27 Temmuz 2019 Cumartesi

Melih Gökçek'in 15 Temmuz öncesi yaptığı ilginç satış. - Murat AĞIREL

Melih Gökçek döneminde Ankara Büyükşehir Belediyesi'ndeki helikopter yolsuzluğu haberini hatırlıyorsunuz. Ankara Büyükşehir Belediyesi biri tek diğeri çift motorlu helikopter kiralama ihalesi açmış, ihaleyi Belediye iştiraki Belka almıştı. Aynı dönemde ASKİ de helikopter kiralama ihalesi açmış onu da Belka kazanmıştı. Ancak ASKİ'nin kiraladığı helikopter ile Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin kiraladığı helikopterlerin aynı olduğu ortaya çıkmıştı.

Belka'nın kiralama yaptığı şirket olarak da Güneydoğu Havacılık bilgisini sizlerle paylaşmış, firma hakkında bazı bilgiler vermiş ve bazı sorular sormuştum. Firma sahibi Hasan Sarıdağ ile görüştüm.

Kendisi ile yaptığımız görüşmede sorularımı yönelttim.

- 1999 yılında TBMM gündemine soru önergesi olarak gelen ''helikopter kiralama işi ile ilgili kardeşinizin firmasının iş takibini ve görüşmelerini yaptığınız doğru mu?''
Hasan Sarıdağ: Öncelikle şunu belirtmem lazım. Güneydoğu Havacılık İşletmesi 1996 yılında kurulmuş ve yetki almış bir havacılık firmasıdır. Kurulduğu günden beri profesyonelce özel uçak, helikopter sahibi gerçek ve tüzel kişilere bakım, operasyon, yedek parça temini vb. hizmetleri verir. Bu konuda hizmet ettiğim onlarca firma mevcut. Belediyeye bağlı Belka A.Ş de, sahip olduğu çift motorlu helikopter için "işletme ve bakım sözleşmesi" yaparak hizmet ettiğimiz bir kurumdur.

Sorunuza gelince; evet doğru. Bu görüşmeleri yaptım. Amacım bildiğim güvendiğim bir konuda yardımcı olmaktı. Diyarbakır'a tayin oldum. Sonra da Güneydoğu Havacılık Şirketi'ne geçtim.

- Peki... Belka A.Ş helikopterleri sizden mi kiraladı?
H.S: Belka bahse konu dönemde şirketimizden de 1 adet tek motorlu helikopter kiralamıştır. 1 saatlik uçuş kira bedeli 900 Euro'dur.

- Nasıl olur? İhale iki helikopter kiralaması ile ilgili değil mi?
H.S: Evet öyle ama biz tek helikopter kiraladık.

- Kaça kiraladınız peki?
H.S: Siz de faturaları var 86 bin Euro falan... (Kur o gün 2,77 lira)

- Burada bir sorun ortaya çıkıyor. 86 bin Euro'ya kiralanan bir helikopter başka kuruma neden 1,7 milyon TL bedel ile kiralanır ki? Peki, aynı helikopterler ASKİ'ye de kiralanmış. Bu konuda ne dersiniz?
H.S: Ben ASKİ'ye herhangi bir helikopter kiralamadım. Bana, işveren pozisyonunda Belka A.Ş. olduğu için sadece uçulacak gün, saat ve uçacak kişi hakkında bilgi gelir. Ben gerekli izinleri alarak uçuşları planlar, uçarım. ASKİ'ye bir kiralama hizmeti yapmadım.

- Yani siz Belka'ya kiraladınız Belka ASKİ'ye kiraladı. Siz ihale detaylarını bilmiyorsunuz?
H.S: Hayır bilmiyorum

- Peki Melih Gökçek'in bu ihaleden haberi var mı?
H.S: Melih Gökçek'in Ankara'da ki herhangi bir ihaleden haberinin olmaması mümkün mü? Bu paraları kendisine sormalısınız.

- Ortada bir gariplik yok mu sizce?
H.S: Dediğim gibi ben bilemem. ASKİ neden bu kadar yüksek maliyet ile kiraladı. Sermaye transferi mi oldu bilmiyorum.

- Peki, nerelere uçtunuz? Hangi görevlerde bulundunuz?
H.S: Bu bazen, bir hasta yaralı nakli, bazen imar denetimi, park bahçe, kaçak yapılanma baraj ve içme suyu havzalarının kontrolü olduğu gibi, zaman zamanda toplantı ve gösteriler olabilir.


- Toplantı? Gösteri? Yani miting mi? AKP mitingi mi?
H.S: Evet

- Bu sizce normal mi? Ankara halkına harcanması gereken para AKP mitingi için nasıl harcanır.
H.S: Ben bunun kararını veremem. Bana işveren konumundaki kurum anlaşma gereği nereye görev verirse onu yerine getirmek ile görevliyim.

- Peki ASKİ ile birlikte kurduğunuz okul işi nedir? İrfan Kaya ile ilgili bağınız nedir?
H.S: Konuşulan tüm projelerin maliyeti maalesef benim üzerimde kaldı. Yeni yönetim ödemediği için de mahkemeye verdim kazandım. Ancak istinafa müracaat ettiler bekliyorum.
İrfan Kaya ile arkadaşlıktan öte bir ilişkim olmadı. Arkadaşlığımız da havacılık sevdasından kaynaklandı. Kendisi etkili ve yetkili bir yere gelince, hem şehre hem ülkeye havacılık alanında katkı sağlamak maksadıyla, uçuş okulu kurulması fikrini tartıştık. Geçmişte de gündeme geldiği gibi, Gölbaşı'nda genel maksat ve sportif havacılık maksatlı hava araçlarının kullanılması için, iniş kalkış şeridi, hem de yeterli donanıma sahip hava araçlarının alımı işini başlattı.

Ancak, Melih Gökçek ve adamlarının ASKİ ile ilgili bir takım işlerine taş koyduğu için, "daha Gökçek görevdeyken, bizzat Gökçek tarafından görevden alındı" yerine EGO'dan atanan Genel Müdür, Gökçek'in tüm işlemlerini yaparak, uzaklaştırıldı.

EGO'dan atanan Necmettin FETÖ mensubu, sahte doktora yaptığı bilinir. Keşke İrfan Kaya kalsaydı ve düşünülen projeler gerçekleşseydi. 15 Temmuz sonrası ordudan atılan pilotların yerine yetiştirilecek pilotları uçuracak okul, pist ve uçak sıkıntısı ortaya çıktı. Eğer, proje devam etseydi, en azından kamu eli ile yine kamu ihtiyaçları kolaylıkla karşılanacaktı.

- Hasan Bey, belediyenin sahip olduğu helikopter dediniz. Kaç adet helikopteri var belediyenin? Duruyorlar mı? Çünkü şu anda envanterde bu yok diye biliyorum…
H.S: Sadece Helikopter değil, uçak, gyrocopter, ultralight uçak vardı. İlginç olan daha 15 Temmuz olmadan Ankara Büyük Şehir Belediyesi'nin havacılıktan çıkması ve sahip olduğu tüm hava araçlarını, (helikopter, uçak, gyrocopter, ultralight) borcuna karşılık olarak vermesidir. Sanki 15 Temmuz'un olunacağı biliniyormuş gibi hem pist kapatılmış hem de hava araçları elden çıkarılmıştı.
Evet değerli okuyucular. Ben de sizler gibi şaşkınım.

Ben gazeteciliğin etik gereği Güneydoğu Havacılık Şirketi'nin sahibi Hasan Sarıdağ'a cevap hakkını kullandırdım ve sorularımı sordum. Cevapları yukarıda yazılı...

Sonraki yazılarım Helikopter, gyrocopter, ultralight uçaklar...


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

26 Temmuz 2019 Cuma

Küba Devrimi'nin işaret fişeği: 26 Temmuz Moncada Kışlası Baskını - SOL

Bugün Küba Devrimi'nin en önemli dönemeçlerden birisi olan Moncada Kışlası Baskını'nın 66. yıl dönümü.


26 Temmuz, Fidel'i, Che'yi, yoldaşlarını ve Küba halkını Batista rejimine karşı zafere götüren sürecin önemli uğraklarından birisi. Küba halkı 26 Temmuz tarihini “Ulusal İsyan Günü” olarak kutluyor.

Bugün Moncada Kışlası Baskını'nın 66. yıl dönümü... Bu tarih Küba halkı ve Küba Devrimi için özel bir gün olarak kabul ediliyor. 26 Temmuz aynı zamanda devrimi yapacak hareketin de ismi.

Fidel Castro ve arkadaşları işbirlikçi diktatör Batista'yı devirmek için 26 Temmuz 1953 günü Moncada Kışlası'na bir baskın düzenledi. Girişim başarısız oldu ve tutuklandılar. 16 Ekim günü mahkemeye çıkarılan Fidel, "Tarih beni haklı çıkaracaktır" başlıklı meşhur savunmasını yaptı. Savunma elden ele çoğaltılarak paylaşıldı ve hareketin en güçlü propaganda araçlarından birisi haline geldi.
Batista halkın tepkisini yumuşatmak için cezayı sürgüne dönüştürmek zorunda kalınca, Meksika'da bir araya gelen Fidel ve yoldaşları mücadelelerini yeniden örgütlediler. Moncada Kışlası baskınına atıfla, kendilerine "26 Temmuz Hareketi" adını verdiler.

Meksika'dan Küba'ya ayak basan 82 kişinin öncülük ettiği iki yıl süren gerilla mücadelesinin ardından diktatörün ordusunu yenilgiye uğratarak 1 Ocak 1959 günü yönetime el koydular. 26 Temmuz böylelikle bir yenilgi değil, büyük bir zafer olarak tarihe geçti.

26 TEMMUZ'DA NE OLDU?
26 Temmuz 1953 günü 125 kadın ve erkek sabah saat 5.15'de Ada'nın 2. büyük askeri garnizonu olan Moncada Kışlası'na saldırmak üzere harekete geçti. Hedef cephaneliği ele geçirerek silah sağlamak ve aynı zamanda cephaneliği ordunun kullanımına kapatmaktı. Diğer grup ise radyoyu ele geçirerek halkı ayaklanmaya çağıracaktı. Plan en ufak ayrıntısına kadar tasarlanmıştı, ancak Santiago Karnavalı'nın kalabalığı planlarını gerçekleştirmelerini engelledi. Baskın planlandığı gibi gerçekleştirilemedi. Çatışmada ölenlerin sayısı fazla değildi ancak isyancıların büyük bir bölümü daha sonra işkenceyle öldürüldüler. Dağlara kaçmayı başarabilen Fidel ve beraberindeki 18 kişi ise 1 hafta sonra yakalandı. Yakalananlar hızla yargılanarak 5 ila 15 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldılar. 100 kişilik asker ablukası altında mahkeme salonunda savunmasını Fidel "Beni mahkum edin, bunun hiçbir önemi yok. Tarih beni haklı çıkaracaktır!" sözleriyle tamamladı.

Fidel bu yargılanma sonrasında 15 yıl hapse mahkûm oldu ancak 3 yıl hapis yattıktan sonra çıkarılan genel af sonucu 5 Mayıs 1955'te tahliye oldu. Fidel, tahliye olduktan sonra baskını gerçekleştiren grup olan Moviemento'nun 26 Temmuz Hareketi adını alması kararlaştırıldı. 26 Temmuz Hareketi bütün ülkede devrime kadar sürecek olan toplumsal hareketin, yer altı direnişlerinin ve mücadelenin örgütleyicisi oldu.26 Temmuz Hareketi'nin Moncoda kışlası baskının gerçekleştirirken en öenmli amaçları ise ülkede Batista rejimine karşı duyulan tepkinin ortaya çıkmasını sağlamaktı. Baskın, devrime giden yolu tetiklemişti. Fidel ve beraberindekiler Meksika'ya geçerek 1956 yılında Che Guevara ile birlikte Granma teknesiyle Oreinte Bölgesinde Las Coloradas'a çıktılar. Küba devrimi Ocak 1959'da gerçekleşti.

26 TEMMUZ HAREKETİ
“26 Temmuz Hareketi alt tabakaların, alt tabakalar için ve alt tabakalarla oluşturulan devrimci örgütüdür.

26 Temmuz Hareketi hiç kimsenin politik fitne veremeyeceği Küba işçi sınıfının kurtuluş umududur, ataları tarafından özgürleştirilen topraklar üzerinde paryalar halinde yaşayan köylünün toprak umududur, göçmenlerin, üzerlerinde çalışamadıkları ve yaşayamadıkları topraklarına geri dönüş umududur, açlara ekmek ve unutulmuşlara adalet umududur.

26 Temmuz Hareketi bu mücadelede 10 Mart 1952’den beri düşenlerin davalarını sürdürür ve sükûn içinde ulusa, onların eşlerine, çocuklarına, ailelerine ve kardeşlerine, devrimin mağdurları tehlikeye atmayacağını beyan eder.

26 Temmuz Hareketi yakın saflara sıcak bir davetiyedir, kolları Küba’nın tüm devrimcilerine, ufak tefek partizan farklarını ve daha evvel yapılan hiçbir ayrımı gözetmeksizin açıktır.


26 Temmuz Hareketi ülkemizin canlı ve sağlıklı geleceğidir, halka sözü verilmiş onurdur, vaat yerine getirilecektir.”

Fidel Castro Ruz
19 Mart 1956"

SOL

Günde 4 milyon sensör üretiyor - ÖZLEM YÜZAK

Kadıköy’de Beşiktaş vapuruna yetişmek için hızlı adımlarla yürürken Özsüt işçilerinin eylemine rast geldim. Rıhtımdaki işletmenin önünde oturmuşlardı. İçlerinden biri elinde megafonla 2.5 aydır maaşlarını alamadıklarını ve haklarını sonuna kadar arayacaklarını haykırıyordu. Durup biraz konuştum. Evlerinin kirasını ödeyemediklerini, sersefil olduklarını ve işletmenin sürekli onları oyaladığını, dayanacak gücü kalmayanların işten ayrıldıklarını anlattılar. 

İşleri zor.

Bir yandan giderek derinleşen mali kriz, öte yandan bunu bahane olarak kullanan işverenler, emeğin ayaklar altında olduğu bir düzen. Bakıyorum, özellikle gıda üzerine faaliyet gösteren işletmeler, restoran, kafeler ağırlıklı olarak yabancı işçi çalıştırıyor. Türkmen, Özbek, Afgan, Suriyeli... Çok daha düşük ücret ve çok daha uzun saatlere gık çıkarmadan boyun eğen bir kitle varken işletmeler neden bundan yararlanmasınlar ki... 

Üstelik hazır doğru dürüst bir denetim ve hesap soran yokken...

Bosch’un dönüşümü
Beşiktaş’ta katıldığım toplantı ise günümüz dünyasının diğer yüzü. Yapay zekânın, dijital teknolojilerinin yaşamı nasıl dönüştürmekte olduğunun... Sürücüsüz otolar, akıllı evler. Akıllı kentler, tüm makinelerin birbirleri ile iletişim içinde olduğu bir dönüşüm. Bosch Türkiye ve Ortadoğu Başkanı Steven Young, günde 4 milyon sensör ürettiklerini anlatıyor. 

Bu çok yakın geleceğin olmazsa olmaz ürünü ve bu rakam 10 yıl sonra saatte 4 milyon üretime çıkacak. 2050 yılına gelindiğinde dünyada her 3 kişiden 2’si mega kentlerde yaşıyor olacak. Yani nüfusu 10 milyonun üzerinde olan kentler. Ve akıllı olmayan kentler varlıklarını yitirecek. Hava kalitesi, trafik, temiz su, kentsel tarım önümüzdeki yıllarda çözüm bekleyen en önemli sorunlar olacak. Akıllı telefonlar aynı zamanda bu çözümlerin de birer parçası haline gelecek. En kısa yol, en yakın otopark hangisi söyleyecek, hatta ödemeyi bile yapacak. 

Aslında bunlar başladı bile.

Young anlatıyor: 2023’te 60’tan fazla elektrikli araç markası piyasaya çıkacak. Önümüzdeki yıl nesnelerin internetinin piyasa değeri 250 milyar dolar olacak.
Bundan 6 yıl sonra 2025’te akıllı internet sayısı 55 milyar adet olacak. 2030’a kadar bu sektöre 15 trilyon dolar yatırım yapılacak. Almanya’nın siber vadisi olarak bilinen Tübingen’de 700 yapay zekâ uzmanının çalışacağı bir merkez olacakmış. Böylelikle dünya genelinde Bosch’un, ikisi Almanya, ikisi ABD, biri Hindistan ve biri İsrail’de olmak üzere 6 yapay zekâ merkezi olacak.

