30 Ocak 2018 Salı

ÖSO’ya TSK’nin ihtiyacı mı var? Yeni ittifaklar, savaş olasılıkları... - ORHAN BURSALI

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Fırat Kalkanı ve Afrin operasyonları için “Özgür Suriye Ordusu”na (ÖSO) gereksinimi var mı? 
Bu soruya verilecek yanıt, siyasi iktidarın ÖSO’ya neden neredeyse TSK’ye eşdeğer bir statüde davrandığına da açıklık getirir. “Evet, TSK, ÖSO olmadan bu operasyonu yapamazdı..” yanıtı verilse, Genelkurmay, subaylar emekli komutanlar ne der, gülmezler mi?
Peki şöyle masum bir yanıt verilse: TSK onları öncü güç olarak kullanıyor, askerlerimizden daha az kayıp verelim diye.. 
Nitekim önceki gün kayıp sayılarına göre TSK’nin kaybı 7, ÖSO’nun ise 13! Peki, böyle bir yanıtın geçerliliğini kabul eder misiniz? Şüphesiz ki hayır!.. 
 

ÖSO’ya ne söz verildi? 
Peki, o halde geriye kalan seçenek,ÖSO savaşa katıldığına göre, ona önemli bir “bedel” ödeneceğidir. Paradan, maldan mülkten falan bahsetmiyoruz tabii ki! Vaat edilmiş Suriye toprakları! Bizim garantimizle! Yani onlar, kendilerine yönetim bölgeleri açılması ve Şam’dan korunmaları vaadiyle harekâta katılmaktalar. Yoksa niye ölsünler! 
Zaten Cumhurbaşkanı Şam ile doğrudan işbirliğini kesinlikle reddediyor ve Esad’ı katil vb. olarak niteliyor. ÖSO varken... 

“Teröristlerden temizleme” meşru gerekçesinin ardına baktığınızda, Türkiye’de tüm yurttaşların harekât hakkında sesli düşünmesini ve söz söylemesini gerektirecek işaretler görünmektedir. 

Bu işaretler Türkiye’yi ağır ve beklenmedik zorlukların içine sürükleyebilecek yeni ciddi senaryoları doğurmaktadır. 
 
ABD ile ‘paylaşalım’  senaryosu 
Mesela, Türkiye ABD ile de anlaşmanın yollarını arıyor. “Biz bu işi ABD ile birlikte çözmek isteriz” sözü, bunun bir ifadesidir. Bunun ardında ne var? Biraz ileriye yönelik ve geniş düşünürseniz, “PKK-PYD’ye silah verme, verdiğin silahları topla” isteğinin ötesinde, “Ben temizlediğim bölgede ÖSO çatısı altındaki silahlı örgütlere bağlı yönetim kurayım, sen de orada PKK/PYD ile özerk bir yönetim kur...” gibi bir ucube sonuca da varırsınız. 

Buna ilişkin iki tutuma değinelim: Amerikalı komutan “Menbiç’ten çekilmeyeceğiz” dedi dün. Ankara bu meydan okumayı kabul mu edecek, yoksa şimdiki pozisyonu meşrulaştırmayı mı düşünecek? Orası senin burası da bizim... Cumhurbaşkanı’nın muhtarlara yaptığı konuşmada Suriye’deki şimdi savaşılan bölgenin Misakı Milli içinde olduğunu anımsatması da, bu bağlamda bize arkadaki düşünce açılımları konusunda ipuçları veriyor: 
“Neresi Misakı Milli? İşte şu anda terör koridoru oluşturmak isteyenler var ya Kuzey Suriye’de işte oralar hep Misakı Milli’nin içinde olan yerlerdi. Bu hassasiyetlerimizi unutmayın... Kimse orada yeni bir devlet kurma gayreti içine girmesin, kararlılığımız tamdır. Kendini fiziki sınırlarına hapsedenler gönül pınarlarını kuruturlarsa ondan da mahrum kalırlar. Biz gönül pınarlarımızı asla kurutmadık, inşallah kurutmayacağız...” 

Ahmet Davutoğlu’nun kendisi yok, ama düşünceleri tam yürürlükte... ABD ile anlaşma yapılır mı? Her şeye açık bir Türkiye dış politikası ile karşı karşıyayız.
 
Peki, Türkiye’ye karşı Şam ve Moskova? 
Öyle ki, Suriye’nin parçalanmasının bir şekilde ciddi olarak gündeme gelmesi söz konusu olursa, Türkiye’nin bu kez Şam + Moskova cephesini karşısında bulacağı çok nettir. Ankara böyle bir cepheye ABD ile işbirliğiyle mi karşı çıkacak? 

Eğer tüm olasılıklara açık bir Suriye macerasını düşünecek olursak o takdirde ABD ile Rusya’nın PKK - PYD konusunda anlaşması ve Türkiye’nin yalnız bırakılarak geri çekilmeye zorlanması da gündeme gelebilir.

***
Yoksa tüm bunlar, Suriye harekâtını tırmandırarak, her türlü farklı düşüncenin kafasının kopartılacağı bir “milliyetçi şahlanma” ile bir seçime hazırlık mı, erken veya geç? 
Suriye’de geleceğin görünmediği sisli-puslu bir durum var. Bölge ülkelerinin, Irak’tan sonra Suriye’nin de parçalanması, sırayı Türkiye’ye getirir.. emperyalizm daha ne ister?!

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

29 Ocak 2018 Pazartesi

‘Koçluğum Fener’e armağan olsun!’ - TAYFUN ATAY

Fenerbahçe’nin önceki günkü Divan Kurulu Toplantısı’nda Ali Koç-Şefik Mosturoğlu “atışma”sının en can alıcı noktası, Mosturoğlu’nun Koç’a yönelik, “Şahsi sevdam aileme zarar verecek derken ne düşünüyordunuz” sorusu. Bununla Mosturoğlu, Koç grubunun “Küçük Prens”ini tam yerinden yakalamış. 

Toplantı tablosuna geleceğiz. Ama önce Mosturoğlu’nun sorusunun altını kendimizce bir kazıyalım!.. 
Koç Ailesi’nin futbola ilgisi yeni değil ve Ali Koç’tan önce babası Rahmi Koç’un Beşiktaş sevdasıyla çıkar karşımıza. Lâkin mütevazı ve ölçülü kalmasını bilmiş bir sevdadır bu. 

Beşiktaş’a ömrünü vermiş, divan kurulu üyesi olarak da vefat etmiş babamdan dolayı hasbelkader aşinalığım var bu sürece. Özellikle Süleyman Seba dönemine. O zaman sahne önünde Beşiktaşlılık tarihi, kültürü, geleneğinin taşıyıcısı olarak Seba varken, sahne gerisinde de Beşiktaş için elinden ne geliyorsa yapan bir Rahmi Koç vardı. 
Böyle olmakla birlikte hiç kimse Rahmi Koç’u Kulüp’le alabildiğine hemhal görmedi. O, Beşiktaş’a elbette çok büyük olan katkısını hep geri plânda kalarak yaptı. Başkanlık arzusu, hedefi de olmadı. Seba-sonrasında aynı “çizgi” sürsün diye başkanlık açısından Hasan Arat’ı önerdiğini, desteklediğini biliyoruz ama Serdar Bilgili geldi. Bu Beşiktaş’ı ilgilendiren ayrı bir tartışma konusu, yeri burası değil. 

Rahmi Koç’un takım sevdasını bu şekilde doğrudan değil “dolayımlı” dışa vuruşu, onun “kapitalist rasyonalite” ile taraftarlığın kaçınılamaz “irrasyonalite”si arasındaki tehlikeli karşıtlığı görmesinden, buna bağlı olarak birinciyi ikinciye kurban etmek istememesinden olsa gerektir.
İşte tam bu noktada Ali Koç’a dönersek onun hiç mi hiç “Babasının oğlu” olmadığını kaydedebiliriz. 

Divan Kurulu Toplantısı’na dönelim! 

