıyor. Defosuz İslamcı olur mu? Sohbet iyi, fakat aramızda derin “ontolojik” bir uçurum var. Her şeyi görmezden gelsek onu görmezden gelmemiz zor. Dilimin döndüğünce anlattım. Yarın, hemen işçi sınıfı için, mazlumlar için cepheye koşup savaşacaksak sorun yok, tartışmayabiliriz. Ama kahretsin, cephede değiliz işte! Ontolojik meseleler de öyle buzdolabına kaldırılabilecek cinsten değil. Tartışmaya karar verdik. Üç yazı sonra tartışma da, muhabbet de sonsuza kadar bitti. Dil mecburen ontolojik meselelere gidiyordu ve İslamcılığın o bölgesi çok derin bir biçimde çürüktü. Din hangi mazlumu zaliminden kurtarabilmiş ki? Musa mazlumları çağırdığında gelenler Amon’un kullarıydı. İsa çağırdığında toplananlar Yahwe’nin kulları. Böyle gider bu. Din mazlumların yarasına sürülmüş bir basit, etkisiz merhemdir. Ne yarayı iyileştirir, ne kanamasını durdurur.
Olmadı nitekim. Bizim sola çalan dinci gurubumuzun en önemli şahsiyetinin TRT’den belgesel işi almaya başladığını duyduk. O saat bitti İslamcının dinin çubuğunu mazlumdan yana bükme çabası. Sonra sitesi sıkı bir reis savunucusu oldu, zalimin safına geçti.

xxx

Açılımı Halkın Sesi Partisi. Kısası HAS Parti. “Halkın sesi”ni nasıl “has” olarak kısalttılar bilmiyorum. “Adalet ve Kalkınmayı” “ak” yapmak gibi bir şeydir belki. Belki de üyelerine has.tir çekmeye başından niyetliydiler, kim bilir? Partiyi ve adını bir tür Levent Kırca parodisine benzetmişti bir arkadaşım. Zaten ismi de buna cevaz vermekteydi. Has’ı, hasss… diye uzattınız mı tamam. Erbakan’ın bakiyesine gönderme yapıp “Halkın Saadet Partisi” diyen de vardı ki, en doğrusu budur sanırım.
Lideri Numan Kurtulmuş’tu, şimdi AKP’nin önemli bir şahsiyeti. Mehmet Bekaroğlu önemli isimlerindendi, şimdi CHP’nin önemli bir şahsiyeti. “Halkın sesi” olma niyetiyle kurulan Has Parti de AKP’ye katılıp kendini feshetti. Neye niyet, neye kısmet?
Marşı da vardı şimdi kimse hatırlamaz. Şöyle bir şey:
“Zalimlerin ensesinde yoksulların nefesi
Kursaklarında kalacak Karunların hevesi
Yeri göğü inletecek umudu büyütecek
İktidara gelecek halkın sesi.”
Halkın sesi olmaya niyetlenen ve AKP’yi yerden yere vuran Numan Kurtulmuş AKP’ye katılıp parti sözcüsü oldu. Halkın olmasa bile AKP’nin sesi olmayı başardı.
Parti görünüşe göre dindarlar ve bir takım sosyalistlerden oluşuyordu. Dindar solculuk yapacaktı arkadaşlar. Fakat partideki dindarlar sosyalistleri ortada bırakıp dindar sağcılık yapanlara biat etti. Sosyalistleri açıkta kaldı, dindarları ise iktidara yaklaşıp kariyer planlamasının doruğuna ulaştı.

xxx

Has Parti böyle de AKP farklı mı? Bulabilirseniz hakkında soruşturma açılınca TRT’deki görevinden istifa edip ayrılan Nasuhi Güngör’ün “Yenilikçi Hareket” adlı kitabına bakın. Erbakan’a ihanet ederek yola çıktılar, İsrail’in, ABD’nin kucağına oturarak ilerlediler. Demokrasi şampiyonu olarak başladılar, AB hayranı olarak devam ettiler. Amaçlarına ulaşabilmek için yapamayacakları şey yoktur. Din mi? Hep söylenir, arkadaşlar Allah’a inanır ama güvenmez. “Gömlek değiştirdik”, “inançlara saygılıyız” falan derken çıkardılar gömleği, çektiler şalvarı, cübbeyi, ne görelim karşımızdakiler bildiğin yobaz.
Kavga çıktı sonra aralarında. Bir de baktık hırsızlığın bini bir para İslamcı arkadaşlarda. Soruları çalmışlar, sınavlarda şike yapmışlar, devletin her yerine kendi adamlarını yerleştirmişler. Devletten, öteki Müslümanlardan çaldıklarını evlerine istiflemişler. Deniz aşırı ülkelerde yüklü banka hesapları açmışlar. Hukuku tepelemişler, adaleti arkasından bıçaklamışlar. Ne istedilerse birbirlerine vermişler. Her şey tıkırında giderken içlerinden birinin aklına evi basıp hepsini kendine almak gelmiş. Sonrası toz duman.
Hep böyle başlar ve hep böyle biter. “Altın çağ”ı en kısa dindir İslamiyet. Peygamberden sonra dört halife geliyor. Ancak içlerinde biri, yaşlı Ebubekir eceliyle ölebilmiş. Gerisi Müslümanların darbeleri altında canını teslim etmiş. “Altın çağ”dan geriye kalanlar da Kerbelâ’nın çöllerine yitip gitmiş. Sonrası Muaviye. Bugünkü inancın, zihniyetin kökleri aslında orada. Devleti ele geçir, halkı soymaya başla. Elindeki en etkili silah yalan. Mazlumları böyle kandırdılar, hala böyle kandırıyorlar. Gelenek budur!

xxx

Biz söylesek kızarlar. Camianın önemli kalemlerinden Fehmi Koru söyledi. Darbe Komisyonunda bir üyenin, "İslamcılar'ın söylediklerine güvenilmez mi" sorusuna "Olaylardan ortaya çıkan sonuç ne yazık ki bu" diye cevap verdi. Ne desin? Her şey ortalığa saçıldı 17-25 Aralık sürecinden bu yana. 15 Temmuz tüy dikti. Biz İslamcı iktidar zannediyorduk, yalanın iktidarının karanlık yüzü göründü örtü aralanınca.

xxx

Böylece yine laiklik meselesinin kapısına gelip durmuş oluyoruz.
Kim bu yalanın iktidarına hizmet eden İslamcı? Adı üstünde Siyasal İslamcı. Politik amaçlarını, hırslarını din arkasına gizlenerek yapmaya çalışan modern zamanların tuhaf âdemi. Cami cemaatini kandırarak koyuldu işe. Sonra yoksula, mazluma yardım götüreceğim diye kurduğu dernekler aracılığıyla din kardeşlerini dolandırarak güçlendi. Sonra aralarından tuhaf âdemler türedi. Bebelerin evlenmesine cevaz verdi, hırsızlığı “günah işleme özgürlüğü” olarak açıkladı. Giyimi, kuşamı esasın önüne geçirdi. Böyle böyle dindar ama ahlaksız bir toplum icat edildi ki bir dışardan bakan pişman, bir içinde bulunan.
Laiklikle ilgisi şu. Laiklik aslında İslam’ın siyasal İslamcı tarafından istismarını önlemenin de tek çıkar yolu. Siyasal İslamcılık, laiklikten önce kültürel İslam’ı yok etti. Kendi halinde, tanrısı ile ilişki kurarak huzur bulan dindarların elinden huzuru aldı. Tuhaf bir gerginlik koydu yerine. Düşman etti komşusuna, eşine, dostuna.
Ve bunca kavga dövüşün içinden, davasına sahip çıkan bir tek “delikanlı” İslamcı çıkmadı. Hepsi pişman, hepsi itirafçı, hepsi kandırılmış. Birbirlerini düşürdükleri insanlık dışı durumu dillendirmek yine solcu bir hukukçuya kaldı. Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı, Ankara Barosu’nun Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, cezaevindeki işkence ve tecavüz iddialarına değinerek, “Paralel devlet mensubu denilen hâkimlere, savcılara, askerlere, polislere sistematik işkence uygulanıyor. Adliye mescidinde beraber namaz kılanlar, hapishanelerde bu insanlara tecavüz ediyorlar. Bu insanların tırnaklarını söküyorlar emniyette. Kalın bağırsak ameliyatı olmuş insanlar gördüm, makatlarına sokulan eşyalar nedeniyle” dedi.
Açık değil mi? İslamcılar için de artık huzur laiklikte!

xxx

Ne diyebiliriz bunun üstüne? Yalan dolanla iktidar oldular, düşecekler diye ödleri patlıyor şimdi. O korkunun yol açtığı kontrolsüz şiddettir bu.
Ama denildiği gibi gerçek devrimcidir, eninde sonunda kendini gösterecek bir yol bulur. O gün yıkılır yalanın iktidarı.
Siyasal İslamcının mumu yatsıya kadar…

