27 Şubat 2018 Salı

GAP’tan BOP’a, istikrardan kaosa… - EROL MANİSALI

Az bilen vardır, Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) Devlet Planlama Teşkilatı öncülüğünde hazırlık çalışmaları yapılırken master plan için Batı’dan uzman bulmakta zorlanmıştık, Japon uzmanlarla çalışmıştık.
 
GAP Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında Güneydoğu Anadolu’da “tarıma dayalı sanayi ve tarım ağırlıklı” muhteşem bir projeydi. Türkiye’nin ağırlıklı olarak yer aldığı: yalnız Doğu ve Güneydoğu değil komşu ülkelerle “ortak iktisadi çıkarları geliştirecek bölgesel bir projeydi.” (*)

Cumhuriyet Türkiye’sinin Doğu Anadolu’da yeşertmeye başladığı “kamu ağırlıklı yatırımların bir devamı niteliğindeydi.” Devlet şeker fabrikalarından et ve balık kombinalarına, tekstilden madene yatırımlar yapmıştı. 

Bu yatırımların “mikro kârlılıklarından çok makro ve dolaylı sosyal ve ekonomik yararları” önemliydi. 
- Doğu insanı için iş, öğrenme, sosyal yaşam öncülüğü ve girişimcilik sağlıyordu. 
- Gençlere iş yaratarak onların PKK’nin tuzağına düşmelerinin yolunu kapatıyordu. 
- İran, Irak ve Suriye sınırından silah, uyuşturucu ve terörist yerine iktisadi malların geçmesine ortam hazırlıyordu. Dört ülkenin de ortak çıkarlarını geliştiriyordu. 
Doğu ve Güneydoğu’da devletin, Doğu’nun kalkınması için yaptığı kamu yatırımları, özelleştirme yolu ile satılarak tasfiye edilmeye başlandı. Bundan en çok da bölgedeki terör, uyuşturucu ve silah kaçakçıları memnun oldu. Kamu yatırımları tasfiye edilince işsizler örgütlerin tuzaklarına düştüler. PKK’den uyuşturucu hatta din tacirlerine kadar herkesin iştahı kabardı. 
Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi haberini görünce “büyük yanlışın” devam ettiğini gördüm, içim sızladı. Ulusal birlik ve bütünlüğümüz darbe yiyordu.

Siyasilerin büyük hesap hatası 
Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere Anadolu’da kamunun (devletin) yatırımları, “kurumların mikro kârlılık hesaplarına göre yapılmaz.” Dolaylı olarak yarattıkları iktisadi, sosyal ve hatta siyasal katkılar göz önüne alınır. 
Bunu sadece “satarsak bütçeye ne kadar para girer” diye düşünmek, “ülkenin geleceğini satmakla eşanlamlıdır.” Çünkü ülke sınırları bu tesislerle korunur. 
Özelleştirmelerinizden en fazla terör ve kaçakçılık örgütleri ile BOP hesabı içindeki emperyalist devletler yararlanır. Bir de bu özelleştirmeleri onların şirketlerine sattığınız zaman çifte kavrulmuş bir olanak sunmuş olursunuz. Aynen, 2000’lerin başlarında, o ünlü ABD mısırözü karteline yaptığımız gibi! 
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Kürdistan (ve BOP) projesi için haritaları değiştirmek isteyenler GAP’ın yerine BOP’u yerleştirmeye başlamışlardır. Anadolu’daki özelleştirmeler kaosu yarattı. 
Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye sınırından iktisadi sivil mallar değil, teröristler, kaçak silahlar ve uyuşturucu geçmektedir. Bugün Türkiye’nin Suriye ve Kuzey Irak ile ilişkilerine ve “geçen nesnelere bakın”. Türkiye GAP ile bölgedeki ekonomik bir çekim merkezi olacağına, “sınırlarından tehdit ve saldırı tehlikesi ile karşı karşıya bırakılan bir konuma sokulmuştur.”

Şeker fabrikaları ‘sınırları da korur…’
Devletin az gelişmiş bölgelerdeki kamusal tesisleri ve yatırımları güçlendirilerek sürdürülmelidir. Bu tesisler bölge insanı için iş, aş, yaşam tarzı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin güvencesi demektir. 
Özelleştirerek ortalığa savurduğumuz zaman bu en çok, bölücü terör örgütlerinin işine yarar. 
Sınırlarımızın korunmasına tanklar kadar bu bölgelerdeki kamusal tesisler ve yatırımlar da katkı sağlar. 
Ekonomik, sosyal, siyasal ve güvenlik öğeleri bir arabanın tekerleği misali bir bütündür. Tanklar tek başlarına işe yaramazlar. 
Bugün geldiğimiz nokta mı? 
Anti Amerikan sosu yedirilmiş BOP-Siyasal İslam sentezi…

Erol Manisalı / CUMHURİYET

(*) Bu konuyu 70’li ve 80’li yıllarda incelemiştim. (E. Manisalı, The South East Anatolia Project, MEBB Centre, 1988)


Normal bir kanunmuş gibi - ÇİĞDEM TOKER

İttifak yasa teklifi, bugün TBMM Anayasa Komisyonu’nda görüşülmeye başlanacak. İttifak sözcüğünün, anlaşma, bağlaşma, oybirliği gibi farklı anlamları var. 
Dikkat edilirse hepsi de olumlu. 
Dahası bu teklifteki modelin tam adı Cumhur İttifakı. Türkiye’ye yabancı birine vereceği ilk izlenim, iyi bir şey yapılıyor olduğu. 
Halk bir araya gelmiş, birleşmiş, daha ne istenir ki. 

Zaten, gerici, tahribata yol açan bir uygulamayı olumlu anlama gelen kavramla yaymak, AKP’nin başarı hanesine kaydı gereken başlıklar arasında yer alıyor. Getirilen seçim kuralları, can çekişen demokrasiyi bitirecek, Cumhuriyeti de taammüden öldürecek içerik taşımasına karşın; yararlı bir düzenleme gibi sunuluyor. Bunda kalıcılaşan OHAL rejimi ile televizyon kanalı ve gazete görünümlü propaganda aygıtlarının rolu büyük. 
Hal böyleyken, İttifak kanun teklifini normal bir yasama faaliyeti gibi değerlendirmek ya da buna etki edecek konumda olunduğu halde, sokaktaki adam gibi hayretler içinde kalarak eleştirmek biraz tuhaf kaçıyor. CHP seçmeni açısından, oy verdiği partiden, durumun vahametine uygun bir tutum geliştirmesini beklemek doğal hakkı. Fakat ana muhalefet cephesine baktığımızda, fark yaratacak meşru bir eylemselliğin işaretleri görünmüyor. 

Oysa kanun teklifinin stratejik bir hedefle hazırlandığı ortada. O kadar stratejik ki, iktidar partisinin yanında yedeklenmeyecek, muhalefet kanadındaki siyasi partileri etkisizleştirmek uğruna ince ince çalışılmış. 

Üstelik son aşama Yunan tragedyaları gibi: Hedefe ulaşırken, terk edeceği parlamenter rejimin yasama organına başvuracak. Hani onlarca OHAL KHK’si çıkarırken “takmadığı” yasama organına.

Eninde sonunda 
Eğer çok istisnai bir gelişme, olağanüstü bir durum yaşanmazsa, bugün görüşülmeye başlanacak kanun teklifi, CHP ile HDP temsilcileri ne kadar itiraz ederlerse etsinler, ne kadar aleyhte konuşurlarsa konuşsunlar, ne kadar süreci uzatmaya çalışırlarsa çalışsınlar ve bunların neticesinde ne kadar gerilimli ortamlar yaşanırsa yaşansın, aritmetik üstünlükle Meclis’te yasalaşacak. 

