30 Mayıs 2018 Çarşamba

SYRIZA’dan PODEMOS’a gerçeküstü siyaset öyküleri - ZAFER ANAYURT

Avrupa’da kitleler son birkaç yılda hayali projelerin peşinde hüsrana uğradı. Yunanistan’da SYRIZA hayal kırıklığının en şiddetlisini yaşatırken son örnek de İtalya’daki Beş-Yıldız Hareketi oldu. Yeni bir sol söylem iddiasıyla yola çıkan ya da bu iddia yakıştırılan yeni popülist hareketlerin istisnasız hepsi çok hızlı bir şekilde düzen tarafından kapsandı. 24 Haziran seçimlerine giden Türkiye'de "kötünün iyileri"nde umut görmeyi vaat edenler için Avrupa'daki örnekleri kısaca hatırlatmak istedik.

Politikada emeğe dair uzlaşmaz çelişkileri uzlaşırmış gibi gösterme sanatına sol-popülizm denir. Sol-popülizmin en temel belirtisi karşıt siyasi tarafları yanlış ve mesnetsiz ortak paydalarda ayırmaktır. Geleneksel solun sınıfsal yaklaşımına konulan mesafe, “emekçi” kelimesini sol-popülizmin sözlüğünden çıkarmıştır. Bunun yerine “sıradan halk”, “ezilenler” gibi esnek kavramlar konulmuştur. Bunların karşısında ise “kast”, “elitler” ya da “ayrıcalıklılar” bulunmaktadır. Sol-popülizm, mevcut sosyal gerilimlere bakarak parlamenter sistemde en çok oya karşılık gelecek kitlesel kapsayıcılıktaki söylemleri bulmanın siyaset mühendisliğidir.

“Biz ezilenler” söylemin belkemiğini oluşturur. Toplumsal sorunların dolaylı sorumlularına yalancı pehlivan usulü peşrev çekilerek en belirleyici ve yakın sınıfsal gerçeklikler savuşturulur. Örneğin IMF, bu el ense çekmeye dayalı siyasi temaşa sanatı için ideal bir rakiptir. Oysa (gerçek) solun gerçek görevi, ülkeleri IMF kapısına taşıyan sınıfsal dinamiklerin ortaya konulmasıdır. Sol-popülizm tarafından en sevilen siyasi pratik, geniş kesimlerin umutlarını besleyecek şekilde dilek-ağacına çaput bağlamaktır. Dilek ağacı, iyi bir parti logosu olabilir. 

İdeal siyasi imaj, kastlaraveya ayrıcalıklılara karşı savaşım veren sıradan halk ve onun önüne geçmiş ama “aralarından biri” olan karizmatik bir liderdir. Parlamenter demokrasisinin çözümsüzlüklerini görüp umudunu kesmiş olan toplumun öfkesinin kanalize edileceği yepyeni bir seçenek söz konusudur. 

‘SOL POPÜLİZM’İN YÜKSELİŞİ
Avrupa siyaseti, geçtiğimiz yıllarda çok sayıda sol-kanat popülist çıkışa sahne oldu. Neoliberal saldırıdan bunalmış Avrupa halkları bu sayede sonu hüsranla bitse de umut dolu günler yaşadılar. Latin Amerika ülkelerinde yükselen ve bazı ülkelerde kısmi kazanımları olan popülist siyasetin Avrupa yorumu tümü ile hayal kırıklığı olarak kaldı. Yunanistan’da SYRIZA,  İspanya’da PODEMOS, Almanya’da “Die Linke”, İtalya’da Beş Yıldız Hareketi bu konuda ilk akla gelenler.   

Görünen o ki sol-popülist hareketler iktidardan uzaklıkları ölçüsünde söylemde radikalleşiyorlar. Dinamizmin ve yenilikçiliğin sembolü haline gelen karizmatik liderlerle ortaya çıkıyorlar. 21. yüzyılın popülist lider klişelerini artık kanıksadık. Motosikletle, bisikletle ya da belediye otobüsü ile işe giden liderlerin, kutu gibi evlerinden saraylara geçmediklerini bilmemiz sağlanıyor. Biçilmiş senaryonun dışına çıkıp da hasım ayrıcalıklılar gibi yaşamaya özenen popülist liderler (PODEMOS lideri Pablo Iglesias gibi) tepki görüyor. Siyasi performansın değerlendirilmesinin ölçütü olarak semboller, gerçek duruşları ve siyasi farkları aşmış.  

Atış-serbest ruh halinde, bunalmış sıradan halkın hayır diyemeyeceği ancak iktidarda nasıl yerine getirilebileceği belli olmayan sözler veriliyor. Siyasi bunalım popülistleri ezkaza iktidara taşırsa vaatlerini yerine getirme yetisinden de, niyetinden de yoksunlar. Düzen siyasetinin yeniden tasarlanmış truva atı şimdilerde budur. SYRIZA, bu eğilimlerin net şekilde gözlenebildiği çok değerli bir tarihsel örnektir.

Siyasi geleneği gerçekçilik olan Almanya gibi dengeli ülkelerde “rasyonel” seçmen kitlesi popülist hareketleri parlemontada belirleyici olamayacakları ancak yine de siyaseten anlam ifade edebilecekleri bir alana kısıtlayarak mevcut düzendeki yol kazalarını engelliyor.  Yanlış anlaşılmasın, bu bahsettiğim gerçekçilik 1. Dünya Savaşı’nda savaştan refah uman etik özürlü bir sol geleneğin şimdiki devamıdır. 

Sol-popülizmin parlamenter demokrasiye en faydalısı, uzun yıllar iktidardan uzak kalıp foyasını meydana çıkarmayan ve sahte bir seçenek olarak uzunca bir süre sahnenin bir köşesinde durabilendir. Koalisyonlar ise, “ama yaptırmadılar” söylemi için biçilmiş kaftandır.

Tarihte saray soytarısının rolü, istenildiğinde ciddiye alınıp geri kalan zamanda gülünüp geçilecek bir düşünce akışını dillendirmektir. Egemenin ezberinden kaçan noktalarda sufle vermektir görev. Kimi zaman ana düşüncenin bir girdisi olur, kimi zaman duymazdan gelinir, yeri gelir siyasi gösterinin temel odağı olur. Soytarı bazen bir tekme ile huzurdan kovulur. İncinmez, ekiptedir. Kemer sıkma politikalarından hiçbir şekilde sorumlu olmadığı halde acı çeken bir halkın siyasi temsiline ancak bu biçimi layık görmek parlamenter demokrasinin geldiği noktada ibretlik bir durumdur.

GERÇEKÜSTÜ SİYASET ÖYKÜLERİ: İLK ÖRNEK SYRIZA

Avrupa’nın yeterince yaşlanıp da gereğince “rasyonelleşememiş” halklarında yol kazaları olabiliyor. Komşumuz Yunanistan sol-popülizmin en rafine örneğini verdi: SYRIZA. SYRIZA’nın yükselme günlerinde sonucun nereye gideceğini öngörebilenler geleneksel solun katı kalıplarına sıkışmakla suçlanmaktaydı. SYRIZA, IMF’ye rest çekecek, 300 bin yeni istihdam yaratacak, bir o kadar aileye hane yardımında bulunacaktı. Vatandaşların ödeyemeyeceği banka borçları silinecekti. Asgari ücretin ülke ekonomik olarak batarken 751 avroya çıkarılması vaat ediliyordu. Tek sorun bunların hangi güç dengelerinde, hangi kaynaklardan yapılabileceğine ilişkin tek bir ölçme-biçmenin ortada olmamasıydı. Halka yalan söylemek suçtur.