Orhan Gökdemir
SOL

Masal...- ORHAN AYDIN

Vapur bekliyorum, yirmi dakikam var, iskelenin yanındaki kırmızı plastik sandalyeli kahveye oturuyorum.
Fazla sevmem burayı, düzensiz bir sığınmışlık gibi gelir bana.
Deniz küsmüş, öyle duruyor, kıpırtısız.
-Biraz demli bir çay lütfen.
Ne varsa denizin dibinde, Martılar ve Karabataklar çığlık çığlığa bağrışıyorlar.
Sonbahar üşütüyor.
Arkamda yetmiş yaş grubu üç delikanlı katıla katıla gülüyorlar, belli ki muzır bir fıkranın sonuna gelinmiş. Köşedeki masada yalnız başına oturan genç kız mutsuzluğun hüznü gibi, alnı gergin, tuhaf tuhaf bakıyor gülenlere, bir Suriyeli çocuk yağmurda ıslanmış kedi yavrusu gibi çaresiz, masaların arasında dolaşarak mendil satmaya çabalıyor, elleri poşetlerle dolu dört kişilik bir aile gelip oturuyor önümdeki masaya.
Başı yeşil renkte bir örtüyle kapatılmış kırk yaşlarında bir anne, yirmili yaşlarda tombalak bir oğlan, on yaşlarında annesinin örtüsünden kullanan bir kız çocuğu ile üst dudağına serpilmiş bıyık benzeri tüyleri olan koca göbekli bir baba.
-Çayınız..biraz demli.
Yudumluyorum, şekersiz çay içmek keyifmiş meğer.
Arka masadaki delikanlıların demiryollarından emekli üç arkadaş olduğunu anlıyorum, bir Tren muhabbetidir gidiyor.
-Bak şunun güzelliğine be arkadaş, acaba dünya da böyle güzel bir yerde, böyle kudretli başka bir istasyon var mı?
-Yoktur herhalde, varsa bile böyle değildir.
-Otel yapıyorlarmış, çevresini de turizm merkezi, limanı taşıyorlarmış taa Tuzlaya.
-Yakışır.
-Yakışır tabi, sahip çıkmazsan otel de olur, Kârhane de.
-Laf geçirme durduk yerde, kaç hafta gittik oturduk merdivenlerde, kaç kişi geldi desteğe, mesela sen kaç kez geldin?
-Mesele orada oturmak mı yani?
-Evet, mesele gidip orada oturmak bu bizimdir ulan alamazsınız demek, istasyonumuzu geri verin demek, trenlerimizi istiyoruz demek. Bu bir haktır.
-Hangi hak, adam aklına koyduğunu yapıyor.
-O öyle yapıyorsa biz de aklımıza koyduğumuzu yapalım.
-Kalabalık lazım.. kalabalık.
-Bazen durup durup yıllarca bu istasyonu ve trenleri kullananlara küfür edesim geliyor. Milyonlarca insan hiç mi düşünmezler koca Haydarpaşa’yı, hiç mi akıllarına düşmez orada yaşadıkları, insan dediğin bazen güzel olan hatıralarından bile utanır.
-Edebi laf ettin.
-Bir anlayanı olmadıktan sonra neye yarar.
-Tuhafız, oyuncağını yitirmiş çocuklar gibi her hafta buraya gelip Haydarpaşa için ağlaşıyor, sızlaşıyor sonra hiçbir şey olmamış, olmayacakmış gibi evlerimize dağlıyoruz.
Öndeki masaya kaşarlı tostlar, renkli gazozlar filan geliyor, oğlan iştahlı neredeyse iki ısırıkta yarılıyor tostunu, kız çocuğu suskun, kuşları izliyor, babanın telefonu çalıyor.
-Alo..Aleyküm selam..he..Kadıköy iskele de keyif çatıyoz..yok gardaşım yok.. vermiyom orayı..kaç daire verirlerse  versinler..bekletecem..mal benim değil mi..söyle o adama..vermiyo de..haydi Allaha emanet.
Kapıyor telefonu, ince ince gülüyor tel bıyıkları altından, bir sigara tüttürüyor.
-İki daire karşılığı cennet gibi araziyi kapatacak, enayi sanıyorlar beni, ne edecem ulan iki daireyi, Allaha şükür benim dört dairem var zaten, sen paradan haber ver.
Kız çocuğu naylon torbaların birinden çiçekli bir elbise çıkarıyor, sevinç dolu yumuk gözleri, tombalak yuttuğu tostun kâğıdını denize atıyor.
-Doydun mu çocuğum?
Başını sallıyor oğlan.
Vapur yanaşıyor, üstünde martılar, ne çok kalabalık bu hayat, ne çok koşuşturuyor insanlar.
Mutsuzluğun hüznü genç kız kalkıyor yerinden, aynı anda hesap alan yaşlı garsonun yanında oluyoruz, göz göze geliyoruz.
-Gördünüz mü denizi, ülke gibi lağım çukuru.
-Gördüm evet, bir yerinden başlayıp temizlemek gerek.
Aynı vapura koşturuyoruz.

ORHAN AYDIN / SOL

24 Ekim 2016 Pazartesi

AKP’nin Musul’la derdi ne? - İLKER BELEK

Şam, Halep, Başika, derken şimdi de Musul ve hatta Selanik.
Bunların tümü ve Lozan’ın tartışmaya açılması aynı niyetin, bakış açısının ürünüdür.

1-Başa yine aynı şeyi yazmak zorundayız: Hedefleri Türkiye’yi bir İslam monarşisine çevirmektir. Bu bakımdan tarihsel referansları kaçınılmaz olarak Osmanlı’dır. Osmanlı’yı çöküşe götüren askeri, siyasi ve ekonomik sefaleti görmemeleri, Osmanlı’yı tamamen bir farklı bir çağa taşımak yönündeki irrasyonaliteleri, bu niyetlerine nasıl körü körüne bağlı olduklarını gösterir.

2- Osmanlı referanslı bu İslam devleti, genişlemeci, yayılmacı, işgalci bir stratejiye bağlanmak zorundadır.

3- O nedenle Erdoğan’ın, “Lozan’ı mecburen kabul ettik, Cumhuriyeti kuranların doğdukları yerler bile bizim değil” mealindeki açıklaması, dolayısıyla, Musul’la yetinmeyerek Selanik’i bile hedef tahtasına yerleştirmesi baklanın ağızdan çıkarılması olmuştur.

4- Şu anda ellerindeki tek ideolojik dolayım dindir, Osmanlıcılıktır, bu nedenle yayılmacı bir söyleme mecbur durumdadırlar. Üstelik ideoloji olarak kullandıkları din yalnızca kendi tabanlarına etki etmektedir, ellerinden bıraktıklarında tabanlarını konsolide etme olanakları da kalmayacaktır.

5- AKP Türkiye’de 1. Cumhuriyet olarak tanımladığımız rejimi tamamen tasfiye etti. Ancak henüz yerine yenisini kurmayı başaramadı. Bunun nedeni parlamentodaki düzen muhalefeti değildir. Tersine üçü de AKP’ye fazlasıyla yardımcıdır. Esas sorun laik kesimi ikna ve kontrol mekanizmalarının halen yaratılamamış olmasıdır.

6- Kurulacak her yeni rejim toparlayıcı ideolojik bir bağlama ihtiyaç gösterir. Her yeni rejim ideolojik bir yeniden kuruluştur. AKP’nin elinde İslam’dan başka ideolojik bir referans yoktur, O da bu konuda işe yaramamaktadır.

7- AKP bir dönem “barış” konusunu kendi rejiminin inşasında ideolojik referans olarak kullanmaya çalıştı. Kürtlerin, kendi kurduğu masaya koyduklarına kolayca ikna olacağını zannetti. Olsaydı Türkiye’ye “barış”ı getiren parti olarak ve Kürtlerin de desteğiyle İslami rejimini uygulamayı deneyecekti. Kürtlerin İslam çatısı altına girmeyi reddetmesi bile dini kurucu ideoloji olamayacağının kanıtı oldu.

8- Şimdi bu kez Musul’un ve bağlantılı orak Lozan’ın masaya getirilmesinin nedeni de yeni rejim inşa çabasıdır.

9-Atatürk 1. Cumhuriyetin kurucusuydu, bu sıfatı Anadolu Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırarak hak etmişti. Misak-ı Mili sınırları içine alınan Musul’un Lozan’da bırakılması mecburiyettendi. Musul verildi, İstanbul ve Boğazlar alındı.

10- Erdoğan, şimdi, bir rejimin kurucusu olabilmek için Atatürk’ünkine benzer bir zafere ihtiyacı olduğunun farkındadır. Hep söylüyoruz bu dönemde salt din üzerinden yeni bir kuruluş olmaz. İslam’ın kuruculuğu Muhammed dönemindedir, O’nun ölümünden hemen sonra bu bakımdan krize girmiştir.