Üstelik bu yapılırken, iktidar partisinin temsilcileri, büyük olasılık nazik ve serinkanlı tutumlar sergileyecek. Tersine durumda bile, Meclis çatısı altında ne kadar büyük kavgalar, tartışmalar, laft atmalar, bu laf atmalardan kaynaklı molalar, ara vermeler, ertelemeler yaşanırsa yaşansın, en nihayetinde bu metin iktidar partisinin aritmetik üstünlüğü ve hiyerarşik yapısıyla yasalaşacak. 

Oyları “hayır” bile olsa, ana muhalefet partisinin Meclis’teki varlığı, gelinen noktada anayasaya aykırı bu kanun teklifinin yasalaşmasında araçsal bir işlevi kendiliğinden üstlenmiş olacak. 

Şüphesiz Türkiye’yi bu noktaya getiren eşik sayısı bir değil. Fakat, gelecek yılki genel seçimde imtiyazlı parti, imtiyazlı pusula, silahların gölgesinde seçim sandıkları icat eden bir “teklif”, rahat rahat Meclis’e getirilebildiyse, bunda anayasaya aykırı dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” denilmesi ile şaibeli 16 Nisan referandum sonucunu meşrulaştıran hızlı kabulün payı büyüktür. 

Özetle, İttifak teklifi normal bir kanun teklifi metni değildir. Bu metnin milyonlarca yurttaşın iradesini geçersiz kılma potansiyeli içerdiği iyi bilinmelidir. Bilinmesi gereken daha daha yaşamsal gerçek ise bu ülkenin milyonlarca yurttaşının kendisini bu kadar saha dışına iten, ötekileştiren bir kurallar bütününü hak etmediğidir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Mutluluk paradoksu - HAYRİ KOZANOĞLU

Türkiye’de insanlar, TÜİK araştırmasında ortaya konduğu gibi gerçekten mutlu mu? Eğer basit bir ankete bile samimi cevap veremeyecek ölçüde korku ve endişe içerisindeler ise, bu çok vahim bir durum...


Türkiye İstatistik Kurumu›nun (TÜİK) 2017 yılı Yaşam Memnuniyeti Araştırması›na göre, mutlu olduğunu beyan eden bireylerin oranı yüzde 58 iken, yurttaşlarımızın sadece yüzde 11’i mutsuzmuş. Gerçi 2016’nın yüzde 61,3 mutluluk oranına göre bir gerileme söz konusuysa da, kabataslak“mutlu bir toplumda” yaşadığımızdan söz edebiliriz…
Evliler, evli olmayanları mutlulukta yüzde 60,6’ya karşı yüzde 52,4 geride bırakırken; evli kadınlardan kendini mutlu hissedenlerin oranı evli erkeklerden yüzde 9,5 daha fazla.
Bir okulu bitirmeyenlerin mutluluk oranı yüzde 62,5 ile çeşitli düzeyde tahsillilere fark atmış. Sonuçlar bir anlamda, “Bizde şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum”diyen profesörü teyit ediyor. 
Ne güzel hem mutlular, hem de feraset sahibiler!


Yurttaşlarımızın genel olarak kamu hizmetlerinden de memnuniyet duydukları görülüyor: En düşük memnuniyet düzeyi adli hizmetler ve sağlık hizmetlerindeyken (yüzde 54,1 ve yüzde 54,6), asayiş hizmetlerinde zirve yapıyor (yüzde 74.4). Alt kırılımlar verilmediği için, “cop, biber gazı, darp” en çok hangi asayiş hizmetinden memnun kalındığı anlaşılamıyor…

Bireylerin yüzde 73,4’ü de, kendi geleceklerinden umutlu olduklarını beyan etmiş. Asr-ı Saadet, yani İslam tarihinde Muhammed’in hayatta olduğu döneme öykünmenin zirve yaptığı, uzun araştırmalar sonucu ihya edilen“Asr-ı Saadet” kokusunun Külliye’de RTE’ye takdim edildiği bir zamandayız. Demek ki, vatandaş hem bugününden, hem de “ maziden ve atiden” mutlu ve mesut… En azından TÜİK'e kalırsa…

Dünya Mutluluk Raporu
Peki, başka ülkeler bu mutluluk konusunda ne durumda? 
Birleşmiş Milletler 2012 yılından bu yana her yıl Dünya Mutluluk Raporu’nu yayınlıyor. 2017 Mart ayındaki son çalışmada, 155 ülke mercek altına alınıyor. Sıralama başlıca altı kategoriye dayandırılıyor: Şefkat, dürüstlük, cömertlik, özgürlük, kişi başına gelir ve ortalama sağlıklı yaşam süresi. Her birinin kendine göre açılımı var; örneğin şefkat, bir sorunla karşılaştığında seni kucaklayacak kişi veya kişilerin varlığı şeklinde tanımlanıyor.
Bu yılki rapor, mutluluğun sosyal temelleri üzerinde yoğunlaşıyor. Kişi başına gelir ve sağlıklı yaşam beklentisi, her ne kadar mutluluğu yüzde 50 oranında belirliyorsa da, onlar da ülkedeki sosyal bağlamdan bağımsız değil. Örneğin, işsizlik de mutluluğu aşağı çeken en belirgin etmenlerden biri.

Sağlık da, gelir düzeyi ve eğitimden; sağlık hizmetlerine erişim, kişinin sağlığını kollayabilmesi ve beslenme kanallarından doğrudan etkileniyor.

Bazen, kendisine karşı sorumluluk duyan aile bireylerinin varlığı kişinin yaşam tarzına ilişkin özgürlük alanını daraltabiliyor. Yani bir mutluluk bileşeni diğerini engelleyebiliyor. Burada en başarılı örnekler, Kuzey Avrupa ülkelerinde gözleniyor. Çünkü eğitim sistemi, hem sosyal desteği esirgemeyen, hem de yaşam tercihlerini kısıtlamayan bir zihniyet aşılıyor.

Dünya mutluluk sıralaması
Gelelim sadede,“hangi ülkeler daha mutlu?” dediğinizi duyar gibiyim. Aslında sonuçlar hiç de şaşırtıcı değil. Gerçi 2017’de en mutlu insanların yaşadığı ülke Norveç çıkmış ama birincilik kürsüsü birbirlerini çok yakından izleyen Danimarka, İzlanda ve İsviçre arasında yer değiştiriyormuş. İlk 10’a giren diğer ülkeler de Finlandiya, Hollanda, Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya ve İsveç olarak sıralanıyor.

Neoliberalizmin en fazla kök saldığı yerler, ABD ve Birleşik Krallık yüksek gelir düzeylerine karşın 14. ve 19. sıralarda yer bulabiliyorlar. Kişi başına geliri 12 bin dolar civarında seyreden “orta gelirli” Costa Rica en üstlerde, 12’nci sırada dikkat çekiyor. Belki de altı çizilmesi gereken en önemli nokta, bu küçük Orta Amerika ülkesinin daimi bir ordusunun bulunmaması.

Ayrı bir yazının konusu olmayı hak eden ilginç bir nokta, Asya’nın ekonomik başarı öyküleri Tayvan, Japonya ve Güney Kore’nin şaşırtıcı bir biçimde 33, 51 ve 55’inci sıralarda üstleri zorlayamamaları…

En dipteki 10 sırayı ise, iç savaşın dehşetini yaşayan Suriye, Güney Sudan ve Yemen’in yanı sıra en yoksul Afrika ülkeleri paylaşıyor.