Dünya düzeni nasıl işliyor? Ocak 2018 tarihli bir Sputnik haberiFransa’nın 19. yüzyıldan kalma Çarlık Rusyası Hükümeti güvencesindeki tahviller için tazminat talebinde bulunduğunu, Rus Hükümetinin de 1997 anlaşmasına dayanarak 330 milyon avroluk bir iyi-niyet ödemesini kabul ettiğini yazıyor. Böyle bir dünyada IMF’ye çekilen sahte peşreve  kanmamak ancak gerçekçiliktir. İnsanlığa karşı her suçu işleyebilirsiniz; yeter ki sermayeye ve paraya kastetmesin. 

PODEMOS: RETORİKLE GELEN RETORİKLE GİDER
PODEMOS, iç savaşı ve Franco diktatörlüğünü yaşamış İspanya’da solun 21. yüzyılda eriştiği acıklı durumu ifade eden bir sol-popülist oluşumdur. 2011 yılından itibaren varlığını sürdüren Indignados (Öfkeliler) hareketinin akademik çevrelerde dönüştürülmesi ile 2014 yılında hayata geçti. Yerleşik düzene öfke, toplumsal mühendisliği yapılmış popülizmden çok daha kabul edilebilir bir duruş bizim için. PODEMOS’un entellektüel temelleriyse Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe tarafından işlenmiş olan Radikal Demokrasi tasarımına dayanıyor.

Popülizm kavramının bu yazıdaki gibi olumsuz günlük kullanımlarından açık seçik rahatsızlık duyan Laclau, koca bir eser yazarak bu kavramın tanımı-muğlak, olumsuz kullanımını mahkum etmiş; sonra da popülizme itibarını iade etmiştir. Ona göre tarihsel dönüşümün itici gücü söylemdir. “Söylem, bizatihi nesnelliğin inşasının birincil alanıdır.” Popülizm, kitleye erişmenin siyaseten geçerli yoludur. Popüliste göre belki de tek anlamlı siyasi eylem, geniş kitlelerce benimsenecek söylem üretmektir. Bu söylemin mevcut gerçekliği doğru kavraması gerekmez ve geleceğe ilişkin gerçekçi yol planları oluşturulmasını sağlayacak bir teoriye, bir dünya görüşüne  ihtiyacı yoktur. Teorinin ifadesi yerine söylemin teorisi. 

PODEMOS, tüm Avrupa sol-popülizmleri arasında akademik olarak en ince şekilde biçimlendirilmiş olanıdır. 2015 seçimlerinde yüzde 20 oyla üçüncü parti olduğu için SYRIZA gibi iktidarla sınanmak şanssızlığını henüz yaşamadan düşüşe geçti. İspanya’da yeni merkez-sağ Ciudadanos (Yurttaşlar) hareketi kendi ahlakçı söylemlerindeki sembollere takılıp tökezleyen PODEMOS’un tahtını şimdilik ele geçirmiş gözüküyor. Retorikle gelen destek retoriğe gider. 

Post-Marksist, felsefi görünümlü demagoji ile teçhiz edilmiş sol-popülizm devrimci geleneksel solun en sinsi hasımıdır.

‘ORTAYA KARIŞIK’ BEŞ-YILDIZ HAREKETİ
İtalyan Beş-Yıldız Hareketi (BYH), düzen-karşıtı, çevreci, Avrupa konusunda karşıt ve kuşkucu, kendisini geleneksel sağ-sol ayrımının üstünde tanımlayan bir harekettir. E-demokrasi ve doğrudan-demokrasi temaları önemli bir yere sahiptir. İtalya’da sınıfların varlığını reddeden BYH popülizmin alışılmış kalıplarına sığınarak ayrıcalıklı kast’ın karşısına ezilenleri koyuyor.  Evlere şenlik ayrım çizgisinde emekliler, yaşlılar, memurlar ayrıcalıklı nitelenirken, “bağımsız çalışanlar?”ve KOBİ’lerin ezilen tarafta yer alması solun Avrupa’da uğradığı akılsal gerilemeyi sergilemesi açısından ilginçtir. 

Komedyen Grillo’nun tek kişilik performansının da büyük payı olmakla birlikte yüzeysel bir “her şeye karşı olma” haliyle BP son seçimlerden birinci olarak çıktı. Buna rağmen tek başına iktidar olamayan BYH’nin çok da zorlanmadan faşist-merkez sağ ittifakı Lig ile koalisyon hükümeti kurmayı “başarması” soldan hayırhah bakanlar için hüzünlü bir final oldu. 

EKLEKTİK DIE LINKE
Almanya’da 2007 yılında kurulmuş olan die Linke’nin (Sol Parti) kökü Doğu Almanya’nın birleşmeden önce yönetiminde olan SED’e (Sosyalist Birlik Partisi) dayanıyor. Şu ana kadar ele alınan sol-popülist partiler gibi yeni kurulup hızla gelişen bir parti değil.  Sosyalist bir geçmişten mevcut düzene adaptasyon ile şimdiki haline gelmiş die Linke. Farklı kanallardan partiye giren farklı kesimler nedeniyle, parti ve siyasi söylemi eklektik bir yapıda. Parlamenter düzende yer alan partilerden en soldaki olarak tanımlanıyor. 1875’den bu yana siyaset hayatında bulunarak mevcut düzene bağlılığı konusunda kendini kanıtlamış SPD’nin aksine aşırı uçlar barındırabileceği kaygısı ile devlet gözetimi altında. Gözetim, iç heterojenlik ve koalisyon kaygıları gibi üç farklı siyasi vektör altında yol almaya çalışan die Linke’nin parlamenter oy kaygıları söz konusu olduğunda popülizmden kaçarak tutarlı bir söylem geliştirmesi ne derece mümkün olabilir?   

Latin Amerika’da sol-popülizm bu yazıda kısaca ele alınamayacak karmaşıklıkta farklar içeriyor. Mevcut dünya düzeni bakış açısından Latin Amerika sol hareketlerini inceleyen bir raporda Venezuela, Bolivya, Ecuador ve Nikaragua dışındaki sol-popülist hareketlerin bir tehlike olarak görülmediği belirtiliyor. Tehlikenin ölçütü Amerikan tarzı demokrasiden uzaklaşabilme potansiyeli. Yukarıda sayılan dört tehlikeli ülkenin anayasal değişiklikler yapmak suretiyle özgürlükçü demokrasiye karşı potansiyel oluşturdukları ifade ediliyor. Brezilya örneği geniş olarak ele alınması gereken özel bir sol-popülizm’dir. Latin Amerika solu başka bir yazının konusu olabilir.

TEMEL SORUN NEREDE?
Sosyalist bakış açısı gerçekliğin çözümlenmesine maddi dünyadan başlar. Teori, gerçekliği anlamanın temel aracıdır. Sorun anlamakla bitmez; teori gereken dönüşümün hedefinin ve yol haritasının belirlenmesinde merkezi bir yerdedir. Kitlelerle iletişimin temel işlevi teori ile incelikle işlenmiş politik fikirleri anlaşılabilir mesaj ve önerilere indirgeyerek paylaşmaktır. “Fikirler ancak geniş kitlelerce benimsendiğinde maddi güç haline gelir” denilmiştir; bu bakış açısı geleneğimizin parçasıdır. Bu da yetmez, fikirleri kavrayanları da ortada bırakmamak, siyaseten kavramak gerekir.

Söylem kelimesinin geçirdiği evrim üzerinden, düzen siyasetinin son yüzyılda ne şekilde değiştiği (geliştiği değil!) kavranılabilir.  Söylemin mevcut düzendeki kullanımı, ideolojik yanılsamalar üzerine kurulu ve teorik bir tutarlılık, dayanak ve bütünlük arz etmeyen fikirlerin toplumsal mühendisliğidir. Söylem, popülist bakış açısının temel siyasal aracıdır. İşte bu nedenledir ki popülizmin, sembollere, karizmatik liderlere ihtiyacı vardır. Yine bu nedenle kitleden hiç kimse, liderliğin neden  bir isme, moral sembollere bağlı olduğunu ve “aranızdan biri” olmaktan fazla bilgi ve bakışa ihtiyaç göstermediğini sorgulayamamaktadır. Radikal demokrasinin şampiyonlarının bu kadar baskın karizmatik liderler olması gerçek bir ironidir.