Young’un belirttiğine göre, Bosch ve Daimler dünyada bir ilke birlikte imza attı. Almanya’da Baden-Württemberg eyaleti insan gözetimi olmadan bir aracın tamamen kendi kendine, sürücüsüz park etmesinin yani otonom vale parkın yasal ilk iznini verdi.
Bosch’un altyapıyı, Daimler’in ise araç teknolojisini sağladığı otonom park sistemi, otomobili tamamen bağımsız bir şekilde alıyor ve geri getiriyor. Uygulama önce Stuttgart’ta bulunan Mercedes-Benz Müzesi’nin otoparkında günlük kullanıma sunulacak.
Bosch her yıl cirosunun yüzde 10’u kadar Ar-Ge yatırımı yapıyor. Ve Young, dünya genelinde yazılım mühendisi bulmakta zorlandıklarını söylüyor.
Peki, ya başta yazılım mühendisleri olmak üzere bu kadar beyin göçü veren Türkiye? Young, “Türkiye’de yazılım yapan çok kaliteli şirketler var ancak bunlar çok küçük. Bir şekilde ölçeğin büyütülmesi öncelikli olmalı” diyor. Ya yerli sermaye ile ya yurtdışından fonlarla... Bir şekilde ölçek büyütüldüğünde arkası gelir ve beyin göçünü tersine çevirebilirsiniz” diye ekliyor. 

Bosch 1972 yılından beri Türkiye’de üretim yapıyor.
Manisa’da kombi üretimi yapan termoteknik fabrikası ve Bursa’da yeni nesil hidrolik pompa üretimi ve buradan yapılan ciddi bir ihracat... Avrasya Tüneli’nin güvenlik sistemleri, Bosch Bina Entegrasyon Sistemi üzerinden çalışıyormuş. Tünelde 500 Bosch kamerası ve 5 bin 500 yangın alarmı bulunuyor. 

Young, 2018 yılında dünya otomotiv firmaları için çalışmak üzere İstanbul’da tasarım merkezi kurduklarını söylüyor. Merkezde sistem tasarımı ve aplikasyon/ kalibrasyon alanlarında çalışmalar yapılıyor. Şimdilik 14 mühendis varmış ancak bir yıl içinde 57’ye çıkacakmış sayı. Geçen yıl Türkiye’den 75 patent başvurusu yapılmış.

‘Türkiye’de yatırım yapmanın en iyi zamanı’Konu, Volkswagen’in yatırım için Bulgaristan’ı mı yoksa Türkiye’yi mi seçeceğine geliyor. Young, “Bizim Bosch olarak yatırım kararlarımızı 5 kriter belirler” diyor:
“Üretim performansı, bölgenin pazar fırsatları, yerlileştirme oranı yani yan sanayinin yetkinliği, nüfus, üniversite ve meslek liselerinin eğitim kalitesi... Türkiye bu ölçütlerin hepsine uyuyor. Üstelik Türkiye’de yatırım yapmanın en zamanı, çünkü piyasa hayli dipte...” 

Evet Türkiye’de piyasa dipte, işsizlik had boyutta, nitelikli beyinlerin ülkeyi terk etmesi de... Öte yandan teknoloji ile yapay zekâ ile hızla dönüşen bir dünya, ekonomi, işkolları.. 

Acaba ne zaman, neresinden yakalayabileceğiz?

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

1923 Temmuz’da ‘Lozan’ın Kadınları’ - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar -verilen arayla birlikte- yaklaşık dokuz ay süren “Lozan Barış Konferansı”nın görüşmelerinde, masada tek bir “kadın delege” görülmese de, o günlerin Lozan’ının sokakları, kahvehaneleri, gazinoları, özellikle de bol karlı kış günlerinin buz pistleri, delegelerin eşleriyle “şen, şakrak”, renkli mi renkli bir görünüme bürünmesi, İsviçre basınında genişçe yer alırdı.

En çok ilgi çeken de, İtalyan Başdelegesi Marki Garroni’nin, çok genç, cıvıl cıvıl eşi Markiz Garroni’ydi; buz pistinin kraliçesi olduğu yazılıp çiziliyordu.
Delegelerin büyük çoğunluğu eşleriyle birlikte gelmişti Lozan’a; kısa bir süre sonra ötekiler de geldi.

Eşleriyle birlikte gelen delegeler, gün boyunca çok çetin geçen oturumların sıkıntılarını, Lozan’ın göl kıyısındaki ünlü kahvehanelerinde, lokantalarında geç vakitlere dek oturup gerginliklerini attıkları, Lozan’ın iki sayfalık yerel gazetesinde günü gününe, bolca resimlerle Lozanlılara duyuruldu.

İngiltere’nin Başdelegesi ve Lozan oturumlarının Başkanı Lord Curzon’un eşi Grace Curzon, Lozan’a gelmemişti, dolaysiyle Curzon’un görüşmelerde yaşadığı sıkıntıları eşine yazdığı uzun mektuplarla hafifletmeye çalıştığı bilinir; Başdelegemiz İsmet Paşa (İnönü) ile ilgili yakınmaların bu mektuplarda, genişçe yer aldığı, mektuplar yayımlandığında görüldü.

Soyunun İngiltere Krallığı’ndan daha eskilere dayandığından söz eden “Marki Curzon of Kedleston”, İsmet Paşa ile konuşmanın, hele hele kendisine, “Hayır!” demenin zorluğunu, Mısır’daki “Keops Piramidi” ile tartışmaya benzetmesi de eşine yazdığı mektupta yer almıştı. 

Ayrıca, en yaşlı delege olan Yunanistan’ın Başdelegesi Venezilos’un kendi gibi yaşlı eşi de Lozan’a gelen delege eşlerindendi. 


Peki, Türkiye’nin başdelegesi İsmet Paşa’nın, öteki görevlilerin, kısaca Türk Delegasyonu’nun eşleri neredeydi?

Türk delegelerinin eşleri, görüşmelerin ikinci bölümünde Lozan’a geleceklerdir Başdelegemiz İsmet Paşa’nın eşi Mevhibe Hanım’ın gelmesi de söz konusudur.
İsviçre basını, bu haberi büyük bir ilgiyle karşılamış, ayrıca bu gelişmeyi okuyucularına bütün ayrıntılarıyla, saati saatine ulaştırabilmek için hazırlıklara başlamıştı; ne ki bu bağlamda ilk atılım basından değil, başka bir kaynaktan gelecektir. 

Lozan’ın ünlü bir emlakçısı, İsmet Paşa’ya, tatillerde “eşleri” ile birlikte gelip, rahatça oturabilecekleri “20 odalı bir saray yavrusu”nu, mülk edinmesini önerir... 

Lozan’da görüşmeler boyunca, başta Curzon olmak üzere, tüm delegeler yeni Türkiye’yi, Osmanlı Devleti’nin nasıl bir uzantısı olarak görüyorlarsa emlakçı Mösyö Toeger de bu önerisiyle, İnönü’yü eski “Osmanlı Paşaları” ile karıştırdığını ortaya koymuş oluyordu.

Ne ki, kısa bir süre sonra Başdelegemiz İsmet Paşa’nın ve öteki delegelerimizin eşlerinin Lozan’a geleceği duyulunca, başta İsviçre basını olmak üzere, görüşmelere katılan ülkelerin -ABD’nin debasını, onlarla birlikte Lozanlılar da, delegelerimizin kaldığı “Lozan Palas” otelinin önünde oldukça büyük bir kalabalık oluşturup yoğun bir merakla beklemeye başlarlar.

Bir süre sonra, otele gelmeye başlayan Türk delegelerinin eşlerinin de tıpkı öteki ülke delegelerinin eşleri gibi yüzlerinin, başlarının açık olduğunu, onlar gibi giyindiklerini görüp, ayrıca “tekeşli” olduklarını da anlayacaklardı...

Flaşlar daha çok, İnönü’nün eşi üzerinden yanıp sönüyordu; Mevhibe Hanım koyu renkli bir takım giymişti, kuşkusuz yüzü, başı açıktı; delegelerimizin eşleri de tam bir “çağdaş kadın” görünümündeydi... 

Kadınlarımızın gözler önüne serdiği bu tablo, kurulacak “Yeni Türkiye”nin daha ilk adımda, “çağdaş dünya”nın, yirminci yüzyıl dünyasının bir üyesi olacağının, yadsınamaz bir göstergesini oluşturuyordu.

Demek ki artık yapılması gereken, “cinsel eşitsizliği” tanıyan, “temel” olan “Dinsel Yasalar”ı (şeriat) kökünden silip atmak, başta kadın erkek eşitliğine dayanan, çağın gereksinmelerine, önlenemez değişimlerine, dönüşümlerine yanıt verebilecek yasaları düzenleyip yürürlüğe koymaktı; böylece ilk adım atılacak, “Türk Medeni Kanunu” yola çıkacaktı... 

Evet değerli dostlar, “24 Temmuz 1923 günü, Lozan’da ‘Kadınlar’ da vardı!”...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Kaynaklar: Lozan Barış Antlaşması, İnönü Vakfı, 1994; G. Bilgehan, “Mevhibe”, Bilgi Yayınevi, 1995.




Dış finansman sorunları - KORKUT BORATAV

Türkiye’nin krizi dış kaynak akımlarında sert bir durma ile tetiklenmişti. Sonraki aşamalarında da dış finansman sorunları öncelik taşımaktadır. 

Bu yazıda bu konuya odaklanacağım: Krizin ilk yılı dolarken, cari işlem açıkları ve “geçmiş güzel günler”den devralınan dış borçların ödenmesi, döndürülmesi nasıl seyrediyor? Tümünü oluşturan dış finansman yükü hafifliyor mu; ağırlaşıyor mu? 
Son yıla bu çerçeve içinde göz atalım.


Dış borçlar ve dış finansman gereksinimleri 
Aşağıdaki tablo, krizin arifesinde (Mart 2018’de) ve kriz içinde (2019’da) bu sorunlara ışık tutan nicel bilgileri (milyar dolar ve millî gelire oranlar olarak) vermektedir. Son sütunda 2019’a ait en son (Mart, Nisan, Mayıs’a ait) veriler kullanıldı. Yüzde hesaplarında kullanılan 2018 ve 2019’un dolarlı millî gelir (GSYH) verileri, IMF’ye aittir.

Tablonun ilk iki satırında, ekonominin brüt dış borç stoku yer alıyor. Toplamı, doğrudan krizle ilgili değildir: Geçmişin mirası olan dış bağımlılık yükünü temsil eder. Dış borç stokundaki değişmeler ise, krizin seyrine ışık tutar.

Tablonun sonraki (3.-8.) satırları ise, ekonominin kısa dönemli dış finansman gereksiniminin farklı boyutlarını yansıtıyor. Önce on iki ay içinde vadesi gelen borç toplamı (satır 3-4); sonra ekonominin dışa dönük cari işlemlerinin açığı (satır 5-6) yer alıyor. Son iki satır ise, banka-dışı şirketlerle ilgili bir stok bilançosudur: Şirketlerin tüm döviz yükümlülükleri ve varlıkları arasındaki net döviz açığı…   
  
Türkiye, kronik dış açık veren bir ekonomi olduğu için, “normal” dönemlerde vadesi gelen borçların döndürülmesinde, cari açığın ek dış kaynak girişleriyle sürdürülmesinde güçlük çıkmaz. Bugünkü gibi bir kriz ortamı ise, acil  dış finansman sorunları doğurur; ülke dışına net borç ödemesi zorunlu olur. Aksamalar, olağan-dışı yöntemleri gerektirebilir.  
   
Dış borçlar daralıyor; yükü ağırlaşıyor… 
Kriz arifesinde ve sonrasında (milyar dolar olarak) hem dış borç stoku (467,1 → 453,4); hem de 12 ayda vadesi gelen dış borç ödemeleri (181,8 → 175,3) düşmüştür (Satır 1 ve 3).  

Ne var ki, bu düzelmeye rağmen, dolarlı millî gelire oranladığında dış borç stokunun (%60,9 → %64,2) ve kısa dönemli dış borç ödemelerinin (%23,7 → %24,8) göreli ağırlığı yükselmiştir (Satır 2  ve 4).  

Nasıl açıklanabilir? 
IMF, 2019’da dolarlı GSYH’nin, 2018’e göre 60,2 milyar dolar düşeceğini tahmin ettiği için… Bu sayı, 2019’un ortalama dolar fiyatına, ekonominin reel küçülme ve enflasyon oranlarına ait öngörülerden türetiliyor. 

IMF’nin 2019 ortalama dolar fiyatı öngörüsü, 5,70 TL’dir. 2018’deki 1 dolar=4,83 TL ortalamasını yüzde 18 aşmaktadır ve ulusal enflasyon tahmininin üzerindedir.
Ekonominin sabit fiyatlarla (tahminen) yüzde 2,5 oranında küçülmesi, doların reel olarak pahalılaşması ile birleşiyor. Sonuç iki yılda GSYH’nın milyar dolar olarak (766,4 → 706,2) yüzde 7,9 oranında düşmesidir. 

Bank of International Settlements’in verilerine göre Ocak-Haziran 2019’da ortalama dolar fiyatı, 5,63 TL’dir. Yıl sonu ortalaması 5,70 TL’ye çıkacak mı? IMF’nin dolarlı GSYH tahmini tutacak mı? Göreceğiz…

Kamu sektörünün dış borçları yükseliyor
Toplamı 13,7 milyar dolar daralan dış borçların bileşiminde ne gibi değişmeler gerçekleşti? 

Özel sektör dış borçlarının payı AKP’li yıllarda hemen hemen kesintisiz tırmanmış; kriz öncesinde yüzde 70 eşiğine yerleşmişti. Kriz, özel dış borçların payını hızla aşağıya çekti; yüzde 66’ya indirdi. Mart-2018-Mart 2019 arasında özel sektörün 25,5 milyar dolarlık net dış borç ödemesi sayesinde… Bu yük tümüyle bankalar tarafından üstleniliyor.

Bu hesaplardan ilginç bir bilgi çıkıyor: Toplam dış borçlardaki düşme (13,7 milyar dolar), özel sektörün (25,5 milyar dolarlık) net dış borç ödemelerinden azdır. Niçin? Kriz aylarında devletin (merkezî, yerel yönetimlerin ve TCMB’nin) dış borçları 11,8 milyar dolar arttığı için… 

Nasıl yorumlanabilir? İki açıklama akla geliyor: Batık şirketlerin dış borçlarının dolaylı olarak devlet ve TCMB tarafından üstlenilmesi mi? Tırmanan kamu açıklarının dış borçlanmayla finansmanı mı? 

İki olasılık da döviz krizinin yükünü, sermaye çevrelerinden kamu sektörüne farklı yöntemlerle aktarmak anlamına gelir. 

Cari işlem açığındaki “rahatlama”…
Dış finansman sorunlarında en çarpıcı “düzelme”, cari işlem açığında Mart 2018-Mayıs 2019 arasında gerçekleşti: 12 aylık dış açık 55 milyar dolardan 2 milyar dolara indi; millî gelirdeki payı sıfıra yaklaştı.

Bu dönüşüm, Türkiye ekonomisinin dış finansman gereksinimlerine büyük bir rahatlama getirdi. Boyutu, tablodan hesaplanabilir. Kriz arifesinde (Mart 2018’de) 12 aylık dış borç yükümlülükleri ile cari işlem açığını (satır 3 ve 5’i) toplayın: 237,2 milyar dolar… GSYH’nin hemen hemen yüzde  31’i. 

Türkiye ekonomisinin acil (bir yıllık) dış finansman gereksinimi, kriz arifesinde sürdürülemez boyuta tırmanmıştı. 

Nitekim sürdürülemedi. Cari işlem açığının sıfıra yaklaşması, millî gelir üzerindeki bu yükü, 2019’da neredeyse 6 puan aşağı çekti. 

Büyük ölçüde ithalat daralmasından kaynaklanan bu “rahatlama”, doğrudan doğruya krizin ürünüdür; ekonominin küçülmesinden ve halkın yoksullaşmasından kaynaklanmıştır. Geçen hafta ayrıntılarına girmiştim.

Şirketlerin döviz riskleri bankalara aktarılıyor
Şirketlerin net döviz açığı ise, kriz içinde hem milyar dolar (221,0 → 188,1) olarak, hem de millî gelire oranla (%28,2 → %26,6) daralıyor. Nasıl? 

İstatistiklerin ayrıntısına baktığımızda şirketlerin döviz risklerini yerli bankalara aktaran bir “operasyon” ortaya çıkıyor: Mart 2019-Nisan 2019 arasında şirketlerin döviz kredi ödemelerine bakalım: Doğrudan yabancı bankalara sadece 1 milyar; ulusal bankalardan alınmış döviz borçlarına ise 19 milyar dolarlık net ödeme… 
İktidarın kamu bankaları üzerindeki nüfuzu rol oynadı mı? Riskli döviz alacakları yapılandırıldı mı? Boyutları nedir? Bilmiyorum. Bankalar ise şimdilik (sendikasyon kredileri ile) dış borçlarının sadece yüzde 80’ini döndürebilmektedir. 