Türkiye’ye gelince; Libya’nın hemen altında, Paraguay’ın bir sıra üzerinde 69’uncu sırada bulunuyor. Anket teknikleri ve kriterleri farklı da olsa, TÜİK Araştırması›nın çizdiği pembe tablodan çok uzak bir manzarayla karşı karşıya bulunduğumuz ortada.
Konuyla ilgilenenlere, T24 sitesinde BM Mutluluk Raporu editörlerinden John Hellwell’le Habertürk’ten Nalan Koçak’ın söyleşini salık verebilirim. (Türkiye BM Dünya Mutluluk Raporunda 69. sıradaki Türkler birbirine güvenmiyor-Gündem T24).

Mutluluk endüstrisi
Mutluluk o denli masum bir kavram sayılmaz. Mutluluk arayışı adeta bir endüstri haline gelmiş durumda. İnsanlar mutluluk kitaplarından medet umuyor, yaşam koçlarına umut bağlıyor, terapilere para akıtıyor. Bazen de,“pozitif düşün” basıncı sonucunda, insanların etraflarındaki haksızlıklara, adaletsizliklere, eşitsizliklere gözlerini yumduğu bir iklim yaratılıyor.

Pek de okuma alışkanlığı bulunmayan bir toplum bilinmemize karşın,“en çok satan” listelerinde üst sıraları “kişisel gelişim” kitapları işgal ederken,  “mutluluk” kodlu yayınlar da bu kategoride özel bir yer tutuyor:“Mutluluk Kürleri”, “Mutluluk Kulübü”, “Mutluluk Sanatı”, “ Mutluluk Projesi” v.b…
Aşağıdaki uzunca alıntı, mutluluk-neoliberalizm ilişkisini, bu itikadın tüketimi pompalamaya nasıl eğilimli olduğunu ortaya koyuyor:

Zoraki mutluluğun kökü neoliberalizm diye bilinen sosyoekonomik ideolojide yatar. Basitçe ortaya koyarsak, neoliberalizm ekonominin hükümetin sınırlamalarından özgür olması fikridir ve insanlar arz ve talep kurallarınca serbest piyasada neyi isterlerse alabilmeli ve satabilmelidir. Çok basitçe, kurallardan nefret eden ve sadece özgür olmak isteyen kapitalizmin asi kuzenini gözünüzde canlandırın.

Neoliberal ekonomide, her şey paraya indirgenebilir. İçki, kıyafet, yiyecek, hatta seks (Singapur’da legaldir). İnsanların neye para ödediğine bakmaksızın, neoliberal ekonomi bir ortak metaya dayanır; mutluluk veya her bireyin tahayyülündeki mutluluk fikri.“Eğer seni mutlu ediyorsa, onu alabilirsin”der neoliberal. Seni neyin mutlu edeceğini bilmiyor musun? Endişelenme reklamlar sana bunu söyler.

                                                                   ***
Neoliberalizm insanlara mutluluğun çığırtkanlığını yaparken, kendisi de idame-i hayat edebilmek için mutluluğa gereksinim duyar. Ekonominin bilinen bir olgusu, mutlu insanların daha fazla harcama yaptığıdır. Onlar restoranlara, kulüplere, tematik parklara, alışveriş merkezlerine daha sık gittikçe, o ölçüde daha fazla harcarlar.“Sıkı çalış, sıkı harca” neoliberal ekonominin daha fazla kazanmayı ve daha fazla harcamayı, böylelikle daha mutlu olmayı teşvik eden amentüsüdür. (Ivan How, The Happiness Paradox, millenialsofsg.com, 14 Aralık 2016).

Gerçekten mutlu muyuz?
Peki, Türkiye›de insanlar, TÜİK araştırmasında ortaya konduğu gibi gerçekten mutlu mu? Eğer basit bir ankete bile samimi cevap veremeyecek ölçüde korku ve endişe içerisindeler ise, bu çok vahim bir durum. Yok, bunca gerginliğe; her gün ekranlardan saçılan öfke nöbetlerine; ülkede demokrasi, insan hakları, hukuk standartlarının yerlerde sürünüşüne; çift haneye demir atmış enflasyon ve işsizlik rakamlarına karşın kendilerini hâlâ“mutlu-mesut” hissediyorlarsa, durum daha da vahim demektir.

Ernest Hemingway’in“Zeki insanın mutluluğu, bildiğim en nadir şeydir” şeklinde güzel bir sözü var. Bugünün Türkiyesi'nde fazlasıyla geçerli olmalı…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Kim ateş kesecek? - L. DOĞAN TILIÇ

BM Güvenlik Konseyi, çatışmaların olduğu bölgelere insani yardım girişlerine ve tahliyelere olanak sağlanması için, oy birliği ile “en az 30 günlük ateşkes” kararı aldı. ABD ve Rusya arasında yaşanan gerilimli bir süreç sonunda alınan kararda, Esad güçlerinin Doğu Guta’ya dönük operasyonlarının belirleyici etkisi oldu.

Karar “çok açık”; herkese göre “çok açık ve net”. O herkesten bazıları çağrının “bütün taraflara” vurgusuna işaret ederek, tabii Guta ve Afrin de dahil diyor. O herkesten başka bazıları da; IŞİDEl KaideNusra ve “Güvenlik Konseyi’nin terörist saydığı diğer gruplar” hariç ifadesine vurgu yaparak operasyonların süreceğini söylediler.

Suriye’nin BM Temsilcisi Beşar Caferi, topraklarını korumaya hakları olduğunu ve nerede olursa olsun terörizmle savaşacaklarını söyledi. İran Genelkurmay Başkanı Muhammed Bagheri de, ateşkes kararına saygı duyduklarını söyledikten sonra, “Ancak Şam çevresinde El Nusra’nın ve diğer terör gruplarının elinde olan bölgelerde ateşkes uygulanmayacak” dedi.

Türkiye de Afrin’de teröristlere karşı mücadele edildiğini ve karardan Afrin  operasyonun etkilenmeyeceğini söylüyor.
Çatışmalara görece uzaktan bakanlara göre; IŞİD’in yenilmesi ardından  Suriyetopraklarının kontrolü için şiddetli bir rekabet yaşanıyor ve tam da bitti denilirken savaşın tırmanmasının nedeni bu.

Böyle bakarsanız; son derece “karmaşık” diye tanımlanan Suriye  denklemini, küresel ve bölgesel güçlerin doğrudan toprak ya da nüfuz alanı kavgası olarak görmek ve hiç de karmaşık olmayan bir şekilde tanımlamak mümkün.

Savaşın iyice alevlendiği şu günlerde, BM Güvenlik Konseyi Cumartesi  günü, “72 saat içinde” diyerek bir ateşkes kararı aldı. Bu satırlar yazılırken uygulanmaya başlaması gereken bir ateşkes…
Peki, kim ateş kesecek? 
Kime karşı ateş kesilecek?

Yukarıda buna verilen bazı yanıtları yazdık. Ancak, durumu daha net anlamak için Suriye’de çatışmaların bugüne nasıl geldiğini ve sahada çatışan güçleri anımsamakta yarar var.