ZAFER ANAYURT / SOL

Başkanın değil babanın Ali’sisin Ali Koç! - TAYFUN ATAY


Fenerbahçe’de başkanlık seçimi yaklaşırken Ali Koç’un önüne “FETÖ defteri” açıldı. Hafta sonu konuk olduğu televizyon programında bakın ne dedi o: 
“101 gerçek kişi BİMER’e FETÖ’cü olduğumu, 3 Temmuz sürecini yönettiğimi yazmış. Deli saçması diye hiç üzerinde durmadım. Sonra bazı insanlar,Başkanımızın kapalı kapılar ardında bu yönde konuşma yaptığını söyledi. O zaman ciddiye almaya başladım. Başkanımız çıkıp ‘Ali, bizim Ali’mizdir! 3 Temmuz’da dik durdu’ demeliydi, yapmadı. Bu konuda kırgınım. Kimse beni ve ailemi terör örgütü mensubu olarak gösteremez.” 

Tablo şaşırtıcı mı, hayır. FETÖ, bu memlekette iktidar arayışlarında her kapıyı açan bir “maymuncuk” artık. Bir “yerli ve milli” McCarthyciliğin töhmet şablonu o… 
Sözlükte “McCarthyism” karşılığı olarak, “1950-54 arası ABD’de senatör Joseph McCarthy öncülüğünde yürütülen ve ne komünizmle ne de Komünist Parti ile hiç alâkası olmayan bir dolu insanın komünist diye suçlanıp karalisteye alındığı, işinden edildiği kampanya”yı buluyoruz. 

Bizde de FETÖ suçlaması, giderek buna benzer bir kampanyaya dönüşmüş durumda.

***

Ali Koç’un sözlerine Aziz Yıldırım’ın cevabî sözleri gecikmedi. Yer yer zehir zemberek, ama özü itibarıyla başkanlık açısından kendince “Çoktan bitti bu iş” demeye getiren bir konuşma yaptı o... 
Elbette Yıldırım’ın sözlerinin ağırlık merkezinde de FETÖ vardı ve o, 3 Temmuz sürecinde yaşananlar, yani “FETÖ mağduriyeti” üzerinden adaylığının meşruiyetini şöyle gerekçelendirdi: 
“Fenerbahçe camiası 3 Temmuz döneminde çok acı çekti. FETÖ, linç eder şekilde ele geçirmeye çalıştı. Ben bir hesaplaşma yapacağım. Biz yaşadık, bu kavgayı yapmamız lazım. Devlete mahkeme açacağız gerekirse. Ben sırf buhesabı sormak için 3 yıl daha adayım, 3 yıldan sonra aday değilim.” 

Peki Ali Koç’un “FETÖ’cülüğü” ve kendisinin “kapalı kapılar ardı”nda söyleyip söylemedikleri bahsinde ne diyor Yıldırım?.. 
Hayli “ustalıklı” lâflar ediyor! 
Bir yandan, “Ali Koç için hiçbir zaman FETÖ’cü demedim, Ali Koç ne FETÖ’cüdür, ne de FETÖ ile ilgisi vardır” şeklinde konuşurken diğer yandan bakın ne ekliyor: “FETÖ’nün yapamadığını size yaptırmaya çalışıyorlar dikkatedin dedim. Ali Koç erken aday oldu. FETÖ’nün istediği buydu. Ali Koç’un haberi yok ama FETÖ bunu istiyordu.” 
Yani Aziz Yıldırım diyor ki Ali Koç FETÖ’cü değil ama istemeden FETÖ’ye hizmet etti. 
Böylece “çanlar kimin için çalıyor”, anlıyoruz!..

***

Ali Koç endişelenmesin. Bu iktidar onun FETÖ’cü olmadığını bilir, ama onun başkan olmasını da tercih etmez Fenerbahçe’ye… 

Çünkü Koç Grubu öyle ya da böyle Gezi sürecinde bir duruş sergiledi ve bu, iktidar nezdinde bir algı oluşturdu. Bu algıyı, yani (FETÖ’cülük değil) “GEZİ’cilik” algısını, o günden bugüne “telafi” yolunda ne yapılırsa yapılsın, değiştirmek kolay değil. İktidar, unutmaz!.. 

Ayrıca Fenerbahçe’nin “Gezi karnesi” de iktidar sahipleri açısından uyku kaçırıcı. 
Çünkü Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz”!.. 

Bunları bir araya getirdiğinizde kanımca Ali Koç’un başkanlık şansı “siyaseten” de pek yok.
***

Beni en çok Ali Koç’un safdilliği şaşırttı ama... Diyor ki “Ali, bizim Ali’mizdir; 3 Temmuz’da dik durdu” demesi gerekirmiş Aziz Yıldırım’ın... 

İlahi Ali Koç, iktidar oyununu hiç bilmiyorsun! 

Bir kere sen, Aziz Yıldırım’ın Ali’si değilsin, Rahmi Koç’un Ali’sisin. 

Yine diyorsun ki “Fenerbahçe başkanlığı çocukluk hayalimdi. Babamistemiyordu. Ama ikna ettim.” 

Tekrar git babana Ali Koç! Bak bakalım şimdi ne diyor; istiyor mu, istemiyor mu? 

Ve o ne diyorsa onu yap!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Osmangazi kazandırıyor - ÇİĞDEM TOKER

Cumhurbaşkanı adayları arasındaki köprü atışması boşuna değil.
Yatırım tutarlarının büyüklüğü kadar, yapıp işleten şirketlere, devletçe sağlanmış garantiler ve süreleri nedeniyle, köprülerin daha çok uzun yıllar memleketin gündeminde olacağını not düşelim. 

Ve hatırlayalım: Yap-İşlet-Devret (YİD) yöntemiyle yaptırılan köprülerin AKP için taşıdığı ilk anlam siyasi ömrü uzatmaya hizmet etmesiydi. 

Aralarında şehir hastanelerinin de yer aldığı bütün Kamu- Özel İşbirliği (KÖİ) projeleri gibi, köprüler de “Milletin cebinden beş kuruş çıkmıyor” propagandasıyla sunuldu. 
Ne zaman ki YİD sözleşmelerinin dolar/Avro üzerinden bağıtlandığı, devletçe araç trafik garantisi verildiği, kredi borcu ödenemezse Hazine’nin bunları üstleneceği, “geçsen de geçmesen de” döviz üzerinden belirlenmiş fiyatların ödeneceği biraz olsun ortaya çıktı; işin rengi biraz değişti.

400 milyon TL sermaye artırımı 
Başlıkta yer alan “kazandırıyor” ifadesi köprüyü kullanan araç sahiplerini, yani vatandaşı değil şirketi ilgilendiriyor. 
Osmangazi Köprüsü’nü gerçekleştiren inşaat şirketlerinin ortak kurduğu Otoyol Yatırım ve İşletme AŞ’yi kastediyorum. Otoyol Yatırım ve İşletme AŞ, İzmit Körfez Geçişi ve bağlantı yolları dahil YİD yöntemiyle yapılıp işletilmek üzere, ihalenin ardından 2010’da kuruldu. (Bütün Kamu Özel İşbirliği projelerinde, YİD sözleşmeleri için “görevli şirket” kurulması gerekiyor.) 

Nurol İnşaat, Özaltın İnşaat, Makyol Astaldi ve Göçay şirketlerinin bir araya gelerek kurduğu şirket aradan geçen sekiz yıl içinde önemli mesafe aldı. Bunu da ben değil, Ticaret Sicil kayıtları söylüyor. 