Tabloya bakıldığında tek kazanan var orada: Aziz Yıldırım.
Fenerbahçe’nin eski ve yeni asbaşkanları, Koç ve Mosturoğlu, birbirlerinin sözlerine cevap yetiştirmek üzere ha babam de babam kürsüye çıkıp inerken Yıldırım, görebildiğimiz kadarıyla ağzını bıçak açmaz vaziyette adeta “sfenks” gibi oturmaktaydı. 
Eski asbaşkan Ali Koç, yeni başkan adayı olarak kendini ifade etmeye çırpınırken şimdiki asbaşkan Mosturoğlu, mevcut başkanın, o “suskunsfenks”in adeta ağzı-dili olarak ha bire yüklendi muhatabına... 

Evet, “muhatabına”!.. Ali Koç’u Mosturoğlu muhatap aldı. Aziz Yıldırım’ın toplantıda verdiği, burada benim muhatabım yok mesajıydı. 
Ali Koç’u Mosturoğlu ile “dolayımladı” Aziz Yıldırım; onunla arasında, kendisinin lehine muazzam bir “asimetri” yaratarak... 

Konuşmaların, tartışmaların, atışmaların içeriğine de bakıyorum, ortaya çıkan sonuç, Ali Koç’un gündem oluşturamadığı, bir akışa kapılıp gittiği, Mosturoğlu “proaktif” (ve elbette “provokatif”) olurken Koç’un sadece “reaktif” (tepkisel) kaldığı... 
Ve bir “Suskun Sfenks”in kazandığı... 
Tabloyu “Koç ve ailesi” açısından tahlil ediyoruz, o yüzden dönelim tekrar Baba Koç ve Beşiktaş’a... 
Elbette Süleyman Seba, Beşiktaş’ın çocuğuydu ve o, başkan olmadan evvel de en azından futbolla ilgilenenler tarafından biliyordu. 

Rahmi Koç’u da “Türkiye ortalaması”, bir Beşiktaş sevdalısı olmaktan önce “Koç” olarak biliniyordu. Şimdi oğulları, Ömer, Ali ve rahmetli Mustafa Koç’u bildiği gibi... 
Dolayısıyla açık ki Ali Koç’un da “Ali Koç” olmak için Fenerbahçe’ye ihtiyacı yok. 
Gelelim Aziz Yıldırım’a; tabii onun için ileri süreceklerimiz Şefik Mosturoğlu için de geçerli. 

Kuşkusuz Yıldırım da Fener’e başkan olmadan önce bir çevre, kesim ya da “sınıf” için kıymeti harbiyesi olan biriydi. Ama eğri oturup doğru konuşmak gerekir, Aziz Yıldırım, “Türkiye ortalaması” açısından Fenerbahçe başkanı olmadan önce bir hiçti. 
Onu başkan olmadan önce o milyonlarca Fener taraftarı tanıyor muydu, hayır. 
Aziz Yıldırım, Fenerbahçe ile “Türkiye ortalaması”nın gözüne girdi. 
Elbette Kulüp için yaptıklarını kimse inkâr edemez, ama esas Fenerbahçe Aziz Yıldırım’ı “yaptı”

Tabii Ali Koç’un bir dönem birlikte de çalıştığı (kimse inkâr etmesin, 3 Temmuz sürecinde arkasında da durduğu) Aziz Yıldırım’a saygısı var, olacak. Tıpkı babasının da Seba’ya saygısı gibi... Ama Rahmi Koç, hiçbir zaman Beşiktaş Başkanı ile kendi temsil ettiği Koç Grubu açısından herhangi bir “asimetri”izlenimi bırakacak bir konum ve koşulda olmadı. 

Ali Koç’u bekleyen tehlike, bunun tam tersi bir koşul ve konum içinde, bir “çılgın sevda” peşinde “rasyonalite”yi de kızağa çekmiş halde savrulmasıdır. 
Mevcut yönetim, onu Yıldırım’a muhatap kılmıyor ve (sembolik açıdan) “rakiplik” platformuna yükselmesine dahi izin vermiyor. 
Dolayısıyla Fenerli’lik sevdası, Koç’luğu teslim alıyor!.. 

Şimdi bu yazıyı okuyanlar arasında Fenerbahçe’nin başarısını istemeyen kötü niyetli bir Beşiktaşlının Ali Koç’un başkanlığını engelleme yollu bir algı operasyonu yaptığını düşünen çıkar mı, çıkar. 

Eh, n’apalım, takım sevdası hepimizin çocukluk hastalığı...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Sadece Diktatör - Ayşe Emel Mesci

Charlie Chaplin “Büyük Diktatör” filmini yaptığında yıl 1940’tı. Senaryosunu, müziğini yazdığı filmin hem yapımcısı hem de yönetmeniydi. Üstelik filmde hem Adenoid Hynkel’i (yani Hitler’i) hem de ona ikizi gibi benzeyen Yahudi berberi oynamıştı. O sırada ABD henüz savaşa girmemişti; filmin zamanlaması çok doğruydu, Chaplin’in en çok seyredilen yapımlarından biri olmuştu. Ama Chaplin 1964’te kaleme aldığı “Otobiyografi”sinde, “Eğer o zaman toplama kamplarında yaşanan dehşetin boyutları hakkında bir fikrim olsaydı, böyle bir komedi filmi çekmezdim” diyecekti.

Diktatörler ve mizah
Hitler’i oldukça öfkelendirdiği rivayet edilen filmin en unutulmaz sahnelerinden biri, “Diktatör”ün Dünya ile bir balon gibi oynadığı sahne, en unutulmaz repliklerden biri de kaçabilmek için “Hynkel” kılığına giren Berber’in atmak zorunda kaldığı nutuktaki şu cümlesidir: “Diktatörler kendilerini özgürleştirir, halkı köleleştirirler!”
Evet, modern zamanlardaki anlamı etimolojik kökeninin dayandığı Roma İmparatorluğu’ndaki kullanımından çok uzaklaşan “Diktatör” tipinin ayırt edici özelliği, Chaplin’in de ifade ettiği bu özgürlük isteğidir, tabii sadece kendisi için… Yasalardan, hatta anayasadan, mahkemelerden, denetleyici tüm kurum ve kurallardan, dolayısıyla kuvvetler ayrılığından, etkili bir parlamentodan vb kurtulmak, özgür olmak ister. Ama aynı kurumları, özellikle de adli makamları, yine Chaplin’in çok doğru bir öngörüyle ifade ettiği gibi, “halkı köleleştirmek”için kullanmaktan hiç çekinmez. Modern diktatörlerin bu deva bulmaz çelişkisi, mizah için bulunmaz bir malzemedir ve zaten bu nedenle diktatörler filmden, tiyatrodan karikatüre varıncaya dek mizah ve hiciv sanatından hiç hoşlanmazlar.

Yasaklama kampanyası
Onur Orhan’ın yazdığı, Caner Erdem’in yönettiği, Barış Atay’ın da tek başına oynadığı “Sadece Diktatör”, bildiğim kadarıyla 2015-2016 sezonundan beri sahnelerde. Ama her ne hikmetse, 2017-2018 sezonundan itibaren, yani prömiyerinden iki sene sonra bir yasaklama kampanyası başladı. Anadolu’da nereye turneye gitse valiler, kaymakamlar tarafından yasaklanan oyunun 19 Ocak’ta Kadıköy’de sahnelenmesi de, Emek Tiyatrosu’nun açıklamasına göre, polis marifetiyle engellendi. Tutanakta, “Sadece Diktatör’ün ‘kamu düzen ve güvenliği’ni olumsuz etkileyeceği, emniyet ve kamu esenliğini tehlikeye düşürebileceği, toplumsal huzur ve güven ortamını bozabileceği” gerekçesiyle, Kadıköy’de tüm açık ve kapalı alanlarda yasaklandığı belirtiliyordu. 
En son haberlere göre, dün de (27 Ocak) Kocaeli’ndeki gösteri kaymakamlık tarafından “toplumsal infiale neden olabileceği” gerekçesiyle engellendi.
Bütün bu yasaklama kararlarının ortak bir noktası var: Hepsi OHAL, yani Olağanüstü Hal Kanunu’na dayandırılıyor. Bu durum biraz yukarıda sorduğum, 2015- 2016 sezonunda prömiyer yapmış bir oyuna neden iki yıl sonra böyle bir idari yasaklama kampanyası başlatıldığı sorusuna da açıklık getiriyor: Çünkü aradan OHAL geçti…
Demek ki bu memlekette OHAL bir zamanlar epeyce örnek gösterilen Fransa’dan farklı anlaşılıyor, farklı uygulanıyor, farklı kullanılıyor. Hani devlet büyüklerimiz sık sık, “Fransa’da da OHAL var, bizde olunca mı sorun çıkıyor” diye soruyorlardı ya, ondan dolayı hatırlatma gereği duydum: Ben Fransa’da hiçbir tiyatro eserinin OHAL kanununa dayanılarak yasaklandığını duymadım, duyan var mı? 

