26 Şubat 2019 Salı

Siyasi işportacılık - TURAN ESER

Ah şu siyaset… Sen nelere kadirsin…
Her seçim ve kongre dönemi siyasi çürümeyi ve yozlaşmayı daha da ayan beyan gösteriyor.
Halk; siyaseti, toplumsal huzur, eşitlik, özgürlük, gelir dağılımda adalet, hukukun evrensel değerlerine bağlı bir sosyal devlet ve barışı sağlayacak bir umut olarak algılıyor. 
Kültürel, sanatsal, çalışma yaşamı, sağlık ve eğitim gibi insanların tüm yaşam alanlarındaki sorunları giderecek umut olarak görüyor.
Ama halktan firar edip, sırça köşkelerde kurumsallaşmış neo liberal siyaset ve onun yarattığı siyasetçi türü böyle bakmıyor.
Onlara göre siyaset “sonuç alma sanatıdır.” Sonuç ile kast edilen ise “iktidar”! Tabii ki halkın değil, kişilerin iktidarı!
“Bilinçli” bir grup elitin, “bilinçsiz” halk çoğunluğu adına söz, yetki ve kararı ellerinde toplama hedefi olarak görülür.
“Sonuç almak” için her yol mübah sayılır. 
Siyaseti ve siyasetçiyi iyi pazarlama sanatı olarak tanımlarlar. 
İşportacılık yani! İşportacı politikacı, siyaseti ticari bir faaliyet gibi görür. Politikacının kendini allayıp pullayıp pazarlamasıdır. Sadece halka değil, güçlü olana da pazarlayabilme sanatı!
Bu siyaset tarzı, hakikatleri dile getirenleri ve eleştirel düşünceyi sevmez. Aksine elindeki cehalet ve gericilik tırpanıyla budamayı tercih eder.
Bu nedenle siyasal yozlaşma ve çürüme, toplumsal alandaki ilişkilere nüfuz ederek, daha da tehlikeli hale gelmiştir. 

PEKİ NEDİR SİYASET?

Dilsizleştirilmiş ve körleştirilmiş halkı “ikna” için uydurulmuş, dillilerin yalanlar kataloğu mu?
Yoksa koltukları ve statüleri koruma uğruna başvurulmuş bin bir suratlı düzenbazlık stratejisi mi?
Halkın hiçleştirildiği ve onun adına sözü, yetkiyi ve karar alma yetkisini tekeline alan elitlerin siyasi düzenbazlığı mı?
İktidarı korumak için vazgeçilmiş düşünsel değerler, ilkeler, ütopya ve ideolojilerin adı mı?
Nedir Siyaset?
Hakikatlerin tüm çıplaklığına rağmen, pervasız yalanlara mı sığınmak?
Haksızlık karşısında hakikatleri dile getiren sözü ve demokratik direnme hakkını toplumsal ve siyasal kültürden yok etmek midir siyaset?
Siyasal itiraz kültürünün canına ot tıkayıp, siyasal itaat ve dinsel biatın yolunu açmak mıdır? Siyasete fikri ve fiziki katılım hakkı yerine, iktidarların etrafında oluşan menfaat ve çıkar şebekeliğine katılım teşviki mi?

NEDİR SİYASETÇİ?

“Önce halk” hamaseti, sloganları, googledan toplama aforizmalar ile üretilmiş kocaman bir yalan mı?
Aday gösterilmediği zaman, partisine, siyasal düşüncesine sırtını çevirip, dün küfür ettiği partilerde aday olmanın tükenmiş zavallılığı mı?
Hakikatlerle yüzleşmekten, eleştirilerden ve farklı düşüncelerden korkmak mı? Korktukça ötekileştiren, kutuplaştıran dile sığınıp suçlamak mı. Ötekileştirdiklerini dışlamak ve suçladıklarını mahkum ettirmek midir?
Kişisel amacına ulaşmak için insanları, her türlü aracı, dini, milliyeti kullanmanın meşru ve mübah sayan istismar ve yozlaşmamı dır?
Kimdir siyasetçi?
Siyaseti, ticari yatırım aracı olarak görerek, kişisel amaçlara ulaşmak için yozlaştırmak mı ?
Makamları rant, şan, şöhret, statü, sosyal güvence sağlama yeri olarak görmek midir siyasetçi?
Nedir siyasetçi ?
En basit bir toplantı ve dernek yönetmekten aciz, entellektüel cari açığı krizde, liyakatsiz ve emir kulu kişilere, devlet ve toplum yönetiminin yolunu açmak mı?
Unutulmamalı ki; siyasi yozlaşma ve çürüme, toplumsal kutuplaştırmayı ırkçılık, mezhepçilik ve bölgecilik üzerinden üreterek, onarılması zor büyük toplumsal tahribatlara yol açar. Sosyal parçalanma ve çözülme tehlikelerini artırır.
Çare ise, siyaseti toplumsallaştırmak, toplumu siyasallaştırarak, halkın kendi haklarına sahip çıkmasına yol veren politikaları üretmek ve desteklemektir.
Turan Eser / BİRGÜN

Kutuplaştırma parçalanmaya götürür - EROL MANİSALI

- “Her ne pahasına” olursa olsun, iktidarda kalma anlayışı 
-“Ulusal çıkarlar, çağdaş demokratik değerler ve Atatürkçülük” yerine, siyasal İslamı esas alarak (ve kullanarak) Ortadoğululaşma yönündeki kutuplaşma: FETÖ’nün baş hedefi, “ötekileştirme, Atatürk ve ordu düşmanlığı yaratmaktı”. Ergenekon ve Balyoz kumpaslarını bunun için hazırladılar. 
- “Asgari müşterekleri” ortaya koymak yerine, onu yok eden, kutuplaştırarak oligarşik bir düzen oluşturarak, sonunda ülkeyi nereye götürecektir? 

Siyasilerin (ve siyasal partilerin) bunu göz ardı ederek “ya ben ya tufan noktasına  gelebilme zaafları” şu sonuçları doğurur:
1) Bundan en fazla, “Türkiye ve bölge üzerinde siyasal, ekonomik ve askeri hesaplar yapan küresel güçler yararlanır”. 
2) Türk halkı, “en fazla zarar gören taraf olur”. 
3) Bugün güç kavgası yaparak ülkeyi kutuplaştıran kimi iç odaklar da “emperyalizmin hışmına, sonunda uğrayarak ortadan kalkarlar”. Aynen bu coğrafyada, emperyalizmin tuzağına düşerek çatışan güç odaklarının uğradıkları sonuçlar gibi, kendilerini kurtaramazlar. 

İçeride, “katılımcı demokrasi üzerine oturtulmuş bir halk desteğini arkanıza alacaksınız”: Bu destekle ABD ve Rusya arasında denge kuracaksınız: onlarla masaya oturduğunuz zaman arkanızda sağcısıyla solcusuyla “ulusal çıkarlar konusunda birleşmiş bir ülke duruşu sergileyeceksiniz”: ancak bu sayede dış ilişkilerde pazarlık gücünüz yükselir, ülkenizin (ve halkın) ulusal çıkarlarını koruyabilirsiniz. Yoksa, Washington ve Moskova arasında, bir pinpon topu gibi savrulursunuz.

Ya aksi olursa 
İçeride kutuplaşmış, asgari müşterekleri olmayan, her gün kavga eden: hatta bu iç çatışmalarda “dış odakları bile arkasına alarak güç kazanmaya çalışan” bir ortam hazırlarsanız, Osmanlı’nın sonunda getirildiği “Sevr” noktasına sürüklenirsiniz. Yönetenler de, İngilizci, Almancı gibi bölünmüş olurlar. 