Kayıtlara göre 50 milyon TL sermayeyle kurulan şirketin sermayesi, sekiz yılda yaklaşık 84 kat artmış. Geçen nisan ayında yayımlanan son sicil kayıtlarına göre, bir yıl önce 3 milyar 760 milyon TL’ye yükseltilen sermaye, 400 milyon TL artırılarak 4 milyar 180 milyon TL’ye çıkarılmış. 

Artırılan 400 milyon TL’nin, sermayeye eklenebilir nitelikteki 339 milyon 750 bin TL’lik kısmı, “geçmiş yıl kârlarından” karşılanmış. Kalan 80 milyon 250 bin TL ise pay sahiplerinin şirketten alacaklarından mahsup edilmiş. 

Pay sahiplerinin hisselerine göre yeni sermaye yapısı da şöyle olmuş. 
Nurol İnşaat yüzde 26.980, Özaltın yüzde 26.980, Makyol yüzde 26.980, Astaldi yüzde 18.860, Göçay İnşaat yüzde 0.200.

Yatırım tutarı 3 kat arttı 
Osmangazi Köprüsü’nü yapıp işleten Otoyol Yatırım ve İşletme AŞ şirketinin sicil kayıtları bize kritik bir bilgi daha sunuyor. Şirketin kurulduğu 2010 yılında, “İzmit Körfez Geçişi ve Bağlantı yolları dahil YİD yöntemiyle yapılıp işletilecek” projenin yatırım bedelinin 10 milyar 51 milyon, 882 bin 674 TL olduğu kayıtlara girmiş. 
Bugün 4.5 TL olan dolar kurunun, 2010’da ortalama 1.5 TL olduğunu dikkate alacak olursak, yatırım bedeli bugünün fiyatlarıyla 30 milyar TL’nin üzerine çıkıyor. 
Bu hesap da bize geçiş ücretlerinin neden dolar üzerinden belirlendiğini ve neden bütün KÖİ sözleşmelerinin döviz kuru üzerinden imzalandığını da gayet iyi anlatıyor.
 
Çünkü “milletin cebinden beş kuruş çıkmıyor” denilen bu KÖİ projelerinde, yapan ve işleten şirketlerin, küresel finans kuruluşlarının finansmanına erişebilmesi ancak böyle mümkün olabiliyor. 

Düşünün ki, üstelik bu sözleşmelerin büyük bölümü TL’nin görece değerli olduğu yıllarda imzalandı. 

Bir doların 1.5 TL ettiği o yıllarda dahi, Batılı kredi kuruluşları, mega proje sözleşmelerine ancak garantilerin döviz üzerinden yazılması koşuluyla kredi sağladılar. 
Bu, TL’nin orta vadede karşılaşacağı olası değer kaybına karşı, kendilerini sağlama almanın yolu. Ve bu tutumun bankacılığın doğasında olduğu söylenebilir. 

Doğal olmayan, KÖİ sözleşmelerine şirketler ve bankalar lehine garanti ve kira tutarlarını para birimimiz TL üzerinden değil, döviz üzerinden imza atma tercihidir. 
Bu tercihin arkasında ise cebimizden beş kuruş çıkmayacağını her fırsatta dile getiren siyasi kadrolar durmaktadır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘İtalya’nın krizi’ - CEYDA KARAN

İtalya’daki krizle ilgili gelişmeler üzerine internette Ortadoğulu bir arkadaşımla laflıyorduk. Bir an durup şöyle yazdı: 
“Batı medyası İran İslam Cumhuriyeti’ndeki seçimler için hep ‘fark etmezçünkü eninde sonunda her meselede karar hakkı dini liderdedir’ diye yazar.İronik. Düşünsene ya İtalya’da bugün olup bitenler Rusya’da, Venezüella’da ve hatta Suriye’de yaşansaydı?” 
Doğrusu, kuruluşundan beri Batılı liberal demokrasi yolunu tutturmuş bir ülkenin yurttaşı olarak yanıt veremedim. Mükemmel olmasa bile demokratik kurumsal yapıların supapları olması gerektiği açık. Misal Almanya’da Nazizmin yine sandık yoluyla hortlamasına izin verilmemesi anlaşılır. Gerçi kapitalist dünyada demokrasinin demokrasiyi kullanarak yok edilme girişimlerinin sınırının muğlaklığını yaşayarak öğrendik. İroniktir, aklıma Türkiye’de bir dönemler Kemalizmi eleştiren Batılıların da kullandığı ‘jüristokrasi’ tartışması düşmedi değil. 

Lakin İtalya örneği uymuyor. Başlarına gelenlerin demokrasiyle, yurttaşlık hak ve sorumluluklarıyla alakası yok. Bildiğimiz ‘AB tanrısı’ ve en değerli evladı ‘Avro bölgesi’ var.
***

İtalya’nın sessizliğiyle kimilerinin ‘keşiş’ diye andığı 76 yaşındaki Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella, 4 Mart seçiminde sandıktan çıkan hükümeti alenen engelledi. Sağ-sol kurumsal partiler çökmüş, sandıktan popülist Beş Yıldız Hareketi (M5S) yüzde 37 ile birinci çıkmış, Sağ İttifak’taki Lig (eski Kuzey Ligi) oylarını yüzde 17.4’e taşımıştı. İki parti anlaştı, Giuseppe Conte’nin başbakanlığında kurulan kabine Mattarella’ya sunuldu. Mattarella, ekonomi bakanlığı verilen Paolo Savona’nın ‘Avro’ karşıtlığını gerekçe göstererek veto etti. Misal Lig’in alenen aşırı sağcı ve yabancı düşmanı olması derdi değildi.
 
İtalya’da cumhurbaşkanının saygınlığı tartışmalı olmayan bir ismi vetosu görülmemiş. 81 yaşındaki Savona ise İtalya Bankası’nda çalışmış, sanayi bakanlığı yapmış. Avro’yu ‘Alman kafesi’ diye nitelemişliği ve ülkesi için ‘B Planı’ önerdiği biliniyor. Yeni hükümet ille de ‘Avro’dan çıksın dememişti. Ancak ülke borçları katlanırken, koalisyonun Avro’dan çıkma planları olduğu söylentisi piyasaları alarma geçirdi. Neticede Mattarella, IMF’de 25 sene çalışmış, ‘makas’ lakaplı 63 yaşındaki ekonomist Carlo Cottarelli’yi seçilmemiş teknokrat hükümet kurmakla görevlendirdi.

***
Benzeri kriz, 2011’de Berlusconi IMF’yi reddedip Avro bölgesinden çıkmayı anınca yaşanmıştı. İstifa ettirildi. Yerine teknokrat Mario Monti atandı. 2013 seçimiyle Letta’lı ara dönemin ardından liberal sol, genç Matteo Renzi ile ipleri aldı. Renzi, kemer sıkmayı kolaylaştıracak anayasa reformunu Aralık 2016’daki referandumla halka kabul ettiremeyince çöktü. 4 Mart’ta da partisi... 

Aynı senaryo Cottarelli ile gündemde. Bu kez Yunanistan’a içirtilen acı ilaç var. İtalya Avro bölgesinin üçüncü büyük ekonomisi. İthal ettiğinden fazla ihracat yapıyor, vergi topluyor. Ama ahali 2008 krizinden beri toparlanamıyor. Alman ve Fransız bankalarına borçlarda ikinci sırada.
***

Ne M5S ne Lig Italexit’i koalisyon anlaşmasına koymadı. Ama ‘Avro kuşkucusu’ olmaları kâfi geldi. M5S lideri Di Maio’nun ifadesiyle, “Hüküm giymiş bir suçlu, vergi kaçakçısı, yolsuz biri olarak bakan olabilirsiniz. Avrupa’yı eleştiriyorsanız ekonomi bakanı olamazsınız.” Lig lideri Matteo Salvini’nin dilinde bu “Berlin, Paris ve Brüksel’in onayı yoksa, İtalyan hükümeti kurulamaz.” 