2011’de, “Arap Baharı” atmosferinde Esad yönetimine karşı ağırlıklı olarak Sünni Arapların başlattığı protestolar, onların bastırılmasına dönük rejim müdahaleleri ve uluslararası güçlerin dahli ile 2012’de silahlı isyana dönüştü. Rejim, buna karşı, 2013’de baskı ve şiddetini iyice artırdı. 2014’te isyanın “İslamcılaşması”na tanık olduk. IŞİD bir numaralı gündem oldu. Duruma müdahale için uluslararası koalisyon kuruldu. 2015’te Rusya’nın müdahalesi başladı. 2016’da ABD askerleri geldi, Türkiye Fırat Kalkanı ile girdi. 2017’de IŞİD yenildi.

2018’in ikinci ayında, BM’nin ateşkes çağrısı yaptığı denklemde, sahada gittikçe kontrol alanını genişleten Esad var. Rusya, Şam’ın bir numaralı müttefiki olarak sahada. İran; Esad’ın yanında savaşan Devrim Muhafızları ve milisleriyle denklemin bir diğer önemli aktörü. Lübnan Hizbullah’ı da Esad yanında savaşan güçlerden. Rejimle birlikte olan irili ufaklı çok sayıda milis grup da var.

Suriye muhalefeti, başlangıçta ılımlı olanların etkisiz kalmasıyla, çatışmalar sürecinde gittikçe İslamcılaştı.

Bugün TSK ile birlikte Afrin harekâtını yürüten ÖSO içinde pek çok grup var. Bunlardan bazıları Ürdün’den destek alıyor.
Cabhat Tahrir Suriye ve Hay’at Tahrir al-ŞamIdlib civarında etkin İslamcı gruplar.
IŞİD ya da bizde tercih edilen ismiyle DAEŞ etkisini büyük ölçüde yitirip “devlet” iddiasını tamamen kaybetse de, Irak sınırı yakınlarında ve Golan’da küçük ceplerde varlığını sürdürüyor.

Koalisyon74 ülkenin katılımıyla 2014’de IŞİD’e karşı kurulmuştu ve içinde Türkiyede var. Bugün fiilen ABD demek olan o Koalisyon, belkemiğini Türkiye’nin savaştığı YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni destekliyor.

YPG de, Kuzey’de o destekle bir Kürt bölgesi oluşturma peşinde.
TürkiyeAfrin’de, Menbiç’te, hatta Irak sınırına kadar olan bölgede böyle bir oluşuma izin vermemek için askeri müdahaleye girişti.

Bu kadar çok aktörün, bu kadar farklı çıkar peşinde koştuğu dar alanda kim kime karşı ateş kesecek? Soru net, ancak yanıtı hiç kolay değil!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Veli-der ve kamucu laik eğitim - TURAN ESER

Bu hafta sonu Öğrenci Veli Derneği (Veli-der) tarafından düzenlenen  “Uluslararası Laik ve Kamusal Eğitim Sempozyumu” vardı. Çok yönlü kuşatma ile tahrip edilmiş eğitim sistemi ve politikaları tartışıldı. Kamucu ve laik eğitim hakkının özelleştirilmesi, ticarileştirilmesi, piyasalaştırılması, dinselleştirilmesi, eğitimde rekabet ve adaletsiz sınavlar karşısında, velilerin, akademisyenlerin, siyasilerin, öğretmenlerin düşünsel tutumları, politik önermeleri ve mücadeleye dair perspektifleri ortak aklın arayışına ve buluşmasına zemin sundu.


Bir daha anladık ki, AKP iktidarı döneminde eğitimde yaşanan tahribat çok boyutlu, çok aktörlü. Dincilik, siyaset ve sermayenin işbirliğine dayalı ilişkiler, bu dönem belirleyici role sahipler. Tabii ki etkileri de çok boyutlu oluyor. Kamusal eğitimin çöküşü ve eğitimin dinselleştirilmesi, öğrenciler, eğitim ve bilim emekçileri, veliler ve toplumsal yaşam üzerinde, psikolojik, sosyolojik, hukuksal, sosyal, felsefi ve haklar rejimi açısından derin etkiler yaratıyor.
Dolayısıyla, kamucu ve laik eğitim hakkına yönelik, bu çok boyutlu, çok aktörlü kuşatma karşısında, Veli-der de meseleyi tüm boyutlarıyla ele alarak doğru iş yapmış.

Veli-der, bir şeyi daha ihmal etmemiş; Türkiye’de eğitim sisteminde yaşananların, salt bize ait değil, eğitimin küresel ölçekte ticarileştirilmesi ve dinselleştirilmesi sorununu sempozyuma taşımış. Bize benzer gelişmelerin yaşandığı Polonya örneğinde, Türkiye ile benzerlikleri gördük. İtalya, Brezilya, Finlandiya ve Küba gibi farklı eğitim modellerinin de tartışılması, uluslararası tecrübeleri, mücadele deneyimlerini ve gelişmeleri anlamak açısından önemliydi.

Polonya ve Türkiye’de eğitimin dinselleştirilmesi
Bize benzer örnek olan Polonya’da eğitimin dinselleştirilmesi süreçlerine bakmak istiyorum. Polonya’da eğitimin dinselleştirilmesini anlatan  Akademisyen Agnieszka Dziemlanowicz’i dinledikten sonra, biraz ayrıntılı bilgiye ulaşmak için, Polonya’da neler olmuş diye araştırdım.
Polonya’da sağ bir parti olan Hukuk ve Adalet Partisi iktidarda. Onun da “Adalet”i var. Ama adaleti sadece gericiliğe…Bizde de AKP’nin “Adalet”i var. Ama onun da “Adalet”i sadece kendi iktidarını korumaya yarıyor.
Polonya’da hükümet, Katolik Kilisesi’ne sayısız imtiyaz ve ayrıcalıklar tanıyor. Din, devasa bütçeye sahip. Türkiye’de hükümet Sünniliğe sayısız imtiyaz ve ayrıcalık tanıyor. Din ve Diyanet kurumu devasa bütçeye sahip.
Polonya’da eğitimin ve kamusal alanın gericileştirilmesi sürecinin en çok kazananı ve faydalanan kurumu, Katolik Kilisesi olmuş. Türkiye’de ise en çok Diyanet İşleri Başkanlı Kurumu ve İslamcı cemaatler kazanan ve faydalanan olmuş.

Polonya’da Katolik Kilisesi çok sayıda vergi muafiyetine sahip. Türkiye’de de camiler ve cemaat vakıfları her şeyden muaf!
Polonya’da din eğitimi tüm okullarda kalıcı hale ulaştı. Türkiye’de de din eğitimi sadece okullarda değil, her alanda kalıcı hale getirildi.
Polonya’da Katolik Kilisesi, milli eğitim müfredatlarına müdahil oluyor ve etkiliyor. Türkiye’de milli eğitim müfredatlarının içeriğini Diyanet ve İslamcı cemaatler/vakıflar belirliyor. Bu işbirliği “protokoller” ile düzenleniyor.
Polonya’da iktidar, ruhban sınıfının suçlarına ve taciz vakalarına göz yumuyor; kadın ev çocuk haklarını kısıtlayan yasalara sığınıyorlar. Türkiye’de İslamcı yapılarda ortaya çıkan cinsel şiddet ve taciz vakalarının ya üstü örtülüyor, ya yayın yasağı getiriliyor ya da “tahrik ve iyi hal indirimi” ile meşrulaştırılıyor. Kadın ve çocuk haklarını çiğneyen fetvalara sığınılıyor.
Ülkeler farklı olabilir ama sorunlar ortak olunca, Polonya ve Türkiye’deki kamucu ve laik eğitim için mücadele edenlerin talepleri de ortak oluyor.
Polonya ve Türkiye’deki ortak taleplere bakalım:

»Doğuştan kazanılmış eğitim, temel bir insan hakkıdır; devredilemez, satılamaz, tektipleştirilemez ve dinselleştirilmez.
»Anayasa; laik, bilimsel, kamucu ve parasız eğitim hakkına uygun düzenlenmelidir.
»Kamu okullarda dinselleştirmeye hayır. Zorunlu/seçmeli din dersleri kamu okullarında yer alamaz ve devlet dini finanse edemez.
»Dini kurumlara yönelik ayrıcalıklar ve kollamalar ortadan kaldırılmalı.
»Dini yapılar, kamu eğitim kurumlarından ve müfredatlardan elini çekmelidir.
»Din, vicdan ve inanç özgürlüğü, inanan ve inanmayan herkese eşit şekilde sağlanmalıdır. Kamu kurumları dinler ve inançlar karşısında tarafsızlığını korumalıdır.
»Laik devlet, insan ve çocuk hakları temelinde, bilimsel, laik, çoğulcu, kamucu ve parasız eğitim hakkını herkese eşit sunmalıdır.
»Devletin kamu hizmetlerinde din değil, evrensel hukuk referans alınmalıdır.
»Devlet, kamu adına din ve dindarlık üretemez. Bu, özel alana ait bir haktır.
»Devlet çocukların özgür, özerk, eleştirel, yaratıcı düşünme hakkına saygı duymalıdır.

Polonya’da ve Türkiye’de veliler herkese sesleniyor ve mücadeleye davet ediyorlar; Haydi Veli-der’e katılın, laik, bilimsel, kamucu, parasız ve eşitlikçi eğitimi birlikte inşa edelim!

Turan Eser / BİRGÜN

26 Şubat 2018 Pazartesi

Soyağacının düşündürdükleri - Ayşe Emel Mesci

Savaşın, kanın, ölümlerin, hiç bitmeyen çatışmacı söylemlerin ortasında, herkesin soyağacına e-devlet sitesinden ulaşabileceği haberi, kısacık bir an için bile olsa farklı ve son derece insani bir alan açtı. Bir anda telefonlar çalışmaya başladı, bilinenler doğrulandı, yeni bilgiler alındı, bu arada muhtemelen bazı şaşkınlıklar da yaşandı. 
Bu göreli ama yine de yaygın “heyecan” ortamında, kendi kendime sordum: İnsanda soybilgisine duyulan bu merakın ve soyağacı sözcüğünün uyandırdığı ortak ilginin kökeni ne olabilir? Çünkü sonuçta e-devlet sitesine yeni keşfedilmiş bilgiler aktarılmadı; arşivlerde bugüne kadar gizli tutulan birtakım eski defterlerin ortaya çıkmasıyla soy bilgilerinin aniden bir veya iki yüzyıl daha eskiye uzanması gibi bir durum da söz konusu değil.

Bizde ve Batı’da şecere 
Zaten bizde soy sop bilgilerine erişimin, Katolik Batı’da olduğu gibi asırlarca geriye uzanması çok zor. Değerli tarihçi İlber Ortaylı son çıkan “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” kitabında, Atatürk’ün şeceresini tartışırken, “Bizde kayıt yoktur. Türkiye’de kimse şeceresini sağlam bir şekilde çıkaramaz. Bu pek mümkün değildir” diyor ve Batı’nın farkını, kiliseyle izah ediyor: “Nitekim bizde kilise gibi bir kurum yoktur. Yani vaftiz edilen yok ki kayıt olsun! Evlilik kaydedilmez, ölüm kaydedilmez. Ölüm çok yakın zamanlara kadar bizde deklare edilmezdi.” 

Gerçekten de e-devlet sitesindeki soyağacı uygulamasına girenler fark etmişlerdir; en fazla iki yüz yıllık bir dönemi kapsayan kayıtlarda en sık rastlanan hata sanırım ölüm tarihlerinde yaşanıyor, birçok kişi halen sağ görünüyor. 

Ortaylı, kendi kişisel tarihi üzerinden de ilginç bir değerlendirme yapıyor: “Osmanlı cemiyeti kadar soyuna sopuna önem veren bir cemiyet az bulunur. Fakat maalesef bunun kayıt altına alınması söz konusu değil. (...) Bugün herhangi bir Avusturya, Alman, Fransız köyünde, bir köylünün soyunu tespit edememek âdeta mümkün değildir. (...) Bebekliğimin geçtiği Alberschwende Kilisesi’nde araştırma yaptığımda (...) o dağ eteğindeki köyde herhangi bir köylünün, beş asır boyunca mükemmel bir şecere çıkaramamasının mümkün olmayacağını gördüm. (...) Doğu dünyasında böyle şeyler yok, böyle müesseseler yok.”

Gılgamış’tan bu yana... 
Soya sopa duyulan ilginin, insanın en temel varoluşsal sorunlarından biriyle de bağlantılı olduğunu unutmamak gerekiyor. 

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli farklardan biri, ömrünün sınırlı olduğunu bilmesidir. Bu bilgi, Gılgamış Destanı’ndan bu yana, en azından efsanelere, mitolojiye, giderek sanata, edebiyata çeşitli biçimlerde yansıyan ölümsüzlük arayışının temel dürtüsünü oluşturur. Bu arayışın izdüşümlerini, Eski Mısır’ın “Ölüler Kitabı”ndan çeşitli dinlerin “sondan sonrası”na ilişkin yorumlarına kadar geniş bir eskatolojik yelpazede bulmak mümkündür. İnsanoğlunun, ömrün sonluluğuna, zamanın bağımsız akışı içinde kişisel tarihlerin kısalığına bulabildiği cevaplardan biri, kendisini bir soy sürekliliği içinde, hiç değilse birkaç asır boyunca tanımlayabilme duygusu olmuştur. “Soyağacı”nın diğer tüm dini, hukuki, vb. kayıt kaygısı dışında, “evren karşısındaki insan”ı yansıtan böyle bir yanı da var ve sanırım hepimizin derinlerinde bu nedenle ortak bir heyecan uyandırabiliyor. 

Peki, soy bilgisinin simgesi niye başka bir şey değil de “ağaç”? 
Herhalde bunun için de tektanrılı dinlerden çok daha gerilere, insanın da doğanın bir parçası olduğu devirlerin “Hayat Ağacı” figürüne kadar uzanmak gerekiyor.

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

Tabutun kapağındaki son çivi - ERGİN YILDIZOĞLU

Yeni seçim yasası tabutun kapağındaki son çividir. Tabutun içinde, doğum yaptığından bu yana haklar ve özgürlükler alanında, askeri diktatörlüklerin darbeleriyle düşe kalka yoluna devam ederken, AKP döneminde birbiri ardına aldığı ölümcül yaralardan son nefesini vermekte olan “demokrasi” var. Yanında da, kamuyu yönetecek olanları “halk (laicus) seçer” varsayımına dayanan laik Cumhuriyet (res publica)... Bu son çivi de çakıldıktan sonra, seçim sistemi, haklar- özgürlükler alanı olarak demokrasi ve bir devlet biçimi olarak cumhuriyet ölecektir. 

Demokratik rejimin AKP döneminde aldığı yaraları, Emre Kongar Hocamız açık bir biçimde özetlemişti. Demokrasiyi korumaktan, bu yaraları sarmaktan sorumlu muhalefet cephesi üzerinde düşünmek de yararlı olabilir. 

Bu cephede, CHP, HDP ve sosyalistler var. Tabutun son çivisine kadar gelen sürece, bu üç kesimin her biri, kendi bağlamları içinde katkıda bulundular. Şimdi, geçmişi hızla değerlendirerek ders çıkarmaları, tabutun içinden çıkmanın bir yolunu bulmaları gerekiyor. Bulamazlarsa, seçimler gelip geçtikten sonra zombileşmekten  kurtulamayacaklar. Tabuttan çıkışın bir yolu, AKP MHP ittifakının kurduğu oyuna (OHAL, YSK, yeni yasalar) katılmayı aktif biçimde reddetmekten geçiyor olabilir!

Büyük potansiyel 
CHP’nin, daha önce de tartıştığımız durumunu şöyle özetleyebiliriz: AKP iktidarda kalmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. CHP ise muhalefette kalmak için... AKP, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” kadim ilkesine göre oynuyor. CHP, sonuç vermeyen politikaları biteviye tekrarlıyor, risk almaktan, Kürt siyasi hareketiyle laik demokratik (haklar ve özgürlükler) zemininde bir iletişim kurmaktan köşe bucak kaçıyor. 

CHP adeta kendisine odaklandığına inandığı bir büyük gözün (“YeterinceMüslüman mı”, “Yeterince milliyetçi mi” sorularıyla yargılayan, ama asla “Yeterince demokrat mı”, Yeterince özgürlükçü ” diye sormayan) bakışından korkuyor! Böyle bir büyük gözün olmadığınalaik cumhuriyetin çoktan tükendiğine, bir türlü inanamıyor. 
Genel olarak Kürt siyasi hareketi, özel olarak HDP için fazla bir şey söylemeyeceğim. Onlar, 7 Haziran seçimlerine gelene kadar, AKP ile muhalefet (laik Cumhuriyetçiler ve sosyalistler) arasında kararsız kalmış olmanın trajedisini yaşıyorlar. Demirtaş’ın savunmasının ışık tuttuğu konular da, AKP’nin projesinin kuyruğuna takılmış olmanın vahim sonuçlarını sergiliyor. 

Sosyalistler, tüm parçalanmışlıklarına karşın hâlâ önemli bir dinamizme,  kitlesel varlığa“fark yaratma” potansiyeline sahiptir. ÖDP’nin doğuşundaki heves; yasaklanana kadar yaşanan muhteşem 1 Mayıs kutlamaları;  TKP’nin bölünmeden önceki 1 Mayıs kutlamalarında sergilediği kitlesellik; “Gezi Olayı”nda 11 milyona ulaşan hareketlilik, Halkevleri’nin, 1 Mayıs kutlamalarındaki,  Gezi’deki varlığı; üniversitelerden sokaklara, türlü haklar ve özgürlükler mücadelelerine, canlı mücadele pratikleri; Haziran Hareketi’nin kurulurken getirdiği canlılık; Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın direnişlerinin toplumda yarattığı sempati, aldığı destek; Cumhuriyet yazarları ve yöneticilerinin uğradıkları adaletsizlik, bitmeyen tutukluluk durumunun ülkede, tüm dünyada uyandırdığı infial; canlı bir kadın hareketi ve LGBTİ hareketi’nin varlığı, hep bu potansiyeli  sergiliyor. BirGün, Evrensel, Sol. org, İlerihaber.org, Sendika.org ve diğer sol yayınlar, Web sayfaları gibi muhalefet platformlarının önemleri de yadsınamaz. 

Yukarda andığım sosyalist grupların, platformların, “tabutun kapağındaki son çivi” durumunu çok iyi kavradıkları da, aralarındaki kimi farklara karşın benzer siyasi kavramlarla ve benzer, hatta örtüşen çalışma tarzları içinde hareket ettikleri de kolaylıkla söylenebilir. Ancak kendi gruplarının kaderi, diğer gruplarla olan farkları üzerinde odaklanmakta ısrar etmeleri, birlikte davranmalarını, bir araya gelerek niteliksel bir fark yaratmalarını engelliyor. Tarih, bu zaaflarını aşamayan sosyalist hareketin, faşizmin iktidara gelmesini kolaylaştırdığını, sonra da yok edildiğini gösteriyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yoksulluk takdir-i ilahi midir? (I-II) - KAMURAN KIZLAK

Aklı dini eğitimle hadım edilmiş ve bu yüzden düşünme-akıl yürütme yetisi dumura uğramış ilkel (Siyasal) İslamcılara göre öyledir. Yani yoksulluk kaderdir ve “Allah bazısını beter bir yoksullukla, bazısını ise yoksulun sofrasındaki bir lokma ekmeği ve bebesinin içeceği sütü çalarak saltanat ve sefa sürmekle sınar.” 

Nedendir bilmem, sadece İslam âlemi böyle sınanıyor. Neyse, mevzu Çin ve bunların tanrıları da bir tuhaf. Çinlilerin tanrıları İslamcıların kendi ilkellik, insani-ahlaki düşkünlük ve kötülüklerinin birebir yansıması olan o “dünyevi iktidar aracı” Allah’a (bu samimi Müslümanın iman ettiği Allah değil) hiç benzemiyor. Konuya dinden girdiğim için umarım kimsenin aklından Çinli yöneticilerin dindar olduğuna dair bir düşünce geçmemiştir. Çin resmi olarak ateist bir devlet ve insanları yoksulluktan kurtarmak için çırpınan yöneticiler arasında dindarlar olduğunu hiç sanmıyorum. Fakat hırsız yöneticiler arasında olabilir.

ÇKP, bir yıl kadar önce “Çin’in yoksul bölgelerindeki üst düzey yöneticiler bölgelerindeki yoksulluğu ortadan kaldırmadıkları sürece terfi edemeyecek veya diğer görevlere atanamayacaklar” diye bir karar aldı. 19. ÇKP Kongresi’nde (Kasım 2017) de bu karar içeriği genişletilerek “2021 yılına kadar ulaşılacak bir ulusal hedef” olarak benimsendi. 2021’e kadar her yıl on milyon insanı (toplam 40 milyon) yoksulluk sınırı üstünde bir gelir düzeyine kavuşturmayı ve böylece yoksulluğu ülkeden silmeyi hedefliyorlar.

Çin, geçen otuz yılda 700 milyon insanı yoksulluk sınırının üstünde bir gelire kavuşturmuş. Başka bir ifadeyle, yoksulluk oranı yüzde yetmişten fazla azalmış. Bu başarıda, sanayi ve kentleşmenin iş yaratmasına ek olarak, uygulanan “Yoksullukla mücadele programı”nın da payı büyük. Özellikle son beş yılda hızlı ilerleyen programın son zamanlarda biraz yavaşlamasını sıranın yoksulluktan kurtarmanın en zor olduğu bölgelere ve nüfus dilimine (son safhaya) gelmiş olmasına bağlıyorlar.

Gerideki 40 milyonluk yoksul nüfus içinde fiziksel veya zihinsel rahatsızlık nedeniyle bir işte düzenli çalışamayacak durumda olanların oranı küçük sayılmaz. Resmi verilere göre, yoksulların yüzde 46’sı sağlık (ve yaşlılık) nedeniyle yoksullar. Buna ek olarak, bir de devletten dibao (yoksullara ödenen “asgari geçim yardımı” denebilir) almak dışında bir şeyle ilgilenmeyenler var. Bu kategoride yer alanları (tembeller) devlet de pek dert ediyormuş gibi görünmüyor. Bir yetkili “Eğitimli insanlar olmaları ve ebeveynlerinden farklı bir yaşama sahip olmaları için onların çocuklarına umut aşılamalı ve fırsatlar sunmalıyız. Yapabileceğimiz bu olabilir” diyor.

“Yoksullukla mücadele programı”nı ve yapılan bazı çalışmaları neredeyse on yıldır duyardım. Fakat Xi Jinping’in Devlet Başkanı olmasının ardından bu program öyle ciddiyetle uygulandı ve o kadar yol alındı ki, şaşırmamak elde değil. Çaresiz durumdaki kırsal bölgelerin yoksulluktan kurtarılma öyküleri alınacak dersle dolu. Ağır yoksullukla baş edebilmek için kentlere çalışmaya gidenler köylerindeki kalkınmayla birlikte geri dönmeye başlamışlar. Trende yanıma oturan Hu da bu köylülerden biri.


ÇKP’nin yukarıda bahsettiğim yöneticilerin tayin ve terfilerine ilişkin kararını ilk okuduğumda bu konuda bir yazı yazmayı düşünmüştüm, unutmuşum. Tekrar hatırlatan Hu oldu. Hu’nun hikâyesi sanırım iyi bildiğim nice iç acıtıcı hikâyeden biridir. Bir Çinli dostum “Yoksulluk insanın gözlerine-bakışlarına ve omuzlarına yerleşir. Onu gizleyemezsin” der, tıpkı Hu’nun da gizleyemediği gibi. Muhtemelen, yatacak izbe bir yere bile para ödememek için akşamları bulduğu bir ücra köşede altına bir mukavva serip yattığı çok olmuştur. Çinliler gururlu insanlardır. Yoksulluklarının bir yabancının (Beyaz Adam) dilinde olmasını, onun gözüne görünmesini istemezler. Bunu bildiğim için ayrıntıları öğrenmeye hevesli olmadım. Onun anlattığı kadarıyla yetindim. “16 yıldır şehirde çalışıyorum. Ben köyden ayrıldığımda kızım 4 yaşındaydı. Şimdi üniversiteye gidiyor. Büyüdüğünü göremedim” dedi. Üniversitede okuyan o kız onun ve köyün kaderini değiştiren bir iş yapmış: Köyde şifalı bitki yetiştiriciliği başlatmış. “Yoksullukla Mücadele Programı” kapsamında, yerel hükümet ihtiyaç duyduğu desteği sağlamış (para, teknik bilgi, pazarlama vs). Ardından mantar üreticiliği gelmiş ve işler artık biraz büyümüş. Hu, “Artık bana ihtiyaçları var. İşe yetişemez oldular. Belki ömrümün bundan sonrası huzur içinde geçer” dedi.

                                                                  ***
(II)
Çin’de yoksulluk sorunu aslında kırsal bölge yoksulluğu anlamına geliyor. Kentlerin çeperinde tutunmaya çalışan yoksullarının da büyük oranda bu kırsal bölgelerden kentlere gelenler olduğu biliniyor. Yani yoksulluktan kurtarılacak kırk milyonluk nüfusa onlar da dâhil. 2021’e kadar yoksulluğu ülkeden silme hedefine o kadar önem veriliyor ki, Xi Jinping, Çin yeni yılı tatilini ülkenin “Yoksullukla Mücadele Programı” uygulanan bölgelerini ziyaret ederek geçiriyor ve bu bölgelerde yapılan çalışmaları köylülerin kendilerinden dinliyor. Xi’nin başkanlığı süresi içinde ulaşmak için belirlediği bir hedef var: Çin’i bir orta düzey refah toplumu haline getirmek.

“Yoksullukla Mücadele Programı”nın geçmişi biraz eskiye uzanıyor fakat Xi’nin Devlet Başkanı olmasıyla birlikte uygulama biçimi bütün Çin’de neredeyse tamamıyla değişti. Yoksul kırsal bölgelere bu program kapsamında yıllarca yapılan ödemeler genellikle dibao (asgari geçim yardımı) yerine geçmiş. Ne kırsal kalkınmaya hizmet etmiş, ne üretim artmış, ne köylülerin geliri-yaşam standardı yükselmiş ne de kırdan kente göç azalmış. Xi, daha Devlet Başkanı olmadan önce, yöneticisi olduğu eyalette bu sistemi değiştirmiş. Köylülere para dağıtmak yerine üretici olmalarının, üreterek kazanmalarının ve yoksulluğu böyle yenmelerinin yolunu açmış. O eyalette uygulamaya başladığı bu yöntem neredeyse altı yıldır Çin’deki tüm yoksul kırsal bölgelerde uygulanıyor. Bazı bölgelerde mucize denebilecek sonuçlar elde edilmiş. Birkaç yıl öncesine kadar ilaç alacak parası olmayan insanların bugün, bırakın yoksulluk sınırını, orta düzey gelirin bile üstünde kazandıkları yerler var. İşin sırrının köylülerin programa her anlamda tam katılımı ve sorumluluk üstlenmeleri olduğu söyleniyor.

Süreç (1) bölgenin barındırdığı olası fırsatların, potansiyelin keşfedilmesi ile başlıyor ve ortaya bir proje konuyor. Bu projeyi köylüler de geliştirebilir, yerel hükümetin üzerinde çalışıp köylülere sunduğu bir teklif de olabilir. (2) Projenin sürdürülebilir, uzun vadeli ve geliştirilmeye açık olmasına çok önem veriliyor. (3) Yerel hükümet gerekli bütün desteği (para, teknik bilgi, pazarlama vs) sağlıyor. (4) Proje pazarlama sorunu çözülmüş olarak başlıyor. Yani ürünlerin alıcısı zaten hazır oluyor (özel sektör veya yerel hükümet) ve köylülerle üretim ve satın alma kontratı yapılıyor. (5) Köydeki yoksul oranı yüzde ikinin altında düştüğünde, üst düzey yöneticilerin de katıldığı ve bir festivale dönüşen kutlamayla köy yoksul yerleşim yerleri listesinden çıkarılıyor.

“Yoksullukla mücadele programı”nın bu kadar başarıyla uygulanması her ne kadar bu faktörlerin eseri olsa da, bence çok önemli bir etmen daha var: Bu ÇKP yöneticileri kuşağı ağırlıkla Mao’nun Kültür Devrimi çocuklarından oluşuyor (Bkz. “Kültür Devrimi çocukları” başlıklı yazım). Yani lise ve üniversite yıllarında zorunlu olarak köylere gönderilen ve oralarda köylülerin eğitim ve kalkınması için çalışan kuşak. Köyü, köylülüğü tanıyorlar ve kırsal kalkınma konusunda deneyimliler. En önemlisi, köylülerin yoksulluğunu dert edinen, bundan acı duyan insanlar olmaları. Xi, ziyaret ettiği bir köyde “Benim görevin Çin halkına hizmet etmek. İnsanların iyi bir hayat sürmelerini sağlamak biz komünistlerin en büyük amacı ve özlemidir” dedi. Anlaşıldığı üzere, memleketi talan eden insani-ahlaki olarak düşkün siyasal İslamcılarla hiçbir benzerlikleri yok. Siyasal İslamcıların ekonomik kalkınma ve insani gelişmişlik gibi bir dertlerinin olmadığını, kendilerinden sadaka dilenen ve karşılığında oy satan bir sefil nüfus istediğini artık bütün dünya biliyor.

Köyleri yoksulluktan kurtarma programına ek olarak, daha geniş kapsamlı bir kalkınma çalışması daha yürütülüyor: Gelişmiş güney eyaletleri geri kalmış eyaletlere (zorunlu olarak) yatırım yapacak ve oraların kalkınmasına her açıdan katkı sunacak. Böylece kalkınmayı tüm ülkeye yaymayı planlıyorlar. Bu konuda eyaletler iki eyaletin birbirini denetleyemediği bir çapraz denetime tabi tutulacak. Yani her eyalet bir başka eyaletin az gelişmiş bir bölgedeki yatırımlarını denetleyecek.


Görüldüğü gibi, memleketteki siyasal İslamcıların aksine, adamlar gerçekten kalkınma ve halkın refah düzeyini yükseltmek için çırpınıyorlar. Eski diplomat (yeni akademisyen) dostum Hua’ya göre, “Sadece beton ve yalan üreterek (Siyasal İslamcıların tarihin gördüğü en rezil yalancılar olduğunu artık dünya anladı, malum) bir ülkenin ekonomik ve insani gelişmişlik düzeyi açısından kalkındığı görülmemiştir.”

KAMURAN KIZLAK  / BİRGÜN

Abdülhamid Google’ı nasıl icat etti? - FATİH YAŞLI

Bugünkü iktidar kadrolarının hemen hepsinin maddi ya da manevi olarak rahle-i tedrisatından geçtiği Türkiye İslamcılığının “üstad”ı Necip Fazıl, “Ulu Hakan 2. Abdülhamid Han” adlı kitabında “Babam Fazıl Beyin, amcaoğullarından ve Kısakürek’lerden, İttihatçıların iaşe nazırı Kara Kemal tarafından, dayım ve yine eski İttihatçı Kerim Milar’a anlatılmıştır” dediği bir anekdottan bahseder.


Buna göre 1917’nin sonlarında Enver ve Talat Paşa’lar, Beylerbeyi’ne devrik padişah Abdülhamid’i ziyarete giderler. Köşke girdiklerinde Abdülhamid namazını bitirmiş ve dua etmektedir. Dua ise şu şekildedir: “Allah’ım bana yapılanları helal etmiyorum! Şahsıma yapıldığı için değil, milletime yapıldığı için affetmiyorum! Milletime yapılan fenalıklardan, yarın senin hesap gününde davacıyım!”

Enver ve Talat bu duayı duyunca utanç duyar, padişahla yüzleşemeyeceklerini anlar ve köşkü terk ederler. Necip Fazıl’ın deyimiyle “öbür İttihatçılara nazaran içinde bir saffet kırıntısı kalmış olan” Enver, Talat’ı rıhtımda bekleyen istimbota götürür ve ağlaya ağlaya şöyle der: “Başımıza ne geldiyse bu adama yaptıklarımız yüzünden geldi ve daha ne gelecekse o yüzden gelecek!” 

Böyle bir hadisenin gerçekleşmiş olma ihtimali sıfıra yakındır ve muhtemelen Necip Fazıl da bunu bilmektedir ama mesele bu değildir; mesele bir “Abdülhamid mitosu” yaratılması ve buna hizmet edecek bir anlatının oluşturulmasıdır. Bütün bir düşünsel mesaisini Cumhuriyet’in kurumlarına alternatif kurumlar, Cumhuriyet’in tarih anlatısına alternatif bir tarih anlatısı ve başta Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyet’in tarihsel figürlerinin karşısına tarihsel figürler çıkarmaya adayan Necip Fazıl için bu “Abdülhamid mitosu” son derece işlevseldir.

Çünkü Abdülhamid etrafında yaratılan mit, Türkiye İslamcılığının Osmanlı-Türkiye modernleşme süreciyle hesaplaşması anlamına gelmektedir. Tanzimat’la, Meşrutiyet’le, ilk anayasa ve parlamento girişimiyle, Batılılaşmayla, Jön Türkler’le, İttihat ve Terakki’yle ve elbette ki Cumhuriyet’le ve Mustafa Kemal’le hesaplaşmak, yakın tarihe İslamcılığın gözüyle bakmak ve o yakın tarihi güncel siyasete müdahale için kullanmak… Abdülhamid mitosu bu işe yaramaktadır.
Bu anlatıya göre, Abdülhamid 33 yıl boyunca tek bir metrekare toprak parçası kaybetmemiştir, bir dış politika dehası olarak büyük güçlerin Osmanlı üzerindeki emellerini boşa düşürmüştür, izlediği İslami siyaset nedeniyle Yahudilerin ve Masonların hedefi olmuş, onların içerideki uzantıları olan İttihatçılar tarafından devrilmiştir, onu deviren İttihatçılar 600 yıllık imparatorluğu on yıl içerisinde yıkmışlardır vs.

Necip Fazıl’ın yarattığı bu mitos, Türk-İslam sentezi devletin gerçek resmi ideolojisi haline geldikçe, ders kitaplarına, müfredata, okullara girmiş, Türkiye İslamcılığının söyleminin merkezine yerleşmiş, Kadir Mısıroğlu ya da Mustafa Armağan gibi “tarihçiler” de bu mitos inşasına katkılar yapmışlardır. Ancak Abdülhamid mitosunun inşasının “teoriden pratiğe” geçişi bu iktidar döneminde olmuştur.

Bugün devlet televizyonunda oynayan ve çok izlenen “Osmanlı” dizilerinden birinin imparatorluğun kuruluş sürecini anlatırken, diğerinin Abdülhamid dönemini anlatması tesadüf değildir ve Abdülhamid etrafında örülen efsane ile gayet uyumludur. Abdülhamid de tıpkı Osmanlı gibi iktidarın kültür politikaları açısından olmazsa olmaz bir nitelik taşımaktadır ve bu sayede tarih eğilip bükülerek güncel siyasete müdahale edilmekte, güncel siyasette yaşanan hadiseler güya tarihten çıkarılan derslerle değerlendirilmektedir.

Dahası, bu popüler kültür nesneleri, yeni bir insan tipinin, iktidarın kafasındaki “makbul vatandaş”ın yaratılmasının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Osmanlı hayranı, padişahları insanüstü varlıklar olarak gören, uyduruk bir tarihi gerçek tarih sanan, kendinden “Osmanlı torunu” diye söz eden milyonlar ders kitaplarından televizyon dizilerine uzanan bu inşa sürecinin ürünüdürler. İdeoloji böyle işlemektedir.

Tam da bu nedenle, diğerlerinde olduğu gibi Abdülhamid Payitaht dizisinde de tarihsel gerçekleri değil, Abdülhamid mitosunu izleriz. Örneğin dizinin bir bölümünde Abdülhamid, İngiliz Büyükelçisi’ne “Osmanlı tokadı” atar ve ekran karşısındaki milyonlar da bunu gerçek zannederek ve bundan bir haz duyarak izlerler. Güncel politik hadiselere bakışı da bu tokadın sembolize ettiği perspektif belirler ve gerçek hayatta da bir siyasetçi “Osmanlı tokadı”ndan söz ettiğinde aynı hazla alkışlanır.

Dolayısıyla, Saray’daki törenlerde bandonun “Diriliş Ertuğrul” adlı dizinin müziklerini çalması da, “Tarihinizi öğrenmek için Abdülhamid’i izleyin” diye buyrulması da bir tesadüf değildir. Hepsi İslamcılığın tahayyülündeki Türkiye’nin bir yansımasıdır ve bu tahayyülün egemen olduğu günümüz Türkiye’sinde Abdülhamid Google’ı icat etmek zorundadır, çünkü “bir mitos olarak Abdülhamid” İslamcılar tarafından icat edilmiştir.


Fatih Yaşlı / BİRGÜN