Bu yasaklamalara karar verenler, uygulayanlar, durumdan vazife çıkaranlar, acaba gerçekten bunun yararına inanıyorlar mı?

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

The Post filmini seyrederken.. Savaş, basın ve sermaye - TANER TİMUR

The Post filmi gösterime girdiği her ülkede “basın özgürlüğü” ve “kadın hakları” konularında ibret verici bir ders olarak izlendi. Oysa söz konusu olan, gerçeklere dayansa da nihayet bir filmdi ve bu niteliğiyle de tartışmalara yol açtı.



Bu yıl ABD’de Altın Küre ödülleri verilirken yapılan konuşmalar ister istemez ülkenin siyasi atmosferini de yansıtıyordu. “Trump heyulası” sanki Hollywood’un tepesine de çökmüştü!
Bu starlar resmi geçidine daha çok iki “mega-star” damgasını vurdu. Bunlardan TV sunucusu ve basın patronu Oprah Winfrey adeta bir “anti-Trump başkan adayı” havasındaydı. Duygulu konuşmasında eşitlik ve özgürlük mesajını (siyah ve kadın olarak) kişisel yaşantısına dayandırdı. Ünlü aktris Meryl Streep ise, (bilmiyorum kaçıncı) ödülünü alırken yaptığı konuşmada, son yıllarda ABD’de en çok aşağılanan üç şeyin “basın, Hollywood ve yabancılar” olduğunu söyledi. Güzel bir rastlantı, bugünlerde gördüğümüz ve kendisinin de başrolde olduğu “The Post” filmi, bizlere bu konuları kendi dünyamızda da tartışma fırsatı veriyor.

• • •

“The Post” filmi Vietnam Savaşı esnasında halka devamlı yalan söyleyen ABD başkanlarını ve buna karşı bir basın patronunun ibret verici kavgasını anlatıyor. Üstelik kameranın arkasında da Steven Spielberg olunca bu ders aynı zamanda bir sanat şöleni oluyor. Yönetmen, filmle ilgili bir söyleşisinde Meryl ile ilk kez bu filmde bir araya geldiğini ve bu efsane kadınla buluşmanın kendisinde adeta bir “korku” yarattığını söyledi. (Le Monde, 19 Ocak 2018). Aslında film çok daha büyük bir korku (ve de “korkuyu kullanım kılavuzu”) üzerine kurulu: Savaş korkusu. Bizler de bu vesile ile sinema salonundan “yalan söylemek”in en büyük suçlar arasında sayıldığı bir ülkede devlet yönetiminin tamamen yalana dayandığını öğrenerek çıkıyoruz. Halen Beyaz Saray’da oturan “Yalancı”nın basını ve Hollywood’u devamlı aşağıladığı bu günlerde!

• • •

Filme konu olan olaylar zinciri, 1965 yılı sonlarında, Vietnam’da bir ABD birliğinin Vietkong saldırısına uğrayarak yok edilmesi ile başlıyor. Buna tanık olan eski denizci bir analist, Daniel Ellsberg, o akşam uçakla ülkesine dönerken aynı uçakta olan Savunma Bakanı Robert McNamara ile konuşuyor ve ondan savaşta hiç ilerleme kaydedilmediğini, aksine durumun her gün biraz daha kötüleştiğini öğreniyor. Oysa McNamara uçak indiğinde kendisini karşılayan gazetecilere durumun çok iyi olduğunu, ordunun zafere doğru ilerlediğini, yani gerçeklerin tam tersini söyleyecektir! Kuşkular içinde kalan ve vicdanı rahatsız olan analist, birkaç meslektaşının da yardımıyla Pentagon’da Vietnam dosyalarına ulaşır ve bunlar içinde en önemli gördüklerini de (7000 sayfa) kopyalar. Belgeler ABD’de başkanların (Truman, Eisenhower, Kennedy, Johnson) savaş konusunda halka devamlı yalan söylediklerini açıkça ortaya koymaktadır. Ellsberg bunları kamuoyuna duyuracaktır. “Bir kamu görevlisi olarak sır saklamaya ya da Başkan’a itaata değil, Anayasa’ya uymaya yemin ettiğini” hatırlamaktadır. (N.Y. Times, Jim Rutenberg, 24 Aralık 2017).

• • •

Tam bu sıralarda Washington Post gazetesinde Katharine (Kay) Graham da (Meryl Streep) yönetimi ele alma çabaları içindedir. Gazetenin mülkiyetine sahip olduğu halde, bir erkek kalabalığı içinde tek başına ve sırf kadın olduğu için de itirazlara uğrayarak savaşmak zorundadır. Danışman ve yöneticiler arasında “kadın olması” dolayısıyla gereken otoriteyi kuramayacağını söyleyenler, hatta kocasının bir “kaza” gibi geçiştirilmiş intiharının da aleyhinde kullanılacağını ima edenler çıkar. Fakat o direnir; cesur ve ilke sahibi Benjamin (Ben) Bradlee’nin de (Tom Hanks) desteğiyle koltuğuna yerleşir.

• • •


Spielberg, hayatında Kay Graham ile tek bir kez, 1998’de karşılaştığını ve sohbet esnasında kendisi iki soru sorana kadar Kay’in on kadar soru patlattığını anımsayarak şunu söylüyor: “Bunun bir gazeteci refleksi olduğunu düşünüyorum. Kay’in damarlarında kan değil, mürekkep dolaşıyordu.” İşte tam da bu nokta bizi basın-sermaye ilişkilerini sorgulamaya götürüyor.

1971 yılında Nixon iktidardadır. The Post’un gündeminde de gazetenin tirajını nasıl artıracağı; borsaya giriş; Nixon’un kızının düğününe koyulan yayım yasağına uyulup uyulmayacağı vb gibi sorunlar vardır. Oysa bu sırada çok daha önemli bir sorun çıkar karşılarına! New York Times’e düğünle ilgili tavırları hakkında casusluk yapsın diye gönderdikleri gazeteci, oradan çok daha önemli bir bilgiyle dönmüştür: Rakip gazete, Vietnam’la ilgili McNamara’nın ikiyüzlülüğünü ortaya koyan dosyaları (Pentagon Papers), üstelik avukatlarının risk uyarısına aldırış etmeden, yayınlamak üzeredir! Bu durumda Washington Post’a da ya susmak ya da rakip gazeteyi taklit etmek gibi “küçük düşürücü” iki seçenek kalmaktadır.

• • •

Oysa olaylar hızla farklı bir boyut kazanır; Nixon, mahkemeden “Casusluk Kanunu”na (Espionage Act) karar çıkarmış ve N.Y. Times’ı susturmuştur. Böylece “yalan hâkimiyeti” hukuki kalıba oturtulmuş, yönetim rahatlamıştır. Ne var ki bu arada The Post da büyük çabalarla Ellsberg’le temas kurmuş ve belgelerden bin sayfalık önemli bir kısmı elde etmiştir.

Dramatik gerilim burada başlar: New York Times susturulmuş iken, Washington Post tüm riskleri alarak “Pentagon Papers”ı yayınlamaya devam edecek midir? Gazete kapanma tehlikesi ile karşı karşıyadır; yöneticiler ikiye ayrılır; Graham baskı altındadır. Yazı işleri müdürü Bradlee yayınlamaktan yanadır; fakat kendisi sadece işini, Graham ise her şeyini kaybedecektir. Bunlar aralarında da konuşulur. Her şeye rağmen Graham yılmaz ve en büyük desteği de kızından alır. Aslında o da annesiyle beraber geleceğini kaybedecektir; yine de hayran olduğu annesine moral vermekten geri durmaz. Erkekler dünyasında kadın dayanışmasının güzel bir örneğidir bu.