M5S ve Lig’in şimdi anayasanın 90’ıncı maddesi uyarınca ‘vatana ihanetten’ azille tehdit ettiği Mattarella daha tehlikeli yol açtı. M5S ile Lig halkı Roma’ya çağırıyor. Akla 1922’de Mussolini’nin faşistlerinin yürüyüşü düşüyor. İki parti parlamentoda çoğunlukta. Cottarelli’nin hükümetini veto edebilirler. O zaman ağustostan sonrası yeni seçim ve sandıkta Lig güçlenecek. AB ise Brexit’i müzakere ederken İtalya’da tartışmalı seçimi arzulamıyor.
***


AB yandaşları Mattarella’nın ülkeyi popülizm ve aşırı sağdan kurtardığı görüşünde. Oysa popülizmi ve aşırı sağı yaratan neoliberal nizamın ta kendisi. Avrupa mütemadiyen sağa çekerek demokrasiyi veto ediyor. AB projesi çırpındıkça batmakta. Ünlü İtalyan Marksist Gramsci’nin dediği gibi ‘eski olan ölmek üzere, yenisiyse doğamamakta’.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Akıldışı - ÖZGÜR MUMCU

Bekir Bozdağ’ı bilirsiniz. Hem başbakan yardımcısı hem de hükümet sözcüsü. Dolayısıyla iktidar adına en çok konuşanlardan biri. Geçen gün cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’yi eleştirdi. Seçim sürecinde bundan doğal bir hareket olmaz elbette. Ancak Bozdağ’ın eleştirisi hiç beklenmedik bir yerden geldi. Hükümet sözcüsü, İnce’yi “medyanın sesini kısmaya çalışmakla”suçladı. 

Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün indeksine göre basın özgürlüğünde 180 ülke arasında 157. sırada. Hapisteki gazetecilerde ise dünya lideriyiz. 
Bu okuduğunuz gazetenin yönetici ve yazarları uzun süre tutuklu kaldı. Tahliye edildiklerinde ise verilebilecek en yüksek hadden ceza aldılar. Hapse girmeyenler ise Çiğdem Toker örneğindeki gibi milyonlarca liralık tazminat davalarıyla yıldırılmaya çalışılıyor. 

İktidara yakın sermayeye medya imparatorlukları kurdurulmuş. Devlet televizyonu bir parti televizyonu. İktidarın kontrolünde olmayan medya bir köşeye sıkıştırılmış. Bir zamanların ana akım medyasında kalan iktidarın önünde eğilmeyen üç beş muhabir ve yazarın ne zaman görevden uzaklaştırılacağı belirsiz. 

Hal böyleyken, bir muhalefet partisinin cumhurbaşkanı adayını “medyanın sesini kısmakla” suçlamak ya devasa bir pişkinlikle ya da tedavisi mümkün olmayan bir gerçeklikten kopuşla izah edilebilir. Bu iki durum da, devleti yönetenlerde arzulanan nitelikler değil. 

Bozdağ’ın açıklamasının sebebi, İnce’nin TRT’ye tepki göstermesi. Hepimizin vergileriyle ayakta duran TRT’nin, seçim sürecinde cumhurbaşkanı adaylarına ayırdığı zaman belli. Aday Erdoğan açık ara önde. Hem de neredeyse her konuşmasını özel kanallar da dahil yaklaşık 15 kanal aynı anda yayımlıyor.

TRT bu çarpık tabloyu aday Erdoğan’ın aynı zamanda cumhurbaşkanı olmasına bağlıyor. Dengesizliğin, adayın cumhurbaşkanı sıfatıyla yaptığı konuşmaları da ekrana getirmesinden kaynaklandığını ileri sürüyor. 

Gelgelelim, Recep Tayyip Erdoğan’ın ne zaman cumhurbaşkanı, ne zaman parti genel başkanı ve aday şapkasıyla konuştuğunu anlamak mümkün değil. Öyle ki Cumhurbaşkanlı’ğının resmi sosyal medya hesapları, Erdoğan’ın parti genel başkanı olarak partisinin toplantılarında attığı nutukları canlı yayımlamakta. 

Erdoğan da konuşmalarının tamamını seçime yönelik açıklamalara ayırmakta ve haliyle hangi sıfatla konuşursa konuşsun özünde bir seçim faaliyeti yürütmekte. 
TRT’nin savunmasının akıl ve mantıkla izah edilebilecek bir yanı yok. Hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ’ın İnce’ye yönelttiği eleştirinin de öyle. 

Gazetecilik, Türkiye tarihinde en karanlık dönemi yaşarken gazeteciler hapishane duvarları ve tazminat davalarıyla boğuşurken, AKP Gençlik Kolları başkanının da içinde bulunduğu göstericiler daha üç sene evvel Hürriyet binasına taşlı sopalı saldırıda bulunmuşken muhalefetin adayını medyanın sesini kısmakla suçlamak. 

Bu konuda böylesine akıl yitimi yaşayanların diğer konularda nasıl karar verdiklerini düşünmek korkutucu. Akıl ve mantığın dışlandığı bir siyaset anlayışının memleketi bir ekonomik krize sokmasına da şaşırmamak gerek.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

29 Mayıs 2018 Salı

Gezi’den kalan - ORHAN GÖKDEMİR

30 Mayıs’ta öğleden sonra Gümüşsuyu’ndaki işyerimden çıkmaya hazırlanıyorum. O sırada sokakta bir gürültü duyuluyor. Pencereden bakınca birkaç TOMA’nın bir avuç gencin arkasından su sıkarak ilerlediğini görüyorum. Su öyle şiddetli ki değdiği reklam tabelalarının camları paramparça olup etrafa dağılıyor. Ben sokağa inene kadar TOMA’lar uzaklaşıyor. Arkalarından izliyorum. Gümüşsuyu Askeri Hastanesi önünde duruyorlar. Kapıdaki askerlerle kısa bir ağız dalaşının ardından geri dönüyorlar. Gümüşsuyu Caddesi tamamen boşalmış. Meydana göz atmak için Gezi Pastanesi’ne doğru yürüyorum. Fakat meydanda göz gözü görmüyor, sıkılan gazdan nefes almanın imkânı yok. Geri dönüp otelin arkasından dolanarak Fransız Konsolosluğu'nun önüne ulaşıyorum. Orada da manzara meydandakiyle aynı. Öksürüp tıksırarak ilerliyorum. Ana cadde üzerinde insanlar seyrek ama ara sokaklarda kovalamaca devam ediyor. 


Gezi Derneği’nde arkadaşım var, arıyorum. -Gezi’deki çadırlara yapılan gece saldırısından habersizim.- Sinirleri bozulmuş, ağlayarak anlatıyor olup biteni. “Bu öfkenin bir sebebi olmalı, bizim bilmediğimiz” diyor. Sebebi, 31 Mart gerici ayaklanmasının rövanşını almak. Orada bir zamanlar var olan Topçu Kışlası bu gerici ayaklanmanın merkeziydi. Hareket Ordusu geldi bastırdı. O gün orada Türkiye gericiliğin fetret devri başladı. Cumhuriyet geldi ardından, gerisi malum. Topçu Kışlasını ihya etmek isteyen iktidarın buna direnenlere öfkelenmesi için başka gerekçeye ihtiyaç var mı?

