29 Kasım 2018 Perşembe

Galip Usta ve İşsizlik Fonu - SERKAN ÖNGEL

Galip Usta, Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eserinin ilk kahramanıdır. Tuhaf şeyler düşünmekle meşguldür. En çok işsizliği düşünür. Ömrü zaman zaman işsiz kalarak, zaman zaman da işsiz kalırsam diye düşünerek geçmiştir. Galip Usta’nın yaşı 52’dir ve işsizdir. Yıl 1941’dir. Savaş yıllarıdır.

Bugün garın merdivenlerinde, denize karşı oturan birini bulma şansımız kalmadı ama kalabalık caddelerde bir kenara oturmuş, kahvehaneleri doldurmuş “tuhaf şeyler düşünen” çok sayıda Galip Usta görmek mümkündür. Galip Usta işsizdir işsiz olmasına da acaba devlet onu işsiz saymakta mıdır? 
Mesela ben gidip bir Galip Usta’ya sordum:

“Yahu Galip Usta, sen son bir hafta içinde 1 saatliğine bile olsun herhangi bir işte çalışmadın mı?”

“Çalıştım yeğenim. Bizim bir akraba var. ‘Bir gün gel, 1-2 saat için benim dükkâna bak’ dedi. Gittim. En azından karnımı doyurdum.”

“İyi de usta sen işsiz değilsin.”

“Nasıl değilim, işim var da ben mi bilmiyorum?”

“Ama devlet seni işsiz saymıyor.”

“Hadi yürü yeğen!”

Galip Usta bana kızdı, ama devlet gerçekten Galip Usta’yı işsiz saymıyor. Referans haftasında en az bir saat bir iktisadi faaliyette bulunan kişi işbaşında kabul ediliyor.

Herhangi bir işte son bir hafta içinde bir saat bile çalışmamış bir Galip Usta buldum bu sefer. Yine sordum:

“Yahu Galip Usta, hiç iş aramıyor musun?”

“Aramaz olur muyum yeğenim? Arıyorum da iş veren mi var?”

“En son ne zaman iş başvurusunda bulundun?”

“İŞKUR’a 1,5 ay oldu başvuralı. Bekliyorum. Bir iki eşe dosta da haber saldım o esnada. Bekle haber veririz dediler. Kısmet artık.”

“İyi de usta, sen işsiz değilsin.”

“Nasıl değilim, işim var da ben mi bilmiyorum?”

“Ama devlet seni işsiz saymıyor.”

“Hadi yürü yeğen!”

Bu Galip Usta da kızdı bana, ama devlet gerçekten bu Galip Usta’yı da işsiz saymıyor.

TÜİK’e göre işsiz sayılmak için “iş aramak için son dört hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda” olmak lazım. Galip Usta devlete göre ne istihdamda, ne işsiz.

“Galip Usta, işsizlik maaşı alıyor musun? Biliyorsun İşsizlik Sigortası Kanunu 1999 yılında yasalaştı. Fonda biriken paranın haddi hesabı yok.”

“Almıyorum.”

“İŞKUR’a müracaat ettin mi?”

“Ettim yeğenim, ancak son 3 yılda ödenen primim 500 gün. 600 gün ödeme yapmış olmam lazımmış. Bizim işler sürekli değil ki, bir var bir yok. Bu primim bile nasıl ödenmiş bilmiyorum. Ancak zaten 600 gün primim yatsa da olmuyormuş benim iş.”

“Neden Galip Usta?”

“Son 120 günde primimin kesintisiz yatması lazımmış. Ben en fazla üç aylık işler bulabiliyorum. Fazlası olsa bile girdi çıktı yapanı mı ararsın, kayıtdışı çalıştıranı mı? İŞKUR’un kapısına gittim. İki kişiden biri çaresiz evine döndü. İşsizler arasında bile ayrım var.”

İşsizlik Fonu Galip Usta’ya yaramıyor ama; prim gelirleri, işverenlere teşvik, bankalara ucuz kaynak, işverenlere, belediyelere ücretsiz işçi temini için, mesleki eğitim adı altında yürütülen faaliyetler için kullanılıyor. 

Fon gelirleri yüksek enflasyon ortamında, bilinçli yatırım kararları ile hızla eritiliyor. Ocak-Ekim 2018 döneminde fonun getirisi yüzde 8, yurt içi ÜFE yüzde 40. 2016-2017 yıllarındaki kayıplar bir yana sadece 2018 yılında fonun reel kaybı yüzde 23.

İşverene yılın 10 ayında yapılan teşvik ve destek miktarı işsize ödenenin yaklaşık 2 katı.

Sonuç olarak Galip Usta işsizim dese de çare yok. Çünkü kimin işsiz sayılacağına, kimin işsizlik ödeneğine hak kazanacağına karar verenler öyle düşünmüyor. Siyaset işverenlerin önünü açmaya deniyor.

SERKAN ÖNGEL / BİRGÜN
İşsizlik Fonu ile ilgili önemli bir rapor: http://www.birlesikmetalis.org/index.php/tr/guncel/basin-aciklamasi/880-dokuz-baslikta-issizlik-sigortasi-fonu-nasil-talan-edildi

Geleceği konuşmuyoruz - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Filmlerimiz, dizilerimiz, yazılarımız hatta politikacıların nutukları bile geçmişle ilgili. Bu bir “geçmişten öğrenme” çabası olsa anlayışla karşılanabilirdi elbette ama bu aslında “gelecekten kaçışın” belirtisi. Geleceğe dair bir hedefin olmayışının itirafı. Geçmişe adım atarak geleceği inşa edemeyeceğimizi henüz öğrenemedik.


Bugün Osmanlıcılığa sığınanların, aslında yeni bir başarı yaratamadığı ve gelecekle ilgili kitlelere umut verecek bir icraat bulamadığı ortada. Tarihe, onun da sadece hoşlarına giden kısmına sığınmaları işte tam da bu yüzden. Mevcut durumu iyiye götüremedikleri için bugünü değil geçmişi tartışmaya açıyorlar. Bugünün otoriterleşme, ekonomik kriz ve dış politikanın iflası gibi sorunlarını herkes biliyor ama CHP dönemini sadece tarih ve siyasetle ilgilenen gençler hatırlıyor. O yüzden gündemi geçmişe çekmek ve istediğiniz gibi çarpıtmak iktidara vakit kazandırıyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ilk dönemlerinde projeleriyle gündemi kontrol ediyordu. Geleceği şekillendirmek, kısa dönemli projelerle ya da bizdeki gibi inşaat işleriyle olmasa da bunların en azından “bugün ve yarınla” ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Projelerin hemen hemen hepsinin ülkeye ekonomik ve çevresel zararlar getirmesiyle proje dönemi de kapandı. Köprüler, şehir hastaneleri, enerji projeleri sermayeyi eritti, kredi muslukları kapandı ve daha da önemlisi gelecek kuşakların ihtiyacını da karşılayacak doğa büyük yara aldı. Doğayı, ülkenin ekonomik ve sosyal geleceğini kuracağımız zemini böyle yaralamaya devam ettikçe bundan 10, 20 veya 50 yıl sonrası için bir erek oluşturamayız. O zaman, gelsin İsmet İnönü!

İkinci bir neden de bugüne ve geleceğe dair söz söylemenin tehlikeli olması. Behzat Ç. dizisini hepimiz hatırlıyoruz.

Emniyet içerisinde herkesin bildiği örgütlenmelere atıfta bulunması bile olay olmuştu. Sistemi eleştiren, hatta bırakın eleştirmeyi bugün yaşananı gösteren dizi ve filmler yayından kaldırılabiliyor, sansürlenebiliyor. Hükümetin, 16 yılda yarattığı ülkeyi halkına göstermeye tahammülü bile yok. Mesele siyaset de değil. Sigara üzerinden anlatalım…

Sigarayı ekranda göstermek isterseniz buzlamak zorundasınız ama biliyorsunuz ki ülkede varmış gibi yapılan sigara yasağı gerçekte uygulanmıyor. Nöbetteki polisinden, statları dolduran seyircisine kadar herkes yasağa rağmen sigara içiyor. AKP yetkilileriyse her fırsatta sigara yasağını başarı öyküsü gibi anlatıyor. Televizyonlar, gazeteler, sosyal medya ve siyaset; bırakın geleceği, yaşadığımız hayatı gündemine alabilse bunun gibi gerçekleşmeyen birçok icraat gözler önüne serilecek. 

Geçmişe dönmek hiçbir ilerlemeci ülke için ideal ya da erek olamaz. Dünyaya bakarak, gerçekten de ne kadar geçmişte yaşadığımızı görebiliriz. Son 25 yılda 300 milyondan fazla insanı yoksulluktan kurtaran Çin, 2050’ye kadar nüfusun yüzde 80’ini kentlere taşımayı hedefliyor. Bu sadece bir yer değiştirme hedefi değil. Endüstriyel kentlerdeki nüfus 500 milyona çıkarken, 600 milyon insan da ileri teknoloji kullanılan yörekentlerde (banliyö) yaşayacak. 

Danimarka 2050 yılında enerjisinin tamamını yenilenebilir kaynaklardan sağlamayı hedefliyor. Petrol, kömür ve doğalgazı tamamen terk edecek ülkede kullanılan elektrikten, ulaşıma, ısıtmadan endüstriye kadar her şey güneş, rüzgâr, biyokütle gibi kaynaklardan sağlanacak. Danimarka’nın geleceğinde ne kömüre, ne nükleere ne de petrole yer var.

Kişi başına düşen milli geliri 800 doların altındaki Ruanda’nın 2050 hedefi ise yaşam koşullarını yükseltmek. Atılacak adımlar arasında yeşil, akıllı, ekolojik kentler kurmak; ulaşımı modernleştirmek; toplumsal cinsiyet eşitliğini yaygınlaştırmak ve turizmi çeşitlendirmek gibi tüm gelişmiş ülkelerde görebileceğiniz konular var. Şeffaflık ve halkın katılımı da 2050 hedefleri arasında. Kimbilir, belki de otobüs durağının yerini değiştirmeden önce halka soruyorlardır. 


Türkiye’nin geleceğe dönük planları ise köprü yapmak, kanal açmak ve yine köprü yapmaktan ibaret. Sosyal ya da çevresel bir değerden, genç nüfusu heyecanlandıracak bir projeden bahsetmek zor. 

Şimdi neden favori dizimizin Ertuğrul, fon müziğimizin mehter ve haber bültenimizin İsmet İnönü olduğunu anladınız mı?

ÖZGÜR GÜRBÜZ / BİRGÜN

Sağcılığın zihin tahribatı - NAZIM ALPMAN

Geçmişin politik mücadelelerinde olduğu gibi güncel siyasi tahliller acısından bakınca da aynı yere geliniyor. Sol cenahın teorik düzeyi, iktidar tahlilleri, mücadele hedefleri, sınıfsal yaklaşımlarıyla sağın bu alandaki düzeyi kıyaslanamaz bir seviye oluşturuyor.

En başta da “dil sorunu” yer alıyor. Sağın en nitelikli teorisyenleri çok ciddi meselelerde bile savunduğu konunun önemi yanında, oluşturduğu metinler çok hafif kalıyor.

Siyasi belgeler oluşturmak yerine ırksal bakış açılarıyla ağır hakaretler, küfürler, aşılamalar öne çıkartılıyor. Siyasi sağ içinde özel bir yere sahip “Mücadele Birliği”nin(*) 1960 ile 1980 yılları arasındaki yazılı bütün metinlerini inceleyen akademisyen Dr. Ekin Kadir Selçuk’un doktora tezinde çok sayıda böylesi örnek yer alıyor.

Siyasi tahlil yapmak yerine hakaret etmek tercih ediliyor. Mesela 1970’lerde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) dünyada itibarı çok yüksek bir direniş simgesi halindeyken, Müslümanlık vurgusu en üst seviyede olan Mücadele Birliği yayın organlarında, FKÖ lideri Yaser Arafat için “Yahudi” ve “Komünist” deniliyor. FKÖ’nün de İsrail tarafından desteklenen bir “Yahudi komplosu” olduğu yazılabiliyordu. 

Türk sağına göre, solcular her zaman dış güçler tarafından desteklenen vatan hainleridir. Solun yazarları, şairleri, edebiyatçıları da öyledir. Ülkenin dört bir yanı düşmanlarla çevrilidir. Yetmiyormuş gibi bir de iç düşmanlar bulunmaktadır. 

Kimdir bunlar?

Adı işçiler, köylülerle birlikte anılan, eserlerinde emekçileri konu edinen yazarlar şairler… 

Komünistlik ve vatan hainliğiyle suçlanan bu yüzden hapishanelerde ömür tüketen yazarlarımızdan biri de Orhan Kemal’dir. Yazarın küçük oğlu Işık Öğütçü’nün titiz yönetimi altında olan Cihangir’deki Orhan Kemal Müzesi’ne geçenlerde bir sağcı öğretmen geldi. Müzeyi gezdikten sonra ziyaret defterine şu satırları yazdı:

“Türkiye’nin değerli insanı,
Sağcılık adına sizlerle öğrencilik yıllarında tanışamadık. Maalesef öğretmenliğimiz bittikten sonra sizin gibi değerli insanları tanımaya başladım. Bu acı benim için tarif edilemez. 
Özellikle Cumhuriyetin kuruluş yıllarında emeği geçen komünistlikle vatan hainliğiyle suçlanan çok değerli şair ve yazarların eserlerinin okunuyor olması ne güzel… Ne büyük emekler geride bırakılmış. 
Bu ülkeye emeği geçen siz değerli insanlara Cenab-ı Allah’tan rahmetler diliyorum. Mekânınız cennet olsun.
Adı-soyadı
İmzası”


Sayfanın altında adı soyadı ve imzası yer alan emekli öğretmenin samimiyetinden kuşku duymak insafsızlık olur. Artı o hayat defterini kapatmaya hazırlanıyor. Bir nevi sessizce günah çıkartıyor. Ama ülkenin sağcıları emekli sağcı öğretmenin bütün hayatını zehirleyen yoldan yürümeye devam ediyorlar. 

Sağcılık işte böyle zihinsel tahribatlara sebep oluyor.

NAZIM ALPMAN / BİRGÜN

(*) “Mücadeleciler” İletişim Yayınları 2018

Önce ekonomi, arkasından siyaset - Ergin Yıldızoğlu

Hannah Arendt, Totaliterliğini Kökenleri başlıklı çalışmasının, Emperyalizm  bölümünde, I. Dünya Savaşı’na götüren dinamiklerle ilişkili şöyle bir tespit yapıyordu: 
Tarihte “ilk kez, parasal yatırım olanaklarının (sermaye ihracı-EY) yolunu güce (diplomasi ve askeri-EY) yapılan yatırım açmıyordu. Bu kez, uzak ülkelerde denetimsiz yatırım (sermaye ihracı-EY), toplumun geniş bir kesimini kumarbazlara, kapitalist ekonomiyi bir üretim sisteminden finansal spekülasyon sistemine dönüştürerek, üretimden elde edilen kârların yerine komisyonlardan elde edilen getirileri koyuyordu. Artık güç ihracı, para ihracının (sermaye ihracının-EY) izinden gidiyordu. Emperyalist dönemden önceki on yıl, geçen yüzyılın 70’leri mali spekülasyonda, dolandırıcılıkta ve hisse senetleriyle kumar oynamada görülmemiş bir artışa tanık oldu” (Çeviri bana ait- sf-181)
 
Diğer bir deyişle: Siyasi gücün, ekonomik çıkarın yolunu açtığı, “önce işgal et sonra ekonomik kullanıma aç” olarak tanımlayabileceğimiz sömürgecilik döneminden farklı olarak, sermaye, mal ihracı ile oluşan ekonomik etki, siyasi etkinin önünü açıyordu. 
İkincisi, finansallaşma ilk kez olmuyor. Finansallaşma, sanıldığı gibi, kapitalizmin yeni bir aşaması değil, kapitalist krizin bir ürünü. Finansallaşmayı mali kriz, onu da siyasi gerginlikler izliyor. Arendt’in işaret ettiği gibi, dişinden tırnağına silahlı bu  imparatorlukların  ekonomik rekabeti savaşlara yol açıyor.

Jeoekonomik dünya düzeni 
Arendt’in bu saptamalarını, önceki hafta Lawfare dergisinde yayımlanan “Jeoekonomik Dünya Düzeni” (Roberts, Choer, Ferguson) başlıklı denemeyi okurken anımsadım. Yazarlar, dünyaya esas olarak ABD çıkarlarının merceğinden bakıyorlar.
 
Yazarlara göre, soğuk savaş sonrası (küreselleşme döneminde-EY) ticaret ve yatırım ortamının serbestleşmesinin, bölgelerin, ülkelerin ekonomik entegrasyonun ulusal ekonomik çıkarları desteklediğine, karşılıklı ekonomik bağımlılığın barışı ve işbirliğini güçlendirdiğine inanılıyordu. O dönemde, jeopolitik süreçler esas olarak ekonomik çıkarlardan ve araçlardan bağımsız olarak ilerliyordu. Bu ortamda ekonomik ilişkilerden, bu ekonomik ilişkileri düzenleyen yasalardan oluşan karmaşık bir uluslararası sistem oluşmuştu. 
Yazarlara göre, 11 Eylül saldırısı, Afganistan ve Irak savaşları, ekonomik açıdan marjinal öneme sahip ülkeleri güvenlik açısından öne çıkardığında bile, dikkatler esas olarak, ticaret ve yatırım anlaşmalarının üzerinde değil askeri müdahalelerin meşruiyeti, tutuklama süreçlerinin yasallığı, İHA saldırılarının hukuki zemini gibi konular üzerinde odaklanıyordu. (Irak işgal edildikten sonra ekonomisinin nasıl özelleştirildiğini, yatırıma ve ticaret açıldığını anımsayarak devam edelim.)
 
Ancak, yazarlara göre bu durum artık değişiyor. Özellikle 2008’den sonra, en azından ABD açısından ekonomik çıkarlarla, güvenlik konuları arasında bir yakınsama başlamış. Bu yakınsama üzerinde yeni bir Jeoekonomik dünya düzeni şekillenmeye başlamış. 
Şimdi, küresel ekonomide güç dağılımı değişirken büyük güçler arası rekabet hızlanıyor. Devlet arası eşitsizlikler azalırken toplumlarının içindeki eşitsizlikler artıyor. Bu da küreselleşme (uluslararası işbirliği ekonomik entegrasyon ve benzeşme) karşıtı popülist hareketleri güçlendiriyor. 

Yazarlara göre, 2008 mali krizinde ABD’nin ekonomik modeli “Washington Mutabakatı”na (neoliberalizm) güven kaybolurken Çin’in kriz içinde yükselmesi ABD’de kaygı uyandırıyor. ABD ve Çin arasında stratejik rekabet giderek hızlanıyor. Bu yeni jeoekonomik düzende, ekonomik araçlar, jeopolitik kazanç elde etmek amacıyla, giderek daha yoğun biçimde kullanılıyor. 

Arendt’in saptamalarına dönersek, ekonomik güç, ticari korumacılık, ekonomik yaptırımlar gibi araçlarla siyasi-jeopolitik gücün önünü açmak, rakibin teknolojik gelişme hızını, siyasi gücünü sınırlamak için giderek daha yoğun biçimde kullanılıyor. 

Bu sırada uluslararası ilişkileri düzenleyen, ticaret anlaşmaları, küresel ısınmaya karşı uluslararası işbirliği anlaşmaları, nükleer silahları sınırlamaya ilişkin anlaşmalar teker teker çöküyor. Bu birbiriyle rekabet eden büyük güçlerin, üçüncü ülkelerle (daha zayıf, yoksul, az gelişmiş ülkeler) yaptıkları ikili anlaşmaların sayısı ve kapsamı artıyor. 

Dünyanın ekonomik coğrafyası de facto paylaşılırken, hızla silahlanmakta olan büyük güçler açısından, ulusal güvenlik konularıyla, piyasaların, tedarik zincirlerinin, gıda, su, mineral, enerji kaynaklarının güvenliklerinin rakip ülkelere karşı korunması gereksinimi iç içe geçiyor. Adeta tarih kendini tekrarlıyor

En azından, Mark Twain’in deyimiyle “kafiyeli konuşmaya başlamış” gibi görünüyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Fettah Tamince’yi kurtaran el - Barış Terkoğlu

Üzerinizden bir tank geçse ne olur? 
Daha zoru, iki tank geçse? 
15 Temmuz gazisi Sabri Ünal o gece sağ çıkmayı başardı. Cumhurbaşkanı, kürsüye çıkarıp alnından öpmüştü. Şimdi “hain” ilan edecekler diye korkuyorum. 
Çünkü geçen hafta gazi kimliğini, madalyasını iade etti. “15 Temmuz gecesi sokağa fırlamak kendi aptallığımdı” diyordu. Parasızlıktan madalyasını rehin veren bir gaziye, kendisini aptal gibi hissettiren ve öfkelendiren neydi? 
Yanıtını şöyle verdi: 
“Zaman gazetesi imtiyaz sahibini FETÖ’cü bulmayan devlet…” 
Dolan bardağı taşıran, öyle anlaşılıyor ki Fettah Tamince hakkında “kovuşturmaya yer yok kararı” verilmesiydi.

Nasıl taşırmasın? 

Fethullahçılarla çocukluktan tanışan, Pensilvanya’ya defalarca giden, FETÖ’nün çağrısıyla açtığı üniversitesi ve vakfı 15 Temmuz’un ardından kapatılan, 2014’te Zaman gazetesine ortak olan Tamince’nin yargıdan “tertemiz” çıkması herkesi şaşırtmıştı. 
Ünal’ın sözleri canımı acıttı, Tamince’yi kurtaran karara bir kez daha baktım.

Devlet ona ‘kal’ demiş 
“Hukuk başarısı” sayılabilecek karardaki genç avukatı tanımıyordum. Araştırınca fark ettim. Ortaklığını Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatı Mustafa Doğan İnal’ın yaptığı ofisin çalışanıydı. İlk değil, Antalya’da da Tamince’ye FETÖ soruşturmasında takipsizlik aldıran, Erdoğan’ın avukatlarından Ahmet Kürşat Köhle’ydi. 

İstanbul Cumhuriyet Savcılığı kararında, hem Fettah hem eşi Duygu Tamince şüpheli olarak yer alıyor. FETÖ bağlantılı şirketlerdeki ortaklıklar, örgütün derneklerine üyelikler, Bank Asya’ya yatan paralar, örgütün vakıf ve üniversitesindeki sahiplik sıralanıyor. Gizli tanıklar Ufuk ve Sultan, açık tanık Selim Külahlı’nın Orta Asya’daki ihaleler dahil FETÖ-Tamince ilişkisine dair ifadeleri aktarılıyor. 

Tüm bunları birleştiren savcılık şu sonuca varıyor: “17-25 Aralık darbe teşebbüslerinden sonra FETÖ/PDY ile irtibat ve iltisakı bulunduğuna dair yeterli delil elde edilemediği…” 

Zaman’a resmen ortak olmasını sorarsanız savcılığın yanıtı şu: “Pay alarak kısa bir dönem hissedar olması tespitiyle ilgili şüpheli savunmasının aksine delil bulunmadığı…” 
“Aksine delil bulunmayan” savunmada neler söylenmiş diye baktığımda şunu gördüm: 
“Feza Gazetecilik AŞ’de önceden tanıdığı Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca’nın, 2013 yılı sonlarında Feza Gazetecilik AŞ’nin bir kısım hisselerini kendisine devretmeyi teklif ettiklerini, kendisine pay devri teklifi geldiği dönemde o zaman Cemaat olarak bildiği yapıyla ilişkili yayın organlarının özellikle çözüm sürecini yıpratmak amacıyla hükümete yönelik eleştirel yazı ve haberler yayımlayarak algı oluşturmak istediklerini gördüğünü, kendisinin ise çözüm sürecinin desteklenmesi gerektiğine inandığını, çözüm sürecine karşıt ve hükümeti yıpratmaya yönelik yayın politikasını değiştirmek için o dönem bulunduğunu, bu şekilde Cemaat olarak bildiği yapıya ait yayın organlarının hükümet karşıtı yayın politikasını değiştirmek, bazı konularda müdahil olarak denge olabilmek düşüncesiyle Feza Gazetecilik AŞ’den pay almaya razı olduğunu…” 


Tamince 17-25 Aralık’tan sonra bile FETÖ ilişkili üniversite ve vakfı himaye etmesini ise şöyle açıklıyor: 

“Bu üniversiteden ayrılmak istediğini en üst düzey devlet makamlarına ilettiğini, ancak kendisine üniversiteden ayrılmayarak mütevelli heyeti başkanı olarak kalması, üniversitenin idari ve akademik kadrosunun FETÖ/PDY örgütü elemanlarından  temizlenmesi talimatlarının verildiğini, bu talimatlardan sonra üniversiteyi iltisaklı devlet kurumları ile koordineli çalışarak FETÖ/PDY örgütü elemanlarından temizlemek için çalışmalar yaptığını…” 

Tamince ifadesinin devamında “devlet kurumları ile samimi çalışma işbirliği” yaptığını söyleyerek “2014 Mayıs ayından itibaren” FETÖ’den uzaklaştığını anlatıyor.

Erdoğan’ın avukatları Tamince’nin üniversitesinde 
Antalya ve İstanbul’un dışında, Tamince’nin Konya’daki FETÖ soruşturmasından da beraat ettiğini hatırlayınca ilginç bir tablo ortaya çıkıyor. Sanki bir “el” Tamince’yi FETÖ çukurundan çekip çıkarmış. Bu “el” sayesinde 15 Temmuz’un ardından kapatılan Fettah Tamince’nin himayesindeki ‘Gaye Eğitim Sağlık Spor ve Çevre Vakfı’ yeniden açılmış. Sahip olduğu Antalya’daki üniversite de yoluna devam etmiş. 

Bugün Tamince’nin Antalya Bilim Üniversitesi’nin sitesine girip “mütevelli heyetinde kim var” diye bakın. Başkan Fettah Tamince’nin altında Cumhurbaşkanı’nın avukatları  Ahmet Özel, Ahmet Kürşat Köhle, Mustafa Doğan İnal ve yine İnal’ın bürosundan  Tevfik Günal’ın adlarını göreceksiniz. 

“Tamince’nin hukuk başarısı”nın kuşkusuz mimarı olan Erdoğan’ın avukatlarını ve Zaman’ın eski ortağının üniversitesindeki yeni görevlerini kutluyorum! 

Şike kumpası davasında Aziz Yıldırım’ın avukatlığını alırken Erdoğan’ın avukatlığından ayrılan Faik Işık’ı bu yazıdan sonra arayacağım: 

Faik Bey herhalde siz yanlış yapmışsınız!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

AKP, eyalet sistemine nasıl formatlandı? - Arslan BULUT

AKP milletvekili Ravza Kavakçı, Twitter hesabında Almanya ziyaretini, "AK Parti Genel Merkez heyetimizle Alman Federal Konseyi Bundesrat'ı ziyaret ettik ve ayrıca Federal Sistem hakkında bilgi alışverişinde bulunduk" ifadeleriyle paylaştı.
AKP'nin federal sistem incelemeleri resmi olarak 2010 yılında ABD'de başladı. Gazeteci Yılmaz Polat, Ulus Dağı Yayınları arasında çıkan  "CIA Pençesinde Açılım" adlı kitabının 163 ve 164'üncü sayfalarında aynen şu bilgileri vermişti:
"Abdullah Gül, 8 Ocak 2008'de Bush'a konuk oldu. Görüşmede, Kürt sorunu üzerinde durularak siyasi çözüm tartışıldı. Beyaz Saray görüşmede PKK ve siyasi çözüm yöntemlerinin ele alındığını bildirdi. 

2006'da kamuoyuna yansımayan bir anlaşma da yapılmıştı ve o tarihten beri Kaliforniya Eyaleti Sacramento bölgesinden atanan bir Amerikalı savcı, Türk Adalet Bakanlığı'nda danışman olarak çalışıyordu."

                                        ***
Mehmet Ali Şahin, Danıştay baskını sırasında Devlet Bakanı idi ve TBMM'de yaptığı konuşmada, olayın sebebi ile ilgili olarak, "sürprizlere hazır olun" demişti. Başbakan Tayyip Erdoğan, Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin ve Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, bu tür olayların tamamından milliyetçileri veya ulusalcıları sorumlu tuttular. Amerikan Büyükelçiliği'nin İnternet sitesinde bir hukuk müşavirinin, 2006 yılında ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nde konuşlandığını, bu müşavirin, yerel savcı ve diğer kolluk personeli ile birlikte çalıştığına dair bir haber vardı.

Barış Terkoğlu, odatv'de yayınladığı haberde Amerikalı savcının 25-26 Ocak 2007'de, İstanbul'daki hakimevinde sekiz Türk kentinden özel yetkili cumhuriyet başsavcı vekilleri ile dört yargı temsilcisinden oluşan bir heyetle çalıştay düzenlediğini bildirdi.

Aydınlık'tan Mehmet Bozkurt ve Umut Albayrak, o savcının Susanne Hayden olduğunu açıkladı. Ergenekon soruşturmaları işte böyle başlatıldı! İçişleri Bakanlığı'nda da ulusalcılığı suç olarak gösteren bir rapor yayınlandı.

                                      ***
Dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 2010 yılı Aralık ayında aniden ABD'ye gitti ve döndü. Ergin, Washington'da Amerikan Adalet Bakanı Eric Holder ile görüştü, Atlantic Council adlı düşünce ya da araştırma kurulusunda bir grupla bir araya geldi.

O sırada herhangi bir gazetede yazmayan gazeteci Yılmaz Polat, bana şu bilgiyi verdi:
"Adalet Bakanlığı Müsteşarı ve beraberindeki sekiz hakim ve savcı ABD Adalet Bakanlığı'nın davetlisi olarak önce Washington sonra da Colarado ve Arizona gibi bazı eyaletleri dolaşıyor, eyalet sistemini inceliyor. Bu eyaletler Meksikalıların, Güney Amerikalı nüfusun yaşadığı, yani azınlıkların yoğun olduğu, eyalet kanunları da ona göre düzenlenmiş yerler.. Ayrıca, Arizona Meksika sınırında..
Bir haftalık gezinin masrafları da Amerikan Adalet Bakanlığı'ndan karşılanıyor."

ABD'nin 27 Haziran 1995 tarihli resmi FBIS bülteninde, "ABD'nin eski Moritanya Büyükelçisi" unvanı kullanan David Adolph Korn'un Abdullah Öcalan ile yaptığı görüşmeler yayınlanmıştı.

O görüşmede, terör örgütünün başı Öcalan, "Biz Amerika'da olduğu gibi federal bir devlet, İspanya ve Almanya'da olduğu kadar da demokrasi istiyoruz. İsteğimiz, soykırıma son verilmesi ve bunun için ABD'nin aracılık yapmasıdır." demişti.
                                        ***
Tabii AKP kurulmadan önce, 2 Temmuz 2001 tarihinde ABD'den gönderilen ve sonradan parti programı haline getirilen gizli belgede de "Küreselleşmenin bir adı da şehirleşmedir. Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir." denilmişti.
Kısacası, AKP, kurulduğu günlerden hemen önce eyalet sistemine göre formatlanmıştı!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

28 Kasım 2018 Çarşamba

İşsizlik Fonuna 2019 yılında daha uzak olacağız - KADİR SEV

İşsizlik fonu, kendi istek ve iradesi dışında işsiz kalan sigortalılara destek vermek amacıyla 1999 yılında kurulmuştu.

Nedense işsizlere pek nasip olmadı.

İşsizlerden esirgenen paralarla milyarlarca lira biriktiriliyor. Merkezi Bütçenin nakit gereksinmesi gideriliyor; bütçeden karşılanması gereken harcamalar fon bütçesinden ödeniyor.

Patronların gölgesi de hiç eksilmedi.

İşsizlik Fonu Yasası ve Fon Yönetmeliğinde 2008 yılından bu yana çok sayıda değişiklik yapıldı. Her değişiklikle, Fon ile işsizliğin bağı biraz daha zayıflatıldı.
2008 yılında, Amaç başlıklı 46’ncı maddesi değiştirildi; “…sigortalılara işsiz kalmaları halinde, bu Kanunda öngörülen ödeme ve hizmetlerin yerine getirilmesini sağlamaktır” cümlesindeki; “işsiz kalmaları halinde…” sözcükleri çıkarılarak, işsiz kalmak ile Fon bütçesi ilişkisi koparıldı.

2011 yılında 48’nci maddesine, her anlama çekilebilecek; “istihdamı artırıcı ve koruyucu tedbirler almak ve uygulamak…” cümlesi eklendi. Bu kurala dayanarak bütçe ödenekleriyle karşılanması gereken danışmanlık, mesleki eğitim, toplum yararına çalışma gibi hizmetlerin gerektirdiği harcamalar, Fon bütçesinden ödenmeye başlandı.

48’nci maddesi 2015 yılında yeniden değiştirildi ve bu kez bir kısım İŞKUR personelinin maaşlarının da Fon bütçesinden ödenmesi sağlandı.
Patronların ve AKP’nin Fon bütçesi üzerindeki baskıları kesintisiz sürüyor. Kasım ayı içinde iki değişiklik daha yapıldı. 

27 Kasım günü (dün) yayımlanan 382 sayılı CB Kararnamesiyle, Merkezi Bütçeden karşılanması gereken giderlerin Fon bütçesine olan yükü, prim gelirlerinin %20’si oranında artırıldı. 

9 Kasım günü yayımlanan Kısa Çalışma Ödeneğine ilişkin yönetmelik değişikliğiyle ise kriz dönemlerinde patronların üzerindeki “ücret maliyeti” azaltıldı.
Bu iki değişikliği kısaca gözden geçirelim.

Merkezi bütçeyi rahatlatmak için Fon bütçesinden daha çok para ödenecek
İşsizlik Yasasının 48’nci maddesinin 7 fıkrasında 2011 ve 2015 yıllarında yapılan değişikliklerle, işgücünün istihdam edilebilirliğinin artırılması; çalışanların niteliklerinin yükseltilmesi; işsizlik riskinin azaltılması; istihdamı artırıcı ve koruyucu önlemler alınması; danışmanlık hizmeti verilmesi; işgücü piyasası araştırmaları yapılması gibi hizmetler ile İŞKUR personelinin bir bölümünün maaşlarının Fon bütçesinden karşılanması öngörülmüştü.

Maddeye göre, bu hizmetler için yapılacak ödemeler, bir önceki yıl prim gelirlerinin %30’unu aşamayacak ancak, Bakanlar Kurulu Kararıyla %50’ye çıkarılabilecekti.
27.11.2018 günlü yayımlanan CB kararnamesiyle 2019 ve 2020 yılları için %50’ye çıkarıldı.

Fon bültenlerinden, Ocak-Ekim/2018 arasında 11,4 milyar lira prim tahsil edildiği; Eylül ve Ekim aylarındaki tahsilat tutarının yaklaşık 1,2 milyar lira olduğu görülüyor. Bu hesaba göre 2018 yılında yaklaşık 13,8 milyar lira tahsil edilmiş olacak.

Oran %30’da bırakılsaydı 2019 yılında 4,1 milyar lira ödenecekti. %50’ye yükseltilmesiyle 2,7 milyar lira fazlasıyla 6,9 milyar lira ödenmesine olanak tanındı.

Kısa çalışma ödeneği ve patronlar:
Kısa Çalışma Yönetmeliğinde, 9 Kasım/2018 günü yapılan değişiklikle, patronların ücret yüklerinin bir bölümünün kriz dönemlerinde Fon bütçesinden ödenmesine olanak tanındı.

Değiştirilen Yönetmelik, İşsizlik Sigortası Yasasına 2009 yılında eklenen geçici 2’nci maddesine dayanılarak çıkarılmıştı. Maddede; “Genel ekonomik, sektörel veya bölgesel kriz ile zorlayıcı sebeplerle işyerindeki haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak önemli ölçüde azaltılması veya işyerinde faaliyetin tamamen veya kısmen geçici olarak durdurulması hallerinde…” eksik çalıştıkları süreyi aşmamak üzere Fon bütçesinden en çok üç ay kısa çalışma ücreti ödenebilir… deniliyordu.
9 Kasım günü yayımlanan değişiklikle, önceki metinde yer alan, deprem; sel; yangın; su baskını; salgın hastalık; seferberlik ve benzeri nedenler arasına “dışsal etkilerden kaynaklanan dönemsel durumlar” sözcükleri eklendi. Böylelikle kriz sözcüğü kullanılmadı ama tarif edilmiş oldu.

Bu arada kısa çalışma ödeneği ödenmesine ilişkin kuralları yorumlayacak yetkililerin elini rahatlatmak amacıyla küçük bir değişiklik daha yapıldı.
Yönetmeliğin 7/4 fıkrasında; “Kısa çalışma ödeneği, ekonomik gelişmelerin işyerinin faaliyetleri üzerine etkileri doğrultusunda uygunluk tespitinde belirtilen süreyi aşmamak kaydıyla, fiilen gerçekleşen kısa çalışma süresi üzerinden verilir” deniliyordu. Bu cümleden; “ekonomik gelişmelerin işyerinin faaliyetleri üzerine etkileri doğrultusunda” sözcükleri çıkarıldı ve böylelikle kriz ile ilişkisi bulanıklaştırıldı.

Kısacası işsizlik fonu işsizlerden giderek uzaklaştırılıyor.

Kadir Sev / SOL

Alman siyasetinde üç fotoğraflı tablo / ANALİZ - Tevfik Taş

Alman sokaklarının siyasi gündeminde üç başlığın altını çizmekte yarar var.


BİRİNCİ FOTOĞRAF
6/8 Aralık tarihleri arasında Hamburg'da gerçekleştirilecek Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi kongresinde Merkel'in yerine kimin geçeceği belirlenecek. Hotel Atlantic Kempinski'de toplanacak olan CDU'lu 1001 delege, Merkel'in yerine geçecek adayı seçmek için oylarını kullanacak. 

Merkel sonrası için harekete geçen adaylara ilişkin soL sayfalarında kısmi ön bilgilendirme yapmıştık. Bu bilgilendirmeye kaldığımız yerden devam edelim.
Merkel'in koltuğuna talip üç adaydan en zayıfı ile başlayalım. Bu isim, Sağlık Bakanı Jens Spahn'dır. ABD Berlin Büyükelçisi Richard Grenell'in yakın dostluğuna kazanmış Spahn, muhafazakâr CDU'nun teamülleri ile pek uyuşmasa da, geçen yıl erkek arkadaşı ile nikah kıymış 28 yaşında bir eşcinsel. Parti içerisinde ''daha sağda'' diye tanımlanan yelpazede yer alan Spahn, sığınmacı siyaseti konusunda Merkel'e karşı eleştirel tutumu ile tanınıyor.

Merkel'in sığınmacı siyasetini ''züccaciye dükkanına girmiş fil'' olarak tanımlayan Spahn, Avrupa Birliği sınırlarının sıkı denetimine vurgu yapıyor. Genel Başkanlık adaylığında en düşük oy oranına sahip olduğu belirtilen Spahn'ın seçilecek yeni genel başkana karşı sıkı muhalefet edeceği de belirtiliyor.

Merkel'in koltuğuna aday ikinci isim, Alman aktif siyasetinde 17 yıldır adı sanı okunmayan Friedrich Merz'dir. Merz, Alman-Amerikan dostluk derneği olduğu ifade edilen ''Atlantik Brücke'' derneğinin başkanlığını yürütüyor. Bu son derece etkili dernek dışında, Frankfurter Allgemeine Zeitung'dan Lorenz Heimicker'in deyimi ile Merz, ''mali endüstrinin en etkili lobicisi'' olarak tanınıyor. (FAZ, 12 Kasım 2018)

Friedrich Merz'in Alman faşist hareketinin kitleselleşen yeni partisi Almanya İçin Seçenek'e (AfD) karşı etkili olabilecek bir figür olduğu dillendiriliyor. Yerleşik dengeler içinde kalınması ve ABD ile ile ilişkilerin mevcut parametreler içinde tutulması konusunda Merz'in önemli bir işlevi olabileceği kaydediliyor.

Doğrudan anaakım medya içinde ifade edilen bir görüşe göre, Merz, ''AfD için tehlikeli olabilir.'' (Helene Bubrowski, FAZ, 31 Ekim 2018)

''Paranın adamı'' olarak nitelenen Merz, milyoner olduğunu pervasızca açıklarken, bunun bir meziyet olduğunu iddia edip, Donald Trump gibi, ''kendim için değil, ülkem için siyaset yapıyorum'' teranesine sığınıyor.

Friedrich Merz'in ''tehlikeli olabileceği'' iddia edilen AfD'nin şefi Alexander Gauland, geçtiğimiz günlerde Merz için ilginç değerlendirmelerde bulundu. 
Alexander Gauland Jens Spahn'ı ciddiye almaz görünürken, Friedrich Merz için ''akıllı adam, akıllı siyasetçi'' nitelemesinde bulunuyor. Faşist partinin şefi Gauland, Merz ile aynı partide (CDU) yıllarca siyaset yapmış olmanın verdiği rahatlıkla, Merz için ''CDU'yu zor zamanlarda yarı yolda bıraktı'' diyerek de hayıflandığını ifade etmekten geri kalmıyor. Bununla birlikte Gauland Merz'i, ''uzun erimli ya da bir defalık AfD ile çalışılması mümkün'' olan bir aday olarak gördüğünü açıkladı.

Merkel'in olası halefi Merz ise AfD için hiç de olumlu konuşmamaktadır. Merz WDR 5 radyosuna verdiği mülakatta, AfD için, ''koalisyonun asla mümkün olamayacağı''nı açıkladı. Merz AfD'yi, ''sağ köktenci, hatta düpedüz nasyonal sosyalist'' olarak tanımladı.

Oysa bilinen bir taktik: Merz, AfD'yi dışta bırakarak, onun sığınmacılar siyaseti dahil olmak üzere pek çok kartını CDU eli ile yürürlüğe koymak istediğini belirtmek gerekiyor. Yeri gelmişken belirtmekte yarar var, Merz'in bir diğer lakabı da ''güncellenen pragmatizm''dir. Merkel döneminde CDU'nun eşcinsel evliliği, atom enerjisinden uzaklaşma, sığınmacılar siyaseti vb başlıklarında ''realiteden kopulduğu'' iddia edilerek, Merz'in ''güncellenen pragmatizm''i ile yeniden realiteye dönüleceği beklentisi pompalanıyor.

Bu veriyi besleyen bir saptama da yine sermayenin amiral gemisi Frankfurter Allgemeine Zeitung'dan geldi. FAZ siyaset editörü Berthold Kohler, CDU programındaki sığınmacılığın BM hükümleri ile uyumlu maddelerini ''son tabu'' olarak niteleyerek, Merz'in Merkel'in yerine geçmesi durumunda bu ''son tabu''yu değiştireceğini savlıyor. AfD şefi Alexander Gauland için ''bonsai Hitler'' tanımını tercih eden Kohler, Merz'in AfD'de saptadığı altı maddelik yumuşak karına çalışacağını kaydetti. Bir benzetme ile, Agah Oktay Güner'in 12 Eylül mahkemelerinde ettiği, ''fikrimiz iktidarda, kendimiz içeride'' durumu...

Küçük rötuşlarla da olsa Merkel çizgisinin sürdürücülüğünü savunan ve ABD ile ilişkilerin mevcut parametreleri içine kalması için gayret gösterecek olan Merz dışında, Merkel'in yerine geçmesi en muhtemel adayın Annegret Kramp-Karrenbauer olduğunu bir kez daha belirtmekte yarar var. 

2017 Saarland eyalet seçimlerinde sosyal demokrat rakibi Martin Schulz'u yenerek eyalet başbakanı seçilen Annegret Kramp-Karrenbauer 56 yaşında, Katolik ve parti içerisinde ''Küçük Merkel'' olarak tanınıyor.

Parti içerisinde popülaritesi çok yüksek olan Annegret Kramp-Karrenbauer'in Merkel'in yerine seçilmesine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Küçük Merkel lakaplı Kramp-Karrenbauer'ın adı sayılan iki rakibine göre en geleneksel siyasetçi olduğunu belirtmek gerekiyor. Sosyal demokrat rakiplerine karşı pek mahir olduğunu kanıtlayan Kramp-Karrenbauer'ın AfD konusunda aynı beceriye sahip olamayacağı neredeyse genel kanı olarak paylaşılıyor.

Kramp-Karrenbauer'ın Hamburg kongresinden Merkel'in yerine parti genel başkanlığına seçilmesi ne kadar muhtemel ise, olası erken seçimlerde CDU'daki oy kaybını durdurma konusunda ketum kalacağına da bir o kadar kesin gözüyle bakılıyor.

Alman büyük sermayesinin emperyalist talepleri CDU ile olmaz ise, ya CDU bu taleplere uygun olarak parti içi bir operasyonun nesnesi haline getirilecek ya da AfD'nin büyümesi için CDU kaldıraç işlevi görecek şekilde yeniden konumlandırılacak gibi görünüyor.

İKİNCİ FOTOĞRAF
Kasım ayı ortasında Almanya'da ''Seküler İslam Girişimi'' adında bir toplam kendisini deklare etti. Çarşamba günü gerçekleştirilecek Alman İslam Konferansı (AİK) dördüncü dönem toplantıları arifesinde kuruluşu açıklanan bu inisiyatif, tanınmış figürlerden oluşuyor. Yeşiller partisinden Cem Özdemir, avukat Seyran Ateş, sosyolog Necla Kelek, siyaset bilimci Hamed Abdel-Samad, psikolog Ahmad Mansor gibi isimlerin vitrininde yer aldığı bu inisiyatif, ''çağdaş İslam anlayışı'' ile hareket ettiklerini açıkladılar. Kuruluş bildirgelerinde İslam'ın yorumlanmasını tekelinde tutan, ''demokrasiden uzak'', siyasallaşmış İslam'dan uzak durmak kadar, toplumda yükselen İslam karşıtlığına da karşı olunduğu belirtiliyor.

''Müslüman Luther'' diye de tanınan Seyran Ateş, Almanya'nın yanıp tutuştuğu ''Almanya tipi İslam anlayışı'' için harekete geçmekte gecikmemişti. Bir yıllık bir rötar ile koroya diğer ''popüler isimler'' de katıldı. 

''Madem İslam kendi içsel dinamikleri ile kendisini kapitalizme uyarlayamıyor, iş başa düştü'' mealinde açıklanacak bu tutuma Erdoğan'ın DİTİB'in iplerini elinde siyasi bir araç olarak tutmaya başlaması ile daha bir hız kazanmış oldu. 

AKP-Cemaat koalisyonunun sair nedenlerle 2015'de bozulup, darbe girişimlerine konu olması ile Almanya'da da işler eskisi gibi yürümemeye başladı. Milli Görüş üzerinden ''Müslüman cemaat''i denetleyen Alman devleti, DİTİB'in Erdoğan tarafından ''FETÖ''cülere karşı işlevlendirlmesi ile ülkede yaşayan Müslüman kökenli göçmenler konusunda yeni tasarruflara gitme kararı aldı.

''Alman İslamı'' terimi Alman İslam Konferansı (AİK) 2006 yılında dönemin İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble tarafından ilk kez hayata geçirildiğinden beri yürürlükte olmasına karşın, hiç bu kadar etkili bir kullanıma tabi tutulmamıştı. 
Sosyal demokrat SPD'nin Alman siyasetinin kabuk değiştirmesine paralel erimeye yüz tutması, denge siyaseti güden yapılarda ciddi erozyonlara yol açtı. Kitlesel faşizmin önünün açıldığı koşullarda, militan liberalizmin yükselen partisi olarak Yeşiller'in ''dinin dinle terbiye edilmesi'' kartına da oynamak istemesi olağan karşılanmalıdır.

Deve kuşu gibi uygunsuz bir ifade olan (ne deve gibi yük taşır, ne de kuş gibi kanatlanıp uçabilir) ''seküler İslam'', militan liberalizmin elinde Alman devletinin çıkarları doğrultusunda kullanılan bir yapaylık olarak dolaşıma sürülüyor. 

ÜÇÜNCÜ FOTOĞRAF
Chemnitz kentindeki Neo-Nazi kalkışmasını masumlaştırıp, gözden kaçırma çabasında yakayı ele veren Alman iç istihbarat servisi Anayasayı Koruma Teşkilatı (BfV) başkanı Hans-Georg Maassen'ın görevden azledilmesi akabinde kurum içerisinde son derece önemli bir gelişme yaşandı.

Koalisyon hükümetinin Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) partili küçük ortağındaki İçişleri Bakanlığı ve bunun başındaki Horst Seehofer'in tüm cansiperane gayretlerine karşı görevinde kalamayan Maassen'ın yerine aynı kurumdan yardımcısı Thomas Haldenwang getirilmişti. Bu önemsiz yer değiştirmenin ötesinde, ilk kez kurum bünyesinde göçmen kökenli, müslüman aidiyetinden olan bir Türkiye kökenli başkan yardımcılığına getirildi.

Sinan Selen adında 46 yaşındaki İstanbul doğumlu hukukçu, yıllardan beri Federal Kriminal Dairesi'nde çalışıyordu. Ayrıca Alman turizm acenta devi TUİ'de de güvenlik uzmanı olarak çalışan Sinan Selen, kurum tarihinde bu düzeyde konuma getirilen ilk göçmen olarak kayıtlara geçti.

Alman istihbaratının haftalık yayın organı gibi çalışan Focus dergisinde ilk kez açıklanan bu karar, Junge Welt gazetesinde Kristian Stemmler tarafından ''bağlantı subayı'' olarak nitelendirildi. Türkiye MİT'i ile yakın çalışma deneyimi olduğu ifade edilen Sinan Selen'in bu derece kritik bir göreve getirilmesini Alman sağı şiddetle kınarken, Alman liberalleri göç politikalarının başarısı diye sevindirik oldu. 

Üçüncü fotoğrafa iliştirilebilecek son kare ise, ana akım medyanın ıska geçtiği bir haber. Berlin merkezli TAZ gazetesinde yer alan habere göre, Alman ordusu içerisinde örgütlü bir ağı yöneten ve ''Hannibal'ın Gölge Ordusu'' adı verilen bir gruba ilişkin. Alman ordusu içerisinde yer alan özel bir teşkilatın siyasi cinayetler için hazırlık yaptığına dair haber var. Daha önce  üsteğmen Franco A. olayında gündeme gelen ordu içi Nazi örgütlenmesine ilişkin yeni bulgular ortaya çıkıyor. 

''Kaos günü'' diye adlandırılan iç savaşa hazırlandığı ifade edilen Nazi özel kuvvetleri konusunda Christina Schmidt, ''Güvenlik aygıtı içerisinde yapılandırılmış bir ağ. Amaçları ise, devleti savunmak ya da devleti yeniden biçimlendirmek'' değerlendirmesinde bulunuyor. Bu faşist yapılanmanın başındaki ismin, özel kuvvetlerde görevli Andre S. olduğu belirtiliyor (https://www.deutschlandfunkkultur.de/medienkritik-wo-bleibt-die-resonanz...)

                                                          * * *
Neon ışıklı çam süslemeleri ile noele hazırlanan Almanya, İkinci Dünya Savaşın'ndan beri belki de ilk kez, bu denli dengelerin altüst olduğu yeni bir yıla hazırlanıyor. 

Almanya'da hazır olmayan tek şey ise, işçi sınıfının sosyalist devrim perspektifi ile mevziler oluşturması. 

Tevfik Taş / SOL

Almanya'da İslam Konferansı öncesinde tartışılan istifa kararı - SOL

Bugün Almanya'da Alman İslam Konferansı (AİK) dördüncü dönem toplantıları başlıyor.

Bugün Almanya'da Alman İslam Konferansı (AİK) dördüncü dönem toplantıları başlıyor. Toplantı öncesinde Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Aşağı Saksonya ve Bremen Eyalet Teşkilat yönetiminin istifası tartışma yarattı. Yönetim istifa gerekçesinde, kendilerine ve çalışmalarına yönelik gelen müdahaleler karşısında istifa kararı alındığını duyurdu. DİTİB’in Köln’deki genel merkezinden bu istifalarla ilgili bir açıklama yapılmadı.

Almanya’da 900’den fazla caminin bağlı olduğu, Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı çatı kuruluşu DİTİB uzun süredir eleştiri oklarının hedefinde. DİTİB'e bağlı camilerde görev yapan bazı imamların, Gülen Cemaati'ne yakın olduğundan şüphe edilen kişiler hakkında Ankara'ya rapor gönderdiği yönündeki iddialar Almanya'da tepkiyle karşılanmış, hatta DİTİB'in Alman iç istihbarat kuruluşu Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından izlenmesi çağrıları gündeme gelmişti.

Birçok Alman siyasetçi DİTİB’i Türk hükümetiyle yakın ilişkiler içinde olduğu gerekçesiyle eleştiriyor. DİTİB’in Eylül sonunda Köln’de inşa edilen Merkez Camii’nin açılış töreni Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılmış, açılış törenine Alman siyasetçiler katılmamıştı. DİTİB Aşağı Saksonya ve Bremen Teşkilatı’nın istifası DİTİB’i, faaliyetlerini ve Türk hükümetiyle ilişkilerini yeniden gündeme getirdi.

CEMAATLERİN ÖRGÜTLENMESİ VE FİNANSMANI
Başbakan Angela Merkel’in, 2006 yılında önerisi ve dönemin İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble’nin himayesinde ilk kez toplanan Alman İslam Konferansı öncesinde açıklama yapan şimdiki İçişleri Bakanı Horst Seehofer, bugünkü zirvenin ana konusunun "Müslüman cemaatlerinin örgütlenmesi ve finansmanı" olacağını bildirdi.

Amerika'nın Sesi'nden Cem Dalaman'ın haberine göre müslümanları temsil eden örgütlerin Alman anayasasının belirlediği din hukukuna göre organize olmalarını hedeflediklerini belirten bakan, dış ülkelerin Almanya'daki Müslümanlar üzerinde nüfuzuna son vermeyi hedeflediklerini de açıkladı.

Din adamlarının eğitimi için desteğin arttırılacağını ifade eden Seehofer, “Müslüman Almanlar’ın Alman ve Müslüman kimliklerini güçlendirmelerine ve vatanları Almanya ile özdeşleşmelerine yardımcı olunacak” şeklinde görüş belirtti.
Seehofer’in bugünkü toplantının açılışında yapacağı konuşmada, konuya yönelik fikirlerini daha geniş bir şekilde dile getireceği öğrenildi. Seehofer, göreve geldikten kısa bir süre sonra, "İslam Almanya'ya aittir" tanımlamasını yanlış bulduğunu ve İslam'ın değil Müslümanlar’ın Almanya'ya ait olduğunu söyleyerek tepkileri üzerine çekmişti.

“İslam Almanya’ya aittir” tanımlaması ilk olarak 2010 yılında eski Cumhurbaşkanı Christian Wulff tarafından dile getirilmiş, ardından gelen diğer Cumhurbaşkanları Joachim Gauch ve Frank-Walter Steinmeier’le Başbakan Angela Merkel de bu tutumu sürdürmüşlerdi.

Federal İçişleri Bakanı Seehofer, Alman İslam Konferansı’nı da yeniden yapılandırdı. Şimdiye kadar yaklaşık 2 bin 400 caminin bağlı bulunduğu Müslüman çatı örgütlerinin davet edildiği konferansa, bugün ilk kez örgütlü olmayan Müslümanları temsilen bireyler de davet edildi. Davetliler arasında geçen hafta kurulan ve muhafazakar dini dernekleri eleştiren "Seküler İslam Girişimi” adlı oluşumdan sosyolog Necla Kelek, avukat Seyran Ateş, siyaset bilimci Hamed Abdel-Samad ve psikolog Ahmad Mansour gibi isimlerde var.

Tevfik Taş 26 Kasım'da soL'a yaptığı değerlendirmede bu inisiyatifin, ''çağdaş İslam anlayışı'' ile hareket ettiklerini açıkladıklarını, kuruluş bildirgelerinde İslam'ın yorumlanmasını tekelinde tutan, ''demokrasiden uzak'', siyasallaşmış İslam'dan uzak durmak kadar, toplumda yükselen İslam karşıtlığına da karşı olunduğu ifade ettiklerini belirtmişti. Taş'a göre Alman devleti, DİTİB'in Erdoğan tarafından ''FETÖ''cülere karşı işlevlendirlmesi ile ülkede yaşayan Müslüman kökenli göçmenler konusunda yeni tasarruflara gitme kararı aldı.

DİTİB UYUM SAĞLAMIYOR
DİTİB'deki istifalar da Taş'ın değerlendirmesini doğruluyor. İstifa eden DİTİB Aşağı Saksonya ve Bremen Teşkilatı Başkanı Yılmaz Kılıç bu kararında Köln'de bulunan, siyasi ve örgütsel olarak Ankara'ya bağlı DİTİB Merkezi ile yaşadığı sıkıntıları gösteriyor. Kılıç'a göre onlar kendi bölgelerinde Alman Devleti ile uyum sağlamayı başarmışken, DİTİB merkezi bunu yapamıyor. Kılıç'ın DW Türkçe'ye yaptığı açıklamalar şöyle: 
Aşağı Saksonya büyük bir eyalet, burada Alman hükümetiyle muhteşem bir çalışmamız var.azı eyaletlerde biliyorsunuz DİTİB’le Alman hükümetleri görüşmüyor. Aşağı Saksonya’da durum böyle değildi. Tam tersine biz eyalet başbakanıyla iki, üç ayda bir biraraya geliyorduk, değerlendirme yapıyorduk. Bütün komisyonlarda varız, sözümüz geçiyor. Türkiye ile Almanya siyasetinde yaşanan sorunlar elbette Aşağı Saksonya’yı da etkiledi ama biz görüşmelerimize devam ettik. İslam din dersleri olsun,  hapishanelerdeki manevi hizmet işleri olsun. Bunlar çok iyi bir şekilde devam ediyor. Eskiden DİTİB’de eyalet birlikleri yoktu. Her şey ataşenin üzerinden yürüyordu. Üç dört yıldır durum değişti, artık aktif eyalet birliklerimiz var artık. Almanlarla çatır çatır müzakere ediyorlar. Ataşelerimiz maalesef bunu içlerine sindiremediler. Bu sadece Aşağı Saksonya yani Hannover'deki ataşelikle de sınırlı değil. Başka eyaletlerde de ataşelerle ilgili sorunlar var. Biz ataşeye günlük rapor veremeyiz. Ataşe eyalet birliği genel kuruluna karışmamalı. Oraya gelip dini otorite olarak gelip oturabilir. Ancak güncel işlere karıştığında sorun çıkıyor. Derneklerin içişlerine karışmamaları lazım.

Sorun nereden kaynaklanıyor? 
DİTİB merkez sizlerden gelen yenilenme, reform taleplerini neden kabul etmiyor? Türk hükümetinin bunda etkisi var mı?

Ankara’yı bilemiyorum. Ankara beni aşıyor. Benim merkezim Köln. Köln’deki DİTİB merkez ne yazık ki değişikliğe sıcak bakmıyor. Elindekini tutmanın gayesindeler herhalde. Sadece Aşağı Saksonya’dan değil başka eyaletlerden de DİTİB merkeze teklifler, değişiklik önerileri gitti. Almanlar yıllardır bizden değişiklik bekliyor. Üstelik beklentiler o kadar da yüksek değil. Organizasyon açısından değişiklikler isteniyor. Bunlar dini cemaat olmanın gerektirdiği istekler. Ama merkez bunlara olumlu bakmadı. Sorun şu: Artık Türkiye’den buraya belirli bir süre için gelen insanlarla, Almanya’daki Türkler arasında fark var. Ancak burada sosyalleşmiş olan Türkler burada yaşayanları anlayabilir. Bize gelen hocalar arasında muhteşem insanlar var elbette. Teolojik bakımdan çok iyiler.  Ama Almanya’yı bilmiyorlar, tanımıyorlar. Almanya’yı bilmediğiniz zaman Almanya’da görev yapamazsınız. Yaparsanız sıkıntılar olur. Bu Köln merkezdeki yönetim kuruluna giren arkadaşlar için de geçerli. Camilerimize Türkiye'den gelen hocalarımız için de geçerli. Bunun için buradaki insanlar değişiklik istiyor. 'Gelen insanlarımızdan faydalanamıyoruz, anlaşamıyoruz' diyorlar. Benim burada yetişmiş çocuğum camideki hocayı anlamıyor, dil yönünden anlamıyor, sosyalleşme yönünden anlamıyor. Bunu biz yıllardan beri dile getiriyoruz. 'Bunun için önlem alınması gerekiyor' dedik ama maalesef büyüklerimiz bu konuda harekete geçmediler, daha da geçmezlerse sıkıntılar daha da büyüyecektir.

SOL