Sonuçta, şirketlerin döviz risklerinin önemli bölümleri bankalara kaydırılmış oluyor. İspanya, Fransa, Alman bankalarının Türkiye bankalarından alacaklarının boyutu ve olası riskler üzerinde Claudio Grass ayrıntılı bilgi veriyor (Eurasia Review, 23 Mayıs).

Moody’s Haziran’da, Fitch Temmuz’da Türkiye’nin önde gelen bankalarının kredi puanlarını indirdi. Gerekçeleri açıklayan bilgi notlarında ve önceki Türkiye raporlarında, bankaların dış borçlarıyla ilgili riskler vurgulanmaktaydı. Bu kuruluşların ve uzantılarının lekeli sicillerini daha önce vurguladım. Ama görüşleri göz ardı edilemez; zira, ekonomi için hayatî önem taşıyan “suyun başında” duruyorlar. 

7186 sayılı Torba Yasa, AKP beslemesi burjuvazinin iç borç bunalımını alaturka yöntemlerle hafifletmeyi hedefliyor. Temel açmaz olan dış finansman sorunları açısından derde deva değildir. 

Batılılara bakılırsa Türkiye krizinin son perdesine henüz geçilmedi. Olası bir dış borç krizinin önde gelen iki tarafı, borçlu Türkiye bankaları ile alacaklı Batı bankaları olacaktır.

Korkut Boratav / SOL

25 Temmuz 2019 Perşembe

Hangi damat: Berat mı, Selçuk mu? - BARIŞ TERKOĞLU

Silivri Cezaevi’nde yan koğuştaki Yalçın Küçük ile her sabah telefonla konuşurduk. Telefon deyince aklınıza ahizesi olan bir alet gelmesin. Her avlunun ortasında kanalizasyonla birleşen rögarların kapakları olurdu. Bu kapağa sert bir cisimle vurulunca öteki koğuştan duyulur, telefon çalmış olurdu. Bir kişi kanalizasyon boşluğuna doğru seslenirken öteki kulağını boşluğa uzatır, karşılıklı konuşma gerçekleşirdi. Kimi zaman çekilen sifonlarla kanalizasyonda hareketlenme olur, “hatlar dolu” diyerek konuşma kesilirdi.

Yalçın Hoca her gün gazeteleri erkenden okur, kupürleri keser, bir hikâyede buluşturur, sabah telefonunda da anlatırdı. Magazin haberlerini ayrıca önemserdi. Magazin haberlerine dudak bükenlere “magazin” kelimesinin etimolojisini anlatırdı.

“Magazin”in “mağaza” ile ortak kökten geldiğini aktaran Yalçın Hoca, bir aydının teorisine göre “mağaza”dan istediğini alabileceğini söylerdi. Sahiden bahsettiği magazin hikâyeleri sonunda hep politikaya bir şekilde bağlanırdı.
Baştan söyleyeyim. Bugün “mağaza”da magazin var.

Berat mı, Selçuk mu? 
Davutoğlucuların en çok okuduğu Karar gazetesinin ekonomi sayfalarında gördüm. Krize rağmen başka yöne giden bir sanayi kalemi vardı. Mayıs ayında ulaşım araçlarının imalatı yüzde 115 artış göstermişti. Yazar İbrahimKahveci’ye göre bu araç, son dönem büyük gelişme gösteren İHA, yani “insansız hava aracı”ydı.

İHA deyince herkesin aklına doğal olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar geliyor. Haliyle ekonomide kötü gidişattan  Damat Berat Albayrak sorumlu tutulurken, öbür damadın adı krize rağmen yaşanan üretim patlamasıyla 
anılıyor. 

Aynı ailenin içinde yaşanan bu ekopolitik sarkacı düşünürken olayı magazinleştiren Erdoğan’ı desteklediğini bildiğim arkadaşım oldu. Söze girişti: “Zaten partinin tabanında da hep ‘Berat mı, Selçuk mu’ soruluyor.” 

“Nasıl yani” dedim?

Artık saklanacak hali kalmamıştı. Parti tabanının başarısızlıkların sorumlusu olarak gördüğü Berat Albayrak’a karşı duyulan alerji günden güne artarken, Selçuk Bayraktar’a duyulan sempati de katlanarak büyüyordu. Bu da iki damadın zihin terazilerinde tartılmasına neden oluyordu.

“Mesela” dedim? Demez olaydım. 

Bir sürü kriter varmış. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve çocuklarının Kısıklı’da birbirine yakın villaları vardı. Berat Albayrak da eşiyle burada oturuyordu. Buna karşın Selçuk Bayraktar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “izin verirseniz benim evimde oturalım”  diyerek rıza almış ve İstanbul’un başka bir semtinde kendi evine taşınmıştı.
Tabii efsaneler başladı mı bitmiyor...

Dünürlerin farkı 
Berat Albayrak, İslamcı bir ailede yetişmişti. Sadık Albayrak’ın oğluydu. Selçuk Bayraktar’ın babası Özdemir Bayraktar da milli görüş kökenliydi. Ancak Bayraktar ailesi de, Selçuk ailesi de, daha çok milliyetçi muhafazakâr kimliğiyle öne çıkıyordu.
Berat Albayrak’ın “İslamcı mütefekkirler” arasında sayılan babası FETÖ davaları sürecinde “kandırılmıştı”. Balyoz kumpas belgelerinin ardından askerlerin aleyhinde FETÖ’cü savcılara şikâyet dilekçesi vermişti. Selçuk Bayraktar’ın babası ise yıllardır TSK personeliyle iyi ilişkileriyle biliniyordu. 28 Şubat döneminin ardından bile askeri projelerde TSK ile sorunsuz çalıştı. Şirketlerinde birçok emekli askere görev vermesi bir yana, Balyoz davasında tutuklanan askerlerin Silivri’deki ziyaretçilerinden biriydi. 

Mahkemeleri takip ediyor, cezaevine gidip hatırlarını soruyordu. Öyle ki tahliye oldukları gün cezaevi kapısında karşılayanlar arasındaydı.Balyoz kumpasında hedef alınan Ahmet Yavuz, “O hep benim yanımdaydı. Sadece benim için değil,Hasan Iğsız General için de, Ergin Saygun General için de, diğer arkadaşlarım için de çabaladı” diye anlatıyordu. Bu bilinmeyen ilişki nedeniyle Selçuk-Sümeyye Bayraktar’ın düğününde kumpas mağduru askerlerden bazıları davetliler arasındaydı. 

Biri Cumhur İttifakı öbürü Pelikan
Damat Berat, çoğu zaman FETÖ okullarındaki geçmişiyle sıkıştırılıyor. Meclis’te eleştirilere “35 sene içerisinde cemaatin yüzlerce okulunda okuyan yüz binlerce, milyonlarca gencin bir tanesiyim” diyerek yanıt verdi. Selçuk Bayraktar ise Robert Kolej mezunuydu. 

Berat Albayrak, lisans sonrasında tezine ya da danışmanına dair etik tartışmalarıyla gündeme geldi. Selçuk Bayraktar ise burs kazandığı prestijli MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) yaptığı çift yüksek lisansla, Georgia Institute of Technology’deki doktorasını İHA projesi için yarım bırakmasıyla hatırlanıyor. 

Berat Albayrak, kariyerini tartışmasız Cumhurbaşkanı’na borçlu. Selçuk ise başarı hikâyesini kendisi yarattı. Bu nedenle Berat için “damat”, Erdoğan için “Selçuk’un kayınpederi” ifadesi daha çok kullanılıyor. 

Selçuk, kasıtlı bir şekilde gündelik siyasetten uzak duruyor. Yalnızca eleştirilere yanıt veriyor. Öte yandan Berat, siyasetin tam ortasında. Çoğu zaman siyasi polemikleri elindeki medya ve bürokrasi gücüyle başlatan isim. 

Selçuk, ideolojisi nedeniyle parti tabanına göre “Cumhur İttifakı”nı simgeliyor. Berat Albayrak ise her zaman AKP içindeki Pelikan hizbi ile anılıyor.

Devlet ile ilişkileri
İstanbul seçiminin yenilenmesinin ardından yazdık. Berat Albayrak’a verdiği destekle bilinen sermaye grubu ihalelerden ya da yardımlardan besleniyor. Selçuk Bayraktar’ın Mütevelli Heyeti Başkanı olduğu T3 Vakfı “kurucu ve yöneticileri dışında kimseden bağış kabul etmediğini” açıklıyor. Vakfı büyük oranda Bayraktar’ın İHA üreten şirketi finanse ediyor.
 
Berat Albayrak taraftarları görünür şekilde devlet içinde kadrolaşırken, Selçuk Bayraktar’ın kadroları yok. 

Berat Albayrak parti içinde sık sık “kibirli” eleştirilerinin muhatabı oluyor. Selçuk Bayraktar ise sıradan insanlarla rahat diyalog kuruyor.
 
Karşılaştırma uzadıkça uzadı... 

Konuştuğum partilinin anlattıkları AKP tabanının herhangi bir mensubunun ruh halini de özetliyor. Nitekim geçen hafta bakanlara yönelik yapılan anketlerde Berat Albayrak’a verilen desteğin düşük çıkması da bunun kanıtı.
 
Bir de şu var ki Cumhurbaşkanı’nın damatları AKP’nin siyasi ittifakları ve ideolojik eksenindeki dönüşümle de kesişiyor. Çözüm süreci ya da FETÖ kumpasları devam ederken PKK’ye en çok zarar veren İHA’ların mucidini belki de bugün olduğu yerde göremezdik. 

Bir siyasi magazin dersi: Damat, belki de damattan çok daha fazlasıdır.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


Yeni başlayanlar için 10 soruda Lozan (I-II-III-IV-V) - Aytek Soner Alpan / SOL


(I)Lozan hakkında ne 'bilmiyoruz'?

Herkesin Lozan hakkında konuştuğu bir dönemde soL Lozan dosyasını açıyor... Bugün, ne bilmiyoruz diye başlayacağız, zafer mi hezimet mi tartışmasının nereden kaynaklandığı sorusuyla bitireceğiz.

1. Lozan Antlaşması hakkında ne 'bilmiyoruz'?
Aslında tartışmaların içeriğine baktığımızda "hiçbir şey" diye yanıtlayabiliriz. Tartışmalar bomboş bir içerikle ve eğer tarih diye bir disiplin varsa, o disiplinden olabilecek en uzak mecrada yürüyor. İçeriği politikleşmiş tarihi meselelerde bu durum belli ölçülerde kaçınılmazken, bilimsellikten ve tarihsel gerçeklerden bu denli uzak tartışma memleketin düşünce dünyasındaki kurumayı da net bir şekilde gözler önüne seriyor.

Lozan Antlaşması üzerine yapılan spekülasyonlarda sık sık gündeme gelen başlıklar, antlaşmanın "gizli maddeleri" (Ayasofya'nın müze yapılması, hilafetin kaldırılması, laiklik, madencilik/petrol arama kısıtlamaları vs.) ya da antlaşmanın yalnızca 100 yıllığına geçerlilik taşıdığı gibi "meseleler" oluyor. Oysa Lozan'ın ne gizli maddeleri var ne de bir "son kullanma tarihi." Bunların iddia edilmesi cehaletten değilse, "büyük yalan söyleyin, tekrar edin, inanırlar" diyen Hitler'in propaganda bakanı Goebbels'in izinden yürümekle alakalı olabilir.

Sorumuza geri dönelim: Peki ne bilmiyoruz?

Lozan hakkında her şeyi biliyoruz. Yani bir tarihsel olay hakkında neyi ne kadar bilebilirsek, o kadar. Orijinal kopyası Fransız arşivlerinde bulunan Lozan'ın 143 madde ile 17 protokol ve sözleşmesinin her satırı biliniyor. Bu kadar da değil. Türk Delegasyonu tarafından Lausanne Palace’ta diğer ülkeler şerefine verilen ziyafetin mönüsüne kadar hemen her şeyi biliyoruz… Mesela, eski bir diplomasi geleneği olarak ziyafeti düzenleyenin ismi ana yemekte anıldığından bu ziyafette "İsmet Paşa Sülünü" servis edildiği bilgimiz dahilinde. Mönünün tamamı ise şöyle:

İçkiler: Sherry, Rüdesheimer (şarap), Cháteau Margaux (şarap), Piper-Heidsieck, brut extra 1911 (şampanya), likörler.
Mönü: Marenesse istiridyesi, kaplumbağa çorbası, chambord usulü deniz alacası (alabalık), fındık patates kızartması ile messena sığır filetosu, Polonya usulü kuşkonmaz, İsmet Paşa sülünü ile Ninon salatası, çilek melba ile Osmanlı pötifurları, seçme meyveler sepeti, kahve.

Lozan Konferansı'nın tüm tutanakları Türkçe dahil çeşitli dillerde yayımlanmış durumda. Peki bunlar Türkçe'de yeni mi yayımlanmıştır? Hayır… Devletler Hukuku Profesörü Seha L. Meray, 1969-73 döneminde bu belgeleri toplam 8 kitap halinde Türkçe yayımlamıştır. Meray, ayrıca, Osman Tuncay'la birlikte Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküş Belgeleri başlığıyla Mondros ve Sevr'in belgelerini de yayımlamıştır.

Lozan'a ilişkin tüm temel belgeler açıktır:
Diğer dillerdeki kaynakları geçecek olursak, konferans sırasında Türk delegasyonu ve Ankara arasındaki telgraflar Bilal Şimşir tarafından yayımlanmış durumdadır. Bu telgraflar, enteresandır, telgraf hattını denetimlerine aldıkları için İngiliz arşivlerinde de mevcuttur.

Konferans öncesinde ve sonrasında Meclis'te açık ve gizli oturumlarda yapılan tüm tartışmalar da yine yayımlanmış durumda. Bu Lozan'a has bir durum değil zira döneme ait tüm Meclis zabıtları ulaşılabilir durumda. Yakın tarihte bu zabıtlar TBMM Kütüphanesi'nin internet sitesinden erişime de açıldı. Bu zabıtlar, aynı zamanda, Taha Akyol ve Sefa Kaplan tarafından kitaplaştırıldı. Fahiş bir fiyat etiketiyle...

Lozan'a taraf olan devletlerin de arşivleri bu konuda araştırmaya açıktır. Lozan'ın çeşitli veçheleri ya da konferansın kendisi üzerine İngiltere ve Yunanistan arşivlerinde yapılmış bilimsel araştırmalar mevcuttur. Bunlardan, örneğin, Sevtap Demirci'nin kıymetli çalışması Türkçe'de Belgelerle Lozan ismiyle yayımlanmıştır. İngiliz arşivinin konuyla ilgili tüm fonları bu dönem için araştırmaya açıktır. 

Yunanistan Dışişleri Arşivi, uzun bir izin sürecine tabi olmakla birlikte, açıktır. Türkiye'de ise devlet arşivlerinin "tamamen açık" olduğu zaten resmi bir iddiadır. Konferansa gözlemci olarak katılmış olan Sovyetlere ait belgeler de Rus arşivlerinde açık durumdadır. (Hemen belirtmek gerekir ki Türkiye'nin Dışişleri Bakanlığı Diplomatik Arşivi hala kapalıdır. Yeni Türkiye'nin tarihçilerinden Cemil Koçak'ın "çok yakında açılıyor" diye yazmasının üzerinden de 1,5 sene geçti.)

Velhasılıkelam, Lozan'ın tarihsel açıdan gölgede kalan bir tarafı yoktur. Kaynaklar ortadadır. Okumak isteyen herkesin ulaşabileceği bir mesafededir. Konu üzerine, pek çok magazinel ve yalan yanlış kitap yazılmış olmakla birlikte, oldukça nitelikli çalışmalar da mevcuttur.

2. "Zafer mi, hezimet mi" tartışması nereden kaynaklanıyor?
Bu soruya verilebilecek tarihsel ve siyasal yanıtlar mevcut.
Tarihsel olarak, tartışmaya ilham kaynaklığı eden tek "kaynak" Türk heyetinde bulunan Rıza Nur'un hatıratıdır. Daha sonra Rıza Nur'un iddiaları, Mevlanzade Rıfat gibi isimlerin iddialarıyla harmanlanacak ve karşımıza Murat Bardakçı'nın --Bardakçı'nın kendisine tahammül edemesem de bu tanımlamasını pek sevdiğimi itiraf etmeliyim-- "fesli Tanzimat zamparası"  dediği "üstat" sıfatlı raporlu akıl hastalarımızdan olan, ancak ne hikmetse saraylarda ziyafet sofraları ile ağırlanan Kadir Mısıroğlu çıkacaktır.

Rıza Nur'a geri dönelim...

Rıza Nur, İzmir Suikastı'nı takip eden idamların ardından kendisinin de "rejim muhalifi" olarak adlandırılacağını ve ceza alacağını düşünerek Fransa'ya kaçmıştır. Daha sonra anılarını yazarak bu anıların 3 nüshasını Avrupa'da çeşitli arşivlere 1960'da incelemeye açılmak üzere bırakmıştır. En bilinen kopyası, British Museum'da bulunandır.

Lozan'a dönük türlü rivayetin kaynağını işte Rıza Nur'un 5 ciltlik bu hatıratının 3. cildidir. Oysa bu hatırat, her ciddi tarihçi tarafından ancak ve ancak dedikodu ve aklen çok hasta bir insanın hezeyanları şeklinde tanımlanabilir. Siyasi kısım ve iddiaları bilerek geçiyorum. Bu hatırat şunun gibi anekdotların bir toplamıdır:
(Lozan Konferansı'nda gergin dakikalardan sonra Türk heyeti salona dönüyor) Yüzümüzden bir şey anlamak istiyorlar. Dikkatle bakıyorlar. Bunların arasında Madam Bompard da var. Madam bana yanaştı:
- Rıza Nur! Apposez Votre signature! S’ilavous plait apposez!.. (orijinalinde bu şekilde yazılmış) diyor. Yalvarıyor. Elimin tersiyle suratına bir aşk edeceğim geldi. 

Madam Bompard, Fransız delagasyonundan Maurice Bompard'ın eşidir. Madam Bompard hakkında daha önce yer alan bölümde de şöyle denmektedir:

Şimdiye kadar Fransız kadınının da bu kadar terbiyesizini görmemiştim... Ka­dın... Hem resmi delege değil, nesine lâzım... Öyle kızdım ki kendi kendime: "Kadın dövülmez derler. Gel de dövme... Böylesi dövülmez mi?.. Bu nasıl saçından tutup ayağının altı­na alıp da çiğnenmez... Yer ve vaziyet müsait değil ki, hadi yap!.. Bir kıyamettir kopar. Türk vahşileri kadın dövüyor di­ye avazları çıktığı kadar bağırırlar. Sanki bu Avrupa denen toprakta yaratıldığından beri kadın dövülmemiştir. Halbuki her gün kocaları, başkaları kadınları döverler. Bunlar vahşi olmaz. Bize gelince vahşi oluruz." dedim. Bu kadın son zamanlarda bir sinir nöbeti geçiriyordu ga­liba. Menopozda mı idi ne idi bilmem!.. 

Düzey budur. Ciddiye alınabilirliği bu kadardır. Önemli devlet makamlarında bulunmuş, iddialı bir kişinin geleceğe -hem de yayımlanmak üzere- böyle notlar bırakması ve bunları bir takım çok ciddi kurumlara teslim etmesi o şahsın akli melekelerini sorguya açmaktadır.

İsmet İnönü, Mustafa Kemal hakkında söylenenler bundan daha ciddiye alınır değildir. Dolayısıyla bu hatıratın Rıza Nur'un psikopatolojik portresi dışında herhangi bir konuya kaynaklık edebilmesi mümkün değildir. Dileyen Lozan'ın resmi zabıtlarındaki Rıza Nur ile kendi anlattığı Rıza Nur'un konferanstaki konuşmalarını karşılaştırmalı şekilde okuyabilir. Aradaki açı, kaynağın güvenilirliği açısından fikir verecektir.

Meselenin siyasal boyutuna ilişkin daha önce soL'da yazılar yayımlanmıştı. Detaylara o nedenle girmiyorum. Kısaca söyleyecek olursak, Türkiye'de siyasal İslamcılığın tarih okuması, Necip Fazıl'ın "Muhasebe" şiirinde "inanmıyorum bana öğretilen tarihe!" çırpınışından ibarettir. 

Bu nedenle uydururlar. Bunun resmi tarihin "yapıntı" karakteri ile bağı çok azdır. Bu inançsızlık, o yapıntı tarihin belki de en gerçek unsurunun kendi mağlubiyetleri olmasından ileri gelir. Bu, henüz bitmemiş, bir hesaplaşmadır. Bu hesaplaşmada bir sıçramaya, zafere ihtiyaçları vardır.

(II) Lozan ve Sevr arasında pek de fark yok muydu?

Lozan hakkında sıkça karşımıza çıkan soruları yanıtlamaya devam ediyoruz. Bugünün soruları Lozan ve Sevr üzerine...

3. Lozan ve Sevr arasında pek de fark yok muydu?
Böyle saçma bir soru olabilir mi diye sorulabilir. Ancak bu deli saçması iddialar sıklıkla "muhafazakar" basında yer alıyor. Bu meseleyi, örneğin, cemaatin sabık tarihçisi Mustafa Armağan 2010 yılında sıklıkla gündeme getirmişti. Öte yandan bugün oldukça popüler olan "Sevr'i gösterip Lozan'a razı etmek" argümanı da yine içinde benzer bir ima barındırmaktadır.

Bunun için Sevr'in öngördüğü ve Lozan'la birlikte ortaya çıkan iki haritanın yan yana konulması yetecektir. Ancak mesele bundan ibaret değildir. Zira Sevr, yalnızca haritadan ibaret bir antlaşma değil değildir. 433 maddelik bu oldukça uzun antlaşmada Osmanlı topraklarının paylaşılmasının yanı sıra kalan Osmanlı topraklarının nasıl yönetileceği sorunu demiryollarındaki ray sisteminden, beyaz kadın ticaretine, arkeolojik eserlerin gaspından, salgın hastalıkların kontrolüne kadar pek çok başlıkta satır satır düzenlenmiştir.

Savaş tazminatı, kurulacak mali komisyonla bütçenin bu tazminatı ödetmek üzere işgalcilerce yönetileceği, ordunun basit bir kolluk gücüne indirgendiğini bir tarafa bırakıyorum.

Sevr, yalnız toprak bölüşümü antlaşması değil; enikonu bir sömürgeleştirme metnidir.

4. Peki Sevr'e nasıl gelindi?
Cihan Harbi, Osmanlı Devleti için fiilen Mondros Ateşkesi ile bitmiştir.
Bu mütareke, 30 Ekim 1918'de son derece ağır koşullarla ve işgalin zeminini hazırlar şekilde Osmanlı Devleti tarafından imzalanmıştır. Ateşkesin koşulları işgalin zemini hazırlamıştır zira Mondros'un 7. maddesi güvenliği tehdit eden koşullarda İtilaf devletlerine işgal hakkı vermektedir. Bu madde Nutuk'ta "dimâğı yakan ateşîn bir zehirdi" şeklinde anılmaktadır. 

Lozan'ı diplomatik hezimet olarak lanse etmeye çalışanlar, işgalcilere açık çek veren bu maddenin nasıl kabul edildiği meselesini pek gündeme getirmek istemezler.

İngiliz Amiral Somerset Gough-Calthorpe, Rauf Bey'e (Orbay) mütareke görüşmeleri esnasında, resmi değil kişisel bir konuşmada "siz bunu imzalayın, söz veriyoruz işgal olmayacak" diyerek "garanti" vermiştir. 
Hem de ne garanti…
Mondros Ateşkesi'nin imzalanmasından sayıyla 3 yazıyla üç gün sonra General William Marshall bir oldu bitti ile Musul'u işgal eder. Tek kurşun atılmadan Musul'un fiilen İngiliz işgaline maruz kalmasının öyküsü budur. Aynı günlerde Yıldırım Orduları Kumandanı olan Mustafa Kemal, İskenderun'un da işgale uğramaması, Toros geçitlerinin teslim edilmemesi için yoğun çaba sarfetmiştir.

 Mustafa Kemal'in bunun için İstanbul'la yaptığı yazışmalar pek çok kaynakta mevcuttur.

Mondros'tan kısa bir süre sonra İstanbul'un işgaline de başlanacaktır.
Vahdettin'in bu manzaraya neden olan Mondros'a dair yorumu şudur:

Bu koşulları, ağır olmalarına karşın kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere'nin Doğu’da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkâr siyaseti değişmeyecektir. Biz onların hoşgörüsünü daha sonra elde ederiz…

Yine aynı günlerde, Vahdettin bir İngiliz gazetesine verdiği ve "Osmanlı ile İngiltere arasındaki ilişkileri kuvvetlendireceğine" dair söz verdiği röportajda şunu söylemektedir:
İngiliz milletine, kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Savaşı'nda İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecid'den miras aldım.

Mondros ve ardından Londra ve San Remo konferansları (Şubat ve Nisan 1920) ile Sevr'in (Ağustos 1920) tüm zemini hazırlanmıştır. Mondros'un ardından bu uluslararası konferanslara kadar geçen süre zarfında Anadolu'da işgale karşı direniş ve örgütlenme başlamış, bir sonraki bölümde değineceğimiz, temel çerçevesi Erzurum ve Sivas kongrelerinde çizilmiş olan Misak-ı Milli (kabulü 28 Ocak, ilanı 17 Şubat 1920) son Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından kabul edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine, 16 Mart 1920'de İtilaf Kuvvetleri, İstanbul'a asker çıkarmıştır. Meclis-i Mebusan tamamen kapatılır.

İşgal altındaki İstanbul'un durumunu Lord Kinross şöyle anlatıyor:
Türkler evlerine kapanmış, kendi kendilerinin gölgesi gibi, ancak ekmek almak için dışarı çıkıyorlardı. Bazıları şehre girmiş olan İtilaf Devletleri kuvvetlerinin yanında iş bulabilmek için feslerini atarak Türk olmadıklarını bile ileri sürüyorlardı. Beri yandan Rumlar, sokaklarda caka satarak dolaşıyor ve rastladıkları Türkleri, itip kakarak duvar kenarına sürüyorlar, geleni, geçeni Yunan karargâhında dalgalanan mavi beyaz bayrağı selamlamaya zorluyorlardı. Türkler bu aşağılamaya boyun eğmemek için arka yollardan dolaşmak zorunda kalıyorlardı.

Bir yandan Anadolu'da kongreler toplanıp, Meclis-i Mebusan'da yine Ankara'nın basıncı ile Misak-ı Milli kabul edilirken ve İstanbul'da böyle bir işgal havası hakimken Sevr'e giden süreçte başka neler vardır kabul edilen?

Lozan'ın efsanevi gizli maddeleri yoktur ama belgeli bir şekilde açığa çıkartılmış olan Vahdettin'in İngiltere'ye yaptığı teklif ve Vahdettin tarafından İngiltere'ye sunulan ve taraflarca kabul edilen bir gizli antlaşma vardır.

Aslı İngiliz arşivlerinde dışişleri fonunda bulunan bu belge bir dizi kitapta da yayımlanmıştır. Aralarında Doğan Avcıoğlu'nun Milli Kurtuluş Tarihi (c.1) de mevcuttur.

Uzun uzun alıntılayamayacağız ama 30 Mart 1919'da Damat Ferit eliyle Vahdettin tarafından İngiltere'ye önerilen öz olarak şudur:
İngiltere kendi çıkarlarını tehdit eden ya da uygun gördüğü yerleri 15 yıllığına işgal edebilecek, Osmanlı bakanlıklarına İngiliz müsteşarlar tayin edebilecek, her şehre valinin yanında 15 yıl müsteşarlık yapacak bir İngiliz konsolosu tayin edilecek, seçimleri ve maliyeyi İngiltere kontrol edecektir.

Buna karşılık Vahdettin saltanat ve hilafet makamlarını koruyacaktır.

12 Eylül 1919 (ne mübarek tarihmiş 12 Eylül!) tarihinde de İngiltere ile imza edilen ve bundan bir kaç ay sonra Amerikan gazetelerine sızan bir antlaşma vardır ki o da şöyledir:
1. İngiltere Hükümeti, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti eder.
2. İstanbul, Hilafet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar İngiltere’nin kontrolüne bırakılacaktır.
3. Türkiye, bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır.
4. Bunlara karşılık Türkiye, İngiltere’nin Suriye ve El Cezire hâkimiyetini sağlayacak ve hilafete ait manevi kudret ve yetkinin İngiltere’nin lehinde gerek Suriye bölgesinde ve gerekse Müslümanların yaşadığı diğer yerlerde egemen kılınmasını vaat eder.
5. Milli akımların önüne geçebilmek için Türkiye’de yeniden kurulacak olan Meşruti yönetime karşı meydana gelecek olumsuzlukları etkisiz hale getirmek için İngiltere Hükümeti bir zabıta teşkilatı kuracaktır.
6. Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçerek, özel ve resmi niteliği olan İngiltere Hükümeti konferansta, Türk temsilcilerinin bu yöndeki arzularını kabul edecektir.
7. Barış şartlarının tekrarından sonra padişah, dördüncü maddedeki özelliği konuşmak için İngiltere Hükümeti’yle ayrıca bir sözleşme imzalayacaktır. Bu sözleşmenin maddeleri gizli tutulacaktır.

Bu anlaşmayı imzalayan, yukarıdaki öneriyi yapan Padişah Vahdettin'in, çokça dendiği üzere, Sevr'i imzalamaması ne anlama gelmiştir?

(III)Çok tartışılan Misak-ı Milli nedir?

5. Osmanlı Sevr'i imzalamadı mı?
Lozan tartışmaları bir şekilde dönüp dolaşıp Sevr'e geliyor. O nedenle Sevr'i anlamak önemli. Bugünlerde yayılan önemli şehir efsanelerinden biri de Sevr'in Osmanlı tarafından imzalanmamış olduğu yönündeki safsata.
Dün bahsettiğimiz gibi Sevr Antlaşması, 433 maddelik ve ancak sömürgelere dayatılabilecek bir metin. Seha L. Meray ve Osman Olcay, daha önce andığımız Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküş Belgeleri başlıklı çalışmalarında bunu öz olarak şöyle anlatıyorlar:
...ortaya bir yenilgi belgesinin ötesinde Avrupa emperyalizminin yalnız kendi avlanma sahası saydığı Avrupa kıtasından atmaya kararlı olduğu Türkiye’ye karşı girişilmiş bir yok etme savaşının son aşaması çıkmaktadır. I. Dünya Savaşı’na son veren antlaşmalardan ne Versailles ne Saint-Germain ne de Neuilly antlaşmalarında bu derece insafsız, katı, acımasız hükümlere rastlanır. 

Sadece toprak genişliği olarak bakılacak olursa dahi Sevr'in yıkıcılığı ortaya çıkmaktadır: İktisat tarihçisi Vedat Eldem'in hesaplamalarına göre Sevr Antlaşmasıyla, İngiliz, Fransız, İtalyan ve uluslararası nüfuz bölgeleri dahil edilse bile kalan topraklar hepi topu 570 bin kilometre karedir. "Bağımsız" toprakların alanı ise 200 bin kilometre kareden biraz fazladır. Osmanlı tarihçisi Justin McCarthy'nin dediği gibi Sevr'e gelindiğinde bağımsız bir Osmanlı devletinden geriye yalnızca ismi kalmıştır.



Peki bu metin Osmanlı Devleti'nce imzalanmış mıdır?
Bu sorunun yanıtı, evettir.

Antlaşma, Osmanlı'nın da aralarında bulunduğu taraf devletlerce 10 Ağustos 1920'de imzalanmıştır. Antlaşmayı imzalayan Osmanlı delegasyonu, 
Şura-yı Devlet Başkanı Rıza Tevfik Bey, Bern Sefiri Reşad Halis Bey ve Maarif Nazırı Hadi Paşa'dan oluşmaktadır. (Sevr konusundaki bir galat-ı meşhur, antlaşmayı Damat Ferit'in imzaladığı şeklindedir. Damat Ferit, imzalayanlar arasında yoktur. Ancak Damat Ferit, "İngilizler beni pek sever" diyerek Paris Barış Konferansı'na katılmış ve ardından şamar oğlanı olarak Konferans'tan ayrılmıştır.)


Tabii, bu üçlü kafasına göre Paris'e oradan da Sèvres'e (Sevr) gitmemiş, hazır Sevr'e gitmişken buradaki porselen fabrikasında bir antlaşma imzalanacakmış "hadi, imzalayalım" dememişlerdir.

Antlaşmanın imza edilmesinin evveliyatı mevcut.
Tasarı, 11 Mayıs 1920'de müttefiklerce Osmanlı Devleti'ne tebliğ edilmiştir. Herhangi bir müzakere süreci olmamıştır. Osmanlı Hariciyesi, tebliğ edilen bu metin üzerinde bir buçuk ay boyunca (!) çalışmış ve 25 Haziran 1920 tarihinde İtilaf Devletleri'ne sert sayılabilecek bir yanıt vermiştir. Bu yanıta yine Meray ve Olcay'ın ilgili çalışmalarından ve Baskın Oran'ın "Lozan'ın Öncülü bir Onur Anıtı" başlıklı tebliğinden ulaşılabilir. Burada hemen belirtmek gerekir ki Oran'ın 1997 tarihli tebliği, "dönemin ruhuna uygun" bir tonda kaleme alınmış ve başlığından da anlaşılacağı gibi tebliğde Osmanlı Hariciyesi'nin bu adımı bir hayli abartılmıştır. 

Oysa Meray ve Olcay bu metni onurlu bir başkaldırmadan ziyade "eziklik duygularının gölgelediği bir yakarış" olarak niteler.

Burada, Hariciye Nezareti tarafından verilecek yanıtın sınırları olduğunu kabul etmekle birlikte, 1920 Haziranı'nda Anadolu'da çoktan bir ulusal direnişin başladığını hatta bir ikili iktidar durumunun ortaya çıktığını hatırlatmak gerekir. 

Zira 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgalinin ve Meclis-i Mebusan'ın yeniden dağıtılmasının ardından 23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük Millet Meclisi (BMM) ilan edilmiş ve Ankara Hükümeti, 16 Mart'tan itibaren İstanbul'un aldığı herhangi bir kararın kendilerini bağlamadığını ilan etmiştir. Mahmut Goloğlu değişik bir açıdan bakarak, Ankara'da kurulan ve hala saltanatı koruma amacını taşıdığını söyleyen Meclis'le birlikte "Üçüncü Meşrutiyet"in ilan edildiğini söyler.

İtilaf devletlerine gönderilen yanıt ne Anadolu'daki direnişi ne de Mebusan Meclisi tarafından kabul edilen, bizim birazdan ele alacağımız Misak-ı Milli'yi esas alan bir metindir. Pazarlık esaslıdır. Tonu ne yönde olursa olsun, işbirlikçi karakterdedir. Oran'ın "onur anıtı" yakıştırması ve Lozan'la yaptığı mukayese en hafif tabirle abartılıdır. Şartların çok ağır olduğunu belirten bu metne, İtilaf Devletleri bir ultimatomla karşılık verir. 16 Haziran tarihli ultimatom nettir: Ya Sevr'i imzalarsınız ya topyekün işgale girişiriz.

Mütareke basınının mümtaz ismi, "yandaş"ların ecdadı Ali Kemal, Peyam-ı Sabah'ta yazdığı "Lanet! Lanet! Lanet!" başlıklı yazıda Sevr'in kabulünden başka seçenek olmadığını belirtmektedir. En gerçekçi seçenek Sevr'dir. Aynı günlerde Damat Ferit de İngiliz gazetecilere verdiği demeçte Osmanlı'nın iyi niyetine karşı yapılan dayatmaların sertliğine teessüf etmektedir. Tabii bir yandan da hükümet "kan dökülmesi taraftarı olmadığını" da yine basında sıklıkla vurgulamaktadır.

Buna mukabil, 22 Temmuz 1920'de Şura-yı Saltanat toplandı. Şura-yı Saltanat, olağanüstü durumlarda devlet ileri gelenleriyle ulemânın katıldığı, padişahın huzurunda yapılan toplantılara verilen isimdir. Meclis dağıtılmış durumda olduğu için Vahdettin, antlaşmayı 45 kişilik Şura-yı Saltanat'ın görüşüne sunmuş; şura da antlaşmayı Rıza Paşa'nın çekimser oyu dışında "zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih" gerekçesiyle onaylamıştır. 

"Gazeteci" Ali Kemal'in defalarca uyardığı tehdit hayata geçmemiş, Ankara taraftarları Şura-yı Saltanat'a sızamamış, Sevr kazasız belasız onaylanmıştır.
Şura esnasında, Ankara'nın Sevr'i tanımaması durumunda ne olacağı sorusu üzerine Damat Ferit şu yanıtı verir:
Hep birden elbirliğiyle çalışarak Anadolu’da isyanı bastıralım ve hem de cenab-ı hakdan ümid ederim ki basdırırız. Hiç değilse, böyle bir ümid kapısı açık bulunur.

Bir kaç kez sadrazamlığa getirilen Damat Ferit'in sadrazam olarak atanma gerekçelerinden biri zaten resmi olarak belirtildiği üzere budur: "milliyet namı altında ika edilen iğtişaşatı” (milliyet adı altında yaratılan anarşiyi) önlemek. 

Şura-yı Saltanat'tan önce ve sonra yapılan tartışamaları takip edenler bugün bazılarının Cihan Harbi sonrasında dahi cihan imparatorluğu sandığı devletin nasıl lime lime olduğunu açıklıkla görür. Cenab Şehabettin, şuranın toplanmasını "lüzumu belki var, faidesi hiç şüphesiz olmayacaktır" diye tanımlamış ve eklemiştir: "Bugünkü zavallı memleketin gerdüne-i mukaddderatı hûrde-hâş olmuştur..." (*)


Velhasıl, yukarıda fotoğraflarını da paylaştığımız kişiler, üç ahbap çavuş olarak Sevr'e gitmemiştir. Bir devlet politikası olarak yollanmıştır. "Anadolu'daki isyanı" bastırmak karşılığında şartların belki ileride yumuşatılabileceği umuduyla Sevr'i imzalamak ve memleketin anahtarını teslim etmek üzere. Padişah'ın bilgisi ve onayı dahilinde…

Sevr, 10 Ağustos'ta imzalanmıştır. 17 Ağustos'ta Kazım Karabekir, Meclis'e şöyle bir önerge sunar:
Vatansız, vicdansız, üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatan ile alâkası olmıyan bir kaç kişi namına barış anlaşmasını imza ettiklerini ajansta gördük. Milli Mücadelemizde daha büyük bir azim ve imanla devama karar verdiğimizi arz ederim, İstanbul'da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Saltanat Şurasında Türkiye'nin varlığını söndüren bu zalim anlaşmanın imza edilmesine karar ve oy veren, isimleri malûm şahısların ve anlaşmayı imza edenlerin vatana ihanet ile ittiham olunmasını ve haklarında gıyabi hüküm verilmesini, bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle anılmasının ilân ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.

7 Ekim 1920'de kurulan Ankara İstiklal Mahkemesi 1 no'lu karar olarak Sevr'i imzalayan üç kişiyi ve Damat Ferit'i gıyaplarında yargılayarak idama mahkum eder (Belirtmek gerekir ki Kuva-yi Milliye'nin önde gelen isimleri hakkında da Nisan ayında bir Hatt-ı Hümayun yayımlanmış, ardından Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi bu isimlerin idamı için fetva vermiştir. 2 ve 11 Nisan tarihli Takvim-i Vekâyi'ye bakılabilir.).

Meclis'teki tepkilerin ne derece sert olduğunu isteyen daha önce de belirttiğimiz gibi herkese açık olan zabıt ceridelerinden okuyabilir.

Bugün cümle gericinin "ama padişah imzalamadı" diye hukuk cambazlığı limanına sığınsalar da durum apaçık ortadadır. Peki Şura-yı Saltanat ve Sevr'in imzalanmasının ardından antlaşmanın uygulanmasına dönük adım atılmış mıdır?

İstanbul Hükümeti, Şura'yı Saltanat'ın hemen ertesinde bir komisyon teşkil ederek bu antlaşmanın ne şekilde uygulanacağını belirlemek üzere Sadaret Müsteşarı Cemal Bey'in başkanlığında bir komisyon oluşturdu. Komisyon, henüz antlaşma imzalanmadan, hangi nezarete hangi görevin düştüğünü belirlemekle görevliydi. Buna mukabil her nezarette bir alt komisyonun kurulması kararı alındı. Bu komisyonlar da etüt çalışmalarına derhal başladılar. Devlet darmadağın olduğundan ötürü bu komisyonlar kısa zamanda kadük oldu.

Bu esnada, Ali Kemal'in Peyam-ı Sabah'taki "antlaşmayı uygulamak yetmez, acilen Anadolu'daki isyanı da bastırmak gerekir, yoksa başımıza iş açılacak" yollu utanç vesikası yazıları pek çok kaynakta mevcuttur.

Antlaşmanın uygulanması konusunda ısrarcı hükümet yeni çareler düşünmeye başladı. Harbiye Nazırı Ziya Paşa, Tatbikat-ı Sulhiye Komisyonu (Barışın Uygulanması Komisyonu) kurulmasını önerdi ve komisyonun çalışmasını düzenleyecek bir yönerge hazırladı. 28 Kasım'da Meclis-i Vükela bu teklifi ve yönergeyi onayladı. Ancak bu komisyon da bir türlü hayata geçirilemedi.

Antlaşmanın hayata geçirilememesinin sebebi fiilen Osmanlı Devleti'nin dağılmış ve bunu tatbik edecek otorite ve organizasyona dahi sahip olmamasıdır. Bu nedenle, antlaşma İtilaf devletlerince hukuken değil fiilen hayata geçirilmeye başlanmıştır. Zaten Yunanistan dışında başka herhangi bir taraf devletin parlamentosundan da onay almamıştır bu antlaşma.

Özetlersek, Sevr'in ölü doğan bir antlaşma olmasında İstanbul'un payına yazılacak en ufak bir durum yoktur. İstanbul bu antlaşmayı imzalamış ve her koşulda bu antlaşmanın tatbikine çalışmıştır. Ancak böyle bir yeteneği yoktur. Antlaşmanın yok hükmünde olmasının nedeni Vahdettin'in antlaşmayı onaylamamış  olması değil; Anadolu'daki direnişin Sevr'i reddetmiş olmasıdır. 

Sevr sürecinin ortaya çıkardığı tek hayırlı sonuç, Anadolu'daki direnişin Osmanlı yasallığından büyük ölçüde kopmuş olmasıdır. Saltanatın sembolük kabulu dışında, Osmanlı yasallığı ile Ankara arasında kurulan tek bağ, Ankara'nın Sevr'i de reddederken ve Sevr'den Lozan'a giderken meşruiyet kaynağı olan Misak-ı Milli'dir.

Bu da bizi bir sonraki sorumuza getiriyor.

(*) Şura-yı Saltanat konusunda daha detaylı bilgi edinmek için İbnülemin'in Son Sadrazamlar çalışmasının son cildine, Tayyib Gökbilgin'in Milli Mücadele Başlarken isimli kitabına ve Kemal Yakut'un "Müterake Döneminde Yapılan Saltanat Şûrâları" başlıklı makalesine başvurulabilir.

6. Misak-ı Milli nedir?
Gelelim çok tartışılan Misak-ı Milli meselesine.

Önceki günlerde de belirttiğimiz gibi Misak-ı Milli, Anadolu ile İstanbul arasındaki bağlantının tümüyle kopmadığı 1920 başlarında son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı tarafından onaylanan ve dünya kamuoyuna ilan edilen "kırmızı çizgiler"dir. 

Misak-ı Milli'nin temel çerçevesi Erzurum ve Sivas kongrelerinde çizilmiştir.
Burada yine altının çizilmesi gereken nokta şudur: Misak-ı Milli'nin ilanı bugünlerde yalan yanlış dile getirildiği gibi padişah ve çevresinin inisiyatifiyle değil, Anadolu'daki direnişin basıncıyla gerçekleşmiştir. Zaten bir önceki soruda, Misak-ı Milli'nin ilanı ve ardından yaşanan gelişmelerle birlikte İstanbul'un tavrının ne yönde geliştiğini özetlemeye çalıştık.

Peki Misak-ı Milli'nin ilan edilmesi nasıl gerçekleşti?

Bu konunun kimi detayları hakkında farklı kaynaklar farklı noktaları işaret etseler de, şöyle bir toparlama yapmak mümkün görünüyor:

1918'de Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasının ardından Vahdettin, Aralık ayında Meclis-i Mebusan'ı dağıtır. Yürürlükte olan anayasa gereği 4 ay içinde seçimleri yapma zorunluluğu olmasına rağmen fiili durumdan faydalanarak seçimleri yaptırmayan Vahdettin, memleketi yukarıda andığımız Şura-yı Saltanat eliyle yönetmeye başlar. Bir dizi sadrazam değişikliğinden sonra Ekim 1919'da Anadolu'daki direniş açısından halefi Damat Ferit kadar düşman olmayan Ali Rıza Paşa sadrazam olur. 

Ekim'in sonlarına doğru Ali Rıza Paşa hükümetinin Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Mustafa Kemal Amasya'da buluşur. Bir dizi konu üzerinde anlaşan taraflar, ülkenin kaderine ancak Meclis-i Mebusan'ın karar verebileceğinde ortaklaşmıştır. Bu durumda Amasya'da gündeme gelen en temel sorun şudur: Meclis toplanmalıdır, ama nerede?

Mustafa Kemal ve aslında tüm Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Meclis'in İstanbul'da toplanmasının işgal nedeniyle sakıncalı olduğu kanaatindeydi. Salih Paşa, Amasya'da bu görüşü kabul etmiş olsa da İstanbul'da padişahın bu yaklaşıma karşı gelmesi nedeniyle, Anadolu'da toplanacak Meclis-i Mebusan fikri suya düşer.

Bunun üzerine Kasım 1919'da Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'nin (MHC) temsilcileri bir araya gelir ve Meclis'in İstanbul'da toplanması fikrini kabul ederler. Yalnız direnişin önemli isimlerinin, seçilseler dahi İstanbul'a gitmeleri riskli olduğundan MHC'ye yakın vekiller öncelikle kendi aralarında koordinasyon amacıyla Anadolu'da toplanacak ardından İstanbul'a geçeceklerdir. 

Gayrımüslimlerle Hürriyet ve İtilaf'ın seçimlere katılmaması neticesinde MHC'nin belirleyiciliğinde bir seçim süreci yaşanır. Bu esnada aralarında Mustafa Kemal'in de bulunduğu MHC'nin temsilcileri 27 Aralık'ta Ankara'ya geçerler. Seçilen vekiller de Ankara'ya uğrayıp ardından İstanbul'a geçmekteydiler. Ankara'da Mustafa Kemal'le görüştükten sonra İstanbul'a geçen vekillerin Meclis açılır açılmaz takip etmeleri gereken temel adımlar şunlardı:
1. Meclis'te bir Müdafa-i Hukuk Cemiyeti grubu kurulacaktı.
2. Mustafa Kemal, meclis başkanı seçilecekti.
3. Misak-ı Milli kabul edilecekti.

Misak-ı Milli olarak anılacak metnin bir müsveddesi bir grup vekile verilmiş (kimi kaynaklara göre sadece sözlü olarak iletilmiş), onlar metnin son halini vermişlerdir. Vermişlerdir vermesine ancak bu üç maddelik talimatın ilk iki maddesi hayata geçmez. Bu konuda çeşitli rivayetler varsa da burada konuyu dağıtmamak için değinmiyoruz. 

Meclis'te kurulan grubun adı MHC değil Felah-ı Vatan (Vatan'ın Kurtuluşu) olmuştur. İkincisi, Mustafa Kemal meclis başkanı seçilmez. Onun yerine FV mensubu dahi olmayan Reşat Hikmet seçime katılan 115 mebusun 65'inin oyunu alarak başkan seçilir. Reşat Hikmet'in ölmesinin ardından 4 Mart'ta Celalettin Arif Bey meclis başkanı olacaktır.

Mustafa Kemal, bu konuda Nutuk'ta adeta ateş püskürür ve talimatları yerine getirmeyenleri "imansız, korkak, cahil, nankör ve kendini beğenmiş" gibi sıfatlarla tanımlar. Grubun adını Nutuk'ta kendi deyişi ile bilerek çift l harfiyle ("bililtizam şeddeli") Fellah-ı Vatan şeklinde yazarak, grubu küçümser. Meclis'in İstanbul dışına taşınması fikri iyiden iyiye ağırlık kazanır.

Meclis içindeki macerasını uzatmadan söyleyecek olursak Misak-ı Milli, 28 Ocak 1920'de tarihinde Meclis'te Ahd-i Milli adıyla kabul edilir. Ancak bu resmi bir oturum değildir. Kaynaklarda bu oturum için gizli oturum denmektedir, ancak Meclis-i Mebusan'da gizli oturum gibi bir usul de yoktur. Ancak uluslararası kamuoyuna ilan edilmesi, İstanbul'daki vekillerin çekingen ve bir nebze ertelemeci görünen davranışları nedeniyle gecikir.

Bugün elimizde olan metnin altında dönemin 121 vekilinin imzaları vardır. 2014'e kadar kayıp olan ve hatta 12 Eylül döneminde SEKA'ya gönderildiği iddia edilen bu belge, 2014 yılında Murat Bardakçı tarafından Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Daire Başkanlığı'nın -kısa adıyla ATASE- arşivinde bulunarak, daha doğrusu bu arşivin yetkilileri tarafından belgenin renkli fotoğrafları "tarafına hediye edilerek" yayımlamıştır. En azından bu şekilde duyurulmuştur. Oysa Nejat Kaymaz'ın internet sitesinde aynı belgenin bir fotokopisi daha önce kamuoyuna  sunulmuştu. 29 Ocak 1920 tarihli ATASE belgesinde diğer mebuslardan ayrı olarak metnin sonunda Celalettin Arif Bey'in imzası vardır. Celalettin Arif Bey, herhalde, geçici olarak meclis başkanı görevinde olduğundan bu şekidle imzalamıştır. Ancak nedense sadece mebus sıfatını kullanmıştır.


Günümüz Türkçesi ile Misak-ı Milli'nin orijinal hali şöyledir (Daha sonra Ankara'da da kabul edilen hali küçük değişiklikler içermektedir.)

Birinci Madde-Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğun yaşadığı ve 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin kabulünde düşman orduları işgali altında kalan kısımlarının geleceğinin, halkının serbestçe beyân edecekleri oylara uygun olarak tayin edilmesi gerekir. Sözü edilen mütareke hattının içinde ve dışında din, ırk ve ülkü birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları besleyen, ırk ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin şartlarına saygı gösteren Osmanlı-İslam çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tamamı, ister bir eylem ve ister bir hükümle olsun birbirlerinden ayrılamayacak bir bütündür.

İkinci Madde-Halkı özgürlüğe kavuşunca oylarıyla anavatana katılmış olan üç sancak (Kars, Ardahan ve Batum) için gerektiğinde yeniden halkın ser best oylarına müracaatı kabul ederiz. 

Üçüncü Madde-Batı Trakya’nın Türkiye ile yapılacak barışa kadar ertelenen hukukî durumunun belirlenmesi işi de, halkının özgürce beyân edeceği oylara uygun şekilde yerine getirilmelidir. 

Dördüncü Madde-İslam hilâfeti ile saltanatın merkezi ve Osmanlı hükümetinin başkenti olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü saldırıya karşı dokunulmaz olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartıyla Ak deniz ve Karadeniz Boğazları’nın dünya ticaretine ve ulaşımına açılması konusunda, bizimle birlikte diğer bütün ilgili devletlerin müteffiken verecekleri karar geçerlidir. 

Beşinci Madde-İtilâf Devletleri ile düşmanları ve bazı ortakları arasında yapılan antlaşmaların esasları çerçevesinde, azınlıkların hakları kom şu memleketlerdeki Müslüman ahalinin de aynı haklardan istifade etmeleri ümidi içerisinde tarafımızca benimsenip güvence altına alınacaktır. 

Altıncı Madde-Millî ve iktisadî gelişmemizin imkânlarını elde etmek ve işlerin daha çağdaş ve muntazam bir yönetim ile yürütmesini başarabilmek için, her devlet gibi bizim de gelişmemizin şartlarının sağlanmasında tam bir özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşmamız, varlığımızın ve geleceğimizin ana ilkesidir. Bu sebeple siyasî, adlî, malî ve benzeri alanlarda gelişmemizi önleyici sınırlamalara (kapitülasyonlara) karşıyız. Belirlenecek borçlarımızın ödeme şartları da bu ilkelerle çelişmeyecektir. (28 Ocak 1920)

Metinle ilgili bir dizi sorun vardır. Bunlardan ilkini yukarıda andık. Metnin oriijnali yakın zamana kadar kayıptır, 2011'de SEKA gönderildiği iddia edilmiş, 2014'te aniden keşfedilerek basına "servis" edilmiştir. ATASE, bu önemli belgeyi neden kendisi yayımlamamıştır gibi sorular ortada durmaktadır.

İkincisi, Misak-ı Milli metni, muğlaktır. Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı günkü sınırlarını esas almaktadır. Ancak yine de metinde "mütareke hattının içinde ve dışında" denilerek, mesele karmaşıklaştırılmaktadır. Üzerine vekillerin yemin ettikleri Misak-ı Milli neresidir?


Bu haritaya göre, hak iddia edilen noktalar bırakalım bugünkü Suriye ve Irak'ı Lübnan ve Filistin'e kadar uzamaktadır. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti bu gösterilen coğrafyaların önemlice bir bölümünde ne örgütlüdür, ne de ilgilenmiştir. 

Bu tarihten sonra da bugünkü fotoşop akıncılarınınkinden farklı ve daha ciddi olarak çeşitli Misak-ı Milli haritaları çizilmiştir. Bunları yarın ele alacağız ancak tüm haritalar aynı metinden feyz almaktadır. Peki bu nasıl olmaktadır?

Benim kanaatim şudur: Misak-ı Milli, er ya da geç, İtilaf Devletleri ile oturulacak masada dönemin koşullarına göre müzakerelere başlanacak en geniş sınırları göstermektedir. Bir alternatif barış antlaşmasıdır. Aynı zamanda uğruna savaşılacak bir somutluğa işaret etmektedir.

Ancak sınırların nerede başlayıp nerede biteceğini esas belirleyen yeni oluşmakta olan siyasi yapının gücü, giriştiği mücadelede elde ettiği mevziler olacaktır. Bu da bizi Lozan'da çizilen sınırlara, Misak-ı Milli'nin "son haline" getirmektedir.

(IV) Türkiye Musul'u nasıl kaybetti?

7. Lozan'da Misak-ı Milli'ye ihanet mi edildi?
Dün arka planıyla anlatmaya çalıştık: Misak-ı Milli, sınırları detaylı tarif edilmiş bir harita değildir.
Ne mütareke günü Osmanlı sınırları bugün tartışıldığı biçimde bir netliğe sahiptir ne de metnin kendisinde böyle bir netlik vardır. Dolayısıyla bu metin, hem de askerî bir zafer sonrasında oturulacak müzakere masasında önerilecek alternatif plan olması itibariyle diplomatik hem de ideolojik bir işleve sahiptir. Açık açık söylemekte fayda var, tek taraflı bir beyanname olarak Misak-ı Milli'nin uluslararası bir geçerliliği yoktur.

28 Ocak 1920'de kabul edildiği biçimiyle kalan Misak-ı Milli, Cihan Harbi'nden yeni çıkmış ve işgal altındaki bir ülkenin parlamentosunun yaptığı yüksek sesli bir açıklama olarak tarih kitaplarında belki yer bulabilirdi.

Misak-ı Milli'den bahsetmek için askerî zafer ve Misak-ı Milli'yi savunan tarafın diplomatik olarak muhatap alınacağı bir masa önkoşuldur. Bunların yokluğunda Misak-ı Milli bir belge olarak anlamsızdır. Yalnızca içe dönük ideolojik ve propaganda işlevi bulunabilir. 1920'de durum budur.

Ulusal kurtuluş mücadelesinin en büyük başarısı Misak-ı Milli'yi hamasi ve nostaljik bir metin olmaktan çıkararak üzerinden siyaset yapılabilecek bir gerçek zemin haline getirmek olmuştur.

Bu noktada askerî zafer meselesini biraz açmak gerekiyor.
Ulusal direnişin, bugün ne kadar eğilip bükülürse bükülsün, iki boyutu vardı. Bu boyutlardan ilki işgale karşı yürütülürken, diğer boyut adlı adınca bir "iç savaş"tı. Ankara ve İstanbul biçiminde somutlanan ikili iktidar durumu bir süre sonra iç savaş halini almıştır.

Yukarıda anmış olduğumuz askerî ve diplomatik koşulların yerine gelerek, Misak-ı Milli'nin siyasi bir realite haline gelebilmesi, aynı zamanda bu iç savaşın kazanılması tarafından koşullanmıştır. Hem işgalcilerle askerî alanda etkili biçimde mücadele edilebilmesinin hem de Ankara Hükümeti'nin diplomatik anlamda inisiyatif sahibi olabilmesi için öncelikle İstanbul'un bileğini bükmesi gerekiyordu.

Zira Ankara'nın karşısında hem işgalcilerle askeri olarak işbirliğine giden; dahası, Sina Akşin'in deyişiyle sürekli Misak-ı Milli'den "fiyat kırarak" yani ödünler vererek işgalciler tarafından muhatap alınmaya ve Ankara'yı baypas etmeye çalışan bir İstanbul vardır.

Vahdettin, Osmanlı yasallığı içinde düşünülünce kendi mülkünden başka bir şey olmayan bugün bizim memleket dediğimiz toprağı korumak konusunda göstermediği direnci kendi titrini korumak için Ankara karşısında göstermiştir.
Burada uzun uzadıya tartışmaya fırsat yok ancak bugün Anadolu'daki mücadeleye dost bir Vahdettin çıkarmaya çalışanlara en kolay yoldan dönemin Meclis zabıtlarını okumalarını önerebiliriz. Ankara'da Meclis kürsüsünden, Mustafa Kemal ve yakın çevresi tarafından değil oldukça muhafazakar mebuslarca, hala sultan ve halife sıfatlarını elinde bulunduran Vahdettin "domuz", "bela", "taçlı hain", "kahrolası", "iyiyi ve kötüyü takdirden âciz, ecnebilere münkat bir mahlûk" gibi biçimlerde anılmaktadır.

Bütün bunlar ortalık yerde dururken masalın da bir sınırı olmalıdır.

Bu nedenlerle Ankara'nın en büyük başarılarından biri İstanbul Hükümeti'ni Lozan masasına oturtmamak olmuştur. İstanbul, bunu sonuna kadar zorlamıştır. Ve başta İngiltere olmak üzere İtilaf devletleri bunu sonuna kadar arzulamıştır. Hem Ankara hem İstanbul hükümetine Lozan'a gelmeleri için resmi çağrıda bulunmuştur. Bu haberin Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde ele alınması esnasında tepkiler gerçekten okunmaya değerdir.

30 Ekim 1922'de yapılan oturumda Dahiliye Vekili Ali Fethi Bey, İstanbul hükümetinin argümanlarını özetlerken araya giren vekillerin söylediklerinden kimi örnekler vermek istiyorum:

Dahiliye Vekili Ali Fethi B. (İstanbul): Fakat aynı zamanda Babıâli de davet olundu ve bize diyor ki: Babıâli eğer bu konferansa iştirak etmiyecek olursa altı asırlık hüviyet-i tarihiyesi munkariz (tarihsel kimliği son bulmuş) olacak.

Hacı Şükrü B. (Diyarbekir): Yerin dibine batsın!

Ali Fehmi Bey devam ediyor: ... Evet, sizi biz vaktiyle idama mahkûm etmiştik. Bir takım âsi ve bâği herifler idiniz veyahut adamlardan ibarettiniz.

Çorum Mebusu Hâşim Bey araya giriyor: Herifler kendileri efendim.

Ali Fehmi Bey, İstanbul Hükümeti'nin birlikte düşünüp karar verme önerisini dillendirdiğinde ise dayanamayarak araya giren Hasib Bey'in yanıtı şu olmuştur: Biz ölürken onlar baloya gidiyordu.

Saltanatın tanınmaması fikri Lozan'da temsiliyet konusu üzerinden netlik kazanırken, saltanatla bir bütün olarak görülen hilafetin ne olacağı meselesi meclis tartışmaları esnasında kendiliğinden gündeme gelir.

Erzurum Mebusu Müftü Mehmet Nusret Efendi bu konu üzerine söz alır ve hilafetin tarihini anlattıktan sonra şunu söyler: Tarihi İslâm dikkatle tetkik olunursa, hilâfeti sabihadan sonra bu imamet, bu milletin Müslümanların başına bir belâ olmuştur.

Bu oturum boyunca çok heyecanlı olan Diyarbekir Mebusu Hacı Şükrü Bey yine araya girer ve bağırır: "Belâdır belâ…" Buna karşılık Meclis'te "bravo" sesleri işitilir.

Hacı Şükrü Bey'in heyecanını anlatmak ve daha önemlisi Vahdettin ve şürekasının nasıl algılandığını göstermek amacıyla Hacı Şükrü Bey'in verdiği resmi önergeyi de alıntılayıp bu devam edelim:
   
Riyaseti Celileye
İslâm mukaddesatına ve İslâmiyete karşı şeytandan daha şeni olarak son asırda müte­caviz bir Loyd Corc türemişti. Meğer şeytan­dan, Loyd Corc’dan daha şeni alçaklar var­mış. Sorar mısınız? İşte bu vesikayı yollıyan ve düşünenler, öyle ise başta Vahdeddin oldu­ğu halde besmele ile bunları bilumum İslam­ların taşlamasını teklif ederim.30.10.1338 - Diyarbekir Mebusu Hacı Şükrü

Bu tartışmalar eşliğinde saltanat 1 Kasım 1922'de kaldırılmış ve tek meşru hükümetin Mart 1920'den bugüne kadar Ankara Hükümeti olduğu ilan edilmiş ve kabul ettirilmiştir.

Bu, yeni kurulmakta olan ülke için büyük bir diplomatik zaferdir ve fırsattır. İngiltere'nin "Bunları aynı masaya oturtur, birbirine kırdırır, hakkından geliriz" stratejisi boşa düşmüştür. Misak-ı Milli'nin masaya getirilebilmesini sağlayan bana kalırsa, bu hamle olmuştur. 11 Kasım'da Lozan'a daha  gidilmeden böyle bir kazanım elde edilmiştir. (Ankara'nın, bana kalırsa, göz dolduran bir hamlesi de barış konferansının İzmir'de yapılmasını teklif etmesidir. İngiltere ve Yunanistan buna direnç göstermişse de kabul edilmeyeceği baştan belli olan bu teklifin yapılmasındaki amaç, Ankara'nın elini kuvvetli gördüğünü hissettirmek istemesidir.)
  
Lozan'a henüz gitmeden elde edilen bir avantaj da Ankara'nın elinde tuttuğu Fransa ve Sovyet kartlarıdır. Ankara, İngiltere ve Fransa arasındaki Almanya'nın savaş borçları üzerinden oluşan gerilime akıllıca yatırımlar yapmış ve o gerilimi kendi lehine kullanmıştır. Ancak bundan daha önemlisi Ankara Hükümeti ile Sovyet Rusya arasında gelişen pragmatik dostluk ilişkisidir. Ankara, Konferans'a gözlemci olarak katılacak ve mutlak suretle Türkiye'nin tezlerini destekleyen Sovyetler sayesinde masada oldukça rahatlamıştır. Lord Curzon'un, Sovyet temsilcisi Çiçerin konuştukça "İsmet Paşa'yı dinliyor gibi" hissetmesi boşuna değildir. 

Ancak meselenin bu boyutu ayrıca ele alınmayı hak etmektedir. Özellikle Türkiye'nin Sovyetleri her an satabileceğine dair sık sık İngiltere'ye daha konferans masasında işaretler vermesi derinlemesine incelenmelidir. O nedenle geçiyoruz.  

İkinci olarak, Misak-ı Milli sınırları sanıldığı kadar net değildir dedik, ancak bugün fotoşop cengaverlerinin elinde mouse, boyadığı haritalar kadar da fantastik değildir. 

Selanik, Ege Adaları, Kıbrıs vs. kesin biçimde söyleyecek olursak Misak-ı Milli'nin konusu değildir. Bunların Lozan'da kaybedilme gibi bir durumu da söz konusu olamaz. Hakeza, hızını alamayıp Mısır'ı Lozan'da kaybettik diyenlerin ne tarih-coğrafya bilgisi ne de insafı vardır.

Lozan'dan 90 sene önce Halep'ten girip Kütahya'dan çıkarak Anadolu'yu işgal eden Mısır'ın Lozan'da kaybedildiğini söylemek düpedüz yalancılık değilse, ancak bizim yobazların Anadolu'yu işgal eden Kavalalı İbrahim Paşa'nın Hicaz'daki Vahhabi ayaklanmasını bastırarak Abdullah bin Suud'u esir alışını unutmak isterken yaşadıkları bir hafıza arazıyla açıklanabilir.

Ege Adaları ve Selanik iddiasının da benzer şekilde iler tutar tarafı yoktur. Zira buralar değil Mondros, Cihan Harbi öncesinde Osmanlı'nın elinden çıkmıştır. 

Kıbrıs da yine Osmanlı tarafından savaş neticesinde değil, Ruslara karşı kendisi desteklemesi için 90 bin sterlin gibi bir meblağa İngilizlere kiralanmıştır. İngiltere, Osmanlı'nın Cihan Harbi'ne Almanya safında katılması üzerine adayı ilhak ettiğini açıklamıştı. 
Bunlar hikayedir.
Doğu'da iş hamasete gelince "kardeş ülke, iki devlet bir millet" denen Azerbaycan'ın içlerine sokulan haritaların da (tarihsel dayanağı olmakla birlikte) Misak-ı Milli tartışmasında bir anlamı yoktur. Türkiye'nin Doğu sınırı Lozan öncesi bağlanmıştır.

Dün de adını anmış olduğumuz araştırmacı Nejat Kaymaz'ın yine ATASE arşivinden alarak yayımladığı 1919'daki son Meclis-i Mebusan seçimlerine hangi Osmanlı vilayetinden kaç mebusun seçildiği bilgisini içeren harita Osmanlı'nın o an itibariyle reel sınırları konusunda bir fikir vermektedir.


Haritada taramanın koyuluğu işgalin derecesini ve seçimlerin zorluğunu işaret etmektedir. Üzerine konuşulması gereken reel sınırlar budur.

Ancak bunun dışında, Misak-ı Milli'de atıf yapılması nedeniyle konuşulması gereken iki husus var.

Birincisi, Batı Trakya meselesidir. Batı Trakya yine Cihan Harbi öncesinde Osmanlı'nın elinden çıkmış olmasına rağmen, Misak-ı Milli'de burada halk oylaması yapılması önerisi getirilmektedir. Batı Trakya konusundaki diplomatik zorluk şuradan ileri gelmektedir: Osmanlı, Batı Trakya'yı Lozan'da Türkiye'nin muhatabı olan Yunanistan'a değil, Bulgaristan'a kaybetmiş; Yunanistan bu bölgeyi Bulgaristan'dan almıştır. Bu durum ve Türkiye'nin Yunanistan'a göç etmiş durumda olan bir milyonu aşkın Anadolu ve Trakya kökenli Rumun yeniden eski topraklarını dönmelerini istememesi, Batı Trakya konusundaki iddiasından geri adım atmasına neden olmuştur. Meselenin bu kısmına  değineceğiz.

İkinci mesele ise Musul'dur. Musul derken, kent değil Kerkük ve Süleymaniye'yi de içine alır şekilde  Musul Vilayeti kastedilmektedir. Musul'un Lozan'da kaybedildiği iddiası da, yine cahilane yorumların aksine, yanlıştır. Musul, Lozan'da kaybedilmemiştir. Lozan'da alınamamıştır. Başka türlü söyleyecek olursak, Musul meselesi, Lozan'da çözümlenememiş ve sonraya bırakılmıştır. Buna bir sonraki soruda değineceğiz.

Bunlar dışında nihayetlenmesi Lozan sonrasına sarkan bir diğer başlık Boğazlardır. Herhalde konferans süresince üzerinde en fazla tartışılan başlıklardan biri Boğazlar olmuştur. Lozan'da Boğazlar konusunda geçici bir çözüm geliştirilmiştir: Askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazlar tamamen askersizleştirilecek ve idaresi başkanı Türk olan uluslararası bir kurul tarafından yürütülecekti. Konferans'ta Türk heyetinin bu koşullara fit olması karşısında başından beri "Türk tezini" destekleyen Sovyet heyeti çileden çıkmıştır. Lozan koşulları, 1936 yılında bugünkü Boğazlar rejiminin kabulüne kadar sürmüştür.

Musul meselesine geçmeden önce altının çizilmesi gereken en önemli nokta, Türkiye'nin haklı bir takıntı haline getirdiği adli ve iktisadi kapütülasyonlar meselesidir. Bu mesele de Lozan'la çözülmüş ve "egemen devlet" tanımıyla tamamen çelişen bu uygulamaların tamamı kaldırılmıştır.

Lozan'da bunlar dışında yapılan bir dizi düzenleme daha mevcuttur onları daha detaylı olarak "Lozan'ın eleştirilecek başlıkları" bahsinde değineceğiz.

Gelelim Musul'a.

8. Türkiye Musul'u nasıl kaybetti?
Lozan'la birlikte Türkiye'nin sınırları netliğe kavuşuyordu. Bunun tek istisnası güney sınırıydı. Tabiri caizse, Türkiye uzunca bir süre güney sınırı olmayan bir ülkeydi. 1925 yılında basılan Yeni Türkiye Coğrafyası kitabında olan iki ve olmayan bir harita bu tuhaflığa güzel bir örnek teşkil edecektir sanıyorum.
Matbaa-i Amire tarafından basılan ve 1925 programına uygun olarak yazıldığı söylenen kitaptan iki Türkiye haritası aşağıda görülmektedir:




İlk harita bir siyasi haritadır. İkincisi ise, Türkiye'deki yolları ve limanları gösterir haritadır. Görüldüğü gibi her iki haritada da Türkiye'nin güney sınırı yoktur.

Bir de olmayan harita olduğunu söylemiştik. Ülkeyi coğrafi bölgelere ayıran ve her bölgenin haritalarını veren kitap "Otuz Altıncı Ders: Cezire-i Ulya yahud Cenub-ı Şarki Anadolu" başlığına geldiğinde harita vermeyi kesmektedir.

Bu bölümün ve kitabın en sonunda anlatılan ise Musul Vilayeti'dir ve Musul Şehri'nin bir fotoğrafı paylaşılmaktadır.

İlk gün anlattığımız gibi Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasının ardından bir oldu bitti ile fiilen İngiliz işgali altına giren Musul, 1925 yılında coğrafya derslerinde vatan toprağı olarak okutulmaktadır.

Musul'a dönük ısrar Kurtuluş Savaşı sürecinden itibaren açıkça ve pek çok kez dile getirilmişti. 1922 yılında Türkiye ile İngiltere, bir açıdan bakacak olursak daha fazla savaşmaya mecali kalmamış iki devlet, defalarca Musul'da savaşın eşiğine gelecek ve iki taraf da son kozlarını oynamak üzere adı konmamış bir savaşın içine gireceklerdir. 

İngiltere, Irak'tan ve daha öncesinde Hindistan'dan Musul'a asker yığar. Ancak bunun bir sınırı vardır zira Hint Müslümanlarının Anadolu'da yürütülen mücadeleye olan sempatisi İngiltere'nin Hindistan'daki askeri varlığını zayıflamasına müsade etmemektedir. Hatta İngiltere, Avusturalya dahil sömürgelerinden tıpkı Cihan Harbi'nde olduğu gibi asker istemiş ancak olumsuz yanıt almıştır. 

Ankara Hükümeti ise Revandız'ı Kuvva-yı Milliye kuvvetleri için bir üs olarak kullanarak Musul'da kimi zaman açıktan kimi zamansa örtük bir operasyon yürütmekte, bölge aşiretleri ile ilişkilerini derinleştirmeye çalışmaktadır. 

Tarih kitaplarında pek yer almayan ve Özdemir Bey önderliğinde yürütülen bu gayrinizami savaş konusunda ancak yakın zamanda doyurucu çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. İşin önemli tarafı şudur: İngiltere, bu mücadeleye karşı koyamayarak kademeli bir geri çekilme kararı dahi alır. Bu şekilde Süleymaniye yeniden Ankara Hükümeti'nin kontrolüne geçer. İngiltere buna karşı Arap milliyetçilerini öne sürecek, bir yandan da bölge halkına dönük olarak İstanbul ile Ankara arasında kopan bağlara dikkat çeken bir propagandaya başvuracaktır. Bu bağlar tamamen koptuktan sonra, özellikle de hilafetin kaldırılmasının ardından Anadolu'daki direnişin Musul'daki popülaritesini törpülemek için İslam kartı devreye sokulacaktır.

Kısaca söyleyecek olursak: Lozan'a gelinceye kadar iki taraf da birbirine net bir üstünlük sağlayamamışsa da Lozan masasında ilk bakışta avantajlı görünen taraf Ankara'dır. 1922'nin sonunda Özdemir Bey pek çok aşiretle anlaşmış durumdadır 

Bunun yanında İngilizlerin özellikle Kürtler arasındaki popülaritesi bir hayli düşüktür. Bunda bazı Kürt aşiretlere dönük olarak izlediği kıyıcı politikaların ve "Ermenistan" siyasetinin etkisi büyüktür. Kürtler, hem 1915 defterinin yeniden açılmasını istememekte hem de İngiltere'nin bir fırsatını bulsa yol vermekten çekinmeyeceği Ermenistan'ın gölgesinde kalacaklarından endişelenmektedirler.

Lozan'da Türkiye, öncesinde yaptığı gibi Musul'da bir halk oylaması konusunda ısrarcı olmuştur. İsmet Paşa, bölgenin nüfusunun ekseri Türklerden ve Kürtlerden oluştuğunu Kürlerin de Turani bir kavim olduğunu belirttiği bir konuşma yapmış, bundan daha önemlisi Kürtlerin Türklerle gönüllü bir kader birliği içine girdiğini belirtmiştir. Türk heyetinin esas isteği, bu argümanın kabulü ve bir halk oylamasına gidilmesidir.

Çok deneyimli bir sömürge imparatorluğu diplomatı ve siyasetçisi olan Lord Curzon ise son derece sinsi bir strateji izler. Musul konusunda İngiliz ve Türk tezlerinin zıt olduğu açıktır. Ankara'nın zayıf karnı da...

Curzon, Musul konusu kilitlenmeye yol açtığı anlarda, konferans başkanı sıfatını da etkili şekilde kullanarak masaya azınlık sorunları ve kapitülasyonlar gibi Türk delegasyonunun son derece hassas olduğu başlıkları getirerek gündem saptırır. 

Görüşmeler kopacaksa dahi bunun Musul yüzünden olmasını ve Türkiye'nin meseleyi bir oldu bittiye getirmesini engellemek ister. Zira bu savaş demektir ve hem genel olarak İngiltere hem de özel olarak Curzon savaş istememektedir. Ortadoğu'da girilecek yeni bir savaş Curzon'un siyasi kariyerini muhtemelen bitirecektir. Ancak daha önemlisi İngiltere'de ciddi ekonomik ve siyasi (İrlanda sorunu) sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Bu nedenle savaşsız bir yol tercih edilmelidir.

Türk heyetinin, özellikle İsmet Paşa'nın da görüşmelerin kesilmemesi için sebepleri vardı. Bunların başında Meclis muhalefeti geliyordu. Ankara'da 2. Grup net bir biçimde şekillenmiş ve Mustafa Kemal'in yürüttüğü stratejiye muhalefet ediyordu. Lozan'ı muzaffer bir ordunun önünün kesilmesi olarak yorumlayan bu grup, savaşalım dendiğinde de "yok daha neler" diyordu. Ancak İsmet Paşa'nın eli boş Ankara'ya dönmesinin siyasi bir krizle sonuçlanacağı açıktı. Buna ek olarak iktisaden çökmenin eşiğine gelmiş bir Türkiye ve 1912'den beri sürekli savaş içinde olan yorgun bir halk söz konusuydu.

Lord Curzon, görüşmeleri sistematik bir içimde gerdi. Kah Ermeni meselesini, kah kapitülasyonları masaya getirerek Ankara'nın sorunların çözülmemesi konusunda ayak dirediği imajını yaratmak için özel bir çaba ve basın mesaisi izledi.

Bunun neticesinde konferansın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda aslında bir orta yol bulunmasını isteyen İsmet Paşa sert bir konuşma yapmak durumunda kaldı:

Kurtaracağına söz verdiği Irak halkını İngiliz Hükümeti bir an özgür ve her türlü işgalden arınmış olarak bıraksa ve memleketlerinin kaderine ilişkin olarak tam bir bağımsızlık içinde oy vermelerine izin verse idi, herhangi bir işgali, korumayı ya da mandayı isteyecek tek bir kimse bulamazdı: Çünkü bugün uluslar, kendi kaderlerini etkili olarak kendileri saptamak istemekte hiçbir koruyucu ya da kılavuz gereği duymamaktadırlar. Bütün uluslar koruma ya da uygarlık yolunda kılavuz v.b. gibi sözlerin boyunduruk altına alıcıların elinde fethedilmiş haklar siyasal ve ekonomik bakımdan yutmak için kullanılan araçlardan başka bir şey olmadığını anlamış bulunmaktaydılar.

Bundan sonraki çabalar sonuç vermez.

Son kertede Musul meselesi, tüm barış görüşmelerini kilitlemişti. Hatta aylarca sürecek bir kesintiye uğratmıştı.

Musul'da ilerlenemeden barış sağlanması imkansızdır. Tıpkı Türkiye'nin yeniden tam boy bir savaşa girmesinin imkansız olduğu gibi. Mustafa Kemal ise Musul meselesini uzun vadeye yayma taraftarıdır ve diğer sorunlar çözüldükten sonra gerekirse uygun bir askeri yöntem kullanılmasının mümkün olduğu görüşündedir.

Bu ortamda Musul konusunun ayrıca ele alınması kabul edilir ve Lozan dışında tutulmasına karar verilir.

Meclis'te muhalefetin "Misak-ı Milli'yi satıyorlar" yaygarası ile karşılanan bu yaklaşıma Mustafa Kemal, "Misak-ı Milli'nin haritası yoktur, o milletin çıkarlarıdıra " çıkacak, yarı hamasi ancak gerçekleri yansıtan bir yanıt verir. 

Meclis'te Musul üzerine yaptığı konuşmada Mustafa Kemal şunları söylemişti:

Yapılacak noktalar: Musul vilâyeti meselesinin hallini, bir sene zarfında İngilizlerle Türkiye’nin karşı karşıya geçerek intaç etmesine talik etmektir. En mühim mesele bu olarak geliyor. Buna muvafakat ettiğimizde zarar mı vardır? Kaideten şimdilik fayda mı vardır. Buna muvafakat etmezsek ne yapmağa mecburuz? Bugün suhuletle hepimiz anlayabiliriz ki, Musul’u vermemekte ısrar edersek muharebeye dâhil oluruz. Binaenaleyh, Musul meselesini bir seneye kadar halletmek üzere talik edip sulha geçmek ve muharebeyi kabul etmemek mümkün müdür, kabil midir ve faydalı mıdır? bakat lüzum görürseniz bugünden Musul meselesini müspet veya menfi bir surette hallederiz. Menfaatimiz bunu iktiza ediyor, diye buna karar verirsiniz. Bilakis Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır. Bugün sulh yaparız, bir ay sonra iki ay sonra Musul meselesini halletmeye kıyam ederiz. Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğiniz vakit bu meselede karşınızda valnız İngiliz değil, branşız,İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanlan vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığınız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız ve yalnız olarak İngilizlerle karşılaşacağız. Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız? Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız. Tahlil etmiş olursanız Musul’dan sarf-ı nazar etmiş olmuyoruz. Tahlil ederseniz hudud-u milliyemiz dâhilinden bir şey bırakmış olmuyorsunuz. Belki daha kuvvetli bir mevkie geçiyorsunuz. Yani bir sene sonra harp ile geçeceğine, sulh ile geçsin, o hedefe daha iyi hazırlanıyoruz. Arz ettiğim budur.

Musul sorununun ertelenmesi sonucunda, o günün koşullarında, önemli kazanımlar içeren bir siyasi antlaşma, Lozan, imzalandı.

1926'ya kadarsa Musul sorunu, uluslararası kamuoyunun gündeminde kalmayı ve giderek komplike bir hal almayı sürdürür. Toplanıp dağılan konferanslar esnasında İngiltere, Türkiye'nin Musul ısrarına karşı yeni bir argüman bulur: Nasturiler. 

Hatta bu yönde bir isyan organize edilir. İsyan esnasında sınırın belirlenmemesini öne süren İngilizler hava kuvvetleri ile Türk kuvvetlerini vururlar. Çok öz olarak söyleyecek olursak, İngiltere Musul'u isteyen Türkiye'den Hakkari başta olmak üzere bir dizi kenti koparmaya çalışmıştır. 

İngiltere bu şekilde sistematik olarak, Türkiye'nin diplomatik çabalarını yeni sorunlar içinde boğmayı denemiştir. Tüm bölgeyi uluslararası bir sorunun parçası haline getirebileceğinin işaretlerini vererek sorunu karmaşıklaştırmıştır.

Bu sırada bir kaç kez daha İngiltere ve Türkiye Musul üzerinden askeri olarak karşı karşıya gelir.

İngiliz belgeleri, Mustafa Kemal'in 1925 yılında İbn Suud ile ortaklaşa bir Musul harekatı planladığını göstermektedir. Aynı dönemde sebebi ve motifleri hala tartışılan Şeyh Said İsyanı patlak verir. Spekülasyondan kaçarak söyleyecek olursak, Şeyh Said ayaklanması, Türkiye'nin Musul tezinin yaslandığı "Türk-Kürt ittifakı mevcut" argümanını boşa çıkarmış ve İngiltere'nin bir hayli işine yaramıştır.

Bu esnada İngiltere Nasturi meselesi üzerinden Türkiye'yi sıkıştırmayı sürdürür. 

İngiltere'nin iddiası Türkiye'nin Osmanlı'daki gibi Hıristiyanlara dönük etnik temizliği sürdürüğü yönündedir ve bu duruma uluslararası müdahale edilmelidir. Bu, Türkiye'nin korkulu rüyalarından biridir. Uluslararası müdahale çarkına bir kez girilince parçalanmadan çıkmanın mümkün olmadığı konusunda Kemalist kadroların kesin bir kanaati vardır. Hatta bu takıntı o düzeydedir ki, yine Lozan bağlamında kararlaştırılan mübadele kapsamında Türkiye'ye gelen mübadillerin sevk ve iskanında her türlü yabancı yardımı ve krediyi reddetmiştir.

Musul meselesi, 1926 yılında Cemiyet-i Akvam'a taşınır.

İngilizler bu noktadan sonra Musul meselesini Türkiye ile Milletler Cemiyeti arasındaki bir mesele gibi göstererek, Türkiye'nin dahil olmaya ve kabul görmeye çalıştığı uluslararası kamuoyunda izole etmeye çalışır. Bunda bir hayli başarılılardır da.

Bütün bu basınç altında ve İngiliz diplomasisi karşısında yaya kalan Türkiye, askeri kartını iç muhalefet ve isyanlar nedeniyle kullanamadan, İngiltere ile 1926 yılında Ankara Antlaşmasını imzalar. Türkiye bugünkü Irak sınırını kabul eder.

Musul petrollerinin satışından da  25 seneliğine belli bir pay alacaktır.

Girit'in Osmanlı'dan kopuşu döneminde bir tekerleme halkın diline pelesenk olmuştur: Sade suya tirit, gitti bizim Girit.
Biz de buna şunu ekleyebiliriz: Lozan'da alınamayan Musul, gitti usul usul.

(V) - Lozan'a nasıl bakmalı?


9. Lozan'da eleştirilecek ne vardı?
İktisadi alanda Lozan'da çok önemli kazanımlar elde edilmiştir. Henüz kurulmakta olan devletin "biçimsel egemenliğe" sahip olabilmesi için gereken asgari koşullar Lozan sayesinde sağlanmıştır. Şöyle ki; adli ve iktisadi kapitülasyonlar tamamen kaldırılmış, Düyun-u Umumiye İdaresi'nin maliye üzerindeki denetim yetkisi sonlandırılmış, ülke limanları arasındaki taşımacılık hakkı yani kabotaj yabancılara kapatılmış, ilk beş yıl gümrük tarifesinde değişikliğe gitmeme şartıyla ülkenin gümrük egemenliği tanınmıştır.

Ancak bu adımlara karşılık Lozan ve onu takip eden süreçte, Türkiye, Osmanlı dış borçlarının %67'sini faiziyle birlikte ödemeyi kabul etmiştir. Bu, bana kalırsa, Lozan'da atılan en büyük geri adımdır. 

Osmanlı ile siyasi ve ideolojik düzlemde kopuşu zorlayan yönetim, iktisadi olarak tüm hareketlerini sınırlayacak bir sürekliliği kabul etmiştir. Bu borçlardan Türkiye'nin payına 108 milyon altın Osmanlı lirası tutarında bir meblağ düşmüştür. Bu borç tutarının banknot olarak ödenmesi kabul edilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti, 1929'dan itibaren yedi yıl boyunca yıllık 2 milyon altın lira ödeyecek, 1936 sonrasında ise taksitler daha da artacak ve 1952 yılında 5,2 milyon altın liraya ulaşacaktı. Çeşitli iktisat tarihçilerinin yaptığı hesaba göre 1929 yılında, yani henüz işin başında borç taksidinin ödemeler dengesi üzerindeki yükü 15 milyon TL civarındaydı. Bu da ülkenin ihracat gelirlerinin %10'u gibi olağanüstü yüksek bir meblağa tekabül ediyordu. 1930'lu yıllarda bu taksitler ödenemez duruma geldi. 1936 yılında, Türkiye, Osmanlı borcunun çoğunun muhatabı olan Fransa ile anlaşarak yıllık taksitlerinin yarısını belli ihraç malları ile ödemeye başladı. 

1938'de de taksitlerin tamamının bu yolla ödenmesi kararlaştırıldı.

Burada erken Cumhuriyet dönemi iktisat politikalarının genel bir eleştirisini yapmak niyetinde değiliz. 
Ancak şu kadarını söyleyebiliriz: Lozan'ın iktisadi çerçevesinin arkasında hem Korkut Boratav'ın hem de Yahya Sezai Tezel'in açıkça işaret ettiği, Gülten Kazgan'ın da ima ettiği üzere 1908-1922 ile 1923-1929 dönemleri arasındaki zihinsel süreklilik mevcuttur. 

Kemalizmin yapmış olduğu net ekonomik tercihler 1923-1929 yılları arasındaki liberal politikalarla kapitalist kalkınma stratejisinin uzantısıdır. Hızlı sanayileşme, tarımsal üretimin hızla artırılması, ülkenin ulaşım altyapısının geliştirilmesi hedefleri mevcuttur, ancak bunlar için yeterli sermaye birikimi yoktur. Bu açığın kapatılması için liberal politikalara ve yabancı sermayeye yaslanılması fikri baskın hale gelmiştir. 

Yukarıda "biçimsel egemelik" ifadesini vurgulamamızın sebebi biraz da budur. Zira, bu egemenlik anlayışı, yabancı sermaye karşıtı ilkesel bir tavırla şekillenmemiş (kategorik olarak reddedilmesini kastetmiyorum), hatta tam tersine yabancı sermayenin ulusal ekonomiye ilişkin karar alma süreçlerinden uzak tutulması gibi aslında kapitalist ekonomide imkansız olan bir dengecilikle sakatlanmıştır (Anlatma fırsatı bulamadığımız, ama Musul sorunu ile alakalı, ABD kökenli sermaye ile girişilen Chester projesi anılabilir). 

Burada yine sınıfsal tercihlerin izlerini takip etmek mümkündür: Burada söz konusu olan, kurtuluş mücadelesi döneminde giderek daha fazla desteğine yaslanılan müslüman-Türk tüccarların ufkudur. Bu tüccarların millilikten anladıkları, yabancı sermayenin ülkedeki uzantısı durumunda olan gayrımüslim yerli sermayenin yerini almaktır. Şubat-Mart 1923 tarihli İzmir İktisat Kongresi'nin tutanaklarına göz atmak bu konuda iyi bir başlangıç noktası oluşturabilir.

Lozan konusunda ikinci eleştirilebilecek başlık, bu antlaşma ile karara bağlanan zorunlu nüfus mübadelesi konusudur.

Yunan ve Türk ulus-devletleri, ileride çıkabilecek etnik sorunları bertaraf etmek için etnik homojenleştirme taraftarı bir tutum içindeydiler. Özellikle Sovyet Rusya’nın varlığında bölgede kontrolsüz bir gelişmeyi engellemek için İngiltere de jeostratejik çıkarları gereği “stabilite”den yanaydı. Böyle bir atmosferde masaya nüfus mübadelesi fikri getirildi. 

“Getirildi” diyorum, zira fikre kimin kaynaklık ettiği yanıtlanabilmiş bir soru değil. 

Venizelos ve İsmet Paşa, daha sonra, fikrin diğer taraftan çıktığını söyleyerek bu konuda birbirlerini suçlamışlardır. Öte yandan pek çok kaynak, mübadelenin fikir babası olarak

Norveçli kaşif ve diplomat Fridtjof Nansen’i işaret etmektedir. Uluslararası mülteci rejiminin inşasında öncü isimlerden olan Nansen, mübadele kararının alınmasında ve uygulanmasında aktif rol oynamıştı. Ancak “fikir babalığı” iddiasını Nansen de kabul etmemiştir.

Çeşitli tartışmalar neticesinde 30 Ocak 1923’te Lozan’da Türk ve Rum Ahalinin Mübadelesine İlişkin Mukavelename imzalandı. 

Yani uluslararası bir kurumun gözetiminde (Cemiyet-i Akvam) gerçekleştirilecek tarihin ilk zorunlu nüfus mübadelesine karar verilmiş oldu. Sözleşmenin başlığında “Türk” ve “Rum” sözcükleri geçse  de mübadelede temel alınan kriter “din”di. 

Dolayısıyla, kimi istisnalar dışında Yunanistan’daki Müslümanlar ve Türkiye’deki Ortodoks Hıristiyanlar mübadele edilmiştir. Örneğin, Anadolu’da yaşayan, Türkçe konuşan ve Yunan harfleri ile Türkçe yazan Karamanlı Ortodoks Rumlar ile Giritçe denilen bir Yunanca ağız konuşan, pek çoğu Türkçe bilmeyen Giritli Müslümanlar da mübadele kapsamına alınmıştır. 

Bu insanların gönderildikleri yerlerde karşılaştıkları zorluklar kendi başına bir incelemenin konusu olabilir. Diğer taraftan, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’daki Ortodoks nüfus ile Batı Trakya’daki Müslümanlar mübadeleden muaf tutuldu. Bu topluluklar, daha sonra bu iki ülke arasındaki anlaşmazlıklarda kullanılacak "rehin toplumlar" haline gelmiştir. Mübadelenin kabul edilmesiyle birlikte Türkiye, Misak-ı Milli'deki taleplerden biri olan Batı Trakya'da halk oylaması fikrinden vazgeçiyordu. 

Bunun alternatifi savaş esnasında ve sonrasında Anadolu ve Trakya'yı terkeden 1,2 milyon Rum'un evlerine geri dönmesini kabul etmek oldu.

Biliyoruz ki nüfus mübadelesi fikri ne Türklere ne de Yunanlara yabancıydı. 1910’lu yıllarda Osmanlı-Bulgaristan, Bulgaristan-Yunanistan ve Yunanistan-Osmanlı arasında zorunlu olmayan nüfus değişimi görüşmeleri ve pratikleri mevcuttu. Dönemin diplomatik uygulamaları arasında bulunsa ve meşru görülse de böyle bir yöntem bugünden bakıldığında bir etnik temizlik yöntemi olarak kabul edilmektedir. Ancak Türk-Yunan nüfus mübadelesi ne ilk, ne de son olmuştur. 

Hindistan-Pakistan bölünmesi esnasında uygulanan ve bir felaketle sonuçlanan bu uygulama hala bir plan olarak kimi uluslararası sorunların çözümü için gündeme gelmektedir. Hatta geçtiğimiz yıllarda Mümtaz Soysal, Vecdi Gönül gibi isimler Kürt sorununun çözümü için mübadele meselesini önermişlerdir. Bu nedenle bu uygulamanın gayrı insani boyutu ve sorun çözmekten çok yeni sorunlar yaratan karakteri yüksek sesle dile getirilmelidir.

Bu konunun bir uzantısı olarak görülebilecek bir dizi başlıkta Türkiye'nin Lozan'dan gelen yükümlülüklerini uygulayıp uygulamaması gibi sorunlar bu dizinin konusu dışında kalıyor.

10. Lozan'a nasıl yaklaşmalı?
Lozan, ne resmi tarih yazımında gösterildiği gibi tarihte eşi benzeri olmayan mutlak bir diplomatik zaferdir, ne de bugün bazı aklıevvellerin iddia ettiği gibi bir hezimettir. 

Lozan, Cihan Harbi'nden yenik çıkmış, işgale uğramış ve yüzyıllardır uluslararası siyasetin dengeleri sayesinde ancak suni solunum yapabilen Osmanlı'nın ister istemez tarihsel mirasçısı olan Türkiye'nin siyasi ve iktisadi anlamda formel egemenliği konusunda önemli kazanımlarla ayrıldığı ve elbette masaya otururken ki taleplerinin bazılarından vazgeçtiği bir antlaşmadır. 

Milliyetçiliğin yayılmacı gözlüklerini çıkarıp nesnel bir ölçüyle bakılacak olursa, görülecek olan şey masaya oturmadan önceki toprak taleplerinin kimi istisnalar haricinde gerçekleştiğidir. 

Ancak Sovyet yazarı Gurko-Kryajin'in 1924'te yazdığı gibi bu antlaşma "diplomatik kançılaryalarda değil, Anadolu'nun savaş meydanlarında doğan" bir antlaşmadır. 

SSCB Bilimler Akademisi tarafından yayımlanan Ekim Devrimi Sonrası Türkiye Tarihi isimli çalışmada çok doğru biçimde ifade edildiği gibi "geçmişte Türkiye hükümetlerinin hayal bile edemedikleri Lozan zaferi, Versay sistemi savaş sonrası antlaşmalarının bir parçası olan Sevr Antlaşması'nın ortadan kaldırılması demekti".

Diğer taraftan, tüm bu tartışmaların sınıfsal bir özü olduğunu ve Lozan'a giden sürecin ardında sınıfsal akıl ve reflekslerin yattığını unutmamak gerekiyor.

Yukarıda kısaca bu sınıfsal arka planı anlatmaya çalıştık. Şunu ekleyebiliriz:
Kurtuluş mücadelesinin sınıfsal aklı, gerçekleşen devrimin anti-emperyalist karakterinin derinleşmesinden, sınıf savaşımının keskinleşmesinden ve işçi sınıfının ve köylülüğün mülk sahibi sınıflar lehine kazanımlarının genişlemesinden korkmuştur. 

Benimsenen kapitalist kalkınma stratejisi gereği mali-ekonomik bağımlılık ortadan kaldırılmamış, bunların yeni biçimlerde yeniden üretilmesinin yolları yaratılmıştır. 

Kurtuluş Savaşı'ndan başlayarak solun sistematik tasfiyesi de bu aklın çıktısıdır.
Bu sınıfsal akıl, aynı zamanda diplomatik anlamda Türkiye'yi tüm tezleriyle birlikte mutlak olarak destekleyen tek ülke olan Sovyetlerin masada yüzüstü bırakılmasında da görülmektedir.
  
Burada unutulmaması gereken noktalardan biri, Lozan'ın imzalanabilmesini sağlayan en önemli faktörlerden birinin Ekim Devrimi'nin yarattığı kırılma olduğudur. Sovyetlerin desteği ve varlığı olmadan Lozan'ın bu şekilde imzalanması, bu büyüklükte bir siyasi birimin bu coğrafyada ortaya çıkması mümkün değildi. Sınıf mücadelesinin kuralları serttir ve burada duygulara yer yoktur. Türkiye örneğinde de bu geçerlidir. Bu gerçek, Türkiye kendisini "Batı dünyası ve Hür dünyanın" bir parçası olarak kabul ettirmeye çalıştıkça, Sovyetlere dönük bir minnet değil, emperyalizme teslimiyet üreten bir motor haline gelmiştir. 
Cumhuriyeti bugün gelinen yıkımla başbaşa bırakan da tarihin bu motoru olmuştur.

Son olarak şu noktayı hatırlatmakla yükümlü hissediyorum. Falih Rıfkı'nın Batış Yılları isimli çalışmasında söz konusu dönem hakkında değerlendirme yaparken mutlaka akılda tutulması gereken şu satırlar yer alır:  
Ömürlerini yeniden yaşamak isteyenler çoktur. Bizim kuşaktan ömürlerini tekrarlamaya cesaret edenler bulunabileceğini pek sanmıyorum. On dokuzuncu yüzyılın sonlarından yirminci yüzyılın ikinci dekadına doğru nasıl olup da tarihin mezarına gömülmeden atlayabildiğimize hâlâ şaştığım kara günleri duygulu bir Türk bir daha yaşamak değil, hatırlamak bile istemez.

Naçizane tavsiyem, bu dönem değerlendirilirken bu denli büyük bir travma olduğunu da akılda tutmak gerektiğidir. Bu travmaya bugün tekrar heveslenildiği gibi haritaların yeniden çizilmesinin yol açtığının bilinciyle ve sınıf mücadelesinde duygulara yer olmadığı vurgusuyla birlikte…

Buraya nereden geldik? Lozan'ın tartışmaya açılmasıyla… Onlara dair iki kelam etmeyecek miyiz? 

Onların kim olduğunu zaten Nazım anlatmıştı:
Bursada havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
fakir-köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…

Eskilerin bir dizi yazıyı bitirdiği gibi bitirelim:
Hitam

Aytek Soner Alpan / SOL (2016)

-----------------------------------------------------------


Görsel için açıklama:

Bu görsel 30 Ekim 1924 tarihli Akbaba dergisinin kapağıdır.
Görselin sağ tarafında üzerinde "Anavatan" yazan ölmekte olan yaşlı bir kadının kurumuş memelerini emen bir Siyam ikizi vardır. Birinin üzerinde "saltanat" diğerinin üzerinde "hilafet" yazmaktadır. Saltanatın tasmasını tuttuğu kedinin üzerinde ise "millet" yazmaktadır. Bu resmin altındaki açıklamada "Yedi yüz senelik Osmanlı tarihi" yazmaktadır.
Soldaki resimde de "millet", üzerinde "cumhuriyet" yazılı bebeği emziren genç annedir. Resmin altında da "bir senelik cumhuriyet tarihi" yazılıdır.