Evin yolunu tutuyorum. Planım trafiğin yatıştığı bir saatte Taksim’e dönmek. Kızım duymuş, “Ben de geleceğim” diyor. Çok kararlı, durdurmanın imkânı yok. Bir arkadaşım arıyor, birlikte gidelim diyor. Akşam 9 sularında Galatasaray’a ulaşıyoruz. Bu kez caddede on binlerce kişi var. Polis TOMA’larla, akreplerle saldırıyor gördüğü herkese. Gaz durumu gündüzden daha yoğun. Her yönden plastik mermi yağdıran polis terör estiriyor. Tuhaf bir manzara var. Polis kovalıyor, kalabalık bir sokağa yönelip dağılıyor. Polis daha geri dönmeden bir başka sokaktan caddeye çıkıp slogan atmaya devam ediyor. Kesintisiz bir kaçıp kovalamaca…

Nevizade’de sınıf arkadaşımın işlettiği bir yer var, nefeslenmek üzere oraya sığınıyoruz. Biz daha dükkâna adım atmadan gençlerden oluşan kalabalık bir gurup koşarak sokağa dalıyor. Arkalarında öfkeli bir polis timi. Gençlere yetişemeyeceklerini anlayınca meyhanelerin içlerine bırakıyorlar ellerindeki gaz fişeklerini. Çatıya çıkıyoruz mecburen. Fakat orada da nefes almak mümkün değil. Garsonlardan bazıları gazdan paniklemiş, öksürüyor. Müşterilerin bir kısmı duvar dibine sığınmış. Fakat manzaraya hâkim bir noktada oturan yükünü almış bir müdavim hiç oralı değil. Kadehini hiddetinden kudurmuş polislere doğru kaldırıp “şerefe” diyor. Bir yudum aldıktan sonra gözyaşlarını silip izlemeyi sürdürüyor. Sanki gazla arasında bir aşk ilişkisi oluşmuş. Gülüyoruz hep birlikte. İnsan bu, hikmetinden sual olunmaz!

Gece ikiye doğru artık tutunamayacağımızı anlıyoruz. 

                                                                  ***
Ertesi gün öğleden sonra yeniden dönüyoruz. Bu kez Asmalımescit’ten ulaşabiliyoruz caddeye. Daha yukarılara ulaşmanın imkânı yok. Her yaştan yüzbinlerce kişi Tünel ile Galatasaray Lisesi arasında toplanmış, slogan atıyor. Galatasaray Lisesi’ne yakın bir noktada gazdan bir perde yükseliyor. Bu perde polislerle göstericileri birbirinden ayıran bir barikat aynı zamanda. En öndeki göstericiler arkadakileri “gel, gel” diye bağırarak cesaretlendiriyor. Gaza dirençleri inanılmaz. O gün orada bulunanlar arasında polisin şiddetiyle, gazıyla, copuyla ilk defa karşılaşanlar çoğunlukta. Bir süre sonra TOMA’lar hareketleniyor, caddedeki yüzbinleri ara sokaklara püskürtüyor. Fakat caddedeki boşluğun dolması ve eski haline gelmesi 10 dakikayı bulmuyor. Bırakıp giden, korkan, yılan tek kişi yok. Tarifsiz bir polis şiddeti karşısında çoluk çocuk, genç ihtiyar dimdik duruyor kalabalık. Yaralılar, gazdan bayılanlar, düşenler, direnenler, püskürtüldüğü arka sokaklardan yeniden ana caddeye çıkmak için yol arayanlar, kapılarını direnişçilere açanlar, seyyar sağlıkçılar; limonlarını, sularını, maskelerini hiç tanımadığı yoldaşlarıyla paylaşanlar, polis barikatı ile insan seli arasından yükselen o inanılmaz biber gazı bulutu… Her yerde her şeyde sanki bir devrim kokusu var.

Ama herhalde en inanılmaz, en dayanılmaz olanı o müthiş kalabalığın kendisine büyük bir kinle saldıran polisi barikatları, TOMA’ları, akrepleri ile birlikte kaldırıp atışı, meydanı fethedişi, birbirlerine sarılışı, parka girip ağaçları kucaklayışı… 

Parkın kıyısında yanan araçların dumanı yükseliyor. TV’lerin canlı yayın araçları ters dönmüş; Yapmadığı, yapamadığı haberciliğin bedeli bu. Polis tamamen çekilmiş alandan. Meydana açılan sokaklardaki barikatlardan zafer çığlıkları yükseliyor. Meydan bizim, sokaklar, caddeler bizim…

Ülke o gün ve takip eden 15 günde mutluluğun resmini yapıyor adeta. Birlikte direniyor, birlikte yiyor, birlikte içiyor. Dayanışmayı ve paylaşmayı hatırlıyor şehir. Barikatın ardı özgürlük demek. Civardaki işyerlerinde çalışanlar aralarında para toplayıp parka yemek yolluyor. Evlerde kekler pişirilip parka taşınıyor. Aç, açık kalmıyor etrafta. Tinerci çocuklar ilk defa öyle mutlu, sokak köpekleri ilk defa öyle şen. Beyaz yakalılar sokağın sırrını keşfetmenin kıvancıyla dolaşıyor ortalıkta. Bir devletin zulmettiği kalabalıklar bir halk oluyor uzun süre sonra ilk defa, “kaynaşmış, imtiyazsız, sınıfsız” bir ulusa dönüşüyor. Cumhuriyetle barışıyor, bayrağına sahip çıkıyor, çekip alıyor onu zalimin elinden. O gün orada hep birlikte bir ağızdan “boyun eğmem” diye haykırıyor…

                                                                 ***
Meydanın direnişçilerin kontrolüne geçtiği günün ertesinde alandan işyerine doğru ilerliyorum. NTV canlı yayın aracının kalıntılarının yanından geçip, yan yatmış FOX aracının etrafında şöyle bir dolanarak Gümüşsuyu’na yöneliyorum. Taksim Gezi Pastanesi ile İTÜ ana kapısı arasında tam 29 tane barikat sayıyorum. Çoğunun başında nöbetçiler var. Meydana çıkan her cadde, her sokak aynı durumda. Bir şehir, bir halk günlerce direnmiş, boyun eğmemiş, barikatların söylediği bu. Boyun eğmeyenlerin hep birlikte, hayatları pahasına, gözlerini, kollarını, bacaklarını, çocuklarını kaybetmeyi göze alarak yazdıkları bir destan bu. 2013 yılı 30 Mayıs’ında başlamış ve Haziran’a taşmış bir direnişin hikâyesi anlattığım.
                                                                 ***
Benim “Fena Çocuklar Zamanı” işte bu tanıklığımın tutanakları. Direniş değil anlattığım, direniş ruhu. İçinde şiir de var ama bunlar daha çok bizdeki şiir esintilerinden ibaret. Bunun nedeni, bizim kuşağın sola meyletmesinde şairlerimizin büyük etkisinin olması. Çokça Nazım, biraz Hasan Hüseyin, biraz Enver Gökçe, Ahmet Arif, Can Yücel bizim solculuğumuz. Öte yandan Gezi’de direnen, düşen “fena çocuklarımıza” bırakılmış bir mektup. Gezi’de anladım ki o çocuklar hala o yitik şairlerimizin anısıyla savaşıyor. Onların dizeleri dudaklarında. O dizelerden damıtılmış şarkılar söylüyorlar hep birlikte. Bu toprakların mucizesidir şiir ve o çocuklar böylesine hesapsız direnebiliyorsa o şairlerin yüzü suyu hürmetinedir.
                                                                 ***
O gün orada bir yeni bakış açısı yakaladık bir büyük acıyla. Harekete geçmiş kalabalıklar hem büyük bir güç hem de büyük bir çaresizliktir. O gücün bir sonuca varması için örgüt gerekir. Yoksa acıklı hikâyeler kalır geride.

“Hikâyeyi” küçümsüyor değilim. Hikâyesiz, edebiyatsız, şiirsiz direniş mi olur? Ama çocuklar ölürken, çocuklar direnirken nedir ki edebiyat? Çocuklar parçalanırken şiir neden söz edebilir? Artık Berkin Elvan’dır şiir, Ali İsmail Korkmaz’dır. Bir şiir, bir içli şarkı ancak onların eşliğinde katlanılabilir olur. Gerçek edebiyat, ayağını bu duyarlılığa basmadan yola çıkamaz, bir yere varamaz. Buna rağmen hala kayda değer bir ürün vermemesi ise şaşırtıcıdır. 