• • •

Sonunda belgeler yayınlanır ve “devlet sırrı”, “devlet güvenliği” gibi bahanelerle hukuki takibat da başlar. Ne var ki belgeleri ertesi günden itibaren neredeyse Amerika’nın bütün gazeteleri de yayınlamaya başlamıştır. Sonuç: Yüksek Mahkeme mesajı alır ve gazete beraat eder. Hâkimlerden biri “Gazeteler, Kurucu Babalar’ın umut ettikleri ve yapacaklarından da emin oldukları şeyi asaletle yaptılar” diye bir not düşmüştür. Zafer sadece Washington Post’un değil, bütün basınındır. Yine de en büyük gurur ve onur payı elbette ki The Post’a ve Graham’a düşer. Yakınlarının Kay dedikleri yürekli patrona!

• • •

The Post’un senaryosunu Oscar ödüllü yazar Josh Singer ile Liz Hannah yazmıştı. Spielberg, söyleşisinde “senaryo 2017 Şubat’ında elime geçer geçmez bu filmin hemen çevrilmesi gerektiğini anladım” diyor. Çünkü ortada Nixon dönemini çağrıştıran, belki daha da ağır bir durum vardır ve beğenmediği her habere “fake news” diye saldıran Trump zamanında “basın her zamankinden daha büyük bir tehdit altında” bulunmaktadır. Ve bu koşullarda, film, “takvim sıkışıklığı”nın yarattığı ve yönetmenin “daha önce hiç yaşamamıştım” dediği zorlu bir çalışma sonunda, Kasım ayında tamamlanarak vizyona girer.

• • •

The Post filmi gösterime girdiği her ülkede “basın özgürlüğü” ve “kadın hakları” konularında ibret verici bir ders olarak izlendi. Oysa söz konusu olan, gerçeklere dayansa da nihayet bir filmdi ve bu niteliğiyle de tartışmalara yol açtı. Feminist çevreler Graham’ın yetişme tarzı itibariyle uzun yıllar kadın-erkek eşitliğine inanmadığını; 1969’da “Bir kadının herhangi bir gazetede yazı işleri müdürü olmasını düşünemediğini” söylediğini ve gazetesine kadın gazeteciler almaya da ancak 1970’lerde -üstelik dava tehdidi altında- başladığını hatırlatıyorlar. (M le magazine du Monde; 19 Ocak 2018). Aynı çevrelere göre, Graham, feminist tezlere hayli sonraları, dostu Gloria Steinem’in etkisiyle sempati duymaya başlamıştı. Kısaca, Kay, feminist davada adı geçecek biri sayılamazdı.

• • •

Daha önemlisi de şuydu: Graham, aslında savaş açtığı yönetici zümrenin has bir üyesi idi. Kocası Phil, Kennedy ve Johnson’un bir çok konuşmasını kaleme almış, kendisi de Kissinger ve Johnson gibi “büyük”lerle dostluklar kurmuştu.

Gazetesinde rezil ettiği McNamara ise briç arkadaşıydı. Ayrıca New York Times ile rekabeti onu gazeteciliğin bazı adi yöntemlerinden de masun kılmamıştı. Yine de kriz anında ilkelere sarıldı; idealist bir gazeteci gibi davrandı ve her şeyini kaybetmeyi de göze aldı. Bu da az bir şey mi? Elbette değil ve Spielberg’in söyleşisinde bunun anahtarını da buluyoruz.

Spielberg, hayatında Kay Graham ile tek bir kez, 1998’de karşılaştığını ve sohbet esnasında kendisi iki soru sorana kadar Kay’in on kadar soru patlattığını anımsayarak şunu söylüyor: “Bunun bir gazeteci refleksi olduğunu düşünüyorum. Kay’in damarlarında kan değil, mürekkep dolaşıyordu.” İşte tam da bu nokta bizi basın-sermaye ilişkilerini sorgulamaya götürüyor.

• • •


Filmde, Graham’ın gazetesine sahip olma kavgası verdiği sahnelerde, Kay, karşılaştığı muhalefet karşısında bir ara sinirlenir ve « Patron benim! Bu benim gazetem! » diye bağırır. Oysa tüm çalışanların kaderini bir kişinin dudaklarına bağlayan bu nokta, aslında gazeteciliğin de bittiği yerdir. Bu çıkmazdan tek ve göreli bir çıkış yolu vardır : “Patron”un da gerçek bir gazeteci ruhu taşıması ve bunun için de sermayesini bile kaybetmeyi göze alabilmesi! İşte 1971’de “damarlarında mürekkep dolaşan” Kay’i bir basın kahramanı konumuna yerleştiren de bu özelliği olmuştur. Buna karşılık bir patron, gazetesini, basın etiğine dayanarak değil de, sermayesini artırmak ve karanlık işlerini örtmek amacıyla kullanıyorsa, artık orada kimse gazetecilikten söz edemez. Orada sadece “patron ve adamları” vardır. Zaten bu koşullarda “patron” da “başkan”ın esiri haline gelir ve “gazeteci” kılığına girmiş dalkavukları, muhbirleri ve “yorumcu”larıyla birlikte “başkan ve adamları”nın hizmetine girer. Bu bataklıktan sadece patrona maddeten bağlı olmayan, ya da en dayanılmaz şartlarda bile ilkeleri çıkarların üstünde tutabilen özgürlük aşığı ruhlar kirlenmeden, başı dik çıkabilir.

İşte The Post filminin bana telkin ettiği düşünceler bunlar oldu. Spielberg, acı duyarak, ülkesinde basın özgürlüğüne yönelen tehditlerin bu filmi acil kıldığını söylemişti. Aynı filmi bir “gazeteciler hapishanesi” haline gelmiş bir ülkede seyretmek çok daha acı verici oluyor..


Taner Timur / BİRGÜN


Ursula Le Guin: Kusurlu dünyanın tanrıçası - MELTEM GÜRLE

“Her türlü insan iktidarına direnilebilir ve bu iktidar yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Direniş ve değişim çoğu zaman sanatta başlar ve çoğu zaman da bizim sanatımızda başlar, sözcüklerin sanatında...”

Birkaç gün önce ölüm haberini aldığımız Ursula Le Guin’in ardından yazmak zor oldu. Bunun en büyük sebebi, bu ölüme inanamıyor olmamdı. Bir edebiyat dâhisi olan bu harika kadın, benim neslimden gelenler için bir tür tanrıça sayılırdı.

Olympos eteklerinde salınarak yürüyen kaprisli güzellerden değil de, dağın daha kuytu bir köşesinde yaşayan erdemli ve bilge bir tanrıça elbette. Bütün büyük yazarlar gibi Le Guin de, dünyanın nasıl bir yer olduğunu çok iyi kavramakla kalmamış, nasıl bir yer olabileceğini de göstermişti bize. Bir çoğumuz içten içe onun ölümsüz olduğunu düşünüyorduk.

Evet, çok yaşlanmıştı. Hatta belki de gitmeye hazırdı. Ama tanrıçalar ölmezdi ki!



Ursula Le Guin ile 1990 yılında, Metis Yayınları Mülksüzler’i bastığında tanıştım. Sonra çok daha fazla sevdiğim romanları oldu, ama bu ilk kitabın üzerimde bıraktığı etkiyi hiç unutmadım. Anarres adlı anarşist ütopyada yaşananları konu alan bu unutulmaz romanı, bilim-kurgu seven bir arkadaşım bulup getirmişti. Mülksüzler’in konusu kadar kurgusu da etkileyiciydi. Roman birbirine taban tabana zıt iki dünya üzerine yerleştirilmişti: Anarres adlı gezegen kendilerine Odocular diyen bir grup anarşistin elindeyken, Urras ise kapitalist ve totaliter bir devletin idaresi altındaydı. Hikâye, Shevek adlı bir bilim adamının Anarres’ten Urras’a gidişiyle başlıyor ve bu iki dünyanın karşılaştırılmasıyla devam ediyordu. 

Kitabı okuduktan sonra oturup konuşmaya başladığımızda, arkadaşımla aynı sahneye takıldığımızı fark edip şaşırmıştık. Anarres’te suçluluk duygusuna rastlanmadığı gibi (“hak etmek ve layık olmak fikirlerini aklınızdan çıkarırsanız, gerçekten düşünebilmeye başlarsınız” diyordu sistemin ideoloğu Odo), cezalandırma ve tecride de yer yoktu. Hapishane, zindan, hücre; bunların hiçbiri Anarresliler için hayal edilebilir şeyler değildi. Bizi etkileyen küçük ama önemli sahne de, bununla ilgiliydi. 

Romanın ana karakteri Shevek, henüz küçük bir çocukken, ömrü boyunca unutamayacağı bir deneyim yaşar. Shevek ve arkadaşları, insanın özgürlüğünü kaybetmesinin nasıl bir şey olduğunu bir türlü kavrayamadıkları için bir oyun oynamaya karar verirler: Hep beraber bir hücre inşa eder ve aralarından birini seçip oraya kapatırlar. Ne olacağını anlamak için de, Shevek’i o hücrenin başına gardiyan olarak dikerler. Önceleri merakla nöbet tutan Shevek, daha sonra bu durumun kendisine “gizli bir güç” sağladığını hisseder. İçerideki üzerinde böyle bir güce sahip olması onun da elini kolunu bağlamaktadır. Üstelik gardiyanlık görevi nedeniyle kapının önünden ayrılamamaktadır. Sonunda bu durumdan o kadar rahatsız olur ki, bir noktada artık dayanamaz hale gelip hastalanır ve kusmaya başlar. 

Bu küçük oyun, suçun ve dolayısıyla cezanın olmadığı bir dünyada özgürlük fikrinin ne anlama geleceğinin sorgulanması olarak okunabilir elbette. Ancak, bir yandan da Le Guin’in daha romanın başından karşımıza diktiği “duvar” imgesinin bir izdüşümüdür aslında. 

Anarres’i evrenin geri kalanından ayıran duvardan bahsederken şöyle der Le Guin: “Bütün duvarlar gibi, iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.” Gerçekten de romanda görürüz ki, Anarres’i kaplayan duvar, onu Urras gibi kapitalist sistemlerin yıkıcı etkilerinden koruyup özgürleştirdiği gibi, bir yandan da kendi içine kapatır ve yalnızlaştırır: Öteki taraftan baktığınızda, duvar Anarres’i tamamen kapatıyordu: Bütün gezegen onun içindeydi, büyük bir hapishane gibi, başka dünyalardan ve insanlardan yalıtılmış ve karantina altına alınmıştı.”

Le Guin’e göre duvarların en garip özelliği budur: Birini içeride tutmak için inşa edilmiş bir duvar, aynı zamanda dışarıdakileri de hapseder. Hapishane duvarları da işte böyledir. Birilerini cezalandırmak, onları göz önünden kaldırmak için inşa edilmiştir onlar da. Ama fark etmediğimiz şey şudur ki, birilerini içeriye kapattığımız anda, onun yalnızca izleyicisi değil gardiyanı haline de geliriz. Başkalarını hapsetmek için icat ettiğimiz duvar, onları fiziksel olarak tecrit ederken, bizi de zihinsel olarak birer mahkûm haline getirir. Hatta içeridekilerden daha beter hapiste hissederiz kendimizi, çünkü fiziksel duvarlar bir gün yıkılır ama zihinsel olanlardan kurtulmak o kadar da kolay değildir. İnşa ettiğimiz her duvarla, kendi korkularımızın ve zaaflarımızın esiri oluruz. Shevek’in romanın ilerleyen bölümlerinden birinde söylediği gibi, “İçeri kapatmak, dışarıda bırakmak, ikisi de aynı şeydir” aslında. 

Belki de bu nedenle, Ursula Le Guin romanının alt başlığını “İkircikli bir Ütopya” olarak seçmiştir. Anarres’teki hayat “ikircikli”dir gerçekten, çünkü orada hiçbir şey güllük gülistanlık değildir. Zorluklarla dolu, eziyetli bir hayattır bu.

Anarresliler, hayallerindeki eşit ve özgür ülkeyi kurabilmek için refahtan ve aşırılıktan uzakta yaşamayı seçmişlerdir.

Oysa, adaletsizlik ve israfın hüküm sürdüğü Urras’ta, insanlar bolluk içinde yaşamakta, harika arabalara binmekte ve çok daha iyi beslenmektedir. Fakat bir başka “ikircikli” durum daha vardır: Anarres’i evrenin geri kalanından ayıran duvar, bu ütopyayı kendi gerçekliğine mahkum kılmakta, üzerinde durduğu özgürlük ilkesini sorgulanabilir hale getirmektedir. Romanın sonunda öğreneceğimiz gibi, bir Shevek’i Urras’a gitmeye sevk eden de budur zaten. 

Kusurlu ve “ikircikli” ütopyasıyla, Le Guin içinde yaşadığımız çağın vebası sayılan ve bütün insan ilişkilerini etkisi altına alan kapitalizme karşı nasıl direnmemiz gerektiğinin ipuçlarını da verir bize. Çözüm, duvarlar yaratarak içeridekileri de dışarıdakileri de hapsetmekten geçmez. Daha sonra Karanlığın Sol Eli’nde yeniden yazacağı gibi, bir iktidara muhalefet etmek, onun yöntemlerini kullanmakla değil, onu etkisiz hale getirecek bir alternatif yaratmakla mümkündür. Bir şeye kendi araçlarıyla karşı koymak onu sürdürmektir çünkü. Asıl yapılması gereken bambaşka bir yol bulmaktır.

Öyle görünüyor ki, Le Guin bu yolu edebiyatta bulmuştur. 2014 senesinde Ulusal Kitap Vakfı’nın (National Book Foundation) verdiği Amerikan Edebiyatı’na Olağanüstü Katkı Madalyası’nı aldığında yaptığı kısa konuşma onun hayat boyu sadık kaldığı pozisyonu özetler niteliktedir:“Kapitalizmde yaşıyoruz. Onun etkisinden kurtulmak imkansız görünüyor. Kralların kutsal yetkileri için de bir zamanlar böyle düşünülürdü. Her türlü insan iktidarına direnilebilir ve bu iktidar yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Direniş ve değişim çoğu zaman sanatta başlar ve çoğu zaman da bizim sanatımızda başlar, sözcüklerin sanatında...”

Kusurlu dünyamızın kusursuz tanrıçası Le Guin, ardında onlarca roman, öykü ve deneme bırakarak gitti. Giderken bile her zamanki gibi yüce gönüllüydü: Direnişin ve aşkın ışığını üzerimizde bıraktı.

Meltem Gürle / BİRGÜN

#HaddiniBil Doc’sClub - OSMAN ÖZTÜRK

TTB’nin geçen çarşamba günü yaptığı hepi topu 82 sözcük 525 karakterden ibaret “Savaş bir halk sağlığı sorunudur!” başlıklı açıklama...

Aslında olağan koşullarda dikkate bile alınmazdı ama, malumunuz, kıyameti koparttı.

Olay AKP Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “sözde TTB”yi “terörist sevici” olarak suçlamasına kadar gitti.


Benim izleyebildiğim kadarıyla bu tür olaylarda hep olduğu gibi ilk tepkiler sosyal medyada geldi, başlarda öyle abartılacak bir durum yoktu ama sonra devreye ‘kripto FETÖ magazinciler’ girip olayı köpürttüler.

Gerçekte TTB’nin açıklamasında köpürtülebilecek bir kelime bile yoktu ama…

Vay efendim, savaş dediğin iki devlet arasında olurmuş da, TTB teröre karşı mücadeleye nasıl “savaş” dermiş?..

Gören, duyan da 1. Geleneksel Uluslararası Dilbilim Kongresi’nde yapısöküm tartışması yapıyoruz zannedecek!..

Maksat faşistlik olsun.

Sonra bir kere yukarıdan düğmeye basıldı ya, alayı sökün etti.

İnandıkları fikri savunmaktan aciz oldukları için de…

Veryansın hakaret, küfür, kıyamet.

•••

En çok Milliyetçi Hekimler adına yapılan açıklamaya güldüm.

Niçin, derseniz, bunlar uzun süre AKP’ye ve AKP’nin sağlık politikalarına neredeyse bizim kadar şiddetle karşıydılar, ama sonra AKP tarafından mankurtlaştırılınca AKP dostu oluverdiler, onun için.

Ya Hekim Haklayanlar Derneği, HHD’ye ne demeli?..

Hemen hepsi AKP döneminde makam, mevki sahibi olup, bulundukları mevkilerde hekimlerin hakları olduğunu akıllarına bile getirmeyen…

İki yılda bir de Tabip Odası seçimlerinde Sultanahmet’te hekimlerden ağızlarını payını alan zevat.

Sanki doktorlar sizin neyin peşinde olduğunuzu bilmiyorlar.

Hâlâ gaflet ve dalalet içindesiniz!..

Bunlar neyse de, bu seferki sürpriz İstanbul Sağlık Müdürlüğü’nden geldi, yazılı bir açıklama yapıp TTB’yi bildiriyi geri çekmeye ve özür dilemeye davet etti.

Hani sanki TTB, Sağlık Müdürlüğü’nün bağlı kuruluşu, ya da sanki Sağlık Müdürlüğü TTB gibi bir meslek örgütü.
TTB yanlış bir şey yaparsa üyeleri tepki gösterir de, sana ne oluyor birader?..

Öyle bilmiyormuş gibi sorduğuma bakmayın, ben bu İstanbul Sağlık Müdürü’nü ta asistanlığından tanırım, cevabı da gayet iyi bilirim.

Bu arkadaş vakti zamanında İstanbul Tabip Odası seçimine katılmış, kendisini kabul edecek hiçbir liste bulamadığı için bağımsız aday olmuş, asistan arkadaşlarından bile oy alamayıp evinin yolunu tutmuştu.

Onun acısı çıkmamış, demek ki.

Bir de bu Müdür Bey’in Hemşinli büyük dedesi Birinci Meclis’te Lazistan Mebusu Necati Memişoğlu’dur…

Herhal O’na özendi hazret!..

•••

Geçen seçimlerde “Milliyetçi, mukaddesatçı, halkçı, sosyalist hekimler birleştik!” hevesleri kursaklarında kalan ulusağcıların fırsat bulmuşçasına ellerini ovuşturmalarını geçeyim de bu linç kampanyasının asıl oğlanına geleyim…

Memuru-Satan-Sen konfederasyonuna bağlı Sağlık-Muhbir-Sen.

Önce savcıları göreve çağırdılar, sonra Ankara Adliyesi’ne gidip suç duyurusunda bulundular, Twitter’da da günlerce #HadddiniBilTTB hashtagiyle kampanya yürüttüler.

TTB’nin suçu neymiş, peki?..

Suçu ve suçluyu övme, halkı kin ve düşmanlığa tahrik, devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmak!..

Vay, vay, vay!..

Peki, TTB’nin açıklamasındaki hangi cümleler, hangi ifadeler bu suçlara denk geliyormuş?..

Cevap…

Tısss!

Hayır, velev ki, TTB bir konuda suç işledi, memleketin polisi var, savcısı var, size ne oluyor?..

Ne olacak; bunların sabık başkanı şimdilerde AKP’den milletvekili ya, mevcut da sıranın kendisine geldiğini düşünüyor, belli ki.

•••

Kendi adıma en çok güldüğümü en baş yazdım ama en komiğini en sona bıraktım.

Doc’s Club!..

O da neymiş, derseniz, ben de bu vesileyle öğrendim, üyelerine bal, kaymak, sucuk, kaşar, filan pazarlayan bir sosyal medya oluşumu imiş.

Onlar da cemaate uyup TTB’yi kınamışlar!..

Bu arada sayfalarının başına da “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır!” diye bir açıklama koymuşlar…

Üç cümlelik açıklamalarında tam yedi tane imla hatası yapmışlar.

Hayır, madem bu kadar vatansever, milliyetperversiniz, insan önce biraz zahmet edip anadilini doğru yazmayı öğrenir, “brother”.

Hem o İngiliz müstevlilerinden miras isim ne öyle?..

Hemen değiştirip “yerli ve milli” bir isim edinmezseniz, haftaya bir kampanya da ben başlatıyorum…

#HaddiniBilDoc’sClub!..


Osman Öztürk / BİRGÜN

Gazilik, Başkomutanlık, İkinci Milli Mücadele - FATİH YAŞLI

Nasıl oluyor da Mustafa Kemal’le varoluşsal bir derdi olanlar “Gazi” unvanını bu kadar kolay ağızlarına alabiliyor, nasıl oluyor da bu dert sahiplerinin medyası inanılmaz bir pervasızlıkla “Başkomutan”ın fotoğrafları eşliğinde “İlk hedefiniz Afrin” manşetini atabiliyor, nasıl oluyor da Cumhuriyeti yıkma projesinin yürütücüleri bu kadar rahat bir şekilde “İkinci Milli Mücadele”den söz edebiliyor?


Tüm bunları yapabiliyorlar; çünkü ne yazık ki, bunun bir zemini ve karşılığı olduğunu, üstelik hayır kendi tabanlarında değil, tam da hepsini “terörist” çuvalına koydukları ve kendilerine muhalif olduğunu bildikleri kesimlerde, bunun bir karşılığı olduğunu biliyorlar. 

Bundan birkaç ay önce bu köşede başlattığımız “Apolitik Atatürkçülük” tartışmasını hatırlatarak söyleyecek olursak, tam da kendisine “Atatürkçü” diyen toplum kesimlerini “millilik” adlı kafese hapsetmenin gayet kolay olduğunun, yaptıkları her şeyi bu millilik iddiasının üzerine kolaylıkla oturtabileceklerinin farkındalar.

Bu karşılığı biraz daha açalım, biraz daha anlamaya ve gerisindeki nedenleri sıralamaya çalışalım.

Birincisi şu, her seferinde, ama her seferinde iktidarın kendi bekasını milletin bekası, kendi meselelerini milletin meselesi gibi göstermesine amiyane tabirle “elinde tuzlukla” koşan bir ana muhalefet partisi var. Üç gün önce “Afrin’e kefenliler gitsin” deyip üç gün sonra operasyona destek açıklaması yapan, tam da iç siyasete yönelik bir operasyondan sonra söyleyebildiği tek şey “bunu iç siyasete malzeme etmeyin” olan, iktidarın “millilik kafesi”ne kapattığı ve oradan çıkmak için tek bir adım dahi atmayan, atamayan bir ana muhalefetten söz ediyoruz.

İkincisi, kendilerine Atatürkçülüğün kanaat önderleri payesi verilenlerin zihinlerinin milliyetçilikle sakatlanmış olması ve muhalifliklerinin sınırının tam da bunun üzerinden belirlenmesi. Hala ortada sahiplenebilecekleri bir devlet aygıtı ve rejim varmış gibi, hala hükümetle devlet arasında bir ayrım varmış gibi, hala mevcut iktidar milli çıkarlar adına hareket edebilirmiş gibi davranmaları ve pozisyonlarını bunun üzerinden kurmaları. Özetle, ikinci bir yetmez ama evetçiliğin taşıyıcılığını yapmaları. Yani nasıl ki bir zamanlar liberal kalem erbabı iktidara “demokratikleşme” adına destek vermişse, şimdi de bu cenahın aynı iktidara “anti-emperyalizm” adına destek verebilmesi, bunu yapmakta en ufak bir beis görmemesi.

Ve üçüncüsü, maalesef ki hem CHP yönetiminden hem de Mumcu’ların, Aksoy’ların, Kışlalı’ların yokluğunda bu dışı Atatürkçü içi merkez sağcı kanaat önderlerinden/iletişim araçlarından etkilenen ve onlar üzerinden, örneğin Özdil’den, Feyzioğlu’ndan, Sözcü’den, Halk Arenası’ndan, şundan bundan politize olan ve tam da bu nedenle iktidarın millilik adına attığı en ufak bir oltaya, hele mesele Kürt sorunuysa maalesef ki kolaylıkla gelebilen bir toplam var; evet iktidarın elini kolaylaştıran, bu konularda böylesine pervasız hareket edebilmesine cevaz veren üçüncü olgu da bu.

Güncelimiz Afrin olduğu için oradan somutlaştıralım. İktidar partisi, tecrübeyle sabit bir şeyi yaptı ve hem içerideki hem dışarıdaki sıkışmışlığını aşmak için, söz konusu operasyonu başlattı. Böylece bir yandan başta geçim sıkıntısı olmak üzere en somut meseleleri konuşulamaz hale getirdi, bir yandan milliyetçilikle dinciliğin seçim endeksli flörtüne bir zemin hazırlayıp “Kızıl Elma”yla “Fetih Suresi”ni, “Tanrı Dağı”yla “Hira Dağı”nı buluşturdu, bir yandan da “bizden değilsen onlardansın” diyerek zaten OHAL’le başlattığı her türlü muhalif, farklı, aykırı sesi bastırmanın daha güçlü bir zeminini buldu.

Burada Müslümanlara “cihat” vaadi var, , burada milliyetçilere “bölücülüğe karşı mücadele” vaadi var ama burada aynı zamanda Atatürkçülere “anti-emperyalizm” vaadi var, orta sınıf muhalifliğine “Suriyelileri evlerine yollayacağız” vaadi var. 
Seçim konjonktüründeki bir Türkiye’de herkesin bilinçaltına, herkesin arzularına seslenen ve esas olarak sınırın öte tarafını değil tam da bu tarafını hedefleyen, herkesi kapsama iddialı ama en çok da kendilerinden olmayanlara yönelik bir operasyon bu dolayısıyla.
Peki ne yapacağız? 
Verili duruma teslim olacak ve “yapacak bir şey yok” mu diyeceğiz? 
Hayır, elbette ki öyle değil. Tüm bu iddiaların hakikatle uzaktan yakından bir bağlantısı olmadığını ortaya koyan, siyaseti kapatıldığı “millilik kafesi”nden çıkartan, “yerli ve milli” denilen siyasetin yerlilik ve millilik iddiasını somut argümanlarla teşhir eden bir siyaseti var etmenin, kitleselleştirmenin, toplumla buluşturmanın zemini her şeye rağmen hala var. 
Üstelik bu zeminin varlığından söz etmek sadece bizim öznel irademizle ilgili değil, nesnellik de, yani iktidarın ekonomik ve siyasi krizi de buna işaret ediyor, tam da bu nedenle buraya bakmamız, buraya odaklanmamız gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

27 Ocak 2018 Cumartesi

Şov devam ediyor - ALPER BİRDAL

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın önceki gün CNN International’da Christiane Amanpour’a konuştu.

Malum ABD-Türkiye ilişkileri gergin. Ama söyleşinin iki tarafı da Haziran 2013’teki gerginliklerini unutmuş gibiydi. Sözcü Kalın, muhatabına ilk adıyla hitap ediyor, samimi bir görüntü vermeye özen gösteriyordu.

Hatırlayanlar olacaktır. Haziran Direnişi’nin en canlı günleriydi. O zamanlar Başbakan Başdanışmanı olan İbrahim Kalın, yine CNN’de Christiane Amanpour’a bağlanmıştı. Canlı yayın sırasında polis Gezi Parkı’ndaki halka saldırmaya başladı ve Amanpour Kalın’a, “Kesmek zorundayım” dedi. “Devam etmeme izin verin,” diye üsteledi Kalın. Ve Amanpour’dan, “the show’s over” yanıtını aldı. Hem “program bitti” hem de “gösteriniz bitti” anlamına geliyordu bu sözler. Kalın’ı yayından çıkardı.
Köprünün altından çok sular akmış olmalı ki bir zamanlar yayından alınan Kalın, aynı yayında gösteriye devam etmekte beis görmedi.

Bu defa Afrin’i konuştular. Erdoğan’la Trump’ın yapacağı telefon görüşmesi gündem oldu. Amanpour, Erdoğan’ın Trump hakkındaki hislerini sordu. Kalın da şu cevabı verdi: “Açıkçası iyi bir ilişkileri var. İyi bir kimya yakaladılar. Birçok kez telefonda ve şahsen görüştüler. Ve tekrar görüşecekler.”
Görüştüler.
Oysa Erdoğan kısa bir süre önce, “o bana dönmedikçe ben ona dönmem” diyor, Trump’ın ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı sonrasında “Ey Trump, sen ne yapmaya çalışıyorsun” diye esip gürlüyordu.

Ama ne de olsa, Sözcü Kalın’ın dediği gibi “liderler düzeyinde çözülmesi gereken bazı kritik sorunlar vardı”. Trump döndü, “ey Trump” unutuldu. İyi bir kimya yakalamışlardı.
Gel gelelim bu görüşme pek de öyle “sorumlu liderlerin” sorun çözme görüşmesine benzemedi. Kaldı ki Trump’ın “liderliği” konusunda çok şey yazılıyor. Sorumluluk sahibi, hatta tutarlı olduğunu söyleyeni görmedim.
Beyaz Saray görüşme sonrasında zehir zemberek bir açıklama yayımladı. Cumhurbaşkanlığı kaynakları da, mealen Beyaz Saray’ın, yani Trump’ın “yalan söylediğini” öne sürdü. Hariciye işlerine bakan Çavuşoğlu, “açıklama önceden hazırlanmış” dedi. “Tam gerçekleri yansıtmayan bir açıklama oldu. Hemen zaten görüşmeden kısa bir süre sonra bu açıklamayı yaptılar” diye ekledi.
Özetle “iyi bir kimya yakaladık”la sürdürülmek istenen gösteri bir kez daha bitti. Yalancılıkla suçlanan Beyaz Saray, görüşmede “kaygılarını net bir şekilde ortaya koyduğunu” yineledi.

Demek ki burada belirgin bir izlek var: ABD’ye esip gürle, arkasından gerilimin tırmandığı bir noktada “izin verin izah edeyim” de, azar yiyince tekrar esip gürle, bir süre sonra gerilimi düşürüp hiçbir şey olmamış gibi “gösteriye” devam et.
Bunun adına diplomasi mi diyeceğiz?

Daha çok şova benziyor. Kabak tadı vermiş bir şova.

Alper Birdal / SOL

Gazi - ORHAN GÖKDEMİR

Mehmet Zeki Pakalın 1886’da Ohri’de doğdu. Tıbbiye eğitimini sağlığı nedeniyle yarıda bıraktı. Orada burada kısa süreli memurluk, öğretmen vekilliği gibi işler yaptı. Balkan Savaşları başlayınca İstanbul’a göçtü. Osmanlı küçülüyor, ülkesi küçük Asya’ya sıkıştırılıyordu. Gazanın bittiği, cihat çağrılarının hiçbir şeye yaramadığı bir çağın tanığıdır. Hayatının kalanını Rumeli’den sökülüp atılmış, daralmış Türkiye’de sürdürdü. 1950’de emekliye ayrıldı. Fransızca yanında Bulgarca, Sırpça ve Rumca’ya âşinaydı. Ölene kadar tarih çalışmaları ile uğraştı. 1972’de öldü ve Karacaahmet Kabristanı’a gömüldü. Arkasında çok değerli bir kütüphane pek çok değerli eser bıraktı. “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü” en önemlilerinden biri. Üç cilt halinde Milli Eğitim Bakanlığı baskısıdır.

AKP’li Metin Külünk “reisi gazi ilan edelim” deyince çıkarıp baktım. “Gazi” maddesinden aktarıyorum.

Gazi, gaza ve gazve eden, din uğruna cenk eyleyen Müslümanlar hakkında kullanılır bir tabir. Muharebeden dönenlere denilirmiş eskiden. Demek ki gazi sayılmak için herhangi bir muharebeye katılma gerekliliği varmış henüz. Bir muharebeye katılıp da dönemeyenlere “şehit” denirmiş. Pakalın, “Dönersem gazi, ölürsem şehit” darbımeselini buna örnek gösteriyor.

Prosedürü var yani; önce bir muharebeye gideceksin, çatışma çıkarsa ölmeyeceksin, eksik de olsa diri bir şekilde geriye döneceksin. Ama Külünk’e iyi haber, gazi olmak için muharebede yaralanma şartı yok. Yara, modern savaşlarda sağlam bir muharebe işareti sayıldığı için önemsenmeye başlamış. Malum, muharebeye katılıp çatışma boyunca sütre gerisinde yan gelip yatmak da mümkün. Zaman kötü, kime nasıl güveneceksin!
Pakalın, sözlüğünde çarpıcı bir bilgi daha veriyor. Aslında “gazi” unvanın verilmesi âdeti muharebeye gitmeyip evde oturan Müslümanların baş gösterdiği rehavet asırlarında ortaya çıkmış. İlk Müslümanlar meşru mazeretler müstesna olmak üzere genellikle harbe gittiklerinden dönenlere bu unvanın verilmesi lüzum görülmüyormuş. Mantıklı. Bu durumda herkes gazi olmuş oluyor çünkü. Müslümanlık ilerleyip zengin fakir farkı yeterince belirginleşince, müminlerin bir kısmı gazaya giderken bir kısmı sarayında yan gelip yatmaya başlamış. Bu durumda savaşa gidip dönenlere gazi unvanı verilmesi gerekliliği doğmuş.

Durun, korkmayın. İslam’da her şeyin bir çaresi var. Nitekim sarayında yan gelip yatanların gazi olmanın yollarını aramaya başlaması çok zaman almamış. Zengin müminler savaştan dönen yoksul müminlere “din kardeşi değil miyiz, hepimiz gazi sayılırız” demişler. Ne desin gariban Müslüman, “değiliz din kardeşi” diyecek halleri yok ya!

Laf soktuğum sanılmasın, başlangıçta Osmanlı hükümdarları da sıradan fertler gibi savaşa katılır ve gazi unvanı alırlarmış. Fakat orada da düzen oturup sınıflar hâsıl olunca, padişahlar ve seçkin kapıkulları sarayda oturup zamanlarında kazanılan savaşlar üzerinden gazi olmaya başlamışlar. Koca padişah, gazi olmasın da şehit mi olsun!
Fakat Pakalın’a göre bu halde bile bir şekil şartı var. Ucunda sultan bile olsa öyle otomatik gerçekleşmiyor işlem yani. Fetva gerekiyor. “Gaza” fetvasından sonuncusu Şeyhülislaüm Hayrullah Efendi tarafından ikinci Abdülhamit için verilmiş. Fetvada özetle “padişah gazaya gitmese de gazi sayılır” deniliyor.

Sonuç? Abdülhamit’in Şeyhülislam mühürlü kapı gibi gaza belgesi vardı ama gelin görün ki anayasayı askıya almış, hukuk devleti yolundaki ilk kıpırtıları acımasızca şehit etmişti. Sonra İttihatçılar geldi, gazi mazi demedi kıçına tekmeyi yapıştırdı. Abdülhamit o darbenin şiddetiyle Selanik’in meşhur tütün tüccarlarından Mösyö Alatini’nin köşkünde aldığı soluğu.

Devrim kapıyı çaldığında gazi olsan ne olmasan ne. Gazi olacağım diye beklerken şehit ederler adamı!
                                                                ***

Laik Cumhuriyetin tanığı Pakalın, “Gazi” maddesinde “Gazi” Mustafa Kemal’e de değiniyor. “Memlekette tahatti eden ve varlığını tehlikeye koyan düşmanlara karşı ortaya atılan Mustafa Kemal Paşa’ya da başardığı bu işten dolayı Millet Meclisi kararıyle gazi unvanı verilmiş ve bu unvan Mustafa Kemal’i en iyi tavsif etmek itibariyle laikliğin kabulüne rağmen istimal olunmakta berdevam bulunmuştur. Soyadı Kanunu üzerine ‘Atatürk’ soyadını almasıyla gazi unvanı matrük kalmıştı.”

Özetle şudur. Mustafa Kemal’in katıldığı bir muharebe vardır ama o arada “gaza” devletin işleri arasından çıkarılmıştır. Bu durumda Mustafa Kemal’in “gazi” sayılması mümkün değildir. Bununla birlikte Gazi’ye “gazi” unvanı verilmesi laiklik ilkesine aykırı olduğu halde verilmiştir. Pakalın’a göre bu aykırılığı ortadan kaldıran gelişme soyadı kanunudur. Gazi’ye “Atatürk” soyadı verildikten sonra “gazi”liği metrük olmuştur. Metrük olanı ise önemsemeye hiç gerek yoktur.

Demek ki hem laik hem gazi olunamamaktadır. Olduysan bile laikle birlikte unvanın metrük kalmaktadır.

                       ***

Kaldı ki “gaza” da sözlükte durduğu gibi durmaz gerçek hayatta. Din için savaş gibi görünen şeyin arkasında pek dünyevi sorunlar-hırslar vardır. Baksanıza Ortadoğu’ya; herkes gazada, herkes şehit, herkes gazi. Vuran da vurulan da alnı secdeye varmış insanlar. Kimi Amerikalıların, kimi Rusların kucağında savaşıyor. Sorsan hepsi Allah adına. İmkânı var mı? Bunca hayhuyun, bunca toz dumanın arkasında bile petrolün gücünün dinin gücüne galebe çaldığı fark ediliyor kolayca.

Tarihe bakınca da işlerin bulanık olduğu görülüyor zaten. Osmanlının kuruluşundaki gazilerin çoğu Hıristiyan adı taşıyordu ve güya İslam’a dönmüşlerdi. Her şeyin belirsiz olduğu ve her inancın, her kültürün birbirine benzediği uçlarda kim nereye dönebilir ki? Döndüm dersin, döndüğün yerde kendini görürsün. Ama evet azizler veli olur, veliler birer gaziye dönüşür. Hacı Bektaş ile Aya Haralambus, Sarı Saltık ile Saint Nicolas, Baba İlyas ile Aya Yorgi, Battal Gazi ile Herakles birbirine karışır, kaynaşır, aynılaşır. Eksiği de, fazlası da “gaza”dır…
                                                                  ***

AKP Cumhurbaşkanı Erdoğan son günlerde çok heyecanlı. Hem Afrin’in fethi vesilesiyle “başkomutanlığın” tadını çıkarıyor, hem de partisi tarafından gazi ilan edilmenin keyfini sürüyor. Sarayındaki 44. Muhtarlar Buluşması'nda da o heyecanla konuştu. Afrin'in adım adım kontrol altına alındığını müjdeledi muhtarlarına. Bir de üzücü bir haber verdi; yine kandırılmıştı! Geçmişte Münbiç için benzer bir operasyon hazırlığı yapılmış ama Obama engel olmuştu. Olsun, her işin başı niyet. Kandırılsa bile gazi sayılır!

Gelin görün ki eskisi gibi değil hiçbir şey, gazanın da suyunu çıkardılar. Gazeteler kol-bacak protezine haciz gelen gazi haberleri ile dolu. Akil insanlar toplantısında liberal akile protez bacağını fırlatan gazi çoktan unutuldu. Kimse hatırlamak istemiyor o mutlu mesut günleri. SGK’nın geri istediği protez bacak bedelini ödeyemediği için dama çıkan da, kendini yakmaya çalışan da gazi. “Baba ayağını geri mi alacaklar” diye ağlayan bir gazi kızı gördüm son sayfada, kapattım.  

Bu ülkenin pratiğidir, önce verirler, sonra alırlar. Heyecan geçince eksik kolunla bacağına öyle kalakalırsın. Piyasanın hüküm sürdüğü bir dünyada gaza koca bir gazdan ibarettir çünkü.
                                                                 ***

Aradılar taradılar ipten kazıktan kurtulmuş adamları öne sürüp “Azap Askeri” yapmakta buldular çareyi. Arkada palalarıyla Yeniçeriler bekliyor eskiden olduğu gibi.

Bütün numara Azapların kaçmaması ve saf değiştirmemesi üzerine kurulu. Zeytin ağaçları arasında süren o tuhaf gazanın perde gerisindeki manzara böyle. Ölen kim öldüren kim belli değil. Ama arkada yan gelip yatanların hepsi gazi olduğunu iddia ediyor. Tepelenmiş laikliğin lanetidir bu. Böyledir; aklı, bilimi kapı dışarı edip yerine hurafeleri koydun mu ya gazi olursun ya şehit!

Laikliğin ışığı bu topraklara düşeli beri bütün dini unvanlar metruktür. Verseler ne vermeseler ne?

Orhan Gökdemir / SOL