Osmanlı son çöküş döneminde bu tuzağa düşürüldü ve Sevr’e getirilerek işgal edildi. Küresel güçlerin bu coğrafyadaki satranç masasında Atatürk gibi “bir deha”, Türk milletini “yeniden inşa ederek emperyalizmin hakkından geldi”: hatta dünyadaki ezilen ülkelere (ve halklara) örnek oldu. 

Şimdi kalkıyoruz, bu dünyada örnek olmuş anti emperyalist oluşumu değiştiriyor ve Türkiye’yi yeniden “Osmanlı’nın son dönemindeki gibi, kutuplaşmalarla zaafa  uğratıyoruz”. 

Olmaması gereken bir kavga oluşturulmaya çalışılıyor: çağdaşlaşmaya, uygarlaşmaya, ulusal çıkarlara ve değerlere sahip çıkan Atatürkçülere karşı, siyasal İslam (Yeşil Kuşak) ve Batıcılar kullanılıyor. Biz Osmanlı’nın son döneminde birebir yaşadık: Afganistan’dan Sudan’a: Yemen’den Libya’ya “yapay din” ve mezhep savaşları yaratılarak milyonlarca insanın nasıl yok edilmekte olduğunu bugün de birebir yaşıyoruz, 57 İslam ülkesi içinde, tek istisna Atatürk Türkiye’si. 

Ey siyasiler, ey siyasal partiler ve sivil toplum örgütleri, kimi iç dinamiklerle emperyalizmin nasıl işbirliği yaptığını hâlâ görmemekte neden direniyorsunuz? 

FETÖ ve 15 Temmuz olayı da mı sizi akıllandırmadı? Yoksa bu Prof. BrianArthur’un “karmaşa kuramında” anlatmaya çalıştığı, “az gelişmişliğin önlenemez kısır döngüsü” mü? “Sürdürülebilir üstünlük” meselesinde 40 yıldır ortaya koymaya çalıştığım kuramın, “sürdürülebilir azgelişmiş kuramı”na, yoksa asimetrik bir biçimde dönüşmesi mi?

Erol Manisalı / CUMHURİYET

İşte AKP'nin eseri: Akademik yıkım - MAHMUT LICALI

CHP Bilim Platformu tarafından hazırlanan politika notunda; AKP iktidarında Türkiye’deki üniversitelerde yaşanan çöküşün sonuçları sıralanırken, Türkiye’nin sahte ve şaibeli yayınlarda dünya üçüncüsü olduğu, yükseköğretim kalitesinde 137 ülke arasında 101. sırada yer aldığı belirtildi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Fethi Açıkel başkanlığındaki CHP Bilim Platformu tarafından hazırlanan “Üniversitelerde Yaprak Dökümü ve Akademik Yıkım” başlıklı politika notunda üniversitelerde son yıllarda yaşanan sorunlar sıralandı. Politika notunda özetle şunlar yer aldı:

Üniversiteler küme düşüyor: AKP politikaları sonucunda, üniversiteler dünya sıralamalarında hızlı bir gerileme dönemine girdi. En saygın üniversite sıralama kuruluşlarından QS World University Ranking’in hazırladığı listelere göre 2018 yılı itibarıyla Türkiye’deki üniversiteler ilk 400’de kendine yer bulamazken, Times Higher Education University Ranking’in hazırladığı listede ise 2019 yılı itibarıyla ilk 350 üniversite arasında yer alamadı. 2015 yılında ODTÜ aynı listede 85., Boğaziçi 139. sıradayken, ilk 350 arasında İstanbul Teknik, Sabancı, Bilkent ve Koç üniversiteleri yer alıyordu.

Niteliksizleşme yaşanıyor: Türkiye’de 2019 itibarıyla 129 devlet, 72 vakıf, 5 vakıf meslek yüksekokulu olmak üzere toplam 206 üniversite bulunuyor. Açık öğretim programlarıyla birlikte yükseköğretimdeki öğrenci sayısı 7.5 milyon olarak hesaplanıyor. Akademik personel sayısında ise gerekli artış kaydedilemedi. AKP iktidarında öğrenci başına düşen akademisyen sayısında düşüş yaşandı.

Yükseköğretimde 101. sırada: 2002’de devlet üniversitelerinde 120 öğrenciye 1 profesör, 2018’de 157 öğrenciye 1 profesör düşüyor. 2013-2015 döneminde doktora öğrencilerinin sayısı lisans öğrencilerinin sayısının yüzde 5’i olurken, 2017-2018 döneminde bu oran yüzde 4.3’e geriledi. Yükseköğretimde niteliksizleşmenin en önemli göstergelerinden biri de Dünya Ekonomi Forumu’nun yükseköğretim eğitim sistemi kalite endeksinde Türkiye’nin 137 ülke arasında 101. sırada yer alması oldu. Türkiye yükseköğretimde matematik ve fen bilimleri eğitim sıralamasında da Etiyopya, Gambiya gibi ülkelerin arkasında kalarak 104. sıraya yer aldı.

İşbirliği geriliyor: Türkiye’deki üniversiteler ileri teknolojiye sahip ürün üretme konusunda sanayi ile doğru, verimli ve istihdam yaratıcı ilişkiler kuramıyor. WEF’in yükseköğretim endeksine göre üniversite sanayi arasındaki AR-GE ortaklığında Türkiye, Pakistan, Ürdün ve Gana’nın gerisinde kalarak 66. sırada yer aldı. 2016’da ortalama patent sayısı 4.3 iken, aynı yılda Kaliforniya Üniversitesi’nde 505, MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) ise 278 patent alındı. Türkiye’de yaklaşık 1800 patent verilirken, İran’da ve Malezya’da patent sayısı 3 bin 300 olarak gerçekleşti.

Bilimsel yayın ve atıf geriliyor: AKP iktidarında Türkiye’de yayın sayılarında kısmi bir artış yaşanmasına karşın uluslararası sıralama dikkate alındığında Türkiye’nin gerilediği gözlemleniyor. İran 2002’de Türkiye’nin 18 sıra gerisindeyken, bugün 4 sıra önünde. Türkiye’de 2016-2017 yılları arasında yapılan Türkiye menşeli yabancı yayınlarda bütün alanlarda yüzde 28 oranında azalma yaşanırken; en büyük düşüş yüzde 44 ile sosyal bilimler ve yüzde 36 ile tıp yayınlarında yaşandı. 2002’de Türkiye’deki bilim insanlarının yaptıkları yayın başına uluslararası düzeyde 15 atıf yapılırken, 2017 yılında bu sayı 0.4’e kadar geriledi.

Üniversiteler bölündü: AKP iktidarı İstanbul, Gazi, Anadolu, Karadeniz Teknik, İnönü, Selçuk ve Erciyes Üniversitelerinin de içinde yer aldığı 13 üniversiteyi keyfi biçimde böldü. Üniversitelerin kurumsal kapasiteleri düşürüldü ve gelenekleri yerle bir edildi. AKP OHAL kapsamında yükseköğretim kurumlarından 6 bine yakın akademisyen, 1300 idari personel olmak üzere toplam 7 bin 300 kişiyi ihraç etti. İhraç edilen akademisyenlerden 400’ü aşkını barış bildirisine imza atanlardan oluşurken, bu kişilerden bazıları keyfi bir biçimde aylarca tutuklu kaldı.

‘Sorumlusu saray rejimi’
CHP’li Fethi Açıkel, “Saray rejimi, otoriter uygulamaları ve liyakatsiz kadrolaşma politikalarının sonucunda, niteliksiz ve küresel liglerde her geçen gün gerileyen bir akademi tablosu yarattı” değerlendirmesini yaptı.

Kaynak saray yönetiminde azaldı
2016 yılında yükseköğretime ayrılan pay milli gelirin yüzde 1.09’u olurken, bu rakam 2017 yılında yüzde 0.84, 2018 yılında da yüzde 0,81’e geriledi. Benzer bir şekilde 2019 bütçesinde üniversitelere genel bütçeden yatırım için ayrılan pay da 2018 yılına göre yüzde 42 oranında azaldı. 2019 yılında AB bütçesinden Türkiye’ye yapılacak mali yardımda Türkiye’de demokrasinin gerilemesi nedeniyle 147 milyon Avro’luk kesinti yapıldı.

Teknokentler ranta kullanılıyor
AKP’nin iktidara geldiği 2002’de İTÜ ve ODTÜ bünyesinde iki teknokent bulunurken, bugün teknokent sayısı 55’in üzerine çıktı. Ancak bütün teknokentlerin yaptığı toplam ihracatın yüzde 85’ini AKP öncesinde kurulan iki teknokent yapıyor. AKP döneminde kurulan teknokentler büyük firmaların inovasyon yapmaksızın desteklerden ve vergi muafiyetlerinden yararlandığı rant kapıları haline geldi.

Sahte yayında dünya üçüncüsü
Niteliği düşen akademik yayınların yanı sıra para karşılığı yazdırılan tezlerin yaygınlaşmasına da göz yumuluyor. Tez ve yayın sahteciliği ile sözde akademisyenler terfi ederek, üniversitelerde yönetici kadrolara atanıyor. AKP’nin akademiyi bir kadrolaşma alanı olarak gören yönetim anlayışı sonucunda Türkiye, Hindistan ve Nijerya’nın ardından şaibeli, sahte ve para karşılığı en çok tez ve makale yayımlayan 3. ülke konumuna geldi.

Mahmut Lıcalı / CUMHURİYET

25 Şubat 2019 Pazartesi

Hulusi Akar Barzani'nin oğluyla ne görüştü - MÜYESSER YILDIZ / ODATV

Fotoğrafta, karşılıklı heyetlerin oturduğu, keza masanın üzerinde Irak bayrağının yanısıra Bahçeli'nin ifadesiyle sözde “Kürdistan bayrağının” da olduğu görülüyor.





“Kürdistan” görünümlü “Büyük İsrail” projesinin baş aktörü Mesut Barzani, bir vakitler sadece en alt rütbedeki askerlerimizle muhatap olabildiği için AKP'li eski Meclis Başkanı Cemil Çiçek, onun hakkında “Postal yalayıcısı” tanımını yapmıştı.
Sonraki yıllarda AKP iktidarının, Barzani ile muhabbetini anlatmaya gerek yok, ama şimdi Cumhur İttifakı'nın ortağı MHP Lideri Devlet Bahçeli'nin Mesut Barzani hakkındaki şu görüşlerini hatırlatalım: 
“PKK’nın hamisi, lojistik destekçisidir. Türkiye’ye meydan okumuştur. Dışişleri Bakanı’nın utanmadan sıkılmadan ‘Mesud abi’ diyerek ailesine dahil ettiği Mehmetçik katili zalimin kartviziti bunlardır. Hükümetin düştüğü çukurun derinliğini herkese göstermektedir. Erdoğan sonunda muhatabına kavuşmuş ve layığını bulmuştur. Denize düşmüş yılana sarılmıştır.”
2017'de Barzani'nin Türkiye'ye gelişinde, havaalanı ve kaldığı konukevine “Barzanistan” bezi asıldığında da Bahçeli şöyle tepki göstermişti:
“Atatürk Havalimanı'nda sözde Kürdistan bayrağı asılmıştır. Skandaldır, aymazlıktır, rezalettir. İstanbul'da bu sözde bayrağın dalgalamasına kim izin vermiştir? Önü arkası düşünülmüş bir komplonun mu parçasıdır? Cumhurbaşkanı bundan haberdar mıdır? Başbakan bunu sormuş mudur? Barzani'nin bayrağını vatan semalarında görmeye tahammülümüz yoktur. Bu şahıs önce PKK'ya desteğinin hesabını vermelidir, Türkiye'ye kurduğu tuzakların bedelini ödemelidir.”
BARZANİ'NİN TOP SECRET MAN OĞLU
Konumuz Mesut Barzani değil, en büyük oğlu Mesrur Barzani.
Yıllardır “Barzanistan”ın “Güvenlik servisi veya asayiş ajansı”, kısacası “İstihbarat” başkanlığını yürüttüğü biliniyor. 
Bölgede, “Esrarengiz adam” ya da “Top secret man” olarak adlandırılan Mesrur Barzani, ilkokuldan beri peşmerge içinde faaliyet göstermiş, ABD'de uluslararası hukuk, siyasal bilgiler ve diplomasi öğrenimi görmüş biri. 
Şimdi biraz da bu Barzani'nin PKK-YPG, “Çözüm süreci”, “Barzanistan'ın bağımsızlığı”, Irak ve Suriye ile ilgili görüşlerini anlatalım.
2014 sonunda Brüksel'de Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşmada, “PKK'yı hiçbir zaman terörist bir örgüt olarak görmediklerini” belirtip, “Türkiye’deki çözüm sürecini destekliyoruz. Sorunun barışçıl şekilde çözülmesi ve sürecin herhangi bir olaydan etkilenmemesi gerekiyor” dedi.
Aynı konuşmasında, Türkiye'ye IŞİD'le mücadelede “Kürt bölgesiyle el ele çalışma” çağrısında bulunurken, Esad'a karşı “Ilımlı Suriye muhalefetinin” desteklenmesini istedi.
Haziran 2016'da federal Irak Devleti'nin artık işlevsiz olduğunu, bu nedenle “Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında bölünmüş konfederal bir sistemin kurulması” gerektiğini savundu. 
ABD'DE KİMLERLE NEYİ GÖRÜŞTÜ?
Mesrur Barzani 14 Mayıs 2017'de “Resmi temaslarda” bulunmak üzere Washington'a gittiğinde ise Başkan Trump'ın Yahudi olan Başdanışmanı ve damadı Jared Kushner başkanlığındaki ABD Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleriyle bir dizi görüşme yaptı. Bu görüşmelerde, Erbil-Washington ilişkilerinin yanısıra “Türkiye'deki çözüm süreci ve Türkiye'nin, YPG ile sorunlarının” da gündeme geldiği bildirildi.  
Barzani'ye yakın kaynaklar, Mesrur Barzani’nin ABD'li yetkililere, “Türkiye’nin PKK ile başlatacağı yeni çözüm sürecini desteklemeye ve Türkiye ile YPG arasında arabuluculuk yapmaya hazırız” dediğini açıkladı.
Son olarak Mesrur Barzani'nin 25 Eylül 2017'de yapılan “Barzanistan'ın bağımsızlık referandumu” ile ilgili görüşlerini aktaralım. Referandumun hemen öncesinde şöyle konuştu:
“Bağımsızlık referandumu için en doğru zaman. Kürt yönetimi, bağımsızlık referandumunu zamanında yapmakta kararlı. Eğer Kürdistan bağımsızlığını ilân ederse, Kürdistan devletini tanıyacak birçok ülke var.” 
Daha 2013 yılında bu ismin Başbakanlığının konuşulduğunu, nitekim referandumdan sonra Neçirvan Barzani'nin Mesut Barzani'nin yerine geçmesinin ardından şimdi Mesrur Barzani'nin Başbakanlığa aday olduğunu belirtip, konumuza geçelim. 
MÜNİH KONFERANSI'NDA NE OLDU?
15-17 Şubat tarihlerinde 55'inci Münih Güvenlik Konferansı toplantısı vardı.
Toplantının başlığı, “Büyük Bulmaca: Parçaları Kim Toplayacak?” idi ve buna ilişkin olarak hazırlanan raporun görselinde de “puzzel” şeklinde bir harita kullanıldı.
Münih Güvenlik Koferansı'nın Danışma Konseyi üyelerinden birisinin ünlü spekülatör George Soros olduğunu, konferansı destekleyen sivil toplum örgütleri arasında ise PKK-YPG, “açılım” raporları hazırlayan Atlantik Konsey, Rand Corporation, Wilson Center'ın, keza ülkemizin yeni ekonomi politikaları için anlaşma yapılan, ancak tepkiler üzerine geri gönderilen McKinsey Şirketi'nin bulunduğunu kaydedelim.
İşte bu toplantıda Türkiye'yi Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar temsil etti. Akar, burada ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan, ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey ile senatörlerin yanısıra diğer bazı ülke yetkilileriyle de görüştü.
Akar'ın ABD'lilerden önce görüştüğü birisi daha vardı; Mesrur Barzani!..
Çok da dikkat çekmeyen bu görüşmeyi medyamız satır arasında sadece, “Akar, IKBY Güvenlik Konseyi Başkanı Mesrur Barzani'yi kabul etti” diye aktardı. 
Şimdi bu görüşmenin Barzani'nin medyası Rudaw'da nasıl verildiğine bakalım.
“Mesrur Barzani ile Hulusi Akar görüştü” başlıklı haberde, Barzani'nin unvanı olarak, “Kürdistan Güvenlik Konseyi Müsteşarı” ifadesi kullanıldı ve şunlar anlatıldı:
“Mesrur Barzani, zirve kapsamında Hulusi Akar ve beraberindeki heyet ile görüştü. Kürdistan Güvenlik Konseyi Müsteşarlığı’nda görüşmeye ilişkin yapılan açıklamaya göre, Mesrur Barzani Münih Güvenlik Konferansı’nın ikinci gününde Hulusi Akar ile bir araya geldi. Görüşmede, Hulusi Akar, Mesrur Barzani’yi Kürdistan Bölgesi Başbakanlığı’na adaylığından dolayı kutlayarak, görevinde başarı diledi. Kürdistan, Türkiye ve Irak arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine işaret edilen görüşmede, başta ticaret olmak üzere tüm alanlarda ilişkilerin geliştirilmesi vurgulandı. Görüşmenin bir bölümünde de bölgedeki son gelişmeler ve mevcut sorunlar değerlendirildi.”
Rudaw'daki haberde, görüşmeden bir kare fotoğrafa da yer verildi. Fotoğrafta, karşılıklı heyetlerin oturduğu, keza masanın üzerinde Irak bayrağının yanısıra Bahçeli'nin ifadesiyle sözde “Kürdistan bayrağının” da olduğu görülüyor.
Hulusi Akar'ın konumu malûm; Artık siyasi bir kimlik, ama aynı zamanda TSK'nın en tepesindeki isim.
Akar-Mesrur Barzani görüşmesinden sonraki bazı kritik temaslar ve gelişmeleri sonraya bırakıp, şimdilik sadece şunları sormakla yetinelim: 
“TSK açısından daha önce bu ağırlıkta bir isim, değil Irak'ın kuzeyindeki yapının İstihbarat Müsteşarı veya Başbakanı, Mesut Barzani ile görüştü mü? Ve bugüne kadar muvazzaf veya eski bir komutanın bulunduğu ortamda, o sözde bayrak hiç kullanıldı mı?” 
Müyesser Yıldız / ODATV

C’li B’li haberler - Zafer Arapkirli

Daha önce de yazmış olabilirim. 
Dikkatinizi çekti mi hiç? Neredeyse, tüm kanalların, tüm haber bültenlerinin, ilk satırlarının ilk sözcüklerinin ilk harfi hep aynı: “C” harfi… 

Kimi, meşrebine göre (Anayasaya aykırı olsa da - yalakalık etmek için) “B”harfini tercih ediyor. Olabilir ama, neticede aynı kişiden söz ediyoruz. 

Bütün haberler “Cumhurbaşkanı…..” diye başlıyor. 

Muhabirlik yıllarımda, yani haber maksadıyla çok seyahat ettiğim dönemlerde dilini bilmediğim bir Ortadoğu ülkesinde dikkatimi çekmişti bu: “Vezir-i Azam” veya “Reis-ül Vüzera” diye başlıyordu her haber bülteni. Yani, “Tüm Vezirlerin Başı. En Büyüğü.” 
Diyebilirsiniz ki: Bu toprakların “naturası” bu. Geçmiş dönemlerde de böyle değil miydi? İcra heyetinin başındaki kişinin yaptığı, dediği, gittiği, gezdiği, buyurduğu şey tabii ki birinci haber olacaktır.
 
Ama artık “heyet-meyet” de kalmadı. Birinci haber, birinci kişi ile, yani tek kişi ile ilgili. Sürekli 
O yapıyor. 
O konuşuyor. 
O karar veriyor. 
O’nun istediği oluyor. 
O’nun istediği insan hapse giriyor. 
O’nun istediği kişilerle ilgili fezleke hazırlanıyor. 
O isterse tahliye ediliyor, O isterse edilmiyor. 
O biliyor her şeyi. 
O kurmuş tüm üniversiteleri. 
O getirmiş mesela, suyu İzmir’e. Neredeyse, Çorum’da leblebi üretimini ilk başlatan olmakta, Eskişehir’de lületaşını ilk keşfetmekte, Malatya’da ilk kayısı fidanını,  Bodrum’a ilk plajı, Alaçatı’da ilk Beach’i açmakta, Ergani’de ilk bakırı çıkarmakta, ilk cami projesini çizmekte, “tanzim satış” olayının fikir babası olmakta (bunu uydurmuyorum - Sayın First Groom (Damat) söyledi vallahi). 
Hayırlısı…. 
Ama, bütün bu hak edilmemiş efsaneye rağmen, yıllarca “Yerel yönetimlerdeki  başarıları, bu insanların merkezi yönetimdeki başarılarının ilk adımıydı” söylemini yıllardan beri dillerinden düşürmeyenleri arıyor gözlerim şimdilerde. Hani, sosyal medya tabiri ile “Online mı?” o arkadaşlar hâlâ? 

O zaman sorarlar adama: Neden onca yıllık başarılı(!) başkanları teker teker tehditle sopa göstererek görevden aldınız? 
Neden, yüzde 10 küsurluk bir partinin desteği olmadan bu seçime giremiyorsunuz?” diye. Geçiniz…

Paralel evren, paralel hukuk 
Yok, ATATÜRK Cumhuriyeti’ne ve hukuk devletine sahip çıkanlar olarak on yıllarca uyarmamıza rağmen, adliyenin malum Ağlak Vaiz’e ve alçak teşkilatına teslim edilmesinden söz etmiyorum. 

Demek istediğim, gücü elinde bulunduran ve ağzı olan herkesin “O asılsın, bu kesilsin, onu tıkın içeri, bunu aklayın, ötekini mahkûm edin” diye konuşabilmesini kastediyorum. 

Misal: Adam, genç bir kadını gözaltına alma bahanesi ile, cümle âlemin önünde taciz ediyor. Amirleri hemen sahipleniyor “O bizim çocuğumuz..Yedirmeyiz” diye. Üstelik de “Bu suçlamayı yapanlar alçaktır” üslubu ile… 

Misal: Cumhuriyet davasında yargılanan arkadaşlarımız hakkında ortaya konulan (konulamayan) tüm kanıtlar yerlerde sürünüyor olsa da, bilirkişisinden iddianamesine her yanından hukuksuzluk akıyorsa da, sonuçta “İnadım inat. Yok öyle. Bırakmam onları öyle” mantığı üstün kılınıyorsa… 

Misal: Gezi Direnişi’ne katılanlar hakkında açılmış dava beraatla sonuçlanmış ve müddeiler temyize bile gidememiş olmasına rağmen, o kokmuş yemek (o dosya) yeniden ısıtılıyor ve Kavala-Dündar- Alabora bahanesi ile yeniden dava açılıp ağırlaştırılmış müebbetten (var olsaydı idam) başlayan cezalar talep ediliyor, yani kelle isteniyorsa…
 
Misal: Bir TV programında kerameti kendinden menkul bir hukukçu utanmadan- sıkılmadan-yüzü bile kızarmadan “şeriat hukuku” çağrısında bulunup, “Hırsızların elleri kesile…” (aslında ilk duyuşta kulağıma hoş gelse de) diye konuşabiliyorsa… 

“Paralel bir hukuk”tan söz etmek yanlış olur mu?

‘Neden geldin?’ 
Bu soruyu bir kapalı toplantıda Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun yüzüne bizzat sorduğum (Neden gittiniz?) için, özellikle dikkatimi çekti. Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Madem ‘Tiyatro’ diyordun, o zaman 15 Temmuz sonrası Yenikapı mitingine neden geldin?” lafını kastediyorum. 

Evet. İşte, böyle çıkarırlar insanın önüne Kemal Bey. 
Bence, o dönemde darbe sonrası yapılmış en derli toplu ve sağlıklı analizle, hem İstanbul (üstelik Taksim) hem İzmir mitinglerinizde tavrınızı almış ve 10 maddelik manifestonuzu yayımlamışken, ne işiniz vardı o “YenikapıTiyatrosu”nda? 

Şarkıcı Sıla kadar olamadınız. O tavrı koyamadınız ya. Bugün böyle hatırlatırlar. Maalesef. Sizin adınıza samimiyetle üzüldüm.

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Soros’un fedaisi - Barış Terkoğlu

Bazı soruların yanıtını belki de hiç bilemeyeceğiz. 

Yine de sormayalım mı?

Bu yazıyı hazırlarken hükümete yakın medya “Sorosçulara Ağır Müebbet” başlıklı haberini veriyordu. Osman Kavala ve 15 sanık hakkında müebbet hapis istendiği anlatılıyordu. 657 sayfalık iddianameye henüz ulaşamadım. Ama masamın üstünde bekleyen “Geriye Bakmak Yok” isimli 617 sayfalık kitabı okumaya başladım.  Can Paker’in anlattığı Fatih Vural’ın yazdığı biyografi pek bir ilginç görünüyordu. 

Özgeçmişe bakarsanız Fatih Vural, gazeteciliği FETÖ’nün Zaman gazetesinde öğrenmiş. 2001-2012 arası bu gazetede çalıştıktan sonra Türkiye gazetesinin özel haber servisine transfer olmuş (Sahi FETÖ’den yetişenler neden hep “bazı gazeteler”de “bazı görevler”e gider). 

Nedense internetteki arşivi uçup gitmiş. Kitaptaki bolca “Hocaefendi” geçen satırları, FETÖ kumpaslarının ballandırılarak anlatıldığı ifadeleri okumasam Fatih Vural’ın düşünce dünyasını öğrenemeyecektim. Bugün kendisi nerede bilemiyorum! 

Tabii asıl konu Can Paker. 

Tanımayanlar için söyleyeyim, Soros’un fonladığı Açık Toplum Vakfı’nın yakın döneme kadar yönetim kurulu başkanıydı. TSK ile verdiği kavgadan hatırladığımız ve yine Soros destekli olan TESEV’in başındaki kişi de oydu.

Soros’u Türkiye’ye taşıyan Can Paker 
Kavala’ya hep “Kızıl Soros” diyorlar. Oysa anılarında anlattığına göre Paker, Soros’la daha bir içli dışlı. Soros, Türkiye’ye geldiğinde Paker’in evinde ağırlanıyor. Paker, Soros’un doğum gününde, dünyanın öbür ucundan kalkıp giden özel davetlilerden oluyor. Hatta kitaptan aktararak şunu söyleyeyim, Paker Soros’u Türkiye’ye taşıyan adam: “Can Paker 1999 yılında tanıştığı George Soros’la 2001 yılında ortak hareket etme kararı aldı.(…) 2001 yılında TESEV’e destek vermeye  başlayan  George Soros, Can Paker’den Türkiye’de Açık Toplum Enstitüsü’nü kurarak başına geçmesini istemişti. İshak Alaton ve Osman Kavala da bu süreçte Paker’in yanında yer aldı.” 

Buraya sığdıramayız. Solcu geçmişine rağmen Nurculuğa duyduğu sempatiyi de,  Hrant Dink’in yazdığı kitabı “fazla duygusal” diyerek TESEV’in nasıl geri çevirdiğini de anlatacak yerimiz yok. 

Ancak Paker’in, Türkiye’de Soros’un fedailiğini yaptığını söyleyebilirim. Zira, “turuncu devrimler”in mimarı Soros’a ne zaman şüpheyle bakılsa Paker ortaya çıkıyor, şüphelenenleri paranoya ile suçluyor. “George Soros’un kendisi dünyadaki kalburüstü  demokrat entelektüellerden birisi. Benim altına imza atmayacağım şeyi çok az” diyen Paker, “insanın kafasındaki bir fikir için bunları yaptığına kimseyi inandıramıyorsun  Türkiye’de. ‘Kim bilir ne vardır’ diyorlar. Yok, ben görüyorum adamı”  ifadelerini kullanıyor.

Açık Toplum’da Balyoz kavgası 
Kitapta “Can Paker demek askere karşı demek” tekerlemesiyle kendisini tanıtan Paker, Açık Toplum Vakfı ve TESEV eliyle 2000’li yıllar boyunca TSK’yi tırpanlama operasyonlarına girişiyor. 

Hatırlayın, 2005 yılında TESEV, Polis Akademisi’nden bazı hocaların da katkısıyla TSK’yi hedef alan bir Almanak yayımlamış, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt bu çalışmaya sert yanıt vermişti.  Ancak benim asıl merak ettiğim, Açık Toplum Vakfı’ndaki kırılmanın nasıl yaşandığıydı. Zira, kendi aktardığına göre  Paker’in vakıf yönetiminibırakmasının nedeni Balyoz kumpası. Hayır, yanlış anlamayın! Paker, FETÖ’nün Balyoz kumpasına karşı çıkmıyor. Aksine, destek veriyor. 

Şöyle anlatalım: Balyoz kumpasında 1 numaralı hedef olan Çetin Doğan’ın damadı  Dani Rodrik, FETÖ’nün tezgâhını binlerce delille anlatınca vakıf sallanmaya başlıyor. Devamını Paker’den dinleyelim:  “Akşam yemek yerken Hakan bana, ‘Silivri’de büyük haksızlıklar oluyor. Siz bugüne kadar AK Parti’ye çok prim verdiniz’ dedi. Sonra da ‘Ben Çetin Doğan’ın damadı Dani Rodrik’le temas halindeyim. Çetin Doğan mağdur oluyor. Dani Rodrik de bunu ispat ediyor. Biz de bu işe girelim’ dedi.” 

Paker’in “Hakan” diye bahsettiği, sözünü ettiğimiz iddianamedeki bir başka sanık olan Hakan Altınay. AKP’nin FETÖ’ye “ne istediyse verdiği” 2010 yılında o gün başlayan tartışmanın sonunda Can Paker, vakıftaki görevini bırakıyor. Kitapta, yaşanan kırılma “Can Paker’e Balyoz Darbesi” ifadeleriyle özetleniyor. Osman Kavala ve Hakan Altınay, Balyoz kumpasını anlatması için Dani Rodrik’in konuşmacı olduğu bir toplantı düzenlerken, söz konusu toplantı Paker’in de aralarında olduğu Gülen destekçilerini rahatsız ediyor.

Can Paker Pensilvanya yolunda
Kitabın sonunda teşekkür bölümündeki bir isim dikkatimi çekti: Şerif Ali Tekalan. Firardaki FETÖ imamlarından biri olan, hatta Gülen’in vârisi olarak gösterilen Tekalan’a, “Can Paker kitabı”nda neden teşekkür edilir? 2013 yılında çıkan kitabın yazarı Fatih Vural’dan dinleyelim: “Pazar günkü telefon konuşmasını yaptığımız sırada, Can Paker yol hazırlığı yapmakta, bavulunu toplamaktaydı. Pensilvanya’ya gidecek, Fethullah Gülen Hocaefendi’yle görüşecekti. Davet, aylar öncesinden  Fatih Üniversitesi Rektörü Şerif Ali Tekalan’dan gelmişti.” 

Tekalan ve Paker, Pensilvanya’ya 3 günlük bir ziyaret yapıyor. 
Paker, övgülere boğduğu “Hocaefendisi” için, “Kimse geldiği yere boşuna gelmiyor. Çok büyük mesafe katetmiş. Tam bir lider. Liderden öte!”  sözlerini layık görüyor. “Tayyip Bey’i beğendiğini fark ettim” diyen Paker’in “Emniyet’te ve yargıda karşı karşıya gelmeleri için ‘olur böyle şeyler’ anlamında bir cümle kullandı” 
ifadelerinden sohbetin bayağı ileri gittiğini anlıyoruz.

Bir ‘Şerif Ali Tekalan temennisi’ mi?
Paker, Pensilvanya ziyareti notlarını “Allah uzun ömür versin, Fethullah Hoca’dan sonra da hareketin devam edeceğini düşünüyorum” sözleriyle noktalıyor. Gülen’in teşekkür hediyelerini kendisinden aktaralım: “Üzerinde Fethullah Gülen yazan TISSOT marka bir saat, 40 kokudan kendi yaptığı bir koku, bir de namaz takkesi hediye etti.” 

Ne tuhaf, Soros’u Türkiye’ye getiren Paker’in adı bugün hep iktidarın derinliklerinde geçiyor. FETÖ kumpaslarına karşı çıktıkları için kavga ettiği eski yol arkadaşları ise yakında yargılanacak. Bu çelişkinin sebebi (kitabında anlattığı gibi)  

Cumhurbaşkanı’nın  ona “ağabey” demesi mi? 

Paker’in Soros fonuyla yazdırdığı asker karşıtı raporlara en büyük desteği AKP iktidarından aldığını söylemesi mi? 

Yoksa daha derinde bilmediğimiz bir “el” mi var?
 
Benim merak ettiğim ise Paker o saati halen takıyor mu, Gülen kokusunu sürüyor mu, takkeyi başına geçirip yine FETÖ için dua ediyor mu? 

“Geriye bakmak yok” diyor da yine de sormayalım mı?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

ABD’nin Somali’deki işlerinden haberdar mıyız? - Mustafa Kemal Erdemol

ABD’nin cihatçı Eşşebab örgütüne yönelik gerçekleştirdiği saldırılarda çok sayıda sivili de öldürdüğü artık bir iddia olmaktan çıktı. ABD Afrika Komutanlığı (AFRICOM) Aşağı ve Orta Şabel olarak bilinen bölgede hava saldırıları gerçekleştirdiklerini kabul etti, örneğin. Bu 1 Haziran 2017’de başkent Mogadişu’nun 20 km. güneybatısında, 12 “terörist” in öldürüldüğü saldırıda üç küçük çocuğun da öldürüldüğünün kabulü demek.


Geçen yılın mart ayında, Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği ve Columbia Hukuk Fakültesi İnsan Hakları Birimi de dahil olmak üzere 13 sivil toplum kuruluşu, silahlı dronların ve diğer ölümcül silahların kullanımı hakkında bir bildiri yayınladı. Bildiride “Biz Trump yönetiminin Yemen ve Somali’de gerçekleştirilen ölümcül operasyonlardaki dramatik artışla birlikte açıklanan yeni politikasının, yasadışı cinayetlerde ve sivil zayiatlarda artışa yol açacağından derin endişe duyuyoruz” denildi. Ayrıca, Trump yönetiminin kamudan bilgi sakladığı da kaydedildi.

Bunu dile getirenler sadece sivil toplum kuruluşları değil. Kongre’nin Silahlı Servisler Komitesi’nin yeni Başkanı Adam Smith de, Trump yönetiminin Kongre ile bilgi paylaşmadığını söyledi. Smith’in bunu dile getirmesinin nedeni Trump yönetiminin Somali’deki askeri eylemlerle ilgili olarak bir rapor sunmaması. “Stratejinin ne olduğunu bilmiyoruz” diyen Smith, “İdarenin uzun vadeli stratejisini belirlemesini istedik ama yasaların gerektirdiğini yapmayıp yanıt vermediler” de diyor.
Trump, Somali’nin bazı bölgelerine yönelik saldırıları içeren planı onayladı yakın bir tarihte. Bu bölgeler en az 180 gün “aktif düşman” bölgeleri olarak kabul ediliyor bu plana göre. Bu AFRICOM’a saldırı konusunda büyük rahatlık sağlıyor. Yeni plan Eşşebab üyesi olduğu gerekçesiyle herkesi hedef haline de getiriyor tabii. Oysa Barack Obama döneminde sadece Eşşebab mensupları ABD için tehdit olarak değerlendirilmişti. Bu planla beraber askerlerle istihbarat birimleri arasında koordineye de dikkat edilmiyor. Planın onaylanmasından sonra bile bu “aktif düşman” bölgelerinin nereleri olduğu konusunda bir bilgi paylaşılmıyor diğer ABD kurumlarıyla.

‘Anlaşma’ bilmecesi
Bir itiraf var, onu da ekleyeyim. Somali Ulusal İstihbarat ve Güvenlik Birimi’nin yöneticisi Abdillahi Muhammed Sanbalooshe, 2014 yılında ve Nisan 2017’den Şubat 2018’e kadar iki ülke arasında teröre karşı kurulan ortaklığın tamamen gayri resmi düzeyde sürdüğünü söylüyor. “Askeri anlaşma yok; Sadece centilmenlik anlaşması var ” diyor.

Trump’ın ve Somali’nin yeni Cumhurbaşkanı Muhammed Abdullahi’ni işbaşına gelmelerinden bu yana ülkede drone saldırıları ve bombalamalar hızlandı. 2017 Mart’ında The Wall Street Journal, adını vermediği yetkililere dayanarak, Trump’ın CIA’ya drone saldırıları için yetki tanıdığını bildirdi. Oysa yine Obama yönetiminde CIA istihbarat toplamak ve hedefleri belirlemek için kullanılıyordu. Saldırı ise Pentagon’un bilgisiyle mümkündü.

AFRICOM, herhangi bir saldırı olduğu konusunda kamuyu bilgilendirmedi ama uluslararası bir insan hakları örgütü tarafından sızdırılan bir belgede, 25 Temmuz 2017’de Mogadişu’nun kuzeyindeki Qalimow kentine bir saldırı gerçekleştirildi ve burada da sivil kayıplar yaşandı. Yine AFRICOM, açıklamadı ama Kasım 2017’de, daha önce hiç bir resmi kuruma bildirilmeyen üç saldırı gerçekleştirildiği kâr amacı gütmeyen İngiliz haber ajansı Araştırmacı Gazetecilik Bürosu tarafından duyuruldu. Yani Somali’de her türlü uluslararası hukuk kuralı çiğnenerek sürdürülen bir ABD operasyonu gerçeği var.

Mustafa Kemal Erdemol / CUMHURİYET

Geçmişe hükmeden bugünün metni: Komünist Manifesto - BARIŞ YILDIRIM

Sosyalist mücadele, en başından beridir çeviri edimiyle iç içe geçmiştir. Örneğin, konferans çevirmenliğinin ilk denendiği yerlerden biri Enternasyonal toplantılarıydı. Marx ve Engels’in -Komünistler Birliği’nin bir yıl önce verdiği görev uyarınca- 1848’de kaleme aldıkları Manifesto’nun çeviri macerası da Almanca metnin ortaya çıkmasının hemen ardından başladı.


Herkes bir şeyler biriktirir, biz, Komünist Manifesto’nun farklı dillerde basımlarının koleksiyonunu yapıyoruz. Berlin’de büyük bir kitap mağazasında ilk sorduğumuz tezgâhtar kız adını hiç duymamıştı, bizi arkadaşına yönlendirdi. “Ha, Lenin’in kitabı değil mi?” dedi çocuk. “O da olur,” deyip kitabımızı aldık. Manchester’daki kitapçı Marx ve Engels’in adını bile duymamıştı. Roma’da bir ara sokak kitapçısındaki adamsa epey bilinçliydi, “Burada öyle kitaplar olmaz,” dedi sertçe. Saf saf “Neden ki?” dedik. Üzerinde Mussolini’nin resminin olduğu kitapları göstererek “Biz faşistiz!” dedi Avrupalılığın bütün nezaketi ve faşistliğin bütün tehditkârlığıyla.

Belki Manifesto üzerine bu kadar yazmak yeterlidir: Liberalizmin belleklerden silmek, faşizmin yok etmek istediği bir metin.
İkisi için de kötü haber: Dünyanın en çok diline çevrilen, en çok basılan ve okunan, dahası dünyanın yüzünü en çok değiştiren metinlerden biridir Komünist Parti Manifestosu. Diyebiliriz ki, siyasi gücü ve etkisi o kadar büyüktür ki, kuramsal önemini gölgede bırakmıştır. Oysa Marx ve Engels de içinde, bütün Marksist kuram,  Manifesto’ya düşülen dipnotlardan ibaret görülebilir. Bugüne dek bütün sosyalist yazının konu aldığı her şey orada nüve halinde yer alır: proleterleşme, ulusal sorun, kadın sorunu, diyalektik, kapitalizmin dönemsel krizleri, aile, altyapı, siyasal seferberlik ve birlik, aydınlar, edebiyat, kültür, hukuk, devlet, hatta emperyalizm ve yeni sömürgecilik. (“Hatta” diyoruz çünkü 19. yüzyılın ortalarında emperyalizm terimi bile ortaya çıkmamıştı, değil ki ancak 100 yıl sonra belirecek yeni sömürgecilik…)
Genç Marx’ı izleyenler hatırlayacaktır, film, Marx ve Engels’in Manifesto’yu kaleme almaya karar vermesiyle biter. Marx’ın dönemleri arasında bir “epistemolojik kopuş” aranacaksa Alman İdeolojisi ile Kapital arasında değil Manifesto’nun öncesi ve sonrası arasında aranmalı sahiden de.
Komünizmin çoktan öldüğü fikri o kadar uzun bir süredir ortadadır ki ağızda çürüyen bir sakızın tadını bırakır: Ağzımızda olduğunu biliriz ama bir an önce tükürüp atmak gerektiğini de biliriz. Çevremizi kirletmemek için ağzımızdaki sakızı atacak çöp tenekesini ararken de ister istemez çiğnemeye devam ederiz. Tam da komünizm öldü sakızının çiğnenmeye devam etmesi, Manifesto’nun tazeliğine, güncelliğine delalet.

Sosyalizm ve Çevirmenler

Sosyalist mücadele, en başından beridir çeviri edimiyle iç içe geçmiştir. Örneğin, konferans çevirmenliğinin ilk denendiği yerlerden biri Enternasyonal toplantılarıydı.  Marx ve Engels’in -Komünistler Birliği’nin bir yıl önce verdiği görev uyarınca- 1848’de kaleme aldıkları Manifesto’nun çeviri macerası da Almanca metnin ortaya çıkmasının hemen ardından başladı. Metin, giriş bölümünde belirtildiği üzere “İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Felemenk ve Danimarka dillerinde yayımlanmak üzere” kaleme alınmıştı. Önce batı, sonra doğu Avrupa dillerine, giderek diğer dillere çevrildi. Üstelik çoğu dilde birden fazla çevirisi var. Türkçede 1920’den beri birçok tam çevirisi mevcut fakat yeni çeviriler de yapılmaya devam ediyor.
İmge Kitabevi Yayınları, Marx’ın doğumunun 200’üncü yıldönümü vesilesiyle Manifesto’nun yeni bir baskısını yayımladı. Çeviride önemli bir çevirmenin, Semih Lim’in imzası var. 1963 doğumlu Lim, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra İngiltere’de ekonomi yüksek lisansı yapan, çeşitli üniversitelerde çalışan, çeyrek asırdan beridir de profesyonel çevirmenlikle yaşayan bir isim. Kendi tahminine göre 100 bin sayfadan fazla çeviri yapmış. İmzasını taşıyan metinler arasında Hobbes’un Leviathan’ı, Samir Amin’in Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme’si ve Chaucer’in, yine İmge Kitabevi Yayınları’ndan çıkan iki önemli klasiği var: İyi Kadınlar Efsanesi ve Troillus ile Cressida. Bu sonuncusu çevirmenin titizliğinin iyi bir örneği; her biri 6 dizeden oluşan 1177 kıtayı hece ölçüsüne değilse de kafiye düzenine sadık kalarak ve artık ölü bir dil olan Orta İngilizce orijinalini temel alarak çevirmiş Lim. Manifesto’yu çevirirken ise dünyadaki genel pratiğe bağlı kalarak, Samuel Moore’un Engels onaylı İngilizce çevirisine bağlı kalmış (1888).
Adettendir, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – Komünizm hayaleti,” diye başlayıp “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” diye biten Manifesto’nun yeni bir çevirisi çıktığında önce ilk cümleye bakılır. Semih Lim, “heyula”, “hortlak” gibi sözcüklere meyletmeden alıştığımız cümleyle başlamış çevirisine. Merak bu ya, ben bunun ardından, Berman’ın kitabıyla ezberlediğimiz “Katı olan her şey buharlaşıyor” cümlesine bakarım, çünkü bana naftalini hatırlatır! (Kimya derslerimizde süblimasyonun (katı fazdan sıvı faza geçmeden doğrudan buhar fazına geçişin) nadir örneklerinden biri olarak naftalin verilirdi.)
İngilizce cümle teknik “evaporate” sözcüğünü kullanmasa da “melt into air” (eriyip havaya karışmak) ile bu anlamı imler gibi görünüyor. İlginç olan, İngilizcede bu şekliyle böyle bir öbek fiilin yer almaması; “melt in the air” diye bir şey var ama ifadenin bu şekli Samuel Moore ve/ya Engels’in buluşu gibi görünüyor. Almanca orijinalinde işler biraz daha karışık: Buharlaşma eyleminden (verdampfen) bahsediliyor fakat İngilizceye “solid”, Türkçeye “katı” diye çevrilen yerde iki ayrı sıfat fiil kullanılıyor: “Ständische und Stehende”, “durağan ve kalıcı” diye çevrilebilir. Manifesto’nun Türkçe çevirilerinden biri “Kalıcı ve duran ne varsa buharlaşıyor” diye çevirmiş burayı (marxists.org Türkçe), bir diğeri “Bütün sabit, donmuş ilişkiler … tasfiye oluyorlar” demiş (Sol Yayınları). “Katı olan ve duran her şey buharlaşır” (İletişim), “Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler … silinip gider” (Yordam), “Tüm kalıplaşmış, donup kalmış ilişkiler … silinip giderken…” (Can) diyen de var. Semih Lim, “Katı olan her şey eriyip gider” demeyi tercih ederek tuhaf duran buharlaşma fiilinden kaçınmış; güzel ve doğru bir çeviri ama sanırım ben, Almancanın da ışığında, “Duran ve kalıcı olan her şey buharlaşıyor” demeyi tercih ederdim hem her iki sıfatı hem de buharlaşma fikrini verebilmek için. Lim’in çevirisi baştan sona akıcı ve sahih, “uluslararası” değil “milletlerarası” demek gibi başlangıçta hafifçe yadırganan kullanımlara hızla alışılıyor, basım da tamamen hatalardan azade.
Bu baskının en güçlü yanlarından biri, kitabın sonunda yer alan emek ürünü ek bölümler: “Bizim Çevirimiz Üzerine”, “Manifesto’nun Diğer Türkçe Çevirileri”, “Hakkındaki Bazı Kitaplar ve Yazılar.” Semih Lim bu bölümlerde Mustafa Suphi’nin katliyle yarım kalan, Şefik Hüsnü tarafından tamamlanan çevirisinden başlayarak 50 kadar Manifesto baskısının künyesini kısa notlarla paylaşmış, ardından da konuyla ilgili 20 kadar önemli metnin bilgilerini vermiş. Tabii, tüm dillerde gelenek olduğu üzere, metnin 1872’den 1893’e kadar çeşitli dillerdeki basımlarına önce Marx ve Engels’in birlikte, sonra Engels’in tek başına yazdığı yedi önemli önsöz de çevrilmiş ve ana metnin hemen ardına yerleştirilmiş: Okuru doğrudan metnin içine bırakıveren iyi bir seçim…

Anlatılan bizim hikâyemiz

Peki, kütüphaneler dolusu Marksist klasik içinde bu görece kısa metin nasıl oldu da bu kadar önemli bir yere sahip oldu? Bir hareketin zuhur/manifestasyon belgesi olarak özlü, anlaşılır ve aynı zamanda derinlikli bir metin olması, bu soruya verilecek biçimsel bir cevap olabilir. Fakat basitçe “her şey değişir” diyen “beylik” tespit (katı olan her şeyin eriyip gitmesi, buharlaşması) neden bu kadar zihinlerimize yer etmiştir? sorusunu düşünürsek, bu soruya içerikle ilgili bir yanıt da bulabiliriz belki. Gerçekten de “naftalinli” bir tespittir bu, güveler ucundan kıyısından yemeye uğraşadursun, o yüzyıllarca dayanacaktır!
Manifesto bir hikâye anlatır, feodalizmin yerini kapitalizme bırakmasının, sermayenin her yerde egemenliğini ilan etmesinin, her kesimden, her meslekten insanın ve özellikle de köylülüğün proleterleşmesinin ve tam da bu yüzden kapitalizmin yerini sosyalizmin almak zorunda oluşunun hikâyesini. “Değişim” ve “gelişim” sözcükleri veya bu fikri ifade eden başka sözcükler metnin her yerindedir. Bütün büyük metinler toplumların değişim dönemlerinde ortaya çıkmaz mı zaten? Shakespeare tragedyaları için de geçerlidir bu, Manifesto için de. Marx ve Engels orada değişimin mantığını öyle sağlam kurarlar ki her şeyin değişmekte olduğunu yürekten hissederiz.
Manifesto’nun ana fikri,” der Engels, “her tarih çağında ekonomik üretimin ve bundan zorunlu olarak doğan toplum yapısının o çağın siyasi ve fikri tarihine temel oluşturduğu; dolayısıyla (ilkel komünal toprak mülkiyetinin çözülmesinden bu yana) bütün tarihin bir sınıf mücadeleleri tarihi, toplumsal gelişimin farklı aşamalarında sömürülen ve sömüren sınıflar, yönetilen ve yöneten sınıflar arasındaki mücadelelerin tarihi olduğu; fakat bu mücadelenin çağımızda varmış olduğu aşamada, sömürülen ve ezilen sınıfın (proletaryanın), toplumun tamamını sömürüden, zulümden ve sınıf kavgalarından ebediyen kurtarmaksızın, onu sömüren ve ezen sınıftan (burjuvaziden) özgürleşemeyeceği“ fikridir. Çağın dervişane alçakgönüllülüğü ve gerçek aşkıyla hemen ekler: “Bu ana fikir sadece ve münhasıran Marx’a aittir.”
Manifesto bir hikâye olarak okunabilir evet; geçmişin ve geleceğin hikâyesi olarak. Fakat onu bir “savunma” metni olarak da okumak mümkündür; yargılayan bir savunma olarak: Bizi bireyi, aileyi veya kültürü yok etmek istemekle mi suçluyorsunuz? Eğer siz sadece burjuva birey, aile ve kültürden bahsediyorsanız, evet bunu istiyoruz. Ama bize gerek kalmadan sizin kapitalist sisteminiz zaten hepsini tahrip ediyor. Çünkü “Hukuk da, ahlak da, din de, proleter için, arkalarında burjuva çıkarlarının pusuda yattığı burjuva önyargılarıdır.” Bu yabancılaştırıcı kuramsal jesti -kendisine yöneltilen suçlamayı elinin tersiyle itmek yerine sımsıkı kavrayıp hasmının suratına kamçı gibi çarpma jestini- Brecht’in oyunlarında ve Lenin’in polemik metinlerinde de görürüz. Şimdilerde hapishanede olan hukukçu Selçuk Kozağaçlı’nın yazı ve konuşmalarını okuyanlar da bu argümantatif hamlenin benzerlerini fark edecektir.
Manifesto’nun özdeyiş olacak kadar bilinmeyen en çarpıcı cümlelerinden biriyle söyleyecek olursak, “Burjuva toplumunda, geçmiş bugüne hükmeder; komünist toplumda, bugün geçmişe hükmeder.” Kan, zulüm ve sömürüyle dokunmuş geçmiş ağını parçalamak isteyenler kendilerine çalınmaya çalışılan lekelere rengini verenin, aynı geçmişin küfü olduğunu bilirler ve kendilerini savunmaya tenezzül etmezler. Bugün hakkındaki yargılarını çoktan vermişlerdir çünkü.
BARIŞ YILDIRIM / BİRGÜN