“Pazar”daki ünlüler edebiyatı ise tamamen bizim dışımızda. Örneğin Orhan Pamuk’un, Elif Şafak’ın bu konuda yazacak neleri olabilir? Tam tersine, zalimin yanında saf tuttular, çocuklara en ağır taşı onlar attılar. Denklem çok basit çünkü; birileri eziliyorsa ya ezilenlerin, ya da zalimin yanında saf tutarsın. Bırakalım edebiyatı, yazı nasıl zalimin yanında saf tutabilir?

Gezi’de o büyük destanı yazan o fena çocuklar bu edebiyatı kendi içinden çıkaracak, mutlaka hakkını vererek yazacak, yaratacaklardır. Ve asıl önemlisi, bir daha asla öyle yakalanmayacağız böyle bir fırtınaya. 

O çocuklar oradaysa, hiçbir şey için umutsuz olmaya hakkımız yoktur. Kalkın yola koyulalım öyleyse.

Orhan Gökdemir / SOL

Tayyip Bey’in B ve C planları ne? - ALİ SİRMEN

İlk bakışta inanılmaz olsa da yaptığım küçük araştırma sonunda gördüm ki sandığa gitmeye dört haftadan bile az zaman kaldığı şu günlerde dahi 24 Haziran günü, Cumhurbaşkanlığı’nın yanı sıra bir de yasama seçimleri yapılacağını çoğu kişi hâlâ bilmiyor. Aynı anda başlayacak olan bu iki seçimin “yürütmenin başı” Cumhurbaşkanı ile artık ne kadar yasama yetkisi kalmış ise Meclis’in ayrı çoğunluklardan oluşmasıyla çelişkili sonuçlar vermesi mümkündür.

 Cumhurbaşkanı Tayyip Bey, büyük tepkilere yol açan ünlü Londra gezisi sırasında, Bloomberg TV’den Guy Johnson’un, cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, kendisine muhalif bir Meclis ile karşı karşıya kalması halinde ne yapacağı sorusu üzerine şu yanıtı vermiş: 
-Yani A planı, B planı, C planı bütün bunlar tabii ki olacaktır. 

Önce bir noktayı vurgulayalım. Benzer durumla, klasik başkanlık rejiminin uygulandığı ABD’de çok karşılaşılmıştır. Kongre ile ayrı çoğunluktan olan “Başkan”lara bu durumda “Topal Ördek” denir. Daha değişik “Başkancı” sistemin uygulandığı şu andaki Fransız sisteminde de yürütme yetkisini paylaşan cumhurbaşkanı ile başbakanın ayrı çoğunlukta olmaları durumu, iki kez ülkenin olgun demokrasi geleneği sayesinde “cohabitation” diye adlandırılan uygulama ile çözülmüştü. 

Tabii bizim kendine özgü Reis sistemimiz ne ABD ne Fransa’daki duruma benzer. 
Zaten bizim “Reis”imiz de “topal ördek”liğe asla rıza göstermez.

***

Aslında, bizim kendine özgü “Reis sistemi”mizde Cumhurbaşkanı lehine yasama ve yürütmeyi denetleme yetkisi hepten elinden alınmış olan, Meclis karşısında, anayasanın 104. maddesinde öngörülen Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle iktidarın sürdürülmesi mümkündür. 

Ama bizim ne ABD’ye ne de Fransa’ya tam olarak benzeyen kendine özgü Reis sistemimiz dizayn edilirken yine 104. maddeye şöyle bir hüküm konulmuştur: 
“Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde kanun hükümleri uygulanır.” 

Sınır tanımayan iktidar algısı böyle bir kısıtlanmayı kabul edemeyeceğine göre, doğrusu Tayyip Bey’in bu durumda B ve C planlarının ne olduğu kadar diğer Cumhurbaşkanı adaylarının da bu konuyu kendisine neden sormadıklarını çok merak ediyorum. Gerçekten de şimdiye kadar soruyu soran olmadı. 

Benzer durum 2015 seçimlerinde olmuş ve Tayyip Bey Cumhurbaşkanı iken 
o yılın haziran ayında yapılan parlamento seçimlerinde AKP çoğunluğu kaybetmişti. 
Kendisini cumhurbaşkanı seçen milli iradeye fevkalade saygısı olan Tayyip Bey bu defa kendi istediği çoğunluğu seçmeyen milli iradeyi, “ben milli iradeye milli irade demem, istediğimi seçmeyince” diyerek o zamanki anayasanın bugün değişmiş olan 116. maddesini zorlayarak, yeniden seçime gidilmesine ön ayak olmuştu.

***

Yalnız Tayyip Bey’in, çocukların saklambaç oyununda yaptıkları gibi, bu defa da “çanak çömlek patladı!” diyerek beğenmediği Meclis çoğunluğunu değiştirmek için sandıkları yeni baştan kurdurması halinde, yine anayasanın 104. maddesinde öngörüldüğü üzere, Cumhurbaşkanlığı seçiminin de yenilenmesi gerekmektedir. 

Bu durumda seçmenin “çanak çömlek patladı(!)”ya, “sayım suyum yok arkadaş(!)”  cevabını vererek Meclis yerine, Cumhurbaşkanı’nı değiştirmeye kalkması ve  “yürütmenin başı”nın Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olması da hiç ihtimal dışı değildir. 

Bütün bu hususları da düşününce, sayın adayların, içinden hiç değilse birinin çıkıp da Tayyip Bey’e “gerçekten, B ve C planlarınız nedir” diye neden sormadığını doğrusu çok merak ediyorum.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

İnce, Akşener, Temel Reis ve Demirtaş ‘Mahşerin Dört Atlısı’ mı? - EROL MANİSALI

Öyle ya, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyen Erdoğan’a karşı, Cumhuriyet tarihimizde görülmemiş bir biçimde ortaya çıkan “farklıların birlikteliğine” başka ne ad verilebilir ki! 
Artık Erdoğan’ın (ve AKP’nin) karşısında sadece Kılıçdaroğlu yok. Muharrem İnce’den başlayalım: Topluluğu (ve toplumu) etkileme gücü olağanüstü yüksek. En ağır ve ciddi şeyleri mizah çizer gibi nakledebiliyor. Zeki, kıvrak, halkçı ve muzip kimliği ile görüşlerini damardan şırınga edebiliyor.

 Kaba, hırçın ve kutuplaştırıcı değil içten, sevecen biri: Otoriter değil hoşgörülü, halktan biri gibi, halkın içinde. Onu izlerken Hollanda ya da Danimarka başbakanını görüyorum sanki. Bisiklet mi? Bana Vittorio de Sica’nın yeni gerçekçi sinemanın simgesi “Bisiklet Hırsızları”nı hatırlattı! Halkçılığın, insanlığın ve içtenliğin simgesi. 

Meral Akşener’e gelince: Bu ülkede kadın lider olma dezavantajını, “avantaja çevirmek başarısını” gösterdi. İYİ Parti’de, Bahçeli’nin partisindeki “erkek tekelciliğinin” belini kırdı. Yanlış bir sözü, “adam gibi kadın” sözünü, “Akşener gibi kadın”a çevirme başarısını gösterdi. Akşener’i Bahçeli ile yan yana koyduğunuz zaman bu büyük fark apaçık ortaya çıkmıyor mu?
 