11- Musul’un, Halep’in, Şam’ın Erdoğan açısından anlam ve işlevi budur. Musul’a bir şekilde girmek, sonrasında orada bir şekilde etki göstermek İslamcı yeni rejim için kurucu unsur olarak görülmektedir. “Sahada da masada da olacağız” tekerlemesindeki niyet budur.

12- Lozan’ın tartışmaya açılmasının nedeni de aynıdır: Musul’u ve Selanik’i yayılmacılığın sıçrama tahtası olarak kullanabilmek. Yani yeniden herkesle kavga. Musul için Lozan’ı tartışmaya açan, o günlerde İngiliz işgali altında bulunan İstanbul’un da bugününü tartışmaya açıyor ve Sevr’in kafasına çalınması riskini göze alıyor demektir.

13- Ancak her zaman olduğu gibi İslamcı bakış açısı bölgesel dinamikleri okuyamamakta, bugünü Fatih Sultan dönemi sanmakta, hiperaktif bir dış politikayla emperyalistlerden rol ve görev kapabileceğini ummaktadır.

14- Olmaz. Bir kere AKP’nin Sünni mezhebi politikası herkesin malumudur ve bu yaklaşımın çok ciddi etnik ve dini çeşitlilikler barındıran Irak ve Suriye coğrafyalarında herkesin ayağına basmak anlamına geleceği, diğer aktörler arasında güç bela oluşturulmuş mutabakatların tümünü dinamitleyeceği de yine herkesçe bilinmektedir. Dikkat edelim Irak’taki durum Suriye’den de farklıdır ve burada ABD ile Rusya (Peşmerge ve İran destekli milis kuvvetleri-Haşti Şaabi üzerinden) işbirliği halindedir.

15- Şu anda AKP herkesin bir şekilde idare etmeye çalıştığı şımarık bir çocuk pozisyonundadır. Kendisine gösterilen tolerans Türkiye namınadır. Türkiye (AKP değil) emperyalizm açısından her bakımdan önemlidir. 15 Temmuz’un da, şımarıklığa toleransın da nedeni budur. 

İlker Belek
SOL

Misak-ı Milli'ye giden yol dikenli - CEYDA KARAN

Türkiye’nin A, B, C, D.. ve dahi Z planlarının olmadığı aşikâr da, Suriye’yi yitirmekte olan ABD’nin B planı iyiden iyiye görünür oldu. Musul’la birlikte...
Böylelikle ‘darbe dinamiğinin’ tetiklemesiyle sahalara ‘bir ABD, bir Rusya ile dirsek teması’ eşliğinde dönen Ankara da ‘yüreğinden geçenleri’ daha yüksek sesle zikredebiliyor. Cumhurbaşkanı geçen hafta ‘sadedi’ bizzat ilan etti: “Musul bizimdi. Tarihe bakın. Misak-ı Milli dedim diye rahatsız oldular. Ben tarih dersi veriyorum” ve de “Bu ülkenin sınırlarını gönüllü kabul etmiş değiliz.”
Sorun şu ki, mevzunun Suriye ayağı boşta. Halep, Rakka, Deyr ez Zor şimdilik ‘başka bağlamlarda’ zikredilmekte. Sebepsiz yere değil elbette. Artık meselenin Irak ve Suriye ayaklarına daha fazla birlikte bakmak gerekli hale geliyor.
***
ABD yönetimi; ‘rejim değişikliği’ ve ‘daha işlevsel parçalar’ tesis etmek açısından sahada verim alamadığı cihatçı gruplar yüzünden Suriye’yi ‘yitirmek’ üzere. Bu sebepten Vahhabi/militan Selefi Körfez destekli ‘demokrasi mücadelesinin’ yaratmış olduğu kanlı bir savaşta, ‘bomba yerine karanfil atılmasını’ salık verebilecek türden ‘insani’ temalardan gidilmekte. Nafile tabii. Obama’nın isabetle ‘fantazi’ gördüğü ‘ılımlıların’ Halep’te El Kaide’den ayrılmayı reddetmeleri de, ‘sivilleri kalkan’ etmeleri de göze giriyor.
***
Hal böyleyken uzun süredir hazırlanılan Musul operasyonu devrede. En başta ABD başkanlık seçimine uzanan süreçte ihtiyaç duyulan ‘barut’. Irak ordusu, Peşmerge güçleri, Sünni aşiretler ve Şii milislerin on binlerce güçle giriştiği operasyonda Türkiye daha sınırlı bir işlevle kendisini ‘dahil ettirdi’. Musul üç koldan sarıldı. Dördüncü kol açık. KDP’li yetkililer isabetle buyuruyor: “Musul’dan çıkıp Suriye’de Rakka’ya, Deyr ez Zor’a geçebilsinler diye”...
Musul temizlenirse, ‘Iraklı milislerin de eli armut toplarsa’, tüm ‘halifelik ordusu’ Suriye’ye yönlendirilmiş olunacak. Bu hat ABD’ye Suriye’de ‘doğrudan operasyon’ için gerekçe sağlayacakken, Palmira’nın doğusundan itibaren açılabilecek alan da cabası. Suriye’de ‘kontrollü kaosun’ temeli sağlamlaşacak. Artık karadan Türkiye ve vekil güçleri mi, yoksa Kürtlerin öncülüğündekiler mi üzerlerine salınır diye ‘papatya falları’ açabileceğiz. En iyi ihtimalle Irak ve Suriye toprakları üzerine ‘başedilebilir’ bir Sünni entite oturtuncaya kadar, deyip duruyoruz kaç zamandır...
***
Irak, Rusya’nın önceliği değil, ancak Musul’la birlikte Moskova’da alarm zilleri çaldı. Rusya, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un ağzından “Militanlar Suriye’ye geçerlerse hem politik hem de askeri kararlar alacağız” diye ilan etti. Suriye cephesinde de bugüne kadarki en keskin çıkış geldi. Kremlin sözcüsü Dimitri Peskov, “Cihatçıların eline düşmesini engellemek için bütün Suriye’nin kurtarılması gerektiğini” belirtip “Esad’ın gitmesini istemenin pervasızlık olduğunu” söyledi: “Sadece iki seçenek var: Şam’da ya Esad oturur yahut da Nusra.. Suriye toprakları kurtarılmalı ve bütün bölge için felaketsel sonuçları olacak şekilde ülkenin bölünmesini önlemek için her şey yapılmalı.”
***
Pentagon’un, Obama / Kerry’nin Putin’le ateşkesini sabote etmesinden beri Rusya S-300/S-400’leriyle “Saha benim. Uçuşa yasak bölgeyi biz çoktan kurduk” mesajını vermişti. Ruslar, Suriye’nin kuzeyinde ise Türkiye’ye fazla ses etmiyor. En başta ABD’nin Kürtler üzerinden planlarını ‘bozduğu’ için. Ayrıca Ankara’nın ‘güvenlik çıkarı’ gördüğü yer, Rusya için ‘anlaşılır bir rasyonalite’ içermekte. Geçen hafta YPG’nin vurulmasında olduğu gibi ‘endişe’ beyanları eşliğinde ‘sınırları’ da anımsatıyorlar.
Rusya ufukta görünen ‘savaşçı’ Clinton’a hazırlanırken, Halep’in El Kaide’den temizlenmesine odaklı. Musul’dan Halep’e uzanan yola da odaklanacakları anlaşılıyor.
Türkiye; Rusya için Suriye’nin kuzeyinde ‘sınırlı rıza alan’, ABD için Irak ve Musul ayağında ise ‘zoraki yatırım ortağı’. Asıl dananın kuyruğu Musul-Rakka/Deyr ez Zor yolu ‘bağlandığındaki’ ittifak dizaynıyla kopacak. ABD ile Rusya o yolda karşı karşıya gelecek. Bizim ittifakımız da o noktada belli olacak. Misak-ı Milli’ye giden yol haddinden fazla dikenli/mayınlı.

Ceyda Karan
CUMHURİYET

23 Ekim 2016 Pazar

Bir Bit Pazarı rüyası - EFE SUBAŞI / BİRGÜN PAZAR

Taksim Surp Agop Hastanesi’nin solundan Dolapdere Caddesi’ne indiğinizde Panayia Avengelistra Kilisesi’ni çevreleyen sokaklarda Cumartesi geceleri Bit Pazarı kuruluyor.

Arda on dört yaşında, uykusu bölük, tırnağı kesik, kafasını karıştıran bin bir soru ve çift çorap giydiği botlarıyla annesinin akşamdan hazır ettiği ekmek arasını da alıp döküldü yollara. Tezgâhı açmaya gidiyor, pazar tezgâhını.
Gece karanlık sokak tenha ama işler mi Arda’ya. Pazar yeri evden on beş dakika yürüme mesafesinde, yol üstünde artık gitmediği okulu var. Okul da yürüme mesafesinde, Arda’nın hayatında her şey yürüme mesafesinde. Okulun önünden geçerken okuduğu sınıfın camına bakacak. Sırtında battal boy siyah çöp poşeti, içinde: Biblolar, tencere, küçük kartpostallar, mum, incil, bir iki satmayan kitap, küçük bir tef, bir de hâlâ yatağının sıcaklığını hatırlatan şu uyku olmasa… Arda parmak uçlarını yalayıp gözlerine sürdü uykusunun açılmasını beklerken okulun önünden aşağı doğru usulca yürüdü.

Kimisinin keyfi kimisinin mecburiyeti

Taksim Surp Agop Hastanesi’nin solundan Dolapdere Caddesi’ne indiğinizde Panayia Avengelistra Kilisesi’ni çevreleyen sokaklarda cumartesi geceleri Bit Pazarı kuruluyor. Evet aslında İstanbul’un en ünlüsü pazar günleri sabah altıda açılan Bomonti bit pazarı ama Bomonti’deki ürünlerin yarı yarıya indirimli fiyatı gece Dolapdere’de satılıyor. Pazarda yarım paket tuzdan son model elektronik cihazlara, seksenli yıllardan kalma oyuncaklardan pahalı marka ayakkabılara kadar envaı çeşit eşya var. Feylosof Sokaktan pazara doğru akıyorum. Bir anda değişiyor bütün atmosfer Dolapdere Caddesi'nin ışıkları ara sokakları aydınlatmıyor. İmkânı olanlar duvarlara ip gerip eşyaları sergilemiş, kimisi yırtık bir muşamba üstüne kurmuş tezgâhını kimisi direkt betona yaymış ne getirdiyse, bu gece yirmi lira kurtarsa yetecek ona. Mirmiran sokaktan ilerliyorum. “Bunu bana on liraya bırak,” “bu mal orji kardeşim, mağazaya gitsen sana bu ayakkapı göstermezler bile. Bak dokun kokla mis gibi ayakkap.“ Konuşmaların olduğu tezgaha yanlıyorum. Tezgâhın üstü marka ayakkabılarla dolu. Tezgâhın sahibi beni görünce “Bak bu kardeşim parlak, bu ayakkabıyı yüz liraya alabilir mi sen söyle” deyip beni de dahil ediyor konuşmaya. “Aynen abi alamazsın” diyorum. Pazarlık yapan adam bir bana bir satıcıya bakıp “ yok almayacağım” diyor, ilerliyor. Adının Dursun olduğunu öğrendiğim ayakkabıcı, ayakkabıyı bana satma uğraşına giriyor. Şimdilik ihtiyacım olmadığını söyleyip savuşturuyorum. Ayakkabıların nerden geldiğini öğrenmenin peşindeyim. Önce “tezgâh benim değil bir arkadaşın yerine bakıyorum” diyor. Sonra yavaş yavaş anlatıyor. “Bu pazarda satılanların yarısı İstanbul’un çöpünden çıkıyor. Kardeşim, burada aslında pazarlığın olmaması lazım. Tamam millet garip anlıyorum. Ama biz de bir şey kazanmıyoruz. Yemin olsun sana perişanız. Bak mahallemizi yıktılar kendi mahallemizde oturamıyoruz ya, var mı böyle bir şey? Bak bu pazara gelen iki çeşit insan vardır. Ben sana anlatayım: İlki Bomonti toptancıları, bunlar bizden ucuza alıp daha pahalıya satarlar. Sonra antikacılar var, indirim için çok caz yaparlar, biz de mecbur yaparız indirim. Böyle senin gibi gelen öğrenciler var. Bak öğrenciye her zaman yardım edeceksin. Allah okuyan adamı sever. Harbiden öğrenciye yaptığım indirim helal olsun. Bir de Zencilerle Suriyeliler gelir. Onların gelişi zorunluluktan. Mağazadan alacak parası olmadığından gelir buradan ne bulursa alır. Ben de iki çeşit dedim de, bir ordu adam geliyormuş buraya” deyip gülüyor ayakkabıcı Dursun.

Tatilden gelen ayakkabılar
Ayakkabıların nasıl temin edildiğini hâlâ tam olarak öğrenebilmiş değilim. Dursun anlatmaya devam ediyor: “Yani şimdi burada bazı tezgâhlarda tatile çıkmış ürünler yok değil. Bunu herkes biliyor ama kardeşim millet aç, bak sen gördün, adam buradan almaya mecbur. Diğeri de işsiz, hiçbir yerde çalıştırmazlar, kara çocuk derler ne oluyor, böyle olunca? Gayri meşruya düşüyor insanlar. Yoksa kim ister bu işlerle uğraşmak. Şükür benim çevrem geniş olduğu için sağolsunlar herkes bana eskiyen ayakkabılarını gönderir. Ben de onları parlatır satarım burada. Kaftiden tatile gelen mal olmaz benim tezgâhımda.” “Tatile gelen”in ne demek olduğunu sonradan öğrendim: Pazarda tezgâhlardan çalınan mallara, tatile gitti, tezgâha konan mallarda çalıntı varsa tatilden geldi deniyor. Ayakkabıcının yanından ayrılıp pazarı dolaşmaya devam ediyorum. Adamın söylediği bütün tipler benimle birlikte pazarı dolaşıyor.

Bit Pazarı rüyâsı

Bence insan keyfi olarak Bit Pazarı’ndan ne alıyorsa kendi geçmişinde de onu arıyordur. Mesela bir kız, pastel rengi eski hırkalar giyip her haftasonu geliyormuş. “Filmlerde aşık olunan kızlar gibi kısa saçlı” Diye anlatmıştı Arda. “Hep oyuncak alıyor demek ki çocukluğunu yaşayamamış” diye de eklemişti gözlerini ovuştururken. Arda’nın iri kahverengi gözleri iki lağım çukuru gibi duruyordu yüzünde. İri, kanlı göz çukurları hoş bir simayı korkunç derecede çirkinleştirecekken, bu muzip Çingene çocuğuna ayrı bir samimiyet katıyordu. Sohbetimiz ilerledikçe İki çay alıp yanına gitmiştim: “Sen Dolapdere’nin isminin nereden geldiğini biliyor musun?” “Bilmiyorum neredenmiş?” “Ben de bilmiyorum. Bir ödev vermişti de okuldayken hoca. Okumak bize göre değil, boş adam işi ama yine de merak ediyorum yani anlıyor musun?” “Anlıyorum Arda, bilmiyorum bilsem söylerdim” demiştim. Bit pazarındaki satıcıların çoğu Çingene. Kürtler, elektronik eşya satımında etkinler. Moğollar, Suriyeliler, Siyahiler de var. Suriyeli bir baba çocuğuna oyuncak araba seçtiriyor. Çocuk kırmızı bir araba seçti. Asfallta geri çekip bıraktı, araba hafif sola yalpalayarak gitti. Çocuğun keyfi yerinde, arabanın sağ ön tekeri yok ama olsun. Bu mutlu sonla biten dramatik görüntüden sonra başka bir tezgâhın başında uyuyakalmış biri olduğunu fark ediyorum. Arda’ydı bu. Bit pazarının en genç esnafıyla henüz tanışmıyorduk. Rüyâsında kim bilir neler görüyordu. Uzun bir sohbetin başlangıcı olacak olan bu tanışma için yanına gittiğimde rüzgar olanca kesiciliğiyle esmeye devam ediyordu Dolapdere’de.

EFE SUBAŞI / BİRGÜN PAZAR

Laik burjuvazimizin kabuk değişimi - TAYFUN ATAY

Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanvekili Ali Koç, Washington’da “Kur’an Sanatı” sergisinin açılışında konuşuyor:
“İslâm hoşgörü dinidir. İnsani değerleri, sevgiyi, birliği yüceltir. Ancak maalesef bugün Müslümanlığın Batı’da algılanışı, bu hümanizm ve hoşgörü anlayışından çok uzak. İslâm dininin ve 1.7 milyar Müslümanın terörle ve şiddetle bağdaştırılmaya çalışılması elbette bizleri hem üzüyor hem de kaygılandırıyor” (Cumhuriyet, 21 Ekim 2015).
Doğan Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Hürriyet Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı konuşuyor: “İslamofobi zehirdir ve yenmek gerekir. DAEŞ ve El Kaide gibi örgütler İslâm’ı ve Müslümanlığı temsil etmez. İslamofobi endişesi esasen Batı karşıtlığını da körüklüyor. Bu kavramın kullanılmasıyla nefret söylemi de yaygınlaşıyor, o yüzden bu kavramın ve yarattığı endişenin mutlaka ortadan kaldırılması lâzım” (akt. Fikret Bila, “İslamofobinin Politik Sorumluluğu”, Hürriyet, 22 Ekim 2016). Sabancı ailesinin 3’üncü kuşak temsilcilerinden DEMSA Holding kurucusu Demet Sabancı, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye’ye yönelik yurtdışı algısını değiştirme ihtiyacına binaen konuşuyor:
"Ne yapılsa az gelir. İçine itildiğimiz durumu herkes kendi alanında dünyaya anlatmalı. Ben şahsen bu süreçte maksimum gayret göstermeye çalışıyorum. Sanırım küresel bir güç mücadelesi yaşanıyor ve Suriye bunun için sadece bir gerekçe. Türkiye’nin güçlü durması lazım. Bana göre dışarıda yapılacak her türlü çalışma önemli ama asıl çabayı vatandaşlarımızın birlik ve beraberliği için göstermeliyiz” (akt. Elif Ergu, “Cumartesi Sohbetleri”, Hürriyet, 22 Ekim 2016).
***
Doğuşunu, serpilmesini ve kökleşmesini Kemalist Cumhuriyet’e borçlu laik burjuvazimizin post- Kemalist ve neo-Osmanlıcı “Yeni Türkiye”ye intikalinin tiradı olarak kayıt düşülebilecek sözler bunlar. Bir bakıma “Yeni Türkiye”nin laik burjuvazi nezdinde de kurumsallaştığının, yerleşikleştiğinin, kaçınılamazlaştığının işareti sayılacak ifadeler aynı zamanda… Söylenenlere kategorik olarak itirazımız mı var, hayır. Söyleyenlerin kötü niyetli olduğunu mu düşünüyoruz, hayır. Yapmaya çalıştıklarına karşı mı çıkıyoruz, ona da hayır. Sadece söylenen söze ve söyleyenlere değil, “söyleten” duruma ve söyletenlere bakmak önerisiyle kaleme alıyoruz bu yazıyı...
***
Çok değil 3.5 yıl öncesinde Gezi olayları patladığında da.. Sonrasında 17-25 Aralık süreci yaşanırken ve 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri’ne yol alınırken de… Ardından Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri döneminde de… Aynı laik burjuvazimizin böylesi İslamofobi-karşıtı bir söylem pratiği ile karşımızda olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır.
Aksine, belirttiğimiz zaman kesitinde İslamofobi eleştirisinden ziyade bir dinbaz iktidarın “İslamofaşizan” pratiğinden şikâyetçi oldukları ileri sürülebilir. Türkiye’nin 2002’den başlayarak yurtdışında yaygınlaşmış “ılımlı İslâm” algısının özellikle Gezi sürecinden sonra tuzla buz oluşuna karşı çıkan değil, bunu tasdikleyen bir tavır sergiledikleri iddia edilebilir. Hatta İslamofobi eleştirisi yapmak yerine, bir tür “yerli-İslamofobik” duygu ve itkiyle hareket ettikleri kaydedilebilir.
***
yazdım: İslamofobi ve İslamofaşizm ikiz kardeştir. “Siyam İkizleri” gibi birbirini besleyen ve birbirinden beslenen ikiz kardeştir onlar... Bu nedenle esas yapılması gereken, onları her daim birlikte sorunsallaştırmaktır. Çünkü sadece İslamofaşizmin üzerine gittiğinizde İslamofobinin; yalnız İslamofobiyi lânetlediğinizde de İslamofaşizmin ekmeğine yağ sürersiniz. Bir dönem başka umutlar, öngörüler ve hesaplarla İslamofaşizmin ayak seslerinden dem vurup da sonra hesap dönünce onu paranteze alarak İslamofobiye vurmaya başlarsanız olmaz. Samimi de olmaz, inandırıcı da olmaz, ikna edici de olmaz. Gezi’de ve 7 Haziran’da İslamofobi karşıtlığından eser yokken 1 Kasım tekrar-seçimi ve 15 Temmuz darbe girişiminin sonucu beliren yeni politik iklimde İslamofobiyi dilimizden düşürmüyorsak, elbette buna düşülecek bir şerh vardır. Demek ki yeni dönem, yeni normal, “Yeni Türkiye” artık sizin üzerinizde hükmünü tam mânâsıyla icra etmektedir. O yüzden Türkiye’nin tanıtımını yaparken; “İslâm hoşgörü dinidir” derken; “İslamofobi zehirdir” hükmünde bulunurken... Batı’ya bunlar üzerinden iğneyi batırıyor... Ama çuvaldızı batırmanız gerekene batırmayıp avucunuzun içinde sıkı sıkı saklıyorsunuz!..
***
Somutlaştıralım!.. Vuslat Doğan Sabancı yukarıda kaydedilen sözleri sarf ettiği, Doğan Grubu’nun Atlantik Konseyi ve Smihtsonian Enstitüsü’yle birlikte Washington’da düzenlediği İslamofobi konulu panele ilahiyatçı-felsefeci ve bu memlekette İslâm’ın en modern- liberal yüzlerinden Prof. Mehmet Aydın’la beraber gitmiş. Aydın da panelde bir konuşma yapmış. Mehmet Aydın AKP’nin Türkiye siyasetine “ılımlı” bir başlangıç yapıp “liberal İslâm” ümidiyle dünyanın ufkunda belirdiği dönemde devlet bakanlığı yaptı.
Sonra sessiz sedasız kayıplara karıştı. Çünkü ülkede kendisini garantiye alıp dinbaz-mutaassıp yeni bir “inşa dönemi” başlatan AKP’de artık onun fikriyatı hükümsüzdü. İktidar bünyesinde “akıl hocalığı” olarak onun bıraktığı boşluğu Müslümanlığın farklı olanı hoş görmesinin mümkün olmadığını ileri sürüp farklılıklara ancak “tahammül” edebileceğini savunan, İslâm’ın laik demokrasiyle bağdaşmadığını söyleyen Prof. Hayrettin Karaman doldurdu.
O da kesmez oldu, Shakespeare’i “Şeyh-pir”leyen Kadir Mısıroğlu’na açıldı dinbaz iktidar sofrası... Vuslat Hanım, “İslamofobi zehirdir” derken Türkiye bağlamında bu zehri besleyen tasarruflara nasıl imza atıldığını da olup biteni hayli “içeriden” bilen Mehmet Aydın’a anlattırsaydı ya o panelde!.. HHH Türkiye’de burjuvazi zayıftır, çünkü varlığını bürokrasiye borçludur. Cumhuriyet’i kuran laik bürokrasi, laik burjuvaziyi yarattı, önünü açıp gürbüzleştirdi ve bir parça gecikmeli olarak da kurumsallaştırdı. (TÜSİAD 1971’de kuruldu.) Ama hiçbir zaman devlet karşısında daha etkin bir konuma getirmedi. Yani Türkiye’de devletin bir burjuvazisi oldu. Burjuvazinin, kendisine tâbilik anlamında bir devleti oldu demek o kadar kolay değil. 12 Eylül darbesini izleyen 1980-sonrası süreçte Türk-İslâm Sentezi ideolojisi doğrultusunda giderek muhafazakârlaşan bürokrasi, Özal’ın virtüözlüğünde ve zamanla çevreden merkeze doğru hareketlenecek şekilde bir dindarmuhafazakâr burjuvazi yarattı. Ve onu kısa zamanda kurumsallaştırdı. (MÜSİAD 1990’da kuruldu.) Bu “Müslüman burjuvazi” de devlet karşısında hiçbir zaman daha etkin konuma gelmedi. Ama AKP’nin “Yeni Türkiye”sinde başlangıçta rahatsız ve direniş içindeki laik burjuvazi karşısında iktidara hayati bir destek verdi. Gezi süreci aslında bu ülkede kültürel (yaşam-biçimi) olarak iki parçaya keskince bölünmüş toplumun, iki ayrı burjuvazi üzerinden de seyreden bir çatışmasıydı.
***
Gezi olaylarından bugünlere yaşananlar, laik kesimin ekseriyetinde olduğu gibi laik burjuvazimizde de belli ki bu iktidarın bir “yenilmez armada” haline geldiği algısını çaresizlik ve karamsarlık içinde iyiden iyiye pekiştirmiş durumda. O yüzden Türkiye’nin yurtdışı algısını değiştirmeye, bu algının “içeri”den ve iktidardan kaynaklanan nedenlerine parmak dudağa götürülüp “Şıışşşt” çekilerek girişiliyor. O yüzden
İslamofobi’ye vurgu yapılıp karşı durulurken onu besleyen ve sadece IŞİD’le, El Kaide ile sınırlanamayacak şekilde “içimizden” de kaynaklanan İslamofaşizan tasarruflar, pratikler, görüşler kamufle ediliyor. Ve o yüzden Vuslat Hanım, “İslamofobi zehirdir” derken, o zehrin aslında kendi içimizden de membalandığını... Mutlaka biliyor, görüyor da... An itibarıyla bilmemezlikten, görmemezlikten geliyor.

TAYFUN ATAY
Cumhuriyet

22 Ekim 2016 Cumartesi

Aynadaki darbeci…- ORHAN GÖKDEMİR

Darbe komisyonu kurdular. Başında Reşat Petek var. Malum kim AKP’li kim cemaatçi görünüşlerinden ve fikirlerinden ayırmak mümkün değil. Ben komisyonun başına geçirilinceye kadar arkadaşı cemaatçi sanıyordum. Çünkü ne zaman TV’de görsem “Hoca Efendi”yi savunurken görüyordum. Şimdi Hoca Efendinin darbesini araştırıyor.
Darbe komisyonu kurdular, bir takım askerleri çağırdılar. AKP’li vekilleri dâhil ettiler askerlere. Profesör Nevzat Tarhan bile var komisyonun dinleyecekleri arasında. Sanırım Kuleli Lisesi anılarını anlatacak komisyona. Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Ekrem Keleş, eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu var. Doğal. Bir bakıma mesele bütünüyle dini bir ayin gibi görünüyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in danışmanı Aleksandr Dugin ve cemaat gazetecisi Hüseyin Gülerce var. Recep Tayyip Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen var ki bence çağrılan en önemli kişi. Cemaatin darbesinden korkup AKP’ye sığınan bizim Nedim Şener de var. Davetlilere bakınca enişte hariç, olup biteni “efradını cami ağyarını mani” anlatacak tek kişinin o olduğunu teslim etmeli. Eski içişleri bakanı Efkan Ala’yı dinleyecekler örneğin. Bildiği bir şey olsa darbeden önce bildirmesi gereken adamlar çoğu. Teşebbüs gününe kadar sahip olmadıkları bilgileriyle komisyona gelip aydınlatacaklar darbeyi.
Oysa çağrılanlarının dışında herkes biliyordu bir darbenin gelmekte olduğunu. Dış basında bir sürü haber yorum çıkmıştı. Ben dahi soL’da Haziran ortalarında bir yazı kaleme aldım, dilimin döndüğünce gelen fırtınayı anlattım. Ki anlamam bu darbe işlerinden!
Haliyle pek renkli görüşmeler oluyor darbe komisyonunda. Mehmet Ağar ve “Soğancı Paşa”nın anlattıkları darbe planına açıklık getirmese de geçmiş dönemin ülkeye gericiliğe teslim etme planı hakkında pek çok açıklık getiriyor.

***

“Bir sabah uykusunda
Polisler saldırdılar
Demircioğlu Vedat’ı
Coplarla öldürdüler
Coplarla yumruklarla
Vurdular öldürdüler”
Ağıt Ruhi Su’nundur. Vedat’ın suçu Amerikan ordusunun Boğaz’a demirleyen 6. Filo’sunu protesto eylemine katılmaktı. Ağır suç. Polis tarafından dövüldükten sonra kaldığı yurdun ikinci katından atıldı. 1960’lı yıllardaki ilk kayıplarımızdan biridir. Türkiye 60 yıldır bu sahneleri izlemeye, tanık olmaya devam ediyor. Bizim polis müdürlerimiz, MİT görevlilerimiz şarkıcı, türkücü, film artistinden daha ünlüdür. Şükrü Balcı, Hiram Abas, Mehmet Eymür, Mehmet Ağar… Neden ünlüler bu kadar? Çünkü hayatları solcu kovalamakla geçmiştir. Operasyonlar, infazlar, katliamlar, işkenceler… Bu ülkeyi solcuların ve örgütlerinin çok tehlikeli varlıklar olduğuna inandırdılar. Kıstırdıkları yerde sıktılar kafalarına kurşunu.
Ama tuhaf bir şey oldu geçtiğimiz günlerde. Mehmet Ağar, Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’na gidip “Sol örgütler bizim sandığımızın tersine, zararsız, eline bıçak almamış insanlar çıktı” dedi. “Kabul etmek lazım ki temiz fikir adamlarıydı. SSCB dağılınca da zaten TKP desteği çekildi. Solcuların şiddete bulaştığı önyargısını yıllarca gözümüzde büyüttük” diye ekledi. Son 60 yılın ve kendi tarihinin topyekûn inkârıdır bu. Bir yalan üzerine kurulu tarihin, bir yalana dayanarak yapılan ağır zulümlerin somut delilidir aynı zamanda.
“Neden vurdunuz, öldürdünüz ülkenin en parlak çocuklarını peki” diye soran oldu mu bilmiyorum. Sorsalar, ülkenin nasıl olup da siyasal İslamcının siyasal İslamcıya darbe yapmaya kalkıştığı ağır bir karanlığa düştüğünü şıp diye anlayıverirlerdi.

***

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök komisyonun ikinci sürprizi. Gitti, 17-25 Aralık yalanını çürüttü. 2004 yılında uyardıklarını, ancak hükümetin hiçbir şey yapmadığını söyledi. Tuhaf şeyler de anlattı arada. “Fethullahçı değilim” dedi örneğin. "Ben de inançlı bir insan olduğumu hiçbir zaman saklamadım; onun için de başıma çok sıkıntılar geldi. Ama bir defa makamımda namaz kılmamışımdır, kimse de görmemiştir. O ayrı, o ayrı... Namaz kılan arkadaşlarımız vardı harp okulunda ve bize bir salon tahsis edilmişti orada namaza kılıyorduk" diye ekledi. İnanmayacaksınız, Genelkurmay Başkanı namaz kıldığı için ordu içinde çok sıkıntı çektiği iddiasındaydı.
Ama asıl önemlisi ifadesine göre Nurcuların orduya sızdığından 1957 yılından beri haberi vardı. Yakalarlarsa atıyorlardı onları. Ama kör talih, “Fetullahçılık suçtur” diye bir kanun yoktu. O yüzden kasaptaki ete soğan doğramamıştı. Bunu babaannesinden öğrendiğini altını özenle çizerek anlattı. Zaten genelkurmay başkanımız ne biliyorsa babaannesine borçluydu. Öğrendiklerini komisyonda sıraladı; İnsanların kafasındaki tarla olgunlaşmadan tohum ekilmez. Avcı, ördeği ürkütmeden yaklaşmalı. Bir şeyi yaparken yavaş yavaş usulüne uygun olarak yapmalısınız…
Bu babaanne yadigârı tekerlemeler arasında yeni bir milat veriyor sabık Genelkurmay Başkanımız; 2004’de hükumet devletin Gülenist çete tarafından ele geçirildiği bilgisine sahipmiş. Yetkililere bilgi verilmiş ve önlem alınması istenmiş. Altında kimlerin imzası var? Recep Tayyip Erdoğan, Hilmi Özkök, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Mehmet Ali Şahin, Cemil Çiçek, Vecdi Gönül, Abdülkadir Aksu, Aytaç Yalman, Özden Örnek, İbrahim Fırtına, Şener Eruygur. Almışlar mı önlem. Hayır? Zaten sabık Genelkurmay Başkanımız da seyretmiş örgütlenmelerini.
“Peki, siz 60 yıldır İslamcı çetelerin devlete, orduya sızdığını biliyordunuz, neden önlemediniz” diye soran oldu mu bilmiyorum. Sorsalar, ülkenin nasıl olup da siyasal İslamcının siyasal İslamcıya darbe yapmaya kalkıştığı ağır bir karanlığa düştüğünü şıp diye anlayıverirlerdi.

***

Biri bir dönemin en yüksek polis müdürü, adalet ve içişleri bakanı. Diğeri ordunun en yüksek komutanı. İlkinin ömrü solla mücadelede geçti, oysa söylediğine göre mücadelesi koca bir yalandan ibaretmiş. İkincisinin vazifesi laikliği korumaktan ibaretti. Öyle söylüyorlardı. Kışladaki mescitten çıkmamış hâlbuki. Buna rağmen “inancım yüzünden eziyet gördüm” deyip yakınıyor. Kendisini özgür hissetseydi ne yapacaktı, bilemiyoruz. Sıkışınca babaannesine koşmuş. Nurcuları görmüş aldırmamış. Fethullahileri görmüş, söylemekle yetinmiş. Böyle böyle altını oymuşlar laikliğin. Böyle böyle yıkmışlar cumhuriyeti. Ve elde kalan ne varsa götürüp Fethullahilere teslim etmişler.
Çünkü aslında eline çakı bile almamış insanların ülkeye aydınlık getirme ihtimalinden ürkmüşler. Öğrencinin yürümesinden, işçinin direnmesinden, solun dik durmasından, eğilmemesinden korkmuşlar. Toplanıp, fısıldaşarak toplumun İslamileştirilmesinin tek çıkar yol olduğuna karar vermişler.

***

Cumhuriyete, laikliğe darbe yapanlar kendi aralarında toplanıp, İslamcının İslamcıya yaptığı darbeyi soruşturdu. Cevap var mı? Yok. Çağırdığınız insanlar nereden bilecek o sorunun cevabını?
Bir yanlışlıklar komedyasıdır yakın Türkiye tarihi. Bir hatalar bileşkesidir. Sanki Hacivat ve Karagöz’ü klonlamışlar ve devleti teslim etmişlerdir. Hacivat Karagöz’e söylemiş anlatamamış, Karagöz Hacivat’ı dinlemiş anlamamıştır. E anlamazsan yersin tokadı. 15 Temmuz’da yenilen tokat odur.
Darbe komisyonu kurdular. Reşat Petek’i geçirdiler başına. Hâlbuki gerçekleşmedi darbe, engellendi yapılacakken. Bu demek ki darbe olmadı. Olmayan darbeyi araştırıyor Reşat Petek’in başkanlığındaki komisyon. O sırada olmayan darbeye dayanarak darbe yaptı iktidar. Devlette kendine biat etmeyen kim varsa attı. Hoşlanmadığı kim varsa tuttu. Kimden şüpheleniyorsa malına el koydu, işine engel oldu. Darbe olduğu iddia edilen 15 Temmuz’u bayram ilan edip tatil yaptı haliyle.
Mehmet Ağar ve Hilmi Özkök’ün anlatmasına gerek yok, bizzat varlıkları anlatıyor darbeyi zaten. Biri solu, solcuyu tepelemiş, öbürü dinbaza yobaza göz yummuş. Birlikte götürüp teslim etmişler ülkeyi.

***

“Gencecik çocuklardı
Belki siz de gördünüz
Ellerinde pankartlar
Yolda gidiyorlardı
Özgürlük istiyorlar
Özgürlük diyorlardı…”
Vurdular özgürlük isteyen Demircioğlu Vedat’ı. Kana buladılar özgürlüğü. Yıktılar cumhuriyeti, laikliği kaldırıp attılar.
Komisyon kurup darbeyi, darbeciyi araştırıyorlar şimdi. Abesle iştigaldir. Aynaya bakın

Orhan Gökdemir
SOL

21 Ekim 2016 Cuma

Dış politikamız Arapsaçı - SAVAŞ SÜZAL

Hamdolsun Musul harekâtı da başladı. Ben Musul'da büyük bir direniş olmasını beklemiyorum. Hem Saddamcılar hem de Türkmenler, halkı IŞİD'e karşı ayaklanmaya çağırıyor. Ve Washington'da sonsuz temaslarda bulunan AKP'nin beyin takımı, paldır küldür, koştura koştura gittikleri Amerikan başkentinden aldıkları yanıtları açıklamadan geri döndü. Bu görüşmelerin ardından ilk açıklama Savunma Bakanı'ndan geldi. "Musul operasyonuna katılıyoruz" dedi. Sanırsınız hududa yığılan Türk birlikleri Musul'a gidiyor.


                Sonra oturup haberleri izledim. Türkiye meğerse kara kuvveti ile değil, havadan bombalamalara katılacakmış. Yani yeni bir şey değil. Suriye üzerinde de, Rusların ve Amerikalıların izniyle yaptığımız bir dizi operasyon var. Rus uçağı düşürüldükten bir süre sonra Türk savaş uçakları uçamadılar. Şimdi de, baldırı çıplak kukla Irak hükümetinin izni ve Kürtlerin talebiyle onaylanan ve masraflarını senin, benim ödediğim bir olay. Yandaş basında gidişlerini okuduğunuz ama dönüşlerinde ne cevap aldıkları açıklanmayan ve daha önce Bağdat'a giden Türk heyeti de maalesef hüsranla döndü. Irak, istemiyoruz dedi çıktı.

                                                       ***
                Bunlar dışında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar Washington'a gitti, biliyorsunuz. Ben 35 senedir böylesine ilk defa tanık oldum. İki ülke askeri yetkilileri, ABD Savunma Bakanlığı Pentagon veya başka bir askeri tesiste değil de, bizim Washington büyükelçiliği konutunda görüşmüşler. Böylesine bir tutuma, bugüne kadar hiç tanık olmadım. İki asker sanki ev gezmesine gider gibi bir tutum. Hem de her türlü görüşme ve konuşmanın kaydedildiği bir ortamda. Neden acaba? Akar'a hükümet fazla güvenmiyor mu?

                Bu görüşmeden de bir sonuç alınamadığı gün gibi ortada. Biliyorum Türk milleti böyle ülke kaderini ilgilendiren basit konularla ilgilenmez, siz başkanlık, FETÖ falan gibi önemli konularla ilgilenin. Ekonomiyi Amerikan Merkez Bankası'na, savunmayı, Washington ve Brüksel'e, ruhani işleri de Cidde ve Katar'a uyumlu götürüyoruz. Bu arada Halep'teki El Nusra'nın çekilmesi konusunda Ruslarla anlaşıldı. Bu yüzden Rusya ve Suriye, Halep'teki ateşkesin süresini biraz daha uzattı. Bunun anlamı, Halep'in Suriye birliklerinin kontrolüne geçmesinin an meselesi olduğu.

                Bu konularla ilintili son haber ise ABD Savunma Bakanı Carter, 20-27 Ekim tarihleri arasında Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa ve Belçika'yı ziyaret edecek. Pentagon, bu hafta içinde Türkiye'de olacak olan Amerikalı bakanın Musul ve Suriye konularını görüşeceğini açıkladı. Carter, hafta sonunda da Belçika'daki NATO Savunma Bakanları toplantısına katılacak. Carter'ın Türkiye temaslarında, yeni bir kazığın cilalanarak bize sunulacağından kuşkum yok. Bu kazıklar, PKK ve PYD olabilir. İşin kötüsü yabancı ajans ve basında artık Türkiye'nin bu konuda ne dediğine yer verilmemesi.

                                                            ***
                Biraz önce ekonomi dedim de aklıma geldi. IMF, yani şu bizim yetkililerin, borç para almadıkları ama borç para verdiklerini açıkladıkları Uluslararası Para Fonu yetkilileri, 4. Madde (article 4) görüşmeleri için Türkiye'ye geliyorlarmış. Bu maddeyi, ekonomik kriz günlerinde çok sık duymuştuk. Bu madde çerçevesinde verilen rapora göre Türkiye borç para alırdı. Bu kez de bu haddini bilmez IMF görevlileri, Enerji Bakanımızın "vız gelir tırıs gider dediği" Türk ekonomisi ve maliyesini ve rakamlarını denetleyeceklermiş. Bak şu kendini bilmezlere. Bu arada IMF, kamu borcu artan ülkelerin listesini yayınladı. İlk 30 arasında Türkiye de var. Ötekilerden farkımız, kişi başına düşen milli gelire oranı.

                Şimdi tam da Başkanlık gibi ulvi ve gündem oluşturan bir konu varken nereden çıktı bu IMF demeyin. Uzun süredir taşıma suyla bu kurumun ortaya çıkması önlenmişti. Ama artık taşınacak su falan kalmadı. 17.5 milyar dolarla tarihin en büyük borçlanmasını yapan Suudi Arabistan da IMF'ye kredi için başvurmuş durumda. Neler oluyor diye merak ediyorsanız, bizim borazanları değil yabancı basın ve televizyonları izleyin.

Savaş Süzal/YENİÇAĞ
Kaynak: Dış politikamız Arapsaçı - Savaş SÜZAL

Sendikal sefalet notları-(1-2): Hükümet kapısında bekçilik - ALPASLAN SAVAŞ

Dünyanın neresinde üyesi olduğu sendikadan kurtulmak için işçi üretimi durdurur?
Valla bizde oluyor.

Geçtiğimiz yıl Oyak Renault’ta başlayan protestolar patronların tüm çabasına rağmen yatışmamış sonunda şalter inivermişti. Onu Tofaş izledi. Sonra Coşkunöz, Mako, Ototrim, Ford Otosan, Türk Traktör… Birini bitirdiler, diğeri başladı. On binlerce işçi iş bıraktı.
Hak arayan işçilere genelde polis copu, biber gazı falan bilinen “ıslah” yöntemidir ya… Bu fabrikalarda işçi önce sendikayla ıslah ediliyor. Nitekim geçen sene de “sendikacılar” sopaları aldılar ellerine, Bursa Organize Sanayi’nin içinde açıklama yapan işçilerden yakaladıklarını indirdiler.

Ama bu kez hesap tutmadı, bardak taştı, işçiler bu sendikadan kurtulmak için birlik oldu. Şalteri indirdi, hem patrondan düşük ücretlerine zam istedi, hem de “bu sendika kılığındaki şebeke gitsin” dedi.

Bahsettiğimiz sendika Türk Metal. Türk-İş’in genel sekreterliği bu sendikada. Türkiye’nin de üye sayısı en fazla olan işçi sendikası.

Şu yanlışı da hemen düzeltelim. Her ne kadar tabelasında “işçi sendikası” yazsa da aslında bu bir patron örgütü. İşçiler fabrikada şefe amire yakın olan arkadaşlarına “patronun adamı” derler. Bunlar onlar işte. Patronun adamları…

12 Eylül darbesinin ardından DİSK ve bağlı sendikalar kapatılınca metal patronları işçileri kontrol altında tutmak için bu sendikayı fabrikalarının kapısına bağladılar. Cuntacıların yaptığı yasaya konan bir maddeyle bu sendikayı bir gecede onlarca fabrikada yetkili sendika yaptılar. Abartı yok; işçiler bir sabah kalktılar ve baktılar ki bu sendikanın üyesi olmuşlar. Operasyonu MESS yönetti. Ülkeyi Özal ile, fabrikalarındaki işçileri de bu şebekeyle yönettiler. Otuz küsur yıldır da öyle devam ediyorlar.

Otomotiv devlerinde geçen sene yaşanan eylemler, işçilerin bu düzene patlamasıydı aslında. İsyan bir süre sonra patronların müdahalesiyle yatıştırıldı. Şimdi fabrikalarda bu şebeke kapıya bağlı beklemeye devam ediyor.

Bir tek Oyak Renault’da beceremediler bu işi. Oysa en ağır saldırıyı Oyak Renault işçileri yaşadı. Bu yılın Mart ayında beş yüzün üzerinde çıkış yapılmasına rağmen, işçiler bu şebekeye dönmedi. Şimdi iş yeniden başa düşmüş durumda patronlar için. Müdürler, şefler sahada… İşten atma tehdidiyle baskılar yoğunlaştırılmış durumda.

Türk Metal ise, müdürünün parmağı burnuna doğru sallanan işçinin korkup kendisine yeniden dönmesi için bekliyor. Arada bir de çağırı yapmayı ihmal etmiyor “yuvanıza dönün” diye.

Geçen hafta toplanan bir şube kongresinde konuşan sendikanın genel başkanı, bir önceki başkanın Ergenekon’dan içeride yatmasına atıfta bulunarak, “15 Temmuz’da darbeye teşebbüs edenler bize kumpas kuranlardı. Ergenekon kumpasıyla Türk Metal’i ele geçirmek istediler. Olmadı… Bu sefer geçen yıl işyerlerinde yarattıkları kaosla bölmek istediler” diyor.
Düşük ücret, güvencesiz çalışma, sağlıksız koşullar, ölümüne çalışma… Buna isyan eden işçiyi “fetöcü” diye suçla. Kumpas kurmuşlar beylerimize… Sefalet derken, az bile söylemiyor muyuz?

Sadece Türk Metal değil, Türk-İş’in bütünüyle hali budur. Türkiye’nin en eski konfederasyonu tamamen bir patron şebekesine dönüşmüş durumdadır.

Peki, çaresiz mi işçiler? Hiç değil. Çare örgütlenmekte. Fabrika fabrika örgütlenmekte. Farklı fabrikalarda birlikte örgütlenmekte. Bu kez kendiliğinden patlamaya havale etmeden örgütlenmekte… Bunu yapacağımızdan emin olabilirler.

 Sendikal sefalet notları-(2): Hükümet kapısında bekçilik

Türkiye’de çalışma yaşamının kuralsızlaştırılmasında AKP’nin patronlara yaptığı hizmet çok büyüktür. Birçok esnek ve güvencesiz çalışma biçimi AKP döneminde “yasal” statüye kavuşturuldu ve alabildiğine yaygınlaştı. Son olarak kiralık işçilik eklendi listeye.
Yasal statüye kavuşturuldu dememe bakmayın, özel sektörde de kamuda da uygulamada yasal sınırları kimse dikkate almadı. En fazla “sınır ihlali” ise taşeron işçisi çalıştırma konusunda yapıldı.

AKP, 2003 yılında değiştirdiği İş Kanunu’nda taşeron işçisi çalıştırmayı düzenledi. Bu düzenleme, aynı zamanda taşeron işçisi çalıştırmanın sınırlarını da belirledi. Buna göre sadece asıl işlerin dışında kalan yardımcı işlerde taşeron işçisi çalıştırılmasına izin verildi.
Buna rağmen kamu kuruluşlarında yıllar boyu asıl işte taşeron işçisi çalıştırıldı. Kadrolu işçilerin haklarına sahip olması gereken bu işçiler daha düşük ücretlerle, sosyal haklardan mahrum, çoğu zaman kıdem tazminatları gasp edilerek çalıştırıldılar.

Bu konuda yapılmayan sahtekârlık kalmadı. Örneğin hastaneye hasta bakıcı ihtiyacı var; açıldı 100 kişilik temizlik işçisi alımı ihalesi, kazanan firmadan temizlik işçisi değil, hastabakıcı alındı. Böylece hastanenin asıl işleri arasında olan hasta bakıcılık işinde temizlik kadrosundan hasta bakıcı, hemşire çalıştırıldı.

Aslında yasaya göre bu işçilerin her biri iş başı yaptıkları tarihten itibaren ilgili kamu kuruluşunun kadrolu işçileri idi. Bu kuruluşlarda yıllardır toplu iş sözleşmesi yetkisine sahip işçi sendikaları ise bu konuda kılını kıpırdatmadı. Bırakın taşeron işçisini örgütlemeyi, en ufak sorunlarıyla bile ilgilenmediler.

Sonra kamudaki taşeron işçileri haklarını öğrenmeye ve ufak ufak harekete geçmeye başladı. Birçok işçi çalıştığı kuruma dava açtı. Bu davaların çoğunu kazandılar ve işe başladıkları günden itibaren kadrolu işçi sayıldılar. Aradaki fark kadar ücret, sosyal hak ve parayla ölçülebilir diğer haklarını aldılar.

Bunları yaparken sendikalar yanlarında değildi. En çarpıcı örneği Yol-İş’tir. Binlerce taşeron işçisinin asıl işte çalıştırıldığı Karayolları Genel Müdürlüğü’nde bu sendika, taşeron işçilerinin hakları için mücadele etmek yerine, kadroya alınmaları için onlara, dönemin Başbakanı Erdoğan’a yalvaran mektuplar yazdırdı. Hem de geçmişe dönük alacaklarından vazgeçmeyi taahhüt ederek.

Sonra iki seçimli 2015 yılı geldi. Önce taşeron işçisine kadro müjdeleri verilmeye başlandı. Yandaş sendikaların düzenlediği etkinliklerde Başbakan’a şovlar yaptırıldı. Seçimlerden sonra ortada ne kadro, ne güvence vardı.

Yetmedi, bu sefer “taşeron işçisine sendika” balonu şişirildi. Bir yönetmelik çıkarıldı. Yönetmelikte kamu kuruluşlarında çalışan taşeron işçilerinin sendikalaşması kolaylaştırıldı. Yine yönetmelikte onlar adına bağıtlanacak toplu iş sözleşmelerinin, taşeron firmanın ihale sözleşmesiyle arasında oluşacak farkın devlet tarafından karşılanacağı düzenlendi. Ardından yandaş sendika operasyonu başladı. Daha yönetmelik Resmi Gazete’de yayınlanmadan Hak-İş Konfederasyonu’na bağlı sendikacılar kamu kuruluşlarında Genel Müdürler gözetiminde toplantılar yapmaya başladı. Kiminde Türk-İş devreye sokuldu. İşçiler bu sendikalara üye yapıldı. Kazara hükümetin istemediği bir sendika yetki aldıysa, o taşeronun işkolu değiştirildi, yine yandaş sendikaya yönlendirildi.

Zaman ilerledi, taşeron işçilerinin toplu iş sözleşmeleri için süre uzadıkça uzadı. İhale süresi dolan taşeron firmalardaki işçilere “geçmiş olsun” dendi. Onlar ne sendika, ne sözleşme görebildiler. Diğerlerinde ise sendikalarla Bakanlık anlaştı, toplu iş sözleşmeleri Yüksek Hakem Kurulu’na (YHK) gönderildi. YHK’dan tüm taşeronlar için tek tip sözleşme geldi.

AKP’nin seçim operasyonundan Hak-İş’e bağlı sendikaların payına binlerce taşeron işçisinin üyeliği düştü. İşçinin bir yevmiyesi, yani ücretinin yaklaşık yüzde 3’ü oranında kesilen aidatla birlikte.

YHK’dan gelen tek tip sözleşmeyle taşeron işçilerinin ücretleri de yükseldi elbette. Ama onlar sendikaların kestiği aidattan bile daha düşük zam aldılar. Yüzde 1!
Yani sendikalı olduktan sonra taşeron işçilerinin ücreti önceki ücretlerinin altına düştü.
Şaka değil… Sendikal sefalet.

ALPASLAN SAVAŞ
SOL