Ve CHP’li  Abdüllatif Şener: Son 3-4 yıldır TV ekranlarında yaptığı konuşmalarının altına imzamı rahatlıkla atarım. Kendisi ile 2003’te, Girne’de 20 Temmuz kutlamalarında sohbet ettim. Başbakan’ın, “Bu iş Denktaş’la yürümez, 40 yıllık Kıbrıs politikamız değişecek” sözünü sertçe eleştirdiğim zaman bile, benimle tartışmaya girmedi. 2005’te Konya Ticaret Odası’nın panelinde, birlikte konuşmacıydık. Ekonomik konularda benzer şeyleri söyledik. Ulusal iktisadi çıkarlar, kamu yararının önceliği, özelleştirme türünde konulardı bunlar.
 
Keşke Türkiye’de bütün “muhafazakârlar onun gibi olabilseler”; ahlaklı, dürüst, şeffaflık isteyen ve kamusal yararı esas alan bir insan. 

Saadet Partisi’nin Temel Reis’i de Erdoğan’ın en büyük karşıtlarından. İkisi de Erbakan kökenli olmalarına karşın, yolları daha sonra 180 derece ayrıldı.
 
Erdoğan, Temel Reis’i de AKP-MHP ittifakına sokmak için “aşırı ısrarında çok haklıydı”. Çünkü Temel Bey’in Erdoğan’a yaptığı eleştiriler çok etkili oluyor; sanki Erbakan geri dönmüş de konuşuyor gibi… 

HDP Başkanı Selahattin Demirtaş’ın kavgaya (ve savaşa) Edirne zindanından katılmak zorunda bırakılışı Türkiye’deki durumun “vahametini” göstermesi açısından çarpıcıdır. İç dinamiklerin ve dış dinamiklerin birlikte bugüne kadar yarattıkları kaos ortamı, bu garip sonuca yol açtı. 

HDP de dünkü “dostu” AKP’ye karşı, hayır kervanına katılmak durumunda oldu. 
 
Erdoğan, Bahçeli ve Perinçek üçgeni mi?
Erdoğan (ve AKP) karşısında oluşturulan “farklılar koalisyonuna” karşı Erdoğan tarafında AKP, Bahçeli ve kerhen de olsa Perinçek kalmış görünüyor. İki tarafta da “uyumsuzların uyumu” gerçekleşmiş durumdadır. 

1950-1980 “yakınlaşmalarından” çok farklı bir durum. Temel sütunları Türkiye’nin bütünlüğü, demokrasi ve çağdaşlaşmanın oluşturduğu bir karşı cephe; öbür yanda da siyasal İslamın etrafında zorlanan bir iktidar saplantısı. 

Perinçek ile birkaç ay önce Pera Palas’taki Dilek Türker’in imza gününde konuşmuştuk. Son olarak da birkaç gün önce Deva Sokak’ta sohbet ettik. Perinçek’in tutkusunun “Erdoğan sayesinde bile olsa ABD’den kopmak” olduğunu sanıyorum. Ya sonrası: Doğu Perinçek bile olsa “Allah kerim!..” diye düşünüyor olmalı. Doğu’nun bu durumunu Gergedanlaşmak kitabımda dile getirmiştim. (*) 

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Cottarelli zamanları yeniden - ÇİĞDEM TOKER

Tam da “IMF’nin kapısı tekrar mı çalınacak” sorusu havada asılıyken geldi,  Cottarelli’nin İtalya’da teknokrat hükümeti kurmakla görevlendirileceği haberi. 
İçeride” dayatma erken seçim kararındaki esas nedenin, ekonomideki bozulma olduğu gerçeği, bu sorunun anlamını bizler için epeyi ağırlaştırırken 19 yıl sonra Cottarelli adını bu kez kendi ülkesinde kritik görev için duymak, rastlantıdan fazlası olmalı. 
Şurası kesin. 

Eğer orta yaş döneminin henüz kıyısından bile geçmiyorsanız, bu isim size bir şey ifade etmez. Fakat 2001 kriz dönemini hatırlayan biraz “okuryazar” herkes için, DHA’nın Roma temsilcisi Esma Çakır’ın duyurduğu haber, apayrı bir anlam taşıyor.

***

TL’nin sarsıcı değer kaybıyla son haftalarda daha sık hatırlamak durumunda kaldığımız 2001 krizi öncesi ve sonrasında, IMF Türkiye Masası Şefi olarak görev yapan Carlo Cottarelli’nin, o dönem sahada koşturan biz Ankaralı gazeteciler için yeri başkadır. 
Ekonomi muhabiri olarak ömrümüzün bir kısmını bıraktığımız Başbakanlık 
-Hazine - TBMM üçgeninde geçen üç yıl boyunca (1999-2001) neredeyse ailelerimizden daha çok gördüğümüz kişiydi Cottarelli. 


Muhtemelen kendisi için de durum çok farklı değildi. 1999 başında başlayan kredi içermeyen “yakından izleme”, ardından kredili “stand-by” anlaşmaları kapsamında, Türkiye’ye sayısız “gözden geçirme” seyahati gerçekleştirdi. 

Bu seyahatler krizden taze krediyle çıkma karşılığında ağır ekonomik yaptırımları ve küresel sermayenin istediği yasal düzenlemelerin yapılmasını sağlamaya yönelikti. 
Fakat basının medyaya dönüştüğü, çok sayıda gazete ve televizyonun faal olduğu o canlı ortamda her büronun, IMF temaslarını izlemek üzere ekip göndermesi, Cottarelli’yi bir “pop yıldızı” figürüne dönüştürdü.
 
IMF Türkiye Masa Şefi, asıl adı “acı reçete” olan “stand-by”ın ağırlık ciddiyetiyle bağdaşmayan bir abartılı ilgiye mazhar oldu. Bir Akdenizli olarak ne kadar güler yüzlü, dışa dönük ve iletişime açık bir yapısı olursa olsun, bu kadarı ona da fazla geldi. 
Kamu borçlanma gereğinin, kamu bankalarının bilanço yapısının, Telekom’un özelleştirilmesinin, tütün kotalarının, döviz kurunun, düzenleyici kurumların, ücret politikalarının konuşulduğu toplantılar günlerce ve haftalarca sürüyor, bu döngü yılda üç-dört kez tekrarlanıyordu. 

Maliye Bakanlığı ziyaretinde bir TV muhabiri meslektaşımızın getirdiği bir tepsi baklava ve -o sıra UEFA finaline kalan- Galatasaray’ın topunun armağan edilişi, Cottarelli’li yılların “acı magazin”i olarak kayda geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse, tamamı eski Türkiye’ye ilişkin bu anekdotlarda, prime time kanalların rekabetinin payının büyük olduğunu sonra gördük.
***

Korkut Boratav Hoca, bugünlerde Türkiye’nin neden IMF’nin kapısına gitme aşamasında olduğunu anlatıyor. “Finans kapital” hâkimiyetini sağlayan; Merkez Bankası’nın kesin bağımsızlığı, sıkı para politikası, döviz fiyatlarının dalgalanmaya bırakılması gibi kuralları hatırlatan Boratav, bu kurallara uymamanın karşılıksız kalmayacağını, bir döviz krizine sürükleyeceğini söylüyor. Ama kurallara razı olunursa da IMF’ye gidileceğini ve Türkiye’nin bu noktada olduğunu. 

Ne tuhaf ki, tam da Boratav’ın sıraladığı bu kuralların hâkim kılınması için “eski Türkiye’de” görev yapan Cottarelli, şimdi kendi ülkesini, benzeri görülmemiş krizden çıkarmak üzere göreve çağrıldı. 

İyi anımsıyorum. Türkiye Masası Şefi olduğu yıllarda, bürokraside, Cottarelli’nin “iyi bir iktisatçı ve teknokrat” olduğu söylenirdi. Bu “iyi” iktisatçılığın hakiki olduğu anlaşılıyor. Yine de kendi ülkesinde krizden çıkış için göreve çağrılan Cottarelli’nin biyografisindeki LSE (London School of Economics) kadar, Türkiye’de kriz döneminde masa şefliği görevinin de önemli bir “kariyer” (!) olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET